TEFSİR FETİH Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
FETİH SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

FETİH Suresi - 28.Ayet
FETİH Suresi - 28.Ayet
Fetih Sûresi Fazileti

Fetih sûresinin değeri ve özelliği hakkında Hz. Peygamber şu açıklamayı yapmıştır: “Bu gece bana, üzerine güneşin doğduğu her şeyden daha değerli ve güzel bir sûre gönderildi”; Peygamberimiz bunu söyledikten sonra Fetih sûresini okumuşlardır (Buhârî, “Tefsîr”, 48/1).

Fetih Sûresi Nuzül

Hicretten sonra gelen âyetler ve sûreler, başka bir yerde vahyedilse bile Medine’de gelmiş sayıldığı için Fetih sûresi de hicretin 6. yılında, Hudeybiye Antlaşması’ndan sonra, bir gece Mekke yakınlarında, Cum‘a sûresinden sonra, Mâide’den önce nâzil olduğu halde Medine’de gelen sûreler listesinde yerini almıştır. Güvenilir kaynaklarda bulunan şu rivayet, sûrenin inişiyle ilgili önemli bilgiler vermektedir: Hz. Peygamber bir seferinde (Müslim’deki bir rivayete göre Hudeybiye dönüşünde; “Cihâd”, 97) gece yürürken yanında bulunan Hz. Ömer kendisine bir soru yöneltir; üç kere tekrarladığı halde cevap alamayınca üzüntü ve endişe içinde yanından uzaklaşır. Kendisi hakkında bir âyet gelmesinden korkar. Biraz sonra ona Hz. Peygamber’in kendisini çağırdığı duyurulur. Yanına gelince Peygamber efendimiz Ömer’e, yeni geldiğini bildirdiği Fetih sûresinin ilk âyetlerini okur (Buhârî, “Tefsîr”, 48/1). Daha detaylı ve sahih olan rivayetlere göre bu olay, Hudeybiye seferinden dönerken değil, Hudeybiye’de savaşmak yerine, ilk bakışta müslümanların aleyhinde gibi gözüken şartlarla sulha karar verildiğinde meydana gelmiştir. Hz. Ömer oldukça heyecanlı ve sert bir üslûpla Peygamberimiz’e birkaç kere, “müslümanlar haklı, onlar haksız oldukları halde neden bu aşağılayıcı barışın yapıldığını” sormuş, “Ben Allah’ın elçisiyim, O, elçisini mahcup etmeyecektir” cümlesinden başka cevap alamamıştı. Bir müddet sonra Peygamber efendimiz Ömer’i çağırdı ve kendisine hem sulhun bir fetih olduğunu açıkladı hem de yeni gelmiş olan Fetih sûresinden bir miktar okudu (Buhârî, “Tefsîr”, 48/5; Müslim, “Cihâd”, 94). Buna göre Müslim’deki diğer rivayette geçen “Hudeybiye’den dönerken” kaydını, “barış yapmaya ve umre yapmadan dönmeye karar verilince” şeklinde anlamak, râvinin bunu kastettiğini söylemek gerekecektir.

Fetih Sûresi Konusu

Sûre, hicretin altıncı senesinde müşriklerle imzalanan ve İslâm’ın dünya üzerinde kabul görüp yayılmasına zemin hazırlayan büyük bir zafer olma hususiyeti taşıyan Hudeybiye anlaşmasından bahsederek söze başlar. Her ne kadar başlangıçta bir kısım mü’minler işin ciddiyet ve ehemmiyetini kavramakta zorluk çekseler de neticede o, büyük bir başarı ve fetih olarak tecelli eder. Hudeybiye seferine katılıp, Mekke’ye elçi olarak gönderilen Hz. Osman’ın öldürüldüğü şayiası üzerine, eğer haber doğruysa kanlarının son damlasına kadar savaşacaklarına dair Efendimiz (s.a.s.)’e bey‘at eden ashâb-ı kirâm (r.a.) methedilir; bunların aslında Allah’a bey‘at ettikleri bildirilir. Bu mü’minlere çok parlak istikballer, zaferler ve ganimetler va‘dedilir. Diğer taraftan mal ve evlat engeline takılıp Hudeybiye seferine katılamayan münafıkların iç âlemlerinin karışıklığı, çarpık duyguları ve bunların söz ve fiillerine akseden menfi görüntüleri birer ibret tablosu halinde sergilenir. Her hâdiseye nasıl nefsânî pencereden baktıkları belgelenir. Son olarak Mekke fethinin müjdesi verilir ve bunun gerçekleşme planları öğretilir. Allah’ın dininin mutlaka galip geleceği bildirilirken, bu hak dini dünyaya galip kılacak olan ve sahâbe neslinde örneklenen kamil mü’minlerin, örnek İslâm cemaatinin başlıca vasıfları beyân edilir.

Fetih Sûresi Hakkında

Fetih sûresi hicretin altıncı senesinde Resûlullah (s.a.s.) Hudeybiye’den Medine’ye dönüşü esnâsında Mekke ile Medine arasında nâzil olmuştur. Genel taksime göre Medine’de indiği kabul edilir. 29 âyettir. İsmini, Peygamberimiz (s.a.s.)’e büyük bir zafer olan Hudeybiye Mûsâlahasını müjdeleyen birinci âyetindeki فَتْحًا مُب۪ينًا (fethan mübînen) ifadesinden alır. Resmi tertîbe göre 48, iniş sırasına göre ise 109. suredir.

FETİH SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

1. Rasûlüm! Gerçekten biz sana, ardı ardına gelecek nice fetihlerin öncüsü ve müjdecisi olacak apaçık bir fetih ihsân ettik.

Bu fetih, hicretin altıncı senesinde müşriklerle yapılan Hudeybiye anlaşmasıdır. Anlaşmanın birkaç önemli maddesi şöyleydi:
❀ Anlaşmanın süresi on yıldır. Bu süre zarfında iki taraf arasında savaş durdurulacak, bir taraf diğeri aleyhinde gizli ya da açık hiçbir harekette bulunmayacaktır.
❀ Müslümanlar Kâbe’yi bu yıl ziyâret edemeyecekler; bu ziyâret, bir sonraki yıl yapılacaktır. Gelecek yıl ziyârete gelenler, Mekke’de üç gün kalacak, o zaman içinde müşrikler Mekke dışına çıkacak, müslümanlarla temas kurmayacaklardır.
❀ Kureyşlilerden biri, müslüman olarak da olsa, Medine’ye sığındığı takdirde iâde edilecek, ama Medine’den Mekke’ye sığınanlar iâde edilmeyecektir.
❀ Diğer Arap kabîleleri dilerlerse müslümanların tarafına, dilerlerse Kureyşlilerin safına katılabileceklerdir.

Resûlullah (s.a.s.), Hudeybiye’nin büyük bir fetih olduğunu bildirdiğinde ashâbdan biri: “Beytullâh’ı tavaftan alıkonduk, kurbanlarımızın Harem’de kesilmesine mânî olundu. müslüman olarak bize gelip sığınan iki kişiyi (Ebû Cendel ve Ebû Basir’i) de Resûlullah geri verdi. Bu nasıl fetihtir?” diyerek söylendi. Bu sözler kendisine ulaşan Resûl-i Ekrem, bu anlaşmanın hangi yönden büyük bir fetih olduğunu şöyle îzah buyurdu:

“−Evet! Bu anlaşma en büyük fetihtir. Müşrikler sizin, kendi beldelerine gidip gelmenize ve işinizi görmenize râzı olmuş, gidip gelirken de emniyet ve selâmet içinde bulunmanızı istemiştir. Onlar şimdiye kadar istemedikleri, hoşlanmadıkları İslâm’ı, böylece sizlerden görecek ve öğrenecekler. Allah sizi muzaffer kılacak, gittiğiniz yerden sâlimen ve kazançlı olarak döneceksiniz. Bu ise fetihlerin en büyüğüdür.” (Halebî, II, 715)

Hz. Ebû Bekir (r.a.) ise Hudeybiye anlaşması hakkındaki kanaatini şöyle ifade eder:

“İslâm’da Hudeybiye fethinden daha büyük bir fetih olmamıştır. Fakat halk, kısa ve dar görüşlü olduklarından bu anlaşmaya îtirâz etmişlerdir. İnsanlar, Allah ile Peygamberi arasındaki işlerde acelecidirler. Allah Teâlâ ise onlar gibi acele etmez, dilediği işi kıvamına gelip olgunlaşmadıkça yapmaz.” (Vâkıdî, el-Meğâzî, II, 610; Halebî, II, 721)
İmam Zührî, Hudeybiye anlaşmasının netîcelerini, Allah Resûlü’nün bu husustaki hadîs-i şerîflerinden de istifade ile şu şekilde özetler:

“Daha önceleri müslümanlarla müşrikler, karşılaştıkları her yerde savaşmış ve çarpışmışlardı. Hudeybiye barışı olunca çarpışma sona erdi. İki taraf arasında güven ortamı teşekkül etti. Birbirleriyle görüşüp kaynaşma imkânı buldular. Hattâ çeşitli konularda yardımlaşmaya başladılar. Bu sırada kime İslâm’dan söz açılsa, biraz düşündükten sonra hakîkati kavrıyor ve hemen müslüman oluyordu. Öyle ki, Hudeybiye’den Mekke fethine kadarki iki sene zarfında müslüman olanların sayısı, Hudeybiye’ye kadar geçen on dokuz senelik İslâmî davet netîcesinde müslüman olanların sayısından daha fazla olmuştu.”

