Hz. Muhammed (sav ) Farklı bir çocuk

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
Farklı bir çocuk
Farklı bir çocuk
FARKLI BİR ÇOCUK

(Ey Muhammedi) Rabb’in sana verecek ve sen razı olacaksın. O, seni yetim bulup barındırmadı mı? O, seni şaşırmış bulup doğru yola iletmedi mi?

Arap toplumunun çoğunluğu putperestti. Put, kâhin, fal ve cin, Arap putperestliğinin temel unsurlarını teşkil ediyordu. Putlara tapıyor, işlerini kâhinlerin görüşlerine göre yürütüyor, falı karar ve gidişatlarının dayanağı kılıyor, beğenmedikleri işlerin cinlerin etkisiyle gerçekleştiğine inanıyorlardı. Mekkelilerin inanç ve yaşantısı da, Hz. İbrahim’den kalan ve geleneklerinde hâlâ yaşamaya devam eden tevhidi unsurlara rağmen, Arap putperestliğinin söz konusu tipik özellikleriyle aynıydı. Resulüllah’m akrabaları da bundan istisna değildi. Çocukluk yıllarında en önemli sığınağı olan dedesi de hayatının büyük çoğunluğunda Mekke toplumunun diğer bireyleriyle benzer durumdaydı. Bu konuda babası Abdullah’la ilgili bazı olaylar, dedesinin de Mekke toplumunun putperest adet ve uygulamalarının büyük oranda dışında olmadığını göstermesi açısından önemlidir. Şöyle ki: Suyun hayat olduğu gerçeğini en iyi bilenler çölde yaşayanlardır. Bir çöl yerleşiminde yaşayan Mekkeliler için de su hayat demekti. Zira su kaynakları son derece kısıtlıydı ve ihtiyaçlarını son derece güç şartlarda karşılayabiliyorlardı. Bazı küçük su kaynaklan ile sarnıçlarda topladıkları yağmur sulan ile ihtiyaçları olan suyu karşılamaya çalışırlardı. Yağmur ise çok az yağardı. Kısacası, susuzluk önemli bir problemdi. Ama susuzluğu bahane ederek Mekke’yi terk edemezlerdi; çünkü Mekke, taparcasına bağlı oldukları atalarının yurduydu. Belki daha da önemlisi Mekke, en önemli gelir kaynaklarından Kabe’nin bulunduğu yerdi. Zira hac nedeniyle büyük gelirler elde ediyorlardı. Ayrıca Kabe nedeniyle, ikinci önemli gelir kaynakları olan ticaretlerinde büyük imtiyazlar elde etmişlerdi.

Esasen eskiden Mekkelilerin ihtiyacını fazlasıyla karşılayacak bir su kaynağı vardı. Ne var ki, bir ara Mekke’ye hakim olan ve herkese çok kötü davranan Hu-zâalar, Kureyş’in atalarından Kusayy’m girişimleriyle Mekke’den kovuldukları zaman, Hz. İbrahim zamanından kalan ve Zemzem olarak isimlendirilen bu su kaynağını yeri bilinmeyecek şekilde doldurup, kaybetmişlerdi. O zamandan beri de, yüz yıla yakın süredir, su sıkıntısı Mekkeliler için büyük bir problem olmuştu. Hemen her Mekkelinin en büyük özlemi olan Zemzem’i tekrar açığa çıkarmak Abdülmuttalib’e nasip oldu. Abdülmuttalib, bulduğu kaynağın kullanım hakkının sadece kendi soyunda kalmasını arzuladı. Geleneksel bir görev olarak atalarından devraldığı hacıların su ihtiyacını karşılama (sikâye) sorumluluğunun gereği olarak, bulduğu bu kaynağın ticaretini yapmayacak; ihtiyacı olan insanların kullanımına vererek, yaptığı işin sadece şerefiyle yetinecekti. Ancak Abdülmuttalib’in lideri olduğu Haşim oğulları soyunun en güçlü rakibi durumundaki Umeyye oğulları başta olmak üzere Mekke’nin diğer büyük aileleri, Abdülmuttalib’in bu düşüncesine karşı çıktılar.

