MURATS44
Özel Üye
Sultan II. Bâyezîd Han-ı Velî (1448-1512) Ahlâk, Fazîlet ve Adâlet Dolu İdâresiyle Halkının Gönlünde Taht Kuran Sultan II. Bâyezîd Han-ı Velî
Sekizinci Osmanlı pâdişâhıdır.
Küçük yaştan itibaren büyük bir ihtimamla yetiştirilmiş, henüz yedi yaşında iken Hadım Ali Paşa’nın nezâretinde Amasya vâliliğine tâyin edilmiştir. Böylece üstün bir devlet adamı olarak yetiştirilmesi sağlanmıştır.
II. Bâyezîd Han, üstün bir devlet adamı olduğu gibi, aynı zamanda san’atkâr bir mizaç ve şahsiyyete de sahipti. Bestekâr, şâir ve hattât olarak da temâyüz etmiştir.
O, Osmanlı sultanlarının en âlimlerinden biridir. Zîrâ şehzâdeliğinde, sadece fennî ilimleri tahsîl etmekle iktifâ etmemiş, mânen de büyük zâtların üstün terbiyeleriyle yetişip olgunlaşmıştır. Ebu’s-Suûd Efendi’nin babası Muhyiddîn-i İskilibî gibi devrin birçok evliyâsının teveccühlerini kazanmış, onların tasarruf, himmet ve duâlarını almıştı. Birçok hayır müessesesi kurarak, asıl tahtını, ahlâk, fazîlet ve adâlet dolu idâresiyle halkının gönlüne kurmuştu. Bu yüzden kendisine “velî” sıfatı verilerek “Bâyezîd-i Velî” diye anılagelmiştir.
O’nu bu makâma, yâni zâhirî ve bâtınî sultanlığa yücelten ihlâs ve takvâsıydı. Nitekim çıktığı seferlerde elbise ve papuçlarına sıçrayan tozları toplattırırdı. Bunların vefâtından sonra yanaklarının altına konmasını vasıyet etmiş, böylece Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in hadîs-i şerîfindeki müjdeye1 nâil olmak istemiştir.
(1. Hadîs-i şerîfde: «Allâh yolunda tozlanan kulun tozları ile cehennem dumanı kat’iyyen bir araya gelmez.» (Tirmizî, 1633; Nesâî, Cihâd, 8, VI, 12) buyurulmuştur. )
Şiirlerini, “Adlî” mahlası ile yazardı. O’nun gönül derinliğini ve mârifetullâha olan iştiyâkını ifâde eden şiirlerinden iki beyti şu şekildedir:
Hudâyâ, hudâlık sana yaraşır,
Nitekim gedâlık bana yaraşır..
Çü sensin penâhı, cihân halkının,
Kamûdan sana ilticâ yaraşır…”
“Ey Allâh’ım, sana ilâhlık lâyık olduğu gibi, bana da (senin yolunda ve huzûrunda) kölelik lâyıktır.”
“Zîrâ bütün cihân halkının sığınağı olan (Mevlâ) sensin.. (Bu sebeple) bütün yaratılmışlara, ancak sana sığınmak yaraşır.”
Bâyezîd-i Velî, 1481 yılında pâdişâh olduktan sonra, saltanatının ilk 14 yılını kardeşi Cem Sultan ile uğraşmakla geçirdi. Bu durum da, hıristiyanlık âlemine karşı belli ölçüde âtıl davranmasını îcâb ettirdi. Cem Sultan, Bâyezîd Han’a:
“–Ülkemizi ikiye bölelim, yarısında sen hükümdar ol, yarısında ben olayım!.” diye teklif etti.
Bâyezîd-i Velî ise:
“Kardeşim, vatan ümmetin malıdır. Devlet gücünü kaybeder. Neticede güçsüz beyliklere döneriz. Bu büyük bir vebâl olur. Gövdem ikiye bölünür, ümmet toprağı bölünmez!.” diyerek bu teklifi reddetti.
Sırf bu tavır bile, Bâyezîd-i Velî’nin dirâyeti, ileri görüşlülüğü kadar, O’nun ne derece İslâm dâvâsının istikbâli endîşeleriyle dolu idealist bir şahsiyyet olduğunu göstermektedir.
Yaptığı teklîfe red cevabı alan Cem Sultan, -birçok büyük meziyetlerine rağmen- idârî mes’elelerdeki dirâyetsizliği sebebiyle ağabeyi II. Bâyezîd Han ile neticesiz kalan uzun mücâdelelere girişti. Ağabeyinin hikmet dolu nasîhatlerine ve mâkûl teklîflerine râzı olmadı. Bunu sitemkâr bir şiirle de ona bildirdi:
Sen bister-i gülde yatasın şevk ile handân;
Ben kül döşenem külhân-ı mihnette, sebeb ne?..
“Ey ağabeyim! Sen, gül gibi döşeklerde huzûr içinde sürûr ve şevk ile yatarken, benim sıkıntı külhanında yanarak kül döşenmemin sebebi nedir?”
Kâmil ve muttakî bir kimse olan II. Bâyezîd de, kardeşinin ihtiras dolu bu suâline, ona ilâhî takdîri hatırlatıcı ve yanlış hareketten îkâz edici manzûm bir mukâbelede bulundu:
Çün rûz-ı ezel kısmet olunmuş bize devlet,
Takdîre rızâ vermeyesün böyle sebeb ne?.
Hâccü’l-Harameyn’im deyüben dâvâ kılursun;
Yâ saltanat-ı dünyevîye bunca taleb ne?..
“Ey kardeşim! Devlet, bize ezelde nasîb kılınmışken senin takdîre rızâ göstermemenin sebebi nedir? Sen iki mübârek belde olan Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere’nin hacısıyım diye iftihâr ediyorsun, fakat şu dünyâ saltanatına olan ihtirasın nedir?..”
Bundan sonra Cem Sultan, şövalyelerin üstâd-ı âzamı Pierre d’Aubusson’un nâzik bir dille dâvetine aldanarak Rodos’a gitti. Karşılıklı imzâlanan anlaşmaya göre Cem, istediği zaman adadan ayrılabilecekti. Lâkin Rodos şövalyeleri, sözlerinde durmadılar ve O’na bir nevî esir muâmelesi yaptılar.
Cem Sultan’ın bu sûretle Rodos şövalyelerine sığınması, kendisinin ve ümmetin bağrına saplanan bir hançer gibi büyük bir hatâ ve tâlihsizlik oldu. Batı fütûhâtına engel teşkil etti. Hattâ, Roma’nın fethine zemin hazırlayacak olan Otranto Kalesi elden çıktı.
Cem Sultan’ı nazikçe elde eden şövalyeler, bir müddet sonra onu köle satar gibi belli bir meblağ karşılığında Papalığa devrettiler. Papalık da, Cem’i haçlı seferlerinde kullanmak hevesine kapıldı. Bâyezîd Han ise, bu takdirde hıristiyanlarla mücâdeleye girişeceği tehdidi ile tehlikeyi güç belâ atlatabildi. Bu uğurda, Papalığa devlet hazînesinden yüklü paralar ödemek mecbûriyetinde kaldı.
Bu durumda, Cem’i kullanmak sûreti ile Osmanlılar’a karşı bir haçlı seferi açamayacağını anlayan Papa İnnocent-VIII, O’na hıristiyanlık teklifinde bulundu.
Bu teklif, Cem Sultan’a çok ağır geldi. Mahzûn oldu. Papa’ya:
“–Değil Osmanlı saltanatını, bütün dünyâyı verseniz dînimi değiştirmem!..” dedi.
Zîrâ ne olursa olsun Cem Sultan, dînini her şeyin üzerinde tutmaktaydı. Allâh ve Rasûlü’ne olan muhabbeti sonsuzdu. Onun hac ibâdetini yaptıktan sonra yazdığı şu beyti bu hakîkati açıkça ifâde eder:
Kâbetullâh’a varup bir kez tavâf eylediğin,
Bin Karaman, Bin Acem, bin memleket-i Osmân’dur..