İbn Hişâm, buna şu sözleri ilâve eder:

“Resûlullah (s.a.s.) Hudeybiye’ye giderken bin dört yüz kişiyle yola çıkmıştı. Bundan iki yıl sonra, Mekke’nin fethinde ise yanında on bin, diğer bir rivayete göre yolda katılan iki bin kişiyle birlikte on iki bin müslüman bulunmaktaydı. Bu rakamlar, Zührî’nin tespitlerinin ne kadar isâbetli olduğunu göstermektedir.” (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, VI, 170; İbn Hişâm, es-Sîre, III, 372)

Gerçekten de Hudeybiye’nin ne kadar muhteşem bir zafer olduğu, daha sonra gelişen olaylarla açığa çıkmıştır. Bunları hülasa olarak tekrar ifade etmek istersek şunlar söylenebilir:

Bu anlaşmayla birlikte Arabistan’da İslâmî bir yönetimin varlığı ilk defa resmen kabul edilmiş oluyordu.

Bu anlaşma sayesinde, Mekkelilerin propagandası yüzünden Arabistan’daki kabilelerin gönlünde İslâm aleyhine yerleşmiş olan kin ve nefret duyguları biraz olsun dinmişti.
Sulh ortamı, müslüman toplumla müşrik toplum arasındaki ticârî ve kültürel alışverişi canlandırdı. Bu vesileyle müslümanlar Arabistan’ın en uzak noktalarına dağılarak İslâm’ı yaymaya başladılar. Kısa zamanda müslümanların sayısı öncesine nazaran süratle arttı.

Resûlullah (s.a.s.), savaşın durdurulmasından sonra Medine’de İslâm devletini güçlendirerek, örnek bir İslâm toplumu oluşturma imkânı buldu.

Bu anlaşma sayesinde ülkenin güney sınırları emniyete alınınca, kuzey ve orta Arabistan’daki kabileler İslâm devletinin hâkimiyetine girdiler.

Bu âşikâr fetihle beraber öncelikle Resûlullah (s.a.s.)’e ve onun şahsında da tüm müslümanlara şu büyük nimetlerin ihsan edildiği beyân buyrulur:

2. Böylece Allah senin geçmiş ve gelecek tüm günahlarını bağışlayacak, üzerindeki nimetini tamamlayacak ve seni dosdoğru bir yola eriştirecektir.

3. Şanlı, şerefli bir zaferle sana yardım edecektir.


Sözkonusu edilen nimetler:

Birincisi; Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in geçmiş ve gelecek tüm günahlarının bağışlanması: Peygamberlerin ismet sıfatı vardır; günah işlemezler. Fakat bir beşer olarak hata ve kusurdan da tamamen uzak değillerdir. Ufak tefek hatalar, ayak sürçmeleri ve içtihada dayanarak verdiği kararlarda bazan isabet edememe durumları onlar için de geçerlidir. Kur’an- Kerîm’de bunun pek çok misali vardır. Allah Teâlâ hem bunları bağışlamış, hem de beşer olarak kendinde bulunan günah işleme potansiyelinin fiiliyata geçmesinden onu koruma altına almıştır.

Fakat bu bağışlama meselesini fetihle birlikte değerlendirdiğimizde ve onunla bağlantılı olarak izah etmeye çalıştığımızda, burada bahsedilen günahtan maksadın, geçmiş 19 sene içerisinde Peygamber (s.a.s.) önderliğinde İslâm’ın yayılması için yapılan mücadeleler, çalışmalar ve savaşlarda müslümanların yaptığı bir takım hatalar olduğu anlaşılabilir. Bu hataları hiç kimse bilmemektedir. Fakat Allah Teâlâ nazarında, en güzel ve en yüce olma ölçüsüne göre bu çalışmalarda öyle bir takım kusurlar oluyordu ki bunlardan dolayı müslümanlara müşriklere karşı kesin bir zafer nasib olmuyordu. Cenâb-ı Hak bütün bu kusurları ve hataları bağışlayarak, sadece kendi kerem ve lütfuyla onları gidererek, Hudeybiye denen yerde müslümanlara bu fetih ve zafer kapısını açmıştır. Burada hitabın Efendimiz (s.a.s.)’e yapılması, müslüman toplumun liderinin Peygamberimiz olması sebebiyledir.

İkincisi; peygamberimiz (s.a.s.)’e olan nimetini tamamlaması: En büyük nimet olan İslâm dini barış ortamında tamamlanarak yayılma ve yerleşme imkânı buldu. müslümanlar, kendi yurtlarında tehlike, endişe ve dış müdahaleden korunmuş bir halde tam olarak İslâm medeniyeti, ahlâkı ve İslâm kanunları ve hükümlerine uygun olarak yaşamaları için büyük bir hürriyet elde ettiler. Allah’ın dinini ve kelime-i tevhidi yükseltebilme güç ve imkânlarını artırdılar. Bundan itibaren peş peşe fetihler elde ettiler. Büyüklük taslayanlar onlara boyun eğmek ve zorbalar onlara itaat ermek mecburiyetinde kaldılar.

Bununla birlikte; Cenâb-ı Hakk’ın onu kendisine sevgili yapması, onun hayatına yemin etmesi, onu son peygamber olarak göndermesiyle evvelki şeriatlerin hükümlerini ortadan kaldırması, kendini miraçta قَابَ قَوْسَيْنِ (kâbe kavseyn)e kadar yükseltmesi, yine miraçta gözünü saptırmamak ve kalbini Mevlâsından bir an ayırmamak suretiyle mâsivâya düşmekten koruması, kıyamete kadar bütün ins ve cinne peygamber olarak göndermesi, kendine ve ümmetine ganimetleri helâl kılması, ona şefaati uzma vermesi, bütün Âdem oğullarına seyyid yapması; teşehhüdde, ezanda, Kur’an’ın pek çok âyetinde zikrini kendi zikrine, rızâsını ve itaatini kendi rızâ ve itaatine birleştirmesi, kelime-i tevhidin iki rüknünden birini ondan ibaret göstermesi de Efendimiz’e ihsan edilip tamama erdirilen nimetler cümlesindedir.

Üçüncüsü; onu dosdoğru bir yola eriştirmesi: Zaten Allah Resûlü ve ona inananlar doğru yol üzere bulunmaktadırlar. Allah Teâlâ onlara bu yolda azim, sebat ve kararlılık lütfedecektir. Bundan asıl maksat ise, Peygamber (s.a.s.)’e fetih ve zafer yolunu göstermiş olmasıdır. Nitekim Allah Teâlâ Hudeybiye’de bahsedilen barış anlaşmasını yaptırarak, İslâm’ın yayılmasına engel olan bütün güçleri mağlup edebilecekleri en uygun ve en güzel yolu göstermiştir.

Dördüncüsü; ona muhteşem bir zaferle yardım etmesi: Allah onlara, barış yoluyla düşmanlarını aciz bırakacak büyük bir yardımda bulunmuştur. Ayrıca Hudeybiye’ye giderken yolculukta, barış müzakereleri yaparken ve dönüşte Allah Teâlâ’nın hususi yardımları da olmuştur. İşte bu büyük yardımlardan biri hatırlatılarak buyruluyor ki:

4. O Allah, imanlarına iman katmaları için mü’minlerin kalplerine sekînet, huzur ve itminân indirdi. Göklerin ve yerin orduları yalnızca Allah’ındır. Allah, her şeyi hakkiyle bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.

