Ermeni soykırımını destekleyenlerin sahtekarlığı

MURATS44

Özel Üye
Bir de bunu görün! Milyonlarca Müslüman katledildi

1915 olaylarına ilişkin iddialarının yaygın kabul gördüğü Batı ülkeleri, aynı dönemde katledilen milyonlarca Müslümanın acısını görmüyor!

bir_de_bunu_gorun_milyonlarca_musluman_katledildi_1429973223_6817.jpg


Ermenilerin 1915 olaylarına ilişkin iddialarını birçok vesileyle gündeme getiren Batı ülkeleri, Osmanlı Devleti'nin son döneminde Balkanlar ve Kafkasya başta olmak üzere geniş bir coğrafyadan Anadolu'ya dönmek zorunda bırakılan ve katledilen milyonlarca Müslümanın acısını çifte standartlı bir yaklaşımla görmezden geliyor.

ABD'nin Louisville Üniversitesi'nde çalışmalarını sürdüren tarihçi ve nüfus bilimci Justin McCarthy, 1995'te yayınlanan "Ölüm ve Sürgün: Osmanlı Müslümanlarına Karşı Yürütülen Ulus Olarak Temizleme İşlemi" adlı kitabı, 1821-1922 yıllarında Balkanlar, Kafkasya, Kırım ve Anadolu'da yaşanan Müslüman halkların uğradığı katliamlara ve sürgüne ışık tutuyor.

McCarthy, kitapta 1800'lerin başında Osmanlı Devleti sınırları içinde kalan Anadolu, Kırım ve art bölgeleri, Kafkasya'nın büyük bölümü, Arnavutluk ve Bosna'dan Karadeniz'e uzanan çizgide Güneydoğu Avrupa'nın tümünü kapsayan bir coğrafyada Müslümanların, bazı bölgelerde çoğunluk bazı bölgelerde azınlık olarak yaşadığına dikkati çekiyor.

Osmanlı Devleti'nin zayıflayarak dağılma sürecine girmesiyle bu bölgelerde Müslüman nüfusun topraklarından çıkarıldığını ya da katledildiğini kaleme alan McCarthy, 1821-1922 yıllarında 5 milyondan fazla Müslümanın öldürüldüğünü, sürgün edilen ya da göç etmek zorunda kalan Müslümanların bir kısmının, yolllarda açlık ve hastalıktan yaşamını yitirdiğini vurguluyor.

roexU_1429973256_565.jpg


Öte yandan Balkanlar'da, Kafkasya'da ve Anadolu'daki Müslümanların uğradığı katliamının tarihçesiyle ilgili Batı ülkelerinde herhangi bir yayına rastlanmıyor, kayıplar ders ve tarih kitaplarında yer almıyor.

İlk kıyımı Yunanlar yaptı

Justin McCarthy'nin kitabında, Batı Trakya'daki Türklerin, Yunanlara ait bağımsız bir Yunanistan yaratma amacına engel olarak görüldüğü için 1800'lerin başında silahlı milliyetçi grubun hedefi olduğu, 1821'de, köy ve kasabalarda yaşayan Türklerin, yerleşim merkezlerinin dışına götürülüp kıyımdan geçirildiği ve bu süreçte 25 binden fazlaBatı Trakya Türkünün öldürüldüğü belirtiliyor.

Müslümanlar göç etmeye zorlandı

McCarthy'nin kitabına göre, 19. yüzyılın başında bölgedeki Ruslaştırma politikası çerçevesinde Nogay ve Kırım Tatarlarına iki seçenek sunuldu: Ya Rusya’nın iç bölgelerine sürgün ya da Osmanlı'ya göç.

Kitapta, Nogay Tatarlarının göçünün 1860'lı yıllar boyunca sürdüğüne, en az 300 bin Tatarın, topraklarından ayrılarak göç etmek zorunda kaldığına, yine 19. yüzyılda Kafkasya ve Osmanlı'nın doğu illerindeki dengenin, Rus istilaları, Ermeni ayaklanmaları ve Kafkasyalı Müslümanların zorla göç ettirilmeleri nedeniyle altüst olduğuna dikkat çekiliyor.

Rus istilasından önce, Kafkasya'daki Müslüman halk, Azerbaycan-Erivan bölgesindeki Türklerden ve bölgenin geri kalanındaki Çerkezler, Abazalar, Çeçen-İnguşlar ve Dağıstanlılar gibi diğer gruplardan oluşurken, 1864'te Rusların Kafkasya'da kontrolü ele geçirmesiyle bölgedeki Müslümanların göçe zorlandığı belirtilen kitapta, yurtlarını terk etmeye zorlanan Müslüman Çerkezlerin ve diğer Kafkasya halklarının, Rus denetimindeki limanlarda gemilere doldurulduğu, Osmanlı topraklarına ulaşıldığında ilk uğranılan liman olan Trabzon'da, hastalık ve yetersiz beslenmeden hayatını kaybedenlerin sayısının 30 bini bulduğu ifade ediliyor.
Justin McCarthy, Osmanlı Devleti'nin doğu vilayetlerinde ve Kafkasya'da 1877-1914 yılları arasında yaşanan katliamlarla, Müslümanların yurtlarının Ruslar tarafından zapt edildiğini, Ruslardan kalan topraklara da ayrılıkçı Ermeniler tarafından el konulmaya çalışıldığını gözler önüne seriyor.

McCarthy, kitabında, Doğu Anadolu'da Müslümanlar ve Ermeniler arasındaki savaşta, Van vilayetindeki Müslümanların yüzde 62'sinin, Bitlis Müslümanlarının yüzde 42'sinin, Erzurum Müslümanlarının da yüzde 31'i yok olduğunu vurguluyor.

Balkanlar'daki nüfus dağılımı tümüyle değişti

Tarihçi ve nüfus bilimci Justin McCarthy, 1877-1878 yıllarında yaşanan Rus-Türk Savaşı'nın Bulgaristan'da yaşayan Türkler için bir felakete dönüştüğünü, Bulgar ve Rus birliklerinin katliamları, açlık, hastalık ve göçmenlerin yerleştirildiği kamplardaki koşullar nedeniyle ölümlerin yaşandığını ifade ediyor.
Kitapta, Bulgaristan'daki Türk varlığına tümüyle son vermek isteyen Rusların, bölgeden göç etmek zorunda kalan Türklerin evlerini yakarak, geri dönmelerini engellemek üzere Bulgarlarla işbirliği yaptığının, 1911 yılına gelindiğinde Balkanlar'daki nüfus dağılımının tümüyle değiştiğinin, Balkan Savaşları sırasında yaşanılan kayıplarla birlikte, Müslümanların, Balkanlar'da çoğunluk olma vasfını kaybettiğinin altı çiziliyor.

İzmir'e yapılan çıkarmayla kitlesel Türk kıyımına başlandı

McCarthy'nin kitabında, 15 Mayıs 1919 tarihinde Batı Anadolu'da yaşanan Yunan işgali sırasında, İzmir'e yapılan çıkarmayla kitlesel bir Türk kıyımına başlandığı vurgulanıyor.
Müslümanların, o dönemde Batı Anadolu nüfusunun yüzde 80'ini oluşturduğu, işgal sırasında Türk köylerinin, yerleşim merkezlerinin yakılıp yıkıldığı, 1912'den İstiklal Harbi'nin sonu olan 1922'ye kadarBatı Anadolu'da bir milyon 246 bin 68 Müslümanın hayatını kaybettiği belirtilen kitapta, bu savaşlar sona erdiğinde Balkanlarda yaşayan kalabalık Türk nüfusunun epey azaldığı, Kafkasya'da Çerkezlerin, Lazların, Abazaların, Türklerin ve daha küçük Müslüman toplulukların yurtlarından sürülüp çıkarıldığı anlatılıyor.
Kitapta, Sırbistan'dan Kafkasya'ya uzanan bölgede birçok ulus devlette sağlanan etnik ve dini birliğin, Müslümanların bu topraklardan sürülmesiyle sağlandığına dikkati çeken McCarthy, tarih kitaplarının çoğunda, azınlıklara duyulan nefret üzerinden bir okumayla yalnızca Osmanlı Ermenilerinin zorunlu göçünden bahsedilirken, tarihsel gerçeklere rağmen, Balkanlar'da ve Kafkasya'da yaşananların göz ardı edildiğini vurguluyor.

5 milyondan fazla Müslüman öldürüldü

Kitapta bu dönemde Balkanlar'da, Kırım'da, Kafkasya'da ve Anadolu'da 5 milyondan fazla Müslümanın öldürüldüğü, Rusların 100 yıl boyunca Müslümanları, yaşadıkları bölgelerden uzaklaştırmaya dayalı politikalar yürüttüğü, Kırım Tatarlarını ve Çerkezleri göçe zorlarken, Güney Kafkasya'da Türklerden boşalan bölgelere Ermenileri yerleştirdiği kaydediliyor.
 