“Ey gönül! (Sultan olamadım diye üzülme!) Senin Allâh’ın beyti olan Kâbe’ye varıp bir kez tavâf etmen, bin Karaman, bin Acem ve bin Osmanlı memleketine bedeldir…”
Diğer yandan haçlılar tarafından İslâmiyet aleyhine kullanılmak istendiğini anladığı zaman Cem Sultan’ın Cenâb-ı Hakk’a yaptığı niyâz, ondaki dînî kemâli göstermeye kâfîdir. O, İslâmiyet aleyhinde kullanılma ihtimâlinden bile tir tir titriyor ve Rabbine şöyle yalvarıyordu:
“Yâ Rabb! Kâfirler eğer müslümanlığa zarar vermek için beni âlet etmek istiyorlarsa, bu kulunu daha fazla yaşatma! Rûhumu bir an önce dergâh-ı izzetine al!..”
Onun bu duâsı müstecâb oldu ki otuzaltı yaşında Napoli’de vefât etti. Vefât ederken yanındakilere şu vasıyeti yaptı:
“Benim ölüm haberimi mutlak bir sûrette her tarafa duyurun! Bunu mutlakâ yapın ki, kâfirlerin müslümanlar üzerinde benim vesilemle oynamak istedikleri oyunlar nihâyet bulsun! Bundan sonra ağabeyim Sultan Bâyezîd’e varın. Ricâ eyleyin ki, ne kadar zor olursa olsun benim cesedimi vatana aldırsın.. Kâfir bir memlekette gömülmeyi istemiyorum. Şimdiye kadar ne oldu ise oldu. Sakın bu ricâmı reddetmesin!. Bütün borçlarımı ödesin.. Borçlu olarak huzûr-i ilâhî’ye gitmek istemiyorum. Âilemi, çocuklarımı ve bana hizmet edenleri afvetsin. Hallerine göre memnûn etsin..”
Ağabeyi Bâyezîd Han da bu vasıyeti yerine getirdi.
Cem’in vefâtından sonra Sultan Bâyezîd Han, hâricî siyâsetini daha hür bir zemîne oturtmak imkânına kavuştu. Ayrıca, ülke içerisinde de büyük bir îmâr hamlesine girişti. İstanbul’un yedi tepesinden biri üzerine oturtulan o muhteşem Bâyezîd Câmii’ni, mîmâr Kemâleddîn’e inşâ ettirdi. Bu câmînin temeli, 1501 senesinde atılmış, külliyesi ile beraber beş senede tamamlanmıştır.
Evliyâ Çelebi, Seyâhat-nâme’sinde Bâyezîd Câmîi hakkında pek çok mâlûmât kaydeder. Şöyle ki:
“Mîmârbaşı, kıble husûsunda tereddüd edince, Sultan Bâyezîd Han:
«–Şu anda ayağıma bas!.» der.
Mîmârbaşı, ayağını basınca, Kâbe-i Muazzama’yı karşısında görür. Sultan Bâyezîd-i Velî’nin ayaklarına kapanır. Böylece kıblenin istikâmetini belirlemiş olur.”
Câmî-i şerîf’in inşâatı sırasında yaşanan başka bir tablo:
Câmî-i şerîfin inşâatında çalışan usta ve işçilerin gündeliklerinin kaçar akçe olduğu tesbit edilmişti. Bunlar hergün küplere konarak bir köşeye bırakılır, herkes de küpten kendi payına düşeni alırdı. Ancak hergün küpteki akçelerde bir yevmiyelik fazlalık çıkmaktaydı. Bunun üzerine kimin kendi payını alıp almadığı araştırıldı ve nihâyet gâyet fakîr bir işçinin bu işi yaptığı öğrenildi. Meğer adamcağız akşam olunca bir yolunu bulup akçesini almadan inşâattan ayrılıyormuş. Kendisine bunu niçin yaptığını sordular.
Fakîr işçi, sırrının ortaya çıkmasından mahcup bir şekilde:
“–Benim malım-mülküm yok! Bu sebeple şu fânî dünyâda murâd ettiğim gibi maddî bir hayır yapamadığım için dâimâ mahzûnum. Hiç olmazsa bu câmînin inşâatında para almadan çalışayım da gönlümü ferâhlatıcı bir hayır işlemiş olayım diye düşündüm…” dedi.
Bu gönlü zengin fakîre dediler ki:
“–Efendi burası pâdişâh hayrâtıdır. Bunun için çalıştığını alacaksın. Sen burada bedenen çalış, fakat hakkını da al ve dilediğin yere ver!..”
Sultan Bâyezîd Han, kendi adıyla anılan bu meşhûr câmi-i şerîfin inşâatında, sık sık gelip bizzat bedenen de çalışırdı. Bu çalışmaları sırasında birgün, ustalardan birinin duvarı gâyet sür’atle örüp yükseltmesi dikkatini çekti. Alâkayla bakınca, şâirin:
“Ehl-i dil birbirini bilmemek insâf değil” ifâdesi vechile, O’nun Hızır -aleyhisselâm- olduğunu anladı.
Hemen yanına varıp O’nu yakaladı ve elini sıkı sıkıya tuttuktan sonra:
“– Her namaz vaktinde bu câmîye uğrayacağına söz vermezsen, şimdi bağırır ve Hızır’ı yakaladığımı cümle âleme îlân ederim!..” dedi.
Hızır -aleyhisselâm-, özür beyân etti, işlerinin çokluğunu ileri sürerek, böyle bir külfetten afv edilmesini diledi. Fakat Velî Bâyezîd, her namaz vaktinde uğramak iddiâsını, günde bir defâ uğramak şeklinde hafifleştirdiyse de, Hızır -aleyhisselâm-, buna da râzı olmadı. Nihâyet, haftada bir kere uğramak şeklindeki talebini kabul etmesi üzerine Bâyezîd-i Velî, Hızır -aleyhisselâm-’ı serbest bıraktı.
Bu menkıbe dolayısıyladır ki, asırlardan beri Bâyezîd Câmi-i Şerîfi’ne Hızır -aleyhisselâm-’ın haftada bir defâ uğradığına inanılır. Hattâ bu husustaki tevâtüre göre de, Hızır -aleyhisselâm-, her uğrayışında namazını kırmızı kuşaklı minârenin civârında kılarmış.
İbâdete bir cum’a günü açılan câmîde, ilk namazı II. Bâyezîd Han kıldırmıştır. Bu hâdiseyi de Evliyâ Çelebi şöyle anlatır:
“Câmînin yapısı tamam oldukta, bir cum’a günü büyük bir merâsimle ibâdete açıldı. Bâyezîd-i Velî buyurdular ki:
«–Her kim, ömründe ikindi ve yatsı namazlarının ilk sünnetini hiç terketmemiş ise, şu mübârek vakitte o imâm olsun!.»
Deryâ misâli cemâat içinden bir kişi çıkmayınca, Bâyezîd Han mecbûr kalarak:
“–Elhamdülillâh! Savaşta ve barışta biz bu sünnetleri terk etmedik!..” dedi ve kendisi imâm olup namazı kıldırdı.
Böylece II. Bâyezîd Han, bu târihî zühd ve takvâ sahnesini mecbûren sergilemiş oldu.
