Geçmişten günümüze ibret ışıkları Osmanlı Padişahları

MURATS44

Özel Üye
Sultan II. Bâyezîd Han-ı Velî (1448-1512) Ahlâk, Fazîlet ve Adâlet Dolu İdâresiyle Halkının Gönlünde Taht Kuran Sultan II. Bâyezîd Han-ı Velî
Sekizinci Osmanlı pâdişâhıdır.

Küçük yaştan itibaren büyük bir ihtimamla yetiştirilmiş, henüz yedi yaşında iken Hadım Ali Paşa’nın nezâretinde Amasya vâliliğine tâyin edilmiştir. Böylece üstün bir devlet adamı olarak yetiştirilmesi sağlanmıştır.
II. Bâyezîd Han, üstün bir devlet adamı olduğu gibi, aynı zamanda san’atkâr bir mizaç ve şahsiyyete de sahipti. Bestekâr, şâir ve hattât olarak da temâyüz etmiştir.
O, Osmanlı sultanlarının en âlimlerinden biridir. Zîrâ şehzâdeliğinde, sadece fennî ilimleri tahsîl etmekle iktifâ etmemiş, mânen de büyük zâtların üstün terbiyeleriyle yetişip olgunlaşmıştır. Ebu’s-Suûd Efendi’nin babası Muhyiddîn-i İskilibî gibi devrin birçok evliyâsının teveccühlerini kazanmış, onların tasarruf, himmet ve duâlarını almıştı. Birçok hayır müessesesi kurarak, asıl tahtını, ahlâk, fazîlet ve adâlet dolu idâresiyle halkının gönlüne kurmuştu. Bu yüzden kendisine “velî” sıfatı verilerek “Bâyezîd-i Velî” diye anılagelmiştir.
O’nu bu makâma, yâni zâhirî ve bâtınî sultanlığa yücelten ihlâs ve takvâsıydı. Nitekim çıktığı seferlerde elbise ve papuçlarına sıçrayan tozları toplattırırdı. Bunların vefâtından sonra yanaklarının altına konmasını vasıyet etmiş, böylece Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in hadîs-i şerîfindeki müjdeye1 nâil olmak istemiştir.
(1. Hadîs-i şerîfde: «Allâh yolunda tozlanan kulun tozları ile cehennem dumanı kat’iyyen bir araya gelmez.» (Tirmizî, 1633; Nesâî, Cihâd, 8, VI, 12) buyurulmuştur. )
Şiirlerini, “Adlî” mahlası ile yazardı. O’nun gönül derinliğini ve mârifetullâha olan iştiyâkını ifâde eden şiirlerinden iki beyti şu şekildedir:
Hudâyâ, hudâlık sana yaraşır,
Nitekim gedâlık bana yaraşır..
Çü sensin penâhı, cihân halkının,
Kamûdan sana ilticâ yaraşır…”
“Ey Allâh’ım, sana ilâhlık lâyık olduğu gibi, bana da (senin yolunda ve huzûrunda) kölelik lâyıktır.”
“Zîrâ bütün cihân halkının sığınağı olan (Mevlâ) sensin.. (Bu sebeple) bütün yaratılmışlara, ancak sana sığınmak yaraşır.”
Bâyezîd-i Velî, 1481 yılında pâdişâh olduktan sonra, saltanatının ilk 14 yılını kardeşi Cem Sultan ile uğraşmakla geçirdi. Bu durum da, hıristiyanlık âlemine karşı belli ölçüde âtıl davranmasını îcâb ettirdi. Cem Sultan, Bâyezîd Han’a:
“–Ülkemizi ikiye bölelim, yarısında sen hükümdar ol, yarısında ben olayım!.” diye teklif etti.
Bâyezîd-i Velî ise:
“Kardeşim, vatan ümmetin malıdır. Devlet gücünü kaybeder. Neticede güçsüz beyliklere döneriz. Bu büyük bir vebâl olur. Gövdem ikiye bölünür, ümmet toprağı bölünmez!.” diyerek bu teklifi reddetti.
Sırf bu tavır bile, Bâyezîd-i Velî’nin dirâyeti, ileri görüşlülüğü kadar, O’nun ne derece İslâm dâvâsının istikbâli endîşeleriyle dolu idealist bir şahsiyyet olduğunu göstermektedir.
Yaptığı teklîfe red cevabı alan Cem Sultan, -birçok büyük meziyetlerine rağmen- idârî mes’elelerdeki dirâyetsizliği sebebiyle ağabeyi II. Bâyezîd Han ile neticesiz kalan uzun mücâdelelere girişti. Ağabeyinin hikmet dolu nasîhatlerine ve mâkûl teklîflerine râzı olmadı. Bunu sitemkâr bir şiirle de ona bildirdi:
Sen bister-i gülde yatasın şevk ile handân;
Ben kül döşenem külhân-ı mihnette, sebeb ne?..
“Ey ağabeyim! Sen, gül gibi döşeklerde huzûr içinde sürûr ve şevk ile yatarken, benim sıkıntı külhanında yanarak kül döşenmemin sebebi nedir?”
Kâmil ve muttakî bir kimse olan II. Bâyezîd de, kardeşinin ihtiras dolu bu suâline, ona ilâhî takdîri hatırlatıcı ve yanlış hareketten îkâz edici manzûm bir mukâbelede bulundu:
Çün rûz-ı ezel kısmet olunmuş bize devlet,
Takdîre rızâ vermeyesün böyle sebeb ne?.
Hâccü’l-Harameyn’im deyüben dâvâ kılursun;
Yâ saltanat-ı dünyevîye bunca taleb ne?..
“Ey kardeşim! Devlet, bize ezelde nasîb kılınmışken senin takdîre rızâ göstermemenin sebebi nedir? Sen iki mübârek belde olan Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere’nin hacısıyım diye iftihâr ediyorsun, fakat şu dünyâ saltanatına olan ihtirasın nedir?..”
Bundan sonra Cem Sultan, şövalyelerin üstâd-ı âzamı Pierre d’Aubusson’un nâzik bir dille dâvetine aldanarak Rodos’a gitti. Karşılıklı imzâlanan anlaşmaya göre Cem, istediği zaman adadan ayrılabilecekti. Lâkin Rodos şövalyeleri, sözlerinde durmadılar ve O’na bir nevî esir muâmelesi yaptılar.
Cem Sultan’ın bu sûretle Rodos şövalyelerine sığınması, kendisinin ve ümmetin bağrına saplanan bir hançer gibi büyük bir hatâ ve tâlihsizlik oldu. Batı fütûhâtına engel teşkil etti. Hattâ, Roma’nın fethine zemin hazırlayacak olan Otranto Kalesi elden çıktı.
Cem Sultan’ı nazikçe elde eden şövalyeler, bir müddet sonra onu köle satar gibi belli bir meblağ karşılığında Papalığa devrettiler. Papalık da, Cem’i haçlı seferlerinde kullanmak hevesine kapıldı. Bâyezîd Han ise, bu takdirde hıristiyanlarla mücâdeleye girişeceği tehdidi ile tehlikeyi güç belâ atlatabildi. Bu uğurda, Papalığa devlet hazînesinden yüklü paralar ödemek mecbûriyetinde kaldı.
Bu durumda, Cem’i kullanmak sûreti ile Osmanlılar’a karşı bir haçlı seferi açamayacağını anlayan Papa İnnocent-VIII, O’na hıristiyanlık teklifinde bulundu.
Bu teklif, Cem Sultan’a çok ağır geldi. Mahzûn oldu. Papa’ya:
“–Değil Osmanlı saltanatını, bütün dünyâyı verseniz dînimi değiştirmem!..” dedi.
Zîrâ ne olursa olsun Cem Sultan, dînini her şeyin üzerinde tutmaktaydı. Allâh ve Rasûlü’ne olan muhabbeti sonsuzdu. Onun hac ibâdetini yaptıktan sonra yazdığı şu beyti bu hakîkati açıkça ifâde eder:
Kâbetullâh’a varup bir kez tavâf eylediğin,
Bin Karaman, Bin Acem, bin memleket-i Osmân’dur..
“Ey gönül! (Sultan olamadım diye üzülme!) Senin Allâh’ın beyti olan Kâbe’ye varıp bir kez tavâf etmen, bin Karaman, bin Acem ve bin Osmanlı memleketine bedeldir…”
Diğer yandan haçlılar tarafından İslâmiyet aleyhine kullanılmak istendiğini anladığı zaman Cem Sultan’ın Cenâb-ı Hakk’a yaptığı niyâz, ondaki dînî kemâli göstermeye kâfîdir. O, İslâmiyet aleyhinde kullanılma ihtimâlinden bile tir tir titriyor ve Rabbine şöyle yalvarıyordu:
“Yâ Rabb! Kâfirler eğer müslümanlığa zarar vermek için beni âlet etmek istiyorlarsa, bu kulunu daha fazla yaşatma! Rûhumu bir an önce dergâh-ı izzetine al!..”
Onun bu duâsı müstecâb oldu ki otuzaltı yaşında Napoli’de vefât etti. Vefât ederken yanındakilere şu vasıyeti yaptı:
“Benim ölüm haberimi mutlak bir sûrette her tarafa duyurun! Bunu mutlakâ yapın ki, kâfirlerin müslümanlar üzerinde benim vesilemle oynamak istedikleri oyunlar nihâyet bulsun! Bundan sonra ağabeyim Sultan Bâyezîd’e varın. Ricâ eyleyin ki, ne kadar zor olursa olsun benim cesedimi vatana aldırsın.. Kâfir bir memlekette gömülmeyi istemiyorum. Şimdiye kadar ne oldu ise oldu. Sakın bu ricâmı reddetmesin!. Bütün borçlarımı ödesin.. Borçlu olarak huzûr-i ilâhî’ye gitmek istemiyorum. Âilemi, çocuklarımı ve bana hizmet edenleri afvetsin. Hallerine göre memnûn etsin..”
Ağabeyi Bâyezîd Han da bu vasıyeti yerine getirdi.
Cem’in vefâtından sonra Sultan Bâyezîd Han, hâricî siyâsetini daha hür bir zemîne oturtmak imkânına kavuştu. Ayrıca, ülke içerisinde de büyük bir îmâr hamlesine girişti. İstanbul’un yedi tepesinden biri üzerine oturtulan o muhteşem Bâyezîd Câmii’ni, mîmâr Kemâleddîn’e inşâ ettirdi. Bu câmînin temeli, 1501 senesinde atılmış, külliyesi ile beraber beş senede tamamlanmıştır.
Evliyâ Çelebi, Seyâhat-nâme’sinde Bâyezîd Câmîi hakkında pek çok mâlûmât kaydeder. Şöyle ki:
“Mîmârbaşı, kıble husûsunda tereddüd edince, Sultan Bâyezîd Han:
«–Şu anda ayağıma bas!.» der.
Mîmârbaşı, ayağını basınca, Kâbe-i Muazzama’yı karşısında görür. Sultan Bâyezîd-i Velî’nin ayaklarına kapanır. Böylece kıblenin istikâmetini belirlemiş olur.”
Câmî-i şerîf’in inşâatı sırasında yaşanan başka bir tablo:
Câmî-i şerîfin inşâatında çalışan usta ve işçilerin gündeliklerinin kaçar akçe olduğu tesbit edilmişti. Bunlar hergün küplere konarak bir köşeye bırakılır, herkes de küpten kendi payına düşeni alırdı. Ancak hergün küpteki akçelerde bir yevmiyelik fazlalık çıkmaktaydı. Bunun üzerine kimin kendi payını alıp almadığı araştırıldı ve nihâyet gâyet fakîr bir işçinin bu işi yaptığı öğrenildi. Meğer adamcağız akşam olunca bir yolunu bulup akçesini almadan inşâattan ayrılıyormuş. Kendisine bunu niçin yaptığını sordular.
Fakîr işçi, sırrının ortaya çıkmasından mahcup bir şekilde:
“–Benim malım-mülküm yok! Bu sebeple şu fânî dünyâda murâd ettiğim gibi maddî bir hayır yapamadığım için dâimâ mahzûnum. Hiç olmazsa bu câmînin inşâatında para almadan çalışayım da gönlümü ferâhlatıcı bir hayır işlemiş olayım diye düşündüm…” dedi.
Bu gönlü zengin fakîre dediler ki:
“–Efendi burası pâdişâh hayrâtıdır. Bunun için çalıştığını alacaksın. Sen burada bedenen çalış, fakat hakkını da al ve dilediğin yere ver!..”
Sultan Bâyezîd Han, kendi adıyla anılan bu meşhûr câmi-i şerîfin inşâatında, sık sık gelip bizzat bedenen de çalışırdı. Bu çalışmaları sırasında birgün, ustalardan birinin duvarı gâyet sür’atle örüp yükseltmesi dikkatini çekti. Alâkayla bakınca, şâirin:
“Ehl-i dil birbirini bilmemek insâf değil” ifâdesi vechile, O’nun Hızır -aleyhisselâm- olduğunu anladı.
Hemen yanına varıp O’nu yakaladı ve elini sıkı sıkıya tuttuktan sonra:
“– Her namaz vaktinde bu câmîye uğrayacağına söz vermezsen, şimdi bağırır ve Hızır’ı yakaladığımı cümle âleme îlân ederim!..” dedi.
Hızır -aleyhisselâm-, özür beyân etti, işlerinin çokluğunu ileri sürerek, böyle bir külfetten afv edilmesini diledi. Fakat Velî Bâyezîd, her namaz vaktinde uğramak iddiâsını, günde bir defâ uğramak şeklinde hafifleştirdiyse de, Hızır -aleyhisselâm-, buna da râzı olmadı. Nihâyet, haftada bir kere uğramak şeklindeki talebini kabul etmesi üzerine Bâyezîd-i Velî, Hızır -aleyhisselâm-’ı serbest bıraktı.
Bu menkıbe dolayısıyladır ki, asırlardan beri Bâyezîd Câmi-i Şerîfi’ne Hızır -aleyhisselâm-’ın haftada bir defâ uğradığına inanılır. Hattâ bu husustaki tevâtüre göre de, Hızır -aleyhisselâm-, her uğrayışında namazını kırmızı kuşaklı minârenin civârında kılarmış.
İbâdete bir cum’a günü açılan câmîde, ilk namazı II. Bâyezîd Han kıldırmıştır. Bu hâdiseyi de Evliyâ Çelebi şöyle anlatır:
“Câmînin yapısı tamam oldukta, bir cum’a günü büyük bir merâsimle ibâdete açıldı. Bâyezîd-i Velî buyurdular ki:
«–Her kim, ömründe ikindi ve yatsı namazlarının ilk sünnetini hiç terketmemiş ise, şu mübârek vakitte o imâm olsun!.»
Deryâ misâli cemâat içinden bir kişi çıkmayınca, Bâyezîd Han mecbûr kalarak:
“–Elhamdülillâh! Savaşta ve barışta biz bu sünnetleri terk etmedik!..” dedi ve kendisi imâm olup namazı kıldırdı.
Böylece II. Bâyezîd Han, bu târihî zühd ve takvâ sahnesini mecbûren sergilemiş oldu.
Bâyezîd-i Velî’nin böyle halk arasında yaygın menkıbeleri çoktur. Onlardan birini daha arzedelim:
Bâyezîd-i Velî’nin genç kerîmelerinden biri, Şeyh Ebu’l-Vefâ Hazretleri’ne mensubdu. Sık sık O’nun ziyâretine giderdi. Bu keyfiyet, dedikoduyu mûcib olmuş bulunmalıdır ki, Bâyezîd-i Velî, kızını îkâz ile şeyhini ziyârete gitmekten menetti. Sultan Efendi (Babadan hânedâna mensûb hanımlar, bu sûretle anılırlar), babasından son bir ziyâret için müsâade kopardı. Duruma hâl lisânı ile vâkıf olan Şeyh Ebu’l-Vefâ Hazretleri, kendisine, babasına verilmek üzere bir hediye takdîm etti. Bu bir enfiye kutusuydu. Velî Bâyezîd, enfiye tiryâkisi olduğundan Şeyh Ebu’l-Vefâ Hazretleri, kerîmesi ile Velî Bâyezîd’e tercîhan bu hediyyeyi göndermişti.
Bâyezîd-i Velî, şeyhin selâm ve duâlarıyla takdîm edilen bu kutuyu açtığında hayrette kaldı! Zîrâ, bu kutuda enfiye yoktu. Bir tutam pamuk üzerine konulmuş kor hâlinde bir ateş parçası vardı. Şeyh Ebu’l-Vefâ Hazretleri, Sultan Bâyezîd’in ciddiye aldığı dedikodulara bu sûretle cevap vermiş oluyordu. Ve bunun, dünyevî muhabbetten değil, ilâhî muhabbetten bir pırıltı olduğunu göstermek istiyordu.
Şu hâdise sebebiyledir ki, Bâyezîd-i Velî, Şeyh Ebu’l-Vefâ Hazretleri’ni ziyâret arzusuna kapıldı. Babası Fâtih’te olduğu gibi müteaddid talebi kabul görmeyince, sultanlık damarı kabarmış olmalı ki, birgün âniden, sessiz ve sadâsız bir şekilde erkânı ile tekkenin yolunu tuttu. Kalabalık saray arabalarıyla tekkeye yaklaştıkları sırada, dervişler, koşuşarak bu ziyâretten Şeyh Ebu’l-Vefâ Hazretleri’ni haberdar ettiler. O:
“–Olamaz!. Böyle bir şey mümkün değildir!.” dediği halde dervişler:
“–İşte geldi!. Geliyor!..” diye yaklaşan pâdişâhtan ısrarla haber verince, Şeyh Ebu’l-Vefâ Hazretleri, sedirde kıbleye müteveccihen uzandı ve kelime-i şehâdet getirdi…
Sultan, Şeyh Ebu’l-Vefâ Hazretleri’nin bulunduğu mekâna girdiğinde, O, rûhunu çoktan teslîm etmişti. Çünkü daha önce de;
“–Bu dünyâda görüşmemiz mukadder değildir!” diyerek, vâkî olan Sultan’ın görüşme taleblerini geri çevirmiş bulunuyordu.
II. Bâyezîd’in Edebali’si olan kıymetli devlet adamlarından Hacı Mesih Paşa, zaman zaman Hünkâr’a karşı sert îkâzlarda bulunurdu. Vezirlerin yaptığı gayr-i islâmî hâlleri pâdişâha anlatır, bu gibi hatâların ıslâhının bir mecbûriyet olduğunu, aksi halde ferdî takvâsının, kendisini cehennem azâbından kurtarmaya kâfî gelmeyeceğini öğütlerdi.
II. Bâyezîd Han da, bu nasîhatleri can kulağıyla dinlerdi. Bir dîvân toplantısında üzerindeki ağır mes’ûliyyetin idrâkiyle vezirlerini şöyle îkâz etmişti:
“–Paşalar! Elimin altında bulunan ahâlînin bütün hallerinin yarın kıyâmet gününde benden sorulacağı muhakkaktır. İşitiyorum ki benim kapımda birtakım gayr-i İslâmî usûller îcâd etmişsiniz! Bilir misiniz ki böyle yapmakla bana âhırette yatacak yer komuyorsunuz! Rûz-i mahşerde ben nasıl hesap vereceğim? Âgâh olun ve sakın ola rızâ-yı ilâhîye mugâyir bir fiilde bulunmayın!..”
II. Bâyezîd-i Velî’nin, vakfiyye, külliye, şifâhâne ve hayrât hizmetlerinin yanında İslâmî ilimlere ve kültüre verdiği ehemmiyet de çok büyüktür. O’nun devri, Osmanlı kültür ve medeniyetinin temellerinin atıldığı bir zamandır. Meşhur İtalyan mîmâr ve ressam Leonardo de Vinci, II. Bâyezîd’e mektup yazıp İstanbul’daki câmî ve diğer eserlerin plân ve projelerini bizzat yapmayı teklif edince, bu mektub Kubbealtı vezirleri arasında sevinç uyandırmıştı. Derin ve ince bir tasavvufî anlayışa sahip olan II. Bâyezîd Han ise, bu teklifi reddederek şöyle dedi:
“–Şâyet bunu kabul edersek, ülkemizde üslûb ve rûh îtibârıyle kilise mîmârîsinin mukallidi bir mîmârî hâkim olur, kendi islâmî mîmârîmiz inkişâf edemez ve şahsiyyet kazanamaz!.”
İşte bu görüş, akıllı, firâsetli ve gönül ehli bir müslümanın ufkunu ifâde eder. Zîrâ, II. Bâyezîd’in ardından İslâm toprakları nasıl yirmidörtmilyon kilometrekareye ulaştıysa, aynı şekilde İslâm san’atı da zirveye tırmanmıştır. Bu anlayış sâyesinde İslâm’ın rûhu, hendeseye nakşedilmiş, değerini kıyâmete kadar koruyabilecek Süleymâniye ve benzerî âbideler silsilesi vücûd bulmuştur.
Târihte; ilmi, tâkvâsı, merhameti, vakarı ve hilmi ile meşhûr olan Bâyezîd-i Velî, ulemâ ve evliyâya çok hürmet gösterirdi. O’nun bu istikâmette kullandığı husûsî bir bütçesi vardı. Bununla ilim ve irfân erbâbını eser vermeye teşvîk ederdi. Sultan’ın bu himâyesi, İstanbul’u bir ulemâ meşheri hâline getirdi.
Sultan Fâtih devrinde başlamış olan ilmî çalışmalar, Bâyezîd-i Velî’nin ince anlayış ve zekâsı ile inkişâf etmiş, diğer İslâm memleketlerindeki âlim ve âriflerle de alâkadar olunmuştu.
Herat’ta bulunan Mollâ Câmî Hazretleri ile Buhâra’daki Nakşibendî dergâhının şeyhi ve müridlerine şahsî mülkünden maaş bağlamıştır.
Hâce Ubeydullâh Ahrâr Hazretleri’nin oğlu Hâce Abdülhâdî’yi İstanbul’a dâvet etmiş ve çok ikrâmda bulunmuştur.
Şeyhülislâm Kemâl Paşazâde, Sultan Bâyezîd Han’ın zâhirî ve bâtınî büyüklüğünü ifâde ederken:
“Adâlet ve insâfın koruyucusu idi. Dâhiyâne siyâseti neticesinde memleket mâmûr bir hâle gelmişti. Âşikâr kerâmetleri zuhûr etmişti. Vakarlı hâl ve davranışları ile düşmanları hor ve hakîr olmuştu.” demektedir.
II. Bâyezîd, Osmanlı sultanlarının en büyüklerinden biri olduğu halde, değeri lâyıkı ile takdîr edilememiş bir şahsiyyettir!.
Bunun sebebi, -yukarıda îzâh edildiği üzere- kardeşi “Cem Sultan”a karşı, O’nun hazîn âkıbeti dolayısıyla duyulan umûmî bir acıma hissidir!
Bir diğer sebep de, babası Fâtih Sultan Mehmed Han gibi uzun asırlar boyunca nâdiren zuhûr eden devâsâ bir şahsiyyetten sonra hükümdar olmasıdır… O’ndan, babasının açtığı fütûhât yolunda yürüyerek “Batı Roma”nın başlanmış olan fethini ikmâl etmesi bekleniyordu. Ancak, başta “Sultan Cem” vak’ası olmak üzere, alevî menşe’li “Şahkulu” isyânı gibi vak’alar, bu umûmî arzuyu gerçekleştirmesine imkân bırakmamıştır. Böyle olmasaydı, O’nun da babası Fâtih Sultan Mehmed Han ve oğlu Yavuz Sultan Selîm Han gibi fütûhâtçı olacağı muhakkaktı. Nitekim bütün bu gayr-i müsâid şartlara rağmen, O’nun zamanında parlak zaferler de kazanılmıştır. Bunlardan biri olan “Abdina” (Kırbova) zaferi, dâsitânî bir muzafferiyettir.
Değerli bir akıncı kumandanı olan şâir Yakup Paşa, Sultan’ın emriyle İstirya içlerine akınlar yapmış geri dönüyordu. Ellerinde birçok ganîmet ve esir bulunmaktaydı. Akıncılar, Kırbova önlerine geldiklerinde büyük bir düşman ordusu ile karşılaştılar. Askerlerinin yorgunluk ve azlıklarına rağmen Yakup Paşa, harbe mecbûr kalarak kendilerinden sayıca kat kat üstün düşman ordusuyla âdetâ bir meydan muhârebesi yaptı ve Allâh’ın yardımıyla şiddetli bir taarruz neticesinde düşmanı tamamen perîşân etti. O gün sekiz bin seçme akıncıyla yaklaşık altı bin düşman askeri öldürülmüş, yirmibeşbin kadarı da esîr alınmıştır.
Akıncıların bu zaferi, târihte ender rastlanan hâdiselerdendir. Zîrâ yaptığı akınlarla yorulmuş olan, aynı zamanda elinde birçok ganîmet ve esîr bulunan küçük bir kuvvetin, kendisiyle kıyas edilemeyecek çapta bir ordu ile muhârebeyi göze alması, kimsenin hayâl bile edemeyeceği kadar yüce, maddî ve mânevî bir yiğitliktir. Bu zaferde büyük payı olan akıncı kumandanı şâir Yakup Paşa, muhârebenin neticesini sultana şu şiirle bildirmiştir:
Buluştuk düşmana çün Kırbovâ’da;
Nidâ erişti kim «Kır bû ovâ’da!»
Hakk’ın emriyle itdim bir gazâ kim;
Murâd Han itdi ancak Kôsovâ’da..
Aceb mi bu zafer, çün gayb erenler;
Muâvindir bize arz u semâda..
Kılam ednâ kulumu voyvoda ben,
Hudâ fırsat virirse Belgrâd’a.
Benüm Bosna Beyi Dervîş Ya’kûb;
Hudâ avniyle irdüm bu cihâda.
Makâm ide bana cennet-i Adn’i;
Umarım ol Gânî dâru’l-bekâda..
Bu şiir, o şanlı Osmanlı akıncısının gönül dünyâsını ne güzel aksettirmektedir. Burada Yakup Paşa, paşalıktan ziyâde dervîşlik ve Allâh’a kulluğuyla müftehirdir. Bu da, o dönem Osmanlı askerlerinin sahip bulunduğu fütûhât aşkı, gazâ ve cihâd rûhunu besleyen asıl kökün mâneviyyât ve mârifetullâh olduğunu gösterir.
II. Bâyezîd Han devrinde Endülüs müslümanlarına elden gelen yardımın yapılmasından da geri kalınmamıştır. O târihte, henüz bütün Avrupa donanmalarıyla başedebilecek dirâyette bir donanmamız olmadığı halde, yüzbinlerce müslüman, hıristiyanların fecî katliamlarından kurtarılarak, Afrika’ya taşınmış, İspanya sâhilleri şiddetli bombardımanla devamlı tâciz edilerek, Endülüs’ün kaybı felâketine karşı misilleme yapılmıştır.
Çok daha önceden birbirleriyle nefsânî sebepler yüzünden boğuşarak beylikler hâline gelmiş ve aralarındaki kardeş kavgasında defâatle -maalesef- hıristiyanları yardıma çağırmış olan Endülüs müslümanlarına, yapılabilecek başka bir yardım düşünülemezdi. Çünkü onlar, Kur’ân rûhuna zıd olarak bölünüp parçalanmış ve birbirlerine karşı hıristiyanları dost edinmenin hazin bir neticesine dûçâr olmuşlardı. Aşağıdaki hâdise ne kadar ibretlidir:
Son Gırnata hükümdarı Ebû Abdullâh, düşmanlara teslîm ettiği memleketinden annesiyle birlikte uzaklaşırken Padul tepesinde durarak son kez Gırnata’ya bakmış, alevler içinde yanan bu inci gibi İslâm yurdunu ve İslâm san’atının hârikası olan el-Hamrâ sarayını seyrederken gayr-i ihtiyârı iç çekerek hıçkırıklarla ağlamaya başlamıştı. Onun bu hâli üzerine annesi de, çatık kaşlarla şu târihî cevabı vermişti:
“–Ağla ey gâfil, ağla! Erkekler gibi muhâfaza edemediğin şu mübârek yurdun için şimdi kadınlar gibi ağla!..”
Şu hâdise münâsebetiyle bu târihten sonra o tepe «Arab’ın son âhı» ya da «Arab’ın âh tepesi» mânâsında bir isimle yâd edilir olmuştur.
Bugüne kadar Osmanlı’yı, Endülüs müslümanlarının felâketine karşı seyirci kalmakla ithâm edenler, ya bu târihî gerçekleri lâyıkıyla takdîr edemeyenler, ya da kasıtlı olan kimselerdir. Çünkü karadan Almanya ve Fransa’yı aşarak İspanya’ya ulaşılamayacağı gibi, denizden de koca İspanya kıt’asına karşı, ancak düşmanı tâciz hareketleri yapılabilirdi ki, Osmanlı bunu yapmıştır.
Cem vak’ası dolayısıyla hıristiyanlık âlemini tahrîk etmemeye a’zamî bir sûrette dikkat göstermeye mecbûr kalan Sultan II. Bâyezîd Han’ın 31 yıllık saltanat devresinde; “Şahkulu” isyanının bastırılması, büyük deniz savaşlarından “Sapienza” zaferi, İnebahtı’nın fethi, Koron, Modan ve Navarin kalelerinin alınması gibi zaferlerin de kazanıldığı dikkate alınırsa, O’nun devrinin sanıldığı gibi askerî bakımdan da pek sönük geçmemiş olduğu anlaşılır.
Sultan II. Bâyezîd Han’ın 30 seneden fazla süren saltanatı boyunca, takip ettiği siyâset, oğlu Yavuz Selîm Han ve torunu Kânûnî Sultan Süleymân’ın fasılasız cihâdla meşgul olmalarına zemin hazırlamıştır. Bu bakımdan O, cihân çapında bir dehâ olan babası Fâtih ile, büyüklükte O’ndan geri kalmayan oğlu Yavuz Sultan Selîm arasında bulunduğundan, azameti lâyıkıyla anlaşılamamış bir büyük pâdişâhtır. Yoksa bu iki büyük şahsiyetin arasında ve hattâ gölgesinde mütâlaa edilmezse, O da, millî târihimizin dev şahsiyetlerinden biri olarak görülür.
II. Bâyezîd Han’ın bütün İslâm âlemine uzanan eli, Osmanlı lehine büyük bir muhabbete vesîle olmuştur. Bu sebepledir ki vefâtında İslâm dünyâsının birçok yerinde O’nun için «gıyâbî cenâze namazları» kılınmıştır.
Rahmetullâhi Aleyh!.
Yâ Rabb! Binbir şa’şaa ve şatafat içinde dünyâya meyletmeden yaşayan bu büyük velî pâdişâh gibi bizleri de zühd ü takvâ ile tezyîn eyle ve şu fânî âlemin zebûnu eyleme! Bâkî seâdete eriştir Allâh’ım!..
Âmîn!..
 