Muhtazaf

Yardımcı Yönetici (Şair|Yazar)
Yönetici
" HIRİSTİYANLARIN HEPSİ EMPERYALİST DEĞİLDİR AMA TÜM EMPERYALİSTLER HIRİSTİYAN'DIR!"
İŞTE İSPANYA,İNGİLTERE,ABD..İŞTE AFRİKA EMPERYALİZMİ,AMERİKA İNKA-AZTEK-MAYA MEDENİYETLERİ,YERLİ KATLİAMLARI,
İŞTE ASYA ;ÇİN-HİNDU SÖMÜRGELERİ ...VE EN SON İŞTE AFGAN-IRAK YER ALTI-ÜSTÜ KAYNAKLARI!

Bütün dünyayı karşıma alıyor ve soruyorum Müslümanlar hangi ülkeyi işgal ettiler ki, terörist ilan edildiler?Müslümanlar hangi milleti soykırıma tabi tuttular ki, terörist ilan edildiler? Müslümanlar hangi milletin kadınlarına tecavüz ettiler ki, terörist ilan edildiler?Müslümanlar hangi milletin kanını akıttılar ki, terörist ilan edildiler?Müslümanlar hangi milleti esaret altına aldılar ki, terörist ilan edildiler? Vatanları işgal edilen Müslümanlar... Soykırıma tabi tutulan Müslümanlar... Tecavüze uğrayanlar Müslümanlar... Kanları akıtılanlar Müslümanlar... Esaret altına alınanlar Müslümanlar... Malları çalınanlar Müslümanlar, ama; terörist ilan edilenler yine Müslümanlardır. Katil ABD, yanına kendisi gibi katilleri de toplayarak on binlerce kilometre uzaktaki Afganistan’ı işgal edecek, ama; kendileri terörist değil de, topraklarını işgal ettikleri, her türlü zulmü ve aşağılıkları yaptıkları Afgan halkını terörist ilan edecekler. Yine aynı katiller, bu kez Irak’ı işgal edecek, taş üstünde taş, gövde üstünde baş koymayacaklar, ama; Irak halkını terörist ilan edeceklerdir. Afganistan, ABD ve işbirlikçilerinin işgali altında. Irak, ABD ve işbirlikçilerinin işgali altında. Çeçenisten, Rusya’nin işgali altında. Azarbeycan, Ermeniler’in işgali altında. Doğu Türkistan, Çin’in işgali altında. Keşmir, Hindistan’ın işgali altında. Filistin, Yahudiler’in işgali altında. Sancak, Sırbistan’ın işgali altında. Makedonya, Sırbistan’ın işgali altında. Patani, Tayland’ın işgali altında. Somali, ABD ve işbirlikçilerinin işgali altında.Bunlar sadece aklımıza takılanlar... Dahası da var... Suriye’nin Golan Tepeleri gibi kısmen işgal altında olan ülkeleri de saymadık burada. Ambargo ablukasına alınmış ülkelerimizden de hiç mi hiç söz etmedik.
BATI VE AMERİKA EMPERYALİZMİNİN YAKIN TARİHİ
I. Emperyalist Paylaşım Savaşı :Özellikle o dönemde palazlanarak İngiliz hegemonyasını tehdit eden Almanya’nın önünü kesmek için başlatılan bu kan banyosunun maddi sonucu 10 milyon ölü, 20 milyon sakattır. Toplam asker sayısı 70 milyonu bulan orduların kapıştığı bu savaşın sadece Avrupa’daki mali bilançosu ise 350 milyar dolarlık yıkımdır. Silah sanayiin patlama yaptığı ama milyonlarca çocuğun açlıktan can verdiği bu büyük katliam emperyalizmin en ağır suçlarından biri olarak tarihte durmaktadır.
II. Emperyalist Paylaşım Savaşı ise birincisinin çok çok üzerinde bir kanlı katliamdır. İnsanlığa verilen manevi zararları bir tarafa koyarsak, bu korkunç boğazlaşmanın sadece can kaybı olarak bilançosu tahminen 35 ile 60 milyon insanın ölümüdür. Yalnızca faşizmin kesin yenilgisini sağlayan kahraman Sovyet halkından 11 milyonu asker olmak üzere toplam 20 milyon insan hayatını kaybetmiştir. Ne zaman ki bütün emperyalist kampın sosyalizme saldırsın diye tasmasını gevşek bıraktığı Alman faşizmi Stalingrad önlerinde Sovyet halkının direnişiyle bozguna uğratılmıştır, ancak o zaman Kızıl ordu’nun ilerleyişinden korku duyan müttefikler duruma müdahale etmişlerdir.
Bu savaşta Polonya’nın insan kaybı, 5 milyon 800 bin, Almanya’nınki ise 4 milyon civarındadır. Japonya’nın kaybı ise 2 milyon insandır, ki bu katliamın önemli bölümü atom bombasının atıldığı Hiroşima ve Nagasaki’de gerçekleşmiştir. 1945’te yapılan bu nükleer katliamda birkaç saniye içinde 250 bin kişi birden öldürülmüş, iki şehir ve onların toplam halkı bir anda haritadan silinmiştir. Bugünkü durum ise özellikle siviller açısından çok daha vahimdir. Örneğin, II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda ölen sivillerin askerlere oranı %50 iken 1990’lı yıllardaki çatışmalarda bu oran %90’a ulaşmıştır. 1986-1996 arasındaki savaşlarda ise 2 milyon çocuk ölmüş, 5 milyon çocuk sakat kalmıştır. Ve bugün dünyada 50 milyon insan mültecidir. İşte emperyalizmin militarist yüzünün insani maliyeti budur.
Bugün dünyanın en zengin üç adamının varlığı 48 yoksul ülkenin ulusal gelirinden yüksektir. Aynı üç adamın varlığı Afrika’nın bütün ülkelerinin ulusal gelirinden yüksektir. Öte yandan, dünyanın en zengin 225 kişisinin varlığı ise bütün dünya nüfusunun sosyal gereksinmelerini karşılayabilecek miktardadır. Uçurum bu denli derindir.
Buna karşılık Dünya Gıda Örgütü (FAO) verilerine göre 1960-1970 arasında 13, 1970-80’de 15, 1980-85 arasında ise 40 milyon kişi açlıktan ölmüştür. 1990’da toplanan Dünya Çocuk Zirvesi raporuna göre her yıl 12 milyon çocuk önlenebilir hastalıklardan ölmektedir ve UNICEF tahminlerine göre 2000’li yıllarda 175 milyon çocuk 5 yaşına gelmeden ölecektir. Tamamen yasak olduğu halde bugün Asya’da çalıştırılan çocukların sayısı 250 milyondur. Ve tabii ki bunlar, şanslı olanlarıdır; bu ülkelerdeki 2 milyon çocuk ise doğrudan fuhuş pazarındadır. Aynı yıllarda, yani 1980-1994 arasında yoksul ülkelerin borçlarının artış oranı %400’dür; 1980-1998 arasında bu borçlar 600 milyar dolardan 2.2 trilyon dolara yükselmiştir.
Yalnızca yoksul ülkelerde değil, Avrupa’da da nüfusun %17’si yoksulluk sınırındadır. ABD’de 12 yaş altındaki 13 milyon çocuğun aç olduğu BM verileriyle sabittir. Çünkü, ABD’nin maddi varlığının %68’ini nüfusun %1’i almaktadır. Buna karşın aynı ülkede nüfusun 7 milyonu evsizdir, 26 milyon kişi uyuşturucu kullanmaktadır.
Emperyalizmin varlığının doğurduğu sonuçlardan biri de, sağlık konusundaki vahim durumdur.
Örneğin, emperyalist metropollerde ortalama ömür 72-74 arasında değişirken, bağımlı ülkelerde 55 yılı geçmemektedir. Salgın hastalıklar bağımlı ülkelerde çok yaygındır. Örneğin, iyot eksikliğinden kaynaklanan endemik guatr, tahminlere göre 200 milyon insanı etkilemektedir. 70 ülkede, 180 - 200 milyon insanda parazit hastalığı görülmekte, sıtma Afrika’da her yıl milyonlarca çocuğu öldürmektedir. UNİCEF’e göre, gelişmiş ülkelerde beş kişiye bir doktor düşerken, bağımlı ülkelerde 2700 kişiye bir doktor düşmekte, oran bazılarında ise 20 bine çıkmaktadır. Bağımlı ülkelerde, bir buçuk milyar insan ve 6 yaşından küçük 400 milyon çocuk her türlü tıbbi bakımdan yoksundur. Bağımlı ülkelerde, 1980 verilerine göre, kişi başına sağlık hizmetleri için harcanan yılda yalnızca 1.7 dolardır. Bu, emperyalist metropollerde 144 kat daha fazladır.