Zemzemin, geleneksel olarak Mekke’nin tüm ailelerine ait olduğunu ve öyle kalmaya da devam etmesi gerektiğini söyleyerek, Abdühnuttalib’i kararından vazgeçirmeye çalıştılar. Amaçları, insanların su ihtiyacını karşılama şerefinden kendilerine de bir pay sağlamaktan ibaretti. Bu şerefin, kendilerine diğer soylar, kabileler ve toplumlar indinde önemli bir itibar kazandıracağına ve hatta başta ticarî faaliyetler olmak üzere bazı ekonomik konularda önemli imtiyazlar sağlayacağına emindiler. Abdülmuttalib kararından vazgeçmedi ve bu konuda muhtemel her zorluğu göğüsleyecek kararlılıkta olduğunu ifade etti. Abdülmuttalib ile diğer aile temsilcileri arasında tartışma çıktı, küçük çaplı da olsa bazı itiş-kakışlar yaşandı. Her an büyük bir kavga patlak vermek üzereydi. Abdülmuttalib daha önce hiç fark etmediği bir eksikliğini ilk kez o zaman fark etti. Canları pahasına kendisini koruyacak oğulları yoktu; sadece bir oğlu vardı. Üstelik, diğer ailelerin temsilcileri Abdülmuttalib’in tercihine karşı çıkışlarını, onun üzüntüsünü artıracak, kalbini yaralayacak bir görüşle desteklemişlerdi. Alaycı bir üslûpla ‘Senin sadece bir oğlun var. Bu suyu bırakacağın soyun hani nerede?’ demişlerdi.

Çölün oldukça zor hayat şartlarında ve üstelik her an bir düşman baskını ihtimalinin bulunduğu bir toplumda, çok sayıda erkek çocuğa sahip olmak çok önemliydi. Bir ikisi ölse veya öldürülse bile, diğerleri ailenin korunması ve devamı için büyük önem ifade ederdi. Halbuki Abdülmuttalib’in birçok kızına karşılık sadece bir oğlu vardı. Abdülmuttalib, Mekkeli aile temsilcilerinden duyduğu gerçek karşısında bir şey diyemedi. Tek oğlu Haris’le soyunun devam etmesinin çok zayıf bir ihtimal olduğunu, soyu devam etse bile çok sayıdaki oğulların sağladığı güvene sahip olamayacağını o tartışma sırasında bizzat yaşayarak öğrendi. Ellerini kaldırıp Allah’a dua etti.

Duasında, Mekkelileri de şahit tutarak, bir söz verdi; bir adakta bulundu. Eğer yüce Allah kendisine on oğul bahşederse, birisini şükür için Allah’a kurban edecekti. Aradan yıllar geçti. Abdülmuttalib’in on oğlu oldu. Abdülmuttalib sözün değerini bilen birisiydi. Söz onun için namustu ve bu nedenle sözünden dönmeyi düşünmedi. Üstelik Allah’a karşı söz vermişti. Fakat, sözünü tutma zamanı gelince ne yapacağını bilemedi, yapmaya söz verdiği işi gönlü kaldırmadı; ama sözünü tutması ve bir oğlunu kurban etmesi gerektiğini biliyordu. Hepsi de büyümüş olan oğullarını yanma çağırdı. Yıllar önce verdiği sözü bildirdi. Oğullan, babalarının sözünü önemli buldular. Hepsi de, verilen sözün yerine getirilmesi gerektiğini söyledi. Sözün şeref olduğu bir toplumda, sözünü tutmayan bir babanın evladı olma düşüklüğüne razı olmayacaklarını ifade ettiler, Bunun üzerine, Arap putperestliğinin bir gereği olarak, kimin kurban edileceğini fal aracılığıyla belirlemeye karar verdiler. Falda kim çıkarsa, o kurban olacaktı. Abdülmuttalib, oğullarım yanma alarak, bir puthaneye dönüşmüş olan Kabe’ye gitti. Âdet gereği, üzerinde her bir oğlunun özel işaretinin kazındığı on oku Kabe’nin falcısına vererek, kurban olması gereken oğlunu belirlemesini istedi. Falcı, Kabe’nin içinde duran Hübel putunun önüne gitti, fal için gerekli töreni yaptı ve Hübel adına oku çekti. Abdülmuttalib, oğullarının hepsini de çok seviyordu, hiçbirisine kıyamazdı. Fakat özellikle sekizinci oğlu Abdullah’ın kalbindeki yeri çok başkaydı; ona hiç kıyamazdı. Ne var ki falcının çektiği ok, kurban edilmesi gereken kişi olarak Abdullah’ı gösterdi.