اَلسَّك۪ينَةُ (sekînet), sükûn ve huzur demektir. Kalbin, görüp idrak ettiği açık deliller sebebiyle huzura ermesi böylece tüm varlığıyla düşünce ve endişe sınırından kurtulup yakîn ve itminân hâline erişmesidir. Bu makamda kalpteki ilimler kesinlik ifade eder. Sahibini korku ve endişelerden salim kılıp huzura eriştirir. İşte Cenâb-ı Hak, umre niyetiyle yanlarına hiçbir silah almaksızın Medine’den çıkıp Mekke’ye doğru yol alan ve Hudeybiye’de başlangıçta hiç de istemedikleri durumlarla karşılaşan mü’minlerin kalbine bir ikram olarak sekînet indirmiş, onları mânen takviye etmiştir. Bu ilâhî yardım olmasaydı, belki Hudeybiye büyük bir fetih haline gelemeyebilirdi. Mesela Allah Resûlü (s.a.s.), umre için Mekke-i Mükerreme’ye gitme arzusunu açıkladığında, müslümanlar korku ve endişeye kapılarak münafıklar gibi bunun apaçık ölüme gitmek demek olduğunu düşünüp sefere katılmak istemeyebilirlerdi. Hudeybiye’de kâfirler müslümanları umre yapmaktan alıkoyduğunda, Hz. Osman’ın şehîd edildiği haberi geldiğinde veya Ebu Cendel o perişan haliyle müslümanların gözleri önünde cânî müşriklere geri çevrildiğinde müslümanlar tahrike kapılıp taşkınlık yapabilirlerdi. Hele maddelerini bir türlü hazmedemedikleri anlaşmanın imzalanma sırasında bir itaatsizlik olabilirdi. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın, gönüllerine indirdiği o sekînet, huzur ve itminân sayesinde mü’minler her bakımdan Allah Resûlü (s.a.s.)’in emrine teslimiyet gösterdiler. İmtihanı kazandılar. Böylece o son derece tehlikeli sefer, en büyük bir zaferle neticelenmiş oldu.

İşte göklerin ve yerin bütün orduları emrinde bulunan Cenâb-ı Hak, istediği zaman onları mü’minlere yardım için seferber eder, onları destekler, kalplerine huzur verir ve onları her türlü hayra muvaffak kılar. Ki bu hayırların kemâli, günahlardan arınıp cennete girebilmektir. Allah Teâlâ da, imanlarında sebat edip buyruklarını tutan erkek kadın tüm mü’minleri cennete koyacağını müjdelemektedir.

Kalplerindeki imansızlık hastalığı sebebiyle bir türlü itaat ve teslimiyet çizgisine gelemeyen münafıkların ve İslâm’a açıkça cephe almış müşriklerin durumuyla ilgili şöyle buyruluyor:

5. Böylece Allah mü’min erkek ve mü’min kadınların günahlarını örtecek ve onları, ebediyen kalmak üzere, içinden ırmaklar akan cennetlere yerleştirecektir. Allah katında en büyük başarı ve kurtuluş işte budur.

اَلسَّك۪ينَةُ (sekînet), sükûn ve huzur demektir. Kalbin, görüp idrak ettiği açık deliller sebebiyle huzura ermesi böylece tüm varlığıyla düşünce ve endişe sınırından kurtulup yakîn ve itminân hâline erişmesidir. Bu makamda kalpteki ilimler kesinlik ifade eder. Sahibini korku ve endişelerden salim kılıp huzura eriştirir. İşte Cenâb-ı Hak, umre niyetiyle yanlarına hiçbir silah almaksızın Medine’den çıkıp Mekke’ye doğru yol alan ve Hudeybiye’de başlangıçta hiç de istemedikleri durumlarla karşılaşan mü’minlerin kalbine bir ikram olarak sekînet indirmiş, onları mânen takviye etmiştir. Bu ilâhî yardım olmasaydı, belki Hudeybiye büyük bir fetih haline gelemeyebilirdi. Mesela Allah Resûlü (s.a.s.), umre için Mekke-i Mükerreme’ye gitme arzusunu açıkladığında, müslümanlar korku ve endişeye kapılarak münafıklar gibi bunun apaçık ölüme gitmek demek olduğunu düşünüp sefere katılmak istemeyebilirlerdi. Hudeybiye’de kâfirler müslümanları umre yapmaktan alıkoyduğunda, Hz. Osman’ın şehîd edildiği haberi geldiğinde veya Ebu Cendel o perişan haliyle müslümanların gözleri önünde cânî müşriklere geri çevrildiğinde müslümanlar tahrike kapılıp taşkınlık yapabilirlerdi. Hele maddelerini bir türlü hazmedemedikleri anlaşmanın imzalanma sırasında bir itaatsizlik olabilirdi. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın, gönüllerine indirdiği o sekînet, huzur ve itminân sayesinde mü’minler her bakımdan Allah Resûlü (s.a.s.)’in emrine teslimiyet gösterdiler. İmtihanı kazandılar. Böylece o son derece tehlikeli sefer, en büyük bir zaferle neticelenmiş oldu.

İşte göklerin ve yerin bütün orduları emrinde bulunan Cenâb-ı Hak, istediği zaman onları mü’minlere yardım için seferber eder, onları destekler, kalplerine huzur verir ve onları her türlü hayra muvaffak kılar. Ki bu hayırların kemâli, günahlardan arınıp cennete girebilmektir. Allah Teâlâ da, imanlarında sebat edip buyruklarını tutan erkek kadın tüm mü’minleri cennete koyacağını müjdelemektedir.

Kalplerindeki imansızlık hastalığı sebebiyle bir türlü itaat ve teslimiyet çizgisine gelemeyen münafıkların ve İslâm’a açıkça cephe almış müşriklerin durumuyla ilgili şöyle buyruluyor:

6. Diğer taraftan, Allah hakkında kötü zan besleyen münafık erkeklerle münafık kadınları ve müşrik erkeklerle müşrik kadınları da cezalandıracaktır. Müslümanlar için istedikleri kötülük çemberi, kendi başlarına geçsin! Allah onlara gazap etmiş, onları rahmetinden kovmuş ve onlar için cehennemi hazırlamıştır. Ne kötü bir dönüş yeridir orası!

7. Göklerin ve yerin orduları yalnızca Allah’ındır. Allah, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.

8. Rasûlüm! Şüphesiz biz seni bir şâhit, bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik.

9. Tâ ki ey insanlar, Allah’a ve Rasûlü’ne iman edesiniz, O’nun dinine ve Peygamberi’ne yardım edesiniz, O’na ve Peygamberi’ne saygı gösteresiniz ve O’nu sabah akşam tesbih edesiniz!


Bu sûrenin 12. âyetinde de belirtildiği üzere Medine ve civarındaki münafıklar, çıktıkları bu seferden Peygamberimiz (s.a.s.) ve beraberindeki mü’minlerin sağ salim geri dönmeyeceklerini, onları müşriklerin yok edeceklerini sanıyorlardı. Müşrikler de Efendimiz’i ve mü’minleri umre yapmaktan engellemek suretiyle onları küçük düşüreceklerini zannediyorlardı. Aslında her iki gürûh da, Allah’ın Peygamber (s.a.s.)’e yardım etmeyeceğini ve hakkın bâtıl karşısında yenileceğini düşünüyorlardı. Düşündüklerinin tam tersi oldu. Allah Teâlâ, Rasûlü’nü muzaffer kıldı, o din düşmanlarını ise dünyada gazabına uğrattı, rahmetinden uzaklaştırdı; âhirette ise onlar ebediyen cehennemde kalacaklardır. Göklerin ve yerin ordularına sahip olan Allah’ın dilediğine istediği cezayı verebileceğinde ve kimsenin O’nun kudretinden kurtulamayacağında şüphe yoktur.
İşte bu hikmet gereğince:

10. Rasûlüm! Sana bey‘at edenler, gerçekte Allah’a bey‘at etmektedirler. Allah’ın eli, onların bey‘at için uzanan elleri üzerindedir. Artık kim bey‘atini bozarsa ancak kendi zararına bozmuş olur. Kim de Allah’a verdiği sözde durur, onun gereğini getirirse, hiç şüphesiz Allah ona yakın bir gelecekte büyük bir mükâfat verecektir.