BATI BÜTÜN DÜNYAYA ZULÜM VE FELAKET GETİRMİŞTİR
A) Avrupa
İki büyük savaş sırasında Avrupa’yı kan gölüne çeviren emperyalizm, bölgesel düzeyde de kirli savaşlara imza atmıştır. İSPANYA bunların en önemlisidir. Alman ve İtalyan faşizminin desteğiyle İspanya Cumhuriyeti’ne karşı 1936’da ayaklanan General Franko’nun faşist ordusu 1939’un Mart ayında gösterilen insanüstü direnişe rağmen Madrit’i ele geçirdiğinde bir milyondan fazla insanın kanına girmişti bile. Guernica katliamı gibi yüzlerce katliama imza atarak iktidara gelen Franko’nun en büyük desteği ise ABD’ydi ve bu destek sayesinde Franko 80’li yıllara dek ayakta kalabildi. Dünyanın en uzun süren diktatörlüklerinden biri olan Franko diktası, bu dönem boyunca binlerce sendikacı, devrimci ve Bask savaşçısının kanına girdi. Bask ülkesinin işgali bugün de devam ettirilmektedir.
PORTEKİZ’deki 45 yıl hüküm süren Salazar diktası da aynı güçlerin ürünüdür. 1930’da bütün siyasi faaliyetleri, sendikaları yasaklayarak işe başlayan Salazar, CIA tarafından desteklenen gizli servisi PİDE’nin baskısıyla Portekiz’i cehenneme çevirdi. Binlerce gencin, işçinin katili olan bu diktatör ancak 1974 yılında bir ayaklanma ile devrilebildi. Portekiz’in bu sürede sömürgelerinde yaptığı katliamlar bir yana kendi askeri kaybı bile 10 bin ölü ve 50 bin yaralıydı.
1943 yılında devrilene kadar Mussolini faşizminin İTALYA’da yaptıkları ve özellikle Afrika’daki katliamları ise tarihe kaydolmuştur. İktidar olur olmaz bütün işçi örgütlerini, grevleri yasaklayan Mussolini yıllarca demir yumrukla yönettiği İtalya’yı Hitler’in emrinde bir bekçi köpeğine dönüştürdü. Sonraki süreçte de İtalyan faşizmi kendisini farklı biçimlerde devam ettirmiştir. Örneğin, İtalyan kontr-gerilla örgütü Gladio Avrupa’nın en kanlı devlet terörü örgütlerinden biridir. CIA denetiminde kurulan ve gazetecilerden adli suçlulara dek yüzlerce insanı kullanan, milyarlarca dolarlık servetleri elinde tutan bu örgüt, yüzlerce cinayete imza atmış, birçok ülkede neo-nazi çetelerin kurulmasına önayak olmuştur. Ünlü Bologna istasyonu katliamı dahil birçok kanlı olaya imza atan Gladio, bugün hâlâ varlığını sürdürmekte ve Türk özel timleri dahil birçok kontr-gerilla örgütüne eğitim kamplarında hizmet vermektedir.
YUGOSLAVYA’nın çektiği acılar ise yüzyılın en trajik olayıdır. 1944’te Alman işgalini sona erdiren Yugoslavya, onyıllar sonra 1990’larda bu kez ABD işgaline uğramıştır. CIA tarafından kışkırtılarak kendi aralarında boğazlaşmaya itilen Yugoslavya halkları, tam bir etnik kargaşa yaşamışlar, bu arada binlerce kişinin öldürüldüğü, tecavüze uğradığı kirli bir savaş sırasında korkunç acılar çekmişlerdir. Sonunda ABD’nin öncülüğünde bölgeyi işgal eden NATO güçleri, Yugoslavya’nın varlığını tamamen sona erdirerek, kukla devletçiklerin yer aldığı bir kaos yaratmışlardır. ABD destekli bir “ayaklanma”(!) ile yıkılan Miloseviç’in yerine onun kadar sağcı ve katliamcı birinin getirilmesi de ABD’nin amacını gözler önüne sermiştir. Bu arada besleme bir örgüt olarak kurulan UÇK bahane edilerek KOSOVA ve MAKEDONYA’nın işgali de tamamlanmıştır. Bu ülkelere karşı düzenlenen NATO operasyonlarında sadece “yanlışlıkla” öldürülen sivillerin sayısı bile net olarak saptanamamaktadır.
YUNANİSTAN’da olup bitenleri anlamak için ise yalnızca 1947 yılını hatırlamak yeterlidir. 1941’den beri Alman işgaline karşı yiğitçe savaşan Yunan komünistleri, 1947’de emperyalizm için ciddi bir tehlike oluşturduklarında tarihin en büyük katliamlarından birini yaşadılar. “ABD yardım etmezse Yunanistan komünistlerin eline geçecek” çığırtkanlığı yapan Başkan Truman’ın desteğiyle başlayan katliam süresince 50 binden fazla komünist öldürüldü. İç savaşın bütünü sırasında ise 185 bin partizan ölürken, açlıktan ölenlerin sayısı 260 bindi. Yunanistan’ın toplam nüfusunun yüzde onu böylece katledilmişti; ayrıca yüz binlerce insan toplama kamplarında tutuldu. Daha sonra 1960’larda CIA’nın tezgahladığı Albaylar cuntası ise aynı türden katliamlar konusunda bir emperyalist geleneği devam ettirmiştir. Yüzlerce devrimci öğrenci başta olmak üzere çok sayıda ilerici insan bu dönemde katledilmiş, Yunanistan baştan başa bir işkence haneye çevrilmiştir.
ALMANYA’nın sabıkaları sanıldığı gibi Hitler’le başlamamaktadır. Çok daha öncesinde 1918-19 Alman devriminin bastırılması sırasında yapılan kitlesel işçi katliamlarını, Spartakist önderler Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in kurşuna dizilmesini hatırlamak bile bunu kavramak için yeterlidir. Daha sonraki 1923 ayaklanması ve Hamburg barikatlarında akıtılan işçi kanı da Alman emperyalizminin en bilinen sabıkalarıdır. Nazi katliamlarından, toplama kamplarından ise daha önce söz etmiştik. Ama sanıldığı gibi Hitler’in yenilgisi de faşizmin bitmesi anlamına gelmemiştir. Daha 1945 yılı bitmeden Hitler’in eski kadroları işbaşına dönmüşlerdi bile. Nazi partisinin gizli servis şefi Gehlen, Federal Almanya’nın da gizli servisini yönetiyordu. Sosyalizme yönelik komploların hemen tümü bu dönemde Almanya üzerinden yürütüldü. Bütün Neo-Nazi örgütleri böylece kuruldu ve güçlendirildi. CIA tarafından desteklenen gizli servis BND 1970’li yıllarda Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF) üyelerine düzenlenen operasyonların ve dört RAF liderinin Stammheim Cezaevi’nde kurşuna dizilmesinin baş sorumlusuydu.
CIA’nın alt birimlerinden biri olan OPC tarafından organize edilen AVUSTURYA Nazileri ise devletle tamamen işbirliği halindedirler. Eski SS subaylarının üst düzey yönetici olduğu bu örgüt sendikacılara ve sol partilere, yabancı işçilere karşı saldırıların baş sorumlusudur.
Avrupa’nın en sakin görünen ülkesi olan İSVEÇ’te Başbakan Olof Palme’nin benzer bir Neo-Nazi organizasyonu tarafından öldürüldüğü kesin gibidir. Suikastten sonra tanıkların doğrudan teşhis ettiği kişilerin çoğunun eski paralı askerler ve neo-naziler olması ve bunlardan eski bir İngiliz lejyonerinin geçtiğimiz yıllara kadar Kıbrıs Bayrak Radyosu’nda “çevirmen” kadrosunda çalışması hiç rastlantı değildir.
İşçi sınıfı tarihinin en büyük ayaklanmasına ve en kanlı katliamına 1871 Komün günlerinde sahne olan FRANSA ise sömürgelerinde uyguladığı yüz kızartıcı suçlarla anılır. Alman işgalinden büyük ölçüde komünist direnişçilerin sayesinde kurtulan Fransa, daha sonra ABD’nin açık desteğiyle sağcı yönetimlerin kapısını aralamış ve bu arada sömürgecilikten hiç vazgeçmemiştir. Büyük bir yenilgiye uğradığı 1954’e kadar Vietnam’a kan kusturan, Cezayir’i kana bulayan Fransa, 1968’lerdeki gösterilerde kendi halkına karşı da acımasız davranmış, Paris sokaklarında yine devrimcilerin kanını akıtmıştır. Bütün bu saldırganlığın başını ise bizzat devlet tarafından kurulan OAS isimli katiller örgütü çekmiştir. Fransa bugün hâlâ Afrika ve Uzakdoğu’dan elini çekmiş değildir.
İNGİLİZ emperyalizmi bütün dünyanın en iyi bilinen sömürgeci gücüdür. Şimdilerde eski gücünü yitirmiş gibi görünse de “üstünde güneş batmayan” imparatorluk olarak tanımlanan İngiltere, Hindistan’dan Güney Afrika’ya dünyanın dört bir yanında sayısız katliama ve soyguna imza atmıştır. Son dönemde de Amerikan emperyalizmin en sadık müttefiki olarak görev yapan İngiltere, bütün haydutluk ve katliam savaşlarında bizzat yer almaktadır.
l Neredeyse yüz yıldır İngiltere’nin işgali altında olan İRLANDA ise Avrupa’nın kanayan yarasıdır. İngiliz işgaline karşı mücadelenin başladığı ve IRA’nın kurulduğu ilk günlerden beri, İngiliz devleti, zaman zaman yerli işbirlikçilerini de kullanarak İrlanda’da sayısız suç işlemiştir. 1916’da Paskalya Ayaklanması’ndan sonra IRA kurucusu James Conolly ve 12 arkadaşını kurşuna dizen İngiltere, sonraki yıllarda faşist işbirlikçilerini de kulanarak yüzlerce yurtsever İrlandalıyı katletti. Ölüm oruçlarında yaşamını yitiren Bobby Sands ve dokuz arkadaşının da dahil olduğu 3 binden fazla kişi İrlanda için savaşırlarken öldürüldüler. Ki bunların çoğunluğu, “Kanlı Pazar” katliamında olduğu gibi sivil insanlardı.
lEsas olarak kendi hatalarının sonuçlarını yaşayan ama bu arada emperyalist kampın gizli servislerinin komplolarına da hedef olan eski sosyalist ülkeler de, reel sosyalizmin çöküşünden sonra büyük bir yıkım içine gömülmüşler, kapitalist sisteme dahil olmanın bedelini çok ağır ödemişlerdir. RUSYA İçişleri Bakanlığı verilerine göre, tutuklanan Rus gençlerinin sayısı 1990-1997 arasında üçte bir oranında artarak 200 bin kişiyi geçmiştir. St. Petersburg’da 3 bin, Moskova’da ise 6 bin çocuk sokaklarda yaşamaktadır.