Abdülmuttalib üzüldü, ancak inancı gereği yapabileceği bir şey yoktu; çaresiz sonuca razı oldu. En sevdiği oğlunu kurban etmek için gerekli hazırlığa başladı. Bu sırada birçok Mekkeîi Kabe’nin yakınında toplanmış, kurbanın kim olacağının belirlenmesini bekliyorlardı. Abdullah’ın oku çekilince kalabalıktan bir hoşnutsuzluk uğultusu yükseldi. Zira Ebû Talib ve Zübeyrle birlikte Abdullah’ın annesi olan Fâtıma, Abdülmuttalib’in diğer kadınlarının aksine, Mekkeliydi. Mekke’nin ileri gelen ailelerinden Mahzûm soyuna mensuptu. Abdullah’ın kurban edilecek olması anne tarafından akrabalarını; dayılarını, teyzelerini, kuzenlerini üzdü. Fal sonucuna itiraz edemediler; ama Abdullah’ın kurban edilmesini de istemediler. Abdühnuttalib’den sözünden dönmesini isteyemezlerdi. Böylesi bir istek, yapabilecekleri bir şey değildi. Herkesin ne diyeceğini, ne yapacağını bilemez bir halde donup kaldığı sırada, derde derman olacak arayışı ifade eden bir ses duyuldu.

Konuşan Abdullah’ın dayısı Abdullah b. Muğire’ydi; ‘Ey Abâül-muttalib! Abdullah’ı kurban edemezsin. Onu kurtarmak için her şeyimizi harcamaya hazırız. Bunu bir başka şekilde halletmenin yolunu düşünelim’. Bir başkasının sözleri ise çözüm olabilecek bir öneriyi dile getirdi; ‘Bu durumu bir de Yesrib’teki kâhine soralım, o belki bize bir çıkış yolu gösterir’. Teklif, kalabalık tarafından makûl bulundu. Yapılan teklif Abdülmuttalib’in de gönlüne hoş geldi. Abdullah’ın kurban edilmesi kararını erteleyerek, o gün ismi Yesrib olan Medine’ye gitmeye karar verdi. Oğullarından ikisini yanma alarak Yesrib’e gitti. Aradıkları ünlü kadın kâhinin Hayber’de olduğunu öğrence, vakit kaybetmeden Hayber’e gidip kâhini buldu ve durumu anlattı. Kâhin, Mekke toplumunda bir kişinin fidyesinin ne olduğunu sordu. Abdülmuttalib, bir kişinin can bedelinin on deve olduğunu söyledi. Kâhin, on deveyi ve kurban edilmesi gereken çocuğu alarak Kabe’nin falcısına gitmelerini ve develerle çocuk arasında kura çekmelerini bildirdi. Eğer kurada Abdullah çıkarsa, her seferinde fidye olacak develerin sayısını on tane artırarak, kura develere çıkıncaya kadar çekilişe devam etmelerini söyledi.

Abdülmuttalib bu çözüme sevindi. Mekke’ye dönünce hemen kâhinin söylediklerini uygulamaya koydu. Kabe’nin falcısı, Hübel’in önünde durup biri develeri, diğeri Abdullah’ı gösteren oklardan birisini çekti. Çekilen ok Abdullah’ı gösterdi. Fidye on deve artırılıp ok tekrar çekildi. Yine Abdullah’ın oku çıktı. Fidye on deve artırılıp çekiliş tekrarlandı. Çekilen ok yine Abdullah’ı gösteriyordu ve bu durum tam on kez tekrar etti. Ancak onuncu çekilişte çekilen ok develeri gösterdi. Abdullah’ın yüz deve karşılığında bağışlandığına inanıldı. Fakat Abdülmuttalib’in içi rahat etmedi; çekilişi tekrar ettirdi. Fal oku yine develeri gösterdi. Çekiliş bir kez daha tekrarlandı ve yine develerin oku çıktı. Başta Abdülmuttalib olmak üzere, herkes yüce Allah’ın Abdullah’ın yerine develerin kurban edilmesine razı olduğuna inandı. Yüz deve Hübel’in önüne yatırılarak teker teker kurban edildi.

