TEFSİR FURKAN Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
FURKAN SURESİ OKUNUŞU VE TEFSİRİ

FURKAN Suresi 77. Ayet
FURKAN Suresi 77. Ayet
Furkan Sûresi Hakkında

Kur'an-ı Kerîm'in yirmibeşinci suresi. Mekkî surelerdendir. Ayetleri yetmişyedi, kelimeleri bin sekizyüzyetmişiki ve harf sayısı üçbinyediyüzotuzüçtür. Sure; adını birinci ayette geçen ve "ayırmak, ayırdetmek, mühim davaları çözüme kavuşturan kesin delil, mûcize gibi manalara gelen "furkân" kelimesinden almıştır. "el-Furkân", aynı zamanda Kur'an-ı Kerîm'in isimlerinden birisidir.

Sure, Mekke kâfirlerinin Kur'an, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in peygamberliği ve getirdiği öğretilere karşı yükselttikleri şüphe ve itirazları ele almaktadır. Her itiraza uygun cevap verilmekte ve insanlar, gerçeği reddetmenin sonuçları hakkında uyarılmaktadır. Surenin sonunda, Müminûn suresinin başında olduğu gibi Resulullah'a iman eden ve onun getirdiği öğretileri izleyen insanların üstün nitelikleri, ahlâkî ve mânevî üstünlükleri tasvir edilmektedir.

Sure, bütünü itibariyle Resulullah (s.a.s.)'i teselli edici, tatmin ve takviye edici, ruhunu okşayan ifadelerle doludur. Bir yanıyla Allah'ın, kulu ve Resulü Hz. Muhammed'e tatlı, sevimli ve ruh okşayıcı ifadelerini ihtiva etmekte; bir başka yanıyla da Allah'a ve Resulüne karşı direnen sapık insan yığını ile yapılan savaşı tasvir etmektedir.

Konuyu ele alış tarzı bakımından sureyi dört ana bölümde incelemek mümkündür:

I. Bölüm: İnsanları uyarmak için Allah'ın, Kur'an'ı kuluna indirmesinden dolayı hamd ve tesbihle başlıyor. Göklerin ve yerin tek sahibi, kâinatı hikmet ve takdirine göre idare eden, oğul ve ortak koşmaları reddeden Allah'ın birliğini anlatıyor:

"Alemlere uyarıcı olsun diye kuluna Furkân'ı indiren, göklerin ve yerin hükümranlığı kendisine ait olan, evlat edinmeyen, mülkünde ortağı bulunmayan ve herşeyi yaratıp ona bir nizam veren, mahlukâtın mukadderatını tayin eden Allah, yüceler yücesidir" (1, 2).

Sonra müşriklerin tek Allah'a inanmayı reddedip O'nunla beraber başka tanrılar edindikleri, bu tanrıların kendileri yaratılmış olduğu halde onlara tapınmaları eleştiriliyor:

"O'nu bırakıp, hiçbir şey yaratmayan, bilakis kendileri yaratılmış olan, kendilerine bile ne zarar ne de fayda veremeyen, öldürmeye, hayat vermeye ve ölüleri yeniden diriltip kabirden çıkarmaya güçleri yetmeyen tanrılar edindiler" (3).

Bunun ardından, onların Peygamber'in getirdiği gerçekleri yalanladıklarını ve bu gerçeklerin geçmişlerin masallarından ibaret bulunduğu, hatta bunları bir başkasının Peygamber'e yazdırdığını söylediklerini belirtiyor:

"İnkâr edenler, Bu olsa olsa onun uydurduğu bir yalandır. Başka bir zümre de bu hususta kendisine yardım etmiştir' derler. Böylece onlar hiç şüphesiz iftira ve zulme başvurmuşlardır" (4, 5).

İnkârcıların, Peygamber'in diğer insanlar gibi bir beşer olmasını, yemek yiyip çarşılarda dolaşmasını yadırgadıklarını belirtiyor; gerçekten bir peygamberse ona bir meleğin inmesi gerektiğinden söz ettiklerini naklediyor; bu aşırılıklarını yüzsüzlüğe çevirerek Hz. Peygamber'in büyülenmiş birisi olduğunu iddiaya kadar vardırdıklarından söz ediyor:

"Ve dediler ki; "Bu ne biçim peygamberdir? Yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor! O'na, kendisiyle birlikte uyarıcı olarak bir melek indirilmeli değil miydi? Yahut kendisine bir hazine verilmeli veya içinden yiyeceği bir bahçesi olmalı değil mi?O zâlimler "Siz olsa olsa büyüye tutulmuş bir adama uymaktasınız' dediler" (7, 8).

Cenâb-ı Allah, bunu açıklamakla, inkârcıların, Hz. Peygamber (s.a.s.) ve onun risâleti hakkındaki sözlerini etkisiz kılmak istiyor.

Ondan sonra da sapıklıklarından ve kıyâmeti yalanlamalarından söz ederek, kendilerine hazırladığı cehennem azabını beyân ediyor. Elleri boyunlarına bağlı olarak dar bir yere atılacaklarını; bu esnada yol olup gitmeyi temenni edeceklerini belirtiyor:

"Üstelik saati (kıyâmeti) de yalan saydılar. Biz de saati yalan sayanlar için çılgın bir ateş hazırladık. Cehennem ateşi uzak bir mesafeden kendilerine görününce, onun müthiş kaynamasını ve uğultusunu işitirler. Elleri boyunlarına bağlı olarak, dar bir yerine atıldıkları zaman, oracıkta yok oluvermeyi isterler. Onlara, "Bugün bir kere yok olmayı istemeyin, aksine birçok defalar yok olmayı isteyin' denilir" (11-14).

Müminlerin cennetteki durumundan söz ettikten sonra, konunun derinliklerine dalarak inkârcıların mahşer günündeki hallerini gözler önüne seriyor. Allah'tan başka tapınmış oldukları şeylerle yüzyüze gelmelerini ve bu tapındıkları şeylerin, Allah'a karşı koşulan her türlü şirki yalanlamaları bölümüne geçiliyor.

I. Bölüm: Resulullah'ı teselli ile son buluyor ve ona, kendisinin de diğer bütün peygamberler gibi bir beşer olduğunu, onlar gibi yiyip-içip çarşılarda gezindiğini belirtiyor:

"Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de şüphesiz yemek yerler, çarşılarda gezinirlerdi. Sabreder misiniz diye sizi birbirinizle deneriz. Ve Rabbin herşeyi hakkıyla görendir" (20).

II. Bölüm: Ahireti inkâr edenlerin Allah'a karşı dil uzatmaları ve, "Bize melekler indirilmeli değil miydik? Veya Rabbimizi görmeli değil mi idik?" (21) dediklerini belirterek başlıyor ve çabucak, melekleri gördükleri kıyamet gününden bir tablo getiriyor gözlerinin önüne: "Melekleri görecekleri gün, işte o gün, günahkârlara hiç iyi haber yoktur. Melekler iyi haberler size yasaktır, yasak' derler. O gün gök, beyaz bulutlar halinde parçalanacak, melekler bölük bölük indirileceklerdir. O gün, gerçek hükümranlık Rahmân'ındır. İnkarcılar için yaman bir gündür o" (22, 25, 26).

Böylece Kur'ân'a karşı gelenlerin düşeceği hâli açıklayarak Peygamber'ine teselli vermektedir. Onlardan önce geçen ve peygamberlerini yalanlayan, Musa (a.s.), Nuh (a.s.)'ın kavminden, Âd ve Semûd kavminden, Ress halkından söz ederek başlarına gelenleri tasvîr ediyor, onların hayvanlarla aynı safta bulunduklarını, hatta onlardan aşağı olduklarını beyân ediyor: "Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidirler. Belki daha da sapıktır yolları" (44).

III. Bölümde, gece ile gündüzün ardarda gelmesinden, hayat bahşeden sudan ve insanların bu sudan yaratıldıkları halde, Allah'tan başka kendilerine fayda veya zararı dokunmayan varlıklara tapınmalarından, yaratıcılarına ise karşı gelmelerinden söz ediliyor:

"Onlara; "Rahmân'a secdeye varın" denildiği zaman; "Rahmân da nedir, emrettiğine mi secdeye varacağız?' derler, ve bu onların nefretini arttırır"

IV. Bölümde ise Allah'a ibâdet edip secdeye kapaman ve Allah'a kulluk sıfatını hakeden "Rahmân'ın kulları" tasvir ediliyor; Rahmân'ın kullarının gittiği yoldan gitmek isteyenlere tövbe kapıları açılıyor; iman ve ibadetin mükellefiyetlerine sabredip dayananların mükâfatı tasvîr olunuyor: "İşte onlar sabrettiklerinden dolayı cennetin en yüksek dereceleriyle mükâfatlondırılırlar. Ve orada sağlık ve selâmla karşılanırlar" (75).

Surenin son ayeti, Allah'ı tanıyan ve emirlerine gönülden bağlanan kullar olmayacak olsa, inkârcılardan müteşekkil yol sapmalarının Allah katında hiçbir değerlerinin olmayacağını bildiren ifadelerle son buluyor.


FURKAN SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ


1. Bütün sorumlu varlıklara ve kıyâmete kadar tüm çağlara uyarıcı olması için seçkin kulu Muhammed’e hakkı bâtıldan ayıran kitabı bölüm bölüm indiren Allah çok yücedir, her türlü nimet, feyiz ve bereketin kaynağıdır.

تَبَارَكَ (tebâreke) kelimesi, bir taraftan Cenâb-ı Hakk’ın zâtı ve sıfatları itibariyle yüceliğini ve büyüklüğünü; bir taraftan da O’nun lutuf, ihsan ve ikrâmının bolluğunu haber verir. Allah Teâlâ’nın kullarına olan en büyük lutuf tecellilerinden biri, şüphesiz, en seçkin kulu Hz. Muhammed Mûsâtafa (s.a.s.)’e Furkân’ı inzâl buyurmasıdır. Sûrenin girişinde de kısaca temas edildiği gibi Furkân, Kur’ân-ı Kerîm’in isimlerinden biridir. Mânası: “Hakla bâtılı, doğruyla eğriyi, helâlle haramı birbirinden ayıran” demektir. Bu mânasıyla Furkân, peygamberlere gelen ilâhî vahiylerin ortak vasfıdır. (bk. Enbiyâ 21/48) Bu kelimenin “parça parça inme” anlamı da vardır. Buna göre Kur’an’ın parça parça inen bir kitap olduğuna ışık tutmakta, böylece Kur’an’ın bir bütün halinde indirilmesi gerektiği söyleyen müşriklere (bk. Furkân 25/32) cevap vermektedir.

En mühim indiriliş gayesi hakla bâtılı ayırıp gerçeği göstermek olan Kur’ân-ı Kerîm, Allah Teâlâ’nın en seçkin kulu Hz. Muhammed (s.a.s.)’e, bütün âlemlere, hususiyle kıyamete kadar gelecek akıl sahibi mükellef kişilere uyarıcı olması için indirilmiştir. “Uyarıcı” olma vasfı, hem Resûlullah (s.a.s.), hem de Kur’an için geçerlidir. Her ikisi de bir bütünün eşit iki parçası gibi birbirini tamamlamakta ve her ikisi de akıl sahibi varlıkları, nefsânî temâyüllerinden vazgeçip Allah’ın emrine tâbi olmadıkları takdirde kahr-ı ilâhî ve ebedî azap ile korkutmaktadırlar.

Bu âyet Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.)’in risâletinin cihânşumûl olduğunu beyân eden âyetlerden biridir. Nitekim bu hususa yer veren başka âyetler de vardır:

“Rasûlüm! Bütün insanlara şunu ilan et: «Ey insanlar! Şüphesiz ki ben Allah’ın, sizin hepinize gönderilmiş peygamberiyim.»” (A‘râf 7/158)

“…Bu Kur’an, kendisiyle sizi ve ulaştığı herkesi ebedî azaba karşı uyarmam için bana vahyedildi.” (En‘âm 6/19)

“Rasûlüm! Biz seni ancak bütün insanlara müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.” (Sebe’ 34/28)

İbadete layık gerçek ve tek ilâh, Furkân’ı indiren Allah Teâlâ’dır:

2. Göklerin ve yerin mutlak mülkiyeti ve hâkimiyeti yalnızca O’na aittir. O asla bir çocuk edinmemiştir. Mülk ve saltanatında O’nun bir ortağı da yoktur. O her şeyi yaratmış; her birine belli bir ölçü, biçim ve nizam tâyin etmiştir.

Cenab-ı Hakk’ın tek ilâh olduğunu gösteren delillerden bir kısmı şunlardır:
Göklerin ve yerin mülkü; hâkimiyeti, hükümranlığı ve tasarrufu yalnızca O’na aittir.
asla çocuk edinmemiştir. Dolayısıyla onunla beraber tapılmaya layık hiçbir kimse yoktur.
Hâkimiyet, saltanat ve ilâhlığında O’nun hiçbir ortağı yoktur. Bu sebeple melekleri, cinleri ve başka varlıkları O’na ortak kabul edenler veya O’na çocuk nispet edenler müşriktirler. Böyleleri Allah’ın nihâyetsiz kudret ve azametini kavrayamamakta; O’nun insanlar gibi bir mirasçıya ihtiyaç duyacak derecede zayıf ve muhtaç olduğunu sanmaktadırlar. Bu ise cehâlet, sapıklık ve aptallığın ta kendisidir.
Her şeyi Allah Teâlâ yaratmış, her birine bir ölçü, biçim, âhenk ve nizam vermiştir. O yanılarak veya gafletle hiçbir şey yaratmış değildir. Bilakis kıyâmete kadar yarattıkları ve kıyâmetten sonra yaratacağı her şey ancak O’nun takdiri ile meydana gelmektedir. Kâinattaki her şey O’nun mahlûku, memlûkü, makdûru ve mahkûmüdür.[1] Vasfı böyle olan ve sonsuz bir kudretin kabzasında mahkûm bulunan aciz varlıkların kendilerine çizilen hudutları aşarak Allah’a ortak olmaları nasıl düşünülebilir?
Buna rağmen bazı insanlar Allah’ı bırakıp bir kısım sahte tanrılar edinmektedirler. Halbuki onların taptığı o aciz varlıkların gerçek ilâh olmaları mümkün değildir. Çünkü bunlar:
Hiçbir şey yaratamazlar; aksine kendileri yaratılmışlardır. Yaratamayan, üstelik kendisi yaratılmış olan biri ilâh olamaz.
Ne kendi kendilerine, ne de başkalarına ne zarar verebilirler, ne zararı giderebilirler, ne fayda verebilirler, ne de faydaya mâni olabilirler. Dolayısıyla bunların zararından korkmak veya faydalarını ummak boş bir kuruntudur. Halbuki bütün kudret ve kuvvet Allah’a ait olup istediği şekilde fayda ve zarar vermeye kadirdir. Ne kimse O’nun vereceği zararı engelleyebilir, ne de O’nun lütfedeceği faydaya mâni olabilir.
Bu sahte tanrılar ne kimseyi öldürmeye ne kimseye hayat vermeye ne kıyameti koparmaya ne de kıyametten sonra insanları yeniden diriltmeye güç yetirebilirler.

Halbuki Cenâb-ı Hak her an eceli gelen canlıları öldürmekte, binlerce yenisine hayat vermektedir. Kıyâmet günü ise hepsini yeniden diriltecektir.
Fakat küfrün içine batmış olanlar, bütün bu gerçeklere kör ve sağır kesilerek bildiklerini okumaya devam ediyorlar:

Mahluku: Yarattığı. Memlûku: Malı, mülkü, sahip olduğu şey. Makdûru: Belli ölçülere göre ölçüp biçtiği şey. Mahkûmu. Üzerinde istediği şekilde karar verdiği ve uyguladığı şey.

3. Buna rağmen müşrikler Allah’ı bırakıp birtakım ilâhlar ediniyorlar ki, bunlar bir şey yaratamadıkları gibi, üstelik kendileri yaratılmaktadır. Sonra, ne başlarına gelecek bir zararı savma, ne de kendilerine herhangi bir fayda sağlama gücüne sahiptirler. Ayrıca bunlar öldürmeye de, hayat vermeye de, yeniden diriltmeye de muktedir değildirler.