Bâyezîd-i Velî’nin böyle halk arasında yaygın menkıbeleri çoktur. Onlardan birini daha arzedelim:
Bâyezîd-i Velî’nin genç kerîmelerinden biri, Şeyh Ebu’l-Vefâ Hazretleri’ne mensubdu. Sık sık O’nun ziyâretine giderdi. Bu keyfiyet, dedikoduyu mûcib olmuş bulunmalıdır ki, Bâyezîd-i Velî, kızını îkâz ile şeyhini ziyârete gitmekten menetti. Sultan Efendi (Babadan hânedâna mensûb hanımlar, bu sûretle anılırlar), babasından son bir ziyâret için müsâade kopardı. Duruma hâl lisânı ile vâkıf olan Şeyh Ebu’l-Vefâ Hazretleri, kendisine, babasına verilmek üzere bir hediye takdîm etti. Bu bir enfiye kutusuydu. Velî Bâyezîd, enfiye tiryâkisi olduğundan Şeyh Ebu’l-Vefâ Hazretleri, kerîmesi ile Velî Bâyezîd’e tercîhan bu hediyyeyi göndermişti.
Bâyezîd-i Velî, şeyhin selâm ve duâlarıyla takdîm edilen bu kutuyu açtığında hayrette kaldı! Zîrâ, bu kutuda enfiye yoktu. Bir tutam pamuk üzerine konulmuş kor hâlinde bir ateş parçası vardı. Şeyh Ebu’l-Vefâ Hazretleri, Sultan Bâyezîd’in ciddiye aldığı dedikodulara bu sûretle cevap vermiş oluyordu. Ve bunun, dünyevî muhabbetten değil, ilâhî muhabbetten bir pırıltı olduğunu göstermek istiyordu.
Şu hâdise sebebiyledir ki, Bâyezîd-i Velî, Şeyh Ebu’l-Vefâ Hazretleri’ni ziyâret arzusuna kapıldı. Babası Fâtih’te olduğu gibi müteaddid talebi kabul görmeyince, sultanlık damarı kabarmış olmalı ki, birgün âniden, sessiz ve sadâsız bir şekilde erkânı ile tekkenin yolunu tuttu. Kalabalık saray arabalarıyla tekkeye yaklaştıkları sırada, dervişler, koşuşarak bu ziyâretten Şeyh Ebu’l-Vefâ Hazretleri’ni haberdar ettiler. O:
“–Olamaz!. Böyle bir şey mümkün değildir!.” dediği halde dervişler:
“–İşte geldi!. Geliyor!..” diye yaklaşan pâdişâhtan ısrarla haber verince, Şeyh Ebu’l-Vefâ Hazretleri, sedirde kıbleye müteveccihen uzandı ve kelime-i şehâdet getirdi…
Sultan, Şeyh Ebu’l-Vefâ Hazretleri’nin bulunduğu mekâna girdiğinde, O, rûhunu çoktan teslîm etmişti. Çünkü daha önce de;
“–Bu dünyâda görüşmemiz mukadder değildir!” diyerek, vâkî olan Sultan’ın görüşme taleblerini geri çevirmiş bulunuyordu.
II. Bâyezîd’in Edebali’si olan kıymetli devlet adamlarından Hacı Mesih Paşa, zaman zaman Hünkâr’a karşı sert îkâzlarda bulunurdu. Vezirlerin yaptığı gayr-i islâmî hâlleri pâdişâha anlatır, bu gibi hatâların ıslâhının bir mecbûriyet olduğunu, aksi halde ferdî takvâsının, kendisini cehennem azâbından kurtarmaya kâfî gelmeyeceğini öğütlerdi.
II. Bâyezîd Han da, bu nasîhatleri can kulağıyla dinlerdi. Bir dîvân toplantısında üzerindeki ağır mes’ûliyyetin idrâkiyle vezirlerini şöyle îkâz etmişti:
“–Paşalar! Elimin altında bulunan ahâlînin bütün hallerinin yarın kıyâmet gününde benden sorulacağı muhakkaktır. İşitiyorum ki benim kapımda birtakım gayr-i İslâmî usûller îcâd etmişsiniz! Bilir misiniz ki böyle yapmakla bana âhırette yatacak yer komuyorsunuz! Rûz-i mahşerde ben nasıl hesap vereceğim? Âgâh olun ve sakın ola rızâ-yı ilâhîye mugâyir bir fiilde bulunmayın!..”
II. Bâyezîd-i Velî’nin, vakfiyye, külliye, şifâhâne ve hayrât hizmetlerinin yanında İslâmî ilimlere ve kültüre verdiği ehemmiyet de çok büyüktür. O’nun devri, Osmanlı kültür ve medeniyetinin temellerinin atıldığı bir zamandır. Meşhur İtalyan mîmâr ve ressam Leonardo de Vinci, II. Bâyezîd’e mektup yazıp İstanbul’daki câmî ve diğer eserlerin plân ve projelerini bizzat yapmayı teklif edince, bu mektub Kubbealtı vezirleri arasında sevinç uyandırmıştı. Derin ve ince bir tasavvufî anlayışa sahip olan II. Bâyezîd Han ise, bu teklifi reddederek şöyle dedi:
“–Şâyet bunu kabul edersek, ülkemizde üslûb ve rûh îtibârıyle kilise mîmârîsinin mukallidi bir mîmârî hâkim olur, kendi islâmî mîmârîmiz inkişâf edemez ve şahsiyyet kazanamaz!.”
İşte bu görüş, akıllı, firâsetli ve gönül ehli bir müslümanın ufkunu ifâde eder. Zîrâ, II. Bâyezîd’in ardından İslâm toprakları nasıl yirmidörtmilyon kilometrekareye ulaştıysa, aynı şekilde İslâm san’atı da zirveye tırmanmıştır. Bu anlayış sâyesinde İslâm’ın rûhu, hendeseye nakşedilmiş, değerini kıyâmete kadar koruyabilecek Süleymâniye ve benzerî âbideler silsilesi vücûd bulmuştur.
Târihte; ilmi, tâkvâsı, merhameti, vakarı ve hilmi ile meşhûr olan Bâyezîd-i Velî, ulemâ ve evliyâya çok hürmet gösterirdi. O’nun bu istikâmette kullandığı husûsî bir bütçesi vardı. Bununla ilim ve irfân erbâbını eser vermeye teşvîk ederdi. Sultan’ın bu himâyesi, İstanbul’u bir ulemâ meşheri hâline getirdi.
Sultan Fâtih devrinde başlamış olan ilmî çalışmalar, Bâyezîd-i Velî’nin ince anlayış ve zekâsı ile inkişâf etmiş, diğer İslâm memleketlerindeki âlim ve âriflerle de alâkadar olunmuştu.
Herat’ta bulunan Mollâ Câmî Hazretleri ile Buhâra’daki Nakşibendî dergâhının şeyhi ve müridlerine şahsî mülkünden maaş bağlamıştır.
Hâce Ubeydullâh Ahrâr Hazretleri’nin oğlu Hâce Abdülhâdî’yi İstanbul’a dâvet etmiş ve çok ikrâmda bulunmuştur.
Şeyhülislâm Kemâl Paşazâde, Sultan Bâyezîd Han’ın zâhirî ve bâtınî büyüklüğünü ifâde ederken:
“Adâlet ve insâfın koruyucusu idi. Dâhiyâne siyâseti neticesinde memleket mâmûr bir hâle gelmişti. Âşikâr kerâmetleri zuhûr etmişti. Vakarlı hâl ve davranışları ile düşmanları hor ve hakîr olmuştu.” demektedir.
II. Bâyezîd, Osmanlı sultanlarının en büyüklerinden biri olduğu halde, değeri lâyıkı ile takdîr edilememiş bir şahsiyyettir!.
Bunun sebebi, -yukarıda îzâh edildiği üzere- kardeşi “Cem Sultan”a karşı, O’nun hazîn âkıbeti dolayısıyla duyulan umûmî bir acıma hissidir!