Bahsedilen bey‘at, Hudeybiye’de bir ağaç altında mü’minlerin Resûlullah (s.a.s.) ile yaptıkları bey‘ata işaret eder. Hâdise kısaca şöyle gerçekleşmiştir: Hicretin altıncı senesinde Allah Resûlü (s.a.s.), gördüğü bir rüya üzerine 1400 müslümanla beraber umre yapmak için Mekke’den Medine’ye doğru yola çıkmıştı. Fakat müşrikler, müslümanları Mekke’ye sokmak istemedikleri için önlerine bir birlik çıkarmışlardı. Bu yüzden Efendimiz (s.a.s.) Hudeybiye’ye gelip orada konaklamak mecburiyetinde kaldı. Savaşmak diye bir niyeti yoktu. Bu sebeple anlaşma yapmak üzere Hz. Osman’ı Kureyş’e elçi olarak gönderdi. Ancak Hz. Osman’ın dönüşü gecikince öldürülmüş olma ihtimali gündeme geldi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.s.), bir ağacın altına oturarak ashâbından, Osman öldürülmüş ise ölünceye kadar savaşacaklarına dair söz aldı. Onlar da büyük bir teslimiyet ve hoşnutluk ile Efendimiz (s.a.s.)’e bey‘at edip söz verdiler. Henüz Hz. Osman’ın şehîd olup olmadığı kesin olarak bilenmediği için de, Resûlullah (s.a.s.) bir elini Osman (r.a.) adına, diğer elini de kendi adına kullanarak birbiri üzerine koyup bey‘at yaptı. Böylece Hz. Osman’ı bu bey‘ata ortak kılmak suretiyle ona büyük bir şeref payesi vermişti. Hz. Osman sağ salim dönünce ve Kureyşlilerle anlaşma yapılınca savaşa gerek kalmadı. Fakat sahâbe-i kirâm böylece Allah’ın râzı olduğu mühim bir iş yapmış oldular. Nitekim 18. âyette tekrar bu hususa yer verilecektir.

Şimdi ise, bir kısım bahaneler ileri sürerek sefere katılmayan münafıkların iç dünyalarını deşifre edip orada saklanan kirli düşünceleri ortaya sermek üzere buyruluyor ki:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
11. Hudeybiye seferine katılmayıp geride kalan bedevîler sana gelip: “Mallarımız ve evlatlarımız bizi oyaladı, seferden alıkoydu; ne olur bizim için Allah’tan bağışlanma dile” diyecekler. Onlar, gönüllerinde olmayanı dillerinin ucuyla söylüyorlar. De ki: “Eğer Allah size bir zarar vermek veya bir fayda sağlamak istese, O’ndan size gelecek şeyi kim engelleyebilir? Doğrusu Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.

12. Aslında siz, Peygamber’in ve mü’minlerin müşrikler tarafından öldürülüp bir daha ebediyen âilelerine geri dönmeyeceklerini sanıyordunuz. Üstelik bu kuruntu gönüllerinizde iyice allanıp pullanmış ve pek kötü bir zanna kapılmıştınız. Böylece helâki hak eden bir gürûh olup çıkmıştınız.

13. Kim Allah’a ve Peygamberi’ne iman etmezse, iyi bilsin ki, biz kâfirler için çılgın bir ateş hazırlamışızdır.

14. Göklerin ve yerin mutlak mülkiyeti ve hâkimiyeti Allah’ındır. Dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.


Sefere katılmayanlar, Medine civarında oturan Gifâr, Müzeyne, Cüheyne, Eşca’, Nah’ ve Eslem kabileleri idi. Resûlullah (s.a.s.) umre niyetiyle sefere karar verince müşriklerin, Kâbe’yi ziyaretlerine engel olmamaları için Medine etrafındaki göçebe kabilelerin de sefere katılmalarını istedi. Fakat onlar bu seferden ganimet ummadıkları ve müşriklerin saldırıp müslümanların işini bitireceklerini sandıkları için, işleri olduğunu bahane ederek sefere katılmadılar. İşte bu âyet-i kerîmeler, mûcizevî olarak, bu kabilelerin, müslümanların sağ salim Medine’ye döndüklerini gördükleri zaman, Peygamberimiz (s.a.s.)’e gelip bahaneler ileri süreceklerini, kendileri için istiğfar etmesini isteyeceklerini haber vermektedir. Fakat onların bu taleplerinde samimi olmadıklarını, sözleriyle özlerinin birbirini tutmadığını, daha doğrusu yalan söylediklerini ihbar etmektedir. Çünkü onlar bu hareketlerinden dolayı gerçekten pişman olmuş değillerdir. Peygamber’e tabi olmadıklarından dolayı günah işlediklerini de düşünmemişlerdir. Kalplerinde gerçekten bir bağışlanma arzusu da yoktur. Hatta akıllarınca bu tehlikeli sefere gitmeyerek onlar çok akıllı hareket ettiklerini zannetmektedirler.

12. âyette geçen اَلْبُورُ (bûr) kelimesi;

Bozguncu, içinde fesat olan, hiçbir hayırlı işe yaramayan, hayırsız adamlar,
Mahvolan, sonu kötü, felaket yolunda giden kimseler anlamına gelir.

Bu tip insanlar, bir taraftan Allah ve Rasûlü’ne gerçekten iman etmedikleri takdirde cehennem ateşiyle tehdit edilirlerken, bir taraftan da samimi olarak tevbe edip bağışlanma diledikleri takdirde affedilecekleri müjdelenir.

Ganimet ümidi olmadığı için sefere katılmayan bu insanların, bir de ganimet ihtimalinin artması karşısında nasıl ağızlarının sulandığına bakın:

15. Siz Hayber’deki ganimetleri almaya gittiğinizde Hudeybiye seferinden geri kalanlar: “Bırakın, biz de sizin peşinizden gelelim” diyecekler. Onlar, Allah’ın hükmünü değiştirmek istiyorlar. De ki: “Siz bizimle asla gelemezsiniz; çünkü Allah daha önce hakkınızda böyle buyurdu.” Bu kez: “Aslında siz bizi kıskanıyorsunuz” diyecekler. Bilakis onlar, meselenin özünü kavrayamayan anlayışı kıt kimselerdir.

Resûlullah (s.a.s.) hicretin altıncı senesi Hudeybiye’den döndükten sonra, yedinci senenin başlarında Hayber’in fethi için sefere çıktı. Bu sefere sadece Hudeybiye seferine iştirak eden sahâbe-i kirâm katıldı. Mazereti olmaksızın Hudeybiye’ye katılmayan kabileler ceza olarak Hayber’in fethine iştirak ettirilmedi. Hayber fethedildi ve bu fetihten müslümanlara pek çok ganimet düştü. Ganimet hırsına kapılan bedeviler, gelip Peygamberimiz (s.a.s.)’den talepte bulundularsa da, talepleri reddedildi. Çünkü Allah’ın emri bu şekilde idi ve Efendimiz (s.a.s.)’in buna aykırı davranması mümkün değildi. İşte âyet-i kerîme bu olaya işaret etmektedir.

Bahsedilen bedevi kabilelere İslâm’a dönüp Peygamber’in rızasını kazanmaları için şöyle bir çıkış yolu gösterilmektedir:

16. Seferden geri kalan o bedevilere de ki: “Siz yakında çok kuvvetli ve savaşçı bir millete karşı savaşmaya çağrılacaksınız. Ya savaşı kazanıncaya veya ölünceye kadar onlarla savaşırsınız yahut onlar kendiliğinden teslim olup boyun eğerler. Eğer emre itaat ederseniz, Allah size güzel bir mükâfat verecektir. Yok, eğer önceden döndüğünüz gibi yine dönerseniz, sizi can yakıcı bir azapla cezalandıracaktır.”

17. Savaşa katılmama hususunda köre günah yoktur, topala günah yoktur, hastaya da günah yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ederse, Allah onu altlarından ırmaklar akan cennetlere yerleştirecektir. Kim de yüz çevirirse onu da can yakıcı bir azapla cezalandıracaktır.