B) Kuzey Amerika

KIZILDERİLİ KATLİAMI, ABD’nin kuruluşundan çok önce başlayan insanlık tarihinin en ağır suçlarından biridir. Ta Kolomb’un kıtaya ayak bastığı günden beri başlayan katliamlar zincirinin Kuzey’deki ayağı da Güney’den hiç aşağı kalmaz. Bir zamanlar nüfusu 30-40 milyonu bulan Kızılderililerin sayısının bugün 2-3 milyona düşmesi bunun en açık kanıtıdır. Sömürgeci beyazlar tarafından mahvedilen doğa dengesi yüzünden hastalıklardan, açlıktan ölen milyonlarca Kızılderilinin yanında beyazların ayak bastıkları her toprak parçasından sürülen bu insanlar yüz yıl boyuncu sistematik katliamlara uğradılar. Korkunç bir asimilasyon politikasıyla, sahtekârlıklarla adım adım sürülen Kızılderililer, yıllar boyunca toplama kamplarına ya da kimliksizliğe mahkûm edildiler. Amerikan demokrasisi denilen şey, böylece yaklaşık 30 milyon yerlinin katledilmesi üzerine kuruldu.
SİYAHLARA KARŞI UYGULANAN KÖLECİLİK ise belki şimdi tarih kitaplarında kalmış gibidir ama bu kanlı tarih unutulmamıştır. Yüzbinlerce Afrikalı’nın köle gemileriyle ABD’ye taşındığı bu dönem, ABD’nin ekonomik zenginliğinin de aslında ilk temelini oluşturur. On binlerce kölenin açlıktan, hastalıklardan ve işkenceler yüzünden öldüğü bu dönemden sonra ilk siyah hareketleri başladığında ise ortaya çıkan Ku-Klux-Klan linçleri işin başka bir cephesidir. 1800’lü yıllardan bugüne dek süren Amerikan linç geleneğinde, on binlerce siyah, yakılarak, asılarak öldürülmüş, bu arada kısırlaştırma gibi iğrenç ırkçı yöntemler de uygulanmıştır. Öyle ki, salt 1870-1890 arasındaki yirmi yılda on bin siyah linç edilerek öldürülmüş, 1970’lere kadar siyah kadınların %24’ü, PortoRiko’luların %35’i kısırlaştırılmıştır. Aynı süreçte suikastle öldürülen Malcom X, Martin Luther King gibi siyah önderler ve Kara Panterler’in katledilen militanları da bu arada anılmalıdır
2 Şubat 1848’de Meksika’ya ait Teksas, Arizona, California gibi sekiz kentin işgal edilerek ABD toprakları haline getirilmesi de ABD tarihinin utanç sayfalarından biridir. Giderek bu topraklar üzerinden eski sahiplerini kovan Amerikalılar, zaman zaman çıkan ayaklanmaları da 1957’de olduğu gibi kanla ve tutuklamalarla bastırmışlardır. Bu arada Meksika’nın büyük kızılderili uygarlığı talan edilmiş ve bu kültür neredeyse tamamen yok edilmiştir.
İŞÇİLERE YÖNELİK SALDIRI VE KOMPLOLAR, ABD tarihinin unutulamaz bir parçasıdır. Sonradan 1 Mayıs gününün mücadele günü ilan edilmesine neden olan 1886’daki 6 işçinin öldüğü gösteri ve 8 işçi önderinin idam edilmesi bunun en bilinen örneğidir. Daha sonra sendikaları satın alarak, işçi sınıfını susturmaya çalışan Amerikan burjuvazisi, bunun yetmediği yerde de, idamlar ve katliamları devreye sokmuş, büyük tutuklamaları arkası arkasına geliştirmiştir. Örneğin sadece 1937’deki Chrysler ve General Motors grevlerinde mafya ve polisin saldırılarında 98 işçi öldürüldü. İşçi sınıfı hareketini her zaman acımasız bir baskı altında tutan ABD, Sacco ile Vanzetti isimli iki işçinin idamında olduğu gibi bin bir türlü komployu kullandı. MacCarthy kampanyası sırasında ise binlerce Amerikalı tutuklandı ve mahkemelerde yargılandı. 1953’te “ajanlık”la suçlanan komünist Julius ve Ethel Rosenberg çiftinin idamı ise tam bir yüz kızartıcı suç olarak ABD tarihine geçti.