Bir diğer sebep de, babası Fâtih Sultan Mehmed Han gibi uzun asırlar boyunca nâdiren zuhûr eden devâsâ bir şahsiyyetten sonra hükümdar olmasıdır… O’ndan, babasının açtığı fütûhât yolunda yürüyerek “Batı Roma”nın başlanmış olan fethini ikmâl etmesi bekleniyordu. Ancak, başta “Sultan Cem” vak’ası olmak üzere, alevî menşe’li “Şahkulu” isyânı gibi vak’alar, bu umûmî arzuyu gerçekleştirmesine imkân bırakmamıştır. Böyle olmasaydı, O’nun da babası Fâtih Sultan Mehmed Han ve oğlu Yavuz Sultan Selîm Han gibi fütûhâtçı olacağı muhakkaktı. Nitekim bütün bu gayr-i müsâid şartlara rağmen, O’nun zamanında parlak zaferler de kazanılmıştır. Bunlardan biri olan “Abdina” (Kırbova) zaferi, dâsitânî bir muzafferiyettir.
Değerli bir akıncı kumandanı olan şâir Yakup Paşa, Sultan’ın emriyle İstirya içlerine akınlar yapmış geri dönüyordu. Ellerinde birçok ganîmet ve esir bulunmaktaydı. Akıncılar, Kırbova önlerine geldiklerinde büyük bir düşman ordusu ile karşılaştılar. Askerlerinin yorgunluk ve azlıklarına rağmen Yakup Paşa, harbe mecbûr kalarak kendilerinden sayıca kat kat üstün düşman ordusuyla âdetâ bir meydan muhârebesi yaptı ve Allâh’ın yardımıyla şiddetli bir taarruz neticesinde düşmanı tamamen perîşân etti. O gün sekiz bin seçme akıncıyla yaklaşık altı bin düşman askeri öldürülmüş, yirmibeşbin kadarı da esîr alınmıştır.
Akıncıların bu zaferi, târihte ender rastlanan hâdiselerdendir. Zîrâ yaptığı akınlarla yorulmuş olan, aynı zamanda elinde birçok ganîmet ve esîr bulunan küçük bir kuvvetin, kendisiyle kıyas edilemeyecek çapta bir ordu ile muhârebeyi göze alması, kimsenin hayâl bile edemeyeceği kadar yüce, maddî ve mânevî bir yiğitliktir. Bu zaferde büyük payı olan akıncı kumandanı şâir Yakup Paşa, muhârebenin neticesini sultana şu şiirle bildirmiştir:
Buluştuk düşmana çün Kırbovâ’da;
Nidâ erişti kim «Kır bû ovâ’da!»
Hakk’ın emriyle itdim bir gazâ kim;
Murâd Han itdi ancak Kôsovâ’da..
Aceb mi bu zafer, çün gayb erenler;
Muâvindir bize arz u semâda..
Kılam ednâ kulumu voyvoda ben,
Hudâ fırsat virirse Belgrâd’a.
Benüm Bosna Beyi Dervîş Ya’kûb;
Hudâ avniyle irdüm bu cihâda.
Makâm ide bana cennet-i Adn’i;
Umarım ol Gânî dâru’l-bekâda..
Bu şiir, o şanlı Osmanlı akıncısının gönül dünyâsını ne güzel aksettirmektedir. Burada Yakup Paşa, paşalıktan ziyâde dervîşlik ve Allâh’a kulluğuyla müftehirdir. Bu da, o dönem Osmanlı askerlerinin sahip bulunduğu fütûhât aşkı, gazâ ve cihâd rûhunu besleyen asıl kökün mâneviyyât ve mârifetullâh olduğunu gösterir.
II. Bâyezîd Han devrinde Endülüs müslümanlarına elden gelen yardımın yapılmasından da geri kalınmamıştır. O târihte, henüz bütün Avrupa donanmalarıyla başedebilecek dirâyette bir donanmamız olmadığı halde, yüzbinlerce müslüman, hıristiyanların fecî katliamlarından kurtarılarak, Afrika’ya taşınmış, İspanya sâhilleri şiddetli bombardımanla devamlı tâciz edilerek, Endülüs’ün kaybı felâketine karşı misilleme yapılmıştır.
Çok daha önceden birbirleriyle nefsânî sebepler yüzünden boğuşarak beylikler hâline gelmiş ve aralarındaki kardeş kavgasında defâatle -maalesef- hıristiyanları yardıma çağırmış olan Endülüs müslümanlarına, yapılabilecek başka bir yardım düşünülemezdi. Çünkü onlar, Kur’ân rûhuna zıd olarak bölünüp parçalanmış ve birbirlerine karşı hıristiyanları dost edinmenin hazin bir neticesine dûçâr olmuşlardı. Aşağıdaki hâdise ne kadar ibretlidir:
Son Gırnata hükümdarı Ebû Abdullâh, düşmanlara teslîm ettiği memleketinden annesiyle birlikte uzaklaşırken Padul tepesinde durarak son kez Gırnata’ya bakmış, alevler içinde yanan bu inci gibi İslâm yurdunu ve İslâm san’atının hârikası olan el-Hamrâ sarayını seyrederken gayr-i ihtiyârı iç çekerek hıçkırıklarla ağlamaya başlamıştı. Onun bu hâli üzerine annesi de, çatık kaşlarla şu târihî cevabı vermişti:
“–Ağla ey gâfil, ağla! Erkekler gibi muhâfaza edemediğin şu mübârek yurdun için şimdi kadınlar gibi ağla!..”
Şu hâdise münâsebetiyle bu târihten sonra o tepe «Arab’ın son âhı» ya da «Arab’ın âh tepesi» mânâsında bir isimle yâd edilir olmuştur.
Bugüne kadar Osmanlı’yı, Endülüs müslümanlarının felâketine karşı seyirci kalmakla ithâm edenler, ya bu târihî gerçekleri lâyıkıyla takdîr edemeyenler, ya da kasıtlı olan kimselerdir. Çünkü karadan Almanya ve Fransa’yı aşarak İspanya’ya ulaşılamayacağı gibi, denizden de koca İspanya kıt’asına karşı, ancak düşmanı tâciz hareketleri yapılabilirdi ki, Osmanlı bunu yapmıştır.
Cem vak’ası dolayısıyla hıristiyanlık âlemini tahrîk etmemeye a’zamî bir sûrette dikkat göstermeye mecbûr kalan Sultan II. Bâyezîd Han’ın 31 yıllık saltanat devresinde; “Şahkulu” isyanının bastırılması, büyük deniz savaşlarından “Sapienza” zaferi, İnebahtı’nın fethi, Koron, Modan ve Navarin kalelerinin alınması gibi zaferlerin de kazanıldığı dikkate alınırsa, O’nun devrinin sanıldığı gibi askerî bakımdan da pek sönük geçmemiş olduğu anlaşılır.
Sultan II. Bâyezîd Han’ın 30 seneden fazla süren saltanatı boyunca, takip ettiği siyâset, oğlu Yavuz Selîm Han ve torunu Kânûnî Sultan Süleymân’ın fasılasız cihâdla meşgul olmalarına zemin hazırlamıştır. Bu bakımdan O, cihân çapında bir dehâ olan babası Fâtih ile, büyüklükte O’ndan geri kalmayan oğlu Yavuz Sultan Selîm arasında bulunduğundan, azameti lâyıkıyla anlaşılamamış bir büyük pâdişâhtır. Yoksa bu iki büyük şahsiyetin arasında ve hattâ gölgesinde mütâlaa edilmezse, O da, millî târihimizin dev şahsiyetlerinden biri olarak görülür.
II. Bâyezîd Han’ın bütün İslâm âlemine uzanan eli, Osmanlı lehine büyük bir muhabbete vesîle olmuştur. Bu sebepledir ki vefâtında İslâm dünyâsının birçok yerinde O’nun için «gıyâbî cenâze namazları» kılınmıştır.
Rahmetullâhi Aleyh!.
Yâ Rabb! Binbir şa’şaa ve şatafat içinde dünyâya meyletmeden yaşayan bu büyük velî pâdişâh gibi bizleri de zühd ü takvâ ile tezyîn eyle ve şu fânî âlemin zebûnu eyleme! Bâkî seâdete eriştir Allâh’ım!..