Bedevî kavimlerin genel özelliği, daima zor ve tehlikeli durumlardan uzak durmak, olabildiği kadar menfaatlerinin peşine koşturmak idi. Onlar için en mühim şey menfaatleri idi. Bunun için her kılıfa girmeye razı idiler. Yeter ki tehlike olmasın. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, imandaki samimiyetlerini ölçmek için onları, ganimet ihtimali düşük ama öldürülme tehlikesi yüksek olan bir savaşa çağıracağını, burada imtihanı geçerlerse onları affedip mükâfatlandıracağını; yine önceki gibi yüz çevirdikleri takdirde ise onları can yakıcı bir azapla cezalandıracağını haber verir. Yalnız gözleri görmeyen, topal ve hastaların durumu farklıdır. Onlar için savaşa katılma mecburiyeti yoktur. Böyle bir durumda onlara herhangi bir vebal ve sorumluluk terettüp etmez. Aksine bunlar gibi özürlü ve engelli olan kişilere toplumun bakması, kol kanat germesi ve her türlü ihtiyaçlarını karşılaması gerekir. Dinimiz İslâm onlara lazım gelen önemi vermiş ve bu hususta gerekli düzenlemeleri yapmıştır.

Nitekim Ahmed er-Rufâî Hazretlerinin şu örnek davranışı, dinmizin bu husustaki emirlerinin muşahhas bir uygulamasıdır:

“Bir köyde veya kasabada birinin hasta olduğunu duysa, gider onu ziyâret ederdi. Sonra döner gelirdi. Bu, bazı zamanlar bir iki gün sürerdi. Çoğu zaman yolda durur, âmâları gözetirdi. Onları görünce hemen gider, ellerinden tutar, gidecekleri yere kadar götürürdü. Yolda bir ihtiyar görse, hemen elinden tutar, götürürdü. Yanında bulunanlara Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in şu hadîs-i şerîfiyle nasihatte bulunurdu:

«Kim bir ihtiyara hürmet ve yardım ederse, Allah Teâlâ da ona, ihtiyarlığında hürmet ve hizmet edecek bir kimseyi ihsân eder.» (Tirmizî, Birr 75/2022)

Şehir dışına yapmış olduğu seyahatlerden dönüşte, ormana gider, odun keser ve merkebine yükleyerek şehre getirir; bu odunları dullara, kimsesizlere, fakir ve muhtaçlara dağıtırdı.” (Velîler Ansiklopedisi, II, 513)

Âyet-i kerîmede bahsedilen güçlü kavim; Hevâzin ve Sakîf kabileleri, yahut Müseylimetü’l-Kezzâb’ın kavmi olan Hanîf oğulları, yahut Rumlar veya Farslar olduğu hakkında rivayetler vardır. Bir görüşe göre de âyet geneldir; belli bir kavim kastedilmemiştir.

Allah Resûlü (s.a.s.)’e ölümüne bey‘at eden mü’minlere gelince:

18. Muhakkak ki Allah, Hudeybiye’de o ağacın altında sana bey‘at ettikleri sırada o mü’minlerden râzı oldu. Onların kalplerindeki ihlâs, temiz niyet ve içten bağlılığı gördü; bu sebeple üzerlerine sekînet, huzur ve itminân indirdi. Onları yakında gerçekleşecek bir fetihle mükâfatlandırdı.

19. Onlara, elde edecekleri pek çok ganimetler de nasip etti. Allah, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.

20. Allah size, elde edeceğiniz daha pek çok ganimetler va‘detti. Şimdilik size bu ganimetleri verdi ve düşman topluluklarının ellerini üzerinizden çekti ki, bütün bunlar, Allah’ın mü’minlere olan va‘dinin doğruluğuna bir delil olsun ve sizi her konuda dosdoğru bir yola eriştirsin.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
21. Henüz elde edemediğiniz daha nice ganimetler ve nimetler var ki, Allah onları ilmi ve kudretiyle kuşatmış ve bunları size vereceğini takdir buyurmuştur. Allah, her şeye hakkiyle güç yetirendir.

Sûrenin 10. âyetinde de işaret edildiği üzere Hudeybiye’de bir ağaç altında mü’minler, Rasûl-i Kibriyâ (s.a.s.)’e Allah yolunda ölünceye kadar savaşmaya söz verdiler. Efendimiz (s.a.s.)’in mübârek ellerini tutarak bey‘at ettiler. Bu bey‘ate, بَيْعَةُ الرِّضْوَانِ (Bey‘atü’r-Rıdvân) ya da “Hudeybiye Bey’ati” denildi. Âyet-i kerîmede de haber verildiği üzere, bu bey‘at, ashâb-ı kirâmın, Cenâb-ı Hakk’ın yüce rızâsını kazanmalarına vesîle oldu[1]. Burada haber verilen “yakın fetih”ten maksadın, Hayber’in fethi olduğu görüşü hakimdir. Gerçekten müslümanlar kısa bir zaman sonra Hayber’i fethettiler ve orada pek çok ganimet elde ettiler. Böylece Allah, müslümanlara va‘dettiği fetihlerin ilkini bahşetmiş oldu. Bununla Hayberlilerin müttefiki olan Esed ve Gatafan kabilelerinin de müslümanlara hücumlarını önledi. Hudeybiye anlaşması ile de Mekkelilerin taarruzu önlenmiş oldu. Böylece müslümanlar bir taraftan düşman taarruzlarından emniyete kavuşturuldukları gibi, bir taraftan da onlara fetihlerin kapıları aralanmaya başlamış oldu. Bu sebepledir ki, müslümanlara ileride kıyamete kadar daha çok fetihler yapacakları ve ganimetler elde edecekleri müjdelenmiş; bu yüzden Hudeybiye’ye “Fetihlerin Anahtarı” ünvanı verilmiştir.

Mü’minler Hudeybiye’de o ağaç altında Efendimiz (a.s.)’a öylesine sağlam bey‘at etmişlerdi ki:

Resûlullah (s.a.s.) bir gün Hz. Hafsa’nın yanında:

“–İnşallah ağacın altında bey‘at eden ashâb-ı şecere’den hiç kimse cehenneme girmeyecek!” buyurdu. Bu söz üzerine aklına bir soru takılan Hafsa (r.a.):

“–Peki yâ Rasûlallah! Cenâb-ı Hak:

«Ey insanlar! Sizden cehenneme uğramayacak hiç kimse yoktur. Bu, Rabbinin kesinleşmiş bir hükmüdür» (Meryem 19/71) buyuruyor. Bu nasıl olacak?” dedi. Fahr-i Kâinât (s.a.s.):

“–Allah Teâlâ şöyle de buyurdu” diyerek bir sonraki âyeti okudu:

“Şu kadar var ki biz, Allah’a karşı gelmekten sakınan ve kalpleri O’nun saygısı ile dolu olanları cehenneme düşmekten kurtaracak, zâlimleri ise cehennemin içinde diz üstü çökmüş halde bırakacağız.” (Meryem 19/72)

Akabinde de buradaki “cehenneme uğramak”tan maksadın, sırattan geçerken cehennemin yanından geçmek olduğunu, yoksa içine girmek mânasına gelmediğini açıkladı. (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe 163)

22. Eğer o kâfirler, bey‘at sonrası Hudeybiye’de sizinle savaşsalardı, elbette arkalarını dönüp kaçacaklardı; sonra da kendilerine ne bir dost ne de bir yardımcı bulabileceklerdi.

23. Allah’ın öteden beri uygulanan kanunu böyledir. Allah’ın kanununda asla bir değişiklik bulamazsın!


Müşrikler, Hudeybiye’de Resûlullah (s.a.s.)’in anlaşma teklifini reddedip savaşa girişselerdi, mağlup edileceklerdi. Allah müslümanlara yardım edecek ve onları bozguna uğratacaktı. Yine müslümanlar Hudeybiye’de iken müşriklerden veya yahudilerden Medine’ye saldırmak isteyen olsaydı, Allah onlara da muvaffakiyet vermeyecekti. Çünkü, Cenâb-ı Hakk’ın öteden beri uygulanan kanunu bu minval üzereydi: Bütün samimiyetleriyle din yoluna baş koyan mü’minler, sayı olarak az olsalar bile, kalabalık düşman ordularına galip gelecektir. (bk. Bakara 2/249) Allah’ın Peygamberi’ne karşı gelen kâfirler rezil ve perişan olacaklardır. Nitekim Bedir savaşında bunun pek açık bir örneği yaşanmıştır.