C) Güney Amerika

Kolomb’un karaya ayak bastığı günden beri devam eden KIZILDERİLİ UYGARLIKLARININ YOK EDİLMESİ, dünya tarihinin en trajik olayıdır. Açgözlü İspanyol ve Portekiz sömürgeciliğinin Güney Amerika’daki katliamlarının kesin rakamlarını tahmin edebilmek bile mümkün değildir. Sayıları milyonlarla ifade edilen Aztek ve İnka halklarının korkunç katliamlarla yok edilmesinin ötesinde sömürgecilerin yerlilerden gasp ettiği maden ve altın stoklarının da miktarı tam olarak bilinmemektedir.
1831’den beri ABD’nin gizli işgalini yaşayan ARJANTİN’deki 1976 faşist cuntası, Latin Amerika tarihinin en kanlı cuntalarındandır. İlk günden beri ABD tarafından tanınan ve desteklenen General Videla cuntası, ilk anda 1300 kişiyi katlederken, daha sonraki yıllarda 30 binin üzerinde devrimciyi, sendikacıları ve işçi önderlerini “kayıp” etmesiyle ünlüdür. “Kayıp” ilan edilenlerin çoğunun ordu helikopterlerinden denize atıldığı ve hatta bu insanların çocuklarının bile evlatlık olarak satıldığı sonraki yıllarda açığa çıkmıştır.
BOLİVYA’da ise sadece 1947-1952 arasında çoğu madenci ve tarım işçisi 30 bin kişi ABD destekli cuntalar tarafından katledildi. Bundan öncesinde kışkırtılan bölgesel savaşlarda ölen Bolivyalıların sayısı ise on binlerle ifade edilmektedir. 1980 yılına gelinceye kadarki tarihinde tam 189 hükümet darbesine tanık olan Bolivya’da katledilen insanların sayısını tutmak neredeyse imkânsızdır. Üniversite bombalamaktan köy yakmaya kadar her türden cinayet yolunu kullanan Bolivya cuntalarının hepsi de ABD ve CIA desteklidir. Ama herhalde bu cinayetlerin en önemlisi büyük devrimci Che Guavera’nın 1967’de CIA ajanları ve Bolivya ordusunun kasapları tarafından yaralıyken kurşuna dizilerek katledilmesidir.
CIA destekli 1964 darbesi BREZİLYA’nın tarihindeki en kanlı olaylardandır. Üç-dört yıl içersinde cuntanın ABD ile işbirliği yaparak kurduğu “Ölüm Filoları” iki binden fazla kişiyi katletmiştir. 1968’de efsanevi gerilla önderi Carlos Marighella’nın öldürülmesi de Brezilya oligarşisinin sabıkalarındandır. Her zaman faşist rejimler altında yaşayan Brezilya, bugün dünyanın en çok yoksulluk çekilen ülkeleri arasındadır ve her gün ortalama bin çocuğun öldüğü Brezilya kentlerinde polisin de sokak çocuğu avlayarak katlettiği son yıllarda açığa çıkmıştır.
EL SALVADOR, Latin Amerika’nın cinayetler ülkesi olarak ün yapmıştır. Daha 1931-1944 arasındaki yerli ayaklanmaları sırasında 15 binden fazla insanı katletmekle işe başlayan El Salvador kasapları, 70’li yıllara gelindiğinde tam bir kıyım makinesi olarak iş görmüşlerdir. Özellikle 1979 yılından sonra CIA tarafından faşist ARENA partisiyle birlikte oluşturulan ölüm mangaları, toplam 70 bin devrimci ve yurtseveri katletmiştir. Binlerce çocuk ve köylü de bu rakamın içindedir. Öyle ki, sadece 1981’de ölüm mangaları içlerinde rahiplerin de bulunduğu 12 bin kişiyi öldürdüler. Bütün bu cinayetlerin arkasında ABD’li danışmanların durduğu ve birçok katliama da bizzat katıldıkları ise resmi belgelerle kanıtlandı.
Bütün tarihi cuntalar ve 1931’de olduğu gibi köylü katliamlarıyla (30 bin ölü) geçen GUATEMALA’nın yaşadığı en korkunç dönem 1954’teki ABD işgali ve cuntası dönemidir. United Fruit Company adlı ABD tekelinin desteğiyle toparlanan paralı askerler ve ABD yeşil berelilerinin yaptığı müdahaleden bu yana devam eden faşist cuntalar sırasında toplam 200 binden fazla insan katledildi. Sadece 1986 yılı içersinde öldürülen işçi, köylü ve devrimci sayısı 18 bindir.
KOLOMBİYA’daki manzara ise tam bir faciadır. 1948’de United Fruit Company ve Standart Oil’in siparişiyle CIA’nın Kolombiya devlet başkanı Gaitan’ı öldürmesiyle başlayan cuntalar dönemi aynı zamanda cinayetler dönemidir. 1948 ile 1957 arasındaki cuntalar sırasında 300 bin kişi, 1957 ile1963 arasında ise 20 binden fazla insan öldürüldü. Amerikan çıkarları uğruna yapılan bu katliamlara gerilla savaşıyla karşılık veren Kolombiya halkı, bugün hâlâ ABD ordusunun katliamlarıyla karşı karşıyadır.
1898’deki ABD işgalinden 1959’a dek kukla hükümetler tarafından yönetilen KÜBA, 1959’da Fidel ve Che önderliğindeki gerilla güçlerinin iktidarı ele geçirmesiyle emperyalist boyunduruktan kurtuldu. Bu süre içinde sadece Batista cuntası 60 bin Kübalının hayatına mal oldu. Ama Küba, kurtuluş gününden sonra da emperyalizmin saldırılarından nasibini aldı. 1962’de sosyalizmi yıkmak için yapılan Domuzlar Körfezi çıkarmasının başarısızlığa uğramasından sonra da yüzlerce suikast planı ve provokasyon birbirini izledi. Her yönden başlatılan ambargo ise bugün hâlâ devam etmektedir.
MEKSİKA’nın tarihi ABD’nin saldırganlığının tarihidir aynı zamanda. Daha 1848’de topraklarının büyük bölümünü ABD’ye kaptıran Meksika, yerli kültürünün ve bütün maddi zenginliklerinin yağmalandığı yüzyıl boyunca ayaklanmalarla sarsıldı. 1909’da Zapata ve Panço Villa’nın önderliğinde başlatılan köylü ayaklanmalarının bastırılması ABD’nin doğrudan askeri müdahalesi sayesinde bastırılabilmiş ve Zapata ile Villa çeşitli tuzaklarla katledilmiştir. O günden beri cuntalar ve sık sık taraf değiştiren hükümetler tarafından yönetilen Meksika 1994’ten bu yana Zapata’nın mirasını sahiplenen Zapatist Kurtuluş Ordusu’nun (EZLN) başlattığı gerilla hareketiyle sarsılmaktadır.
NİKARAGUA’nın acılı günleri 1885’te Amerikalı korsan Walker’in bölgeyi işgal girişimiyle başladı. 1894’ten sonra ise artık Nikaragua tam bir ABD eyaleti haline getirilmişti. Bütün zenginlikleri ABD tarafından denetleniyor ve oradan yönetiliyordu. 2 Mayıs 1926’da “yoksulların generali” Sandino’nun önderliğinde başlayan anti emperyalist direniş, Sandino’nun ABD uşağı Somoza tarafından tuzağa düşürülerek katledilmesine dek sürdü. Aynı anda Sandino’nun kampları da basılarak üçyüz insan bir anda kurşuna dizilmişti. Bu noktadan sonra Latin Amerika tarihinin en kanlı diktatörlerinden biri olan Somoza’nın diktatörlüğü başladı. CIA ajanı olan Somoza, ülkeyi 1979’da iktidardan alaşağı edilene kadar kan ve dehşetle yönetti. Bu süreçte kurulan Sandinist Ulusal Kurtuluş Cephesi (FSLN)’ye karşı yapılan operasyonlarda binlerce yoksul köylü ulusal muhafız denilen katil çeteleri tarafından öldürüldü. Bu süreçte bizzat CIA ajanlarının yönettiği işkence haneler tam kapasite çalışarak binlerce insanı katletmişti. Ama FSLN’nin iktidarı ele almasından sonra da emperyalizmin komploları bitmedi. Devrim gününden 1985’e kadar geçen sürede Miami’de örgütlenen kontra çetelerinin saldırılarında 11 bin Nikaragualı yaşamını yitirdi, ülke ekonomisi sabotajlarla mahvedildi ve böylece silahla kazanılmış olan devrimin seçim sandıklarında terkedilmesinin zemini hazırlandı.
1780’de ünlü Kızılderili önderi Tupac Amuru’nun katlinden beri PERU’da da cinayet makineleri hiç boş durmadı. 1968’den en son diktatör olan Fujimori’ye dek her zaman baskı ve zulümle yönetilen Peru’da sadece 1980’den bu yana 30 bin kişi işkenceler ve kurşuna dizmeler yoluyla öldürülmüştür. 124’u Lurigancho, 118’i El Fronton cezaevinde olmak üzere yüzlerce devrimci tutuklunun kurşunlanarak öldürülmesi Peru oligarşisinin en kirli işlerindendir. Aydınlık Yol ve Tupac Amuru Devrimci Hareketi (MRTA) örgütlerinin başlattığı gerilla savaşı süresince Fujimori diktası, en kanlı cinayetleri işlemiştir. Özellikle MRTA’nın düzenlediği Japon Büyükelçiliği’nin basılması eylemi sırasında düzenlenen operasyonda gerillaların öldürülmesi son dönem devrimci tarihinin canlı anılarındandır.
ŞİLİ ise artık dünyadaki birçok insan tarafından faşist Pinochet cuntasının marifetleriyle tanınmaktadır. ABD kökenli çokuluslu şirketlerin (özellikle ITT) siparişi üzerine CIA tarafından tasarlanan darbe 1973’te general Pinochet tarafından gerçekleştirildi ve darbenin ilk gününde başta solcu başkan Allende dahil olmak üzere toplam 35 binin üstünde insan işkencelerle, kurşuna dizmelerle katledildi, binlerce insan sakat bırakıldı, binlercesi “kayıp” edildi. CIA’nın bizzat katıldığı ve planladığı bu darbe sonrasında bütün sendikalar, partiler kapatıldı, ülke baştan başa işkencehaneye döndürüldü. Buna karşılık Şili cuntası ABD ve IMF’den tarihin en yüksek yardım ve kredilerini aldı. Ancak buna rağmen Pinochet döneminin sonunda Şili ekonomisi tam bir harabe halindeydi.
Tupamaros gerilla örgütüyle başa çıkamayan ABD işbirlikçilerinin düzenlediği 1973 cuntasından sonra URUGUAY tam bir cehenneme döndürüldü. Bu dönemde her 54 Uruguaylıdan biri tutuklandı. Diktatörlük binlerce insanı işkencelerden geçirerek katlederken ABD’nin tavsiyesiyle Tupamarosların lider kadroları uzun yıllar boyu en katı tecrit koşullarında, hücrelerde tuttu.
Aynı şekilde VENEZUELA da CIA operasyonlarının deneme laboratuvarı yapıldı. Petrol üretimi bakımından önemli olan Venezuela ABD’nin güneydeki yatırımlarının %66’sını barındıran ülke olarak her zaman cuntalar ve faşist yönetimlerin elinde olmuştur. Bu ülkedeki en küçük bir ulusal hareket bile her zaman kanlı bastırma harekâtlarıyla karşılanmış, Douglas Bravo’nun başını çektiği gerilla hareketleri köylülere yapılan katliam seferleriyle bastırılmıştır.
ABD’nin arka bahçesindeki ülkelerden HAİTİ de en kanlı kıyımlardan nasibini aldı. Yalnızca 1915’teki ABD işgali sırasında birkaç günde 3 bin 500 kişi öldürüldü. Daha sonra ABD işgali resmen bittiğinde de kıyımlar bitmedi. ABD destekli cuntalar boyunca 1957’den 1971’e kadar Haiti’de 26 bin kişi öldürüldü.
PANAMA Kanalı ise daha kazılırken 28 bin can almıştı. Her zaman kukla hükümetler tarafından yönetilen Panama’da basit öğrenci gösterileri bile her zaman en vahşi kurşuna dizmelerle cezalandırıldı; çünkü ABD için kanal stratejik bir anlam ifade ediyordu. Daha sonraki yıllarda, 1990’da uyuşturucu ticareti yaptığı bahanesiyle Panama devlet başkanı Noriega’nın tutuklanıp ABD’ye götürülmesi ise tam bir komedi olarak nitelendirildi. Müdahaleye bahane teşkil eden Noriega’nın eski bir CIA ajanı olması, ABD’nin uyuşturucu piyasasındaki rolünü açığa çıkarmıştır.
1979’da iktidara gelen sosyalist eğilimli Bishop’un katledilerek devrildiği GRENADA Adası işgali ise ABD’nin bölgede işlediği en son suçlardan biridir. Pervasızca gerçekleştirilen bu işgal sonucunda ABD Grenada’yı 1985’e kadar işgali altında tuttu.