Âmîn!..
Sekizinci Osmanlı pâdişâhıdır.
Küçük yaştan itibaren büyük bir ihtimamla yetiştirilmiş, henüz yedi yaşında iken Hadım Ali Paşa’nın nezâretinde Amasya vâliliğine tâyin edilmiştir. Böylece üstün bir devlet adamı olarak yetiştirilmesi sağlanmıştır.
II. Bâyezîd Han, üstün bir devlet adamı olduğu gibi, aynı zamanda san’atkâr bir mizaç ve şahsiyyete de sahipti. Bestekâr, şâir ve hattât olarak da temâyüz etmiştir.
O, Osmanlı sultanlarının en âlimlerinden biridir. Zîrâ şehzâdeliğinde, sadece fennî ilimleri tahsîl etmekle iktifâ etmemiş, mânen de büyük zâtların üstün terbiyeleriyle yetişip olgunlaşmıştır. Ebu’s-Suûd Efendi’nin babası Muhyiddîn-i İskilibî gibi devrin birçok evliyâsının teveccühlerini kazanmış, onların tasarruf, himmet ve duâlarını almıştı. Birçok hayır müessesesi kurarak, asıl tahtını, ahlâk, fazîlet ve adâlet dolu idâresiyle halkının gönlüne kurmuştu. Bu yüzden kendisine “velî” sıfatı verilerek “Bâyezîd-i Velî” diye anılagelmiştir.
O’nu bu makâma, yâni zâhirî ve bâtınî sultanlığa yücelten ihlâs ve takvâsıydı. Nitekim çıktığı seferlerde elbise ve papuçlarına sıçrayan tozları toplattırırdı. Bunların vefâtından sonra yanaklarının altına konmasını vasıyet etmiş, böylece Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in hadîs-i şerîfindeki müjdeye1 nâil olmak istemiştir.
(1. Hadîs-i şerîfde: «Allâh yolunda tozlanan kulun tozları ile cehennem dumanı kat’iyyen bir araya gelmez.» (Tirmizî, 1633; Nesâî, Cihâd, 8, VI, 12) buyurulmuştur. )
Şiirlerini, “Adlî” mahlası ile yazardı. O’nun gönül derinliğini ve mârifetullâha olan iştiyâkını ifâde eden şiirlerinden iki beyti şu şekildedir:
Hudâyâ, hudâlık sana yaraşır,
Nitekim gedâlık bana yaraşır..
Çü sensin penâhı, cihân halkının,
Kamûdan sana ilticâ yaraşır…”
“Ey Allâh’ım, sana ilâhlık lâyık olduğu gibi, bana da (senin yolunda ve huzûrunda) kölelik lâyıktır.”
“Zîrâ bütün cihân halkının sığınağı olan (Mevlâ) sensin.. (Bu sebeple) bütün yaratılmışlara, ancak sana sığınmak yaraşır.”
Bâyezîd-i Velî, 1481 yılında pâdişâh olduktan sonra, saltanatının ilk 14 yılını kardeşi Cem Sultan ile uğraşmakla geçirdi. Bu durum da, hıristiyanlık âlemine karşı belli ölçüde âtıl davranmasını îcâb ettirdi. Cem Sultan, Bâyezîd Han’a:
“–Ülkemizi ikiye bölelim, yarısında sen hükümdar ol, yarısında ben olayım!.” diye teklif etti.
Bâyezîd-i Velî ise:
“Kardeşim, vatan ümmetin malıdır. Devlet gücünü kaybeder. Neticede güçsüz beyliklere döneriz. Bu büyük bir vebâl olur. Gövdem ikiye bölünür, ümmet toprağı bölünmez!.” diyerek bu teklifi reddetti.
Sırf bu tavır bile, Bâyezîd-i Velî’nin dirâyeti, ileri görüşlülüğü kadar, O’nun ne derece İslâm dâvâsının istikbâli endîşeleriyle dolu idealist bir şahsiyyet olduğunu göstermektedir.
Yaptığı teklîfe red cevabı alan Cem Sultan, -birçok büyük meziyetlerine rağmen- idârî mes’elelerdeki dirâyetsizliği sebebiyle ağabeyi II. Bâyezîd Han ile neticesiz kalan uzun mücâdelelere girişti. Ağabeyinin hikmet dolu nasîhatlerine ve mâkûl teklîflerine râzı olmadı. Bunu sitemkâr bir şiirle de ona bildirdi:
Sen bister-i gülde yatasın şevk ile handân;
Ben kül döşenem külhân-ı mihnette, sebeb ne?..
“Ey ağabeyim! Sen, gül gibi döşeklerde huzûr içinde sürûr ve şevk ile yatarken, benim sıkıntı külhanında yanarak kül döşenmemin sebebi nedir?”
Kâmil ve muttakî bir kimse olan II. Bâyezîd de, kardeşinin ihtiras dolu bu suâline, ona ilâhî takdîri hatırlatıcı ve yanlış hareketten îkâz edici manzûm bir mukâbelede bulundu:
Çün rûz-ı ezel kısmet olunmuş bize devlet,
Takdîre rızâ vermeyesün böyle sebeb ne?.
Hâccü’l-Harameyn’im deyüben dâvâ kılursun;
Yâ saltanat-ı dünyevîye bunca taleb ne?..
“Ey kardeşim! Devlet, bize ezelde nasîb kılınmışken senin takdîre rızâ göstermemenin sebebi nedir? Sen iki mübârek belde olan Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere’nin hacısıyım diye iftihâr ediyorsun, fakat şu dünyâ saltanatına olan ihtirasın nedir?..”
Bundan sonra Cem Sultan, şövalyelerin üstâd-ı âzamı Pierre d’Aubusson’un nâzik bir dille dâvetine aldanarak Rodos’a gitti. Karşılıklı imzâlanan anlaşmaya göre Cem, istediği zaman adadan ayrılabilecekti. Lâkin Rodos şövalyeleri, sözlerinde durmadılar ve O’na bir nevî esir muâmelesi yaptılar.
Cem Sultan’ın bu sûretle Rodos şövalyelerine sığınması, kendisinin ve ümmetin bağrına saplanan bir hançer gibi büyük bir hatâ ve tâlihsizlik oldu. Batı fütûhâtına engel teşkil etti. Hattâ, Roma’nın fethine zemin hazırlayacak olan Otranto Kalesi elden çıktı.
Cem Sultan’ı nazikçe elde eden şövalyeler, bir müddet sonra onu köle satar gibi belli bir meblağ karşılığında Papalığa devrettiler. Papalık da, Cem’i haçlı seferlerinde kullanmak hevesine kapıldı. Bâyezîd Han ise, bu takdirde hıristiyanlarla mücâdeleye girişeceği tehdidi ile tehlikeyi güç belâ atlatabildi. Bu uğurda, Papalığa devlet hazînesinden yüklü paralar ödemek mecbûriyetinde kaldı.
Bu durumda, Cem’i kullanmak sûreti ile Osmanlılar’a karşı bir haçlı seferi açamayacağını anlayan Papa İnnocent-VIII, O’na hıristiyanlık teklifinde bulundu.
Bu teklif, Cem Sultan’a çok ağır geldi. Mahzûn oldu. Papa’ya:
“–Değil Osmanlı saltanatını, bütün dünyâyı verseniz dînimi değiştirmem!..” dedi.
Zîrâ ne olursa olsun Cem Sultan, dînini her şeyin üzerinde tutmaktaydı. Allâh ve Rasûlü’ne olan muhabbeti sonsuzdu. Onun hac ibâdetini yaptıktan sonra yazdığı şu beyti bu hakîkati açıkça ifâde eder:
Kâbetullâh’a varup bir kez tavâf eylediğin,
Bin Karaman, Bin Acem, bin memleket-i Osmân’dur..