MURATS44

Özel Üye
Yavuz Sultan Selîm Han (1470-1520) İslâm Vahdetini Te’sîs Eden Eşsiz ve Çilekeş Cihangîr, Hâdimü’l-Harameyni’ş-Şerîfeyn
Yavuz SultAn Selîm Han
Dokuzuncu Osmanlı pâdişâhıdır.
Daha şehzâdeliğinde, kendisine devrin en seçkin âlimleri tarafından dîn ve fen ilimleri ikmâl ettirilmiştir.
İdâreciliğe Trabzon vâliliği ile başlamış, devlet hayatının bu ilk safhasında bile müslümanlara hayranlık ve rahatlık; düşmanlara ise, müheykel endâmı ve müthiş irâdesi ile korku ve dehşet vermiştir. Daha o esnâda Gürcüler üzerine üç sefer yapmış, fethettiği yerlerdeki bütün Gürcüler’in hidâyetine vesîle olmuştur.

Yavuz, Trabzon’un İran’a yakınlığı sebebiyle Şâh İsmâil’in ümmet hakkındaki menfûr emellerini çok iyi biliyordu. Ona karşı köklü ve müessir tedbirler almanın mecbûriyetini daha şehzâdeliğinde kavramıştı. Fakat Şah İsmâil’le mücâdelenin -kendisi için- şehzâdelik sıfat ve salâhiyetleri ile mümkün olmayacağını düşünerek bir an önce Osmanlı tahtına geçmek ihtiyacını hissetmişti.
Bu sebeple kardeşleri Şehzâde Ahmed ve Şehzâde Korkut’u bertaraf ederek 1512’de Osmanlı Sultanı oldu.
O’nun, tahta dâvet edilip İstanbul’a geldiğinde yeniçeri ocağının ileri gelenleri ve devlet ricâline pâdişâh olmadan az evvel yaptığı şu konuşması, gönlündeki gerçek niyeti, fedâkârlık ve çileye tâlib oluşu ne güzel aksettirir:
“Ben pâdişâh olursam, İslâm birliği yolunda ciddiyetle yürüyeceğim; hattâ Mevlâ ruhsat verirse, Hind ve Tûran’a gideceğim ve doğuda da batıda da i’lâ-yı kelimetullâha çalışacağım. Zâlimlere, evlâdım olsa dahî merhamet etmeyeceğim. Zamanımda rahatlık olmayacak, ahâlîye tasallut edilmeyecektir. İşte benim hâlim!.. Biraderim ise, rahatı sever ve yumuşak bir tabîatı vardır. Eğer seferden korkmaz ve çileye tâlib olursanız, bana bey’at ediniz! Aksi halde sultanlık için kardeşim Şehzâde Ahmed’i tercîh ediniz ki, onun zamanında rahat ve safânızla meşgul olursunuz!..”
Yavuz, mâlûm ve meşhûr celâdetine rağmen, aynı zamanda çok hassas ve ince rûhlu bir insandı. Devletin bekâsı için bertaraf etmeye mecbûr kaldığı kardeşi Korkut’un tabutunun altına girmiş ve:
“Ey kardeşim! Ne sen böyle yapsa idin, ne de ben böyle yapmak mecbûriyetinde kalsaydım!..” diyerek ağlamıştır.
Şehzâde Korkut’un Piyâle adındaki sâdık adamına:
“–Seni, büyük bir fazîlet olan sadâkatin sebebiyle, afvediyorum! Bu sadâkatinin mükâfâtı olarak da seni istediğin makâma tâyin edeyim. İstersen vezirim ol!” teklifinde bulundu.
O da teşekkür etti ve sadâkatini katmerliyerek:
“–Sultanım, bundan sonra benim vazîfem Şehzâde Korkut’un türbedârı olmaktır!..” dedi.
Bu tablo, halktan sultana kadar bütün bir milletin ahlâkî seviyesini göstermeye kâfîdir!.
Yavuz, babasını, yılda iki milyon akçe tahsîsâtla Gümülcine’ye büyük bir hürmet göstererek yolcu etti. O’nu faytona bindirdi. Kendisi de yanında yürüyerek II. Bâyezîd Han’ı uğurladı. Vefât edince de, nâşını İstanbul’a getirtip, Bâyezîd Câmî’nin önüne bir türbe yaptırarak oraya defnettirdi.
Altıyüzyirmi senelik muhteşem Osmanlı İmparatorluğu’nun Yavuz Sultan Selîm Han’a âid olan kısmı, sadece sekiz seneciktir. O’nun bu kadar kısa bir zaman içinde elde ettiği muazzam muvaffakıyetleri havsalaya sığdırmak, -âdetâ- imkânsızdır. Gerçekten târihî hâdiselerin sır ve hikmetlerini araştıran “târih felsefesi” ile uğraşanlar, Sultan Selîm Han’ın millî târihimize bahşettiği maddî ve mânevî başarıları îzâhdan bugüne kadar âciz kalmışlardır.
2500 kilometrelik bir mesâfeyi; dağ, bayır, çöl ve ormanlar aşarak katetmiş ve zamanının en kuvvetli devletlerinden biri olan Safevîler’in muazzam ordusunu perîşân etmiştir. Mısır seferinde ise, o güne kadar geçilemez sanılan korkunç “Sînâ Çölü”nü aşmasının maddî imkânlarla bir îzâhı yoktur.
Hılâfet Müessesesi, O’nunla yeniden izzet kazanmış ve müessir bir hâle gelmiş, mukaddes emânetler lâyık oldukları kudsiyete O’nunla ulaşmıştır. Cihângir dedesi Sultan Fâtih, bu cengâver torununun madde ve mânâdaki üstünlüğünü çok evvelden keşfetmiş ve O’na “Yavuz” adını vermiştir.
Târih, emsâlsiz bir cengâver hâkan portresini altın sahîfelerine O’nunla resmetmiştir.
O, -bütün hayatı boyunca- çâresizlik ve aczi kabullenmeyip her çârenin Allâh -celle celâlühû-’ya dayanmak sûretiyle bulunabileceğine inanarak çâresizlikleri çârelendirmiştir.
Yavuz Sultan Selîm Han, tahta geçer geçmez, sür’atle icrâata başladı. O sıralarda Azerbaycan, Irak ve İran’ı eline geçirmiş olan Şâh İsmâil, Anadolu’yu tehdid eder bir duruma gelmişti. Şiiliği vesile ittihâz ederek devamlı fitne çıkartıyor, müslümanların ittihâdını sarsıyordu!.
Yavuz Sultan Selîm, topladığı olağanüstü dîvânda, Şâh İsmâil’in tehlikeli faâliyetlerini uzun uzun îzâh etti.
Dîvân, çetin müzâkerelerden sonra, İbn-i Kemâl Paşa’nın fetvâsı ile İran’a sefer kararı aldı.
Yavuz, 20 Nisan 1514’de Üsküdar tarafına geçerek ordu-yi hümâyûn ile İran seferine çıktı. Şâh İsmâil, yiğitlik muktezâsı olarak er meydanına dâvet edildi. O ise, dâimâ kaçtı.
Safevî topraklarına girildi. Şâh İsmâil, devamlı geriye doğru kaçıyordu. Nihâyet asker, bu uzun ve yorucu yolculuktan usandı. İkmâl de, azalmaya başlamıştı. Bunun üzerine orduda birçok kimse:
“Şâh İsmâil kaçtı. Bu bile zaferdir. Artık geriye dönelim..” deyip, isyân çıkarmağa başladı.
Hattâ bunlar, Yavuz Sultan Selîm Han’ın çadırına ok atacak kadar ileri gittiler.
Bunun üzerine Yavuz’un, çadırından çıkarak isyancı askerlere karşı îrâd ettiği nutuk, harp târihinin şaheserlerindendir.
Yavuz bu nutukta:
«Henüz hedefe varılmadığını, seferden aslâ dönülmeyeceğini, cihâd için yapılan bu seferden, ancak kadınlarını düşünenlerin dönebileceğini, yiğit olanın ardınca gelmesini isteyip, tek başına dahi olsa savaşacağını…» gür sesi ile ifâde ederek:
“İsteyenler, karılarının yanına dönüp entarilerini giyebilirler! Ben düşmana karşı tek başıma da gidebilirim!.” dedi ve atını mahmuzladı.
Yavuz, şehzâdeliğinden beri kefenini boynunda gezdiren bir cengâverdi. O anda binlerce ok ile şehîd olabilirdi. O’nun tevekkül, teslîmiyyet ve her çârenin Allâh -celle celâlühû- olduğunu idrâk etmesi, bir anda hâdisenin seyrini değiştirdi. Yavuz’un yüreğinden boşalan bu nutuk, askerin gönlünü bir çağlayan gibi coşturdu. Çaldıran Ovası’na doğru yeniden tâze bir azim ve müthiş bir hamle gücü ile varıldı. Şâh İsmâil perîşân bir şekilde mağlûb oldu. Karısını ve tahtını harp meydanında bırakarak kaçtı.
Zaferden sonra Selîm Han Tebriz’e girdi. Dört halîfeyi zikrederek kendi adına hutbe okuttu. Tebriz’deki ilim ve san’at erbâbına çok alâka gösterdi. Onları İstanbul’a dâvet etti.
O yıl Selîm Han, bölgedeki fetihleri tamamlamak için kışı, Azerbaycan’daki Karabağ’da geçirdi.
İstanbul’dan Tebrîz’e kadar 2500 kilometrelik bir mesâfeyi, birçok ikmâl zorlukları ile ve yaya olarak aşıp parlak bir zafer kazanmak, târihte eşine çok az rastlanan hâdiselerdendir. Dolayısıyla bu, «Bir kutba gönüller bir olmalı» şuûru içinde tevhîd-i ümmet gayretinin bir bereketi olmuştur.
Yine bu bereket cümlesindendir ki, Güneydoğu Anadolu’da bir aşîret reîsi olan İdris-i Bitlisî Hazretleri, Yavuz’un İslâm birliği hamlesine destek çıkarak topraklarını Osmanlı’ya ilhâk etti.
İdris-i Bitlisî Hazretleri’nin bu husûsdaki gayretleri, her türlü takdîrin fevkindedir. Nitekim Yavuz, aslen Kürt olan bu zâta son derece hürmet göstermiş ve her vesile ile ona olan ziyâde muhabbetini izhâr etmiştir. Öyle ki, tebcîl edici yüksek hitablarla taltîflerinin yanında, ona münâsip gördüğü kimselere beylik vermesine müsâade babında doldurulmamış hatt-ı hümâyunlar bahşederek sonsuz emniyet ve itimadını da sergilemiştir. Zîrâ Bitlisli İdrîs Hazretleri, buna ziyâdesiyle lâyıktı. Her türlü müsâadeye rağmen yine de hatt-ı hümâyunları Pâdişâh’ın izni olmadan doldurmayan İdrîs Hazretleri, Safevîler’in doğu illeri ve halkları üzerindeki emellerini boşa çıkartarak ümmet birliğini te’mîn edici büyük faâliyetlerin mîmârı olmuştur. Ahâlîyi Osmanlı’ya bağlama husûsundaki muvaffakiyetlerine ilâveten, içinde Şah İsmâîl’in maiyyet askerlerinin de bulunduğu Safevî ordusunu da kesin bir mağlûbiyete uğratmıştır.
İslâm birliği yolunda ilerleyen Yavuz Sultan Selîm Han, Şam’a girince, Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri’nin bir kerâmeti zuhûr etti. O sağlığında:
“Sîn, şın’a girince benim kabrim bulunacaktır.” buyurmuştu.
Nitekim, Selîm Han’ın Şam’a girişi ile, Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri’nin kabr-i şerîfi keşfedildi.
Birgün Yavuz Selîm Han, sırdaşı Hasan Can’ı, huzûruna çağırttı. Sohbet esnâsında ona:
“–Anlat bakayım Hasan, bu gece nasıl bir rü’yâ gördün?” diye sordu.
Hasan Can, anlatmağa değer bir rü’yâ görmediğini söyleyince Yavuz:
“–İnsan bütün bir gece uyur da hiç rü’yâ görmez mi? Herhalde bir rü’yâ görmüşsündür..” diye ısrar etti.
Birşey hatırlayamayan Hasan Can, mahcûb oldu. Daha sonra bir vesile ile rü’yâyı Kapıağası Hasan Ağa’nın gördüğünü öğrendi ve kendisine anlattırdı. Ağa şöyle dedi:
“–Bu gece Harem dâiresi nûr yüzlü kimselerle doldu. Sultanın kapısı önünde de ellerinde birer sancak bulunan dört kişi duruyordu. En öndeki zâtın elinde Sultanımız’ın sancağı vardı. O zât bana dedi ki:
«–Biz neye geldik, bilir misin?»
Ben de:
«–Buyurun!» dedim.
Bunun üzerine:
«–Şu gördüğün mübârek kişiler, Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ashâbıdır. Hepimizi Rasûl-i Ekrem Efendimiz gönderip Sultan Selîm Han’a selâm söyledi ve buyurdu ki: “Harameyn’in (Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere’nin) hizmeti kendisine verildi, kalkıp gelsin!..”
Bu gördüğün dört kimsenin birisi Ebû Bekr-i Sıddîk, diğeri Ömeru’l-Fârûk, bir diğeri de Osmân-ı Zinnûreyn’dir. Ben de, Alî bin Ebî Tâlib’im. Bunu var Sultan Selîm Han’a müjdele!..» dedi ve âniden hep birlikte gâib oldular.”
Hasan Can, Hasan Ağa’nın rü’yâsını Sultan’a aynen nakletti. Pâdişâhın mübârek yüzü kızardı ve gözlerinden sevinç yaşları boşanarak:
“–Ey Hasan Can! Sana demez miyiz ki, biz, bir tarafa me’mûr olunmadıkça hareket etmeyiz. Ecdâdımızdan her biri evliyâlıkdan nasîbini almışlardır. Her birinin nice kerâmetleri vardır…” dedi.
Meğer ki Sultan da, o gece aynı rü’yâyı görmüş!
Bu mânevî işâretlerle takviye edilen Yavuz:
“–Hasan Ağa da dîvânda bulunsun! Tez Mısır seferi hazırlıklarına başlansın!” dedi ve 1516’da Mısır seferine çıktı.
Yavuz, Mısır Memlükleri’nden, daha önce İran’a yardım etmeyeceklerine dâir ahid almıştı. Onlar, bu ahdi nakzettiklerinden üzerlerine yürüdü. Memlûk ordusu ile Mercidabık Ovası’nda karşılaştı. Onları, kesin bir şekilde mağlûb etti.
Ancak, bu zaferin ikmâli için Mısır’a ulaşması stratejik bir zarûretti. Bunun içinse korkunç Sînâ Çölü’nü geçmek gerekiyordu. O, bu güç işi, hiçbir zâyiat vermeden, herhangi bir ikmâl güçlüğü çekmeden onüç günde başardı. Büyük bir askerî dehâ sayılan Napolyon bile, Yavuz’dan üçyüz yıl sonra bu işi başaramamış ve Fransız askerleri susuzluktan çıldırarak birbirlerini vurmuşlardır. Birinci Cihân Harbi’nde, yeni tekniğin verdiği imkânlarla bile bu çölün, ancak onbir günde geçilebilmiş olması düşünülürse, Yavuz’un yaptığı işin azameti daha iyi anlaşılır.
Paşalar ve askerde bu çölün nasıl geçilebileceğine dâir büyük tereddüdler vardı. Bu amansız çöl, sanki gündüz cehennem; gece ise, bir buz diyârı idi. Artı 50 ile, eksi 20 arasında değişen bir iklîme sahipdi. O sanki kumdan bir denizdi.
Lâkin Yavuz’un azmi ve kat’î kararı ile çöle girildi. Bir müddet sonra Yavuz, atından indi, yürümeye başladı. Askerî erkân, hayret ve dehşet içinde idi. «Atların bile kanının kaynadığı, zor yürüdüğü bu çölde Sultan, niye atından indi, yürümeye başladı?» diye fısıltılar başladı.
Bu dehşet içinde askerî erkân da, atlarından inip yürümeye başladı. Paşalar, Yavuz Han’ın can-ciğer arkadaşı Hasan Can’a:
“–Ne olur Hünkâr’a sor. Bu acep ne işdir?” dediler.
Hasan Can, Yavuz’a merakla, bu hâlin neyin nesi olduğunu sorunca, Yavuz:
“–Hasan görmüyor musun; önümüzde Allâh’ın Rasûlü Fahr-i Kâinât -sallâllâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz yürüyor?!. O Âlemler Sultanı yaya yürürken biz nasıl at üzerinde olabiliriz?..” dedi.
Yavuz’un aşağıdaki şiiri de, O’nun, Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’e karşı olan hürmet ve muhabbetini ne güzel ifâde eder:
Ey kerem kânı Rasûl-i Kibriyâ
Kemterindir bu Selîm-i pür-hatâ
Dergehinden ilticâ eyler atâ
El-meded vey ma’den-i nûr-i Hudâ
İşte bu büyük muhabbet ve hürmetin bir bereketidir ki, Yavuz ve ordusu, girmiş oldukları korkunç Sînâ Çölü’nü, bir bulutun altında, Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in rûhâniyetleri ile onüç günde geçtiler. Mısır’ı fethettiler.
Yavuz, 22 Ocak 1517’de Memlükleri, Ridâniye’de tekrar mağlûb etti ve bu sûretle Mısır kat’î olarak fethedilmiş oldu.
Koca Sultan, Memlük sultanının cenâzesini bizzat omuzlarında taşımak fazîletini gösterdi.
Mısır’a girmekle iş bitmedi. Memlûk askerleri, dehşet saçan sokak muhârebeleri ile mukavemet ediyorlardı. Memlük fedâîleri, kendilerine Yavuz’u hedef seçmiş bulunuyorlardı. «Yavuz’u öldürür isek, harbi kazanırız..» inancı içinde idiler. Bunu duyan Sinan Paşa, durumu Yavuz’a arz etti. Yavuz’un elbiselerini giydi. Fedâîleri kendi üzerine çekti. Yavuz, arkadan yetişip, fedâîleri bertaraf edinceye kadar Sinan Paşa şehîd oldu.
Yavuz, Mısır’a girerken, çok mahzûn idi:
“–Mısır’ı aldık, lâkin Sinan Paşa’yı kaybettik!..” diyordu. Bu sözleri ile, âlim bir mücâhidin kaybını, bir Mısır fethine denk görüyordu.
Yahyâ Kemâl, bu hicrânı şu şekilde ifâde eder:
On Mısr’a bir Sinan bedel olmazdı ey kazâ
Kudretlü pâdişâhı bu hâl etti telh-kâm
“Ey kazâ! Sinan Paşa gibi âlim bir devlet adamına on tane Mısır ülkesi bile bedel olamazdı. İşte bu durum -Sinan Paşa’nın fedâ edilmesi-, kudretli pâdişâhı çok üzmüştür.”
Târihin her devrinde, dev şahsiyetler, böyle seçkin kadrolarla devleşmişlerdir.
Yavuz Sultan Selîm Han, 15 Şubat 1517’de parlak bir merâsimle Memlûklular’ın sarayına girdi. Devrin vak’anüvisi, halkın Yavuz’u Kâhire’de karşılayışını şu şekilde anlatır:
“Halk, Yavuz’un ihtişâmını seyretmek için sokakları ve pencereleri doldurmuş idi. Yavuz’u çok değişik zannediyorlar, giyiminin ve kavuğunun etrafındakilerden farklı olacağını düşünüyorlardı. Yavuz ise, önde değil, cengâverlerinin ortasında idi. Elbiseleri ve kavuğu, yanındakilerden farklı değildi. Ve önüne bakarak mütevâzî bir şekilde yürüyordu.”
20 Şubat Cum’a günü, Melik Müeyyed Câmii’nde okunan hutbede hatîbin kendisinden:
«Hâkimü’l-Harameyni’ş-Şerîfeyn (iki şerefli belde olan Mekke ve Medîne’nin hâkimi)» diye bahsetmesi üzerine derhal hatîbe müdâhale ederek;
«–Yok yok! Bilakis hâdimü’l-Harameyni’ş-Şerîfeyn (iki şerefli belde olan Mekke ve Medîne’nin hizmetçisi!)» diye ağlayan kanlı gözlerle cevap verdi.
Ardından halıyı kaldırıp toprağa secde ile Rabbine şükretti. Hâdimü’l-Harameyni’ş-Şerîfeyn’liğini ifâde etmek için de, sarığının üzerine süpürge biçiminde bir sorguç taktı.
Mısır seferi esnâsında vukû bulan ehemmiyetli hâdiselerden biri de şudur:
Sefer üzre olunduğundan birtakım masraflara hazîneden henüz para ulaştırılamamış ve zengin bir kimseden borç alınmıştı. Daha sonra hazîneden para geldi ve defterdar da alınan bu borcu sahibine takdim etti. Ancak adam, defterdara şöyle bir teklîfte bulundu:
“–Servetim hayli çoktur. Bir oğlumdan başka kimsem de yoktur. Kabûl ederseniz, verdiğim paramı hazîneye bağışlayayım. Buna mukâbil siz de benim oğluma devlet kapısında bir iş verin!..”
Defterdar bu talebi Sultan’a arzedince Yavuz, son derece öfkelendi ve muhâtabına hiddetle haykırdı:
“–Bana getirdiğin şu usûlsüzlük teklîfi dolayısıyla yemîn ederim ki seni de teklîf sahibini de katlettirirdim. Fakat «Sultan Selîm, parasına tama’ ettiği için bezirgânı ve defterdarı öldürttü.» demelerinden çekinirim. Tez bezirgânın parasını iâde edin ve bir daha huzûruma böyle kanuna uygun olmayan şeyler getirmeyin!”
Sultan’ın bu tavrının ardından yapılan tahkîkatta bezirgânın bir yahûdî olduğu tesbît edilmiş ve devlet merkezinden de uzaklaştırılmıştır.
Yavuz Sultan Selîm Han, yapılan hatâ ve gâfilâne hareketlere karşı son derece celâlli bir pâdişâhtı. Ancak bu celâli de, cemâli gibi şerîat dâiresi içinde eriyip yok olmuştu. Bir seferinde hazînedeki ihmâllerinden dolayı vâkî olan sirkat (hırsızlık) sebebiyle yaklaşık kırk kişinin öldürülmelerini emretmişti. Durumu öğrenen Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi, karar icrâ edilmeden buna mânî olabilmek için alelacele ve destûrsuz olarak Yavuz’un yanına vardı. Hâdisenin aslını bir de Sultan’dan taleb etti. Yavuz:
“–Efendi Hazretleri! Duyduklarınız doğrudur, ancak sizin devlet işlerine karışmaya hakkınız yoktur…” şeklinde sert bir cevap verdi.
Bunun üzerine Zenbilli Ali Efendi, aynı sertlikle şu mukâbelede bulundu:
“–Sultanım! Ben size şer’î hükümleri bildirmeye geldim. Zîrâ bizim vazîfemiz sizin âhıretinizi korumaktır…”
Şerîatin kıldan ince, kılıçtan keskin ölçüsü karşısında sâkinleşen Yavuz:
“–Umûmî ahvâlin düzelmesi için bir fırkanın öldürülmesine cevaz yok mudur?” diye sordu.
Zenbilli Ali Efendi:
“–Bunların öldürülmesi ile âlemin düzelmesi arasında bir alâka yoktur. Suçlarına göre cezâ gerekir..” dedi.
Koca orduları dize getiren Pâdişâh, başını önüne eğdi ve kararını geri aldı. Bundan son derece memnûn olan Zenbilli, tam huzûrdan ayrılıyordu ki tekrar geri döndü. Kendisine merakla bakan Yavuz’a:
“–Sultanım! Birinci talebim, şerîatin teblîği idi. İkinci bir talebim daha var ki, bu da sadece bir ricâdır…” dedi.
Ardından ekledi:
“–Sultanım! Bu mücrimlerin suçları kendilerine âiddir. Ancak onlar, hapisteyken mâsûm âilelerine kim bakacak? Dolayısıyla sizden ricâm, verilecek cezâ bitene kadar bu mücrimlerin âilelerine nafaka bağlamanızdır.”
Bu ikinci talebi de yerine getiren Yavuz, hiç şüphesiz ki farkında olduğu ilâhî mes’ûliyyetin îcâbını îfâ ediyordu.
Yine buna benzer bir mes’elede Zenbilli Ali Efendi, Sultan’ı îkâz etmişti. Fakat Sultan, verdiği kararda kendisini haklı gördüğünden Şeyhülislâm’a evvelki gibi:
“–Sizin vazîfeniz devlet işlerine karışmak değildir!..” demişti.
Bu tehdîdkâr hitâba karşı Zenbilli Ali Efendi de pervasız bir şekilde:
“–Sultanım! Bunlar âhıret işlerindendir ve bizim müdâhale etmeye hakkımız vardır. Şâyet verdiğiniz yanlış karardan vazgeçmezseniz, rûz-i mahşerdeki şiddetli azâba hazır olunuz!..” dedi.
Şeyhülislâm, bu sözlerinden sonra Sultan’a selâm bile vermeden dönüp gitti.
O sıra sefer üzre olan Yavuz Sultan Selîm Han, hiç kimseden görmediği bu tavır karşısında biraz hiddetlendi ise de, hakîkati anladı ve şeyhülislâmın îkâzını kabûl edip ona göre hareket etti. Üstelik Zenbilli Ali Efendi’ye özür dileyen bir mektup bıraktı.
Yavuz gibi gadaplandığında zaptedilmez bir cengâverin, devlet ve memleket işlerinde hiçbir zaman hatır-gönül dinlemeyen bir cihângîrin, bir ilim ve irfân ehline karşı gösterdiği sabır ve teslîmiyyet, O’nun ulvî ve müstesnâ bir fazîletidir.
Zekî ve güçlü kumandan Yavuz, 10 Eylül 1517’de Kâhire’den İstanbul’a dönerken:
“Gönül ister ki, Afrika’nın kuzeyinden Endülüs’e çıkayım ve sonra Balkanlar üzerinden tekrar İstanbul’a döneyim!” diyerek doyumsuz fetih arzusunu dile getirirken, gerçek bir müslümanın ufkunu ortaya koymuş oluyordu.
Cihangir Pâdişâh, birgün yeryüzünün genişliğini merak etmişti. O’na bir dünyâ haritası getirdiler. Hayret ve istihfafla baktı ve:
“–Bir hükümdar için eh, neyse!.. Ama iki hükümdar için az!” diyerek, haritayı atının ayaklarının altına attı. Ve atını şaha kaldırdı.
Bu manzara, Yavuz’un mağrûrluğunu değil, rûhunda taşıdığı cihâd aşkının haşmetli şahlanışını ifâde eder.. Şâir Yahyâ Kemâl, O’nun bu doyumsuz cihâd meylini:
Sultan Selîm-i Evvel’i râm etmeyip ecel;
Fethetmeliydi âlemi şân-ı Muhammedî!
mısrâları ile ebedîleştirmiştir.
Yavuz, Mısır dönüşünde yolu üzerinde bulunan Şam’a uğrayıp kabrini yaptırdığı Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri’nin türbe ve câmiini merâsimle açtı. Türbedâr ise, keşfî bir sunûhât ile sessizce yanındakilere, Sultan Selîm Han’ın artık fazla yaşamayacağını ifâde etti.
Kazandığı büyük muzafferiyetlerle İstanbul’a doğru ilerleyen Yavuz’un ordusu, iki sene, bir ay ve yirmi gün süren bir Mısır seferinin yorgunluğu içindeydi. Bir ara geçtikleri bir bölgedeki susuzluk da bu yorgunluğa eklenince, büyük sıkıntılar yaşandı. Hattâ binekler bile telef olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Yavuz Sultan Selîm Han, bu hâle gönülden muzdarip olarak secde-i Rahmân’a kapandı ve:
“İlâhî! Bana ve askerlerime kolaylık ver! Bizlere lutfunla muâmele eyleyip rahmetini gönder Allâhım!..” diye Cenâb-ı Hakk’a ilticâ kıldı.
Daha o anda gökyüzünü kuşatan rahmet bulutlarından seller gibi yağmur yağmaya başladı. Böylece büyük bir susuzluk ve onun verdiği zararlar, Cenâb-ı Allâh’ın lutfu ile bertaraf edildi.
İlâhî nusret ve rahmete müstağrak Yavuz Sultan Selîm Han ve ordusu, Adana civarında da şiddetli bir yağmura tutuldular. Her yer çamur deryâsı olmuştu. O sırada Selîm Han, Şeyhülislâm Kemâl Paşazâde ile yanyana at üstünde sohbet ederek gidiyorlardı. Birden Şeyhülislâm’ın atı ürktü ve ürken atın ayağından sıçrayan çamur, Yavuz’un üstünü baştan başa boyadı.
Kemâl Paşazâde çok üzüldü. Rengi attı. Yavuz, O’na dönerek mütebessim bir çehre ile:
“–Ulemânın atının ayağından sıçrayıp bizi boyayan çamur, bizim için şerefdir. Mübârekdir. Bu çamurlu kaftanı, ben ölünce sandukamın üzerine kapatın!” buyurdu.
Bu hâdise, Yavuz’un âlim ve âriflere gösterdiği hürmet ve tâzimi ne güzel ifâde eder1.
(1. İstanbul İmam-Hatip Mektebi’nde talebelik yıllarımda İstanbul’un geniş yolları açılıyordu. İbn-i Kemâl Paşa’nın mezârının üzerinden mecbûrî yol geçme durumu vardı. Şâhid olduk ki, mezârı bir türlü kaldıramadılar. Yol makinaları devamlı ârıza yaptı. Onları kullananlar sakatlandı, felç oldu. Bu hâl, mühendislere büyük bir ürküntü verdi ve yolu, kabrin etrafından dolaştırdılar.
Şâhid olduk ki Hakk Teâlâ, gerçek zâhir ve bâtın âlimlerinin mezârlarına bile izzet bahşediyor.)
İstanbul’a dönüşte Üsküdar’a gündüz vâsıl olmuşlardı. Yavuz, İstanbul halkının, kendisine büyük bir tezâhürât yapacağını haber aldığından lalası Hasan Can’a:
“Hava kararsın, herkes evlerine dönsün, sokaklar boşalsın, ben ondan sonra İstanbul’a gireyim. Fânîlerin alkışları, zafer takları ve iltifâtları bizi nefsimize mağrûr edip yere sermesin!..” dedi.
Müteâkıben, İstanbul’a gelen Mısır ulemâsı ile Osmanlı ulemâsı, Yavuz’un “halîfe” olmasını kararlaştırdılar. Daha sonra halîfe III. Mütevekkil, Ayasofya Câmii’nde minbere çıkarak Yavuz’un hılâfetini îlân etti. Hırkasını çıkararak Yavuz’a giydirdi. Bundan sonra Osmanlı pâdişâhlarına, sultanlık ünvânı ile berâber “halîfe” sıfatı da verildi.
Büyük cengâver Hünkâr, Osmanlı toprağını, bugünkü Türkiye’nin tam beş katı artırarak, 4.182.000 km∑’ye çıkardı. Mısır ve Arabistan yarımadası Osmanlı hâkimiyetine geçti. Hind Okyanusu’na kadar inildi. Kuzey Afrika hâkimiyeti ile Osmanlı hudûdu Atlas Okyanusu’na dayandırıldı. Hicaz ve Ortadoğu ülkeleri Osmanlı hizmetine açıldı. Mübârek ve mukaddes emânetler, İstanbul’a getirilerek İstanbul, şeref ve izzet kazandı. Bunlar, Topkapı Sarayı’nda mahsûs bir hücreye konularak burada yirmi dört saat kesintisiz Kur’ân-ı Kerîm okunması için kırk hâfız tâyin edildi. İlk Kur’ân-ı Kerîm’i okuyan da Yavuz’un kendisi oldu.
Şunu unutmamak gerekir ki, maddî ve zâhirî azamet ve ihtişâmın temel sâikı, mâneviyât âlemindeki sır ve hikmetlere riâyettir. Osmanlı İmparatorluğu’nun, hiçbir İslâm devletine nasîb olmayan altı yüz küsûr senelik ihtişâmı, asıl mâneviyâta verdiği ehemmiyetten kaynaklanmıştır. Osman Gâzî’nin meşhûr bir rivâyete göre, misâfir kaldığı bir evde, odada Kur’ân-ı Kerîm bulunması sebebiyle geceleyin ayağını uzatıp yatmaması; Yavuz Sultan Selîm Han’ın mukaddes emânetleri böyle büyük bir tâzim ile İstanbul’a getirip, kırk hâfız tâyin ederek onların başında asırlarca sürecek bir sûrette inkıtâsız (kesintisiz) olarak Kur’ân-ı Kerîm okutması, Osmanlı Devleti’nin dillere destân büyüklüğünün temel sâiklerindendir.
Allâh -celle celãlühû-, kendisine, peygamberlerine ve velîlerine hürmet ve tâzimde bulunanları âbâd eylemiş, onların dâhil oldukları topluma dâimâ rahmet indirmiştir.
Silsileler hâlinde gelen büyük zaferler ile mukaddes ve mübârek emânetlere nâil olmanın hazzı ve şükür hissi içinde olan cihangir Sultan Yavuz, Pîrî Paşa ile birgün sohbet ederlerken:
“–Allâh’ın izni ile büyük fütûhâtlarda bulunduk. Hâdimü’l-Haremeyni’ş-Şerîfeyn ünvânına kavuştuk. Allâh bize her zaman ve her mekânda zafer lutfetti. Hazînelerimiz lebâleb altın ile doldu. Şimdiden sonra bu devlet yıkılır mı?” diye sordu.
Pîrî Paşa şöyle cevap verdi:
“–Hâkânım, bu hâl, bu rûh, bu azim ve bu teslîmiyetle bu devlet kolay kolay yıkılmaz! Lâkin torunlarınızın zamanında Rabbin ihsân ettiği mükâfâtların, ni’metlerin şükrü edâ edilmez, emânetlere sahip olunmaz ve hak tevzî edilmez ise, yıkılır. En çok şu üç şeyden endîşe ederim:
1. Sadrâzamlık makâmı, liyâkatlere göre verilmez, menfaat karşılığı olarak câhil ve ahmakların eline geçerse;
2. Dünyâ malı, kalbleri işgâl eder, rüşvet kapısı açılır, her türlü mel’anet akçe ile gerçekleşir ve bu yüzden makamlar ehliyetsizlere verilirse;
3. Devlet adamları, hanımlarının te’siri altında kalır, ve idârede onların da te’siri olmaya başlarsa; bu devlet yavaş yavaş yıkılmaya yüz tutar.”
Pîrî Paşa’nın bu sözleri üzerine celâdetli Pâdişâh, bir müddet sükûttan sonra:
“Rabbim bizleri böyle bir âkıbete dûçâr olmaktan korusun!..” diye duâ etti.
Sanki Pîrî Paşa, bu ifâdeleri ile bir târih felsefesinin değerlendirmesini yapıyor ve istikbâlde meydana gelecek hallerin işâretlerini veriyordu. Âdetâ, gerileme devrinin fârik sebeplerini îzâh ediyor ve gelecekten haber veriyordu.
Yavuz Sultan Selîm Han devrinin ahlâkî yüceliğini gösteren pek çok vak’a vardır. Mısır’a giderken ordu-yi hümâyûnun Gebze yakınlarından geçtiği yerler, hep bağlık-bahçelikti. Sultan Selîm Han:
“Acabâ askerlerim, sahibinden müsaadesiz üzüm ve elma koparıp yediler mi?!.” diye düşüncelere daldı.
Sonra yeniçeri ağasını huzûruna çağırttı:
“–Ağa fermânımdır; Bütün yeniçeri, sipâhî ve azap askerlerimin heybeleri yoklansın! Heybesinde bir elma veya üzüm salkımı çıkan asker olursa, derhal huzûruma getirilsin!” diye emretti.
Yeniçeri ağası, derhal harekete geçerek heybeleri araştırdı. Daha sonra Sultan’ın huzûruna gelerek:
“–Sultanım koparılmış hiçbir elma ve meyve izine rastlamadık!..” dedi.
Yavuz, bu habere çok sevindi. Üzerindeki ağırlık ve zihnindeki düşünceler kalktı. Sonra ellerini açarak:
“Allâh’ım! Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun! Bana haram yemeyen bir ordu ihsân eyledin!..” diyerek duâ etti ve ağaya:
“–Şâyet askerlerim izinsiz meyve koparmış olsalardı, Mısır seferinden vazgeçerdim. Çünkü, haram yiyen bir ordu ile beldelerin fethi mümkün olmaz!..” dedi.
Yavuz’un bu güzel hâli neticesinde ilâhî nusret ve inâyet tecellîleri dâimâ ona yâr olmuştur.
Rivâyete göre Yavuz, Mısır seferinde Konya’nın Çumra ovasından geçerken ordusuna mola verdi. Bu esnâda kendisi de, birkaç kişi ile etrafı dolaşırken bir ihtiyara rastladı. Selâm verdi. Sonra:
“–Uzak yerden geliyorum, karnım aç, yiyeceğin var mı?” diye sordu.
Yaşlı zât, meşgalesine devam ederek ilerideki bir tencereyi gösterdi ve «buyur» dedi.
Bu defa Yavuz:
“–Fakat yalnız değilim. Ardımda kocaman bir ordu vardır.” dedi.
Nûr yüzlü ihtiyar, hiç telaş etmeden:
“–Evlâdım, kaptaki aş hepinize yeter inşâallâh!” dedi.
Gerçekten bütün asker, bu kaptan karnını iyice doyurdu; yine de kaptaki aş bitmedi. Bu hâl karşısında hislenen Yavuz, bu yaşlı zâtın duâsını da alarak yoluna devam etti. Zafer sonrası bu zâta tekrar uğradı ve bir isteği olup olmadığını sordu. Mübârek Allâh dostu, yavaş bir sesle:
“–Sultanım! Bir ikincisi olmadığı için mendilimi verirseniz sevinirim.” dedi.
Yavuz önce şaşırdı. Sonra da muhârebede yaralandığı sırada yarasını bir mendille saran zâtın bu olduğunu anlamakta gecikmedi. Mendili çıkarıp sahibine iâde ederken gözleri nemlenen Yavuz, gönlünün derinliklerinden Cenâb-ı Hakk’a sonsuz ve sayısız nîmetlerinden dolayı şükürler ediyordu.
Bu hâdise, Hakk dostlarının, Yavuz’un samîmiyetine karşı maddî ve mânevî tasarrufta bulunduğunun en bâriz misâllerindendir.
Cengâver Sultan, çok sade bir hayat yaşadı. Az uyuduğu için ekserî geceleri kitap okumakla geçirirdi. Her öğün tek çeşit yemek yerdi. Ağaçtan tabak kullanırdı. Dünyevî lezzetlerden hoşlanmazdı.
Birgün oğlu Süleymân’ı (Kânûnî’yi) çok süslü görünce, nükteli bir şekilde:
“–Oğlum, o kadar süslenmişsin ki, annene giyecek bir şey bırakmamışsın!..” dedi.
Kendisi pek sade giyinirdi. Bunun sebebini soranlara:
“–Süslü ve şa’şaalı giyinmek külfetten başka bir şey değildir. Niçin boş yere bu külfete katlanalım?” derdi.
Bir elbiseyi eskiyene kadar giyerdi. Bütün devlet erkânı da böyle davranmak mecbûriyetinde kalırdı. Bir defasında Venedik elçisinin İstanbul’a gelip huzûr-i şâhâneye yüz süreceği haberi geldi. Bunun üzerine vezîrler, üzerlerindeki hayli eskimiş elbiseleri değiştirme ihtiyacı hissederek sadrazam aracılığıyla durumu Yavuz’a tedirginlikle de olsa bildirdiler. Yavuz hiç kızmadı ve:
“–Münâsiptir..” dedi.
Elçinin geleceği gün bütün vezirler, yeni esvaplarıyla pâdişâhın huzûruna vardılar. Ancak gördüklerine inanamayarak dehşetli bir hayrete düştüler. Zîrâ Yavuz’un üzerinde yine o eski elbiseleri vardı. Tahtında oturmuş, keskin kılıcını çekip tahtın basamağına koymuştu. Karşı pencereden vuran gün ışığı altında parıltısı gözleri kamaştırıyordu. Bu durum karşısında bütün vezirler, üzerlerindeki görkemli elbiselerinden utanıp şaşkın bir vaziyette kaldılar.
Görüşme bitip elçi dışarı çıktıktan sonra Yavuz, sadrazama bakarak:
“–Paşa! Var elçiye sor; bizi nasıl bulmuşlar?” dedi.
Sadrazam, Pâdişâh’ın emrini yerine getirip döndü ve elçinin intibâını nakletti:
“–Sultanım! Venedik elçisi: «O kılıcın parıltısı gözümü öyle aldı ki, kendilerini göremedim bile…» demektedir.”
Yavuz, tebessüm etti ve sadrazama şehâdet parmağı ile kılıcı göstererek:
“–İşte kılıcımızın ağzı kestikçe, kâfirin gözü ondan aslâ ayrılamaz ve bizi görmez! Ama Allâh esirgesin, birgün kesmez olur ve parlamazsa, o zaman küffâr, bizi hem hor görür, hem de tepeden bakar!…” dedi.
Yavuz, dindâr, mütevâzî ve gurûrdan ârî idi. Kuvvet ve kudretin, Allâh’a mahsûs olduğunu, kendisinin ise, zafer için bir vâsıtadan ibâret bulunduğunu söylerdi. Nefs engelini aşamamanın korku ve endîşesi içinde yaşardı. Teb’asının arasında dolaşır, onların dertlerine yakından muttalî olmaya çalışırdı. Hârikulâde bir dinamizme sahipti. Derin bir târihî bilgisi vardı. O’nun zaferlerinin neticesinin dörtyüz küsûr sene devam etmesi, gerçekleştirdiği işlerin büyüklüğünü göstermeye kâfîdir.
Yavuz’u, o korkunç Sînâ çölünde bir arslan; Mısır’a girişte mütevâzî, gözü yaşlı, şükreden bir mü’min; Üsküdar’da kendisini bir nefs muhâsebesiyle yönlendiren ilâhî ve derûnî lezzetlere müstağrak bir derviş olarak görüyoruz.
Hasan Can’a şu mısra’ları okuyordu:
Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş;
Bir velîye bende olmak cümleden a’lâ imiş!..
Böyle diyen Yavuz Sultan Selîm Han, velîlerin huzûruna girdiği zaman büyük bir edeb ve mahviyet gösterir, gerekmezse konuşmaktan bile imtinâ ederdi. Nitekim Şam’da yetişen büyük velîlerden Muhammed Bedahşî Hazretleri’ni ziyâretinde hiç konuşmamış, sadece dinlemiş ve sonra da huzûrundan öylece ayrılmıştı. Beraberinde bulunan devlet ricâli, celâdetli bir pâdişâh olan Yavuz’un bu hâline teaccüple:
“–Sultanım! Sadece dinlediniz. Ne hikmettir ki, bir kelâm bile sarfetmediniz?” diye sormuşlar, Yavuz da cevaben:
“–Büyük evliyâullâhın meclisinde onlar konuşurlarken başkalarının konuşması -velev cihân pâdişâhı da olsa- uygun düşmez. Biz sultan isek de, böyle mâneviyat sultanlarının himmetlerine her zaman muhtâcız. Şâyet huzûrunda konuşmam gerekseydi, bunu belli ederler ve söz etmemi te’mîn ederlerdi.” demişti.
Bu büyük zâtın da, Yavuz’a olan teveccühü, Yavuz’unkinden farksızdı. Ölüm döşeğinde bile Şam’ın ileri gelenlerini toplamış ve şu nasîhati yapmıştı:
“–Sultan Selîm Han’a itâatte kusûr etmeyin! O, Allâh katında övülmüş bir pâdişâhdır. O, fetihle vazîfelendirilmiş bir İslâm kılıncıdır.”
Evliyâullâha pek yüksek bir hürmet ve bağlılık gösteren Yavuz Sultan Selîm Han’ın kendisi de hiç şüphesiz babası gibi Allâh’ın has bir kulu idi. O’nun kerâmet mâhiyetinde pek çok davranışlar ortaya koyduğu târihî gerçekler arasındadır. Şöyle ki:
Birgün dîvândan içeri hiddetli bir şekilde girmişti. Elbisesini dahî değiştirmeden bir zaman odada dolandı ve kendisini kızdıran şeyi mırıldanıp durdu. Meğer Ferhat Paşa’nın İskender Çelebi’yi olur olmaz koruyup kayırmasına gazaplanmıştı. Çünkü aralarındaki dostluktan başka şeyler sezinlemişti. Sonunda yüksek sesle şu sözleri sarfetti:
“–Âkıbet görürsün hele Ferhat!. Sen şimdi İskender’i koruyup duruyorsun, ama bu korumaktan ne fayda çıkacağını inşâallâh birbirinize karşı asıldığınız zaman görürsünüz!..”
Aradan seneler geldi geçti ve Kânûnî devrinde bu iki şahıs, Selîm Han’ın dediği gibi karşı karşıya asıldılar.
Yavuz’un vefâtına yakın zamanlar idi. Vezirler elbirliği ile Rodos’a sefer için hazırlıklar yapıp orayı fethetmek niyet ve arzularını Sultan’a bildirdiler. Basîretli ve ileri görüşlü bir pâdişâh olan Yavuz, kazandığı büyük muzafferiyetlere âdetâ gölge düşürmek istemiyormuşçasına sordu:
“–Hisâr fethinde en önemli mühimmât baruttur. Söyleyin kaç aylık erzak ve barutunuz vardır?” dedi.
Vezîrler:
“–Dört buçuk, en fazla beş aylık barutumuz var.” dediler.
Bunun üzerine Sultan Selîm Han:
“–Siz orayı beş ay değil, altı ayda alamazsınız! Yedi ayda da alamazsınız! O kale, Allâh bilir ya, sekiz ya da dokuz ayda ancak alınır. Dolayısıyla elinizdeki hazırlıklarla oraya varılmaz. Benim seferim, artık âhıret seferidir.” dedi.
Sultan’ın bu sözleri, kâmil bir mü’minin firâsetini göstermektedir. Nitekim bir sene sonra vefât eden Yavuz’un ardından Kânûnî zamanında Rodos kuşatıldı ve çetin bir mücâdele neticesinde ancak dokuzuncu ayda fetih müyesser oldu.
1520’de Yavuz Selîm, yeni bir sefere hazırlanmak için Edirne’ye gidiyordu. Babasının vefât ettiği Uğraş Köyü’ne gelmişti. Orada, sırtında çıkan bir sivilceyi, îkâzlara rağmen:
“–Benim cânım kadınlarınki gibi tatlı değil!.” diyerek kopardı. Kanattı.
Bu hâdiseyi, Yavuz’un nedîmi olan Hasan Can şu şekilde anlatır:
“Sırtında şîrpençe adı verilen bir çıban çıkmıştı. Çıban, kısa zamanda büyüdü, bir delik hâline geldi. Yaranın içinden Yavuz’un ciğerini görüyorduk. Kendisi çok muzdaripti. Yaralı bir arslan gibiydi. Aczi, bir türlü kabullenemiyordu. Cengâverlerine taktik ve tâlimâtlarına devam ediyordu. Yanına yaklaştım. Bana kendi hâlini kasdederek:
«–Hasan Can, ne hâldür?» dedi.
Ben de, artık fânî yolculuğun sonuna gelmiş, bâkî hayatın başına ulaşmış olduğunu sezdiğim için gönlümü şimdiden yakan ayrılık hüznüyle:
«–Pâdişâhım artık Allâh Teâlâ ile beraber olmak zamanınız herhalde geldi!» dedim.
Koca sultan döndü, yüzüme hayretle baktı:
«–Hasan, Hasan!.. Sen beni bu âna kadar kiminle beraber zannederdin?.. Cenâb-ı Hakk’a teveccühümde bir kusûr mu müşâhede eyledin?» dedi.
Bu sözler karşısında mahcûb kalarak:
«–Hâşâ Sultanım! Öyle demek istemedim. Sadece içinde bulunduğunuz zamanın diğerlerinden farklı olduğunu beyân için ihtiyâten böyle cür’et edebildim.» dedim.
Koca Sultan, artık bambaşka âlemlere dalmış vaziyette bana son hıtâbı olarak:
«–Hasan! Sûre-i Yâsîn’i oku!» dedi.
Nemli gözlerle tilâvete başladım. «Selâm» âyetine geldiğim zaman muazzez rûhunu Rabbine teslîm etti.”
Şâir Yahyâ Kemâl, Yavuz Sultan Selîm Han’ın âhırete rıhletini (yolculuğunu) şu içli ifâdelerle anlatır:
Birgün çalındı nevbet-i takdîr rıhlete,
Ukbâda yol göründü Hüdâ’dan bu dâvete..
“Birgün takdîr nevbeti, (ebedî) yolculuk için çalındı. Allâh’dan gelen bu dâvete, âhıretteki yol göründü.”
Doldukça doldu gözleri eşk-i firâk ile,
Kudretlü pâdişâh vedâ etti millete..
“(Bunu gören Yavuz Han, Rabbine kavuşacağı için sevindiyse de,) gözleri, (sevdiklerinden kısa bir müddet de olsa) ayrılacağı için doldukça doldu ve o kudretli pâdişâh, millete (böylece) vedâ etti.”
Tevhîd maksadıyla geçirmişti ömrünü,
Ref’ etti armağânını dergâh-ı vahdete..
“Ömrünü i’lâ-yı kelimetullâh yolunda tevhîd maksadıyla geçirmişti. (Nihâyet) armağanını vahdet dergâhına yükseltti.”
…..
Dîdâr-ı Fahr-i Âlem’i görmekti gâyesi,
Gark-ı huşû çıktı huzûr-i risâlete..
“Gâyesi, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in mübârek nûrlu yüzünü seyretmek olduğu için büyük bir huşû ve edebe gark olarak O’nun huzûruna çıktı.”
Rahmetullâhi Aleyh!..
Sekiz senelik saltanâtı boyunca kazandığı muazzam zaferler, dünyâya âid şânlar, şerefler, fânîlerin iltifâtları, kendisini sekre sürükleyip mağlûb edemedi.
620 sene içindeki sekiz senelik Yavuz devri; vakti kısa, fakat gölgesi uzun ikindi zamanına benzetilir.
Kânûnî’nin başarılarının sırrını babasının kendisine bıraktığı, kolay kolay sarsılmaz kuvvetli maddî ve mânevî mîrâsın içinde aramak lâzımdır.
Yâ Rabb! Bizleri, Yavuz Sultan Selîm Han gibi bir taraftan cihâd yolunda cevval bir cengâver, diğer taraftan yüce huzûrunda gözü yaşlı şükreden bir mü’min, ilâhî ve derûnî lezzetlere müstağrak bir dervîş eyle!..
Âmîn!..Dokuzuncu Osmanlı pâdişâhıdır.
Daha şehzâdeliğinde, kendisine devrin en seçkin âlimleri tarafından dîn ve fen ilimleri ikmâl ettirilmiştir.
İdâreciliğe Trabzon vâliliği ile başlamış, devlet hayatının bu ilk safhasında bile müslümanlara hayranlık ve rahatlık; düşmanlara ise, müheykel endâmı ve müthiş irâdesi ile korku ve dehşet vermiştir. Daha o esnâda Gürcüler üzerine üç sefer yapmış, fethettiği yerlerdeki bütün Gürcüler’in hidâyetine vesîle olmuştur.
Yavuz, Trabzon’un İran’a yakınlığı sebebiyle Şâh İsmâil’in ümmet hakkındaki menfûr emellerini çok iyi biliyordu. Ona karşı köklü ve müessir tedbirler almanın mecbûriyetini daha şehzâdeliğinde kavramıştı. Fakat Şah İsmâil’le mücâdelenin -kendisi için- şehzâdelik sıfat ve salâhiyetleri ile mümkün olmayacağını düşünerek bir an önce Osmanlı tahtına geçmek ihtiyacını hissetmişti.
Bu sebeple kardeşleri Şehzâde Ahmed ve Şehzâde Korkut’u bertaraf ederek 1512’de Osmanlı Sultanı oldu.
O’nun, tahta dâvet edilip İstanbul’a geldiğinde yeniçeri ocağının ileri gelenleri ve devlet ricâline pâdişâh olmadan az evvel yaptığı şu konuşması, gönlündeki gerçek niyeti, fedâkârlık ve çileye tâlib oluşu ne güzel aksettirir:
“Ben pâdişâh olursam, İslâm birliği yolunda ciddiyetle yürüyeceğim; hattâ Mevlâ ruhsat verirse, Hind ve Tûran’a gideceğim ve doğuda da batıda da i’lâ-yı kelimetullâha çalışacağım. Zâlimlere, evlâdım olsa dahî merhamet etmeyeceğim. Zamanımda rahatlık olmayacak, ahâlîye tasallut edilmeyecektir. İşte benim hâlim!.. Biraderim ise, rahatı sever ve yumuşak bir tabîatı vardır. Eğer seferden korkmaz ve çileye tâlib olursanız, bana bey’at ediniz! Aksi halde sultanlık için kardeşim Şehzâde Ahmed’i tercîh ediniz ki, onun zamanında rahat ve safânızla meşgul olursunuz!..”
Yavuz, mâlûm ve meşhûr celâdetine rağmen, aynı zamanda çok hassas ve ince rûhlu bir insandı. Devletin bekâsı için bertaraf etmeye mecbûr kaldığı kardeşi Korkut’un tabutunun altına girmiş ve:
“Ey kardeşim! Ne sen böyle yapsa idin, ne de ben böyle yapmak mecbûriyetinde kalsaydım!..” diyerek ağlamıştır.
Şehzâde Korkut’un Piyâle adındaki sâdık adamına:
“–Seni, büyük bir fazîlet olan sadâkatin sebebiyle, afvediyorum! Bu sadâkatinin mükâfâtı olarak da seni istediğin makâma tâyin edeyim. İstersen vezirim ol!” teklifinde bulundu.
O da teşekkür etti ve sadâkatini katmerliyerek:
“–Sultanım, bundan sonra benim vazîfem Şehzâde Korkut’un türbedârı olmaktır!..” dedi.
Bu tablo, halktan sultana kadar bütün bir milletin ahlâkî seviyesini göstermeye kâfîdir!.
Yavuz, babasını, yılda iki milyon akçe tahsîsâtla Gümülcine’ye büyük bir hürmet göstererek yolcu etti. O’nu faytona bindirdi. Kendisi de yanında yürüyerek II. Bâyezîd Han’ı uğurladı. Vefât edince de, nâşını İstanbul’a getirtip, Bâyezîd Câmî’nin önüne bir türbe yaptırarak oraya defnettirdi.
Altıyüzyirmi senelik muhteşem Osmanlı İmparatorluğu’nun Yavuz Sultan Selîm Han’a âid olan kısmı, sadece sekiz seneciktir. O’nun bu kadar kısa bir zaman içinde elde ettiği muazzam muvaffakıyetleri havsalaya sığdırmak, -âdetâ- imkânsızdır. Gerçekten târihî hâdiselerin sır ve hikmetlerini araştıran “târih felsefesi” ile uğraşanlar, Sultan Selîm Han’ın millî târihimize bahşettiği maddî ve mânevî başarıları îzâhdan bugüne kadar âciz kalmışlardır.
2500 kilometrelik bir mesâfeyi; dağ, bayır, çöl ve ormanlar aşarak katetmiş ve zamanının en kuvvetli devletlerinden biri olan Safevîler’in muazzam ordusunu perîşân etmiştir. Mısır seferinde ise, o güne kadar geçilemez sanılan korkunç “Sînâ Çölü”nü aşmasının maddî imkânlarla bir îzâhı yoktur.
Hılâfet Müessesesi, O’nunla yeniden izzet kazanmış ve müessir bir hâle gelmiş, mukaddes emânetler lâyık oldukları kudsiyete O’nunla ulaşmıştır. Cihângir dedesi Sultan Fâtih, bu cengâver torununun madde ve mânâdaki üstünlüğünü çok evvelden keşfetmiş ve O’na “Yavuz” adını vermiştir.
Târih, emsâlsiz bir cengâver hâkan portresini altın sahîfelerine O’nunla resmetmiştir.
O, -bütün hayatı boyunca- çâresizlik ve aczi kabullenmeyip her çârenin Allâh -celle celâlühû-’ya dayanmak sûretiyle bulunabileceğine inanarak çâresizlikleri çârelendirmiştir.
Yavuz Sultan Selîm Han, tahta geçer geçmez, sür’atle icrâata başladı. O sıralarda Azerbaycan, Irak ve İran’ı eline geçirmiş olan Şâh İsmâil, Anadolu’yu tehdid eder bir duruma gelmişti. Şiiliği vesile ittihâz ederek devamlı fitne çıkartıyor, müslümanların ittihâdını sarsıyordu!.
Yavuz Sultan Selîm, topladığı olağanüstü dîvânda, Şâh İsmâil’in tehlikeli faâliyetlerini uzun uzun îzâh etti.
Dîvân, çetin müzâkerelerden sonra, İbn-i Kemâl Paşa’nın fetvâsı ile İran’a sefer kararı aldı.
Yavuz, 20 Nisan 1514’de Üsküdar tarafına geçerek ordu-yi hümâyûn ile İran seferine çıktı. Şâh İsmâil, yiğitlik muktezâsı olarak er meydanına dâvet edildi. O ise, dâimâ kaçtı.
Safevî topraklarına girildi. Şâh İsmâil, devamlı geriye doğru kaçıyordu. Nihâyet asker, bu uzun ve yorucu yolculuktan usandı. İkmâl de, azalmaya başlamıştı. Bunun üzerine orduda birçok kimse:
“Şâh İsmâil kaçtı. Bu bile zaferdir. Artık geriye dönelim..” deyip, isyân çıkarmağa başladı.
Hattâ bunlar, Yavuz Sultan Selîm Han’ın çadırına ok atacak kadar ileri gittiler.
Bunun üzerine Yavuz’un, çadırından çıkarak isyancı askerlere karşı îrâd ettiği nutuk, harp târihinin şaheserlerindendir.
Yavuz bu nutukta:
«Henüz hedefe varılmadığını, seferden aslâ dönülmeyeceğini, cihâd için yapılan bu seferden, ancak kadınlarını düşünenlerin dönebileceğini, yiğit olanın ardınca gelmesini isteyip, tek başına dahi olsa savaşacağını…» gür sesi ile ifâde ederek:
“İsteyenler, karılarının yanına dönüp entarilerini giyebilirler! Ben düşmana karşı tek başıma da gidebilirim!.” dedi ve atını mahmuzladı.
Yavuz, şehzâdeliğinden beri kefenini boynunda gezdiren bir cengâverdi. O anda binlerce ok ile şehîd olabilirdi. O’nun tevekkül, teslîmiyyet ve her çârenin Allâh -celle celâlühû- olduğunu idrâk etmesi, bir anda hâdisenin seyrini değiştirdi. Yavuz’un yüreğinden boşalan bu nutuk, askerin gönlünü bir çağlayan gibi coşturdu. Çaldıran Ovası’na doğru yeniden tâze bir azim ve müthiş bir hamle gücü ile varıldı. Şâh İsmâil perîşân bir şekilde mağlûb oldu. Karısını ve tahtını harp meydanında bırakarak kaçtı.
Zaferden sonra Selîm Han Tebriz’e girdi. Dört halîfeyi zikrederek kendi adına hutbe okuttu. Tebriz’deki ilim ve san’at erbâbına çok alâka gösterdi. Onları İstanbul’a dâvet etti.
O yıl Selîm Han, bölgedeki fetihleri tamamlamak için kışı, Azerbaycan’daki Karabağ’da geçirdi.
İstanbul’dan Tebrîz’e kadar 2500 kilometrelik bir mesâfeyi, birçok ikmâl zorlukları ile ve yaya olarak aşıp parlak bir zafer kazanmak, târihte eşine çok az rastlanan hâdiselerdendir. Dolayısıyla bu, «Bir kutba gönüller bir olmalı» şuûru içinde tevhîd-i ümmet gayretinin bir bereketi olmuştur.
Yine bu bereket cümlesindendir ki, Güneydoğu Anadolu’da bir aşîret reîsi olan İdris-i Bitlisî Hazretleri, Yavuz’un İslâm birliği hamlesine destek çıkarak topraklarını Osmanlı’ya ilhâk etti.
İdris-i Bitlisî Hazretleri’nin bu husûsdaki gayretleri, her türlü takdîrin fevkindedir. Nitekim Yavuz, aslen Kürt olan bu zâta son derece hürmet göstermiş ve her vesile ile ona olan ziyâde muhabbetini izhâr etmiştir. Öyle ki, tebcîl edici yüksek hitablarla taltîflerinin yanında, ona münâsip gördüğü kimselere beylik vermesine müsâade babında doldurulmamış hatt-ı hümâyunlar bahşederek sonsuz emniyet ve itimadını da sergilemiştir. Zîrâ Bitlisli İdrîs Hazretleri, buna ziyâdesiyle lâyıktı. Her türlü müsâadeye rağmen yine de hatt-ı hümâyunları Pâdişâh’ın izni olmadan doldurmayan İdrîs Hazretleri, Safevîler’in doğu illeri ve halkları üzerindeki emellerini boşa çıkartarak ümmet birliğini te’mîn edici büyük faâliyetlerin mîmârı olmuştur. Ahâlîyi Osmanlı’ya bağlama husûsundaki muvaffakiyetlerine ilâveten, içinde Şah İsmâîl’in maiyyet askerlerinin de bulunduğu Safevî ordusunu da kesin bir mağlûbiyete uğratmıştır.
İslâm birliği yolunda ilerleyen Yavuz Sultan Selîm Han, Şam’a girince, Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri’nin bir kerâmeti zuhûr etti. O sağlığında:
“Sîn, şın’a girince benim kabrim bulunacaktır.” buyurmuştu.
Nitekim, Selîm Han’ın Şam’a girişi ile, Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri’nin kabr-i şerîfi keşfedildi.
Birgün Yavuz Selîm Han, sırdaşı Hasan Can’ı, huzûruna çağırttı. Sohbet esnâsında ona:
“–Anlat bakayım Hasan, bu gece nasıl bir rü’yâ gördün?” diye sordu.
Hasan Can, anlatmağa değer bir rü’yâ görmediğini söyleyince Yavuz:
“–İnsan bütün bir gece uyur da hiç rü’yâ görmez mi? Herhalde bir rü’yâ görmüşsündür..” diye ısrar etti.
Birşey hatırlayamayan Hasan Can, mahcûb oldu. Daha sonra bir vesile ile rü’yâyı Kapıağası Hasan Ağa’nın gördüğünü öğrendi ve kendisine anlattırdı. Ağa şöyle dedi:
“–Bu gece Harem dâiresi nûr yüzlü kimselerle doldu. Sultanın kapısı önünde de ellerinde birer sancak bulunan dört kişi duruyordu. En öndeki zâtın elinde Sultanımız’ın sancağı vardı. O zât bana dedi ki:
«–Biz neye geldik, bilir misin?»
Ben de:
«–Buyurun!» dedim.
Bunun üzerine:
«–Şu gördüğün mübârek kişiler, Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ashâbıdır. Hepimizi Rasûl-i Ekrem Efendimiz gönderip Sultan Selîm Han’a selâm söyledi ve buyurdu ki: “Harameyn’in (Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere’nin) hizmeti kendisine verildi, kalkıp gelsin!..”
Bu gördüğün dört kimsenin birisi Ebû Bekr-i Sıddîk, diğeri Ömeru’l-Fârûk, bir diğeri de Osmân-ı Zinnûreyn’dir. Ben de, Alî bin Ebî Tâlib’im. Bunu var Sultan Selîm Han’a müjdele!..» dedi ve âniden hep birlikte gâib oldular.”
Hasan Can, Hasan Ağa’nın rü’yâsını Sultan’a aynen nakletti. Pâdişâhın mübârek yüzü kızardı ve gözlerinden sevinç yaşları boşanarak:
“–Ey Hasan Can! Sana demez miyiz ki, biz, bir tarafa me’mûr olunmadıkça hareket etmeyiz. Ecdâdımızdan her biri evliyâlıkdan nasîbini almışlardır. Her birinin nice kerâmetleri vardır…” dedi.
Meğer ki Sultan da, o gece aynı rü’yâyı görmüş!
Bu mânevî işâretlerle takviye edilen Yavuz:
“–Hasan Ağa da dîvânda bulunsun! Tez Mısır seferi hazırlıklarına başlansın!” dedi ve 1516’da Mısır seferine çıktı.
Yavuz, Mısır Memlükleri’nden, daha önce İran’a yardım etmeyeceklerine dâir ahid almıştı. Onlar, bu ahdi nakzettiklerinden üzerlerine yürüdü. Memlûk ordusu ile Mercidabık Ovası’nda karşılaştı. Onları, kesin bir şekilde mağlûb etti.
Ancak, bu zaferin ikmâli için Mısır’a ulaşması stratejik bir zarûretti. Bunun içinse korkunç Sînâ Çölü’nü geçmek gerekiyordu. O, bu güç işi, hiçbir zâyiat vermeden, herhangi bir ikmâl güçlüğü çekmeden onüç günde başardı. Büyük bir askerî dehâ sayılan Napolyon bile, Yavuz’dan üçyüz yıl sonra bu işi başaramamış ve Fransız askerleri susuzluktan çıldırarak birbirlerini vurmuşlardır. Birinci Cihân Harbi’nde, yeni tekniğin verdiği imkânlarla bile bu çölün, ancak onbir günde geçilebilmiş olması düşünülürse, Yavuz’un yaptığı işin azameti daha iyi anlaşılır.
Paşalar ve askerde bu çölün nasıl geçilebileceğine dâir büyük tereddüdler vardı. Bu amansız çöl, sanki gündüz cehennem; gece ise, bir buz diyârı idi. Artı 50 ile, eksi 20 arasında değişen bir iklîme sahipdi. O sanki kumdan bir denizdi.
Lâkin Yavuz’un azmi ve kat’î kararı ile çöle girildi. Bir müddet sonra Yavuz, atından indi, yürümeye başladı. Askerî erkân, hayret ve dehşet içinde idi. «Atların bile kanının kaynadığı, zor yürüdüğü bu çölde Sultan, niye atından indi, yürümeye başladı?» diye fısıltılar başladı.
Bu dehşet içinde askerî erkân da, atlarından inip yürümeye başladı. Paşalar, Yavuz Han’ın can-ciğer arkadaşı Hasan Can’a:
“–Ne olur Hünkâr’a sor. Bu acep ne işdir?” dediler.
Hasan Can, Yavuz’a merakla, bu hâlin neyin nesi olduğunu sorunca, Yavuz:
“–Hasan görmüyor musun; önümüzde Allâh’ın Rasûlü Fahr-i Kâinât -sallâllâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz yürüyor?!. O Âlemler Sultanı yaya yürürken biz nasıl at üzerinde olabiliriz?..” dedi.
Yavuz’un aşağıdaki şiiri de, O’nun, Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’e karşı olan hürmet ve muhabbetini ne güzel ifâde eder:
Ey kerem kânı Rasûl-i Kibriyâ
Kemterindir bu Selîm-i pür-hatâ
Dergehinden ilticâ eyler atâ
El-meded vey ma’den-i nûr-i Hudâ
İşte bu büyük muhabbet ve hürmetin bir bereketidir ki, Yavuz ve ordusu, girmiş oldukları korkunç Sînâ Çölü’nü, bir bulutun altında, Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in rûhâniyetleri ile onüç günde geçtiler. Mısır’ı fethettiler.