Cenab-ı Hakk’ın tek ilâh olduğunu gösteren delillerden bir kısmı şunlardır:

Göklerin ve yerin mülkü; hâkimiyeti, hükümranlığı ve tasarrufu yalnızca O’na aittir.
asla çocuk edinmemiştir. Dolayısıyla onunla beraber tapılmaya layık hiçbir kimse yoktur.
Hâkimiyet, saltanat ve ilâhlığında O’nun hiçbir ortağı yoktur. Bu sebeple melekleri, cinleri ve başka varlıkları O’na ortak kabul edenler veya O’na çocuk nispet edenler müşriktirler. Böyleleri Allah’ın nihâyetsiz kudret ve azametini kavrayamamakta; O’nun insanlar gibi bir mirasçıya ihtiyaç duyacak derecede zayıf ve muhtaç olduğunu sanmaktadırlar. Bu ise cehâlet, sapıklık ve aptallığın ta kendisidir.
Her şeyi Allah Teâlâ yaratmış, her birine bir ölçü, biçim, âhenk ve nizam vermiştir. O yanılarak veya gafletle hiçbir şey yaratmış değildir. Bilakis kıyâmete kadar yarattıkları ve kıyâmetten sonra yaratacağı her şey ancak O’nun takdiri ile meydana gelmektedir. Kâinattaki her şey O’nun mahlûku, memlûkü, makdûru ve mahkûmüdür. Vasfı böyle olan ve sonsuz bir kudretin kabzasında mahkûm bulunan aciz varlıkların kendilerine çizilen hudutları aşarak Allah’a ortak olmaları nasıl düşünülebilir?

Buna rağmen bazı insanlar Allah’ı bırakıp bir kısım sahte tanrılar edinmektedirler. Halbuki onların taptığı o aciz varlıkların gerçek ilâh olmaları mümkün değildir. Çünkü bunlar:

Hiçbir şey yaratamazlar; aksine kendileri yaratılmışlardır. Yaratamayan, üstelik kendisi yaratılmış olan biri ilâh olamaz.
Ne kendi kendilerine, ne de başkalarına ne zarar verebilirler, ne zararı giderebilirler, ne fayda verebilirler, ne de faydaya mâni olabilirler. Dolayısıyla bunların zararından korkmak veya faydalarını ummak boş bir kuruntudur. Halbuki bütün kudret ve kuvvet Allah’a ait olup istediği şekilde fayda ve zarar vermeye kadirdir. Ne kimse O’nun vereceği zararı engelleyebilir, ne de O’nun lütfedeceği faydaya mâni olabilir.
Bu sahte tanrılar ne kimseyi öldürmeye ne kimseye hayat vermeye ne kıyameti koparmaya ne de kıyametten sonra insanları yeniden diriltmeye güç yetirebilirler. Halbuki Cenâb-ı Hak her an eceli gelen canlıları öldürmekte, binlerce yenisine hayat vermektedir. Kıyâmet günü ise hepsini yeniden diriltecektir.
Fakat küfrün içine batmış olanlar, bütün bu gerçeklere kör ve sağır kesilerek bildiklerini okumaya devam ediyorlar:

Mahluku: Yarattığı. Memlûku: Malı, mülkü, sahip olduğu şey. Makdûru: Belli ölçülere göre ölçüp biçtiği şey. Mahkûmu. Üzerinde istediği şekilde karar verdiği ve uyguladığı şey.

4. Kâfirler: “Kur’an, Muhammed’in uydurduğu yalandan başka bir şey değildir; üstelik bir başka grup da bu hususta ona yardım etmektedir” dediler. Böylece onlar korkunç bir zulüm işleyip dehşetli bir yalan uydurdular.

5. Dediler ki: “Bu Kur’an öncekilerin masallarıdır. Peygamber onu kendisi için başkasına yazdırmıştır. Bu masallar ona sabah ve akşam gizlice okunup duruyor.”

6. Rasûlüm! De ki: “Bu Kur’an’ı göklerin ve yerin tüm gizliliklerini bilen Allah indirmiştir. Şüphesiz O çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.”


Müşriklerin Kur’ân-ı Kerîm karşısında ileri sürdükleri iddialardan biri, onu Peygamber (s.a.s.)’in kendiliğinden uydurduğu ve bu hususta ona bir kısım insanların yardım ettiği şeklindeydi. Bir diğer iddiaları ise Kur’an’ın ebedî ve ezelî hakîkatleri açıklayan âyetlerini, vuku bulup bulmadığı belli olmayan, vuku bulduysa da ne zaman ve nasıl vuku bulduğu bilinmeyen “öncekilerin masalları” şeklinde vasfetmeleri idi. Her iki iddia da zulüm ve yalanın ta kendisidir. Çünkü Kur’an, bir beşer sözü değil, göklerin ve yerin tüm sırlarını bilen Yüce Allah tarafından indirilen mûcize bir kelâmdır. Onda hiçbir beşerî meleke ve kabiliyetlerle ulaşılamayacak, ancak Allah’ın vahyetmesiyle bilinecek sırlar, gayb âlemine ait bilgiler, kanun ve hakikatler yer alır. İlk günden itibaren benzerinin getirilmesi için açıktan meydan okumasına rağmen, aradan on beş asır geçtiği ve hiçbir zaman Kur’an düşmanları eksik olmadığı halde, hiç kimse onun bir benzerini, hatta onun bir sûresinin benzerini getirmeye güç yetirememiştir. Bu durum, onun doğruluğu üzerindeki tüm şüpheleri kaldırmakta ve onun kelâm-i ilâhî olduğunu kabulü gerekli kılmaktadır.

6. âyetin “Allah’ın çok bağışlayıcı ve çok merhametli oluşu” ile tamamlanmasının husûsî bir mânası dikkat çekmektedir. Cenâb-ı Hak nihâyetsiz mağfiret ve merhamet vasıflarına sahip olduğundandır ki Kur’an düşmanlarına mühlet tanımaktadır. Yoksa Resûlullah (s.a.s.)’e karşı yalan ithamlarından dolayı kendilerini derhal helak edebilirdi. Ayrıca o zalimlere, inat ve düşmanlıklarını terk edip hakîkate teslim oldukları takdirde, önceki günahlarının bağışlanacağı müjdesini vermektedir.

Müşrikler, Resûlullah (s.a.s.)’le ilgili de şöyle asılsız iddialarda bulunuyorlardı:

7. Bir de şöyle dediler: “Bu nasıl Peygamber böyle? Bizim gibi yiyip içiyor, çarşı pazarda dolaşıyor. Bari, yanısıra bir melek indirilmiş olsaydı da, kendisiyle birlikte gezip hem onun peygamberliğini doğrulasa hem de bizi Allah’ın azabına karşı uyarsaydı ya?”

8. “Yahut kendisine bir hazine verilseydi veya kendisinin zahmetsizce yiyip içeceği, geçimini temin edeceği bir bahçesi olsaydı.” Bu zâlimler mü’minlere de: “Siz, başka değil, gerçekten büyülenmiş bir adamın peşine düşmüşsünüz!” dediler.

9. Rasûlüm! Bak, senin hakkında nasıl da böyle tuhaf tuhaf ve tutarsız yakıştırmalarda bulunuyorlar. Onlar işte bu yüzden sapıp gittiler; bu gidişle bir daha da doğru yolu bulamazlar.

10. O şânı öyle yüce, öyle feyiz ve bereket kaynağı bir Allah’tır ki, eğer dilese, senin için bundan daha hayırlısını verir, sana altlarından ırmaklar akan cennetler lutfeder ve senin için köşkler, saraylar yapar.


Bu âyet-i kerîmelerin iniş sebebiyle ilgili olarak şöyle bir hâdise nakledilir:

Mekke’de bir grup müşrik toplanıp: “Muhammed’e haber gönderelim, gelsin de kendisiyle konuşalım ki, sonra ona yapacaklarımızda mazur olalım” dediler ve gelmesi için Efendimiz (s.a.s.)’e haber gönderdiler. Peygamberimiz (s.a.s.) yanlarına geldi. Ona:

“- Ey Muhammed! Seni çağırdık ki konuşalım da sonra sana yapacaklarımızda mazur olalım! Eğer bu getirdiğin dâvâ ile mal peşinde isen, toplayıp biriktirdiğimiz malları sana verelim. Eğer şan şeref peşinde isen seni başımıza geçirelim. Eğer kral olmak istiyorsan gel seni kral yapalım” diye tekliflerde bulundular. Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle cevap verdi:

“- Söylediklerinizin hiçbirine ihtiyacım yok. Bunları ne malınızı istemek, ne aranızda şan ve şeref sahibi olmak, ne de kral olmak için getirdim. Bilakis Allah beni size peygamber gönderdi, bana kitap indirdi ve sizi müjdeleyip uyarmamı emretti. Ben size O’nun dinini tebliğ ettim, size öğüt verdim, nasihatte bulundum. Eğer benim getirdiklerimi kabul edecek olursanız bu, dünya ve âhirette size fayda verecek pek kıymetli bir nasiptir. Reddedecek olursanız, Allah benimle sizin aranızı ayırıncaya kadar Allah’ın takdirine sabredeceğim” buyurdu. Onlar:

“Ey Muhammed! Bu tekliflerimizin hiçbirini kabul etmeyeceksen o takdirde Rabbinden bazı isteklerde bulun. Meselâ melek göndersin de o senin peygamberliğinin gerçek olduğunu bize söylesin. Rabbinden dile, sana bağlar bahçeler, saraylar versin. Çünkü biz senin, tıpkı bizim gibi, geçim derdine düşmüş çarşı pazarda dolaşıp durduğunu görüyoruz. Bunları sana versin ki çarşı pazar dolaşıp çalışmaktan kurtulasın, biz de iddia ettiğin gibi senin gerçekten Rabbinin katında üstün bir merteben olduğunu bilelim” dediler. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.s.):

“- Bu söylediklerinizi yapacak değilim; bu söylediklerinizi Rabbimden isteyecek değilim. Zaten ben bunun için de gönderilmedim. Şunu bilin ki, Allah beni, sizi müjdelemem ve uyarmam için peygamber gönderdi” buyurdu. Bunun üzerine bu âyet-i kerîmeler nâzil oldu. (Âlûsî, Rûhu’l-me‘ânî, XVIII, 237)

Kâfirlerin bunca inat ve itirazlarının arkasında yatan gerçek sebep şudur:

11. Aslında onlar kıyâmeti yalanladılar. Biz ise kıyâmeti yalanlayanlar için alevli bir ateş hazırlamışızdır.

12. Cehennem onları uzak bir mekândan gördüğü zaman, onun öfkeyle nasıl gürlediğini ve nasıl korkunç homurtular çıkardığını duyacaklar.

13. Zincirlerle elleri boyunlarına kelepçelenmiş, ayakları bukağılı olarak cehennemin dar bir yerine tıkıldıkları vakit, hemen orada ölsek de kurtulsak diye helâk olmak için can atacaklar.

14. Kendilerine: “Bugün bir defa helâk olmayı istemeyin. İsterseniz birçok defa helâk olmayı isteyin; bunun size bir faydası olmaz!” denilecek.


“Cehennemin onları görmesi” mecazi bir ifade olabileceği gibi, onun görme, düşünme, ölçüp biçme gibi melekelerle donatıldığı mânasına da gelebilir. Nitekim Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur.

“Kıyamet gününde gören iki gözü, işiten iki kulağı ve konuşan bir dili bulunan bir boyun cehennem ateşinden çıkacak ve şöyle diyecek: «Ben üç kişiyi yakalayıp cezalandırmakla görevlendirildim: İnatçı her bir zorbayı, Allah’tan başka bir ilâha tapan kimseleri ve suret yapanları.»” (Tirmizî, Cehennem 1)

Cehennem kâfirleri görünce, onları cezalandırmaya olan şiddetli arzusu sebebiyle son derece öfkelenecek, kaynayacak ve müthiş bir uğultu çıkaracaktır. Onun bu hâlini cehenneme atılacaklar hem görecek, hem de duyacaklardır. Âyet-i kerîmede buyrulur.

“Kâfirler cehenneme atıldıklarında, onun kendilerini yutmak için homurtularla nasıl içine doğru nefes alıp, uğuldaya uğuldaya kaynadığını işitirler. Cehenem öfkesinden neredeyse çatlayacak!..” (Mülk 67/6-7)

Kâfirler elleri zincirlerle boyunlarına bağlanmış, ayakları bukağılanmış; kıpırdamanın, çırpınmanın ve kaçmanın imkânsız olduğu bir halde güçlü kuvvetli zebâniler tarafından cehenneme atılacaklardır. Atıldıkları yer son derece dar olacaktır. Onların mekânları dar, kalpleri dar, vakitleri dar olacaktır. Elemleri sonsuz, sıkıntıları kesintisiz olacak; bir boşluk görüp oraya doğru koşsalar: “Şimdi tadın azâbı! Bundan böyle size, azâbınıza azap katmaktan başka bir şey yapacak değiliz” (Nebe’ 78/30) tehdidiyle karşılaşacaklardır. Bu sebeple o yakıcı azapla yüz yüze geldiklerinde ölümü ve helâk olup gitmeyi istemekten başka çareleri kalmayacak; “Yetiş ey ölüm, yetiş ey helak!” diye feryat edeceklerdir. Ancak bu feryatların onlara bir faydası olmayacaktır. Artık bir değil bin feryat etseler yine boşunadır. Bunlar onların azaplarının artmasından başka bir işe yaramayacaktır. Ayrıca “Bugün bir defa helâk olmayı istemeyin. İsterseniz birçok defa helâk olmayı isteyin; bunun size bir faydası olmaz!” hitabıyla bütün azabın karşılaşılan azaptan ibaret olmadığı, daha şiddetli azapların kendilerini beklediği haber verilmiş olmaktadır. Cehennem azabının ebediliğini haber veren başka âyet-i kerîmeler dikkate alındığında, bu hitaptan inkârcıların yanan derilerinin tazeleneceği, böylece tekrar tekrar azaba maruz kalacakları anlaşılmaktadır. (bk. Nisâ 4/56)

Şimdi gelen âyetler, cennetliklerle cehennemlikleri karşılaştırarak, insanları tercih edecekleri yol hakkında düşünmeye davet ediyor:

15. Rasûlüm! De ki: “Böyle bir sonuç mu daha hayırlı, yoksa kalpleri Allah’a saygıyla dopdolu olup O’na karşı gelmekten sakınanlara va‘dedilen ebedî cennet mi? O cennet onlar için bir mükâfat ve nihâî bir varış yeri olacaktır.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
16. Orada arzu ettikleri her şey vardır ve onlar orada ebedî kalacaklardır. Bu, Rabbinin yerine getirmeyi üstlendiği ve gerçekten istenmeye değer bir va‘didir

Cennetin cehennemden hayırlı olduğunda şüphe yoktur. Fakat kâfirler, cehenneme girmelerine sebep olacak günahlar işlemek suretiyle, âdeta “ateşte bir hayır vardır” demek istiyorlar. Bu yüzden, bir mânada zihinleri kurcalayacak ters bir soru ile yanlış yolda gidenler intibâha davet edilmektedir. “Hayır, bu yoldan dönün. Çünkü cehennemde hiçbir hayır yoktur” denmek istenmektedir.