D) Afrika

Emperyalist sömürgeciliğin en büyük acılarını çeken şüphesiz Afrika kıtası olmuştur. Yüzyıllardır işgal altında tutulan, sömürülen ve baskı altında tutulan Afrika’nın çektiği acı emperyalist aşamayla birlikte daha da artmış, başkaldırdığı her noktada ise kirli savaşın en acımasız yöntemleriyle karşılaşmıştır. 1950’lerde Afrika madenlerinin ve diğer zenginliklerinin %60’ından fazlası emperyalistlerin elindeydi, bütün kaynakları vantuzlanan kıta insanları ise açlık ve sefaletin pençesindeydi. %99’a yakın bir bölümü okuma yazma bilmeyen bu dev kıtanın insanları, nasıl doğup nasıl yaşadıklarının bile farkına varmadan ölüp giderken emperyalist şirketler kasalarını doldurmaktaydılar. O kadar ki, uyanan Afrika, topraklarından sömürgecileri kovduktan sonra bile açlık ve sefaletin pençesinden kurtulamadı.
Uyanışın ilk ve en tutarlı sembollerinden biri ANGOLA’ydı. Portekiz sömürgecilerine karşı mücadeleyi başlatan MPLA’nın haraketi Salazar diktasının en acımasız işkence ve saldırılarıyla karşılaştı. Buna rağmen iktidarı alarak işgalcileri kovan Angola halkı, bu kez de ABD komplolarından kurtulamadı. 1976’daki zaferden sonra CIA güdümlü kontra örgütlerinin saldırıları 300 bin Angolalının ölümüne neden oldu, 80 bini ise sakat kaldı.
BATI SAHRA’da 1973’te mücadeleye başlayan POLİSARİO gerillaları da karşılarında aynı güçleri, binlerce ABD ve Mısır askerini buldular. Zengin fosfat yataklarına sahip Sahra, emperyalistler için vazgeçilmezdi ve bu nedenle işkence tezgahlarını Batı Sahra’ya kurmakta gecikmediler.
1830’da Fransa işgaliyle başlayan acılar CEZAYİR halkının yakasını hiç bırakmadı. Petrol ve maden yataklarıyla bütün emperyalistlerin iştahını kabartan Cezayir, 1832-39 arasında Abdülkadir Cezayiri önderliğinde ilk direnişine başladı. Yedi yıl içersinde binlerce ölü, sömürgeciliğin Cezayir’e armağanıydı. Daha sonra, sadece 1945’teki Sedif ayaklanmasında 45 bin ölü sayılabildi. 1954’te bağımsızlık hareketi yeniden başladığında bu kez sahnede Fransız İstihbarat örgütü OAS’ın işkence haneleri ve suikastleri vardı. 1954-1962 arasındaki tablo korkunçtu: 1.5 milyon ölü, 2 milyon 800 bin tutsak... Bağımsızlıktan sonra ise bu kez şeriatçılarla hükümetin organize ettiği kontra örgütler arasındaki iç savaş 100 bin Cezayirlinin canına mal oldu.
1891’den sonra Fransız sömürgesi olan ÇAD da aynı kaderi paylaştı. 1961’den sonra başlayan bağımsızlık savaşına karşı gerçekleştirilen ABD-Fransız işbirliği binlerce ölüye mal oldu. Yeraltı zenginlikleri yağma edilen Çad, daha sonra da ABD güdümlü Habre cuntasıyla karşı karşıya kaldı ve bugün hâlâ ABD’nin egemenlik alanı içinde.
ETİYOPYA ise aşağı yukarı ne kadar sömürgeci güç varsa, Osmanlı dahil, ülkesinde gördü ve hepsi tarafından da ayrı ayrı sömürüldü. 1930’da kukla kral Selasiye iktidar olduğunda da bir şey değişmedi. En önemlisi de açlık hiç azalmadı; emperyalistlerin yoksulluğa mahkûm ettiği Etiyopya halkı sadece 1973’teki kıtlıkta 100 binden fazla insanını açlığa kurban verdi.
GANA’da da bağımsızlık hareketi emperyalizm tarafından hoş görülmedi. Kwame Nkrumah’ın başlattığı bağımsızlık hareketini bastırmak için bütün kaynaklarını kullanan CIA 1966’da askeri bir darbe düzenledi ve Nkrumah’ı deviren cuntacılar ABD tekellerinin oyuncağı olarak hüküm sürmeye başladılar.
Başka bir Portekiz sömürgesi olan GİNE’de büyük devrimci Amilcar Cabral önderliğindeki devrimci hareket, onun öldürülmesine karşın başarıya ulaştı ve demokratik bir halk cumhuriyeti kuruldu. ABD ve NATO’dan aldığı yoğun askeri desteğe rağmen Portekiz, devrimci güçlerin karşısında düzenlediği katliamlarla bile tutunamadı.
Emperyalizmin asıl yüz karası ise şüphesiz bölgedeki en kanlı diktatörlük olan ırkçı GÜNEY AFRİKA’ydı. Emperyalizmin bu ülkede işlediği suçların hesabı bile tutulamaz. Nüfusun %90’ı Afrikalı-siyah olduğu halde beyazların vahşi diktası altında bu ülkede kurulan sömürü ağı emperyalistler için öylesine önemlidir ki, yıllar boyunca bu dünyanın en gerici rejimine bütün dünya kapitalizmi destek vermiştir. Neredeyse kölelik koşullarında elmas madenlerinde çalıştırılan siyahlar ise her ayaklanma girişimlerinde vahşi katliamlarla karşılaşmışlardır. Mücadele boyunca yüzlerce devrimci önderi katleden ırkçı rejim, Nelson Mandela’yı da 27 yıl hapiste ABD desteğiyle tutabilmiştir. Başlıcaları Soweto ve Sharpeville’de gerçekleşen onlarca katliamda sayısız çocuk, kadın ve sivilin kanına giren ırkçı rejim, yönetiminin son anına dek ABD ve NATO’dan tam destek aldı.
Eski bir İngiliz sömürgesi olan KENYA da yeni-sömürgeciliğin çürütücü etkisinden nasibini aldı. 1950’lerde Jomo Kenyatta’nın önderliğinde kazanılan “bağımsızlık” bu bakımdan bir anlam ifade etmedi. Onca mücadele ve katliamlardan sonra gelen istikrarsız hükümetler kaosunda Kenya, IMF reçetelerini uygulayan yoksulluk içindeki bir ülke olarak kaldı.
Birçok parçaya ayrılarak sömürgeciler arasında paylaşılan KONGO’nun en büyük parçasını elinde tutan Belçikalılar başka emperyalistlerden hiç farklı değillerdi. 1960’ta sağlanan bağımsızlıktan sonra beceriksiz Belçikalıların yerini alan ABD danışmanları ise kanlı yüzlerini hemen gösterdiler. Bizzat ABD elçisinin de katıldığı bir komployla devrimci güçlerin efsanevi lideri Patrice Lumumba, önce işkencelerden geçirildi, sonra kafasına kurşun sıkılarak öldürüldü ve asit kazanında eritilerek cesedi yok edildi. Zengin maden yataklarının sahibi Kongo, daha sonra ABD işbirlikçisi Çombe ve daha sonra Mobutu ülkeyi IMF’nin kölesi yapmakta büyük başarı gösterdiler.
Daha 1920’lerden itibaren bağımsızlık mücadelesine başlayan ve 60’larda Mondlane ve Samora Machel’in önderliğinde FRELİMO cephesini kurarak gerilla mücadelesine başlayan MOZAMBİK halkı, sömürgecilerden kolay kolay kurtulamadı. Onbinlerce insanın öldüğü savaştan sonra bağımsızlığa kavuştuklarında ise sosyalizm yolunda ilerleyeceklerini açıkça söyleyen Frelimo önderleri birer birer katledildi. Özellikle Samora Machel’in devlet başkanı olduktan sonra uçağına bomba konularak öldürülmesi CIA’nın Afrika’daki en kirli işlerindendir.
Aynı şekilde bağımsızlık yolunda ilerleyen ZİMBABWE de bir dizi katliam ve cinayetle durdurulmak istendi. Gerillalar bağımsızlığı sağladıklarında ilk yaptıkları iş ise ülkeyi ilk sömürgeleştiren Cecil Rhodes’in adından gelen Rodezya ismini Zimbabwe olarak değiştirmek oldu.
1980’de iktidara gelen ve ABD’ye sıcak davranmayı reddeden Doe yönetiminin CIA darbesiyle devrilmesi ve devlet başkanının CIA ajanları tarafından kurşunlanması LİBERYA’da olup bitenleri anlamak bakımından iyi bir örnektir.
LİBYA ise bilindiği gibi İtalyan sömürgecilerinin elinden yıllar boyunca zulüm çektikten sonra bağımsızlığa kavuştuğunda, bu kez de dünyanın jandarması ABD’nin elinden kurtulamadı. Her fırsatta bir bahane bularak Libya topraklarını bombalayan ABD jetlerinin dışında CIA’nın en yoğun komplo uyguladığı alanlardan biri Kaddafi’nin ülkesi oldu.
Geçmişten beri stratejik konumu nedeniyle sömürgecilerin aralarında paylaşamadıkları bir coğrafya olan SOMALİ, 80’li yıllarda Sovyet etkisi altında kalmasının bedelini 90’lı yıllarda ödedi. 1992-1994 arasında bölgedeki istikrarsızlığı bahane eden ABD, 28 bini kendi ordusundan olmak üzere 50 bine yakın bir güçle Somali’yi işgal etti. Somali halkının her anti-emperyalist kıpırdanışını baskı ve terörle ezen işgalci güçlerin bu süreçteki en iyi kullandığı araçlardan biri ise Türk ordusu olmuştur.