Her şey Mekkelilerin putperestliğinin gereklerine göre gerçekleşmişti. Bu uygulamada, Mekkelilerin ve Muhammed’in akrabalarının sahip oldukları şirk her haliyle açığa çıkmıştı; Allah’a dua edilmiş, ondan erkek evlat istenmiş, hatalar nedeniyle ondan bağışlanma dilenmiş, ancak tüm bunları yaparken Hübel putu, kâhin, falcı, fal, tüm bu sürecin vazgeçilmez unsurları kılınmıştı. Fakat bütün bunlara rağmen, özellikle ömrünün son yıllarında Abdülmuttalib ayrıcalıklı bir özelliğe sahip oldu. O, Mekke’de yaşayan hemen herkese göre geleneksel tevhidi unsurlara daha çok bağlanan birisi haline geldi.

Oğlu Abdullah’ı kurban etme girişiminden yıllar sonra gerçekleşen Fil olayı sırasında bizzat kendisinin şahit olduğu ilâhî yardım nedeniyle tevhidi unsurlara daha çok bağlandı. Mevcut bilgilerden anlaşıldığı kadarıyla, Abdülmuttalib ömrünün son yıllarında, Allah inancıyla putlar inancını bir türlü bağdaştıramadı, şirki bir türlü içine sindiremedi. Arapların yapageldikleri Kabe’nin çıplak tavaf edilmesini yasakladı ve bu yasağının geçerli olması için çabaladı. Ayrıca, bilinçli bir tercih ve değişim adına içkiyi terk etti. En önemlisi, ahiret inancı daha belirgin hale geldi, hayatın temelinin sorumluluk olduğuna inanmaya başladı. Mevcut inançlar ve hayat tarzlarından rahatsız olduğu için sıklıkla inzivaya çekilmeye başladı. Kesindir ki, kendisini diğer Mekkelilerden ayıran inançlarını, yeri geldikçe sevgili torununa anlatıyordu.

Resulüllah henüz 12 yaşında bir çocukken, ticarî bir yolculuk sırasında yaşananlar, zihninde dedesinden dinlediklerinden hangilerinin daha baskın yer edindiğini göstermesi acısından önemlidir. Resulüllah henüz çocuk yaştayken amcası Ebû Talib’in refakatinde Şam’a giden bir kervana katıldı. Kervan, Şam ile Kudüs arasındaki Busrâ isimli bir yerleşim merkezinde mola verdi. Mola verilen yerin yakınında, Mekkelilerin ticaret için bölgeden geçerken görüşüp konuştukları, Arami dilinde ‘seçilmiş’ anlamına selen Bahira sıfatıyla tanınan Rahip Segius’un manastırı vardı. Hakkında bugüne ulaşmış bilgilerden anlaşıldığı kadarıyla, o dönemde bölgede yaygın olduğu üzere Bahira, Hz. îsa’nm tebliğ ettiği ilâhî hakikatlerden büyük oranda haberdar birisiydi.

Bahira, manastırın yakınına konaklayan eskiden tanıdığı kervan mensuplarına ev sahipliği yaptı, onları yemeğe davet etti. Yemek sırasında, kervanın mensupları arasında yer alan ve 12 yaşında bir çocuk olan Muhammed ilgisini çekti. O’nunla sohbet etti. Konuşmanın bir aşamasında, konu gereği, çocuktan taptığını düşündüğü Lât ve Uzza putları adına yemin etmesini istedi. Çocuğun yüz hatlarından bu iki isimden hoşlanmadığını fark edince sebebini sordu. Hiç ummadığı bir cevapla karşılaştı: ‘Lât ve Uzza’dan nefret ederim. Onlardan nefret ettiğim kadar hiçbir şeyden nefret etmem.

Bahira, putperestler arasında putlar hakkında ileri-geri konuşanların hiç eksik olmadığını biliyordu. Fakat bu çocuğun söz konusu iki put hakkındaki olumsuz sözlerinin, başka putlara bağlılık adına söylenmiş şeyler olmadığı anlaşılıyordu. Biraz daha konuşunca fark etti ki, çocuk tüm putlar hakkında olumsuz inanç ve düşünceye sahipti. Üstelik, bir çocuk çekinmezligiyle, putperestliğe aykırı düşüncelerini açıkça ifade ediyordu. Bahira, çocuğun yakınının kim olduğunu sordu. Ebû Talib çocuğun amcası olduğunu ve yanında Şam’a götürdüğünü söyleyince, bölge insanlarının inançlarını ve durumlarım yakından bilen Bahira, bunun doğru bir karar olmadığını, bu çocuğun sözleri nedeniyle zarar görebileceğini, O’nu Mekke’ye göndermenin daha doğru olacağını söyledi.