Cennet ebedî kalma yeridir. Oraya giren bir daha çıkmayacak, bir an olsun çıkmak da istemeyecektir. (bk. Kehf 18/108) Cennetliklere istedikleri her nimet ikram edilecektir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“…Cennette canınızın çektiği her şey vardır; orada istediğiniz her şey sizindir. Çok bağışlayıcı, sonsuz merhamet sahibi Allah’tan bir ikram olarak!” (Fussılet 41/31-32)

“Allah müttakilere şöyle buyurur: «Ey mü’min kullarım! Bugün artık size ne bir korku vardır, ne de bir keder.» O kullarım ki, dünyada iken bizim âyetlerimize inanmış ve bütün varlıklarıyla bize teslim olmuşlardı. «Haydi siz ve eşleriniz muhteşem bir şekilde karşılanıp ağırlanmak üzere, sevinç ve saadet içinde girin cennete!» Etraflarında altın tepsiler ve kadehler dolaştırılır. Orada canların çektiği ve gözlerin hoşlandığı her şey vardır: «Artık siz orada ebediyen kalacaksınız! Yaptığınız güzel ameller sayesinde vâris kılındığınız cennet işte burasıdır. Burada sizin için bol bol meyveler, yiyecekler vardır; onlardan âfiyetle yersiniz.»” (Zuhruf 43/68-73)

Âyet-i kerîmelerden anlaşıldığı üzere ömrünü takvâ ölçüleri içinde geçiren kullar, kalpleri Allah korkusu ve saygısı ile dopdolu olup O’na karşı gelmekten sakınan bahtiyarlar, cennetlerde ebedî ve çok değerli nimetler içinde saadet ve huzur dolu bir hayat süreceklerdir. Âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şeriflerde beyân edildiği üzere cennet nimetlerini şöyle hülâsa etmek mümkündür: “Hûriler, koltuk ve yataklar, neş’e ve sevinçler, rahatlıklar, güzel nasipler, güzel kokular, başka güzellikler ve ihsanlar, yepyeni lutuflar, ziyâdesiyle ikramlar, en lezzetli içecekler, muhabbetle tokuşturulan şarap dolu kadehler, gönül genişliği, hal güzelliği, ünsiyetin kemâli, neş’enin devamı, huzur ve mutluluğun tamâmı, elbiseler harîr denen ipekten, yataklar ve döşekler sündüs denen ince ipek ve istebrak denen kalın ipektendir. Nimetlerin isimleri dünyadaki isimler gibi, fakat kendileri dünyada alışılmış olandan bambaşka mâhiyet ve güzelliktedir.”

Şimdi putperestlerle taptıkları putlar arasında mahşerde vuku bulacak konuşma ve tartışmalardan hazin bir manzara arz edilmektedir:

17. O gün Rabbin müşriklerle onların Allah’tan başka taptıklarını huzurunda toplayacak, sonra da o tapılanlara: “Şu kullarımı siz mi sapıklığa düşürdünüz, yoksa onlar kendi kendilerine mi yoldan çıktılar?” diye soracak.

18. Onlar da şöyle cevap verecek: “Seni her türlü noksanlıklardan ve şirkten pak ve uzak tutarız! Seni bırakıp başka dostlar edinmek bize yakışmaz. Ne var ki sen bunlara ve atalarına fazl u kereminden bol bol nimetler verdin; nihâyet onlar seni anmayı unutup kitabına uymadılar, sonunda helâk olmaya müstahak bir gürûh hâline geldiler.”

19. Bunun üzerine Allah putperestlere şöyle buyuracak: “İşte taptığınız bu varlıklar sizi söylediklerinizde yalancı çıkardılar. Şimdi siz ne azabı geri çevirmeye ne de kendinize yardım etmeye güç yetirebilirsiniz. Şunu bilin ki, içinizden kim zulmetmişse, ona büyük bir azap tattıracağız.”


Cenâb-ı Hak mahşer günü insanlarla birlikte müşriklerin taptıkları putları da diriltecek; insanları doğru yoldan saptıranların kendileri olup olmadığını soracak, onlar da bu hususta kesinlikle hiçbir mesuliyet kabul etmeyeceklerdir. Bilakis müşriklerin, bizzat kendi yanlış inanç ve düşüncelerinden hareketle böyle bir yolu tuttuklarını, Allah’ın verdiği nimetlerle şımarıp O’nu zikretmeyi ve gönderdiği ilâhî mesajlara kulak vermeyi terk ederek neticede helâke müstahak olan bir toplum hâline geldiklerini söyleyeceklerdir. Bu konuda kendine tapanlara karşı şeytanın itirafı pek dikkat çekicidir:

“Hesaplar görülüp iş bitirilince şeytan şöyle der: «Allah size gerçekleşmesi kesin olan bir va’dde bulundu; ben de size öylesine va’dde bulundum fakat sözümde durmadım. Aslında benim size istediğimi yaptıracak bir gücüm de yoktu. Sadece ben sizi inkâra çağırdım, siz de bana uydunuz. Öyleyse beni kınamayın da kendinizi kınayın. Bugün, ne ben sizin feryadınıza yetişebilirim, ne de siz benim feryadıma yetişebilirsiniz. Dünyada iken beni Allah’a ortak tanımış olmanızı da reddediyorum. Elbette zâlimlere can yakıcı bir azap vardır.»” (İbrâhim 14/22)

Yine Cenâb-ı Hak, kıyamet günü müşrikleri göstererek meleklere: “Şunlar size mi tapıyordu?” diye soracak, melekler de: “Seni noksan sıfatlardan ve herhangi bir ortağının bulunmasından pak ve temiz tutarız. Bizim dostumuz, sahibimiz ve koruyucumuz ancak sensin! Bizim onlarla bu mânada hiçbir münâsebetimiz olmamıştır, olamaz da! Hayır, onlar, bize değil cinlere tapıyordu ve çoğu onlara inanıyordu” diyeceklerdir. (Sebe’ 34/40-41)

Âyetlerde haber verildiği üzere kendilerinden yardım ve şefaat umdukları putları tarafından söyledikleri yalanlanan, iddiaları çürütülen ve umutları boşa çıkarılan putperestler, o dehşetli mahşer gününde ne kendilerinden azabı savmaya, ne de kendileri için bir yardım sağlamaya güç yetirebileceklerdir. Dünyada Allah’a şirk koşarak ve O’na isyan ederek en büyük zulmü işlemiş kimseler, tevbe etmeden bu halleriyle âhirete intikal ettikleri takdirde cehennemde büyük bir azabı tatmaya mecbur bırakılacaklardır. Dolayısıyla Allah’ın buyruklarını tebliğ eden peygamberin insan mı, cin mi, melek mi olması gerektiğiyle, yiyip içmesiyle uğraşmayı bırakıp onun getirdiği mesajları can kulağıyla dinlemek gerekir:

20. Rasûlüm! Senden önce gönderdiğimiz peygamberler de mutlaka yemek yer, çarşı pazarda dolaşırlardı. Ey insanlar! Biz, sizi birbirinizle imtihan ediyoruz; bakalım sabredebilecek misiniz? Rabbin zâten her şeyi hakkiyle görmektedir.

Sadece son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.) değil, önceki tüm peygamberler de insanlar arasından gönderilmiş birer beşer idiler. Yer içer ve çarşı pazarda dolaşırlardı. Ticaret yapar, meslek icrâ ederlerdi. İnsanlara hayatın her alanında örnek olmaları için bu gerekli idi. Onların esas üstünlükleri Allah’tan aldıkları vahiy ve ona tâbi oluşları, diğer insanları da o ilâhî hakîkatlere uymaya davet edişleri idi. Buradan esas faziletin şekilde değil mânada olduğu anlaşılmaktadır. Bununla birlikte Allah Teâlâ insanların bir kısmını diğeri için bir imtihan vesilesi kılmıştır. Peygamberler ümmetleriyle, ümmetler peygamberleriyle imtihan edilirler. Peygamberlerin, dâvalarına karşı duran insanların çıkardıkları engeller karşısında dayanıp dayanamadıkları sınanır. İnsanlar da peygamberlere uyup uymamakla sınanırlar. İnsanların kimi zengin kimi fakir, kimi sağlıklı kimi hasta, kimi güçlü kimi zayıftır. Bunlar hep birbirleriyle denenirler. Zenginlerin fakirlere yardım edip etmedikleri, fakirlerin hallerine sabredip etmedikleri, kuvvetlilerin zayıflara yardım elini uzatıp uzatmadıkları denenir. Bu konuda ne kadar sabırlı oldukları test edilir. O halde insan umutsuzluğa düşmeden halini düzeltmeye çalışmalıdır. Her şeyi hakkiyle gören Allah’ın kendisini de çok iyi gördüğünü anlayıp, ona göre hatalarını düzelterek güzel bir kul olmaya gayret göstermelidir.

Fakat âhirete imanı olmayanlar, inkârları için bahane aramaya devam edeceklerdir:

21. Öldükten sonra dirilip bizimle karşılaşacaklarını beklemeyenler: “Elçi olarak bize gökten melekler indirilmeli veya Rabbimizi görmeli değil miydik?” dediler. Gerçekten onlar kendilerini çok büyük gördüler ve büyük bir taşkınlıkla azdıkça azdılar.

22. Acele etmesinler; kıyâmet günü melekleri görecekler, fakat o günde inkârcı suçlulara hiçbir sevindirici haber verilmeyecek. Melekler onlara: “Size her şey yasak! Siz her türlü rahmet ve nimetten mahrumsunuz!” diyecekler.

23. Çünkü biz o gün onların yaptıkları bütün amellerin üzerine varıp, hepsini toz duman edeceğiz.


Âhiretin varlığını kabul etmeyenler, Peygamber’e inanmak ve O’na uymak istemiyor, bunun için de akla hayâle gelmez bahaneler uyduruyor ve gerçekleşmesi zor gözüken taleplerde bulunuyorlardı. Bunlardan biri de meleklerin gelip Hz. Muhammed (s.a.s.)’in doğru söylediğine şâhitlik yapmalarını veya Allah’ı dünya gözleriyle görüp bizzat O’nun kendilerine Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamber olduğunu söylemesini istemeleri idi. İsrâ sûresinde geçtiği üzere müşrikler Resûlullah (s.a.s.)’den bir takım mûcizeler talep etmişlerdi. Son olarak da: “Yahut Allah ve meleklerini karşımıza getirmelisin, onlar da senin doğruluğuna şâhitlik etmelidir” (bk. İsrâ 17/90-92) demişlerdi. Bu, onların kendilerini büyük görmelerinin ve azgınlıkta çok ileri gitmelerinin açık bir göstergesi idi. Çünkü dünya gözüyle ne melekleri ne de Allah’ı görmek mümkündür. Melekler ancak ya ölüm anında veya azabın indirilmesi sırasında görülebilirler. İşte kâfirler, talep ettikleri doğrultuda melekleri görecekler fakat bu görme onlar için hiç de hayırlı olmayacaktır. Ya ölürken görecekler veya kıyamet günü ilâhî azabın her taraftan kendilerini kuşattığı zaman görecekler; fakat o gün onlar için hiç de müjdeli bir haber olmayacaktır. Melekler mü’minleri cennetle müjdelerlerken (bk. Fussılet 41/30; Hadîd 57/12), ölüm ânında kâfir ve müşrikleri canları çıkıncaya kadar demirden tokmaklarla dövecekler (bk. Enfâl 8/50; Muhammed 47/27); mahşer günü de onları yetmiş arşın uzunluğunda zincirlere vurup ellerini boyunlarına bağlayarak kızgın cehennem ateşine doğru sürükleyeceklerdir. (bk. İbrâhim 14/49; Hâkka 69/30-32) Bu esnâda melekler onlara: “Allah’ın rahmeti size haram, haram!” diyecekler; onlar ise bir taraftan “N’olur yapmayın, acıyın bize!” diye yalvaracaklar, bir taraftan da artık bütün ümit kapılarının kapandığını anlayarak, eyvahlar edecek, “Vah bize! Demek, dönüşü olmayacak şekilde ilâhî rahmetten kovulmuşuz” diyerek pişmanlık ateşiyle yanacaklardır. Çünkü Allah Teâlâ, onların yaptıkları bütün amellerin üzerine gelip onları toz duman haline getirecek, onlardan hiçbir fayda göremeyeceklerdir. Böylece emekleri zâyi olmuş, gayretleri boşa gitmiş, ömürleri hebâ olmuş, ticaretleri zarar etmiş ve bütün umutları kesilmiş olacaktır. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“O gün daha önce hiç hesaba katmadıkları kötü şeyler Allah tarafından karşılarına çıkarılacaktır.” (Zümer 39/47)

“Rasûlüm! De ki: «Yaptıkları ameller yüzünden en çok zarara uğrayacakları haber verelim mi? Onlar, güzel şeyler yaptıklarını zannetmelerine rağmen, dünya hayatında yaptıkları çalışmalar boşa giden kimselerdir.»” (Kehf 18/103-104)

“Kâfirlere gelince, onların bütün amelleri, ıssız çöllerdeki serap gibidir ki susuz kalan onu su zanneder. Fakat yanına varınca onun bir hiç olduğunu görür. Üstelik yanı başında da inanmadığı, kendisinden sakınmadığı Allah’ı bulur; Allah da onun hesabını eksiksiz görür. Allah, hesapları pek çabuk görendir.” (Nûr 24/39)

Kâfirlerin âhiretteki hazin durumları tasvir edildikten sonra hemen bunun karşısında mü’minlerin güzel halleri sahneleniyor:

24. Cennetin yârân ve yoldaşları ise o gün kalınacak yerlerin en iyisinde, dinlenme yerlerinin en güzelinde olacaklardır.

O gün cennetliklerin kaldıkları yerler çok iyi, çok hayırlı olacak; istirahat ettikleri yerler de çok güzel olacaktır. Kâfirler bin bir meşakkat, sıkıntı, huzursuzluk ve azap içinde kıvranırken, cennetlikler güzel yerlerde, gölgeler altında rahatça istirahat edeceklerdir.

Sahâbe-i kirâmdan Ebû Sâid el-Hudrî’nin şöyle dediği rivayet edilir:

Resûlullah (s.a.s.) “Miktarı dünya senesiyle elli bin yıl uzunluğundaki bir günde” (Meâric 70/4) âyetini okuyunca ben: “O gün ne kadar da uzun!” dedim. Bunun üzerine Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki; o gün mü’mine o kadar çok hafifletilecektir ki, dünyada kılmış olduğu bir farz namazdan dahi daha hafif ve çabuk gelecektir.” (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, X, 337)

Bununla birlikte o gün daha nice dehşetli olaylar meydana gelecek, nice çaresiz pişmanlıklar yaşanacak:

25. O gün gökyüzü beyaz bulutlar hâlinde yarılacak ve her taraftan melekler birbiri ardınca yeryüzüne indirilecektir.

26. Gerçek mülkiyet ve hâkimiyet o gün sadece Rahmân’a aittir. Kâfirler için ise o gün, çok çetin ve zor bir gün olacaktır.


Kıyâmet günü yeryüzünde, dağlarda ve denizlerde olduğu gibi göklerde de büyük bir ınkılap, tahrip ve tebdil olacaktır. Bununla alakalı olarak âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Gök yarılıp parçalandığı zaman.” (İnfitâr 82/1)
“Gökyüzü açılır, kapı kapı olur.” (Nebe’ 78/19)
“O gün… gökler de başka göklerle değiştirilir.” (İbrâhim 14/48)

Bu sûrenin 25. âyet-i kerîmesi ise göğün beyaz bulutlarla yarılacağını veya göğü kuşatan bulutların yarılıp onun açığa çıkacağını ve meleklerin bölük bölük yere indirileceklerini haber vermektedir. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Hayır! Böyle yapmayın! Yeryüzü birbiri ardınca şiddetle sarsılıp toz-toprak, dümdüz olduğu, Rabbinin emri gelip melekler sıra sıra dizildiği zaman!” (Fecr 89/21-22).

İşte o gün dünyada insanlara verilen fânî ve izâfî hâkimiyetler, mülk ve tasarruflar son bulacak, hâkimiyet tam ve mutlak olarak Rahman olan Allah’a ait olacaktır. O gün sadece O’nun hükmü ve kararı geçerli olacaktır. Diğer günlerin aksine artık o gün bütün hükümdarlar O’na boyun eğecek, bütün yüzler O’na dönecek ve bütün zorbalar O’nun huzurunda zilletini kabul edecektir. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“O gün bütün insanlar kabirlerinden çıkıp Allah’ın huzuruna varacak. Onlarla ilgili hiçbir şey Allah’a gizli kalmayacak. Allah: «Bu gün mutlak mülkiyet ve hâkimiyet kimindir?» diye soracak. Kimse cevap veremeyecek de yine kendisi: «Tek olan, her şeyi kudretine boyun eğdiren Allah’ın!» buyuracak.” (Mü’min 40/16)
Resûlullah (s.a.s.) de bu hususta şöyle buyurur:

“Allah Teâlâ, gökleri kıyamet günü dürer, sonra onları sağ eliyle alır ve der ki: «Ben Melik’im, cebbârlar nerede? Büyüklük taslayan mütekebbirler nerede?» Sonra sol eliyle arzı dürer ve: «Ben Melik’im, cebbârlar, mütekebbirler nerede?» buyurur.” (Müslim, Münafıkîn 24, Ebû Dâvud, Sünnet 19/4732)

Bu bakımdan, dünyada günahlarından arınmadan küfür , şirk ve zulüm gibi günahlarla mahşere gelen insanların durumları hiç de iç açıcı olmayacaktır:

27. O gün zâlim pişmanlıktan ellerinin üzerini ısıracak ve şöyle diyecek: “Eyvâh! Keşke dünyada Peygamber’le beraber bir yol tutsaydım!”