Yavuz, 22 Ocak 1517’de Memlükleri, Ridâniye’de tekrar mağlûb etti ve bu sûretle Mısır kat’î olarak fethedilmiş oldu.
Koca Sultan, Memlük sultanının cenâzesini bizzat omuzlarında taşımak fazîletini gösterdi.
Mısır’a girmekle iş bitmedi. Memlûk askerleri, dehşet saçan sokak muhârebeleri ile mukavemet ediyorlardı. Memlük fedâîleri, kendilerine Yavuz’u hedef seçmiş bulunuyorlardı. «Yavuz’u öldürür isek, harbi kazanırız..» inancı içinde idiler. Bunu duyan Sinan Paşa, durumu Yavuz’a arz etti. Yavuz’un elbiselerini giydi. Fedâîleri kendi üzerine çekti. Yavuz, arkadan yetişip, fedâîleri bertaraf edinceye kadar Sinan Paşa şehîd oldu.
Yavuz, Mısır’a girerken, çok mahzûn idi:
“–Mısır’ı aldık, lâkin Sinan Paşa’yı kaybettik!..” diyordu. Bu sözleri ile, âlim bir mücâhidin kaybını, bir Mısır fethine denk görüyordu.
Yahyâ Kemâl, bu hicrânı şu şekilde ifâde eder:
On Mısr’a bir Sinan bedel olmazdı ey kazâ
Kudretlü pâdişâhı bu hâl etti telh-kâm
“Ey kazâ! Sinan Paşa gibi âlim bir devlet adamına on tane Mısır ülkesi bile bedel olamazdı. İşte bu durum -Sinan Paşa’nın fedâ edilmesi-, kudretli pâdişâhı çok üzmüştür.”
Târihin her devrinde, dev şahsiyetler, böyle seçkin kadrolarla devleşmişlerdir.
Yavuz Sultan Selîm Han, 15 Şubat 1517’de parlak bir merâsimle Memlûklular’ın sarayına girdi. Devrin vak’anüvisi, halkın Yavuz’u Kâhire’de karşılayışını şu şekilde anlatır:
“Halk, Yavuz’un ihtişâmını seyretmek için sokakları ve pencereleri doldurmuş idi. Yavuz’u çok değişik zannediyorlar, giyiminin ve kavuğunun etrafındakilerden farklı olacağını düşünüyorlardı. Yavuz ise, önde değil, cengâverlerinin ortasında idi. Elbiseleri ve kavuğu, yanındakilerden farklı değildi. Ve önüne bakarak mütevâzî bir şekilde yürüyordu.”
20 Şubat Cum’a günü, Melik Müeyyed Câmii’nde okunan hutbede hatîbin kendisinden:
«Hâkimü’l-Harameyni’ş-Şerîfeyn (iki şerefli belde olan Mekke ve Medîne’nin hâkimi)» diye bahsetmesi üzerine derhal hatîbe müdâhale ederek;
«–Yok yok! Bilakis hâdimü’l-Harameyni’ş-Şerîfeyn (iki şerefli belde olan Mekke ve Medîne’nin hizmetçisi!)» diye ağlayan kanlı gözlerle cevap verdi.
Ardından halıyı kaldırıp toprağa secde ile Rabbine şükretti. Hâdimü’l-Harameyni’ş-Şerîfeyn’liğini ifâde etmek için de, sarığının üzerine süpürge biçiminde bir sorguç taktı.
Mısır seferi esnâsında vukû bulan ehemmiyetli hâdiselerden biri de şudur:
Sefer üzre olunduğundan birtakım masraflara hazîneden henüz para ulaştırılamamış ve zengin bir kimseden borç alınmıştı. Daha sonra hazîneden para geldi ve defterdar da alınan bu borcu sahibine takdim etti. Ancak adam, defterdara şöyle bir teklîfte bulundu:
“–Servetim hayli çoktur. Bir oğlumdan başka kimsem de yoktur. Kabûl ederseniz, verdiğim paramı hazîneye bağışlayayım. Buna mukâbil siz de benim oğluma devlet kapısında bir iş verin!..”
Defterdar bu talebi Sultan’a arzedince Yavuz, son derece öfkelendi ve muhâtabına hiddetle haykırdı:
“–Bana getirdiğin şu usûlsüzlük teklîfi dolayısıyla yemîn ederim ki seni de teklîf sahibini de katlettirirdim. Fakat «Sultan Selîm, parasına tama’ ettiği için bezirgânı ve defterdarı öldürttü.» demelerinden çekinirim. Tez bezirgânın parasını iâde edin ve bir daha huzûruma böyle kanuna uygun olmayan şeyler getirmeyin!”
Sultan’ın bu tavrının ardından yapılan tahkîkatta bezirgânın bir yahûdî olduğu tesbît edilmiş ve devlet merkezinden de uzaklaştırılmıştır.
Yavuz Sultan Selîm Han, yapılan hatâ ve gâfilâne hareketlere karşı son derece celâlli bir pâdişâhtı. Ancak bu celâli de, cemâli gibi şerîat dâiresi içinde eriyip yok olmuştu. Bir seferinde hazînedeki ihmâllerinden dolayı vâkî olan sirkat (hırsızlık) sebebiyle yaklaşık kırk kişinin öldürülmelerini emretmişti. Durumu öğrenen Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi, karar icrâ edilmeden buna mânî olabilmek için alelacele ve destûrsuz olarak Yavuz’un yanına vardı. Hâdisenin aslını bir de Sultan’dan taleb etti. Yavuz:
“–Efendi Hazretleri! Duyduklarınız doğrudur, ancak sizin devlet işlerine karışmaya hakkınız yoktur…” şeklinde sert bir cevap verdi.
Bunun üzerine Zenbilli Ali Efendi, aynı sertlikle şu mukâbelede bulundu:
“–Sultanım! Ben size şer’î hükümleri bildirmeye geldim. Zîrâ bizim vazîfemiz sizin âhıretinizi korumaktır…”
Şerîatin kıldan ince, kılıçtan keskin ölçüsü karşısında sâkinleşen Yavuz:
“–Umûmî ahvâlin düzelmesi için bir fırkanın öldürülmesine cevaz yok mudur?” diye sordu.
Zenbilli Ali Efendi:
“–Bunların öldürülmesi ile âlemin düzelmesi arasında bir alâka yoktur. Suçlarına göre cezâ gerekir..” dedi.
Koca orduları dize getiren Pâdişâh, başını önüne eğdi ve kararını geri aldı. Bundan son derece memnûn olan Zenbilli, tam huzûrdan ayrılıyordu ki tekrar geri döndü. Kendisine merakla bakan Yavuz’a:
“–Sultanım! Birinci talebim, şerîatin teblîği idi. İkinci bir talebim daha var ki, bu da sadece bir ricâdır…” dedi.
Ardından ekledi:
“–Sultanım! Bu mücrimlerin suçları kendilerine âiddir. Ancak onlar, hapisteyken mâsûm âilelerine kim bakacak? Dolayısıyla sizden ricâm, verilecek cezâ bitene kadar bu mücrimlerin âilelerine nafaka bağlamanızdır.”
Bu ikinci talebi de yerine getiren Yavuz, hiç şüphesiz ki farkında olduğu ilâhî mes’ûliyyetin îcâbını îfâ ediyordu.
Yine buna benzer bir mes’elede Zenbilli Ali Efendi, Sultan’ı îkâz etmişti. Fakat Sultan, verdiği kararda kendisini haklı gördüğünden Şeyhülislâm’a evvelki gibi:
“–Sizin vazîfeniz devlet işlerine karışmak değildir!..” demişti.
Bu tehdîdkâr hitâba karşı Zenbilli Ali Efendi de pervasız bir şekilde:
“–Sultanım! Bunlar âhıret işlerindendir ve bizim müdâhale etmeye hakkımız vardır. Şâyet verdiğiniz yanlış karardan vazgeçmezseniz, rûz-i mahşerdeki şiddetli azâba hazır olunuz!..” dedi.
Şeyhülislâm, bu sözlerinden sonra Sultan’a selâm bile vermeden dönüp gitti.
O sıra sefer üzre olan Yavuz Sultan Selîm Han, hiç kimseden görmediği bu tavır karşısında biraz hiddetlendi ise de, hakîkati anladı ve şeyhülislâmın îkâzını kabûl edip ona göre hareket etti. Üstelik Zenbilli Ali Efendi’ye özür dileyen bir mektup bıraktı.
Yavuz gibi gadaplandığında zaptedilmez bir cengâverin, devlet ve memleket işlerinde hiçbir zaman hatır-gönül dinlemeyen bir cihângîrin, bir ilim ve irfân ehline karşı gösterdiği sabır ve teslîmiyyet, O’nun ulvî ve müstesnâ bir fazîletidir.
Zekî ve güçlü kumandan Yavuz, 10 Eylül 1517’de Kâhire’den İstanbul’a dönerken:
“Gönül ister ki, Afrika’nın kuzeyinden Endülüs’e çıkayım ve sonra Balkanlar üzerinden tekrar İstanbul’a döneyim!” diyerek doyumsuz fetih arzusunu dile getirirken, gerçek bir müslümanın ufkunu ortaya koymuş oluyordu.
Cihangir Pâdişâh, birgün yeryüzünün genişliğini merak etmişti. O’na bir dünyâ haritası getirdiler. Hayret ve istihfafla baktı ve:
“–Bir hükümdar için eh, neyse!.. Ama iki hükümdar için az!” diyerek, haritayı atının ayaklarının altına attı. Ve atını şaha kaldırdı.
Bu manzara, Yavuz’un mağrûrluğunu değil, rûhunda taşıdığı cihâd aşkının haşmetli şahlanışını ifâde eder.. Şâir Yahyâ Kemâl, O’nun bu doyumsuz cihâd meylini:
Sultan Selîm-i Evvel’i râm etmeyip ecel;
Fethetmeliydi âlemi şân-ı Muhammedî!
mısrâları ile ebedîleştirmiştir.
Yavuz, Mısır dönüşünde yolu üzerinde bulunan Şam’a uğrayıp kabrini yaptırdığı Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri’nin türbe ve câmiini merâsimle açtı. Türbedâr ise, keşfî bir sunûhât ile sessizce yanındakilere, Sultan Selîm Han’ın artık fazla yaşamayacağını ifâde etti.
Kazandığı büyük muzafferiyetlerle İstanbul’a doğru ilerleyen Yavuz’un ordusu, iki sene, bir ay ve yirmi gün süren bir Mısır seferinin yorgunluğu içindeydi. Bir ara geçtikleri bir bölgedeki susuzluk da bu yorgunluğa eklenince, büyük sıkıntılar yaşandı. Hattâ binekler bile telef olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Yavuz Sultan Selîm Han, bu hâle gönülden muzdarip olarak secde-i Rahmân’a kapandı ve:
“İlâhî! Bana ve askerlerime kolaylık ver! Bizlere lutfunla muâmele eyleyip rahmetini gönder Allâhım!..” diye Cenâb-ı Hakk’a ilticâ kıldı.
Daha o anda gökyüzünü kuşatan rahmet bulutlarından seller gibi yağmur yağmaya başladı. Böylece büyük bir susuzluk ve onun verdiği zararlar, Cenâb-ı Allâh’ın lutfu ile bertaraf edildi.
İlâhî nusret ve rahmete müstağrak Yavuz Sultan Selîm Han ve ordusu, Adana civarında da şiddetli bir yağmura tutuldular. Her yer çamur deryâsı olmuştu. O sırada Selîm Han, Şeyhülislâm Kemâl Paşazâde ile yanyana at üstünde sohbet ederek gidiyorlardı. Birden Şeyhülislâm’ın atı ürktü ve ürken atın ayağından sıçrayan çamur, Yavuz’un üstünü baştan başa boyadı.
Kemâl Paşazâde çok üzüldü. Rengi attı. Yavuz, O’na dönerek mütebessim bir çehre ile:
“–Ulemânın atının ayağından sıçrayıp bizi boyayan çamur, bizim için şerefdir. Mübârekdir. Bu çamurlu kaftanı, ben ölünce sandukamın üzerine kapatın!” buyurdu.
Bu hâdise, Yavuz’un âlim ve âriflere gösterdiği hürmet ve tâzimi ne güzel ifâde eder1.
(1. İstanbul İmam-Hatip Mektebi’nde talebelik yıllarımda İstanbul’un geniş yolları açılıyordu. İbn-i Kemâl Paşa’nın mezârının üzerinden mecbûrî yol geçme durumu vardı. Şâhid olduk ki, mezârı bir türlü kaldıramadılar. Yol makinaları devamlı ârıza yaptı. Onları kullananlar sakatlandı, felç oldu. Bu hâl, mühendislere büyük bir ürküntü verdi ve yolu, kabrin etrafından dolaştırdılar.
Şâhid olduk ki Hakk Teâlâ, gerçek zâhir ve bâtın âlimlerinin mezârlarına bile izzet bahşediyor.)
İstanbul’a dönüşte Üsküdar’a gündüz vâsıl olmuşlardı. Yavuz, İstanbul halkının, kendisine büyük bir tezâhürât yapacağını haber aldığından lalası Hasan Can’a:
“Hava kararsın, herkes evlerine dönsün, sokaklar boşalsın, ben ondan sonra İstanbul’a gireyim. Fânîlerin alkışları, zafer takları ve iltifâtları bizi nefsimize mağrûr edip yere sermesin!..” dedi.
Müteâkıben, İstanbul’a gelen Mısır ulemâsı ile Osmanlı ulemâsı, Yavuz’un “halîfe” olmasını kararlaştırdılar. Daha sonra halîfe III. Mütevekkil, Ayasofya Câmii’nde minbere çıkarak Yavuz’un hılâfetini îlân etti. Hırkasını çıkararak Yavuz’a giydirdi. Bundan sonra Osmanlı pâdişâhlarına, sultanlık ünvânı ile berâber “halîfe” sıfatı da verildi.
Büyük cengâver Hünkâr, Osmanlı toprağını, bugünkü Türkiye’nin tam beş katı artırarak, 4.182.000 km∑’ye çıkardı. Mısır ve Arabistan yarımadası Osmanlı hâkimiyetine geçti. Hind Okyanusu’na kadar inildi. Kuzey Afrika hâkimiyeti ile Osmanlı hudûdu Atlas Okyanusu’na dayandırıldı. Hicaz ve Ortadoğu ülkeleri Osmanlı hizmetine açıldı. Mübârek ve mukaddes emânetler, İstanbul’a getirilerek İstanbul, şeref ve izzet kazandı. Bunlar, Topkapı Sarayı’nda mahsûs bir hücreye konularak burada yirmi dört saat kesintisiz Kur’ân-ı Kerîm okunması için kırk hâfız tâyin edildi. İlk Kur’ân-ı Kerîm’i okuyan da Yavuz’un kendisi oldu.
Şunu unutmamak gerekir ki, maddî ve zâhirî azamet ve ihtişâmın temel sâikı, mâneviyât âlemindeki sır ve hikmetlere riâyettir. Osmanlı İmparatorluğu’nun, hiçbir İslâm devletine nasîb olmayan altı yüz küsûr senelik ihtişâmı, asıl mâneviyâta verdiği ehemmiyetten kaynaklanmıştır. Osman Gâzî’nin meşhûr bir rivâyete göre, misâfir kaldığı bir evde, odada Kur’ân-ı Kerîm bulunması sebebiyle geceleyin ayağını uzatıp yatmaması; Yavuz Sultan Selîm Han’ın mukaddes emânetleri böyle büyük bir tâzim ile İstanbul’a getirip, kırk hâfız tâyin ederek onların başında asırlarca sürecek bir sûrette inkıtâsız (kesintisiz) olarak Kur’ân-ı Kerîm okutması, Osmanlı Devleti’nin dillere destân büyüklüğünün temel sâiklerindendir.
Allâh -celle celãlühû-, kendisine, peygamberlerine ve velîlerine hürmet ve tâzimde bulunanları âbâd eylemiş, onların dâhil oldukları topluma dâimâ rahmet indirmiştir.
Silsileler hâlinde gelen büyük zaferler ile mukaddes ve mübârek emânetlere nâil olmanın hazzı ve şükür hissi içinde olan cihangir Sultan Yavuz, Pîrî Paşa ile birgün sohbet ederlerken:
“–Allâh’ın izni ile büyük fütûhâtlarda bulunduk. Hâdimü’l-Haremeyni’ş-Şerîfeyn ünvânına kavuştuk. Allâh bize her zaman ve her mekânda zafer lutfetti. Hazînelerimiz lebâleb altın ile doldu. Şimdiden sonra bu devlet yıkılır mı?” diye sordu.
Pîrî Paşa şöyle cevap verdi:
“–Hâkânım, bu hâl, bu rûh, bu azim ve bu teslîmiyetle bu devlet kolay kolay yıkılmaz! Lâkin torunlarınızın zamanında Rabbin ihsân ettiği mükâfâtların, ni’metlerin şükrü edâ edilmez, emânetlere sahip olunmaz ve hak tevzî edilmez ise, yıkılır. En çok şu üç şeyden endîşe ederim:
1. Sadrâzamlık makâmı, liyâkatlere göre verilmez, menfaat karşılığı olarak câhil ve ahmakların eline geçerse;
2. Dünyâ malı, kalbleri işgâl eder, rüşvet kapısı açılır, her türlü mel’anet akçe ile gerçekleşir ve bu yüzden makamlar ehliyetsizlere verilirse;
3. Devlet adamları, hanımlarının te’siri altında kalır, ve idârede onların da te’siri olmaya başlarsa; bu devlet yavaş yavaş yıkılmaya yüz tutar.”
Pîrî Paşa’nın bu sözleri üzerine celâdetli Pâdişâh, bir müddet sükûttan sonra:
“Rabbim bizleri böyle bir âkıbete dûçâr olmaktan korusun!..” diye duâ etti.
Sanki Pîrî Paşa, bu ifâdeleri ile bir târih felsefesinin değerlendirmesini yapıyor ve istikbâlde meydana gelecek hallerin işâretlerini veriyordu. Âdetâ, gerileme devrinin fârik sebeplerini îzâh ediyor ve gelecekten haber veriyordu.
Yavuz Sultan Selîm Han devrinin ahlâkî yüceliğini gösteren pek çok vak’a vardır. Mısır’a giderken ordu-yi hümâyûnun Gebze yakınlarından geçtiği yerler, hep bağlık-bahçelikti. Sultan Selîm Han:
“Acabâ askerlerim, sahibinden müsaadesiz üzüm ve elma koparıp yediler mi?!.” diye düşüncelere daldı.
Sonra yeniçeri ağasını huzûruna çağırttı:
“–Ağa fermânımdır; Bütün yeniçeri, sipâhî ve azap askerlerimin heybeleri yoklansın! Heybesinde bir elma veya üzüm salkımı çıkan asker olursa, derhal huzûruma getirilsin!” diye emretti.
Yeniçeri ağası, derhal harekete geçerek heybeleri araştırdı. Daha sonra Sultan’ın huzûruna gelerek:
“–Sultanım koparılmış hiçbir elma ve meyve izine rastlamadık!..” dedi.
Yavuz, bu habere çok sevindi. Üzerindeki ağırlık ve zihnindeki düşünceler kalktı. Sonra ellerini açarak:
“Allâh’ım! Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun! Bana haram yemeyen bir ordu ihsân eyledin!..” diyerek duâ etti ve ağaya:
“–Şâyet askerlerim izinsiz meyve koparmış olsalardı, Mısır seferinden vazgeçerdim. Çünkü, haram yiyen bir ordu ile beldelerin fethi mümkün olmaz!..” dedi.
Yavuz’un bu güzel hâli neticesinde ilâhî nusret ve inâyet tecellîleri dâimâ ona yâr olmuştur.
Rivâyete göre Yavuz, Mısır seferinde Konya’nın Çumra ovasından geçerken ordusuna mola verdi. Bu esnâda kendisi de, birkaç kişi ile etrafı dolaşırken bir ihtiyara rastladı. Selâm verdi. Sonra:
“–Uzak yerden geliyorum, karnım aç, yiyeceğin var mı?” diye sordu.
Yaşlı zât, meşgalesine devam ederek ilerideki bir tencereyi gösterdi ve «buyur» dedi.
Bu defa Yavuz:
“–Fakat yalnız değilim. Ardımda kocaman bir ordu vardır.” dedi.
Nûr yüzlü ihtiyar, hiç telaş etmeden:
“–Evlâdım, kaptaki aş hepinize yeter inşâallâh!” dedi.
Gerçekten bütün asker, bu kaptan karnını iyice doyurdu; yine de kaptaki aş bitmedi. Bu hâl karşısında hislenen Yavuz, bu yaşlı zâtın duâsını da alarak yoluna devam etti. Zafer sonrası bu zâta tekrar uğradı ve bir isteği olup olmadığını sordu. Mübârek Allâh dostu, yavaş bir sesle:
“–Sultanım! Bir ikincisi olmadığı için mendilimi verirseniz sevinirim.” dedi.
Yavuz önce şaşırdı. Sonra da muhârebede yaralandığı sırada yarasını bir mendille saran zâtın bu olduğunu anlamakta gecikmedi. Mendili çıkarıp sahibine iâde ederken gözleri nemlenen Yavuz, gönlünün derinliklerinden Cenâb-ı Hakk’a sonsuz ve sayısız nîmetlerinden dolayı şükürler ediyordu.
Bu hâdise, Hakk dostlarının, Yavuz’un samîmiyetine karşı maddî ve mânevî tasarrufta bulunduğunun en bâriz misâllerindendir.
Cengâver Sultan, çok sade bir hayat yaşadı. Az uyuduğu için ekserî geceleri kitap okumakla geçirirdi. Her öğün tek çeşit yemek yerdi. Ağaçtan tabak kullanırdı. Dünyevî lezzetlerden hoşlanmazdı.
Birgün oğlu Süleymân’ı (Kânûnî’yi) çok süslü görünce, nükteli bir şekilde:
“–Oğlum, o kadar süslenmişsin ki, annene giyecek bir şey bırakmamışsın!..” dedi.
Kendisi pek sade giyinirdi. Bunun sebebini soranlara:
“–Süslü ve şa’şaalı giyinmek külfetten başka bir şey değildir. Niçin boş yere bu külfete katlanalım?” derdi.
Bir elbiseyi eskiyene kadar giyerdi. Bütün devlet erkânı da böyle davranmak mecbûriyetinde kalırdı. Bir defasında Venedik elçisinin İstanbul’a gelip huzûr-i şâhâneye yüz süreceği haberi geldi. Bunun üzerine vezîrler, üzerlerindeki hayli eskimiş elbiseleri değiştirme ihtiyacı hissederek sadrazam aracılığıyla durumu Yavuz’a tedirginlikle de olsa bildirdiler. Yavuz hiç kızmadı ve:
“–Münâsiptir..” dedi.
Elçinin geleceği gün bütün vezirler, yeni esvaplarıyla pâdişâhın huzûruna vardılar. Ancak gördüklerine inanamayarak dehşetli bir hayrete düştüler. Zîrâ Yavuz’un üzerinde yine o eski elbiseleri vardı. Tahtında oturmuş, keskin kılıcını çekip tahtın basamağına koymuştu. Karşı pencereden vuran gün ışığı altında parıltısı gözleri kamaştırıyordu. Bu durum karşısında bütün vezirler, üzerlerindeki görkemli elbiselerinden utanıp şaşkın bir vaziyette kaldılar.
Görüşme bitip elçi dışarı çıktıktan sonra Yavuz, sadrazama bakarak:
“–Paşa! Var elçiye sor; bizi nasıl bulmuşlar?” dedi.
Sadrazam, Pâdişâh’ın emrini yerine getirip döndü ve elçinin intibâını nakletti:
“–Sultanım! Venedik elçisi: «O kılıcın parıltısı gözümü öyle aldı ki, kendilerini göremedim bile…» demektedir.”
Yavuz, tebessüm etti ve sadrazama şehâdet parmağı ile kılıcı göstererek:
“–İşte kılıcımızın ağzı kestikçe, kâfirin gözü ondan aslâ ayrılamaz ve bizi görmez! Ama Allâh esirgesin, birgün kesmez olur ve parlamazsa, o zaman küffâr, bizi hem hor görür, hem de tepeden bakar!…” dedi.
Yavuz, dindâr, mütevâzî ve gurûrdan ârî idi. Kuvvet ve kudretin, Allâh’a mahsûs olduğunu, kendisinin ise, zafer için bir vâsıtadan ibâret bulunduğunu söylerdi. Nefs engelini aşamamanın korku ve endîşesi içinde yaşardı. Teb’asının arasında dolaşır, onların dertlerine yakından muttalî olmaya çalışırdı. Hârikulâde bir dinamizme sahipti. Derin bir târihî bilgisi vardı. O’nun zaferlerinin neticesinin dörtyüz küsûr sene devam etmesi, gerçekleştirdiği işlerin büyüklüğünü göstermeye kâfîdir.
Yavuz’u, o korkunç Sînâ çölünde bir arslan; Mısır’a girişte mütevâzî, gözü yaşlı, şükreden bir mü’min; Üsküdar’da kendisini bir nefs muhâsebesiyle yönlendiren ilâhî ve derûnî lezzetlere müstağrak bir derviş olarak görüyoruz.
Hasan Can’a şu mısra’ları okuyordu:
Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş;
Bir velîye bende olmak cümleden a’lâ imiş!..
Böyle diyen Yavuz Sultan Selîm Han, velîlerin huzûruna girdiği zaman büyük bir edeb ve mahviyet gösterir, gerekmezse konuşmaktan bile imtinâ ederdi. Nitekim Şam’da yetişen büyük velîlerden Muhammed Bedahşî Hazretleri’ni ziyâretinde hiç konuşmamış, sadece dinlemiş ve sonra da huzûrundan öylece ayrılmıştı. Beraberinde bulunan devlet ricâli, celâdetli bir pâdişâh olan Yavuz’un bu hâline teaccüple:
“–Sultanım! Sadece dinlediniz. Ne hikmettir ki, bir kelâm bile sarfetmediniz?” diye sormuşlar, Yavuz da cevaben:
“–Büyük evliyâullâhın meclisinde onlar konuşurlarken başkalarının konuşması -velev cihân pâdişâhı da olsa- uygun düşmez. Biz sultan isek de, böyle mâneviyat sultanlarının himmetlerine her zaman muhtâcız. Şâyet huzûrunda konuşmam gerekseydi, bunu belli ederler ve söz etmemi te’mîn ederlerdi.” demişti.
Bu büyük zâtın da, Yavuz’a olan teveccühü, Yavuz’unkinden farksızdı. Ölüm döşeğinde bile Şam’ın ileri gelenlerini toplamış ve şu nasîhati yapmıştı:
“–Sultan Selîm Han’a itâatte kusûr etmeyin! O, Allâh katında övülmüş bir pâdişâhdır. O, fetihle vazîfelendirilmiş bir İslâm kılıncıdır.”
Evliyâullâha pek yüksek bir hürmet ve bağlılık gösteren Yavuz Sultan Selîm Han’ın kendisi de hiç şüphesiz babası gibi Allâh’ın has bir kulu idi. O’nun kerâmet mâhiyetinde pek çok davranışlar ortaya koyduğu târihî gerçekler arasındadır. Şöyle ki:
Birgün dîvândan içeri hiddetli bir şekilde girmişti. Elbisesini dahî değiştirmeden bir zaman odada dolandı ve kendisini kızdıran şeyi mırıldanıp durdu. Meğer Ferhat Paşa’nın İskender Çelebi’yi olur olmaz koruyup kayırmasına gazaplanmıştı. Çünkü aralarındaki dostluktan başka şeyler sezinlemişti. Sonunda yüksek sesle şu sözleri sarfetti:
“–Âkıbet görürsün hele Ferhat!. Sen şimdi İskender’i koruyup duruyorsun, ama bu korumaktan ne fayda çıkacağını inşâallâh birbirinize karşı asıldığınız zaman görürsünüz!..”
Aradan seneler geldi geçti ve Kânûnî devrinde bu iki şahıs, Selîm Han’ın dediği gibi karşı karşıya asıldılar.
Yavuz’un vefâtına yakın zamanlar idi. Vezirler elbirliği ile Rodos’a sefer için hazırlıklar yapıp orayı fethetmek niyet ve arzularını Sultan’a bildirdiler. Basîretli ve ileri görüşlü bir pâdişâh olan Yavuz, kazandığı büyük muzafferiyetlere âdetâ gölge düşürmek istemiyormuşçasına sordu:
“–Hisâr fethinde en önemli mühimmât baruttur. Söyleyin kaç aylık erzak ve barutunuz vardır?” dedi.
Vezîrler:
“–Dört buçuk, en fazla beş aylık barutumuz var.” dediler.
Bunun üzerine Sultan Selîm Han:
“–Siz orayı beş ay değil, altı ayda alamazsınız! Yedi ayda da alamazsınız! O kale, Allâh bilir ya, sekiz ya da dokuz ayda ancak alınır. Dolayısıyla elinizdeki hazırlıklarla oraya varılmaz. Benim seferim, artık âhıret seferidir.” dedi.
Sultan’ın bu sözleri, kâmil bir mü’minin firâsetini göstermektedir. Nitekim bir sene sonra vefât eden Yavuz’un ardından Kânûnî zamanında Rodos kuşatıldı ve çetin bir mücâdele neticesinde ancak dokuzuncu ayda fetih müyesser oldu.
1520’de Yavuz Selîm, yeni bir sefere hazırlanmak için Edirne’ye gidiyordu. Babasının vefât ettiği Uğraş Köyü’ne gelmişti. Orada, sırtında çıkan bir sivilceyi, îkâzlara rağmen:
“–Benim cânım kadınlarınki gibi tatlı değil!.” diyerek kopardı. Kanattı.
Bu hâdiseyi, Yavuz’un nedîmi olan Hasan Can şu şekilde anlatır:
“Sırtında şîrpençe adı verilen bir çıban çıkmıştı. Çıban, kısa zamanda büyüdü, bir delik hâline geldi. Yaranın içinden Yavuz’un ciğerini görüyorduk. Kendisi çok muzdaripti. Yaralı bir arslan gibiydi. Aczi, bir türlü kabullenemiyordu. Cengâverlerine taktik ve tâlimâtlarına devam ediyordu. Yanına yaklaştım. Bana kendi hâlini kasdederek:
«–Hasan Can, ne hâldür?» dedi.
Ben de, artık fânî yolculuğun sonuna gelmiş, bâkî hayatın başına ulaşmış olduğunu sezdiğim için gönlümü şimdiden yakan ayrılık hüznüyle:
«–Pâdişâhım artık Allâh Teâlâ ile beraber olmak zamanınız herhalde geldi!» dedim.
Koca sultan döndü, yüzüme hayretle baktı:
«–Hasan, Hasan!.. Sen beni bu âna kadar kiminle beraber zannederdin?.. Cenâb-ı Hakk’a teveccühümde bir kusûr mu müşâhede eyledin?» dedi.
Bu sözler karşısında mahcûb kalarak:
«–Hâşâ Sultanım! Öyle demek istemedim. Sadece içinde bulunduğunuz zamanın diğerlerinden farklı olduğunu beyân için ihtiyâten böyle cür’et edebildim.» dedim.
Koca Sultan, artık bambaşka âlemlere dalmış vaziyette bana son hıtâbı olarak:
«–Hasan! Sûre-i Yâsîn’i oku!» dedi.
Nemli gözlerle tilâvete başladım. «Selâm» âyetine geldiğim zaman muazzez rûhunu Rabbine teslîm etti.”
Şâir Yahyâ Kemâl, Yavuz Sultan Selîm Han’ın âhırete rıhletini (yolculuğunu) şu içli ifâdelerle anlatır:
Birgün çalındı nevbet-i takdîr rıhlete,
Ukbâda yol göründü Hüdâ’dan bu dâvete..
“Birgün takdîr nevbeti, (ebedî) yolculuk için çalındı. Allâh’dan gelen bu dâvete, âhıretteki yol göründü.”
Doldukça doldu gözleri eşk-i firâk ile,
Kudretlü pâdişâh vedâ etti millete..
“(Bunu gören Yavuz Han, Rabbine kavuşacağı için sevindiyse de,) gözleri, (sevdiklerinden kısa bir müddet de olsa) ayrılacağı için doldukça doldu ve o kudretli pâdişâh, millete (böylece) vedâ etti.”
Tevhîd maksadıyla geçirmişti ömrünü,
Ref’ etti armağânını dergâh-ı vahdete..
“Ömrünü i’lâ-yı kelimetullâh yolunda tevhîd maksadıyla geçirmişti. (Nihâyet) armağanını vahdet dergâhına yükseltti.”
…..
Dîdâr-ı Fahr-i Âlem’i görmekti gâyesi,
Gark-ı huşû çıktı huzûr-i risâlete..
“Gâyesi, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in mübârek nûrlu yüzünü seyretmek olduğu için büyük bir huşû ve edebe gark olarak O’nun huzûruna çıktı.”
Rahmetullâhi Aleyh!..
Sekiz senelik saltanâtı boyunca kazandığı muazzam zaferler, dünyâya âid şânlar, şerefler, fânîlerin iltifâtları, kendisini sekre sürükleyip mağlûb edemedi.
620 sene içindeki sekiz senelik Yavuz devri; vakti kısa, fakat gölgesi uzun ikindi zamanına benzetilir.
Kânûnî’nin başarılarının sırrını babasının kendisine bıraktığı, kolay kolay sarsılmaz kuvvetli maddî ve mânevî mîrâsın içinde aramak lâzımdır.
Yâ Rabb! Bizleri, Yavuz Sultan Selîm Han gibi bir taraftan cihâd yolunda cevval bir cengâver, diğer taraftan yüce huzûrunda gözü yaşlı şükreden bir mü’min, ilâhî ve derûnî lezzetlere müstağrak bir dervîş eyle!..
Âmîn!..
 