“Ey gönül! (Sultan olamadım diye üzülme!) Senin Allâh’ın beyti olan Kâbe’ye varıp bir kez tavâf etmen, bin Karaman, bin Acem ve bin Osmanlı memleketine bedeldir…”
Diğer yandan haçlılar tarafından İslâmiyet aleyhine kullanılmak istendiğini anladığı zaman Cem Sultan’ın Cenâb-ı Hakk’a yaptığı niyâz, ondaki dînî kemâli göstermeye kâfîdir. O, İslâmiyet aleyhinde kullanılma ihtimâlinden bile tir tir titriyor ve Rabbine şöyle yalvarıyordu:
“Yâ Rabb! Kâfirler eğer müslümanlığa zarar vermek için beni âlet etmek istiyorlarsa, bu kulunu daha fazla yaşatma! Rûhumu bir an önce dergâh-ı izzetine al!..”
Onun bu duâsı müstecâb oldu ki otuzaltı yaşında Napoli’de vefât etti. Vefât ederken yanındakilere şu vasıyeti yaptı:
“Benim ölüm haberimi mutlak bir sûrette her tarafa duyurun! Bunu mutlakâ yapın ki, kâfirlerin müslümanlar üzerinde benim vesilemle oynamak istedikleri oyunlar nihâyet bulsun! Bundan sonra ağabeyim Sultan Bâyezîd’e varın. Ricâ eyleyin ki, ne kadar zor olursa olsun benim cesedimi vatana aldırsın.. Kâfir bir memlekette gömülmeyi istemiyorum. Şimdiye kadar ne oldu ise oldu. Sakın bu ricâmı reddetmesin!. Bütün borçlarımı ödesin.. Borçlu olarak huzûr-i ilâhî’ye gitmek istemiyorum. Âilemi, çocuklarımı ve bana hizmet edenleri afvetsin. Hallerine göre memnûn etsin..”
Ağabeyi Bâyezîd Han da bu vasıyeti yerine getirdi.
Cem’in vefâtından sonra Sultan Bâyezîd Han, hâricî siyâsetini daha hür bir zemîne oturtmak imkânına kavuştu. Ayrıca, ülke içerisinde de büyük bir îmâr hamlesine girişti. İstanbul’un yedi tepesinden biri üzerine oturtulan o muhteşem Bâyezîd Câmii’ni, mîmâr Kemâleddîn’e inşâ ettirdi. Bu câmînin temeli, 1501 senesinde atılmış, külliyesi ile beraber beş senede tamamlanmıştır.
Evliyâ Çelebi, Seyâhat-nâme’sinde Bâyezîd Câmîi hakkında pek çok mâlûmât kaydeder. Şöyle ki:
“Mîmârbaşı, kıble husûsunda tereddüd edince, Sultan Bâyezîd Han:
«–Şu anda ayağıma bas!.» der.
Mîmârbaşı, ayağını basınca, Kâbe-i Muazzama’yı karşısında görür. Sultan Bâyezîd-i Velî’nin ayaklarına kapanır. Böylece kıblenin istikâmetini belirlemiş olur.”
Câmî-i şerîf’in inşâatı sırasında yaşanan başka bir tablo:
Câmî-i şerîfin inşâatında çalışan usta ve işçilerin gündeliklerinin kaçar akçe olduğu tesbit edilmişti. Bunlar hergün küplere konarak bir köşeye bırakılır, herkes de küpten kendi payına düşeni alırdı. Ancak hergün küpteki akçelerde bir yevmiyelik fazlalık çıkmaktaydı. Bunun üzerine kimin kendi payını alıp almadığı araştırıldı ve nihâyet gâyet fakîr bir işçinin bu işi yaptığı öğrenildi. Meğer adamcağız akşam olunca bir yolunu bulup akçesini almadan inşâattan ayrılıyormuş. Kendisine bunu niçin yaptığını sordular.
Fakîr işçi, sırrının ortaya çıkmasından mahcup bir şekilde:
“–Benim malım-mülküm yok! Bu sebeple şu fânî dünyâda murâd ettiğim gibi maddî bir hayır yapamadığım için dâimâ mahzûnum. Hiç olmazsa bu câmînin inşâatında para almadan çalışayım da gönlümü ferâhlatıcı bir hayır işlemiş olayım diye düşündüm…” dedi.
Bu gönlü zengin fakîre dediler ki:
“–Efendi burası pâdişâh hayrâtıdır. Bunun için çalıştığını alacaksın. Sen burada bedenen çalış, fakat hakkını da al ve dilediğin yere ver!..”
Sultan Bâyezîd Han, kendi adıyla anılan bu meşhûr câmi-i şerîfin inşâatında, sık sık gelip bizzat bedenen de çalışırdı. Bu çalışmaları sırasında birgün, ustalardan birinin duvarı gâyet sür’atle örüp yükseltmesi dikkatini çekti. Alâkayla bakınca, şâirin:
“Ehl-i dil birbirini bilmemek insâf değil” ifâdesi vechile, O’nun Hızır -aleyhisselâm- olduğunu anladı.
Hemen yanına varıp O’nu yakaladı ve elini sıkı sıkıya tuttuktan sonra:
“– Her namaz vaktinde bu câmîye uğrayacağına söz vermezsen, şimdi bağırır ve Hızır’ı yakaladığımı cümle âleme îlân ederim!..” dedi.
Hızır -aleyhisselâm-, özür beyân etti, işlerinin çokluğunu ileri sürerek, böyle bir külfetten afv edilmesini diledi. Fakat Velî Bâyezîd, her namaz vaktinde uğramak iddiâsını, günde bir defâ uğramak şeklinde hafifleştirdiyse de, Hızır -aleyhisselâm-, buna da râzı olmadı. Nihâyet, haftada bir kere uğramak şeklindeki talebini kabul etmesi üzerine Bâyezîd-i Velî, Hızır -aleyhisselâm-’ı serbest bıraktı.
Bu menkıbe dolayısıyladır ki, asırlardan beri Bâyezîd Câmi-i Şerîfi’ne Hızır -aleyhisselâm-’ın haftada bir defâ uğradığına inanılır. Hattâ bu husustaki tevâtüre göre de, Hızır -aleyhisselâm-, her uğrayışında namazını kırmızı kuşaklı minârenin civârında kılarmış.
İbâdete bir cum’a günü açılan câmîde, ilk namazı II. Bâyezîd Han kıldırmıştır. Bu hâdiseyi de Evliyâ Çelebi şöyle anlatır:
“Câmînin yapısı tamam oldukta, bir cum’a günü büyük bir merâsimle ibâdete açıldı. Bâyezîd-i Velî buyurdular ki:
«–Her kim, ömründe ikindi ve yatsı namazlarının ilk sünnetini hiç terketmemiş ise, şu mübârek vakitte o imâm olsun!.»
Deryâ misâli cemâat içinden bir kişi çıkmayınca, Bâyezîd Han mecbûr kalarak:
“–Elhamdülillâh! Savaşta ve barışta biz bu sünnetleri terk etmedik!..” dedi ve kendisi imâm olup namazı kıldırdı.
Böylece II. Bâyezîd Han, bu târihî zühd ve takvâ sahnesini mecbûren sergilemiş oldu.
Bâyezîd-i Velî’nin böyle halk arasında yaygın menkıbeleri çoktur. Onlardan birini daha arzedelim:
Bâyezîd-i Velî’nin genç kerîmelerinden biri, Şeyh Ebu’l-Vefâ Hazretleri’ne mensubdu. Sık sık O’nun ziyâretine giderdi. Bu keyfiyet, dedikoduyu mûcib olmuş bulunmalıdır ki, Bâyezîd-i Velî, kızını îkâz ile şeyhini ziyârete gitmekten menetti. Sultan Efendi (Babadan hânedâna mensûb hanımlar, bu sûretle anılırlar), babasından son bir ziyâret için müsâade kopardı. Duruma hâl lisânı ile vâkıf olan Şeyh Ebu’l-Vefâ Hazretleri, kendisine, babasına verilmek üzere bir hediye takdîm etti. Bu bir enfiye kutusuydu. Velî Bâyezîd, enfiye tiryâkisi olduğundan Şeyh Ebu’l-Vefâ Hazretleri, kerîmesi ile Velî Bâyezîd’e tercîhan bu hediyyeyi göndermişti.