28. “Yazıklar olsun bana! Keşke falanı dost edinmeseydim!”

29. “Vallahi, ikaz ve öğütlerle dolu olan Kur’an tam da bana ulaşmışken, beni onu anlayıp gereğini yapmaktan o uzaklaştırdı.” Şeytan insanı işte böyle uçuruma sürükler, işte böyle yapayalnız yüzüstü bırakır.


Dünya hayatında iman yerine küfrü, kulluk yerine isyanı tercih ederek ve Peygamber (s.a.s.)’in davetine sırt çevirerek en büyük zulmü işlemiş kimseler kıyâmet günü çok pişman olacaklar, üzülüp kederlenecekler ve pişmanlıklarından ellerini ısıracaklardır. Burada “elleri ısırmak” ifadesi duyulan pişmanlığın derecesini göstermektedir. Yaşarken Peygamber’in yanında bir yol tutmuş; ona iman ve itaat ederek bir ömür sürmüş olmayı isteyecekler. Âhlar, vâhlar, keşkeler birbirini kovalayacak. Kur’an ve Peygamber düşmanlarını dost edinmiş olmamayı çok arzulayacaklar. Çünkü kendilerini Kur’an’dan, Peygamber’den ve bunların öğrettiği şekilde Allah’ı zikirden alıkoyan onlar olmuştu. Fakat bu pişmanlıkların bir faydası olmayacak. Mahşerin sert ve belâlı dalgaları içinde Allah’ın rahmetinden ümidini kesmiş, yapayalnız ve yardımcısız bir halde kalacaklardır. Zaten şeytanın istediği de önce insanı Allah’a kulluk ve şükür yolundan saptırmak, sonra da onu böyle yalnız, yardımcısız, yüzüstü bırakmaktır.
O halde insan dünyada kimleri dost edindiğine, kimlerle birlikte bulunduğuna ve kimlerin izinden yürüdüğüne dikkat etmelidir. Resûlullah (s.a.s.)’in bu yöndeki tavsiyeleri ne kadar güzeldir:

“İyi ve kötü arkadaşın hali, güzel koku satanla körük çekenin haline benzer: Misk satan, ya sana güzel kokusundan bir miktar meccanen verir ya sen satın alırsın, ya da hiç değilse onunla beraber olduğun sürece güzel koku koklamış olursun. Körük çeken kimse ise, ya elbiseni yakar ya da en azından körüğün kötü kokusundan rahatsız olursun.” (Buhârî, Büyû’ 38; Müslim, Birr 146)

Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.)’e: “Ey Allah’ın Rasûlü! Kendileriyle oturup kalktıklarımızın en hayırlıları kimlerdir?” diye soruldu. Efendimiz şöyle buyurdu: “Kendisini gördüğünüz vakit size Allah’ı hatırlatan, konuşması ilminizi arttıran, ameli de size âhireti hatırlatan kimsedir.” (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, X, 226)

İmam Zeynelabidîn, oğlu Muhammed Bâkır’a şöyle öğüt verir:

“Sayacağım dört zümreden kimse ile arkadaşlık etmeyesin, onlarla yola çıkmayasın:
Fâsık: Bu içi bozuk biridir. Sırası geldiği zaman sana öyle bir şey satar ki, onda daha altı bulunmaz.
Cimri: Çünkü senin en çok ihtiyaç duyduğun şeyi elinden almak ister.
Yalancı: O, huysuz bir kadın tabiatındadır. Sana yakın olanı senden uzaklaştırmaya bakar. Sana uzak olanı da sana yakın göstermeye çalışır.
Akrabasını ziyaret etmeyen: Çünkü onun, Allah’ın kitabında üç ayette lânete uğradığı bildirilmiştir.” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 144)

Malik b. Dinar şu nasihatte bulunur:

“Şüphesiz ki iyi olan kimselerle taş taşıman, senin için günahkârlarla birlikte hurma ve tereyağından yapılan bir tatlıyı yemenden daha hayırlıdır.”
Sonra da şu beyti okur:

“Hayırlı insanlarla arkadaşlık et,
Her türlü kötülükten uzak kalırsın.
Bir gün dahi kötülerle arkadaşlık edersen,
Pişman olursun!”


Unutmayın ki, neticede en büyük pişmanlığı, Kur’an’ı terk edip Resûlullah Efendimiz’in şu şikâyetine uğrayanlar duyacaklardır:

30. Peygamber: “Rabbim! Şüphesiz kavmim bu Kur’an’ı ihmal edip büsbütün terk ettiler” dedi.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
31. Rasûlüm! İşte böylece biz, yalnızca senin için değil, her peygamber için günaha boğulmuş inkârcı suçlulardan düşmanlar kıldık. Bununla birlikte yol gösterici ve yardım edici olarak Rabbin yeter!

Resûlullah (s.a.s.)’in bu şikâyetinin hem dünyada, hem de âhirette olma ihtimâli vardır. Fakat 31. âyete bakıldığında bunun dünyada olma ihtimali daha kuvvetlidir. Buna göre Efendimiz (s.a.s.) hayatta iken kavmini Allah Teâlâ’ya şikâyet etmiştir. Çünkü onlar Kur’ân-ı Kerîm’e iman etmediler. Onun hakkında gerçek dışı sözler söylediler; onun bir şiir ve bir sihir olduğunu iddia ettiler. Değer vermedikleri ve peşinden gitmedikleri gibi üstelik onu bir eğlenme ve alay konusu edindiler. Allah Resûlü (s.a.s.)’e de düşmanlık yaptılar. Bu şikâyetin içinde Kur’ân’a iman etmemek ve karşı tavır almak bulunduğu gibi, onun müjde ve tehditlerine aldırmamak ve bilhassa lafzını okumayı terk etmek de mevcuttur. Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur:

“Kim, Kur’ân’ı öğrenir de mushafını asar, onu sık sık okumaz ve yüzüne bakmazsa, kıyâmet günü Kur’ân gelir, o kişinin yakasına yapışır ve:
«–Ey Âlemlerin Rabbi! Bu kulun beni terk etti ve benden uzak durdu. Aramızda sen hüküm ver!» diye şikâyette bulunur.”
(Kurtubî, el-Câmi‘, XIII, 27-28)

Onların bu amansız düşmanlıkları karşısında bunalan Habîbi’ni Cenâb-ı Hak, önceki peygamberlerden misal vererek teselli etmektedir. Önceki peygamberler de Allah’ın dinini tebliğ ettiler. Bu vazifeyi ifa ederken onların karşısına da günaha batmış kâfirlerden amansız düşmanlar çıktı. (bk. En‘âm 6/112-113) Hz. Âdem’in karşısına İblîs’in, Hz. İbrâhim’in karşısına Nemrud’un, Hz. Mûsâ’nın karşısına da Firavun ve Kârun’un çıkması bunun açık misalleridir. Dolayısıyla şikâyeti bırakıp onların yaptığı gibi mücâdele yapmak ve onların sabrettiği gibi sabretmek gerekir. Çünkü Cenâb-ı Hak, peygamberlerini ve onlara inananları doğru yola ileteceğine ve düşmanlarına karşı onlara yardım edeceğine söz vermektedir. (bk. Saffât 37/171-173; Mü’min 40/51)

Dikkat etmek gerekir ki, “Allah’ın yol gösterici” olması, sadece hakîkatin bilgisini verme mânasında değil, İslâmî hareketin doğru istikâmette ilerlemesi ve İslâm düşmanlarının strateji ve planlarının akamete uğraması için, gereken vakitte lâzım gelen “yol göstericilikte bulunmak” anlamına da gelir. Buna göre “yardım” da, bâtıla karşı amansız bir mücâdele sürdüren Hak bağlılarına yapılan her türlü ahlâkî, maddî ve manevî yardımı içine alır. Dolayısıyla, takvâ sahipleri için Allah kâfîdir ve Allah’a tam bir imanla bağlandıkları, bütün güç ve kuvvetleriyle bâtıla karşı savaştıkları müddetçe Allah’ın yardımı onlara yetecektir; başka hiç bir desteğe ihtiyaçları yoktur.

Müşriklerin Kur’an’a yönelttikleri itirazlardan biri de, niçin onun topluca bir defada indirilmediği idi. Bunun sebep ve hikmetini açıklamak üzere buyruluyor ki:

32. Kâfirler: “Bu Kur’an Peygamber’e toplu olarak bir defada indirilseydi ya!” diyorlar. Halbuki biz, Kur’an’ı kalbine iyice yerleştirelim, onunla kalbini pekiştirelim ve ortaya çıkan yeni durumlar münasebetiyle sana gerekli tâlimatı verelim diye onu böyle parça parça indiriyor ve onu sana tane tane okuyoruz.

33. Bu sebepledir ki, onlar seni zor durumda bırakmak için ne zaman bir misâl, biri soru getirecek olsalar, ona karşı biz mutlaka sana işin gerçeğini bildirmekte ve en güzel açıklamayı yapmaktayız.


İnkarcılara göre “Kur’an gerçekten Allah kelâmı olsaydı, bir defada ve bütün bir kitap hâlinde indirilirdi. Çünkü Allah, her şeyi, insanların yaptıklarını ve yapacaklarını bilir. Böyle olmadığına göre, yukarıdan hiç bir şey gönderilmemekte, fakat peygamberlik iddia eden bu kişi kendisi bütün bunları düzmekte veya başkalarından öğrenmekte ya da başka kitaplardan almaktadır.”

Kur’ân-ı Kerîm’i bir bütün halinde indirmeye kadir olan Allah, böyle yapmayıp onu parça parça indirmesinin ve ağır ağır okumasının hikmetini şöyle beyân eder:

Parça parça inen Kur’an’la Resûlullah (s.a.s.)’in kalbine sebât vermek, onu kuvvetlendirmek ve onu cesaretle doldurmak.
Onun ve mü’minlerin inen âyetleri okumasını, ezberlemesini ve anlamasını kolaylaştırmak.
Ortaya çıkan yeni yeni durumlar münâsebetiyle gerekli tâlimatları vermek.
Bunları insanlara peyderpey tebliğ etmesini, ihtivâ ettikleri ahkâmı mü’minlerle birlikte tedricî olarak tatbik etmesini sağlamak.
Fert ve toplum olarak ümmetini terbiye ve tezkiye etmesine; onları ahlâkî, içtimâî, iktisâdî, siyâsî ve askerî yönlerden geliştirmesine yardımcı olmak. Kur’an’ın, İslâm toplumunun sosyal yapısında inkılâplar yapan öyle hükümleri vardır ki, bunlar birden bire indirilseydi tatbiki güç olurdu. Bu sebeple bu hükümler zamanı gelince indirilmiştir. Nitekim: “Biz Kur’an’ı insanların zihinlerine ve kalplerine sindire sindire okuyasın diye kısımlara ayırdık ve onu parça parça indirdik” (İsrâ 17/106) âyetinde de Kur’an’ın insanlara yavaş yavaş anlatılması, hükümlerinin tedrîcen uygulanması için parça parça, âyet âyet indirildiği beyân edilir.
Hem Peygamber (s.a.s.)’in, hem de onun izinden giden mü’minlerin heyecan ve iştiyaklarını zinde tutarak, tabii bir süreç içinde safha safha İslâm’ı bir bütün halinde anlayıp yaşamalarına en uygun zemini hazırlamak.
İnkârcıların iki de bir dile getirdikleri kafa karıştırıcı soruları, verdikleri çapraşık misalleri, ileri sürdükleri asılsız iddiaları yerinde ve zamanında cevaplandırmak; bu hususlarda lazım gelen açıklamaları anında ve en doğru bir şekilde yapmak. Bu durum, Efendimiz (s.a.s.)’in tebliğ hayatında çok ehemmiyetli bir yere sahiptir. Eğer Kur’an bir defada indirilmiş olsaydı, insanların peyderpey sordukları bu sorulara Peygamberimiz (s.a.s.)’in vereceği cevap kalmazdı. Halbuki, nübüvvetin açık bir alâmeti olarak Kur’an onların sorduğu tüm sorulara cevap vermiş; böylece hem Allah Resûlü’nün hem de mü’minlerin gönülleri huzur ve sukûna kavuşmuştur. İşte “Onlar seni zor durumda bırakmak için ne zaman bir misal, biri soru getirecek olsalar, ona karşı biz mutlaka sana işin gerçeğini bildirmekte ve en güzel açıklamayı yapmaktayız” (Furkân 25/33) âyeti buna delil teşkil etmektedir.

Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in hayatına bakıldığında Kur’an’a ve Peygamber’e karşı mücadele veren inkârcıların bütün gayretleri sonuçsuz kalmış, neticede tâlim ettiği inanç esasları ve hayat nizamıyla zafer ve hâkimiyet Kur’an’ın olmuştur. Şüphesiz bu âyetler, her asırda yaşayan insanlara da ders vermekte; bir inancı, bir fikri haklı mesnetlere dayanmadan ortadan kaldırmaya çalışan gayretleri tenkit ettiği gibi, bu gayretleri sonuçsuz bırakmanın tek doğru yolu olarak da “kesin bilgi”ye dayanmak ve “en güzel açıklama”lar getirerek hakikatin insanlar tarafından doğru anlaşılıp kavranmasını sağlamak gerektiğine işaret etmektedir.

Kur’an’ın iyi anlaşılmasına; getirdiği itikâdî ve ahlâkî kâidelerin, ibâdet ve muamelâtla ilgili hükümlerinin tatbikine bütün fert ve toplumların çok ihtiyacı vardır. Çünkü bunu başaramayanların hem dünyada, hem de âhirette karşılaşacakları sonuçlar kötü olacaktır:

34. Bütün bunlara rağmen, yüzüstü cehenneme sürülecek olanlar var ya; işte onlar inanç ve ahlâk bakımından en kötü durumda olan ve doğru yoldan en çok sapan kimselerdir.

Bu âyet-i kerimede Kur’an düşmanlarının mahşerdeki hallerinden acı bir manzara sunulmaktadır. Onlar yüzleri üzere sürüklenip cehenneme atılacaklar ve orada toplanacaklardır. Zira “onları dünyada ayakları üzere yürüten Allah’ın, mahşerde onları yüzleri üzere süründürmeye de gücü yeter.” (Müslim, Münafıkîn 54) Onların inanç ve ahlâk itibariyle dünyada bulundukları konum en kötü konum olduğundan, cehennemde toplandıkları bu yer de mekânların en kötüsü, en berbatı olacaktır. Onların dünyada Kur’an ve Peygamber’e düşmanlık için tuttukları yolun en sapık yol olması sebebiyle, onlara takdir edilen sonucun da böyle fenâ ve hazin olması tabiîdir.

Halbuki insanlık tarihi ibret nazarıyla tetkik edilecek olsa, vahiy nurundan uzaklaşan toplumların fecî sonlarını görmek hiç de zor olmayacaktır:

35. Gerçek şu ki, biz Mûsâ’ya kitabı verdik, kardeşi Hârûn’u da beraberinde yardımcı kıldık.

36. Onlara: “Haydi, âyetlerimizi yalanlayan şu kavme gidin!” diye emrettik. Fakat peygamberleri yalanladıkları için sonunda onları bütünüyle yok ettik.

37. Nûh kavmine gelince, peygamberleri yalanlamaları yüzünden onları suda boğduk ve kendilerini insanlara bir ibret kıldık. Zâlimler için âhirette de elem verici bir azap hazırladık.

38. Âd’ı, Semûd’u, Ress halkını ve bunlar arasında daha nice nesilleri de inkârları sebebiyle helâk ettik.

39. Biz onların her birine öğüt alsınlar diye geçmiş milletlerden misâller getirmiştik. Fakat uyarılarımızı hiçe saymaları yüzünden hepsini şiddetli bir biçimde helâk ettik.