E) Doğu ve Güney Asya

ÇİN tarihini emperyalizmin suçları bakımından özetleyebilmek ve emperyalizmin ülkeye verdiği zararları sayılarla ifade edebilmek mümkün değildir. Sadece afyon savaşları boyunca 1840’larda yapılan katliamlar ve Çin’in bir afyonkeşler ülkesi haline getirilmesi bile tarihin en ağır suçlarındadır. Çin’in defalarca işgal edilmesine tarih boyunca katılan ABD, 1900’deki Boxer Ayaklanması sırasında da yedi emperyalist ülkeyle birlikte Çin’i işgal eden ve şehirleri topçu ateşiyle mahveden güçtür. Daha sonraki Japon işgalini silah yardımıyla destekleyen ABD, nihayet Çin Mao önderliğinde emperyalist boyunduruktan kurtulduğunda da boş durmadı. Bu kez de Taiwan adasındaki işbirlikçileri aracılığıyla Çin Halk Cumhuriyeti’ne karşı provokasyonlarını sürdürdü. Bütün bu tarih boyunca emperyalistler tarafından katledilen Çinlilerin sayısı ise diğer ülkelerde olduğu gibi binlerle değil, ancak milyonlarla ifade edilebilektedir.
İlk başlarda Hollanda sömürgesi olan ENDONEZYA ise daha sonra 5 ayrı emperyalist gücün işgalini tattı ve en sonunda ABD sömürgesi haline getirildi. Siyasi tarihi boyunca ABD uşaklığı eden diktatörlerin, general bozuntularının pençesinde yaşayan Endonezya’nın en trajik olayı, şüphesiz 1965’te gerçekleşmiştir. Suharto başkanlığında CIA ajanı generaller cunta yaptıklarında tarihin en büyük katliamına imza attılar. 5 ay içinde CIA’nın bilgileri ve bizzat katılımıyla bir milyondan fazla komünist ve sol sempatizan katledildi.Daha sonrası ise tam bir yeni-sömürge felaketidir; yoksulluk, birbirini izleyen cuntalar, katliamlar... Ülkesini ABD’ye satmış olan bu katiller sürüsü, halkın sık sık gerçekleştirdiği ayaklanmalara rağmen hâlâ iktidarlarını sürdürüyorlar.
DOĞU TİMOR da ABD’nin Endonezya’yı kullanarak yarattığı katliam alanlarından biridir. Endonezya tarafından 1975’te işgal edilen Doğu Timor, başlattığı bağımsızlık savaşı boyunca akla sığmaz katliamlarla tanıştı. Toplam ölü sayısının 200 bine ulaştığı bu büyük kıyımı gerçekleştiren birliklerin ABD ve İngiliz ortak yapımı olan bir kontr-gerilla eğitim programı çerçevesinde eğitildikleri açığa çıktı. Bugün hâlâ aynı birlikler, cinayetlerini sürdürüyorlar.
Sömürgecilik dendiğinde dünyada ilk akla gelen ülke olan HİNDİSTAN ise özellikle İngiltere tarafından yüzyıla yakın bir süre baskı altında tutuldu. Yıllar boyunca süren bağımsızlık mücadalesi sırasında öldürülen on binlerce insanın dışında daha sonraki kışkırtılmış din savaşları dönemi korkunç katliamlara sahne oldu. İngiliz “böl-yönet” taktiğinin kurbanı olan Hint halkı, salt Pakistan ayrılığı döneminde 200 binden fazla ölü verdi. Bu korkunç din boğazlaşması bugün hâlâ devam etmektedir.
1898’de ABD tarafından işgal edilen FİLİPİNLER’de ABD generali Smith’in emri “yakın, yıkın, hapsetmeyin, on yaşından büyükleri öldürün” idi. Sonraki yüz yıl boyunca ABD ve işbirlikçileri hep bu emre uydular. Yüz binlerce ölüden oluşan Filipinler tarihi, Marcos gibi kanlı diktatörler ve diğer işbirlikçiler tarafından yürütüldü. ABD’nin bölgedeki en sadık müttefiki olan Filipin yöneticileri DB ve IMF bütçesinden her zaman en yüksek rakamları aldılar. Buna karşın Filipinler Asya’nın en yoksul ülkelerinden biri olmaya devam etti.
1970-1975 arasında ABD ve işbirlikçi Güney Vietnam tarafından işgal edilen KAMBOÇYA ise en büyük can kaybını ABD bombardımanları sırasında verdi. 600 bin insanın öldüğü bu bombalamalar sona erdiğinde ülke bir harabe haline dönmüştü.
KORE, Türkiye’de de iyi bilinen katliam alanlarından biridir. Sosyalizmi seçen Kuzey Kore’ye karşı başlatılan ABD-Güney Kore harekâtına Türkiye’nin de içinde bulunduğu bir dizi işbirlikçi ordu da katıldı. 1950’de başlatılan bu korkunç savaş sona erdiğinde savaştan önce 100 bin ölü vermiş olan sosyalist Kore yine dimdik ayaktaydı ama 200 bin insanını kaybetmişti. Üstelik bu süreçte Türkiye gibi ülkelerin ordularından da çok ağır kayıplar verilmiş, yoksul insanlar yerini bile bilmedikleri bir ülkede ABD çıkarları için kırdırılmışlardı.
VİETNAM ise hem dünyanın en büyük kahramanlık destanlarından biridir hem de ABD emperyalizminin suç dosyasının en ağır klasörlerinden birini oluşturur. Yüzyılın başından beri devam eden ve önce Fransızları, sonra da dünyanın en büyük ordusuyla üstlerine gelen ABD emperyalizmini hezimete uğratan Vietnam halkı, bütün bu savaşlar boyunca akıl almaz kıyımlara uğradı. 500 binlik ABD ordusu ve birbuçuk milyonluk işbirlikçi Güney Vietnam ordusu, bütün teknolojik olanaklarına karşın Vietnam halkını yenemeyince büyük bir soykırıma başvuruldu. Tarihin en büyük hava bombardımanı yıllarca Vietnam’da vurulmadık tek bir metrekare alan bırakmadı. 1963-1973 arasında öldürülen sivil Vietnamlı sayısı 4.5 milyon kişiydi.
ABD bombardımanlarının etkisi bakımından LAOS da Vietnam’la aynı kaderi paylaştı. Laos, bağımsızlık savaşı sırasında toplam 2 milyon ton ABD bombasını topraklarında gördü, ki bu, II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda atılan toplam bomba sayısından daha fazlaydı.
AFGANİSTAN, yıllardır işgal altında, yer altı-üstü zenginlikleri sömürülmekte, kendi menfaatleri için köprü gibi kullanılmakta, milyonlarca insanın aç, sefil göçe zorlanmaktadır. Taliban mazeret gösterilip siviller katledilmektedir.