Bâyezîd-i Velî, şeyhin selâm ve duâlarıyla takdîm edilen bu kutuyu açtığında hayrette kaldı! Zîrâ, bu kutuda enfiye yoktu. Bir tutam pamuk üzerine konulmuş kor hâlinde bir ateş parçası vardı. Şeyh Ebu’l-Vefâ Hazretleri, Sultan Bâyezîd’in ciddiye aldığı dedikodulara bu sûretle cevap vermiş oluyordu. Ve bunun, dünyevî muhabbetten değil, ilâhî muhabbetten bir pırıltı olduğunu göstermek istiyordu.
Şu hâdise sebebiyledir ki, Bâyezîd-i Velî, Şeyh Ebu’l-Vefâ Hazretleri’ni ziyâret arzusuna kapıldı. Babası Fâtih’te olduğu gibi müteaddid talebi kabul görmeyince, sultanlık damarı kabarmış olmalı ki, birgün âniden, sessiz ve sadâsız bir şekilde erkânı ile tekkenin yolunu tuttu. Kalabalık saray arabalarıyla tekkeye yaklaştıkları sırada, dervişler, koşuşarak bu ziyâretten Şeyh Ebu’l-Vefâ Hazretleri’ni haberdar ettiler. O:
“–Olamaz!. Böyle bir şey mümkün değildir!.” dediği halde dervişler:
“–İşte geldi!. Geliyor!..” diye yaklaşan pâdişâhtan ısrarla haber verince, Şeyh Ebu’l-Vefâ Hazretleri, sedirde kıbleye müteveccihen uzandı ve kelime-i şehâdet getirdi…
Sultan, Şeyh Ebu’l-Vefâ Hazretleri’nin bulunduğu mekâna girdiğinde, O, rûhunu çoktan teslîm etmişti. Çünkü daha önce de;
“–Bu dünyâda görüşmemiz mukadder değildir!” diyerek, vâkî olan Sultan’ın görüşme taleblerini geri çevirmiş bulunuyordu.
II. Bâyezîd’in Edebali’si olan kıymetli devlet adamlarından Hacı Mesih Paşa, zaman zaman Hünkâr’a karşı sert îkâzlarda bulunurdu. Vezirlerin yaptığı gayr-i islâmî hâlleri pâdişâha anlatır, bu gibi hatâların ıslâhının bir mecbûriyet olduğunu, aksi halde ferdî takvâsının, kendisini cehennem azâbından kurtarmaya kâfî gelmeyeceğini öğütlerdi.
II. Bâyezîd Han da, bu nasîhatleri can kulağıyla dinlerdi. Bir dîvân toplantısında üzerindeki ağır mes’ûliyyetin idrâkiyle vezirlerini şöyle îkâz etmişti:
“–Paşalar! Elimin altında bulunan ahâlînin bütün hallerinin yarın kıyâmet gününde benden sorulacağı muhakkaktır. İşitiyorum ki benim kapımda birtakım gayr-i İslâmî usûller îcâd etmişsiniz! Bilir misiniz ki böyle yapmakla bana âhırette yatacak yer komuyorsunuz! Rûz-i mahşerde ben nasıl hesap vereceğim? Âgâh olun ve sakın ola rızâ-yı ilâhîye mugâyir bir fiilde bulunmayın!..”
II. Bâyezîd-i Velî’nin, vakfiyye, külliye, şifâhâne ve hayrât hizmetlerinin yanında İslâmî ilimlere ve kültüre verdiği ehemmiyet de çok büyüktür. O’nun devri, Osmanlı kültür ve medeniyetinin temellerinin atıldığı bir zamandır. Meşhur İtalyan mîmâr ve ressam Leonardo de Vinci, II. Bâyezîd’e mektup yazıp İstanbul’daki câmî ve diğer eserlerin plân ve projelerini bizzat yapmayı teklif edince, bu mektub Kubbealtı vezirleri arasında sevinç uyandırmıştı. Derin ve ince bir tasavvufî anlayışa sahip olan II. Bâyezîd Han ise, bu teklifi reddederek şöyle dedi:
“–Şâyet bunu kabul edersek, ülkemizde üslûb ve rûh îtibârıyle kilise mîmârîsinin mukallidi bir mîmârî hâkim olur, kendi islâmî mîmârîmiz inkişâf edemez ve şahsiyyet kazanamaz!.”
İşte bu görüş, akıllı, firâsetli ve gönül ehli bir müslümanın ufkunu ifâde eder. Zîrâ, II. Bâyezîd’in ardından İslâm toprakları nasıl yirmidörtmilyon kilometrekareye ulaştıysa, aynı şekilde İslâm san’atı da zirveye tırmanmıştır. Bu anlayış sâyesinde İslâm’ın rûhu, hendeseye nakşedilmiş, değerini kıyâmete kadar koruyabilecek Süleymâniye ve benzerî âbideler silsilesi vücûd bulmuştur.
Târihte; ilmi, tâkvâsı, merhameti, vakarı ve hilmi ile meşhûr olan Bâyezîd-i Velî, ulemâ ve evliyâya çok hürmet gösterirdi. O’nun bu istikâmette kullandığı husûsî bir bütçesi vardı. Bununla ilim ve irfân erbâbını eser vermeye teşvîk ederdi. Sultan’ın bu himâyesi, İstanbul’u bir ulemâ meşheri hâline getirdi.
Sultan Fâtih devrinde başlamış olan ilmî çalışmalar, Bâyezîd-i Velî’nin ince anlayış ve zekâsı ile inkişâf etmiş, diğer İslâm memleketlerindeki âlim ve âriflerle de alâkadar olunmuştu.
Herat’ta bulunan Mollâ Câmî Hazretleri ile Buhâra’daki Nakşibendî dergâhının şeyhi ve müridlerine şahsî mülkünden maaş bağlamıştır.
Hâce Ubeydullâh Ahrâr Hazretleri’nin oğlu Hâce Abdülhâdî’yi İstanbul’a dâvet etmiş ve çok ikrâmda bulunmuştur.
Şeyhülislâm Kemâl Paşazâde, Sultan Bâyezîd Han’ın zâhirî ve bâtınî büyüklüğünü ifâde ederken:
“Adâlet ve insâfın koruyucusu idi. Dâhiyâne siyâseti neticesinde memleket mâmûr bir hâle gelmişti. Âşikâr kerâmetleri zuhûr etmişti. Vakarlı hâl ve davranışları ile düşmanları hor ve hakîr olmuştu.” demektedir.
II. Bâyezîd, Osmanlı sultanlarının en büyüklerinden biri olduğu halde, değeri lâyıkı ile takdîr edilememiş bir şahsiyyettir!.
Bunun sebebi, -yukarıda îzâh edildiği üzere- kardeşi “Cem Sultan”a karşı, O’nun hazîn âkıbeti dolayısıyla duyulan umûmî bir acıma hissidir!