İnsanlık tarihi peygamberleri yalanlayan toplumların ibretli helak haberleriyle doludur. Hz. Mûsâ ile Hârûn’u yalanlayan Firavun ve ordusu boğularak Kızıl Deniz’in dibini boylamış; uzun yıllar Hz. Nûh’un davetine karşı direnen bedbaht kavmi tufanda azgın suların içinde boğularak helak edilmiş; Âd kavmi şiddetli bir kasırgayla yerlerinden sökülerek kırıp geçirilmiş; Semûd kavmi korkunç bir çığlıkla yok edilmiştir. Ress halkı da öyle. Ayrıca Kaf sûresi 12. âyette bahsedilen bu halkın kim oldukları tam bilinmese de, peygamberlerini yalanladıkları için helak edildiklerinde şüphe yoktur. Burada isimleri sayılmayan daha nice kavimler hep aynı sebepten, yâni inkâr etmeleri ve peygamberlerine karşı gelmeleri sebebiyle kahr-ı ilâhîye uğramışlardır. Kendilerine yapılan hiçbir ikaz, verilen hiçbir misal onları sapıklıklarından çevirmeye yetmedi. O halde, Hz. Muhammed (s.a.s.)’e karşı gelip getirdiği Kur’an’ı inkâr edenler, bahsedilen toplumların başlarına gelenlerden gerekli dersi çıkararak artık intibâha gelmeli; İslâm düşmanlığından vazgeçerek hakikate teslim olmalıdırlar.

Nitekim müşriklerin karşılaştıkları pek ibretli azap sahnelerinden birisi de şuydu:

40. Doğrusu müşrikler, üzerlerine azap yağmuru yağdırılan o beldeye uğramışlardı. Peki, hiç orada olup bitenleri görmüyorlar mıydı? Hayır, hayır! Aslında onlar ölümden sonra dirilişe inanmıyorlardı.

40. Âyet: Bahsi geçen belde, Hz. Lut’un kavminin yaşadığı beldedir ki, taş yağmuruyla helâk edilmişlerdir. Mekkeli müşrikler ticaret maksadıyla Filistin ve Suriye’ye giderken bu beldenin harâbelerine uğrar ve o bedbaht kavmin helâki hakkındaki dehşetli hikayeleri dinlerlerdi. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Siz, yolculuğunuz esnâsında sabahları yıkılmış şehirlerinin harabelerine uğruyorsunuz. Geceleri de. Hâla aklınızı kullanıp bunlardan ibret almayacak mısınız?” (Saffât 37/137-138)

Onların, bu harâbelerden ders ve ibret almamalarının sebebi, âhirete imanlarının olmayışıdır. İşte mümin ile kâfirin hâdiselere bakışları ve onları tahlilleri arasındaki fark budur: Kâfir böyle şeylere sadece bir seyirci veya en fazla bir arkeolog gibi bakarken, mümin aynı şeyden ahlâkî-manevî dersler alır ve dünya hayatının ötesinde var olan hakikatler konusunda sıhhatli bir neticeye ulaşır. Bu sebepledir ki müşrikler, Res3ulullah (s.a.s.)’in sadece beşerî yönünü görüyor, peygamberlik yönünü göremiyor ve onu –hâşa- alay konusu yapıyorlardı:

41. Seni gördükleri zaman: “Allah’ın peygamber olarak gönderdiği kişi bu mu? Bula bula bunu mu buldu?” diye hep alaya alıyorlardı.

42. “Eğer ilâhlarımıza tapınmakta diretip sebât etmeseydik, neredeyse bizi onlardan koparıp uzaklaştıracaktı” diyorlardı. Ama onlar, azabı gördükleri zaman, yoldan bütünüyle sapanın kim olduğunu bilecekler!


Müşrikler, Resûlullah (s.a.s.)’e tahkîr gözüyle bakıyorlar, fakirliği ve yetimliği sebebiyle onu küçümsüyorlardı. Onun gerçek değerini, kadir ve kıymetini bilmiyorlardı. Onunla alay ediyor; “Allah peygamber yapmak için bula bula bunu mu buldu?” diyorlardı. Fakat bir taraftan da büyük bir panik içindeydiler. Allah Resûlü (s.a.s.)’in temsil ettiği dâvânın başarılı olmasından, bırakalım diğer insanları hatta bizzat kendilerini bile o kadar sevdikleri ve bağlandıkları putlarından koparıp uzaklaştıracağından korkuyorlardı. Fakat korkularının Allah’ın takdirini değiştirmesi mümkün değildi. Neticede onlar kaybedecek, İslâm galip gelecek, kıyâmetle birlikte dünya hayatı son bulacak ve kâfirler ebedî cehennem azabıyla yüz yüze gelecekler. İşte o zaman içinde bulundukları derin gaflet uykusundan uyanıp kimin haklı kimin haksız, kimin doğru yolda kimin eğri yolda olduğunu anlayacaklardır. Fakat mühim olan, “âh, keşke” demenin fayda vermediği o güne gelmeden uyanabilmek ve kalbin istikâmetini Allah’a kulluk yönüne çevirebilmektir. Bunun için de nefis putunu kırmak ve azılı düşmanı usulüne uygun bir şekilde terbiye etmek lazımdır:

43. Rasûlüm! Nefsinin kötü arzularını kendisine ilâh edinen kimseyi gördün mü? Senin vazîfen sadece tebliğken, şimdi onun doğru yola gelip gelmemesinden sen mi sorumlu olacaksın?

44. Yoksa sen onların çoğunun gerçeği dinlediklerini veya akıllarını kullandıklarını mı sanıyorsun? Onlar tıpkı hayvan sürüsü gibidir. Hatta izledikleri yol bakımından hayvanlardan daha şaşkın durumdadırlar.


Müşrikler nefislerinin istediği şekilde putlara tapıyorlardı. Bir putu diğeriyle değiştiriyorlar, kafalarına göre takılıyorlardı. Allah’ın hükmünü hiçe sayıyorlardı. Mü’min ise nefsinin hükmüne değil Allah’ın hükmüne göre amel eder. İnanç bakımından iki kişi arasındaki fark böyle ortaya çıkar. Buna göre aklına düştüğü ve nefsinin arzu ettiği şekilde yaşayan “hevâsının kulu” olur ve bunun acı sonucuna katlanır. Nitekim Hz. Mevlânâ şöyle ikaz eder:

“İnsanın nefsinin zevk sandığı şeyler, gelip geçicidir. Çorak yere ekilmiş tohum gibidir. Bitmez, meyve vermez. Ondan elde edilecek mahsul pişmanlıktır. Kârı da zarardan başka bir şey değildir.” (Mevlânâ, Mesnevî, 486-487. beyitler)

Mevlânâ (k.s.), nefsin putlaştırılmasıyla ilgili olarak da şu muhteşem izahta bulunur:

“Bütün putların anası, sizin nefsinizin putudur. Dışarıda görülen putlar, birer yılandır, halbuki nefis putu bir ejderhadır. Nefis, çakmak taşı ile demirdir. Put ise, çakmak taşından sıçrayan kıvılcımdır. O kıvılcım su ile söner. Kıvılcım söner ama, çakmak taşı ile demir su ile söndürülebilir mi? İnsan oğlu, bu ikisi kendisiyle beraber oldukça nasıl emîn olabilir? Çakmak taşı ile demirin ateşi, kendi içlerinde gizlenmiştir. Onların içlerine su girmez ki ateşi söndürsün. Su, ancak, dışarda bulunan ateşi söndürür. O, taşın ve demirin içine nasıl girer? Nefsin ve şehvetin sembolü olan çakmak taşı ile demirden, küfrün ve bütün kötülüklerin kıvılcımları sıçrar. Dumanları yükselir. Kaptaki, küpteki su bitse de, nefis çeşmesinin suyu tazedir, kesilmeden akar durur… Nefsin, her anda bir hilesi vardır ki, onun her hilesi ile isyan denizinde yüzlerce Firavun ile o Firavun’a uyanlar batmadadır. Sen, kurtulmak istiyorsan, Mûsâ’nın Rabbi’ne sığın. Benliğe kapılıp, firavunluk ederek imanını kaybetme. Ey kardeş! Sen Allah’ın emrine ve Azîz Peygamberimizin sünnetine uy da, ten Ebû Cehli’nden ve nefsânî isteklerden kurtul...” (bk. Mevlânâ, Mesnevî, 371-383. beyitler)

Bu bakımdan, Peygamberin vazifesi sadece tebliğ etmektir. Onun kimse üzerinde baskı yapma veya kimseyi zorla müslüman yapma yetkisi yoktur. Çünkü hidâyet ve sapıklık peygamberin elinde değildir; o sadece gerçeği bildirmekle mesuldür.

Nefsânî arzularını putlaştıran, onun peşinden koşan ve başka bir şey düşünemeyen kimselerin, bu durumları devam ettiği müddetçe Peygamber (s.a.s.)’in davetine kulak vermeleri, onu anlamaları ve akıllarını kullanarak sıhhatli bir neticeye ulaşmaları zordur. Bu tutum ve davranışlarıyla onlar, ancak düşünme melekesi bulunmayan hayvanlardan daha şaşkın ve daha iz’ansız bir duruma düşmektedirler. Koyunların ve sığırların, çobanlarının kendilerini nereye: otlağa mı yoksa kesimhaneye mi götürdüğünü bilmedikleri gibi, böyle ahmaklar da nereye: felakete mi yoksa kurtuluşa mı sürüklendiklerini bilmezler. Aradaki tek fark, hayvanların aklının olmaması ve götürüldükleri yer konusunda sorumluluklarının bulunmamasıdır. Fakat, ne yazık ki, akıl nimetiyle donatılmış insanlar da hayvanlar gibi davranabilmektedir. Bu açıdan bakıldığında, durumlarının hayvanlarınkinden çok daha kötü olduğu anlaşılır. Yine hayvanlar Rablerini bilir, O’nu tesbih eder, gidip otlayacakları yerleri bulur, bilip tanıdıkları sahiplerinin arkasından giderler. Bu ahmaklar ise kendilerini hakka yöneltenin arkasından gitmezler. Kendilerini yaratıp rızıklandıran Rablerini de tanımazlar. Bu açıdan da onların hayvanlardan daha şaşkın ve aşağı seviyede oldukları anlaşılır.

Oysa varlık âleminde aklını kullanabilen insana gerçeği gösteren nice deliller ve işaretler vardır:

45. Görmez misin, Rabbin gölgeyi nasıl uzatıyor? Dileseydi onu elbette hareketsiz kılardı. Sonra biz, güneşi gölgenin varlığına bir delil yaptık.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
46. Sonra güneşin yükselmesiyle onu yavaş yavaş kendimize doğru çekip ortadan kaldırırız.

İbâdete lâyık yegâne ilâh olan Allah Teâlâ’nın kudret tecellilerinden biri, gölgedir. Cenâb-ı Hak, sabahleyin güneşin doğuşuyla beraber dağ, ağaç ve insan gibi kâmeti olan varlıkların gölgelerini uzatmaktadır. Gölgenin ortaya çıkma sebebi ise güneştir. Gölge hep aynı şekilde kalmaz; güneşin tepeye doğru yükselmesiyle doğru orantılı olarak peyderpey kısalır. Güneş tam tepe noktasına geldiğinde ise gölge neredeyse görünmez olur. Güneşin zevalden batış istikâmetinde hareket etmesiyle beraber bu kez gölge ona ters yönde tekrar uzamaya başlar. Güneşin ufukta batıp kaybolmasıyla birlikte gölge de yok olur. Güneşin doğup batışında, bununla birlikte varlıkların gölgelerinin uzayıp kısalması ve sonunda yok olmasında hem insan hayatı açısından büyük fayda ve hikmetler, hem de dünya hayatında vuku bulan dinî, içtimâî ve siyâsî hâdiselerin ortaya çıkışı, gelişmesi ve son bulması açısından alınacak mühim dersler vardır:

Birincisi; varlık âlemi bir gölge gibidir. Bir müddet var olur, sonra yok olur. Yok olan şeyler Allah’a döner. Bu, her şeyin aynen gölge gibi Allah’tan gelip Allah’a döndüğünü göstermektedir. Şâir Lefkoçyalı Gâlip bu gerçeği şu beytiyle ne güzel hülâsa eder:

“Zıll-i memdûd-i hakîkattır vücûd-i kâinat,
Âlem-i mânada hem mevcûd, hem nâbûd olur.”


“Kâinatın varlığı, elbette ki ezelî ve ebedî hakîkatin bizzat kendisi değil sadece onun uzanmış gölgesinden ibarettir. Meseleye mâna âlemi yönünden bakıldığında bu bir taraftan var gibi gözükse de, bir taraftan yok hükmündedir. Çünkü o bir gölgedir, varlığı kendinden değildir.”

İkincisi; gölge tevhidin açık bir delilidir. Onu hareket ettiren bir tek ilâhî kudret vardır ve onun o kudrete boyun eğmekten başka yapabileceği bir şey yoktur. Onun emriyle uzamakta, kısalmakta, yok olmakta ve bu durum her gün tekerrür etmektedir. Aslında bu haliyle gölge, kulun Allah’a nasıl teslimiyet göstereceğinin açık bir sembolüdür. Kul Allah’ın buyruklarına öyle teslim olmalı ki, her sözü, ameli, hatta niyet ve düşüncesi, tıpkı gölgenin ilâhî kudret altında hareket etmesi gibi, rızâ-i ilâhîye muvâfık olmalıdır. Âdeta Allah onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı, konuşan dili ve seven kalbi hâline gelmelidir.

Üçüncüsü; nasıl gölge hep aynı durumda kalmıyorsa, aynı şekilde dünya üzerinde enine boyuna yayılmış görünen küfür ve şirk gölgesi de İslâm güneşi yükseldikçe dürülüp kısalacaktır. Fakat Allah Teâlâ her şeyi belli sebeplere ve kanunlara bağlayıp âni değişimler meydana getirmediğinden, özlenen bu hayırlı neticeye ulaşmak da gayret, cihad, sabır ve tahammül istemektedir.

O Allah ki:

47. Sizin için geceyi bir örtü, uykuyu bir dinlenme, gündüzü de yeniden hayata uyanıp çalışmak üzere yeryüzünde dağılma vakti kılan O’dur.

Gecenin bir örtü kılınması, uykunun bir istirahat yapılması, gündüzün insanların uykudan sonra âdeta yeniden dirilip yeryüzüne yayılarak çalışıp kazanma vakti yapılması da ilâhî kudret akışları ve azamet tecellilerindedir. Bunlar da birer tevhid delilidir; hepsi Allah’ın birliğini gösterir. Her gece insanların uyuması ve sabahleyin yeniden uyanması, ölümün ve yeniden dirilişin bir tâlimidir. Dolayısıyla ölümden sonraki hayatın bir gerçek olduğu anlaşılmaktadır. Bu sebeple Resûl-i Ekrem (s.a.s.) sabaha çıktığında:

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ي أَحْيَانَا بَعْدَ مَا أَمَاتَنَا وَ إِلَيْهِ النُّشُورُ

(Elhamdu lillâhillezî ehyânâ ba‘demâ emâtenâ ve ileyhin nüşûr)

“Bizi öldürdükten sonra dirilten ve ölümden sonra yeniden dirilip huzuruna kalkacağımız Allah’a hamdolsun”
diye dua ederdi. (Buhârî, Deavât 8) Yine âyette geceden sonra gündüzün zikredilmesi, câhiliye gecesinin sona ermekte olduğunu ve İslâm’ın parlak ilim ve hidâyet gündüzünün şafağının attığını müjdelemektedir. Dolayısıyla, cahiliye uykusunda uyuyanların eninde sonunda uyanacakları, fakat ölüm uykusuna dalmış olanların uyanmayıp kendilerini hayattan mahrum bırakacakları ve gündüzün işlerinin onlarsız da devam edip gideceği kaçınılmazdır.

Bir diğer kudret tecellisi ve tevhid delili şudur:

48. Rüzgârları rahmetinin önünde müjdeleyici olarak gönderen de O’dur. Biz, gökyüzünden tertemiz bir su indiririz.

49. O suyla ölmüş topraklara hayat bahşeder; yarattığımız nice hayvanların ve insanların su ihtiyacını karşılarız.

50. Gerçek şu ki, düşünüp öğüt alsınlar diye biz o yağmuru insanlar arasında çeşitli şekillerde evirip çevirmekteyiz. Ama yine de insanların pek çoğu inkâr ve nankörlükte direnip durmaktadır.