MURATS44

Özel Üye
KânûnÎ Sultan Süleyman Han (1495-1566) Her Türlü İhtişâmın Zirvesinde Dünyânın Kendisini “Muhteşem Süleyman” Sıfatıyla Yâd Ettiği
KânûnÎ Sultan Süleyman Han..

Osmanlı sultanlarının onuncusudur.
1495’de Trabzon’da doğdu. “Süleyman” ismi kendisine Kur’ân-ı Kerîm’den tefe’ül olunarak verildi. Adını Neml Sûresi’nin otuzuncu âyet-i kerîmesindeki “Hazret-i Süleyman” -aleyhisselâm-’ın isminden aldı. Sanki bu isim, daha o anda, Şehzâde Süleymân’a lutfedilecek olan dünyâ ve ukbâ saltanatlarını birleştiren bir ihtişâmın müjdesini de beraberinde taşıyordu.
Yavuz Sultan Selîm’in 1512’de tahta geçmesi üzerine, Şehzâde Süleyman İstanbul’a çağrılmış, Yavuz’un, kardeşleri ile mücâdelesi sırasında İstanbul’da O’na vekâlet etmişti. Babası kardeşlerini yenip tahtta rakipsiz bir hâle gelince genç Şehzâde, merkezi Manisa olan Saruhan sancak beyliğine gönderilmişti. Bu sûretle devlet idâresindeki tecrübesi ikmâl ettirilmiş oldu. Diğer yandan annesi, zamanın velîsi olan Sünbül Efendi’den oğlunun mânevî eğitimi ile meşgul olmak üzere bir talebesini istemişti. O da Merkez Efendi’yi Manisa’ya tâyin etmiş, bu sûretle Kânûnî, mâneviyyât âleminde rûhunu besleyecek ilk kaynağa ulaşmıştı.
Nasıl, Şeyh Edebali Osman Gâzî’yi yoğurup cihân-şümûl bir imparatorluğun aynı zamanda mânevî temeli olmağa hazırlamış ise, Merkez Efendi de, Şehzâde Süleyman’ı mânen bir cihân imparatorluğunun dirâyet ve liyâkatli idâreciliğine hazırladı. O’nu mânevî terbiyesi altında yetiştirdi. O’na bütün muvaffakıyetlerin Allâh’dan olduğu, kulun ancak bu lutuflara bir vâsıtadan ibâret bulunduğu şuûrunu verdi. Merkez Efendi, kendisine hayat boyu bir feyz pınarı oldu. Şehzâde Süleymân da, sultan olduktan sonra bu hizmete karşılık Merkez Efendi’ye Topkapı civârında bir dergâh yaptırdı.
Kânûnî Sultan Süleyman, 30 Eylül 1520’de genç yaşta tahta geçti. Babasının cenâzesini Topkapı’da karşıladı. Fâtih Câmii’ne kadar cenâzenin arkasında yürüdü. Yavuz Selîm Han’ın temiz nâşı, cenâze namazını edâdan sonra Fâtih civârında Sultan Selîm semtindeki kabrine defnedildi. Kânûnî, mîmârbaşı Ali Ağa’ya, burada babasının adına bir câmî ve türbe yapılması için tâlimât verdi.
Kânûnî, babasından dünyânın en zengin, en güçlü ordusuna sahip bir mîras devralmıştı. Kısa zamanda, giriştiği fütûhâtın büyüklüğü kadar idâresindeki dirâyet ve fazîlet ile de öyle temâyüz etti ki, hasmı olan Avrupalılar bile kendisini “Muhteşem Süleyman” lâkabı ile anmaya mecbûr kaldılar. Avrupalılar, babası Yavuz Sultan Selîm vefat edince Şehzâde Süleyman’ın pâdişâh olması üzerine “haçlı dünyâsı”nın genç ve tecrübesiz bir hasma muhâtap olacağını düşünüp ümîde kapılarak sevinmişler ve: “Aslan öldü, yerine kuzu geldi!.” demişlerdi. Ancak çok geçmeden bu sevinç, kendilerini müthiş bir hayâl kırıklığına uğratmıştı.
Çünkü cengâver babası Yavuz Sultan Selîm Han’ın ânî vefâtı ile gerçekleştiremediği batı fütûhâtı, Kânûnî Sultan Süleyman Han’a babasından -âdetâ- bir vasıyet ve emânet olarak kalmıştı.
Derhal Avrupa hedefine yönelen genç hükümdar, 1522’de Rodos’u aldı. 1526’da Mohaç Muhârebesi ile Macaristan’ı haritadan sildi. Budapeşte’yi fethetti. 1529’da Viyana kuşatıldı. 1532’de Avusturya seferine çıkıldı. 1533’de Almanya ile anlaşma imzâlandı. 1537’de Estergon, İstoni ve Belgrad’ı fethetti.
O sırada devletin ihtişâmı öyle göz kamaştırıcı idi ki, Barbaros Hayreddin Paşa, “İslâm birliği” düşüncesi ile mâliki olduğu kuzey Afrika’yı Osmanlı devletine hediye etti. Kânûnî de, buna mukâbil O’na devletin Kaptan-ı Deryâlığı’nı (Osmanlı deniz kuvvetleri kumandanlığını) verdi. Akdeniz kısa zamanda bir Osmanlı gölü haline geldi. Hind Okyanusu’na bile donanma gönderilerek, oradaki müslümanlara yardımda bulunuldu. Sudan ve Habeşistan’a fetihler yapıldı. Hudutlar, güneyde orta Afrika’ya kadar uzandı. Kuzeyde Kırım Hanları, Moskova’ya kadar ilerlediler. 1548’de Tebriz dördüncü defa geri alındı. Böylece doğudaki hudut, Hazar Denizi’ne dayanmış oldu.
Barbaros Hayreddîn Paşa’nın koca Cezâyir’de sultanlık yapabilecek bir imkândan ferâgat edip de oraları Osmanlı’ya ilhâkı, her türlü takdîrin üzerindedir. Bu, ondaki rûhî kemâl ile birlikte İslâm birliği fikrinin ve halîfeye bağlılığının kuvvetini ortaya koymaktadır. Onun bu müstesnâ davranışını gerçekleştirmesinde âmil olan müessir ise, sahip olduğu son derece yüksek mâneviyâtıdır. Onun bu üstün mâneviyat istikâmetinde hareket ettiğini, görmüş olduğu şu rü’yâ ne güzel sergilemektedir. Nakleder ki:
“Rü’yâmda bir zât gelerek elime bir rik’a verdi ve:
«–Yâ Hayreddîn! Bunu devletlü hünkârımız Sultan Süleyman Han’a takdîm et!» deyip gözden kayboldu.
Ben de rik’ayı açıp baktım. Gördüm ki beyaz kağıt üzerine yeşil bir hat ile:
«Ey Rasûlüm! Mü’min kullarıma müjdele ki, yardım ancak Allâh’dandır ve fetih yakındır.» âyet-i celîlesi yazılı idi. Okudum yüzüme ve gözüme sürdüm.
Sonra da:
«Yâ ilâhe’l-âlemîn! Sana hamd ü senâlar olsun!..» diyerek uyandım.”
Bu şekilde mânevî olarak da ilâhî te’yîde mazhar olan Kânûnî Sultan Süleyman Han, uzun ömrünü, insanlığı huzûr ve seâdete eriştirmek için harcadı. Birçok zâlim kralın zulmü altında inleyen insanları kurtararak, onlara İslâm’ın eşsiz merhamet, şefkat ve adâletini tattırdı. Her yerde husûsiyle İslâm memleketlerinde O’nun adı hayır ve hürmetle yâd edilir oldu. Emsâlsiz adâlet ve doğruluğu sebebiyle halk arasında riâyet edilmesi gereken “söz ve vaad”lere “ahd-i Süleymânî” (Süleymân sözü) ifâdesi, bir darb-ı mesel hâline geldi.
O’nun devrinde muhteşem Osmanlı ordusunun önüne hiçbir düşman kuvveti çıkmaya cesâret edememekteydi. Hattâ umûmiyetle bütün Avrupa’yı kendi etrafında toparlamayı başarmış bulunan Şarlken bile, Kânûnî’nin karşısına çıkmaktan son derece çekinmekteydi. Üzerine yapılan sefer-i hümâyûnlarda köşe bucak kaçmaktan başka bir şey yapmıyordu. Çünkü âdetâ bir mûsikî âhenginde harbeden Osmanlı ordusuna karşı koymak, bütün Avrupa’nın Ren kıyılarına kadar kaybı demekti. Dolayısıyla Şarlken, her şeye rağmen kesin bir mağlûbiyeti kabûllenmek istemediği için aczini gizlemiyor, sürekli olarak Osmanlı ordusundan kaçıyordu.
Yine de Osmanlı karşısında hiçbir muvaffakıyet elde edememiş olmasına son derece hayıflanan Şarlken, bir defasında ânî bir baskınla Cezâyir’i almak istedi. Ancak Cezâyir’de Barbaros’a vekâlet eden mânevî oğlu Hasan Paşa’nın güçlü mukâvemeti, sert hücûmu ve müslümanlardan yana tecellî eden ilâhî yardım sebebiyle perîşân bir mağlûbiyete uğradı. Hattâ açlıktan, çok sevdiği meşhûr atını yemek zorunda kaldı. Nihâyet bir gemiye atlayarak canını zor kurtarabildi. Bütün bu olanlar üzerine hırsından ne yapacağını şaşıran Şarlken, deli dîvâneye dönmüş bir vaziyette başındaki taçı çıkarıp denize fırlattı ve şöyle haykırdı:
“Haydi git başımdan, ey zavallı oyuncak! Git de, bâri benden daha tâlihli bir hükümdarın başına geç!..”
Diğer taraftan Papa’nın topladığı 100 bin kişilik bir haçlı ordusu da, Peşte önlerinde benzer bir âkıbeti yaşamaktaydı. Zîrâ bu kalabalık haçlı ordusu, karşılarındaki kaleyi muhâfaza eden sekiz bin Osmanlı muhâfız kuvveti karşısında varlık gösterememişti. Nihâyet akıncıların yaptığı şiddetli bir hücûmda haçlı ordusunun yarıya yakını imhâ edildi, diğerleri de dağıtıldı. Böylece «on’a karşı bir»le büyük bir gâlibiyyet elde edildi. Şâir, bunun sevinç ve heyecanını şöyle dile getirmiştir:
Her bûsesi gül yüzlü bir âfetti ki lâle,
Girdik zaferin koynuna kandık o visâle…
…….
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik,
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!..
İkiyüz kişilik mehter takımı ve diğer teşkîlâtıyla müthiş bir ihtişâm tablosu sergileyen Kânûnî ordusu, o kadar disiplinli ve mükemmel idi ki, târihçiler bu manzarayı şöyle teşbîh ederler:
“Ordudaki nizâm o derece kusursuzdu ki, bir tavuğun yumurtası kırılmaz ve bir horozun şikâyetine rastlanmazdı.”
İşte bu ordu ile Kânûnî, babasından devraldığı 6.557.000 km∑’lik vatan toprağını, 14.893.000 km∑’ye ulaştırdı. Hudutlar, kıt’a ve okyanuslarla çizilir oldu.
Kânûnî devri, gerçekten inanan ve rızâ-yı ilâhîyi yürekten dileyen insanlara Allâh’ın yardımının şanlar ve zaferler yağmuru hâlinde tezâhür ettiği gerçeğinin bir örneğidir. Öyle ki, krallar, Kânûnî’nin vâlileri hükmündeydi.
Bunlardan biri olan Fransa kralı Françesko, Alman imparatoru Şarlken ile yaptığı bir harpte esîr düşmüştü. Bunun üzerine annesi, Kânûnî’ye bir elçi gönderdi. Elçi, Françesko’nun annesinin mektubunu takdîm etti. Annesi, oğlunu kurtarması için yalvarıyordu. Kânûnî’ye “Pâdişâhlar Pâdişâhı” diye hitâb ediyordu. Kânûnî ise, Fransuva’ya yazdığı cevabî mektubunda:
«Ben ki…» diye başlayarak uzun uzun hâkimi bulunduğu ülkeleri: «… Âzerbaycan’ın, Anadolu’nun, Rumeli’nin, Balkanlar’ın, Karaman’ın, Irak’ın, Arabistan’ın, Mısır’ın, karaların ve denizlerin sultanı Yavuz Sultan Selîm Han oğlu Sultan Süleyman Han’ım.» diyerek sayıyor ve: «Sen ki Fransa eyâletinin valisi Françesko’sun.” beyânından sonra, kralların başlarına böyle bir hâdisenin gelebileceğinin tabiî olduğunu söyleyerek onu tesellî ediyordu.
Kânûnî’nin cevabî mektupta: “Ben karaların ve denizlerin hâkânıyım!” demesi, îmân gücünün ve kudretinin cihâna karşı haykırılışı demekti.
Bu devir, bütün bir cemiyet fertlerinin, asâlet, ciddiyet ve îmân vecdi ile coşkun çağlayanlar hâlinde görüldüğü bir devirdi. Bu devirde îmânın heybet ve heyecânı ve bu şâha kalkış, yalnız Kânûnî’de değil, devletin bütün müesseselerinde ve hattâ en küçük rütbedeki ferdinde bile görülmekte idi:
Preveze zaferinin müjdesini dörtnala at üzerinde getiren levent, Topkapı Sarayı’na girince, atının dizginini çekmesi ile, at bir müddet iki ayak üzerinde dönmüştü. Bu manzarayı seyreden Kânûnî’nin, levende:
“–Ne azgın bir küheylânla gelmişsin!..” demesi üzerine Levend’in:
“–Hünkâr’ım, Akdeniz azgın bir küheylândı.. Biz onu bile uslandırdık!..” cevabını vermesi, îmân gücüyle şahlanışdan doğan îtimâd-ı nefsin bir tezâhürü idi.
Pâdişâhdan bir ere kadar hep aynı duyuş ve aynı kalb atışı vardı.
Bugüne kadar san’atta erişilmezliğini muhâfaza eden Süleymâniye ile Mîmâr Sinan, mükemmel şiirleri ile Bâkî ve Fuzûlî, cihâna ışık tutan fetvâları ile Kemâl Paşa-zâde ve Ebussuûd Efendi, gönülleri ulvî bir âleme yönlendiren Sünbül Efendi, Merkez Efendi ve Yahyâ Efendi, İslâm birliği için kuzey Afrika hükümranlığından ferâgat eden, Osmanlı Kaptan-ı Deryâsı olarak Akdeniz’i göl haline çeviren Barbaros Hayreddin Paşa, o devirde çizdiği dünyâ haritası ile keşfolunmamış yerleri dahî gösteren Pîrî Reis, aslen, papaz yetiştirmekle meşhur bir âileden geldiği halde, İslâm vecdinde eriyip kemâle ulaşarak devletin cihân çapındaki pâdişâhları ayarında idârî dirâyet ve liyâkat göstermiş olan Sokullu, imparatorluğu kemâl noktasına getiren azametli bir oluşun devâsâ şahsiyetleridir.
Dâhî Sadrâzam Sokullu’nun, Don ve Volga nehirlerini birleştirerek bu sayede devletin donanmasını Hazar Denizi’ne taşıyıp Orta Asya’ya ulaşmaya kalkışması, o devirde hayallere bile sığmayacak bir büyük düşüncenin tezâhürü idi. Sanki bugünkü Orta Asya müslümanlarının sahipsizliği ve perîşânlığı, yüzyıllar ötesinden teşhîs ve tesbît ediliyordu.
Bugün dahî târih ilminin çözemediği hâdiselerden biri de, Pîrî Reis’in dünyâ haritasıdır. Bu haritada “Grönland Adası”, aslına uygun üç parça olarak gösterilmektedir. Bu gerçek, ancak insanoğlunun Ay’a ayak basması ile tesbit edilmiş bir hakîkattir. Bu haritanın çizilişi, ilmî bir kâbiliyet ile kalbî bir keşfin müşterek mahsûlünden başka bir şey olamaz. Bu misâller, o devrin ricâl seviyesini göstermeğe kâfîdir.
Kânûnî Sultan Süleymân’a izâfe edilen “Kânûnî” lâkabı, devri îcâbı lüzumlu hükümleri İslâm hukûku dâhilinde derleyip toparlayarak kânûn mecmûaları hâlinde tanzim ettirmesinden ileri gelmektedir. Bu “Kânûnnâme-i Âl-i Osman”, devrin allâme ve müftîyü’s-sekaleyni (insanlara ve cinlere fetvâ vereni) olan Kemâl Paşa-zâde ve Ebussuûd Efendi’lerin başkanlığında te’lif edilmiştir. Bu sûretle ortaya çıkan kânûnnâmelerin muhtevâsı, tamâmen şer’î hükümlere uygundur.
Hak ve adâlet, hudûdları Hazar’dan Orta Avrupa’ya, Hind Okyanusu’ndan Ukrayna’ya kadar uzanan bir İslâm devlet-i aliyyesinin hukûku olarak zamanın îcâblarına göre öylesine dakîk bir sûrette gerçekleştiriliyordu ki, engizisyon mahkemelerinin korkunç zulümlerinden kaçanlar, Osmanlı ülkesine sığınıyorlardı. «Dünyâ dönüyor!» dediği için Galileo, ölümden kurtuluş çâresi olarak, ilmî kanâatini lafzan terkederken, Osmanlı’da gayr-i müslimlerin bile “vedîatullâh”, yâni Allâh’ın devlete emâneti olarak kabûl olunduğu yüce görüşü hâkim bulunuyordu.
Hattâ Lehistan’da:
“Osmanlı atları Vistül Nehri’nden su içmedikçe, bu ülkenin hürriyet ve istiklâle kavuşamayacağı…” sözü, bir darb-ı mesel hâline gelmişti.
Gerçekten Lehistan, yâni Polonya, târihte üç defâ istiklâline kavuşmuştur ki, bu da Türk atlarının Vistül Nehri’nden su içtiği zamanlarda olmuştur.
Nâil oldukları adâlet sebebiyle hıristiyan teb’anın devlete bağlılığını gösteren şu misâl ibretlidir:
Kânûnî’nin bir Macaristan seferinde bazı Macarlar, Alman imparatoru menfaati istikâmetinde Sultan’ı zehirlemek istediler. Sultan’ın husûsî aşçısı Ermeni Manuk’u hıristiyanlık adına kandırmaya çalıştılar. Ancak Ermeni aşçı, adâletine ve insânî duygularına hayran olduğu Kânûnî için yapılan bu çirkin teklifi, büyük bir sadâkat örneği göstererek şiddetle reddetti.
Bu misâllerden kolayca anlaşılacağı gibi Kânûnî, yalnız müslüman teb’asının değil, hıristiyan teb’anın da sevgi ve bağlılığını kazanmış ulu bir sultandı.
İspanya’daki Endülüs müslümanları, O’nun zamanında hıristiyanların kanlı zulmünden kurtarılıp kuzey Afrika’ya taşınmıştır.
Osmanlı’da hiç kimseye liyâkât ve istihkâkı olmayan bir imtiyâz hakkı verilmez; herkes, mevkîini, kafasının ve bileğinin hakkıyla kazanırdı. Akıllı baba vezir, akılsız oğlu çöpçü olabilirdi. Köle dahî gösterdiği muvaffakıyyet ve sadâkat mesâbesinde sadrâzamlığa kadar yükselebilirdi. Osmanlı şehzâdeleri, büyük bir dikkat ve liyâkatle devrin en üstün âlim şahsiyyetlerinin terbiyesi altında yetiştirilirdi.
Saray, oraya yeni giren bir çıraktan pâdişâha kadar herkes için bir mektep vazîfesi görürdü. Herhangi bir me’mûriyet tâyininde zenginlik, fakirlik, dostluk ve ahbaplık gözetilmez, liyâkat ön plâna alınırdı.
Zamanın Avusturya sefîri Busberk, bu hakîkati şöyle dile getirir:
“Osmanlı’da herkes mevkî ve ikbâlinin bânîsidir. Türkler meziyetin ırsiyet yolu ile intikâl ettiğine inanmazlar. Nâmussuz, tenbel olanlar, hiçbir zaman yükselemezler, hor ve hakîr olarak kenarda kalırlar.”
Hattâ İngiliz kralı Henry, ânında ve âdil karar verebilen Osmanlı adliyyesini, gönderdiği bir hey’etle inceletmiş, kendi memleketinde bu tatbîkleri örnek alma yoluna gitmiştir.
Kânûnî devri, gerçekten ve ihlâsla yaşanan bir İslâm’ı sergilemiş, cihâna örnek olmuş, “muhteşem”liğini her hususda dünyâya tescîl ettirmiştir.
Kânûnî, akla, irâdeye ve kuvvete müstenid pâdişâhlığının yanında Merkez Efendi’nin himmeti ile, mahviyyet isteyen mânevî âleminde de “sultan” olduğunu birçok kereler isbât etmiştir. Bunu isbât eden şu misâl ne müthiştir:
Barbaros Hayreddin Paşa, Andre Dorya’yı Preveze’de perîşân bir hâlde mağlûb eder. Andre Dorya, donanmasını bırakıp kaçmak sûretiyle canını zor kurtarır.
Barbaros, direkleri yatırılmış düşman kadırgalarını ve içinde on binlerce esîri önüne katarak Sarayburnu’ndan Haliç’e girmektedir. Denizin üstü, içleri esîr dolu düşman kadırgalarıyla doludur.
Kânûnî, vezirler ve paşalar bu muhteşem manzarayı, Sarayburnu’nda artık mevcûd olmayan bir sâhil sarayının önünden seyretmektedirler. Paşalardan biri heyecanla:
“–Sultanım, dünyâ böyle bir manzarayı acabâ kaç kere seyretti? Sizler ne kadar fahretseniz (övünseniz) azdır!” der.
Ulu hakan Kânûnî ise cevaben:
“–Paşa! Bize; fahretmek mi, yoksa bu muzafferiyetleri bahşeden yüce Rabb’imize hamd ile şükretmek mi düşer?!.” der.
Hiç şüphesiz ki Kânûnî’nin dünyâ sultanlığından daha ihtişamlı olan bu mâneviyât sultanlığı, O’nun, Allâh’ın has kullarından aldığı feyz ü himmetin bir neticesidir.
Zîrâ selefleri gibi Kânûnî de, mürşid-i kâmillere büyük hürmet gösterir ve onların sohbetlerine devam ederdi. Mısır evliyâsından İbrâhim Gülşenî Hazretleri’ni bir rahatsızlığı dolayısıyla İstanbul’da misâfir etmiş ve kendi tabîblerine tedâvîsini yaptırmıştı.
Sultan, Sünbül Efendi ve Merkez Efendi’den her zaman müstefîd idi. Ayrıca süt kardeşi olan Beşiktaşlı Yahyâ Efendi’den de ziyâdesiyle istifâde eylerdi.
Kânûnî ile Yahyâ Efendi arasında geçen şu hâdise, onların birbirlerine olan yakınlıklarını ne güzel sergiler:
Birgün Kânûnî, Boğaz gezisi yaparken kayığını Şeyh Yahyâ Efendi dergâhının tarafında kıyıya yanaştırıp Hazret-i Pîr’i de yanına dâvet etmişti. Yahyâ Efendi ise, bu dâvete yalnız icâbet etmeyip beraberinde nûr yüzlü bir zât olduğu halde Sultan’ın yanına geldi.
Boğazda seyir hâlinde olan kayıkta Kânûnî ile Yahyâ Efendi birbirleriyle tatlı bir sohbete başladılar. Fakat misâfir zât, bu sohbete katılmamıştı ve sürekli Pâdişâh’ın parmağındaki pek kıymetli yüzüğe bakıyordu. Durumu farkeden Kânûnî, yüzüğünü çıkarıp o zâta verdi. Ancak o zât, yüzüğü aldığı gibi denize fırlattı. Sultan, buna içerlediyse de, Yahyâ Efendi’nin hürmetine bir şey demedi.
Gezi nihâyete erip kıyıya yanaştıklarında ise o zât, eğilip denizden bir avuç su aldı ve kendisine hayret nazarlarıyla bakan Kânûnî’ye uzattı. Kendisine uzatılan bu elde biraz evvel denize fırlatılmış bulunan yüzüğünü gören Kânûnî, gayr-i ihtiyârî bir şekilde yüzüğünü aldı. Bir şeyler diyecekti ki, o nûr yüzlü zât, hızla yanlarından uzaklaşıp bir anda gözden kayboldu. Sultan iyice şaşırmıştı. Bu hâli gören Yahyâ Efendi, mütebessim bir şekilde îzâh etti:
“–Sultanım! Bu zât, görmeyi epeydir arzuladığınız Hızır -aleyhisselâm-’dı.” dedi.
Bu hâl, cihanşümûl bir pâdişâha, dünyâ sultanlığının âhıret sultanlığı yanındaki «hîç»liğini ifâde ediyordu.
Kânûnî’nin Avusturya’ya yaptığı seferlerin birinde idi. Ordu düşmana doğru ilerlerken, gayr-i müslim köylerinden de geçiliyordu. Kânûnî, mola verdiği bir sırada hıristiyan bir köylü, huzûruna geldi ve:
“–Sultanımız! Askerlerinizden birisi bağımdan üzüm koparmış ve yerine de parasını asmış! Size teşekkür ve tebrîke geldim.” dedi.
Bunun üzerine Kânûnî Sultan Süleyman Han, derhal o askeri buldurtup seferden menetti. Buna hayret eden hıristiyan köylüye de şöyle dedi:
“–Askerin hâli, zafer ve nusretin ilk adımıdır. Eğer o asker, parayı üzümünü aldığı asmaya bağlamamış olsaydı, bu ordunun adı zâlimler ordusu olurdu ve o askerin kellesi giderdi. O parayı asmaya bıraktığı için kellesini kurtardı, ancak sahibinden izinsiz mal aldığı için seferden men cezâsına çarptırıldı.”
Bu seferin dönüşünde Kânûnî’nin karşısına bir ihtiyâr kadın çıktı. Pâdişâhın atının dizginlerini tutarak:
“–Senden dâvâcıyım!..” dedi.
Sultan:
“–Kimi kime, kimden kime? Beni kime dâvâ edeceksin?” diye sordu.
Kadın:
“–Sultanım, seni ilâhî mahkemede dâvâ edeceğim. Çünkü askerin bilerek veya bilmeyerek tarlamı çiğnedi. Ekinlerim mahvoldu..” dedi.
Sultan çok üzüldü. Başını önüne eğdi. Gözlerinden yaş damlaları dökülmeye başladı. Kadının gönlünü hoş edip helâlleşti.
Kânûnî devrinde yaşanan bir başka hâdise:
İstanbul ahâlîsinden evi soyulan bir kadın, bundan pâdişâhı mes’ûl tutarak Kânûnî’nin halkla görüştüğü bir gün huzûruna çıktı. Hakkını istedi. Sultan, bu talebe sinirlendi:
“–A kadın! Nasıl ve ne derin bir uykuya daldın da evinin soyulduğunu farketmedin?” dedi.
Bunun üzerine kadın:
“–Sultanım! Biz seni uyanık bilirdik! Bu sebeple evimizde rahat uyuyorduk!..” dedi.
Bu cevap karşısında Kânûnî, kadına:
“–Haklısın!..” diyerek çalınan malların bedelini kendi gelirinden karşıladı.
Arapça, Farsça ve Türkçe şiirlerinin yanında çeşitli dînî eserleri de bulunan, müderrislik, kadılık, kazaskerlik vazîfelerinden sonra “şeyhulislâmlık” da yapan büyük âlim Ebussuûd Efendi, Kânûnî Sultan Süleyman döneminde Şeyhulislâm’dı.
Birgün Kânûnî Sultan Süleyman, sarayın bahçesinde armut ağaçlarını kurutan karıncaların öldürülebilmesi için Şeyhulislâm Ebussuûd Efendi’den aşağıdaki beyitle fetvâ istedi:
Dırahta ger ziyân etse karınca
Zararı var mıdır ânı kırınca?
Pâdişâh’ın bu fetvâ talebi üzerine, Ebussuûd Efendi de, bir beyitle şöyle cevap verdi:
Yarın Hakk’ın dîvânına varınca;
Süleyman’dan hakkın alur karınca!.
Bir karıncayı bile incitmekten çekinecek kadar mükemmel bir mânevî terbiyeden geçmiş bulunan Kânûnî Sultan Süleymân Han, hem dirâyetli bir kumandan, çok zekî, teşkilatçı bir devlet adamı ve hem de âlim ve edip bir şahsiyetti.
Devlet adamlarını seçip vazîfelendirmede çok mâhir idi. Son derece müsâmahakâr olmasına rağmen, dîn ve devlet aleyhine olan hareketleri hiç afvetmezdi.
Millet ve askerin hissiyâtına riâyetkâr olduğundan herkesçe pek çok sevilirdi. 46 yıl süren saltanatı müddetince Allâh’ın dînini yüceltmekten başka bir gâyesi olmamıştır.
O’nun, teb’asına karşı gösterdiği adâletin şu tezâhürü ne kadar takdîre şâyândır:
Mısır vâlisi Mehmed Paşa, İstanbul’a gönderilen yıllık tahsîsâtı, bir defasında belirlenen miktardan fazla olarak göndermişti. Bu durum üzerine Kânûnî, beklendiği gibi vâliyi takdîr ve tebrîk etmedi. Aksine şüphe ve hiddetle:
“–Acep bu paşa, bizim gözümüze girmek için Mısır ahâlîsine ağır külfetler mi yükleyip bu kadar para topladı?. Böyle ise halka zulmetmiş demektir..” diyerek paşayı İstanbul’a çağırttı.
Kânûnî, paşayı ciddî bir sorgulamadan geçirdi. Neticede paşanın yaptığı îzâhları zâhiren kabûl ettiyse de, kalben mutmain olmadığı için Mısır’dan gelen vâridâtın fazlasını su kemerleri tâmiratı gibi umûmî hayır hizmetlerine aktardı.
Fevkalâde ileri görüşlü bir devlet adamı olan Kânûnî Sultan Süleyman’ın, Fransızlara verdiği ve “kapitülasyon” adıyla anılan imtiyâzlar, bazı câhillerce itham edilegelmiştir. Halbuki Alman imparatoru Şarlken, Avrupa’ya hâkim olmak istiyordu. Bu maksadı, Fransa’yı mağlûb etmesi ile gerçekleşmek üzere idi. Bunu engellemek isteyen Kânûnî, Fransa ile 1535’de ticârî bir muâhede imzaladı. Bu muâhede, Fransızlar’ın gümrük külfetini yüzde beşe indiriyordu. Bu, Fransa’ya büyük bir maddî yardım demekti. Fransa da buna mukâbil Osmanlı’ya vergi ödüyordu. Kânûnî’nin takip ettiği bu siyâset, Avrupa’da hıristiyan birliğini parçalıyor, Osmanlı’nın nüfûz ve îtibârını arttırıyordu. Bu sebepledir ki, reformist Martin Luther:
“Yâ Rabbim! Büyük Türkleri bir an önce başımıza getir de, senin ilâhî adâletinden onlar sayesinde nasiblenelim!..” diyordu.
Ayrıca dünyâda hak ve adâleti tevzî eden Türkler’e karşı mukâvemetin “küfür” olduğunu söylüyordu.
Bu da gösteriyor ki, Kânûnî’nin adâleti tevzîi karşısında bir hıristiyan lideri dahî hakkı teslîm etmek zorunda kalmıştır.
Sultan Süleymân Han, takip ettiği âlemşümûl siyâsetle hıristiyanlık içinde yeni bir mezhep kuran Martin Luther ve taraftarlarını desteklemiş ve böylece Almanya ile İspanya’nın arasını açmıştır. Martin Luther’in kurduğu protestanlık mezhebi, daha ziyâde Almanya’da îtibar bularak yayıldı. Bu da, katolik devletlerle Almanya’nın arasının açılmasına sebep oldu. Bunların başında İspanya gelir. Kapitülasyonlarla da Fransa’yı kendi güdümüne alan Osmanlı, böylece kendisine karşı mukâvemet edecek haçlı gücünü parçalamıştır.
Kapitülasyonların bir diğer faydası da, Amerika’nın keşfi, uzakdoğuya Ümit Burnu’ndan dolaşılarak ulaşılması gibi sebeplerle değişen dünyâ ticâret yollarını, tekrar Osmanlı ülkesine döndürmekti. Bununla beraber daha sonraları, şartların değişmesiyle kapitülasyonların zararlı bir hâle geldiği de biliniyor!.
Kânûnî, kul hakkından çok korkar, âdil bir halîfe olmağa çok gayret ederdi. Süleymâniye Câmii ve külliyesi tamamlanınca, mîmârından işçisine kadar herkesi topladı. Cenâb-ı Allâh’a hamdden sonra konuşmasına başladı:
“Ey dîn kardeşlerim, bu câmî-i şerîf Allâh’ın izni ile tamamlanmıştır. Hatâ ile ücretini alamayan varsa, gelsin ücretini alsın!. Olabilir ki, o kimse burada değildir. Bulunanlara ricâm ola; onlara bildireler!. Onlar da gelip bizden haklarını alalar!.”
Vesîkaların tedkîkinden anlaşıldığına göre; inşâatın en zor zamanlarında hayvanlar için dahî bir program yapılmış; çalıştırılan at, merkep ve katırların dinlenme ve çayırda otlatma saatlerine dikkat edilmiş, hiçbir mahlûkâtın hakkına tecâvüz edilmemesine gayret gösterilmiştir. Kânûnî’nin bu muazzam mâbedin inşâatında kul ve hayvanât hukûkuna böylesine titizlik göstermesi, belki Süleymâniye Câmii’nin esrârlı ve kâ’bına varılmaz rûhâniyetinin temel sâiklerinden biridir.
Kânûnî devrinde İslâm-Türk mîmârîsinin ölmez eserleri, mîmarlık san’atının yüce devi Sinan vâsıtası ile gerçekleştirilmiştir. O’nun en meşhûr eseri Süleymâniye külliyesidir. Taşlarının bile yerlerine abdestsiz konmamasına çok dikkat edilmişdir. Halk ağzındaki yaygın şu sözler, gerçeğin tam ifâdesidir:
“Süleymâniye’nin sahibi Sultan Süleymân, mîmârı Sinân, hamuru îmândır!..”
Şeyhulislâm Ebussuûd Efendi’nin temele ilk taşı koyması ile inşâat başlamış; eser, 1550-1557 târihleri arasında tamamlanmıştır.
Süleymâniye Câmii’nin açılış merâsiminde Kânûnî, büyük bir kadirşinaslık göstererek:
“–Bu ulu mâbedi Sinân açsın! Zîrâ en çok emeği geçen O’dur!.” dedi.
Sinân ise, Hünkâr’a:
“–Sultanım! Hattât Karahisârî bu câmîyi hatları ile tezyîn ederken gözlerini kaybetti, âmâ oldu. Bu şerefi ona bahşedelim!..” dedi.
Bu ulu mâbedi, taltîfen hattât Karahisârî’ye açtırdılar.
Süleymâniye Câmii, İslâm rûhunun maddede şekillenmesidir. Uzaktan manzarası, ellerini Rabbine uzatan duâ hâlindeki bir insan silüetidir. Mîmârîye ibâdetin rûhâniyeti sindirilmiştir. Mânâ, maddeye kâ’bına varılamaz bir mükemmelikle in’ikâs ettirilmiştir. İçerisi karanlık olmayan bir loşluktadır. Mü’mini, bir gönül heyecânı içinde derûnî bir âleme götürür. Okunmuş su gibidir. Taşı toprağı mânâ kazanmıştır. Bu mâbed, İslâm’ın en ulvî bir üslûpla maddeye aksedişidir. O, sanki susan ve sükûtu ile çok şey anlatan insandır. Zemîninde beşyüz senedir devam eden secdelerin izleri, gelip giden, dönmeyen akıncıların hayâlleri vardır. Harcını mâneviyyâttan alan târife sığmaz derecede ulvî bir âbidedir. Târih boyu şanlı zaferlere duâ mekânı olmuştur. Yahyâ Kemâl bu mâbedin rûhâniyetini şiirinde ne güzel seslendirir:

Kimi gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya,
Giriyor birbiri ardınca ilâhî yapıya..

En güzel mâbedi olsun diye en son dînin
Budur öz şekli hayâl ettiği mîmârînin.

Büyük Allâh’ı anarken bir ağızdan herkes,
Nice bin dalgalı tekbîr oluyor tek bir ses!.

Sinân, bu eserin kıyâmete dek ayakta kalması için bütün gayretini sarfetmiş ve sonra bu yolda duâ etmiştir. Kendi türbesini mütevâzî bir imzâ gibi bir köşeciğe iliştiren Sinân, bu câmîyi ziyârete gelenlerden kendisi için de bir duâ taleb etmiştir. O’nun, Osmanlı topraklarında serpiştirilmiş 230 adet eseri vardır. İslâm mîmârî san’atını kemâl noktasına ulaştırmıştır. Eserlerinin san’at incelikleri ve salâbeti ile hâlâ aşılamaması, dünyâda hayret uyandıran bir husûsdur. Bugün dahî, ancak onu taklîd edebilen mîmâr büyük san’atkâr ünvânını alabilmektedir. Zîrâ kendisini aşan biri çıkamamıştır.
Kânûnî devrinde dünyâ çapında iki büyük san’at âbidesi meydana gelmiştir. Bunlar:
Mîmârîde Süleymâniye; şiirde ise, Bâkî’nin Kânûnî Sultan Süleymân’a yazdığı mersiyesidir. Bu mersiyeden bir beyit şöyledir:
Ol şehsüvâr-ı mülk-i seâdet ki rahşına
Cevlân deminde arsa-i âlem gelürdi teng
“O seâdet ülkesinin şehsüvârı (olan muhteşem sultan), atının üzerinde (şahlanıp) dolaştığı zaman, bütün yeryüzü O’na dar gelirdi..”
Kânûnî’nin aynı zamanda çok hassas bir kalbe sahip olması, O’nu şiir san’atına da yönlendirmişdir. “Muhibbî” mahlası ile çok güzel şiirleri vardır. Dîvânındaki gazellerinin sayısı 3000’e yaklaşır. Hastalığı sırasında yazmış olduğu şu beyt-i bercestesi, yâni seçkin beyti dillerden düşmez:
Halk içinde mûteber bir nesne yok devlet gibi,
Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi..
O’nun kahramanlıkla alâkalı meşhûr bir şiirinden beyitler:
Allah Allâh diyelim sancağ-ı şâhî çekelim,
Yürüyüp her yanadan şarka sipâhî çekelim..
İki yerden kuşanalım yine gayret kuşağın,
Bulaşıp toz ile toprağa bu râhı çekelim..
………
Bize farz olmuş iken olmamız İslâm’a zahîr,
Nice bir oturalım bunca günâhı çekelim?..
Umarım rehber ola bize Ebû Bekr u Ömer,
Ey Muhibbî yürüyüp şarka sipâhî çekelim…
Yaradandan ötürü yaradılanlara merhametin, şefkatin ve sevginin müesseseleşmiş şekli olan vakıflar da, O’nun devrinde kemâl noktasına ulaşmış, yapılan câmîlerin yanına şifâhâneler, sebiller, hamamlar, kervansaraylar (misâfirhâneler), kütüphâneler ve medreseler açılmış, toplumun maddî ve mânevî muvâzenesi kurulmuş, imkânlar muhtaçlara câmî vâsıtasıyla infâk edilerek toplumun zengin, fakir, hasta, sıhhatli, çâreli ve çâresizlerinin birbirleri ile kaynaştığı muhabbet odağı olmuştur. Bu gayret ve faâliyetler, toplumun muzdarip fertlerine müşfik bir ana kucağının sıcaklığını kazandırmıştır.
Sanki ashâb devrindeki Ensâr ve Muhâcirîn’in dayanışmasından emsâl alan tesânüd toplumu, feyz ve bereket ile dolmuştur.
Bu devirde; dîn-i mübînin, zâhirî cephesi ile beraber, bâtınına da, yâni rûhî derinliğine, gönül ve vicdân ufkuna ulaşarak, kitâb ve sünnetin ince hikmetleri ile ebedî hayat sermâyesi olan rûhânî duyguları tekâmül ettiren büyük gönül erleri yetişmiştir. Ümmetin rehberleri ve feyz pınarları olan bu büyük şahsiyetlerden bazıları şunlardır:
Silsile-i Sâdât’tan Hâce Muhammed Zâhid Bedahşî -kuddise sirruh-, Şeyh Sünbül Efendi -kuddise sirruh-, Şeyh İbrâhim Gülşenî -kuddise sirruh-, Şeyh Merkez Efendi -kuddise sirruh-, kırklardan Hızır Efendi -kuddise sirruh-, Şeyh Yahyâ Efendi -kuddise sirruh-, Kara Dâvûd, Beyzavî’ye hâşiye yazan Şeyhzâde -kuddise sirruh-, Mültekâ sahibi Halebî -kuddise sirruh-, Şeyh Hamîdullâh’ın oğlu Hattât Mustafa Dede -kuddise sirruh- v.s.’dir.
Bu ve emsâli zâtlar, derin, mehtaplı bir gece gibi imparatorluk semâsının gönüllere yansıyan pırıltılı yıldızları olmuştur. Yetiştirdikleri insanlarla bu cihân arsasında nice misilsiz nümûneler sergilemişlerdir. Nitekim halk arasında pek meşhûr olan ve târihçi Peçevî’nin kaydettiği “başını vermeyen şehîd”in kıssası da, bu nümûnelerden biridir:
Zigetvar’a altı menzil yakında Grijgal palangası vardı. Burası Osmanlılar’ın elinde idi. Ancak bu yer, o sıralar Zigetvar henüz fethedilmemiş olduğundan devamlı düşman tehdîdi altında idi. Bir seferinde düşman, yine bu küçük yeri muhâsara altına almıştı. Düşman kumandanı Kraçin, Osmanlı kumandanı Ahmed Bey’den Grijgal’in teslîmini istedi. Gâzîler bunu kabûle yanaşmadılar ve bir huruç hareketiyle düşmanla cenge karar verdiler. O gün kurban arefesi ve cum’a günü idi. Kadı Efendi, Allâh yolunda cihâd aşkı ile dolu yiğitlere:
“–Hücûmu cum’a namazından sonra yapmak daha münâsiptir…” dedi.
Namazı edâdan sonra bütün gâzîler, «Allâh, Allâh» nidâları ile kaleden bir ok gibi düşmanın üzerine atıldılar. Bir cenâha Gâzî Mehmed Bey, diğer cenâha Gâzî Hüsrev Bey kumanda etmekteydi. Düşmanla kıyasıya bir mücâdele başladı. Harbin en sert bir anında Gâzî Mehmed Bey şehîd düştü. Başı gövdesinden ayrılmıştı. Bir düşman neferi de onun kesik başını aldı ve doludizgin uzaklaşmaya başladı. Bunu farkeden Gâzî Hüsrev Bey, gözleri dolu dolu bir halde gönül dostuna haykırdı:
“–Bre Mehmeed! Düşmana baş kaptırmak yiğitliğe sığar mı? Canını verdin, bari başını verme!..”
Bu içli kelimeler henüz bitmişti ki, şehîd Mehmed’in başsız vücûdu birden yerinden doğruldu ve düşmanına yetişip onu bir hamlede yere serdi. Sonra başını ellerine aldı ve oracığa uzanıverdi.
Bu muazzam mânevî hâdiseyi seyreden Kadı Efendi, hayretler içinde kalmıştı. Bir müddet sonra düşman perîşân edildi. Diğer şehîdlerle birlikte başını koltuğunda tutan mübârek şehîd Mehmed Bey de bulunduğu yere defnedildi1.
(1. Ömer Seyfettin’in “Başını Vermeyen Şehîd” hikâyesi de, buradan alınmıştır.)
Böyle mânevî kuvvetlerle de takviye edilerek dünyâ coğrafyasına hükmeden, târihi elinin çizdiği mecrâdan akıtan dâhî pâdişâh, büyük cihângir Kânûnî Sultan Süleyman Han, şahsiyeti ve icraatı ile tam ve emsalsiz bir ihtişâmın temsilcisidir..
Güçten ve tâkatten kesilmiş olduğu halde iştirâk ettiği Zigetvar seferi, O’nun rûhundaki hamle, gayret gücü ve îmân çağlayanını göstermeye kâfîdir.
Devrindeki sayısız sefer ve fütûhâtın çoğuna bizzat kendisi iştirâk ve kumanda etmiş bulunan Kânûnî, son seferi olan Zigetvar’a çıkacağı zaman, Sadrâzam Sokullu huzûruna gelerek:
“–Sultanım, ümmete sayısız zaferler hediye ettiniz!. Yoruldunuz!. Ömrünüzü âlem-i İslâm’a vakfettiniz!. Bu seferin meşakkatine bu yaşta katlanmanız müşküldür. Bu sebeple siz, İstanbul’da kalıp idâreye devâm ediniz. Ben ve vezirler, paşalar sefere iştirâk edelim. Gözünüz arkada kalmasın!..” dedi.
Ulu Hakan Kânûnî, Sokullu’ya dedi ki:
“–İyi dinle Sokullu!.. Bu vasıyetimi, benden sonra gelecek nesle de aktar!. Bir pâdişâh, dâimâ askerleri ile birlikte sefere çıkmalıdır. Asker, pâdişâhını yanında görünce şecâati artar!. Düşman ise, pâdişâh sefere iştirâk ettiği için karşısındaki orduyu çok güçlü görür. Kuvve-i mâneviyyesi bozularak cesâreti kırılır. Harbi kazandıran asıl sâik, mânevî kuvvettir! Bizlerin çocuk yaştan beri devlet idâresinde sayısız tecrübemiz vardır. Seferlerde bu tecrübeye âcil ihtiyaç duyulan durumlar meydana gelebilir. Anlar, dakîkalar çok zaman kaderin akışını tâyin eder. Bu sebeple, yaşlı olmama rağmen sefere iştirâk edeceğim!..
Sarayda kalıp, baş yastıkta ölürsem, yarın rûz-i mahşerde fâtih cedlerimin huzûruna nasıl çıkabilirim?!.”
Sokullu da:
“–Karar Pâdişâh’ımındır..” mukâbelesi ile sükût etti.
Pâdişâh, ilerleyen yaşı sebebiyle aylar süren bir yolculuğu, at sırtında nasıl tamamlayabilecekti?!. Bunun için, at üstünde dik durabilsin ve askerlere dinç görünebilsin diye sırtına kuşak gibi urgan sardılar.
Sefere başlandı. Mevsim yağışlı idi. Bir ara top arabaları bataklığa saplandı. Hayvanların fizikî gücü, topları bataklıktan kurtarmaya kâfî gelmedi. Ordu ilerlemişti; o civarda az sayıda asker ve paşalar vardı. Sultan emir verdi:
“–Bütün yüksek rütbeli erkân, paşalar dâhil, herkes bataklığa girsin!. Top arabalarına omuz versin!.”
Hepsi soyunup bataklığa girdiler. Top arabaları o mânevî heyecân ile bataklıktan çıkarıldı. Sultan, vak’a-nüvise (târihçiye) dönüp dedi ki:
“–Yaz! Gelecek nesil ibretle okusun ve tatbîk etsin!.. Kânûnî’nin paşaları ve vezirleri bataklığa girdi. Top arabalarına omuz verdi. Bir fâciâ Allâh’ın izni ile böylece atlatıldı.”
Kânûnî, burada kendisinden sonra gelecek nesillere ve târîhe, Allâh yolunda cihâd gayretinin zirvesini teşkîl eden bir nümûne-i imtisâl hediye etmiş oluyordu.
Ayrıca bu seferde Kânûnî’nin artık Cenâb-ı Hakk’dan şehâdet taleb etmesi de aynı rûhî olgunluk sebebiyledir.
Ulu Hakan, ardındaki ihtişamlı bir sultanlığa son mührünü vurduğu Zigetvar’da ellerini açıp Rabbine şöyle niyâz etmiştir:
“Yâ Rabbî! Nice müddettir yeryüzünü benim zaferimle doldurdun. Vâsıl olunmadık recâm, hâsıl olunmadık duâm kalmadı. Artık Habîb-i Edîb’in hürmetine seâdet-i şehâdet ve ardından da cemâlini müşâhedet nîmetlerini bu kemter kuluna nasîb eyle!..”
Bu niyazdan bir müddet sonra Muhteşem Süleyman, sefer esnâsında vefât eden dördüncü Osmanlı sultanı olarak rahmet-i Rahmân’a yürüdü.
Rahmetullâhi Aleyh!..
Ulu Hâkân’ın cenâzesi, dörtyüz muhâfızın nezâretinde İstanbul’a getirildi. Süleymâniye Câmii’nin musallâ taşına kondu. Cenâze namazı beşyüz müezzinin, tekbîrleri birbirlerine aktarmaları ile kılındı. Cemâatin arka ucu Fâtih Câmii’ne dayanıyordu.
Kânûnî’nin nâşı, kabre indirilirken bir sandık getirilip “Vasıyeti gereğidir!” denilerek, o da kabre konulmak istendi. Şeyhulislâm Ebussuûd Efendi, bu duruma müdâhale etti. Cenâze ile beraber kıymetli bir şeyin gömülmesinin câiz olmadığını bildirdi. Ebussuûd Efendi’ye bunun, Hakan’ın bir gün evvelki vasıyeti olduğu bildirilince, merakla sandığı açtı. Kendisinin Hünkâr’a verdiği fetvâlarla karşılaştı. Hayretler içinde donakaldı:
“Sen kendini kurtardın ulu Hakan!. Biz yarın âhırette ne yapacağız?!.” diyerek hüzünlendi ve ağlamağa başladı.
Zîrâ Kânûnî, hayatı boyunca yapacağı her işin fetvâsını almış, ondan sonra icrâ etmişti.
Görülüyor ki, mübârek cedlerimiz, nefsin süflî duygularına râm olmayarak rûhî derinlik ve olgunluk içinde vakarlı bir hayat yaşamışlardır. Onlar, insanî cevherlerine kavuşabilmenin vicdân huzûru içinde idiler. İslâm’ın mahlûkâta ve insana bakış ve muâmele tarzının, ince, hassas, zarif örnekleri oldular. Ulvî davranışları ile, hâkimiyeti altında bulundurdukları insanlar ve nesillerine bir seâdet rehberi oldular.
Rabbimiz; bizlere muazzez ecdâdın rûhâniyetinden ve gönül iklîminden bir nasîb ihsân edip; yirmibirinci asrı, bîçâre ve muzdarip İslâm âlemini, mübârek bir bayram sevincine gark eylesin!..
Âmîn!..
 