Bir diğer sebep de, babası Fâtih Sultan Mehmed Han gibi uzun asırlar boyunca nâdiren zuhûr eden devâsâ bir şahsiyyetten sonra hükümdar olmasıdır… O’ndan, babasının açtığı fütûhât yolunda yürüyerek “Batı Roma”nın başlanmış olan fethini ikmâl etmesi bekleniyordu. Ancak, başta “Sultan Cem” vak’ası olmak üzere, alevî menşe’li “Şahkulu” isyânı gibi vak’alar, bu umûmî arzuyu gerçekleştirmesine imkân bırakmamıştır. Böyle olmasaydı, O’nun da babası Fâtih Sultan Mehmed Han ve oğlu Yavuz Sultan Selîm Han gibi fütûhâtçı olacağı muhakkaktı. Nitekim bütün bu gayr-i müsâid şartlara rağmen, O’nun zamanında parlak zaferler de kazanılmıştır. Bunlardan biri olan “Abdina” (Kırbova) zaferi, dâsitânî bir muzafferiyettir.
Değerli bir akıncı kumandanı olan şâir Yakup Paşa, Sultan’ın emriyle İstirya içlerine akınlar yapmış geri dönüyordu. Ellerinde birçok ganîmet ve esir bulunmaktaydı. Akıncılar, Kırbova önlerine geldiklerinde büyük bir düşman ordusu ile karşılaştılar. Askerlerinin yorgunluk ve azlıklarına rağmen Yakup Paşa, harbe mecbûr kalarak kendilerinden sayıca kat kat üstün düşman ordusuyla âdetâ bir meydan muhârebesi yaptı ve Allâh’ın yardımıyla şiddetli bir taarruz neticesinde düşmanı tamamen perîşân etti. O gün sekiz bin seçme akıncıyla yaklaşık altı bin düşman askeri öldürülmüş, yirmibeşbin kadarı da esîr alınmıştır.
Akıncıların bu zaferi, târihte ender rastlanan hâdiselerdendir. Zîrâ yaptığı akınlarla yorulmuş olan, aynı zamanda elinde birçok ganîmet ve esîr bulunan küçük bir kuvvetin, kendisiyle kıyas edilemeyecek çapta bir ordu ile muhârebeyi göze alması, kimsenin hayâl bile edemeyeceği kadar yüce, maddî ve mânevî bir yiğitliktir. Bu zaferde büyük payı olan akıncı kumandanı şâir Yakup Paşa, muhârebenin neticesini sultana şu şiirle bildirmiştir:
Buluştuk düşmana çün Kırbovâ’da;
Nidâ erişti kim «Kır bû ovâ’da!»
Hakk’ın emriyle itdim bir gazâ kim;
Murâd Han itdi ancak Kôsovâ’da..
Aceb mi bu zafer, çün gayb erenler;
Muâvindir bize arz u semâda..
Kılam ednâ kulumu voyvoda ben,
Hudâ fırsat virirse Belgrâd’a.
Benüm Bosna Beyi Dervîş Ya’kûb;
Hudâ avniyle irdüm bu cihâda.
Makâm ide bana cennet-i Adn’i;
Umarım ol Gânî dâru’l-bekâda..
Bu şiir, o şanlı Osmanlı akıncısının gönül dünyâsını ne güzel aksettirmektedir. Burada Yakup Paşa, paşalıktan ziyâde dervîşlik ve Allâh’a kulluğuyla müftehirdir. Bu da, o dönem Osmanlı askerlerinin sahip bulunduğu fütûhât aşkı, gazâ ve cihâd rûhunu besleyen asıl kökün mâneviyyât ve mârifetullâh olduğunu gösterir.
II. Bâyezîd Han devrinde Endülüs müslümanlarına elden gelen yardımın yapılmasından da geri kalınmamıştır. O târihte, henüz bütün Avrupa donanmalarıyla başedebilecek dirâyette bir donanmamız olmadığı halde, yüzbinlerce müslüman, hıristiyanların fecî katliamlarından kurtarılarak, Afrika’ya taşınmış, İspanya sâhilleri şiddetli bombardımanla devamlı tâciz edilerek, Endülüs’ün kaybı felâketine karşı misilleme yapılmıştır.
Çok daha önceden birbirleriyle nefsânî sebepler yüzünden boğuşarak beylikler hâline gelmiş ve aralarındaki kardeş kavgasında defâatle -maalesef- hıristiyanları yardıma çağırmış olan Endülüs müslümanlarına, yapılabilecek başka bir yardım düşünülemezdi. Çünkü onlar, Kur’ân rûhuna zıd olarak bölünüp parçalanmış ve birbirlerine karşı hıristiyanları dost edinmenin hazin bir neticesine dûçâr olmuşlardı. Aşağıdaki hâdise ne kadar ibretlidir:
Son Gırnata hükümdarı Ebû Abdullâh, düşmanlara teslîm ettiği memleketinden annesiyle birlikte uzaklaşırken Padul tepesinde durarak son kez Gırnata’ya bakmış, alevler içinde yanan bu inci gibi İslâm yurdunu ve İslâm san’atının hârikası olan el-Hamrâ sarayını seyrederken gayr-i ihtiyârı iç çekerek hıçkırıklarla ağlamaya başlamıştı. Onun bu hâli üzerine annesi de, çatık kaşlarla şu târihî cevabı vermişti:
“–Ağla ey gâfil, ağla! Erkekler gibi muhâfaza edemediğin şu mübârek yurdun için şimdi kadınlar gibi ağla!..”
Şu hâdise münâsebetiyle bu târihten sonra o tepe «Arab’ın son âhı» ya da «Arab’ın âh tepesi» mânâsında bir isimle yâd edilir olmuştur.
Bugüne kadar Osmanlı’yı, Endülüs müslümanlarının felâketine karşı seyirci kalmakla ithâm edenler, ya bu târihî gerçekleri lâyıkıyla takdîr edemeyenler, ya da kasıtlı olan kimselerdir. Çünkü karadan Almanya ve Fransa’yı aşarak İspanya’ya ulaşılamayacağı gibi, denizden de koca İspanya kıt’asına karşı, ancak düşmanı tâciz hareketleri yapılabilirdi ki, Osmanlı bunu yapmıştır.
Cem vak’ası dolayısıyla hıristiyanlık âlemini tahrîk etmemeye a’zamî bir sûrette dikkat göstermeye mecbûr kalan Sultan II. Bâyezîd Han’ın 31 yıllık saltanat devresinde; “Şahkulu” isyanının bastırılması, büyük deniz savaşlarından “Sapienza” zaferi, İnebahtı’nın fethi, Koron, Modan ve Navarin kalelerinin alınması gibi zaferlerin de kazanıldığı dikkate alınırsa, O’nun devrinin sanıldığı gibi askerî bakımdan da pek sönük geçmemiş olduğu anlaşılır.
Sultan II. Bâyezîd Han’ın 30 seneden fazla süren saltanatı boyunca, takip ettiği siyâset, oğlu Yavuz Selîm Han ve torunu Kânûnî Sultan Süleymân’ın fasılasız cihâdla meşgul olmalarına zemin hazırlamıştır. Bu bakımdan O, cihân çapında bir dehâ olan babası Fâtih ile, büyüklükte O’ndan geri kalmayan oğlu Yavuz Sultan Selîm arasında bulunduğundan, azameti lâyıkıyla anlaşılamamış bir büyük pâdişâhtır. Yoksa bu iki büyük şahsiyetin arasında ve hattâ gölgesinde mütâlaa edilmezse, O da, millî târihimizin dev şahsiyetlerinden biri olarak görülür.
II. Bâyezîd Han’ın bütün İslâm âlemine uzanan eli, Osmanlı lehine büyük bir muhabbete vesîle olmuştur. Bu sebepledir ki vefâtında İslâm dünyâsının birçok yerinde O’nun için «gıyâbî cenâze namazları» kılınmıştır.
Rahmetullâhi Aleyh!.
Yâ Rabb! Binbir şa’şaa ve şatafat içinde dünyâya meyletmeden yaşayan bu büyük velî pâdişâh gibi bizleri de zühd ü takvâ ile tezyîn eyle ve şu fânî âlemin zebûnu eyleme! Bâkî seâdete eriştir Allâh’ım!..
Âmîn!..