Gözlerimizin önünde cereyan eden harikulâde yağış sistemi, Allah’ın varlığını ve O’nun kâinatın tek Rabbi olduğunu vurgulamaktadır. Yağışın yıl boyu yeryüzünün çeşitli bölgelerine harika bir biçimde dağılımı; her zaman aynı yerin aynı miktar yağmuru almaması; bazan bir yerde kuraklık olurken, başka yerde normalden fazla veya az yağmur yağması; yağış miktarının sene sene dünyanın her tarafında değiştirmesi Âlim ve Hakim bir tanzim edicinin varlığını ispatlamaktadır. Fakat inatçı kâfirler bundan bir ders ve ibret almaz da, küfürlerinde, nankörlüklerinde diretir dururlar. Halbuki bu ilâhî hakîkat, Kur’an’da bu maksatla tekrar tekrar ifade edilmektedir.

Ölü toprakların su ile hayat bulmasında yine âhiret hayatının varlığına bir delil vardır. Çünkü bu, Allah’ın ölülere yeniden hayat vermeye kadir olduğunun açık bir delilidir. Fakat kâfirler bundan da ders almazlar ve hayvanlar gibi hiçbir sorumluluk taşımaksızın şuursuzca yaşar giderler.

Gökten inen “tertemiz su”yu, peygamberlik nimeti olarak da değerlendirmek mümkündür. Gökten inen suyun ölü yerleri diriltmesi ve canlılara hayat vermesi gibi nübüvvet suyu da ölü kalplere hayat vermektedir. Beşeriyete bir rahmet olarak ne zaman peygamberlik suyu gönderilmişse, cehalet kuraklığının yerini ilim baharı, zulmün yerini adâlet ve kötülüğün yerini takvâ ve iyilik almıştır. Peygamberlerin gönderilişi, toplumlarda her zaman kesinlikle ahlâkî ve manevî dirilişin bir müjdecisi olmuştur. Fakat bunlardan istifade edenler, yalnızca peygamberlerin hidâyetine tâbi olanlardır. Kâfirler inat ve nankörlükleri sebebiyle peygamberlik suyundan içmemiş ve onun sunduğu manevî hayattan mahrum kalarak kendilerini kuruyup yok olmaya mahkum etmişlerdir.

Oysa:

51. Biz dileseydik her şehre elbette Allah’ın azabıyla uyarıcı bir peygamber gönderirdik.

52. Fakat Rasûlüm, biz senin cihanşumûl son uyarıcı olmanı diledik. Bu sebeple kâfirlere asla itaat etme! Kur’an’ı esas alarak onlara karşı büyük bir gayretle, çok yönlü ve çok kapsamlı bir şekilde cihâd et.


Önceki dönemlerde aynı anda dünyanın çeşitli bölgelerinde vazife yapan peygamberler olmuştur. Onlar daha ziyade bulundukları bölge insanlarına tebliğ yapmışlardır. Ancak Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.) kıyamete kadar tüm insanlığa gönderilmiştir. Eğer Allah dileseydi onunla beraber ve ondan sonra her memlekete ayrı bir peygamber gönderebilirdi. Fakat böyle yapmamıştır. Çünkü Hâtem-i Nebiyyîn (s.a.s.) tıpkı güneş gibi bütün dünyayı aydınlatmaya yeterlidir. Ondan başka bir peygamberin gelmesine ihtiyaç yoktur. Onun Kur’an ve sünnetle birlikte ortaya koyup tatbik ettiği din dosdoğru bir yol olarak insanlığın önünde durmaktadır. En büyük hizmet ve cihad, bu dini insanlara tebliğ etmek, ulaştırmak, anlatmak ve buna göre yaşamalarını sağlamaktır. Bu sebeple “Kâfirlere asla itaat etme! Kur’an’ı esas alarak onlara karşı büyük bir gayretle, çok yönlü ve çok kapsamlı bir şekilde cihad et” (Furkân 25/52) buyrulmaktadır. Buna göre İslâm gönüllüleri dinin tebliği yolunda elden geleni yapacak; tüm imkân ve kaynakları bu uğurda seferber edecek; Allah’ın dinini yükseltmek için tüm kaynakları harekete geçirip mümkün olan her cephede İslâm’ın düşmanlarıyla mücâdeleye devam edeceklerdir. Bu da dil, kalem, mal, can ve diğer bütün silah ve imkânlarla yapılacak cihadı içine almaktadır.

Varlık âleminde sergilenen bir diğer ilâhî kudret delili de denizler ve onlardaki hayrete şayân durumlardır:

53. İki denizi birbirine doğru salıveren de Allah’tır. İşte şu susuzluğu giderici tatlı bir su, diğeri de tuzlu ve acı bir sudur. Fakat birbirlerine karışmamaları için aralarına bir engel, aşılmaz bir sınır koymuştur.

Dere ve ırmak gibi tatlı su kaynakları, denize döküldükleri yerde denizin acı suyuyla karışmadığı gibi, günümüzdeki ilmî gelişmeler ışığında denizlerde ve okyanuslarda da tatlılık, tuzluluk ve acılık oranları itibariyle farklılık arz eden su katmanlarının birbirine karışmadığı, aralarında birbirlerine karışmalarını önleyen bir engelin bulunduğu tespit edilmiştir. Allah’ın bir kudret nişânesi ve insanlara bir ibret olarak tatlı su ile acı su yan yana bulunmakta ve bu durum ister denizde ister karada olsun pek çok yerde görülmektedir. İnsanlık denizlerde bulunan o tatlı su kaynaklarından istifade etmiş ve etmektedir. 16. asırda yaşamış bir şahsiyet olan Türk amirali Seydi Ali Reis, “Merâtü’l-Memâlik” adlı eserinde İran Körfezi’nde, denizin acı sularının altında tatlı su kaynaklarının bulunduğunu ve donanması için bunlardan faydalandığını yazar. Amerikan Petrol Şirketi de içme suyu için Zahran yakınında kuyular kazmadan önce İran Körfezi’ndeki aynı kaynaklardan su almıştı. Bahreyn yakınında da, deniz yatağında halkın son zamanlara kadar su aldığı tatlı su kaynakları vardı.

Bu izahlara göre âyette şöyle ince bir mânaya işaret olduğu söylenebilir:

Allah Teâlâ dilediği zaman nasıl denizin tuzlu sularının altından tatlı, içilebilir su kaynakları fışkırtıyorsa, aynı şekilde büyük ve kirli bir toplumdan takvâ sahibi temiz ve iyi bir toplum çıkarabilir.

Kalpler de acı ve tatlı denizler gibidir. Bazıları iman, ihlas, yakîn ve irfan mekânıdır; bazıları şüphe ve küfrân mahallidir. Mü’minin kalbi nurludur; ışık saçmakta ve etrafını aydınlatmaktadır. Çünkü o iman nûruyla tezyîn olunmuştur. Kâfirin kalbi ise simsiyah olup zulmet saçmaktadır. Zira o da küfür ve inkâr karanlıklarıyla alâmetlenmiştir. (bk. Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, II, 387-388)

İnsanın yaratılışındaki ilâhî kudret ve azamet tecellilerine gelince:

54. İnsanı sudan yaratıp, onu soy ve evlilik bağlarıyla büyük bir nesil hâline getiren de O’dur. Senin Rabbinin gücü her şeye yeter.

55. Buna rağmen onlar Allah’ı bırakıp kendilerine hiçbir fayda ve zarar veremeyen putlara tapıyorlar. Zâten kâfir, Rabbine karşı hep şeytana arka çıkmaktadır.


İnsanın sudan, rahme bırakılan bir meni, bir nutfeden yaratılması ayrı bir hârika; ilâhî kudret tarafından ona hem nesep hem de evlilik akrabalığının lütfedilmesi ayrı bir hârikadır. Bunu yaratan, yapan şüphesiz ki nihâyetsiz ilim, hikmet, kuvvet ve kudret sahibi Cenâb-ı Hak’tır. Eğer Rabbimiz insanı yaratıp da ona nesep ve evlilik gibi akrabalık bağları vermeseydi ve onu bir aile, bir cemiyet, bir toplum inşa edecek kabiliyetlerle donatmasaydı, insanlık hayvanlar âleminden farksız olur, herhangi bir kültür ve medeniyetten söz edilemezdi. O halde bunca hârikulâde hâdiselerin yaratıcısı, rahmeti ümitlendirici, azabı korkutucu ve ibâdete layık yegâne mabud olan Allah varken, hiçbir fayda veya zarar verme gücüne sahip olmayan sahte tanrılara kulluğun bir mânası yoktur. Fakat kâfirin ayrılmaz bir vasfı vardır. O da Allah’a düşman olmak ve Allah’ın karşısında yer alanlara arka çıkmak. O, Allah’a karşı çıkan herkesin yardımcısı ve savunucusu; Allah’ın dinini yüceltmeye ve hükümlerini yeryüzünde tatbik etmeye çalışan herkesin de düşmanıdır. Allah’a itaatsizliğin olduğu her yerde o vardır; insanları Allah’a kulluğa davet eden her gayretin karşısında yine o vardır. İşte böylelerini Allah’ın azabıyla korkutmak lazımdır. Bunun için:

56. Rasûlüm! Biz seni ancak bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik.

57. De ki: “Tebliğime karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Ben sadece Rabbine giden yolu tutmak isteyenlere yol gösteriyorum.”

58. Hiç ölmeyen, ezelî ve ebedî hayat sahibi olan Allah’a güvenip dayan. O’nu hamd ile tesbih et. Kullarının günahlarından haberdar olma konusunda O kendi kendine yeter.


Peygamberimiz (s.a.s.)’in hedefi, dini bahane ederek dünyalık biriktirmek değil, insanlara Allah’a giden yolu göstermektir. Bunun için de hiçbir peygamber tebliğine karşılık insanlardan bir ücret talebinde bulunmamıştır. Tebliğlerini sırf Allah’ın rızâsını isteyerek yapmışlar, sadece insanları Rablerine kavuşturacak doğru yola ulaştırmayı hedeflemişlerdir. Onlar, bir kişinin iman nuruyla şereflenmesine vesile olmayı dünya ve içindeki her şeyden daha değerli görmüşlerdir. Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

“Allah’a yemin ederim ki, Cenâb-ı Hakk’ın senin vâsıtanla bir tek kişiyi hidâyete erdirmesi, en kıymetli dünya nimeti sayılan kızıl develere sahip olmandan daha hayırlıdır.” (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî 9)

Yalnız, dini tebliğ ederken bir kısım engellemelerle ve zorluklarla karşılaşmak kaçınılmazdır. Nitekim Resûlullah (s.a.s.)’in hayatı bu zorluklara karşı sabır ve mücâdele ile geçmiştir. Bu noktada din tebliğcisinin sığınıp güveneceği melce’, şüphesiz ki asla ölmeyen ve ebedî hayat sahibi olan Allah Teâlâ’dır. O’na tevekkül etmek, O’na güvenip dayanmak gerekir.

Şâir şöyle öğüt verir:

“Hakk’a tefvîz-i umûr et ne lem çek ne keder
Kıl sözüm ârif isen gûş-i kabulüne güher.”
(Vâsıf Enderûnî)

“Ârif bir insan isen şu sözüm kulağına küpe olsun: İster dünyevî ister uhrevî olsun her iş Allah Teâlâ’nın ezelî takdirine göre meydana geleceği için beyhûde yere üzülüp kederlenme. Temiz bir kalp ve samimî bir teslimiyetle işlerini tamâmen Allah’a havâle et.”

Diğer taraftan tevekkülün bir gereği olarak Allah’a hamdetmek, O’nu tesbih etmek, yâni kulluğun icaplarını gönüllü olarak yerine getirmek lazımdır. Zira sözden ibaret kalan kuru bir tevekkülden insanın elde edeceği pek fazla bir fayda yoktur.

Âyetteki “O’nu hamd ile tesbih et!” ifadesini, “Allah’ın her türlü eksiklik, kusur ve ortaktan yüce olduğunu belirterek, O’nun sonsuz kudret ve yüceliğini övgüyle an!” şeklinde izah etmek mümkündür. Cenab-ı Hak böyle bir hamde ve teşbihe layıktır:

59. O Allah ki gökleri, yeri ve aralarında bulunan her şeyi altı günde yarattı, sonra da arşa istivâ etti. O Rahmân’dır. Artık yaratılışın sırrını, her şeyi en iyi bilen Rabbine sor!

60. Onlara: “Rahmân’a secde edin!” dendiği zaman, “Rahmân da neymiş? Yani şimdi biz, sen bize emrediyorsun diye tanımadığımız şeylere secde mi edeceğiz” derler. Üstelik bu dâvet onların ancak kibirlerini ve imandan daha da uzaklaşmalarını artırır.


Gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunan tüm varlıkları süresini tam olarak bilmenin mümkün olmadığı altı uzun devirde yaratan ve bunları hâkimiyeti alına alıp istediği gibi yöneten Allah, elbette kendine tevekkül edenleri koruyup kollayacak ve onlara gerekli yardımı yapacaktır. Çünkü O Rahmân’dır; kullarına karşı sınırsız merhamet sahibidir. O halde kul isteyeceği zaman, her şeyden hakkiyle haberdâr olan Rabbinden istemeli; yaratılışın sırrını ve varlığın hikmetini anlamak istiyorsa yine bunu da Rabbinden sormalıdır. Çünkü bunları en iyi bilen, onları yaratandır. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Yaratan yarattığını bilmez olur mu hiç? İlmi her şeyin bütün inceliklerine kadar nüfûz eden ve her şeyden hakkiyle haberdar olan yalnız O’dur.” (Mülk 67/14)

Bunun için de insanlar, Allah’ın, kendisi hakkında en doğru bilgiler ihtiva eden kitap ve Peygamberi aracılığıyla bildirdiği haberlere değer vermelidir. Çünkü “Allah’a sormak”, istenilen bilgiyi O’nun kitabından ve peygamberinden alıp öğrenmek mânasına gelmektedir.

Ancak varlık ve birliğinin her tarafı kuşatan bunca açık delilleri ve âşikâr nişânelerine rağmen Rahmân’ı tanımayan, O’nu inkâr eden ve O’na secdeden yüz çeviren gâfiller vardır. Efendimiz (s.a.s.)’in davetini reddeden müşrikler, bunun muşahhas bir misâlidir. Onlardan Rahmân olan Allah’a secde etmeleri istendiğinde O’nu tanımadıklarını söyler, secdeden çekinirlerdi. Hatta böyle bir teklif onların İslâm’a olan nefretlerini iyice artırır, onları imandan daha da uzaklaştırırdı. İşte bu, bu hayatta olacak en büyük bir nasipsizliktir, hidâyet ve rahmet mahrumiyetidir. Kıyâmete kadar Rahmân’a secdeden uzak duran herkes, bu nasipsizler ve mahrumlar arasında yerini alacaktır. Hem de O Rahmân’ın varlığının, birliğinin, sınırsız kudret ve yüceliğinin büyük delillerini her an her yerde gördükleri halde:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
61. Gökte burçları var eden, onların içine ışık kaynağı bir güneş ile aydınlatıcı bir ay yerleştiren Allah yüceler yücesidir, bütün nimet, feyiz ve bereketin kaynağıdır.