F) Ortadoğu

Ortadoğu emperyalizm için her şeyden önce petrol demektir; ama petrolün de ötesinde dünyanın bu en sıcak bölgesinde egemen olmak, politik olarak halkları sindirmek çok önemlidir. Bu amaçla Türkiye dahil onlarca Ortadoğu ülkesini baskı altına alan ABD, bölgede bir dizi askeri üs oluşturmayı baştan beri amaçlamış ve başarmıştır. Özellikle İsrail ve Türkiye gibi iki tane sadık bekçi köpeği aracılığıyla bölgeyi denetlemek isteyen ABD emperyalizmi, tarih boyunca bölge halklarına karşı büyük suçlar işlemiştir.
Özellikle FİLİSTİN yalnızca Ortadoğu’nun değil, dünyanın kanayan yarasıdır. 1947’de kurulan İsrail devletinden sonra Filistinliler sürgün edilirken, İsrail ABD toplam dış yardımının neredeyse yarısını alıyordu. Böylece bölgede bir bekçi köpeği haline getirilen İsrail, 50 yılı aşkın bir süredir onlarca katliama imza atmış bir “terör devleti” olarak varlığını sürdürmekte ve topraklarını her gün büyütmektedir. Ama aslında Filistinli katliamları İsrail’den de önce başlamıştır. Bu katliamların en büyüğünü 1936 yılında İngiliz yönetimi sırasındaki genel grevde olmuştur. 1939 yılında ayaklanma bastırıldığında 40 bin Filistinli öldü. 20 bini tutuklandı ve 110 Filistinli de asıldı. ABD’nin uşağı Ürdün Kralı’nın 19 Eylül 1970’de yaptığı katliam ise “Kara Eylül” diye bilinir. Filistin kamplarını yoğun top ateşine tutan Ürdün, bu kıyımda 30 bin kadar Filistinliyi öldürmüştür. İsrail ve bölgedeki işbirlikçilerinin katliamları ise sayılacak gibi değildir. Bunların en büyüklerinden birkaçı, Ocak 1976, Haziran 1976’daki Tel Zaatar karantina göçmen kampları katliamı ve 17 Eylül 1981’deki Sabra ve Şatila "göçmen kampları"ndaki katliamlardır. İsrail’in 1982’deki Lübnan işgalinin bilançosu ise 17 bin 500 ölüdür.
1953’te petrolleri ulusallaştırmak isteyen Musaddık’ı askeri darbeyle deviren CIA, İRAN halkının başına Şah Rıza’yı bela ettiğinde bir katliamlar döneminin de kapısı açılmıştır. Yaklaşık 10 bin ABD’li danışmanın kuklası olan Şah döneminde on binlerce devrimci, ilerici öldürüldü. Bölge petrolünü elinde tutmak isteyen ABD, Şah’ın işkence hanelerine en büyük desteği verdi. 1979’da Şah, 20 milyor dolarlık varlığıyla ABD’ye kaçtığında geride bir harabe kalmıştı
IRAK ise bölge ülkeleri içersinde son dönem ABD saldırganlığından en çok zarar gören ülkedir. 200 bin insanın öldüğü Körfez Savaşı ve sonra çoğu çocuk 1.5 milyon Iraklının öldüğü ambargo dönemi bunun en açık örneğidir. Ama Irak olayı bu son olayla açıklanamayacak kadar karışıktır. Daha yüzyılın başında “böl-yönet” politikasıyla bölge ülkelerinin sınırlarını cetvelle çizen emperyalizm, bugünkü despotik yönetimlerin başlıca kaynağı olmuştur. Halkların özgür iradelerini hiçe sayarak bölgede bir sürü kerameti bilinmez Emirlik ve Şeyhlik kuran, bölgeyi halk yönetimlerinden uzak tutmak için “yeşil kuşak” projesiyle islami yönetimleri teşvik eden ABD, sonuçta ortaya böyle bir diktalar manzarası çıkarmıştır. Kürt halkının kanlı katili Saddam ile ABD bombardımanları arasında ezilen ise yoksul Irak halklarından başkası değildir. Kaldı ki, Halepçe’de kullandığı ve bir anda binlerce Kürdü öldüren Hardal Gazı’nı da Saddam daha önceden kendisine verilmiş ABD yardımları sayesinde yapabilmiştir.
Ancak Irak rejiminin katliamları Kürdistan sorununun yalnızca bir bölümünü oluşturur. Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasından sonra Ortadoğu’yu yeniden biçimlendiren emperyalist merkezler ve gerici bölge rejimleri, bu ülkeyi dörde bölerek kendi aralarında paylaşmışlar ve böylece bugün hâlâ devam eden bir trajedinin temelini atmışlardır. Açıkça paylaşılan Mezopotamya, her parçasında ağır bir sömürüye uğramış, Kürt halkı bir dizi katliama uğramıştır. Koçgiri, Ağrı, Şeyh Sait ve Dersim isyanları sırasında gerçekleşen ve on binlerce Kürdün ölümüyle sonuçlanan katliamlar, Halepçe katliamı ve son 15 yılda devam eden savaşın kirli cinayetleri bunun en açık örnekleridir.
Ortadoğu bölgesinin en acılı coğrafyalarından biri olan TÜRKİYE ise 1 Mayıs 77 provokasyonu gibi örnekler bir yana, yalnızca CIA tarafından organize edilen cuntalar göz önüne alındığında bile emperyalizmin ağır suçlarını görmemiz mümkündür. Bilindiği gibi 12 Mart 1971 cuntası,Yaklaşık 600 bin insanın işkencelerden geçirildiği ve yüzlerce insanın işkencelerde katledildiği 12 Eylül 1980 darbesi ise adeta bir önceki darbenin yarım bıraktıklarını tamamlamıştır. 60 kişinin idam edildiği bu darbe, aynı zamanda cunta düzenini kalıcı kılacak düzenlemeler yaparak bugüne dek devam eden boğucu bir baskının temellerini atmıştır. 12 Mart’ı CIA’nın organize ettiği bizzat dönemin Dışişleri Bakanı İ. Sabri Çağlayangil tarafından açıklanmıştır. 12 Eylül’deki CIA tezgahı ise zaten hiçbir zaman gizlenmemiştir. 12 Eylül sonrasında ABD desteğiyle güçlendirilen kontr-gerilla örgütlerinin yirmi yıldır işledikleri cinayetler, her geçen gün daha çok açığa çıkmaktadır.
KIBRIS’ın yüzyıldır uğradığı işgaller ve işlenen savaş suçları da bölgedeki insanlık suçlarından bir başkasıdır. 74’te başlayan Kuzey’deki fiili işgal durumu ise artık Kıbrıs Türklerinin demokratik örgütleri tarafından tepkiyle karşılanmaktadır. Ve elbette işin bu yanı, sorunun yalnızca bir bölümünü oluşturmaktadır. İşin öteki yakasında ise yine CIA tarafından tezgahlanan Yunan Papadapulos cuntasının destekleyip geliştirdiği EOKA-B faşist örgütünün kanlı cinayetleri vardır. Makarios yönetimini deviren Sampson cuntasının Yunan cuntası tarafından organize edildiği daha sonradan açığa çıkmıştır.


war-oilyury.jpg
 
Üst Alt