Öncelikle Hudeybiye anlaşmasını ve peşinden de Mekke’nin fethini hazırlayan sebeplerin oluşmasındaki Cenâb-ı Hakk’ın rahmet tecellilerine ve mü’minlere olan büyük lutuflarına bir perde aralamak üzere buyruluyor ki:

24. O Allah ki, Mekke’nin göbeğinde size o kâfirlere karşı zafer nasip ettikten sonra, onların ellerini sizden, sizin ellerinizi de onlardan çekti. Allah, bütün yaptıklarınızı çok iyi görmektedir.

25. Mekkeli müşrikler, inkârda direttiler ve sizi Mescid-i Haram’ı ziyâret etmekten ve bekletilmekte olan hediye kurbanlıkları da kesim yerlerine ulaşmaktan engellediler. Eğer Mekke’de kendilerini henüz tanımadığınız mü’min erkeklerle mü’min kadınlar olmasaydı; bunları bilmeden ezmeniz ve bu yüzden üzüntü ve zarara uğramanız ihtimali bulunmasaydı Allah ellerinizi birbirinizden çekmez, savaşarak şehre girmenize engel olmazdı. Ancak dilediği kimseleri rahmetine eriştirmek için Allah sizin elinizi onlardan çekmiştir. Şâyet onlar birbirlerinden iyice seçilip ayrılmış olsalardı, onların kâfir olanlarını elbette can yakıcı bir azaba uğratırdık.


Resûlullah (s.a.s.), ashâbıyla birlikte Hudeybiye’de bulunuyorlarken, müşriklerden seksen kişilik bir grup bir sabah namazı vakti üzerlerine hücum etti. Maksatları Allah Resûlü (s.a.s.)’i öldürmekti. Hiçbir zarar veremeden yakalandılar. Peygamberimiz (s.a.s.) onları affedip serbest bıraktı. (Müslim, Cihad 133) Kureyşlilerin sonunda barış istemelerine bu olay sebep olmuştur.

Âyetlerin bir diğer iniş sebebi de şudur:

Hudeybiye anlaşması gereğince Mekkeliler’den müslüman olup Medine’ye Resûlullah (s.a.s.)’in yanına gidenler Mekkelilere iâde edilecekti. Anlaşma imzalandıktan sonra Ebû Basîr isminde biri müslüman olmuş, bir Mekkeli de Medine’ye sığınmıştı. Ancak Peygamberimiz (s.a.s.), şartnâmeye göre onu müşriklere teslîm etmek zorunda kaldı. Ebû Basîr de önce Allah Resûlü’nün bu hareketine bir mâna veremeyerek:

“–Beni puta tapıcılığa mı döndürmek istiyorsun?” sözleriyle hayretini izhâr etti. Resûlullah (s.a.s.) sâkin bir şekilde onu tesellî buyurdu:

“–Ebû Basîr! Biz ahdimizi bozamayız. Ama sen biraz sabret; Allah Teâlâ, sana ve senin gibilere elbette bir selâmet yolu gösterecektir.”

Bu sözlerden sonra Ebû Basîr, sesini çıkarmayarak Peygamberimiz (s.a.s.)’in verdiği hükme boyun büktü. Umum müslümanların durumunu düşünerek müşriklere teslîm oldu. Ancak o, Mekke’ye değil, ölüme götürülüyordu. Bunu bildiğinden, yolda bir fırsatını bulup kendisini götürenlere hücûm ederek nefsini müdâfaa etti. Yanındaki iki kişiden birini öldürdü, diğerini ise elinden kaçırdı. Ebû Basîr, öldürdüğü kişinin elbisesini, eşyâlarını ve kılıcını aldı, Allah Resûlü’ne getirdi:
“–Yâ Resûlallah! Bunların beşte birini ayır, kendin için al!” dedi. Efendimiz:

“–Ben bunun beşte birini aldığım zaman, onlarla yapmış olduğum anlaşmaya uymamış olurum. Fakat sen ayrı bir durumdasın. Senin davranışın da, öldürdüğün adamın eşyâsı da seni ilgilendirir” buyurdu. (Vâkıdî, el-Meğâzî, II, 626-627)

Firâsetle hareket eden Ebû Basîr, bir müddet sonra Medine’den çıktı. Deniz kıyısında Mekke ile Şam arasında Îs denilen bir yere yerleşti. Kısa bir müddet sonra orası tarafsız bir bölge olarak bir ilticâ mekânı hâline geldi. Az önce bahsi geçen Ebû Cendel de zâlimlerin elinden kurtularak Ebû Basîr’e katıldı. Durumdan haberdar olan mazlum mü’minler birer ikişer oraya toplanmaya başladılar. Böylece müslümanların sayısı çok geçmeden üç yüze ulaştı. Mekkelilerin Şam ticâret yolu tehlikeye girdi. Bunun üzerine Mekkeli müşrikler, çâresiz kalarak Peygamber Efendimiz’den bu husustaki maddenin kaldırılmasını taleb ettiler. Yâni Mekke’den müslüman olup da kaçanların Medine’ye kabul olunmasını ricâ ettiler. Peygamber Efendimiz de Ebû Basîr’e mektup göndererek Medine’ye gelmelerini bildirdi. Bunu üzerine Fetih sûresinin 24-26. âyetleri nâzil oldu. (bk. Buhârî, Şurût 15)

Aslında, hem mü’minlerin hem de kâfirlerin bütün yaptıklarını hakkiyle gören Cenâb-ı Hak, Mekke dâhilinde iki grup arasında bir savaşın olmasını istemiyordu. Bunun iki hikmeti vardır:

Birincisi; o dönemde Mekke’de imanlarını gizleyen ve gizlemeyen erkek kadın birçok müslüman bulunmaktaydı. Onlar imkânsızlık ve güçsüzlüklerinden dolayı hicret edememişler, eziyet ve işkenceye maruz kalmışlardı. Hudeybiye’ye kadar mü’minlerin bundan haberleri yoktu. Böyle bir ortamda savaş olup müslümanlar kâfirleri kovalayarak Mekke’ye girselerdi, kâfirlerle birlikte, tanınmadıklarından dolayı bu müslümanları da öldürebilirlerdi. Gerçeğin farkına vardıklarında da bu durumdan acı ve üzüntü duyarlardı. Bu yüzden ayrıca müşrik Araplara: “Bu insanlar savaşta kendi din kardeşlerini bile öldürmekten çekinmiyorlar” deme fırsatı verilmiş olurdu. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, bir taraftan Mekke’deki bu çaresiz müslümanlara merhamet etmek, onları koruyup kollamak; öte yandan da Peygamberimiz (s.a.s.) ve ashâbını üzüntü ve lekelenmekten kurtarmak maksadıyla bu kritik noktada savaşa müsaade buyurmadı.

İkincisi; Yüce Allah, Kureyş’in mağlup edilip Mekke’nin fethedilmesinin böyle kanlı bir savaş sonucu olmasını istemiyordu. Belki de murâd-ı ilâhî, Mekkelilerin her yandan çembere alınması yoluyla çaresiz ve güçsüz hale getirilmeleri, hiç bir eziyete lüzum kalmadan mağlup olmaları ve nihâyet Kureyş kabilesinin topyekun İslâm’ı kabul edip Allah’ın rahmetine nâil olmalarına zemin hazırlamak idi. Gerçekten de Hudeybiye’den sonra geçen iki sene bu maksat için kâfi geldi. Mekke bu şekilde fethedildi.