62. Düşünüp öğüt almak, bir de Rabbine şükretmek isteyenler için geceyle gündüzü peş peşe getiren de O’dur.


Gökyüzüne serpiştirilen “burçlar”; astronomi dilinde “yıldız kümeleri” veya “galaksiler”, onlar arasında bir ışık kaynağı halinde durmadan yanıp duran güneş ve güneşten aldığı ışığı yansıtarak geceleyin dünyayı aydınlatan ay Allah Teâlâ’nın en büyük yücelik ve cömertlik tecellilerindendir. Geceyle gündüzün aksamadan ve kesintiye uğramadan peş peşe gelmesi de öyledir. Bunlar üzerinde düşünen insanlar Allah’ın yüceliğini anlar, kulluğunun farkında olur ve O’nun bu büyük ve sayısız nimetlerine şükredebilme gayreti içinde olurlar. Bu âyet-i kerîmelerden Cenâb-ı Hakk’ın gökleri, yerleri, içlerinde bulunan tüm varlıklarıyla ve bunlara hâkim olan ilâhî kanunlarıyla bu muazzam kâinat sistemini “düşünüp ders ve ibret alacak” ve Rabbine “şükredecek” kullar için düzenleyip hareket ettirdiği anlaşılmaktadır. Misal vermek gerekirse; sabah vakti mü’min kulların kalkıp sabah namazını kılmaları; öğlen vakti öğlen namazını kılmaları; ikindi, akşam, yatsı ve seher vakitleri yine o vakitlerde üzerlerine terettüp eden kulluk vazifelerini yapmaları için her gün aksamadan döndürülüp durmaktadır. Uçaklar havaalanlarından saatinde uçmakta, trenler otogarlardan saatinde kalkmakta, otobüsler terminallerden saatinde ayrılmakta fakat onlara yetişip binen ve hedefe doğru giden uyanık gönüllü akıllı insanlar olduğu gibi, bunları kaçıran, hatta bunların varlığından bile gâfil olan çok insan bulunmaktadır. En mühim iş, İslâm’ın intibâha getirici mesajlarını o gâfil gönüllere ulaştırabilmek, bu mânevî sermayeden onları da hissedâr edebilmektir. Onları, seçkin özellikleri şu şekilde haber verilen “Rahmân’ın has kulları” hâline getirebilmektir:

63. Rahmân’ın has kulları onlardır ki, yeryüzünde tevazu ve vakar ile yürürler; kendini bilmez kimseler onlara laf attığında incitmeksizin “Selâmetle!” derler, geçerler.

64. Gecelerini Rablerine secde ederek ve O’nun huzurunda kıyâma durarak geçirirler.

65. Şöyle niyâz ederler: “Rabbimiz! Cehennem azabını bizden uzaklaştır. Doğrusu onun azabı bitip tükenmez, pek korkunç ve tahammülü zor bir azaptır.”

66. “Gerçekten cehenem ne kötü bir karargâh ve ne fenâ bir ikâmet yeridir!”


Kur’ân-ı Kerîm’in mü’minleri senâ etmek için kullandığı güzel vasıflardan biri de “Rahman’ın has kulları” ifadesidir. Bu âyetlerde “Rahman’ın has kulları şunlardır” diye başlayarak, bu mânevî dereceye yükselecek kişilerin taşımaları gereken üstün ahlâkî vasıflar sayılmaktadır:

Öncelikle onların yürüyüş tarzları zikredilmektedir. Rahmân’ın kulları, öyle kimselerdir ki, onların gidişleri, yeryüzünde yürüyüşleri ve hareket tarzları mülayimdir. Zorba, mağrur, kibirli, saygısız, kaba ve haşin değil; sukünet ve vakarla, alçak gönüllü bir şekilde terbiyeli, nazik ve yumuşak yürürler. Etraflarına eza ve sıkıntı vermez, sendeler gibi gitmez, hesaplı, saygılı, merhamet tavrıyla güven ve huzur yayarak giderler. Yürürken kendilerini zorlamazlar, yapmacık hareketlerde bulunmazlar. Ne kibirlenirler ne de böbürlenirler. Ne burunları havada yürürler ne de kabararak veya şişerek yürürler. Çünkü insanın sergilediği tüm davranışları gibi yürüyüşü de onun kişiliğinin ve içindeki duygularının göstergesidir. Normal, kendine güvenen, kararlı ve ciddi bir ruh, bu özelliklerini sahibinin yürüyüşüne de yansıtır. Böylece normal, kendinden emin, ciddi ve kararlı yürür. Yoksa “yeryüzünde yumuşak adımlar atarak yürürler”, onların ölü gibi, boynu bükük, omuzları sarkık, sallanarak yürüdükleri anlamına gelmez. (Elmalılı, Hak Dini, V, 3611; Seyyid Kutub, Fî Zılâl, V, 2577)

Resûlullah (s.a.s.) yürüdüğü zaman canlı ve dik yürürdü. İnsanlar içinde en hızlı yürüyeni, en güzel ve en rahat yürüyeniydi. Ebu Hureyre şöyle der: “Peygamberimiz (s.a.s.)’den daha güzel birini görmedim. Sanki yüzünde güneş parlıyordu. Ondan daha hızlı yürüyeni de görmedim. Yürürken önünde yer dürülür gibiydi. Biz onunla yürürken çok zorlanırdık ama o, hiç aldırmazdı.” Ali b. Ebu Talip (r.a.) şöyle der: “Resûlullah yürürken yukarıdan iniyormuş gibi yürürdü.” Bir keresinde de şöyle demişti: “Yokuş yukarı çıkarken bile aşağı iniyormuş gibi yürürdü.” (bk. İbn Sa‘d, et-Tabakât, I, 379-380) Bu ise kararlı, gayretli ve cesur insanların yürüyüşüdür.

İkinci olarak; cahiller, yani kendini bilmezler, edepsiz güruh onlara laf attığı zaman “selam” derler. Selametle neticelenecek söz söyler, yahut “selametle” derler. Onlar ciddilikleri, vakurlukları, kararlılıkları ve içlerindeki büyük ideallerle uğraşıyor olmaları nedeniyle ahmakların ahmaklıklarıyla, kendini bilmezlerin beyinsizlikleriyle ilgilenmezler. Akıllarını, vakitlerini ve emeklerini beyinsizlerle, ahmaklarla tartışmakla, onlarla kavga etmekle, dalaşmakla uğraştırmazlar, boşuna harcamazlar. Aptallarla beraber olmaktan, gereksiz davranışlarda bulunmaktan uzak dururlar. Bu tip kimselere yumuşak sözlerle karşılık verirler. Güçsüz olduklarından değil elbette tenezzül etmemekten; çaresizlikten değil üstünlük duygusundan dolayı yumuşak davranırlar. Boş şeylerden, aptalca işlerden daha önemli, daha onurlu ve daha üstün değerlerle ilgilenen, onurlu bir insanın vaktini ve emeğini uygun olmayan bir işte harcamasını istemedikleri için yumuşak sözlerle karşılık verirler. (Elmalılı, Hak Dini, V, 3612; Seyyid Kutub, Fî Zılâl, V, 2578)

Üçüncü olarak o güzel kulların karanlık gecelerde Rableriyle olan kulluk münasebetleri takdim ediliyor. Ayetteki ifade tarzı, gecenin bir bölümünde insanlar uykudayken Rahman’ın kullarının hareketlerini tasvir maksadıyla namazdan secde ve kıyam hareketlerini ön plana çıkarıyor. Onlar, Rablerine secdeler ve kıyamlar ederek geceliyorlar. Bu insanlar, tatlı ve rahat uykudan daha yararlı, daha dinlendirici bir şeyle meşgul oluyor, Rablerine yönelmekle, ruhlarını ve azalarını O’na bağlamakla uğraşıyorlar. Gece evlerine, yataklarına çekildikleri zaman gidişatları hep böyle oluyor. Yatışları, kalkışları da hep Allah için oluyor. Gecelerini takvâ, Allah’ın murakabesini ve azametini tefekkür, onun azabından korkma duygularıyla geçiriyorlar.

Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyuruyor:

“Gece namazı kılan, hanımını da uyandıran, uyanmadığı takdirde yüzüne su serpip uyandıran kimseye Allah merhamet etsin. Gece namazı kılan, kocasını uyandıran, uyanmadığı zaman yüzüne su serpip uyandıran kadına da Allah merhamet etsin!” (Ebû Dâvûd, Vitr 13)

Hak âşığı kadınlardan Amre (k.s.), seher vakti gelince kocasının yanına gider ve şöyle derdi:

“Kalk artık… Yattığın kâfî… Gece bitti; gündüz geldi. Yücelerin yıldızları yeryüzüne düşmeye başladı. İyiler kâfilesi yola revân oluyorlar. Sen hâlâ duruyorsun. Bu hâlinle onlara kavuşman kâbil değil!...” (Velîler Ansiklopedisi, I, 219)

Bu arada Yüce Hakk’ın övgüsüne nâil olan o mü’minlerin, kıyam ve secde halindeyken gönüllerinde taşıdıkları derin takvâ duygularından akisler yer almaktadır. Bu güzel kullar, kendi amellerine değil Allah’ın sonsuz merhametine güveniyorlar. Onlar Rablerinin huzurunda ayakta dururken, secdeye varırken, Rahman’ın arşını görürken kalpleri Allah ve cehennem korkusuyla dolarak şöyle diyorlar: “Rabbimiz! Cehennem azabını bizden uzaklaştır. Doğrusu onun azabı bitip tükenmez, pek korkunç ve tahammülü zor bir azaptır. Gerçekten cehenem ne kötü bir karargâh ve ne fenâ bir ikâmet yeridir!” Sanki cehennem herkesin önüne serilmiş, tüm insanlığın yolunu kesmiş, kollarını uzatmış, ağzını açmış, uzak-yakın herkesi yakalayıp yutacakmış gibi duruyor. Rahman’ın has kulları da korkuyorlar, ürperiyorlar, bu azabı kendilerinden uzak tutması, bu azapla karşılaşmaktan, bu azaba uğramaktan kurtarması için Rablerine yalvarıyorlar. Onlar cehennemi görmemişler ama cehennemin varlığına inanıyor; Kur’ân-ı Kerîm’in ve Peygamberimiz’in tasvir ettiği şekliyle cehennemi zihinlerinde canlandırıyor ve onun azabından âlemlerin merhametli Rabbine sığınıyorlar.

Nitekim asr-ı saadette yaşanan şu hâdise cehennem korkusunun kalbe tesirini göstermesi bakımından çok ibretlidir:

Ensâr’dan bir genç vardı. Kalbini cehennem korkusu sarmıştı. Cehennemden bahsedildiğinde ağlardı. Nihâyetinde evine kapandı. Bu durum Allah Resûlü’ne haber verildi. Efendimiz gencin yanına geldi. Genç, Resûlullah (s.a.s.)’e hasretle baktı, hemen fırladı, Âlemlerin Efendisi’nin boynuna sarıldı ve rûhunu Hakk’a teslîm ederek yere yığıldı. Fahr-i Kâinat Efendimiz şöyle buyurdu:

“–Kardeşinizi yıkayıp kefenleyin! Cehennem korkusu onun ciğerini parçalamış. Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Allah onu ateşten korudu. Kim bir şeyi isterse onu elde etmenin yollarını arar, kim de bir şeyden korkarsa ondan kaçar.” (Hâkim, el-Müstedrek, II, 536/3828; Ali el-Müttakî, III, 708/8526)

O has kulların diğer mümtaz vasıfları şöyle sıralanıyor:

67. Onlar, harcadıklarında ne isrâf eder ne de eli sıkı davranırlar; bu ikisi arasında orta bir yol tutarlar.

Onların önemli bir karakter yapıları yaptıkları harcamalarda kendini göstermektedir. Onların, harcadıklarında İsrâf etmediklerini, cimrilik de yapmadıklarını ve orta bir yol tuttuklarını görüyoruz. “İsrâf” kelime olarak herhangi bir şeyde haddini aşmaktır. İnfakta İsrâf ise, yapılan harcamalarda Allah’ın kulları için mübah kıldığı sınırı aşmaktır. “İktar”, Allah’ın emrettiği sınırın altında bir harcama yapmak, “kıvâm” ise bu iki aşırı uç ortasında mutedil bir yol tutmaktır. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XIX, 48) Harcama ya bir zarûret ya bir ihtiyaç veya bir güzellik için yapılır. Zaruri olan harcama yapılmayınca yaşamak mümkün olmaz. Mesela ölmeyecek kadar yemek bir zarûrettir. İhtiyaç duyulan masraf yapılmazsa güçlük çekilir. Doyacak kadar yemek ihtiyaçtır. Güzelleştirme için yapılması gereken harcama yapılmadığı takdirde ise güzellik olmaz. Güzel ve lezîz yemekler hazırlamak gibi. Her bir ferdin ve toplumun, sahip bulunduğu imkân ve kazanca göre bu derecelerden koruması gereken bir sınırı vardır. Şu halde ne zaruret, ne ihtiyaç ve ne de güzellik için olmayan, faydasız, zararlı, meşrû olmayan yönlere yapılan harcama herkes için bir İsrâf olduğu gibi, insanların ihtiyacı karşısında fazla yiyip içmek de güzel karşılanmaz, hatta isrâf sınırına girmiş olur. İyilik ve yarar sağlayan şeylere harcamak ise boşa harcamak değil, üretmek olacağından isrâf sayılmaz. İşte Rahmân’ın kulları faydasız ve hayırsız yere sarf etmezler, hakkını da kısmazlar, ikisi arası bir yolda yürürler. (Elmalılı, Hak Dini, V, 3613)

Bu ölçü, İslâmın fert ve toplum hayatında gerçekleştirmek istediği eğitimin vazgeçilmez bir özelliğidir. Çünkü İslâm bütün öğretilerini denge ve ölçü esaslarına dayandırır. müslüman, belli ölçülerde hak sahibi olmakla birlikte, ilâhî şeriatı hayatına egemen kılmayan diğer toplumlarda olduğu gibi kendi malını dilediği gibi harcama özgürlüğüne sahip değildir. müslüman savurganlıkla eli sıkılık arasında bir orta yol benimsemekle yükümlüdür. Âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:

“Harcamalarında ve başkalarına yardımda eli sıkı olma, ancak varını yoğunu da saçıp savurma! Sonra herkes tarafından kınanır, kaybettiklerine hasret çeker durursun.” (İsrâ 17/29)

Zira savurganlık kişiyi, toplumu ve malı bozar. Eli sıkılık ise hem sahibinin hem de çevresindeki toplumun bu maldan yararlanmasına engel olur, malı hapseder. Halbuki mal içtimâî hizmetler için kullanılması gereken bir araçtır. Gerek savurganlık gerekse eli sıkılık hem sosyal hayatta hem de ekonomik alanda büyük sarsıntılara, karışıklıklara sebep olur. Malı hapsetmek krizlere yol açtığı gibi, sınırsız ve hesapsız bir şekilde serbest bırakmak da içinden çıkılmaz sıkıntılara yol açar. Bunun yanı sıra kalplerin ve ahlâkın da bozulma riski artar. Bu sebeple şâir Ali Rûhî şöyle öğüt verir:

“Vâreste olmak isteyen âdem melâlden
Ayrılmasın işinde reh-i i‘tidâlden.”


“Her türlü üzüntü, keder ve sıkıntıdan kurtulmak isteyen kişi, hangi işi olursa olsun sakın itidalden, yerinde ve kararında olan orta yoldan ayrılmasın.”

Gelen âyetlerde ise bahsedilen seçkin kulların haramlardan ve özellikle büyük günahlardan titizlikle uzak duruşları dikkate sunulur:

68. Onlar, Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarmazlar, Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zinâ etmezler. Kim bunları yaparsa, ağır bir cezaya çarptırılır.

69. Kıyâmet günü ona verilecek azap kat kat katlanacak ve onun içinde hor ve hakir olarak ebediyen kalacaktır.


Öncelikle o kulların sâlih ameller işleme hassasiyetleri beyân edildi. Şimdi de Allah’ın haramlarından kaçınma hassasiyetleri izah ediliyor. Buna göre onlar, Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarıp kulluk yapmazlar. Zira şirki bırakıp Allah’ın bir ve ortaksız olduğunu kabul etmek İslâm inanç sisteminin temelini oluşturur. Onlar haksız yere adam öldürmezler. Zina da etmezler. Şirk, haksız yere cana kıyma ve zina. Bu üç büyük günah din, medeniyet ve insanlık namına işlenip duran cinayetlerden olduğu için, burada özellikle bunlardan sakınmak zikredilmiştir. Bu üç önemli özellik, insana yakışır bir hayatla ucuz, çirkin ve hayvanlık düzeyindeki aşağılık bir hayat arasındaki yolların ayrılış noktasını belirlediklerinden, Yüce Allah bunları Allah katında yaratıkların en üstünü ve en onurluları olan Rahmanın has kullarının özellikleri arasında saymakta ve bunların üzerine son derece sert bir tehdit içeren bir değerlendirme yapmaktadır. Kıyâmet günü bunların cezalarını kat kat çekeceklerini ve o azap içinde ebediyen hor ve hakir kalacaklarını haber vermektedir.