Esasen, Resulüllah’m henüz bir çocukken bile putperestliğe mesafeli olduğuna dair bilgiler, sadece Rahip Bahira ismi çevresinde nakledilen rivayetlerde yer almamaktadır. Kuvvetle muhtemeldir ki, dedesinin etkisiyle putlara karşı mesafeli durmayı daha çocuk yaşlarındayken bir davranış olarak benimsediği için, bazı geleneksel putperest törenlerine katılmaktan da kaçınmıştır. Buvâne isimli putun yanında yapılan geleneksel törene katılmak istemeyişi bunun örneklerinden birisidir. Resulüllah, amcasının yanında kalmaya başladığı yıllarda, akrabalarından bazılarının ısrarına rağmen, Buvâne isimli putun yanında gerçekleştirilen geleneksel törene katılmayı reddetmişti. Akrabalarının ısrarlı davetlerine, daha ısrarlı bir tarzda karşı koymuştu. Tüm bunlar, yaşının küçüklüğüne rağmen, yaşadığı hayatla, farklı kader çizgisiyle erkenden olgunlaşmaya başlayan Muhammed’İn, daha küçük yaşlardayken, geleneksel bazı yanlışları fark etmeye başladığını, düşünce dünyasında bazı şeyleri sorgulamaya başladığını gösteren önemli bilgilerdir. Fakat tüm bunlar, yanlışlardan tamamıyla uzakta olduğunu ve yine aynı şekilde tamamıyla tevhidi bir çizgide yer aldığını ifade etmemektedir, iki ayet bunun en önemli ve konuyu tartışmalara kapatan delillerini teşkil etmektedir: ‘Sana da emrimizden bir ruh vahyettik. Sen Kitap nedir, iman nedir bilmezdin. ‘Rabb’in sana verecek ve sen razı olacaksın… Seni şaşırmış bulup doğru yola iletmedi mi?.Duhâ sûresi, 93:5-7

Rahip Bahira’nm ismi etrafında şekillenen rivayetler maalesef çok fazla süslenip değiştirilerek, asıl içeriğinden tamamen uzaklaştırılmıştır. İyi niyetli ama saf bazı tarih yazarları, Resulüllah’m peygamberliğini çocukluk dönemlerine de taşımanın çabalarım yürütürlerken, O’nu yüceltme sevdasıyla, Rahip Bahira olayını bir yığın olağanüstü olayların yer aldığı bir masala dönüştürmüşlerdir. Bahira’nın, üzerinde yer alan ve onu sürekli gölgeleyen bulut, sırtında yer alan peygamberlik mührü gibi aklın ve tarihin kabul edemeyeceği hayal ürünü şeylerden hareketle, Bahira’nm o küçük çocuğun geleceğin peygamberi olacağını anladığım ifade etmişlerdir. Rivayetlerdeki gariplikler sadece bunlarla da kalmamaktadır. Yine aynı kaynaklardan bazüarmda geçtiği üzere, Ebû Talib, Bahira’nm tavsiyesi üzerine yeğenini Ebû Bekir ve Bilâl ile birlikte Mekke’ye göndermiştir. Bu hiçbir şekilde gerçeği yansıtmayan bir rivayettir. Çünkü kesinlikle biliyoruz ki, Ebû Bekir, Resulüllah’tan iki yaş küçüktü. Dolayısıyla bu olay sırasında Ebû Bekir, Resulüllah’a koruyuculuk yapamayacak kadar küçüktü. Bilâl ise henüz doğmamıştı. Zaten söz konusu rivayetler, rivayet tekniği açısından ‘mürsel olma özelliğine sahiptir. Yani bu haberlerin rivayet zincirinde çok ciddi problemler vardır. Bir rivayetin mürsel olma nedeni, rivayeti yapan kişinin kaynağını belirtmeden doğrudan Resulüllah’tan dinlemiş gibi nakilde bulunmasıdır. Mürsel rivayetler dinde delil olmadığı gibi, tarih açısından da itimat edilir nitelikte değildir.
 
Son düzenleme:
Üst Alt