Söz arasında şunu belirtmek gerekir ki, fetihten sonra Efendimiz’in Mekke-i Mükerreme’ye girişi dünyada eşi görülmemiş en büyük tevâzû örneklerindendir. Hâdiseye şâhit olan ashâb-ı kirâm bu hâli şöyle tasvîr ederler:

“Resûlullah (s.a.s.), Mekke’yi fethe giden ordunun başında bulunuyordu. Zafer müyesser olup da devesinin üzerinde Mekke’ye girerken, başını Yüce Rabbine karşı tevâzû ile o derece eğmişti ki, sakalının uçları neredeyse devenin semerine değmekteydi. Sanki bir şükür secdesindeydi. O esnâda devamlı olarak:

«Ey Allahım! Hayat, ancak âhiret hayâtıdır!» diyordu.” (bk. Buhârî, Rikâk, 1; Vâkıdî, el-Meğâzî, II, 824)

Müşriklerin, Peygamberimiz ve ashâbını Beytullah’ı ziyaretten engellemelerinin gerçek sebebi ise şöyle haber veriliyor:

26. O zaman inkâr edenler gönüllerinde o taassubu; o câhiliye taassup ve gururunu alevlendirirken, Allah da Peygamberi’nin ve mü’minlerin üzerine sekînetini, huzur ve itminân duygusunu indirdi ve onların takvâ sözüne tutunmalarını nasip etti. Zâten onlar buna pek lâyık ve ehil idiler. Allah, her şeyi hakkiyle bilendir.

Müşriklerin aslında hiç kimseyi Kâbe’yi ziyaretten men etme hakları yoktu. Bunu da çok iyi biliyorlardı. Fakat sırf câhiliye taassubu ile hareket edip, müslümanların ziyaretine izin vermediler. Eğer Allah Resûlü (s.a.s.) bu kadar kalabalık bir grupla Mekke’de görünürse, bütün Arap yarımadasında şöhretlerinin söneceğini ve gururlarının kırılacağını düşünüyorlardı. Onların son derece kışkırtıcı bu cahiliye taasuplarına mukabil, Cenâb-ı Hak Rasûlü’nün ve mü’minlerin kalplerine huzur ve sükûn indirdi. Onlara sabır ve vakar verdi. Böylece öfkelenip şuursuzca hareket etmediler. Bilakis takvâya sarıldılar. Aşırı davranışlardan kaçındılar. Masum insanların kanına girmekten korundular. Zaten onlar, iman ve ahlâkî kemalleri bakımından bu işe layık ve ehil kimselerdi. Allah’ın yardımıyla böyle kritik bir noktada bu ağır imtihanı başarmış oldular.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in, müslümanlarla birlikte Kâbe’yi ziyâret ettiğini gördüğü rüyaya gelince:

27. Şüphesiz Allah, Rasûlü’nün gördüğü rüyâyı gerçekleştirerek doğru çıkaracaktır. Allah’ın izniyle siz, kiminiz başını tamâmen tıraş ettirmiş, kiminiz saçlarını kısaltmış olarak, korkmadan ve tam bir emniyet içinde Mescid-i Haram’a gireceksiniz. Allah, sizin bilmediğinizi biliyor. Onun için size Mekke’nin fethinden önce yakında gerçekleşecek bir başka fetih daha nasip etti.

Resûl-i Ekrem (s.a.s.), Hudeybiye’ye çıkmadan önce rüyasında kendisinin ve ashâbının başlarını tıraş ederek emniyet içerisinde Mekke’ye girdiklerini görmüş ve bunu ashâbına haber vermişti. Onlar da çok sevinmişlerdi. Nihayet hazırlıklarını yapıp, kurbanlıklarını alarak sefere çıktılar. Fakat Hudeybiye’de alıkonulup, kurbanları orada keserek geri dönmek zorunda kaldılar. Bu durum onları gerçekten çok üzdü. Bir kısım münafıklar da ileri geri konuşmalarıyla halkın moralini bozup, onları şüpheye düşürmeye çalışıyorlardı. İşte âyet-i kerîme, Peygamber (s.a.s.)’in gördüğü rüyanın doğru olduğunu ve rüyada gösterildiği minval üzere müslümanların Mekke’ye girip umre yapacaklarını müjdelemiştir. Daha önce müjdelenen Hayber’in fethinin gerçekleşmesinin, bunun da gerçekleşeceğine açık bir delil olduğu belirtilmiştir. Nitekim bir sene sonra Allah Resûlü (s.a.s.), iki bin kişi kadar ashâbıyla birlikte gelip kaza umresini yapmıştır. Âyetin haber verdiği gaybî mûcize aynen tahakkuk etmiştir.

Yüce Rabbimizin Peygamberimizle birlikte kıyamete kadar tüm mü’minlere verdiği en mühim müjdelerden biri de şudur:

28. Rasûlü’nü bütün dinlere üstün kılmak üzere hidâyet ve hak din ile gönderen O’dur. Buna şâhit olarak Allah yeter!

Bütün bunlar Hz. Muhammed (s.a.s.)’in gerçek peygamber, ona indirilen Kur’an’ın ilâhî kitap ve onun tebliğ ettiği dinin hak din olduğunu göstermektedir. Allah Teâlâ bu dini, bütün dinler üzerine galip olması ve yeryüzünde tek hakim din olması için göndermiştir. Bu gâlibiyet iki yönlüdür: Birisi ilmî bakımdan delillerin kuvvetliliğinde üstünlüktür ki âyetteki “hidâyet”le buna işaret edilmiştir. Diğeri ise, amelî bakımdan fiiliyatta üstünlük ve hâkimiyettir ki, د۪ينُ الْحَقِّ (dînu’l-hak) tabirinde de bunun gerçekleşmesine işaret vardır. Buna göre İslâm ile çarpışmak isteyen dinlerin, hepsi mutlaka mağlup olacaktır. Bunlardan birincisinin tamamen ortaya çıktığında şüphe yoktur. İslâm dini, ilim yönünden her dine galiptir. İkincisi ise tarihte bir dereceye kadar gerçekleşmiş ve bir zamanlar müslümanlar her kavme galip olmuş ise de bunun tamamı daha çok geleceğin gelişmelerinin bağrındadır. Peygamberin doğruluğunun ve onun getirdiği dinin gâlip geleceğinin en büyük şahidi ise Allah Teâlâ’dır.

Örnek ahlâk, yaşayış, tebliğ ve cihadlarıyla İslâm’ı bütün dinlere üstün kılacak kutlu nesillerin hangi üstün özelliklerle bezenmiş olmaları gerektiğine gelince:

29. Muhammed Allah’ın Rasûlüdür. Beraberinde bulunan mü’minler kâfirlere karşı çok sert ve tavizsiz, kendi aralarında gâyet merhametlidirler. Onları görürsün; cemaatle rükû ve secde ederek Allah’ın lutuf ve hoşnutluğunu ararlar. Secde izinden meydana gelen nişanları yüzlerindedir. Onların Tevrat’taki vasıfları budur. İncil’deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış, derken onu kuvvetlendirmiş, derken kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ziraatçilerin pek hoşuna gider. İşte Allah, her devirde böylesine güçlü ve dirençli mü’minler yetiştirerek, onlar sâyesinde, mazlumlara kan kusturan kâfirleri öfkelendirip çileden çıkarır. Allah, bunlar arasından iman edip sâlih ameller yapanlara bağışlanma ve büyük bir mükâfat va‘detmektedir.

Burada, Allah Resûlü (s.a.s.)’in beraberinde bulunan ve Kur’an’ın beyânıyla örnek mü’min bir cemaat olan ashâb-ı kirâmın önde gelen vasıfları tablolar halinde beyân edilir.

Biirncisi; kâfirlere karşı sert ve tavizsizdirler. اَلشَّد۪يدُ (şedîd); güçlü, kuvvetli, cesur kimse anlamına gelir. اَلأشِدَّاءُ (eşiddâ) onun çoğuludur. Bununla birlikte kendi değerlerine bağlı olup onlardan asla taviz vermeyen kimse mânasına da kullanılır. Sahâbenin kâfirlere karşı sert olması, imanlarının sağlamlığı, prensiplerinin kesinliği, dürüst ve düzenli hayatları sebebiyle kâfirlerin onlara kolay kolay baş eğdirememeleri, korku vererek sindirememeleri, onları herhangi bir menfaat karşılığında satın alamamaları, kolay bir lokma halinde dişleri arasında öğütememeleridir. Onların sertliği, rahmeti, sevgisi ve öfkesi şahsi, maddi maksatlardan dolayı değil, Allah ve Rasûlü’nün rızâsı içindir. Onların şiddeti ve öfkesi, küfre ve isyanadır. Muhabbetleri de iman ve imanın gereklerini yerine getirmeye yöneliktir.