Bu büyük günahları işleyenlere verilecek azabın “kat kat olması”yla ilgili şu izahlar yapılabilir:

Onun cezası hiç bitmeyecek ve tekrarlana tekrarlana devam edecektir.
Küfür, şirk ve Allah’ı tanımama günahlarına ek olarak cana kıyma, zina ve diğer günahları da işlemiş olanlar, isyanları ve her bir günahları karşılığında tekrar tekrar cezalandırılacaklardır. Büyük-küçük tüm günahları için sorguya çekilecekler ve bunlardan hiç biri bağışlanmayacaktır. Sözgelimi her bir cana kıyma ve her bir zina eylemi için ayrı bir ceza söz konusu olacaktır.
Onların azaplarına ilâhî muhabbet ve rızâdan ayrı kalma pişmanlığı, hicran ateşi, ebedi nimetlerden devamlı mahrum kalma ıstırabı eklenerek azapları katmerleşecektir.

Peki bu günahları işlemiş olanların ve işlemeye devam edenlerin hiç kurtulma imkanları yok mudur? Böyle tehlikeli bir durumda olanlara kurtuluş reçetesi sunmak üzere buyruluyor ki:

70. Ancak tevbe edip inanan ve sâlih ameller işleyenler müstesnâ. Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirecektir. Çünkü Allah, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.

71. Zâten kim tevbe edip sâlih ameller işlerse, şüphesiz o, tevbesi kabul edilmiş makbul bir kimse olarak Allah’a dönmüş olur.


Sonsuz merhamet sahibi olan Rabbimiz tevbe ve af kapısını devamlı açık tutmaktadır. Günahına tevbe edenleri affedeceğini, onların kötü hallerini iyi hallere, günahlarını sevaplara çevireceğini müjdelemektedir. Demek kul hangi durumda olursa olsun, henüz ömür sermayesini bütünüyle tüketmemişken tevbe etme, halini düzeltme ve Allah’ın razı olacağı makbul bir kul olabilme imkânına sahiptir. Bu imkân, imanlı ya da imansız bütün insanlar için geçerlidir. Gerçekten bu âyetler, Kur’ân-ı Kerîm’in en müjde verici âyetleri arasında yer almaktadır.

Burada iki mühim mâna dikkat çekmektedir:

Kul gönülden tövbe ettiği zaman, iman ve Allah’a itaat hayatına başlar. Allah’ın yardımıyla, küfür halindeki kötülüklerin yerine iyi ameller işlemeye koyulur ve böylece kötülüklerinin yerini iyilikleri alır.
Yalnızca geçmişteki kötülükleri silinmekle kalmaz, ayrıca amel defterine, Rabbine isyanı bırakıp O’na itaat yolunu benimseyen bir kul olarak yazılır. Sonra, geçmiş günahlarına üzülüp tevbe ettikçe, daha çok sâlih ameller hanesine kaydolunur. Çünkü, günahtan tevbe etmek ve af dilemek bizzat sâlih bir ameldir. Böylece, amel defterinde iyilikleri bütün kötülüklerini bastırır. Bunu başarabilen kullar, yalnızca âhirette cezadan kurtulmakla kalmaz, aynı zamanda Allah’ın büyük ve ebedî nimetlerine de kavuşmuş olurlar.

Hz. Mevlânâ’nın anlattığı şu ibretli kıssa bu hususu çok güzel açıklar:

“Birisi mescide giderken baktı ki halk mescitten dışarı çıkıyor. «Cemaat dağıldı mı ki herkes acele acele mescitten çıkıyor?» diye sordu. Birisi: «Peygamber cemaatle namazını kıldı, bitirdi» diye cevap verdi. «Ey ham adam, ey şaşkın! İçeriye ne diye giriyorsun? Peygamber hazretleri çoktan namazı bitirmiş, selam vermiştir.» Namaza yetişemeyen kişi, içi yanarak öyle bir âh etti ki, sanki o ahdan bir duman çıktı. Gönülden çıkan o ahdan iç yanık kokusu, kan kokusu geliyordu. Namaz kılanlardan birisi onun yanına gitti de: «Bu âhı sen bana ver, benim kıldığım namaz senin olsun» dedi. Namaza yetişemeyen: «Âhı sana verdim, senin Peygamberimiz'in arkasında kıldığın namazı da aldım, kabul ettim» dedi. Öbürü de o âhı yüzlerce niyaz ile aldı kabullendi. Namazı verip âhı alan kişiye gece rüyasında dediler ki: «Sen ab-ı hayatı ve şifayı satın aldın. Bu mânevî alış verişin, bu Hak âşıklığına katılışın hürmetine, camide namaz kılan bütün cemaatin namazları kabul edildi.»” (Mevlânâ, Mesnevî, 271-279. beyt)

Bu sebepledir ki, Allah dostları günahkârların affedilip sâlih insan olma ihtimalini dâimâ göz önünde bulundurarak günahkâra değil günaha düşman olmuşlardır. Şu olay, bu gerçeğin güzel bir misalidir:

Ebu’d-Derdâ Hazretleri bir gün şehri dolaşırken, halkın, bir günahkâra ağır sözlerle hakâret ettiklerine şâhid oldu. Onlara sordu:

“–Siz kuyuya düşmüş bir adam görseniz, onu oradan çıkarmaz mısınız?” Oradakiler:
“–Evet, çıkarırız!” dediler. Bunun üzerine Ebu’d-Derdâ (r.a.):
“–O hâlde kardeşinize ağır sözler söylemeyin, size âfiyet veren Allah’a hamd edin!” dedi. Bunun üzerine onlar:
“–Siz bu günahkâra kızmıyor musunuz?” dediler. Resûlullah (s.a.s.)’in terbiyesinde yetişmiş bulunan güzîde sahâbî, bu suâle şöyle cevap verdi:
“–Ben onun kendisine ve şahsiyetine değil günahına kızıyorum, günahı terk ettiğinde, o yine benim din kardeşimdir.” (Abdürrazzâk, el-Musannef, XI, 180; Ebû Nuaym, Hilye, I, 225)

Son olarak Rahman’ın has kullarının şu özelliklerine dikkat çekilir:

72. O has kullar, yalancı şâhitlik etmezler. Boş bir söz ve davranışa rastladıklarında ise yüz çevirip vakar içinde oradan geçip giderler.

Bu özellik de yine haramlardan uzak durmakla ilgilidir. Onlar, yalan yere şâhitlik yapmazlar. Bunu yapmadıkları gibi, yalan söylenen ve yalan dolan dönen yerlerde de durmazlar. Hiçbir yalan ve bâtıla seyirci kalmazlar. Boş bir söze rastladıkları zaman, faydasız veya zararlı olduğundan terk edilip ortadan kaldırılması bir görev olan lüzumsuz şeyler duydukları zaman vakar ile onurlu bir şekilde oradan geçer giderler. Ayetin ifadesine göre, kendileri böyle boş ve anlamsız şeylere asla teşebbüs etmedikleri gibi, ellerinde olmadan yolları düşer, tesadüfen rast gelirlerse de bunlara iltifat etmezler, şereflerine uygun bir tavırla oradan uzaklaşırlar. Böyle şeylere katılmak bir yana, görmekten, yakınından geçmekten bile kaçınırlar. Çünkü onların boş ve gereksiz şeylerden çok daha önemli işleri vardır. Has kulların bu karakter özellikleri ile ilgili olarak başka bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:

“Onlar, boş ve çirkin bir söz duydukları zaman ondan yüz çevirirler ve bu sözleri sarfedenlere: «Bizim amellerimiz bize, sizin yaptıklarınız da size. Biz sizin için de ancak iyilik ve selâmet dileriz. Ama biz kendini bilmez câhillerle düşüp kalkmak da istemiyoruz» derler.” (Kasas 28/55)
Denilmiştir ki; şeref şu üç şeydedir:

Büyüklere karşı saygılı olmak,
Aynı ayardaki insanlarla hoş geçinmek,
Düşük kimselerden de kendini uzak tutmak. (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 260)

Şimdi de o seçkin kulların Allah’ın ayetleri karşısındaki duruşları canlı, tasvirî bir üslupla gözler önüne serilmektedir:

73. Kendilerine Rablerinin âyetleri hatırlatıldığında, onlara karşı sağır ve kör gibi davranmazlar.

O has kullar, Rablerinin âyetleri kendilerine hatırlatıldığında; yani kendilerine ihtar edildiği, vaaz ve nasihat olunduğu, ders verildiği zamanlar, o âyetlere karşı sağırlar ve körler gibi davranmazlar; dinlemezlik etmezler, üzerine üşüşürler, fakat görür göz, dinler kulak olarak üşüşürler. (Elmalılı, Hak Dini, V, 3614) Bu ifadeden; duymayan, görmeyen düzmece ilâhlarına, sapık inançlarına, bâtıl düşüncelerine körü körüne sarılan müşriklere yönelik bir kınama anlaşılmaktadır. Duymadan, görmeden, düşünmeden yüzüstü bir şeye kapanma hareketi, körlerin gafilliğini, körlüğünü ve dar düşünceliğini tasvir etmektedir. (Seyyid Kutub, Fî Zılâl, V, 2580) Rahman’ın kulları ise, inanç sistemlerinin dayandığı gerçeği ve Allah’ın ayetlerinin içerdiği doğru mesajı bilinçli olarak, görerek kavrarlar. Onların kalpleri, Allah’ın ayetlerine karşı açıktır; o ayetleri anlayarak, ibret alarak okurlar, dinlerler ve mânasını idrak etmeye çalışırlar.

Nihâyet o has kulların, kendilerini Allah yoluna adayacak sâlih nesil ve zürriyet niyazları dile getirilir.

74. Onlar: “Ey Rabbimiz! Bize eşlerimizden ve zürriyetimizden gözümüzü aydınlatacak, gönlümüzü sevindirecek sâlih kimseler ihsân eyle! Bizi takvâ sahiplerine önder yap!” diye duâ ederler.

75. İşte bunlar, hak yolda sabır ve sebât göstermelerine karşılık cennetin yüksek makam ve köşkleriyle mükâfatlandırılacak, oraya selâm ve hürmetle buyur edileceklerdir.

76. Hem de orada ebedî kalacaklardır. Orası ne güzel bir karargâh ve ne güzel bir yerleşim yeridir!


Onlar, Allah’ın huzurunda hep dua ve iltica halindedirler. “Ey Rabbimiz! Gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler ihsan et! Eşlerimiz ve zürriyetlerimiz sebebiyle bizlere gözümüzü aydınlatacak nimetler, mutluluklar ver! Bizi takvâ sahiplerine önder kıl!” diye dua ederler. Kendilerinden sonra, bağlı bulundukları İslâmi hayat nizamına uyan bir neslin gelmesini, kendileri gibi inanan, göz aydınlığı olacak eşlerinin olmasını, kalplerinin onlarla huzura kavuşmasını, bu sayede “Rahman’ın kullarının” sayılarının artmasını isterler. Bu duada görüldüğü üzere, sadece muttaki olmak değil, müttakilerin önderi olmak arzusu ne büyük bir gaye, ne kudsî bir düşünce ve idealdir.

Şunu belirtelim ki, müttakilerin önderi olabilmek, verimli bir toprak misâli İslâmî bir âile ve toplum içinde ciddî bir ümmet şuuruyla yetişmeye, ümmete şefkat ve merhamet duygularıyla dolmaya, tüm varlığını ümmetin huzur, saadet ve refâhı için fedâ edebilecek bir ruh kıvamına ulaşmaya bağlıdır. Cenâb-ı Hak, İslâm ümmetini böyle önderlerden hiçbir zaman mahrum bırakmamıştır. Her dönemde ümmete şefkat ve merhamet kanatlarını tevazuyla gerecek sahipler lütfetmiştir. Bunlardan biri de dört halifeden sonra beşinci halife ünvanına layık görülen Ömer b. Abdülaziz (k.s.)’tur. Onun, ümmetin mes’ûliyetini yüklenmek husûsunda taşıdığı büyük emânet ve mes’ûliyet şuurunu aksettiren sayısız fazilet manzaralarından birini, hanımı Fâtıma şöyle anlatır:

“Birgün Ömer b. Abdülaziz’in yanına girdim. Namazgâhında oturmuş, elini alnına dayamış, durmadan ağlıyor, gözyaşları yanaklarını ıslatıyordu. Ona:

“–Nedir bu hâlin?” diye sordum. Şöyle cevap verdi:

“–Yâ Fâtıma! Bu ümmetin en ağır yükünü omuzlarımda taşıyorum. Ümmet içindeki açlar, fakirler, hasta olup da ilaç bulamayanlar, yalnız başına terk edilmiş dul kadınlar, hakkını arayamayan mazlumlar, küfür ve gurbet diyârındaki müslüman esirler, ihtiyaçlarını karşılayabilmek için çalışma tâkatinden kesilmiş muhtaç yaşlılar ve âile efrâdı kalabalık fakir âile reisleri beni üzüntüye gark ediyor. Yakın ve uzak diyarlardaki böyle mü’min kardeşlerimi düşündükçe yükümün altında ezilip duruyorum. Yarın hesap gününde Rabbim bunlar için beni sorguya çekerse, Resûlullah (s.a.s.) bunlar için bana itâb ve serzenişte bulunursa, ben nasıl cevap vereceğim…” (İbn Kesîr, el-Bidâye, IX, 208)

Hanımı Fâtıma devamla der ki:

“Onun ibâdeti sizlerinki kadardı. Lâkin gece yatakta Allah korkusunu ve kıyâmet hesâbını tefekkürden öyle bir hâle gelirdi ki, haşyetullâh ile kalbi çarpmaya başlardı. Sanki suya düşmüş, yâhut avuç içine alınmış bir kuş gibi çırpınırdı. Ben de onun bu hâline dayanamayıp yorganı üstüne örterdim ve kendi kendime:

«Keşke idârecilik mes’ûliyeti bize tevdî edilmeseydi, keşke o vazifeyle aramızdaki uzaklık, güneşle dünya arasındaki mesâfe kadar olsaydı» derdim.”

Bu sıfat ve özellikleri taşıyan has kullar, özel cennet odalarında esenlik dilekleri ve selamla ağırlanırlar. Bu, onların bahsedilen özelliklerini ısrarla korumalarının, sâlih amellere devam etmelerinin ve sabretmelerinin mükâfatıdır. Bu mükâfat ve vardıkları bu cennetler ne güzeldir!

Netice olarak:

77. Rasûlüm! De ki: “Eğer kulluğunuz ve yakarmanız olmasa Rabbim size ne diye değer versin ki? Fakat siz gerçekten Kur’an’ı ve Peygamber’i yalanladınız; bu sebeple azap sizin yakanızı bırakmayacaktır.”

Hâsılı Allah katında kulun değeri Allah’a olan imanı, bağlılığı, ilâhî buyruklara uygun yaşayışı, ihlasla gerçekleştireceği kulluğu, gönlünden fışkırıp dilinden dökülen yakarışlarıdır. Kulluğun özünü teşkil eden ihlastır, takvâdır. Âyet-i kerîmede: “Allah katında en şerefliniz, Allah’a karşı saygısı, korkusu ve O’nun yasaklarından kaçınıp emirlerine itaati en yüksek olanınızdır” (Hucurât 49/13) buyrularak bu hakikat dile getirilir. Himmet ve gayretini buna yöneltenler karlı çıkacaklardır. Fakat ilâhî hakikatleri, Peygamberin davetini ve Kur’an’ın ikaz ve irşatlarını yalan sayıp, bunlara sırt çevirenler ebedî hüsrana uğrayacaklardır. Azap onların yakasını bırakmayacaktır.

Şimdi, Furkan sûresinde kısaca temas edilen Hz. Mûsâ ve Hz. Nûh’un, Âd, Semûd ve Lût kavimlerinin kıssaları daha geniş biçimde ve bu sûrede tertib edilen sırayla anlatmak, ayrıca bu sûrenin sonunda yer alan dehşetli uyarıyı örneklerle açıklamak üzere Şuarâ sûresi başlamaktadır:
 
Üst Alt