MURATS44

Özel Üye
SULTAN I. AHMED HAN (1590-1617) Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’e Dâsitânî Bir Muhabbet Âbidesi
SULTAN I. AHMED HAN..
Ondördüncü Osmanlı pâdişâhıdır.
Ondört yaşında pâdişâh olmuş, pâdişâhlığı ondört sene devam etmiştir. Bir san’at hârikası olan zarîf Sultanahmed Câmii O’ndan günümüze kalan en güzel bir hâtırâ ve mânevî bir armağandır.

Sultan Ahmed tahta çıktığında, Osmanlı Devleti, içte “celâlî isyanları” ile uğraşmakta, doğuda İran ve batıda Almanya ve müttefikleri ile savaş hâlinde bulunmaktaydı. Almanya fenâ şekilde hırpalandı ve sulh istedi. “Zitvatorok Antlaşması” imzalandı. 1611 senesinde celâlî isyanları tamamen bastırıldı. Sıra üçüncü gâile olan İran’a geldi. Nihayet İran ile de anlaşma yapıldı. Akdeniz’de çok mühim deniz muhârebeleri kazanıldı.
1605’te Estergon ve Uyvar fethedildi. Uyvar önünde kazanılan zafer, o derecede nisbetsiz iki kuvvet arasında idi ki, Avrupa’da uzun asırlar devam edecek olan “Türk gibi kuvvetli” sözü, bu sebeple bir darb-ı mesel hâline gelmiştir. Aynı sene bir de gâyet başarılı bir Avusturya seferi yapıldı. Macaristan kralına taç giydirildi. Denizlerde Malta seferi yapıldı.
I. Ahmed Han, Kânûnî’den sonra devlet işleri ile bizzat ve yakînen meşgûl olan nâdir sultanlardan biri idi. Çocuk yaşta pâdişâh olmuş, daha o yaşta bile zekâsı ve rûhî derinliği sâyesinde mükemmel kararlar alıp, devleti yönlendirmiştir.
O, dâimâ ilim ve irfân sahipleri ile istişâre ederdi. Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri gibi bir velînin başarılı bir talebesi idi.
Edebali Hazretleri, nasıl Osman Gâzî’yi mânen yetiştirip devâsâ bir devletin temelinin atılmasına âmil olmuş ise, Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri de I. Ahmed Han’ı mâneviyat âleminde merhaleler katettirerek yüceltmiş ve böylece O’nun zâhirî meziyetleri yanında imparatorluk coğrafyasına engin bir adâlet, merhamet ve huzûr sûretinde akseden büyük şahsiyetini ortaya çıkarmıştır.
Dolayısıyla I. Ahmed Han’ın Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’ne karşı son derece büyük bir meclûbiyeti olmuştur. Bu meclûbiyet de, I. Ahmed Han’ı, sahip olduğu zâhirî saltanat imkânlarına rağmen büyük bir istiğnâ ile mâneviyat âleminin zirvesine erişmesine sebep olmuştur.
Sultan Ahmed Han’ın kemâl yolunda ilerlemesi şu rü’yâ ile başlamıştır:
Sultan Ahmed, birgün rü’yâsında; Avusturya kralı ile güreşe tutuştuğunu, sırtüstü yere düştüğünü ve sırtının toprağa yapıştığını gördü. Ürpererek uyandı. Çok heyecanlandı. Üzüldü. Çünkü rü’yânın zâhirî görünüşü korkutucu idi.
Saraya tâbirciler dâvet edildi. Lâkin rü’yânın yapılan tâbirleri, I. Sultan Ahmed’i tam olarak tatmin etmedi. Devlet erkânı, I. Ahmed Han’a, bu rü’yâyı bir kere de Üsküdar’da bulunan Şeyh Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’ne tâbir ettirmesini tavsiye ettiler. I. Ahmed Han, bir mektup yazarak rü’yâsını Hüdâyî Hazretleri’ne arz etti.
Haberci, mektubu alıp sür’atle Üsküdar’a geçti. Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin kapısını çaldı. Büyük velî Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri, elinde daha önce hazırlamış olduğu bir zarf ile kapıya çıktı. Habercinin getirdiği mektubu alırken, ona bunu verdi ve:
“–Sultanımızın beklediği cevap burada yazılıdır!” dedi.
Mektubu şaşkınlık içinde alan haberci, derhal Pâdişâh’a götürdü ve gördüklerini anlattı. Ahmed Han’ın gönderdiği mektup, daha açılıp okunmadan kerâmeten cevaplandırılmıştı. Sultan Ahmed Han, mektubu heyecanla okudu:
“–Allâhü Teâlâ, insan vücûdunda sırtı, kâinâtta ise toprağı en kuvvetli olarak yarattı. İnsanın sırtı ile toprağın birbirlerine değmesi, bu iki kuvvetin bir araya gelmesi demektir. Böylece, Pâdişâhımızın sırtının toprağa gelmesi ile bu iki kuvvet birleşmiş demektir. Dolayısıyla, bu rü’yâdan İslâm’ın temsilcisi olan Pâdişâhımız’ın, küffâra karşı zafer kazanacağı anlaşılmaktadır…”
I. Ahmed Han, bu tâbirden çok memnun oldu ve:
“–İşte gördüğüm rü’yânın gerçek tâbiri budur!” dedi.
Bu rü’yâ, istikbâldeki Estergon Kalesi’nin fethini müjdeliyordu.
Bu müjdeye pek sevinen Sultan, derhal Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’nin duâsını alıp Avusturya üzerine yürüdü. Hudut boylarındaki kuvvetlerle birleşen Osmanlı ordusu, Avusturya’ya üstüste darbeler indirmeye başladı ve onları sulha mecbûr etti. Bilhassa Estergon’un ele geçirilmesi, Avusturyalılar’ı perîşân etmişti. Böylece onüç sene süren Osmanlı-Avusturya harbi, Zitvatoruk’ta nihâyete erdi ve yirmi yıl müddetle andlaşma imzâlandı. Bu andlaşmaya göre, Kanije, Estergon, Eğri kaleleri Osmanlılar’a geçmiş, Avusturya savaş tazmînatı ödemeye mecbûr kalmıştır.
Sultan Ahmed Han, Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’nin büyüklüğünü böylece keşfetmiş oldu. Bu zaferden sonra O’na bağlılığı bir kat daha arttı.
Bu da gösteriyor ki, her devirde mürşidlerin teveccühleri, rûhları devlet gâilelerinden bunalan büyük idârecilere dâimâ bir ana kucağının şefkat ve sıcaklığını bahşetmiştir. Ki buna milletlerin kaderlerinde rol sahibi olan cengâverler, her zaman muhtaç olagelmiştir. Böyle bir tasarrufdan mahrûm olanların zaferlerini, zâhiren büyük olsa bile mânevî yönü olmadığı için hakîkatte bir zafer olarak telakkî etmek mümkün değildir. Meselâ Atilla, Karakurum’dan hareket ederek Orta Avrupa’ya kadar 7000 km mesâfe katetmiştir. Fakat ardında bıraktığı, kan, ızdırap ve gözyaşlarıdır… Bu ise, bir zafer değil, bir zulüm harekâtıdır. Târihdeki yüz karalarından biridir.
Timurlenk’le Yıldırım’ın Ankara muhârebesi de, nefsânî bir mücâdelenin hazin bir âkıbetle neticelenmesidir. Sonucu, hüsrân dolu dul ve yetîmler dramıdır. Çünkü muhârebe sonunda, onbinlerce müslüman kanı dökülmüş ve daha sonra Yıldırım Bâyezîd Han, hazîn bir şekilde şehîd olmuş, Timur ise, dört bin kilometre yol katetmesine rağmen eli boş olarak geriye dönmüştür.
Şâhid olduğu büyük kerameti üzerine Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’nin mânevî terbiyesine giren I. Ahmed Han, bu mânevî takviye ile şahsiyetinin kemâline ulaştı. Böylece fenâ fi’ş-şeyh olup O’nunla aynîleşti.
Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri ile I. Ahmed Han’ın mânevî semâlarda sır ve makam ortaklığını, onlardan sâdır olan şu şiirler ne güzel aksettirir: Hüdâyî Hazretleri:
Zâkir safâya irişür;
Envâr-ı zikrullâh ile..
Âşık Hudâ’ya irişür;
İksâr-ı zikrullâh ile..
Âşık olan cânânına
Girmiş fenâ meydânına
Ermiş Hakk’ın ihsânına
Îsâr-ı zikrullâh ile..”
derken, I. Ahmed Han da:
Dil-hânesi pür-nûr olur
Envâr-ı zikrullâh ile..
İklîm-i dil ma’mûr olur
Mi’mâr-ı zikrullâh ile…
Bahtî sana ikrâr eder,
Tevhîdini tekrâr eder,
İhlâsını iş’âr eder,
Eş’âr-ı zikrullâh ile…
diyerek, iki bedende bir rûh hâline geldiklerini göstermiş oluyordu.
Sultan Ahmed Han’ın bir san’at hârikası olan şaheser câmînin temel atma merâsimine devrin en meşhûr meşâyıh ve âlimleri dâvet edilmişti.
Temele ilk harcı koyan Azîz Mahmûd Hüdâyî oldu. Sultan I. Ahmed Han ise, basit bir amele gibi o gün akşama kadar elinde kazma-kürek inşaatta çalıştı.
Bu mübârek câmînin mânevî husûsiyetlerine âid şöyle bir rivâyet de vardır:
I. Ahmed Han, genç yaşta vefât ettikten sonra kızı Gevher Hatun, rü’yâsında babasını cennette çok ihtişâmlı bir mekânda görmüş. Merakla sormuş:
“–Baba, hangi amelinle bu güzel mertebeye vâsıl oldun?”
Sultan Ahmed:
“–Kızım, bu câmîyi yaptırırken sırtımda taş taşıdım!. Bu makâmı elde etmemin sebebi budur!” demiş.
Aynı rü’yâda Sultan Ahmed’in kardeşi de yeğeni Gevher Hatun’a:
“–Daha bizim yanımıza gelmeyecek misin? Haydi ikinci çocuğunu doğur da gel!” demiş.
O sırada Gevher Hatun, gerçekten ikinci çocuğuna hâmileymiş. Çok heyecanlanmış. Tâbirciler, te’vîl etmişlerse de rü’yânın mânâsı âşikâr imiş. Nihâyet Gevher Hatun, ikinci çocuğunu doğurduktan sonra bir-iki gün içinde vefât etmiş.
I. Ahmed Han zamanı, devletin toprak genişliği bakımından en doruk noktada olduğu bir devirdir. Dünyâ kralları, bu devletin ihtişâmı karşısında eğiliyor ve sadrazamların eliyle tâc giyiyorlardı.
Sultan Ahmed, yaptırmış olduğu câmînin sol tarafında küçük ve dar çilehanesinde zaman zaman riyâzâta girerek, yoğun devlet işlerinden sıyrılıp rûhunu gönül iklîmine yönlendirirdi. Murâkabe hâlinde yaşayarak Rabbi ile başbaşa kalırdı.
Sultan Ahmed, câmînin inşâsı sırasında Mısır’da Sultan Kayıtbay türbesinde bulunan Hazret-i Peygamber’in “Nakş-ı Kadem” denilen mübârek ayak izlerini Eyyûb Sultan türbesine getirtmişti. Câmînin inşâatı tamamlanınca da, bunu, câmîye koydurdu.
Ancak Sultan, bu nakil işleminin yapıldığı gece şöyle bir rü’yâ gördü:
“Bütün sultanların toplandığı yüce bir meclis kurulmuştu ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- de kadılık makâmında oturmaktaydı. Bir nevî mahkeme kurulmuştu. Sultan Kayıtbay, türbesini ziyârete vesîle olan bu “Kadem-i Seâdet”in alınıp İstanbul’a getirilmesinden dolayı Sultan Ahmed’den dâvâcı olmuştu.
Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem- de, kadı sıfatıyla, “Kadem-i Şerîf”in, derhal geri gönderilmesine hükmetti…”
Sultan dehşet ve korku ile uyandı. Rü’yâsını içlerinde Hüdâyî’nin de bulunduğu ulemâ ve meşâyıha tâbir ettirdi. Yapılan tâbire göre denildi ki:
“–Sultanım! Rü’yâ gâyet açıktır. Yoruma bile gerek yoktur. Emânet derhal geri gönderilmelidir…”
Peygamber âşığı Sultan I. Ahmed Han, verilen karara boyun büktü ve emâneti titizlikle ve mahzûn bir şekilde yerine iâde etti.
Ancak yüreği aşk-ı Peygamberî ile dilhûn olmuş bulunan I. Ahmed Han, Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in mermer üzerindeki mübârek ayak izlerinin maketini yaptırdı. Kavuğunun üzerine asarak tedâîsinden feyz almağa çalıştı. Yanık gönlünden dökülen şu mısra’lar, O’nun bu aşk hâlini ne güzel aksetterir:
N’ola tâcum gibi başumda götürsem dâim,
Kadem-i pâkini ol Hazret-i Şâh-ı rusülün..
Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibidür,
Ahmedâ durma yüzün sür kademine ol gülün!..
Rivâyet olunur ki, Sultanahmed Câmii ve külliyesi tamamlanınca, açılış merâsimine başkanlık etmesi için Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri dâvet edildi. O gün deniz, çok fırtınalı ve dalgalıydı. Bu sebeple kayıkçılar, denize açılmaya cesâret edemiyorlardı. Mahmûd Hüdâyî Hazretleri, Üsküdar iskelesine indi. Beş-altı müridiyle birlikte kendi kayığına binerek dalgalar arasında Sarayburnu’na doğru yol aldı. Allâh Teâlâ’nın izni ile kayığın ön, arka ve yanlarından deniz, bir kayık mesâfesinde süt liman oluyor, dalgalar kayığa hiç tesir etmiyordu. Herkes, korkudan denize çıkamazken, Mahmûd Hüdâyî Hazretleri kayığıyla selâmetle karşıya geçti.
Sultanahmed Câmii, muhteşem bir merâsimle ibâdete açıldı. Cum’a hutbesi, teberrüken bu büyük velîye okutturuldu.
Hâlen Üsküdar ile Sarayburnu arasındaki bu deniz yoluna, “Hüdâyî Yolu” denir. Kayıkçılar, şiddetli fırtınalarda bu yolu takip ederler. Bu durum, Hüdâyî Hazretleri’nin günümüze kadar uzanan bâriz bir kerâmetidir.
Osmanlı Devleti’nin son günlerine kadar Boğaz’da deniz seferi yapan kaptanlar; yolcularını, Üsküdar’dan geçerken Azîz Mahmûd Hüdâyî -kuddise sirruh- dergâhına, Beşiktaş önünden geçerken Yahyâ Efendi dergâhına, Beykoz’dan geçerken de Hazret-i Yûşâ -aleyhisselâm- tarafına doğru tevcîh ederek “Fâtiha”ya dâvet ederlerdi.
Bir zamanlar halkın, İstanbul’da medfûn olan büyük velîlere karşı edebi işte böyleydi!..
Sultan Ahmed, Üsküdar’a gittiği bir günde, çarşıda Hazret-i Hüdâyî’ye tesâdüf eder. Derhal atından inerek, yerine şeyhini oturtup kendisi de atın arkasından yaya olarak yürümeye koyulur. Hüdâyî’nin gönlü, koca pâdişâhın yaya olarak yürümesine râzı olmaz ve bir müddet sonra:
“–Sırf şeyhimin duâsı ve sultanımın emri yerini bulsun diye bindim!.” diyerek attan iner.
Böylece de şeyhi Üftâde Hazretleri’nin:
“–Oğlum, pâdişâhlar rikâbında yürüsün!” şeklindeki duâsı yerine gelmiş olur.
Sultan Ahmed Han, bu mânevî hâdise üzerine çok duygulanır. Aşağıdaki beyitlerle duygularını aksettirmeye çalışır:
Vârımı ben Hakk’a verdim, gayrı vârım kalmadı,
Cümlesinden el çeküb pes dû cihânım kalmadı..
“Ben, neyim varsa hepsini Allâh’a teslîm ettiğim için varlığımdan hiçbir eser kalmadı. Herşeyden, iki dünyâdan da tamâmen el çektim!”
Çünki hubbullâh erişti çekti beni kendüye
Açtı gönlüm gözünü gayrı gümânım kalmadı..
“Çünkü Allâh’ın aşkı bana nasîb oldu ve beni kendisine bağlayarak gönül gözümü açtı. Artık (mânâ dolu hakîkatlere karşı hiçbir) şüphem kalmadı…”
Evliyâ’nın himmeti yaktı beni kal’ eyledi
Sâfîyim buldum safâyı dû cihânım kalmadı..
“Allâh’ın velî kullarının himmeti, (gönlümü) yaktı ve nefsimdeki benliği söküp attı. Böylece sâfîleştim ve safâyı buldum.. Artık bu dünyâda da âhırette de gözüm yok!”
Ahmed îder yâ ilâhî sana şükrüm çok-durur
Hamdülillâh aşk-ı Hakk’dan gayrı vârım kalmadı..
“Ahmed der ki: Yâ İlâhî! Sana çok şükretmekteyim. Elhamdülillâh ki, aşk-ı ilâhîden başka bir varlığım kalmadı.”
Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin himmeti, I. Ahmed Han üzerinde ömür boyu devam etmiştir. Şu hâdise onlardan biridir:
Sultan Ahmed Han, bâzı devlet erkânıyla gezmeye çıkmıştı. Ormanlık bir yerde istirahat ederlerken hizmetçiler bir koyun kesip kızarttılar. Pâdişâh’a ikrâm ettiler. Sultan Ahmed Han, “besmele” çekerek elini ete uzattığı an, Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri orada beliriverdi. Pâdişâh’a:
“–Sultanım! Sakın yemeyiniz; o et zehirlidir!” buyurdu.
Etten bir miktar kesip, oradaki bir köpeğe verdiklerinde, köpeğin derhâl öldüğü görüldü.
Sultan Ahmed Han, Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’ne müstesnâ bir hürmet gösterir ve ikrâmda kusûr etmezdi. Bir gün Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri ile sarayda sohbet ediyordu. Bir ara abdest tazelemek isteyen Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri için ibrik ve leğen getirdiler. Pâdişâh, hocasına hürmeten ibriği eline aldı ve abdest suyunu kendisi döktü. Sultan Ahmed Han’ın annesi de kafes arkasında havluyu hazırlamıştı. Vâlide Sultan bir ara kalbinden:
“Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’nin bir kerâmetini görseydim!” diye geçirmişti.
Bunun üzerine Mahmûd Hüdâyî, Vâlide Sultan’ın gönlünden geçenlere vâkıf olarak:
“–Hayret! Bâzıları bizden kerâmet arzu ederler. Halbuki Halîfe-i rûy-i zemînin elimize su dökmesi ve muhterem vâlidelerinin de bize havlu hazırlamasından daha büyük kerâmet mi olur?” buyurdu.
Sohbet esnâsında Ahmed Han:
“–Efendim! Seyyid Abdülkâdir Geylânî Hazretleri’nin, kıyâmet günü talebelerine ve günâhkâr mü’minlere şefâat edeceği hakkında rivâyetler var. Bu rivâyetlerin doğruluğu hakkında ne buyurursunuz?” diye suâl eyledi.
Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri hemen cevap vermedi. Bir müddet murâkabe hâlinde kaldıktan sonra:
“–Evet doğrudur!. Abdülkâdir Geylânî Hazretleri, müntesiblerinden pek çok günâhkâra şefâat edecektir!” buyurdu.
Pâdişâh devam ederek:
“–Efendim! Acabâ zât-ı âlînizin de bizlere bir va’d ve müjdesi yok mudur?” diye sorunca, Mahmûd Hüdâyî Hazretleri ellerini kaldırıp:
“Yâ Rabbî! Kıyâmete kadar bizim yolumuzda bulunanlar, bizi sevenler ve ömründe bir kerre türbemize gelip rûhumuza Fâtiha okuyanlar bizimdir… Bize mensûb olanlar, denizde boğulmasınlar; âhır ömürlerinde fakirlik görmesinler; îmânlarını kurtarmadıkça ölmesinler; öleceklerini bilsinler ve haber versinler ve de ölümleri denizde boğularak olmasın!..” diye duâ eyledi.
(Bütün ulemâ ve evliyâ, bu duânın kabûl olduğunu, bu yola mensûb olanların denizde boğulmadıklarını ve pek çok kimsenin de vefât günlerine yakın, öleceklerini haber verdiklerini bildirdiler.)
Ahmed Han, 1617 (h.1026) senesinde hastalandı. Sırtında bir yara çıkmıştı. Mâbeynci Mustafâ, Sultan’ın vefâtından bir gün önce huzûrunda iken, Ahmed Han’ın, odada görünmeyen bazı kimselerle dört defâ:
“–Ve aleyküm selâm!” dediğini işitti.
Sebebini sorduğunda Sultan Ahmed Han:
“–Şu anda yanıma Hazret-i Ebûbekr-i Sıddîk, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman ve Hazret-i Alî geldiler. Bana:
«–Sen dünyâ ve âhıret’in sultanlığını kendinde toplamışsın. Yarın Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanında olacaksın!..» buyurdular..” cevabını verdi.
Hakîkaten ertesi gün bu dünyâ ve âhıret sultanının hayatı, her fânî gibi nihâyete erdi.
Cenâzesinin yıkanması için mürşidi Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri dâvet edildi. Ancak:
“–Sultanımı çok severdim. Dayanamam. İhtiyârlığım sebebiyle beni mâzur görün!” buyurdu.
Talebelerinden Şâban Dede’yi gönderdi. Şeyhülislâm Hocazâde Mehmed Çelebi’nin kıldırdığı cenâze namazından sonra, kendi yaptırdığı Sultanahmed Câmii yanındaki türbesine defnedildi.
Rahmetullâhi Aleyh!..
Sultan I. Ahmed Han’ın çocuk yaşta pâdişâh olmasına rağmen gösterdiği dirâyet ve kâbiliyetleri, dikkate şâyândır. Vücûdca gâyet kuvvetli idi. Çok iyi binici, atıcı ve silahşördü. Bu meziyetleri, oğullarından Genç Osman ve Dördüncü Murâd’a intikâl etmiştir.
Ceddi Yavuz Sultan Selîm Han gibi sâde giyinirdi. Gece yatarken, uykunun rehâvetine dalmamak için kıldan yapılmış bir hırka giyinirdi. Halkın arasına girer büyük bir tevâzû içerisinde onların dertleri ile ilgilenirdi.
Ülkesinin genişliği ve Dünyâ coğrafyası üzerindeki mevkîinin ehemmiyeti, O’nu nefs çukuruna düşürüp mağlûb edemedi.
“Bahtî” mahlası ile yazdığı dîvânı, I. Ahmed Han’ın mâneviyat ve san’attaki mertebesini göstermeğe kâfîdir.
Kâbe’nin örtüleri, O’nun devrinde İstanbul’da îtinâ ile dokunup Mekke’ye gönderilmeye başlanmıştır.
Cihân nizâmının kıvâmı ve ahlâk yapısının devâmı, her zaman ancak kalbî hayatta derinleşmek ile mümkündür. Seviyesi yükselen milletler, mânevî rehberler olan gönül sultanlarına izzet etmişler, onların izlerini takib etmeyi nîmet bilerek seâdet ve huzûra ermişlerdir.
İşte bunun içindir ki, I. Ahmed Han da, ömrü boyunca Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’nin izinden yürümeyi, dünyâya âid her şeye tercih etti. Çünkü O’nun yolu, insana, dünyâ saltanat ve ihtişâmıyla ölçülemeyecek derecede mânevî feyz ve lezzetlere ulaştıran kalbî tatminkârlıklar bahşediyordu. Hüsn-i Mutlak’a bağlandığı için zâhirî gölge varlıkların, -onlar ne kadar ihtişâmlı olsalar da- esâretine girmedi. Aynadaki yalanlara aldanmadı. Gönlü, makâm, mevkî gibi dünyevî alâkalardan uzaklarda kaldı. En büyük zafer olan “nefsini aşmak ve onun desîselerine kanmamak” nîmetine nâil oldu. Gönül iklîminde derinleşerek, Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’nin bir nüsha-i sânîsi oldu.
Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri ve I. Ahmed Han Hazretleri’ndeki rûhâniyetin füyûzâtı, aradan 400 küsûr sene geçmiş olmasına rağmen devâm etmektedir. Bu âşikâr bir sûrette müşâhede olunan bir gerçektir. Onların temelini attığı, teselsül ederek Hazret-i Peygamber’e kadar ulaşan bu feyz müessesesi, zamanımıza kadar devâm edegelmiştir. Zîrâ mânevî makamlar da, zâhirî ve dünyevî makamlar gibi boş bırakılmaz.. İlâhî tâyinle dâimâ doldurulurlar. Çünkü insanların asıl yaradılış gâyelerine ulaşmaları, ancak bu mânevî olgunluğun elde edilmesi ile mümkündür. Aksi halde beşeriyet ham kalmaya mahkûm olur.
Hakk âşıkları ölmez; onların gönül eseri olan müesseseler de çürümez ve pörsümez. Dayandığı kökün altındaki pınardan dâimâ beslenir ve yeşerir. Etrâfını inbât ederek gülistâna çevirir.
O mânevî kökün bugün dahî zamanımızda yeşeren bir filizi olan Azîz Mahmûd Hüdâyî Vakfı, birçok garîbe, kimsesize, yolda kalmışa, istikbâlin îmân ordusunda yerini alacak erkek ve kız talebeye dünyevî ihtiyaçlarını karşılayarak destek olmaya çalışırken, aynı zamanda onların mânevî dünyâlarını da îmâr ve tenvîre çalışmaktadır. Bu gayretin şeref ve izzeti, evvelâ Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri, I. Ahmed Han Hazretleri ve ehl-i himmete âiddir. Bu ulvî müessesedeki bütün eşhâs, bu mânevî yolun lutfen ve keremen kabûl ve istihdâm olunan hizmetçileri mesâbesindedir.
Rabbimiz; bizlerin kalblerine, altın silsilenin rûhâniyetlerinden, müstefîd olduğumuz Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’nin feyz dolu gönül iklîminden ve Sultan I. Ahmed Han’ın ilâhî muhabbetle yanış ve teslîmiyyetinden bahar şebnemleri nasîb eylesin!
Âmîn!..
 