İkincisi; ashâb-ı kirâmın, mü’minler olarak kendi aralarındaki ilişkiler dostâne ve merhamet üzere kurulmuştur. Kâfirlere karşı sergiledikleri şiddet ve celadetten, öfke ve kızgınlıktan, haşinlik ve kabalıktan hiçbir eser kalmamıştır. Bu gibi vasıfların, yerlerini bütünüyle engin bir merhamete, şefkate, yumuşaklığa, sevgiye, nezakete, anlayış ve hoş görüye terk ettiği görülür. Sahâbenin ve onların şahsında bütün mü’minlerin, birbirlerine merhametli oluşları hakkında bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Onlar, mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve onurludurlar.” (Mâide 5/54)

Mevlânâ Şemseddin (k.s.) şöyle der:

“Hakiki dost, Allah Teâlâ gibi mahrem olmalıdır. Dostun çirkinliklerine ve hoşa gitmeyen şeylerine tahammül etmeli ve hatasından hiç incinmemelidir. Dosttan yüz çevirmemelidir, dosta itirâz etmemelidir. Nitekim rahmeti bol olan Allah Teâlâ, kullarının ayıplarından, günahlarından, noksanlarından dolayı onlardan yüz çevirmez; tam bir inâyet ve şahane bir şefkatle onların rızkını verir. İşte garazsız ivazsız dostluk budur.” (Ahmet Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, II, 90)

Üçüncüsü; onları hep rükû ve secde halinde görürsün. Cemaat olarak sürekli rükû’ ve secde halindeler. Ne zaman bakarsak bakalım onları hep bu halde görürüz. Zira rükû ve secde hâli, kulluk durumu olarak mü’minlerin ruhunda yer eden en köklü bir haldir. Yani onlar bütün vakitlerini hep kulluk şuuru içinde geçiriyorlar. Her nefeste ruhları, Allah huzurunda rukû ve secde halinde bulunuyor. Dış görünüm itibariyle insanlık gereği sürekli rükû ve secde halinde bulunma noktasında bazı kesintiler olsa da, özleri ve ruhları itibariyle asla kesinti olmamaktadır.

Dördüncüsü; onlar, daimi olarak Allah’ın lutuf ve rızâsını ararlar. Bu tablo onların ruhlarının derinliliğini, iç dünyalarının enginlik ve zenginliğini gözler önüne sermektedir. Sürekli Allah’ın lütfunu ve rızâsını talep etmektedirler. Kalpleri ve zihinlerini hep bu düşünce meşgul etmekte ve yaptıkları her işte bu gayeyi gözetmektedirler. Bütün hayatlarını Allah için ve O’nun rızâsını kazanmak için yaşama gayreti içindeler. Bunun ötesinde düşündükleri ve meşgul oldukları başka hedefleri bulunmamaktadır. Zaten bir müminin hayatı boyunca ulaşmak istediği en büyük hedef Allah’ın rızâsını yakalamak olmalıdır.

Zira Kur’an’ın bir mümine gösterdiği en büyük hedef, Allah’ın rızâsını kazanmaktır. (bk. Tevbe 9/72)

Beşincisi; onların alameti, yüzlerindeki secde izidir. Her birinin yüzleri pırıl pırıldır, aydınlıktır. Güneş gibi parıldamakta, ışık ve nur saçmaktadır. Bu sîmaları bu denli parlatan, Allah için yaptıkları secdeler, kıldıkları namazlar, ettikleri samimi kulluklardır. İbadet hali onların her taraflarını bürümüş, onlara derin bir huşû’ ve huzû’, tevazu, safiyet, berraklık, huzur ve sükûn hali kazandırmıştır. Burada “secde izi”nden kasdedilen, secde etmeden dolayı yüzde beliren çizgiler değil, ibâdetin insan ruhunda bıraktığı derin tesirdir. İbadetin canlı, tatlı ve sevimli hazzı onların simalarından okunur. Onların yüzünde Allah’a huşu ile ibâdet etmenin eseri olarak faziletle dolu bir tevazu, bir nûraniyet vardır. Gurur, kibir yoktur.[1] Burada özellikle secde lafzı seçilmiştir. Çünkü secde, insanın Allah’a yaptığı ibâdetin, huşu ve huzu halinin en mükemmel şeklini ifade eder.

Altıncısı; onlar mükemmel yetiştirilmiş ekin gibidirler. Bu ekin toprağı yarıyor, filizini çıkarıyor ve çatallanıyor. Derken filizini kuvvetlendiriyor, başak çıkarmağa başlıyor. Derken gövdesi üzere dikiliyor, yükseliyor ve bir düzeye ulaşıyor. Gövdesi sağlam, yan yatmamış, eğilmemiş, dik ve düzgün, kuvvet dolu bir ekin. Bu manzara, ziraatin ne olduğunu bilen, verimli ve verimsiz mahsulü tanıyan ve bitkinin durumundan anlayan kimselerin pek hoşuna gidiyor, onları heyecanlandırıyor ve sevindiriyor. İşte Resûlullah (s.a.s.) ve ashâbı böyle hoş, mükemmel, muntazam güzel bir ekin gibi yetiştirilmiş bir ordudur. Burada Resûlullah (s.a.s.)’in feyzi, ahlâkı, talim ve terbiyesi ile ümmetine hem ruhen hem de cismen verilen hayatî nizam ve neş’enin bir ifadesi vardır. Zemahşerî şöyle der: “Bu Allah Teâlâ’nın İslâm milletinin başlayışı ve gelişip büyüme şekli ile ilgili verdiği bir misaldir. Çünkü Allah Resûlü (s.a.s.) yalnız olarak işe başladı. Sonra Allah Teâlâ onu, ekinin ilk çimi kendinden doğarak etrafını saran filizlerle katlanıp kuvvetlendiği gibi, beraberindeki mü’minlerle güçlendirdi. Buna göre ekin Peygamberimiz, ondan çıkan filizler de ashâb-ı kirâmdır. Dolayısıyla bu, Peygamberimizle beraber ashâbının temsilidir.” (Zemahşerî, el-Keşşâf, VI, 10)

Allah Teâlâ hem bu güzel vasıfları taşıyan sahâbe-i kirâmı, hem de kıyâmete kadar onların bu vasıflarıyla vasıflanan, bu güzel ahlâklarıyla ahlâklanan, iman ve sâlih amellerle onların izinden yürüyen kimselerin günahlarını bağışlayacak ve onlara pek büyük bir mükâfat olan cenneti ihsan edecektir.

Allah Teâlâ, Peygamberine başı da sonu da bağışlanma ve nimet müjdeleyen Fetih sûresiyle böyle açık, parlak ve bundan itibaren meydana gelecek nice fetihlerin anahtarı mevkiinde bir fetih bahşetmiştir. Fetih sûresinin sonu ise özellikle tâlim ve terbiyenin, düzen ve intizamın önemine işaret etmektedir. Dolayısıyla bu terbiye ve intizamın üzerine insanın kalp ve ruh âleminin terbiye edilip orada gerekli düzenlemelerin tamamlanması istikâmetinde Hucurât sûresi başlayacaktır:

Yapılan iyi ve kötü amellerin izlerinin insanın yüzünde belirmesinin ve yüzlerin zulmet veya nûrâniyetinin ona göre teşekkül etmesinin güzel bir örneğini Osman Nûri Topbaş hocaefendi şöyle anlatır: “Merhum Sâmi Efendi Hazretleri ve refâkatinde bulunan merhum pederim Mûsâ Efendi ile Bursa’dan İstanbul’a dönüyorduk. Yalova’da araba vapuruna binmek için vâsıtamızla sıraya geçecektik. Araçların kargaşaya mahal vermeden düzenli olarak sıraya girmesiyle alâkadar olan kâhyâ, bizim arabamıza da yer gösterirken gözü arka tarafta oturan Sâmi Efendi ve Mûsâ Efendi’ye ilişti. Hergün yüzlerce sîmâ ile karşılaşan kâhyâ, şaşkınlık içinde bir an durakladı. Sonra yaklaştı. Arabanın camından içeriye daha dikkatlice baktı; derin bir iç çekti ve şöyle dedi:

«–Allah Allah! Ne garip dünya! Yüzler var melek gibi... Yüzler var Nemrut gibi...»”
 

Muhtazaf

Yardımcı Yönetici (Şair|Yazar)
Yönetici
Allah'ın emrettiği gibi kul olmak ne güzel. Zafer ondan sonra geliyor.
Ellerine sağlık......
 
Üst Alt