MURATS44

Özel Üye
SULTAN ABDÜLAZÎZ HAN (1830-1876) Hamleci Rûhuyla Devletin İnkırâzına “Dur” Diyebilen Mazlûm ve Şehîd Pâdişâh
SULTAN ABDÜLAZÎZ HAN

Otuzikinci Osmanlı pâdişâhıdır.
Babası Sultan II. Mahmûd, annesi büyük hayır ve hasenâtlar sahibi Pertevniyal Sultan’dır.
1861 yılında tahta geçti. Saltanat müddeti 14 senedir. Zekî ve hamleli bir pâdişâhdı. Kendisine küçük yaştan itibaren gâyet îtinalı bir tahsîl yaptırılmıştı.
Sultan Abdülazîz’den evvel “Tanzîmat Fermanı” ile batı taklitçiliği yolu açılmış ve bu istikâmette atılan adımlar, halkın rûhunda devlete karşı ilk küskünlük tohumlarını filizlendirmeye başlamıştı. Sultan II. Mahmûd ve halefi Sultan Abdülmecîd, batı taklidçiliğine âlet olmuş, an’anevî ordu şeklimiz olan yeniçerilik ilgâ edilmiş, resmî cenâze merâsimleri bando-mızıkayla yapılmaya başlanmıştı. Milletin tab’ına zıt olan bu çeşitli inkılâb hareketleriyle devlet, teb’asına yabancılaşmış ve ahkâm-ı şer’iyyeden uzaklaşmaya başlamıştı. Halk küskündü; devlet adamları da, batı dünyâsının gerçekleştirdiği terakkî karşısında şaşkın ve mütereddiddi. İslâm’ın düşmanları ise, batı ile aramızda büyüyen terakkî mesâfesinin vebâlini, muazzez İslâm’a yüklemek için sinsi bir propaganda faâliyetine girişmişlerdi. Öyle ki, daha sonra şâir Ziyâ Paşa bu durumu, şu beyti ile ifâde edecekti:
İslâm imiş devlete pâbend-i terakkî,
Evvel yoğ idi işbu rivâyet yeni çıktı!..
“Devletin terakkîsine engel ve ayakbağı İslâm imiş(!).. Eskiden beri İslâm’ın rûhundaki dinamizm, bir terakkî âmili olarak kabûl olunurken şimdi nasıl oldu da bunun aksine böyle bir rivâyet ve kanâat ortaya çıktı?..”
Halbuki Avrupa’daki terakkî, hıristiyanlığın veya ona dayanan usûl, erkân ve kültürün bir eseri değildi. Bu keyfiyet, Amerika’nın keşfedilmesi ve buradan büyük bir bâkir servet elde edilmesi, buharlı geminin îcâdıyla Afrika’nın güneyindeki Ümidburnu’ndan dolaşılması ve bu sûretle baharat, ipekli kumaşlar gibi uzakdoğu mallarının batıya aktarılışıyla ticâret yollarının değişmiş bulunması ve bütün bunların neticesinde Avrupa’da bir “sanayi inkılâb”ının yaşanması gibi büsbütün başka ve sırf iktisâdî olan sebeplerin eseriydi.
Hal böyleyken, düşmanlarımız iki âlem arasındaki farkı, yanlış bir te’vîl, tefsîr ve telkîn ile bizi kendi orijinal dünyâ görüşümüzden, ictimâî nizâmımızdan, tamamen islâmî olan hayat üslûbumuzdan ve rûhânî hayatımızdan uzaklaştırmaya başladılar. Bu yanlış yolu, bize kasden doğru gösterip terakkî için yegâne çârenin Avrupalılaşmak olduğunu telkîn ettiler. Ne hazindir ki bu telkîn, başta devrin paşaları olmak üzere pâdişâhları bile te’sîri altına alacak kadar genişledi.
Diğer taraftan 1826 yılında yeniçeriliğin kaldırılmasıyla an’anevî ordu nizâmı bozulduğundan iki yıl sonra Ruslar, onbeşbin kişi gibi cüz’î bir kuvvetle Edirne’ye sarkabilmişlerdi. 1829 yılında Yunanistan’ın kuruluşu emr-i vâkîsi ile karşılaşılmıştı. 1832’de bir Osmanlı vâlisi olan Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın ordusu, Kütahya’ya kadar gelebilmişti ve asırlardan beri mağlûbiyet görmemiş bir devlet olan Osmanlı, bu durum karşısında Rusya’dan yardım istemek mecbûriyetinde kalmıştı. Bütün bunlar da, millî gurûru rencide etmiş, vicdanlar rahatsız olmuştu.
II. Mahmûd, devrinin gâilelerinden teessüre kapılmış, verem hastalığına yakalanmıştı. Cılız, hastalıklı ve batı kaşısında âciz bir pâdişâhdı. Halefi Sultan Abdülmecîd de aynı batı taklitçiliği yolunda yürümüştü.
Bunların arkasından gelen Sultan Abdülazîz Han ise, cesûr, hamleli, fikren ve rûhen sağlam bir pâdişâhtı. Nitekim kötü bir vaziyette devraldığı devleti, içine düşmüş bulunduğu bâdirelerden kurtarma yolunda büyük gayretlerle işe başladı. Yaptığı mükemmel icraatlarla, daha evvel halkın rûhunda birikmiş olan hüznü, kısa zamanda sürûra çevirdi. Eski fütûhât devirlerinin yeniden canlanacağı ümidlerinin belirmesine âmil oldu. Pehlivan yapılı vücûdu da bu hissi takviye etmekteydi. Millet, iki zayıf pâdişâhdan sonra sanki Yavuz Sultan Selîm Han iktidarı gelmişçesine bir sevinç içindeydi.
Gerçekten güreşi teşvik eden, düşmanlarına karşı harbi göze almaktan çekinmeyen, bu maksadla ordu ve donanmayı dünyânın en ileri seviyesine çıkarmaya çalışan Sultan Abdülazîz’in devri, Tanzîmat’la başlayan yılgınlıktan milletçe silkinip doğrulma temâyüllerinin bir başlangıcı olmuştur. O’nun faâliyetlerinin ana hedefi, Tanzîmat’la birlikte başlayan ve terakkî adı altında daha çok ahlâkî, dînî, millî ve kültürel sahâda gerçekleştirilmeye çalışılan dış mihraklı batılılaşma hareketlerini durdurmak, kendi millî ve dînî hüviyetine sâdık kalmak ve bu yolda ilerlemekti.
Fakat saltanatına rastlayan yıllardaki kendinden kaçış, öyle tehlikeli bir noktaya varmıştı ki, Napolyon Codecivili denilen Fransız medenî kânûnu aynen tercüme edilip alınarak, müslüman halka tatbîk edilmesi gibi gâfilce ve hâince temâyüller belirmişti. Bunun ve doğuracağı hazîn neticelerin farkında olan Sultan Abdülazîz, bu cinâyet derecesindeki vahim harekete mânî olabilmek için devrinin büyük âlimi olan Ahmed Cevdet Paşa ile elele verdi. Böylece İslâm hukûkundan yapılmış bir medenî kânûn demek olan Mecelle-yi Ahkâm-ı Adliyye, kısaca “Mecelle” denilen büyük kânûn metni ortaya çıktı ve büyük bir cinâyet bertaraf edildi. Bu ve benzeri muvaffakıyetleri gerçekleştirmiş olan ve zamanının bütün silâhlarını en iyi bir şekilde kullanmayı öğrenmiş bulunan Sultan Abdülazîz, âdetâ halkının ümîdi istikâmetinde dedesi Yavuz Sultan Selîm Han gibi olmaya çalışıyordu.
Tahta çıktığında Osmanlı Devleti’nin durumu son derece karışık idi. Mâlî sıkıntı son haddindeydi. Karadağ’da çıkan isyan, Sırplar’la savaşa yol açabilecek durumda idi. Avrupa devletleri bu hali fırsat bilerek, aracılık tekliflerini arttırıyorlardı. Zîrâ Sultan’ın Tanzîmat’tan vazgeçmesinden endîşe duyuyorlardı.
Bu durumu fark eden Sultan, hemen bir hatt-ı hümâyûn çıkardı. Fermânda şöyle deniyordu:
“Devletin maddî gücünün artırılması ve halkın hayat seviyesinin yükseltilmesinden başka maksadımız yoktur. Devlet malının telef edilmemesi ve isrâfdan korunması şarttır. Müslim ve gayr-i müslim ayırd etmeksizin memleketimizde yaşayan herkes, dînimizin emirleri çerçevesinde adâletle yönetilecek ve hepsi adâlet önünde eşit muâmele görecektir.
Yüce devletimizin istiklâlinin devâm etmesi ve halkın refâh içinde yaşaması, en büyük gâyemizdir. Cenâb-ı Hakk, Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- hürmetine cümlemizi muvaffak eylesin!”
Bu fermânla birlikte mevcûd hükümetin de yerinde bırakılması, batılı devletlerin Tanzimat’la alâkalı endîşelerini nisbeten ortadan kaldırdı.
Sultan, isrâfa karşı, kendinden ve saraydan başlayarak tedbîrler aldı. Devletin mâlî durumunu adım adım düzeltmeye başladı.
Bu sıralarda Avrupalılar’ın el altından desteklediği Mısır, Osmanlı Devleti’ne bağlılığını iyice gevşetmişti. Sultan, Sadrazam Yusuf Kâmil Paşa’nın da teşviki ile Mısır’a bir seyâhat düzenledi. Orada muhteşem bir merâsimle karşılandı. Dünkü âsî Kavalalı Mehmed Ali Paşa, bu defâ Sultan Abdülazîz’in atının yularından tutarak O’nu Kahire sokaklarında dolaştırdı. Böylece devletin sarsılan otoritesi her tarafta yeniden takviye olundu. Daha sonra Mehmed Ali Paşa’nın oğlu İsmail Paşa’ya “hidiv” ünvânı verilerek eski kırgınlıklar telâfî edildi. “Hidivlik” vâliliğin babadan oğula geçmesi demekti.
Ordu ve donanmasını göz kamaştıracak bir seviyeye getiren, iç karışıklıkları mâhirâne bir şekilde bertaraf eden ve böylece devleti, eski îtibarlı mevkîine doğru yükseltmeye başlayan Sultan Abdülazîz, artık bütün dünyânın alâkasını celbetmişti. Bundan dolayı Sultan, Fransa ve İngiltere’ye dâvet edildi.
Bu dâvet üzerine Abdülazîz Han, 1867’de Dolmabahçe önünden Sultaniye yatına binerek yola çıktı. Böylece Osmanlı târihinde yabancı ülkelere seyâhat eden ilk pâdişâh oldu. Marsilya’da Fransız toprağına ayak bastı. Buradan Paris’e kadar halk, bu ihtişamlı Osmanlı Pâdişâhı’nı görmek için yollara dökülmüştü. Son derece dindar olan Sultan Abdülazîz, Avrupalılar’ın yemeklerinin şer’an mahzurlu olabileceğini düşünerek beraberinde Bolu’lu aşçılar götürmüştü. Kâfilenin ihtişâmı öyle göz kamaştırıcı bir görkeme sahipti ki, Fransız köylüleri, bu aşçıları, devlet adamı paşalar veya hânedân mensûbu şehzadeler zannederek yerlere kadar eğilip temennâlarla selâmlıyorlardı.
Sultan Abdülazîz, Paris’te büyük bir törenle III. Napolyon tarafından karşılandı. Şerefine verilen yemekte Sultan’ın yanına oturan III. Napolyon’un:
“–Ekselans Hazretleri! Girit için en güzel çözüm yolu olarak, adanın Yunanistan’a terkini düşünseniz!..” demesi üzerine Sultan celâllendi.
O, diplomatik münâsebetlerde zaaf gösterecek bir pâdişâh değildi. Bundan dolayı, bu kendisini yoklama mâhiyetindeki suâle şu cevabı verdi:
“–Ekselans! Osmanlı Devleti, yirmiyedi sene Girit için kan döktü. Her karış toprağını mübârek şehîd kanları ile suladı. Ordumda tek bir asker, donanmamda tek bir sandal kalana kadar ecdâdımın mîrâsını korumak mecbûriyetindeyim…”
Beklenmeyen bu şiddet karşısında III. Napolyon, Sultan’dan özür dilemek zorunda kaldı.
Böylece Sultan, İngiltere ve Fransa seyâhatinden İstanbul’a muhteşem ve gâyet başarılı diplomatik zaferlerle dönmüştü. İstanbul’da halkın coşkun tezâhürâtı ile karşılandı. Zîrâ millet, O’nda yükseliş devri pâdişâhlarının temâyül ve dirâyetini görüyor ve yeni zaferlerle devletin, bir kere daha silkinip şahlanacağını umuyordu.
Sultan Abdülazîz Han, ecdâdın devri ile kendi devri arasındaki kudret ve ihtişam farkını şu sözleri ile ne güzel ifâde etmiştir:
“Atalarımız batıya at sırtında fütûhât için giderlerdi. Bizler ise, şimdi tren ve vapurla, ancak diplomatik seyâhat için gidebiliyoruz!”
Abdülazîz Han, vatanperverâne gayretleri sonunda yedi-sekizyüz bin kişilik, son sistem silâhlarla mücehhez bir kara ordusu yanında dünyânın ikinci büyük donanmasını da ortaya çıkarmıştı. O tarihte donanma, bugünkü hava kuvvetleri gibi sür’atli bir gelişme arzetmekte ve büyük bir ehemmiyet taşımaktaydı. Bunun için de Haliç’te büyük bir tersane kurdurmuştu. Askerî ve sivil pek çok fabrika te’sîs ettirerek sanayî inkılâbı yolunda da ciddî adımlar atmıştı.
Sultan Abdülazîz’in ordu ve donanmaya bu kadar ehemmiyet vermesi sebepsiz değildi. O, Rusya’yı yenersek, bu zaferin bize en az yüz sene daha münâkaşasız bir sûrette büyük devletlerden olmak imkânını sağlayacağını söylüyor ve çoktan elden çıkmış bulunan Kırım’ı geri almak gâyesini güdüyordu. Fakat ne yazık ki, devlet gizli bir işgâle mârûz kaldığı için Sultan Abdülazîz Han, bu emeline ulaşamadan tahttan uzaklaştırılarak fecî bir sûrette şehîd edilecekti.
O gâyet dindârâne ve intizamlı bir hayat süren dürüst bir insandı. Hayatı boyunca su yerine zemzem içecek kadar takvâ sahibi idi. Hattâ Avrupa’ya seyahate gittiği zaman, abdest suyunu beraberinde götürdüğü rivâyet edilir. Muntazaman namaz kılar ve çok çok Kur’ân-ı Kerîm okurdu. Cânîyâne bir sûrette katledildiği zaman odasındaki küçük masanın üzerinde “Sûre-i Yûsuf” açık olduğu halde bir Kur’ân-ı Kerîm bulunmuştu. O’nun mübârek kanlarının bulaştığı bu Kur’ân-ı Kerîm, şimdi Topkapı Sarayı’nda muhâfaza edilmektedir.
Birgün hasta yatağında baygın ve sararmış bir vaziyette yatarken Sultan Abdülazîz’e:
“Medîne-i Münevvere mücâvîrlerinden bir dilekçe var!” denildiğinde yâverlerine:
“–Derhal beni ayağa kaldırınız! Harameyn’den gelen talebleri ayakta dinleyeyim! Allâh Rasûlü’ne komşu olanların talebleri, böyle ayak uzatılarak edebe mugâyir bir şekilde dinlenmez!..” diyerek Medîne’ye ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’e olan muhabbetini güzel bir sûrette izhâr etmiştir.
Her Medîne-i Münevvere postası geldiğinde abdest tâzeler, mektupları: «Bunlarda Medîne-i Münevvere’nin tozu var!» diye öpüp alnına götürür, ondan sonra başkâtibe uzatır ve: «Aç, oku!» derdi.
Yukarıda arzedildiği gibi Abdülazîz Han’ın tahta çıktığı devre, batılılarca âdetâ büyülenmiş ve onların siyâsî emellerine tâbî bir hâle gelmiş bulunan ve kendilerine Jön Türk (yeni Türk) denilen insanlar elinde devletin içten çökertilme faâliyetinin had safhaya ulaşdığı bir devredir. Bunlar -ekseriyetle- Fransa’da tahsîl görmüş ve orada husûsî bir şekilde misyonerler tarafından sinsice yetiştirilmiş, İstanbul’a kalbleri Fransız, üniformaları Osmanlı olarak dönmüş kimselerdi. Sanki devletin içinde garbın yeniçerileri olmuşlardı. Memleket, dışdan maddî istilâya uğrarken, içten de mânevî bir tahrîbata mâruzdu. Tanzîmat Fermanı ile misyonerlik faâliyetleri artmış, başta Ermeniler olmak üzere hıristiyan azınlıklar üstündeki tahrîkler çoğalmıştı. Meselâ Harput bölgesinde altmışiki misyoner merkezi açılmış, yirmibir kilise yapılmıştı. Kadın misyoner Maria A. West, “Romance of Mission” adlı kitabında:
“Ermenilerin rûhuna girdik.. Hayatlarında ihtilâl yaptık!..” demektedir.
Lisan öğretmek gâyesi ile Anadolu’nun her tarafında, aslında birer misyonerlik karargâhı olan birçok mektebler açılmıştı. Bu faâliyetlerin en yoğun görüldüğü yabancı okullar arasında Gaziantep’deki Antep, Merzifon’daki Anadolu ve İstanbul’daki Robert Koleji başta gelir. Bazılarına ise, hiç Türk talebe alınmamıştır. Okul müdürlüklerine papazlar tâyin edilmiştir.
İşte bu düşman faâliyetleri dolayısıyla memleket, bir kültür erozyonu ile karşı karşıya gelmişti. Abdülmecid Han devrinden kalan bu çöküntü, Abdülazîz Han’ın direnmeleri ile asgarîye indi. Neticede bu mukâvemet, O’nun şehâdet kanlarına bürünmesine vesîle oldu.
Sultan Abdülazîz Han, gâyet ileri görüşlü bir pâdişâhdı. Belgrad, İstanbul, Bağdad ve Kâhire’yi elimizde bulundurmadıkça cihân siyâsetinde büyük bir rol oynayamayacağımızı söylerdi. Bu görüş, bilâhare Almanlar’ın emperyalist temâyüllerinin uyandığı sırada getirdikleri “yedi B” formulüne benzemektedir. Almanlar, büyük devlet olabilmek için Berlin’den Bombay’a kadar “B” harfi ile başlayan yedi büyük merkezin ele geçirilmesi lüzûmundan bahsetmişlerdir.
Abdülazîz Han’ın siyâsî emelleri içinde Türkistan bile vardı. Oraya el atmış, İran ve Türkistan’da Türk unsurlar için Türkçe eğitim yapan mekteblerin açılmasına âmil olmuştur.
Donanmasının Kızıldeniz’deki bölümü, Endonezya’yı ezmeye giden İngiliz donanmasının önünü kesmiş, O’nu geri dönmeye mecbûr bırakmıştı. Gerçekten de denizciliğe o kadar ehemmiyet vermişti ki, O’nun zamanında Fransız gemilerinin Haliç tersânesinde muvaffakıyetle tâmirinden dolayı III. Napolyon bir teşekkür mektubu göndermiştir.
Bu durum, Osmanlı’nın hasta adam diye ifâdelendirildiği bir devirde bile gösterdiği kudret ve muvaffakıyetin şâhâne bir misâlidir. O böylece hâlâ “devlet-i ebed-müddet” diye yâd olunmaya lâyık bir devlet olduğunu göstermişti.
Sultan Abdülazîz’in saltanat yıllarında, otuz sene müddetle Ruslar’a kan kusturmuş ve nihâyet teslîm olmak zorunda kalmış bulunan Şeyh Şâmil Hazretleri, hac için Çar’dan izin almış ve İstanbul’u ziyârete gelmişti. Sultan, sarayda birçok hazırlıklar yaptırmış, bütün İstanbul’u büyük bir sevinç kaplamıştı. Herkes sâhile toplanmıştı. Rus vapuru Dolmabahçe önünde demirlediğinde, Sultan Abdülazîz’in saltanat kayıkları, İmam Şâmil’i ve âile efrâdını saraya getirdiler. Abdülazîz Han, O’nu sarayın kapısında karşıladı ve büyük bir hürmetle:
“–Babam kabrinden kalksaydı, ancak bu kadar sevinebilirdim!” diyerek birçok iltifâtlarda bulundu.
Sultan Abdülazîz, Dağıstan Arslanı İmâm Şâmil’in emrine İstanbul’da konaklar tahsîs etmiş, O’nu ve maiyyetindekileri i’zâz ve ikrâm ile İstanbul’da alıkoymak istemişti. Fakat İmâm Şâmil, âhir ömrünü Medîne-i Münevvere’de geçirmek arzusunu izhâr etti. Bunun üzerine Rusya’dan gerekli müsâade alındı ve Dağıstan Arslanı Hicâz’a yolcu edildi.
Daha evvelce ifâde ettiğimiz gibi Sultan Abdülazîz Han’ın, devleti eski ihtişam ve gücüne ulaştırıcı icrâat ve hamleleri, birtakım menfaatçi ve hâin grupları tedirgin etmekteydi. Nitekim bu vasıfta olan bazı devlet adamları da, boş durmayıp gizli entrikalarla Sultan’a karşı hummâlı bir faâliyet yapmaktaydılar. Bunlardan husûsiyle çeşitli vesîlelerle suçları bariz bir şekilde tesbît edilmiş, önce azledilmiş, sonra tekrar kendilerine mevkî verilmiş olan dört kişi; Hüseyin Avni Paşa, Mithat Paşa, Mütercim Rüşdü Paşa ile Hayrullâh Efendi, pâdişâha karşı ciddî bir ihtilâl hazırlığı içindeydiler.
Bu gruptan Hüseyin Avni Paşa, 1871’de vazîfesinden azledilmiş, rütbeleri sökülerek Isparta’ya gönderilmişti. Daha sonra Mahmûd Nedim Paşa tarafından seraskerlikten de azledilmişti. Bu haller karşısında hırsı iyice artan Hüseyin Avni Paşa, yapmak istediklerini «Kinim dînimdir!» diye ifâde ediyor ve Sultan’ın, sadece tahttan indirilmesini değil, öldürülmesini de düşünüyordu.
Hüseyin Avni Paşa’nın yandaşı olan Mithat Paşa, siyâset ve dîn kültüründen mahrûm olarak yetişmişti. Dolayısıyla birçok yanlış karar ve yolsuzluklarından ötürü sadrazamlıktan azledilmişti. Çok hayâl-perestti. Hattâ birgün içki masasında Osmanlı hânedânını ortadan kaldırıp sultan olacağını iddiâ edecek kadar ileri gitmiş ve:
“–Bunda ne var ki?! Hep Osmanoğulları olacağına biraz da Mithatoğulları olsun!..” demiş olduğu rivâyet edilmektedir.
Grubun üçüncü şahsı Mütercim Rüşdü Paşa ise, iki defa sadrazamlığa, üç defâ da seraskerliğe getirilmiş, ancak vazîfesini kötüye kullanmaktan dolayı azledilmişti. Bu sebeple o da, menfaatinin kesilmesi karşısında tavır almış ve Pâdişâh’a kin bağlamıştı.
Dördüncü şahıs olan Hayrullâh Efendi’ye gelince, liyâkatten ziyâde Rüşdü Paşa’nın himâyesi ile getirildiği şeyhulislâmlık makamından bir ay gibi kısa bir zamanda azledilmiş olması, kendisine çok dokunmuştu. Dolayısıyla Hayrullâh Efendi de, bunu gurûruna yedirememiş, Pâdişâh’a karşı kin bağlayanlar arasında yer almıştı.
Çok geçmeden bu dörtlü çete grubu, ellerinden alınan menfaatlere tekrar sahip olabilmek hırsıyla talebeleri kışkırtarak büyük bir nümâyiş yaptılar. Pâdişâh, kan dökülmemesi için yine bunları iş başına geçirdi. Böylece ihtilalciler, ilk merhale olarak istedikleri yere ulaştılar. Artık bundan sonra yegâne işleri, pâdişâhı bertaraf etmeye kalmıştı. Nihâyet bir ihtilâlle onu da gerçekleştirdiler.
İhtilâl sabahı, Dâru’s-seâde ağası Cevher Ağa, Pâdişâh’a durumu haber vermeye cesâret edemedi. Haberi, Pertevniyal Vâlide Sultan’a iletti. O da Sultan Abdülazîz Han’a bildirdi. O sırada yeni pâdişâhın cülûs topları atılıyordu. Abdülazîz Han annesine:
“–Bunlar beni III. Selîm’e mi döndürecekler? Ben bunu kimlerin yaptığını biliyorum…” diyerek ihtilâlcileri tek tek saydı. Sonra dilinden:
“–Ben bu felâketi, çok kere rü’yâmda gördüm.. Takdîr-i ilâhî böyle imiş!..” ifâdeleri döküldü.
Sultan Abdülazîz Han, sağanak yağmur altında kayıklarla Topkapı Sarayı’na götürüldü. Şahsî serveti, hanımların kulaklarındaki küpelere kadar ihtilâlciler tarafından yağmalandı. III. Selîm’in odasına götürüldü. Abdülazîz Han:
“–Beni amcam gibi burada bitirmek istiyorlar!” dedi.
Üç gün kuru tahta üzerinde aç ve susuz olarak bırakıldı. Islak elbiselerinin değiştirilmesine dahi izin verilmedi.
Daha sonra kendisi için ayrılan odaya geçirildi. Fakat Sultan Abdülazîz Han, V. Murâd’a mektup yazarak Beşiktaş’taki Fer’iyye Sarayı’na naklini talep etti. Arzusu yerine getirilerek oraya nakledildi.
Ancak tahttan indirmekle birlikte Sultan’ı öldürmeyi de iyice kafasına koymuş bulunan Hüseyin Avni Paşa, pehlivan yapılı üç cânîyi Fer’iyye Sarayı’nda kasden bahçıvanlıkla vazîfelendirdi. Bunlar, 4 Haziran 1876 sabah sularında Abdülazîz Han’ın odasına girdiler. Abdülazîz Han, bir müddet kendilerine karşı koymaya çalıştıysa da muvaffak olamadı. Zorbalar, işlenilen bu fecî cinâyete intihar süsü vermek için O’nun bileklerinin damarlarını kestiler. Sonra da hiçbir şey yokmuş gibi gizlice işlerinin başına döndüler.
Bir müddet sonra Vâlide Sultan, oğlunun kanlar içinde yerde yattığını gördü ve ağlamaya başladı. O sırada Hüseyin Avni Paşa, tertiplediği katlin neticesini almak için saraya geldi. Abdülazîz Han’ın daha ölmemiş olduğunu görünce O’nun saray karakolunun kahve ocağına götürülmesini emretti. Böylece henüz can çekişen Sultan’a doktor müdâhalesini geciktirdi. Nihâyet mazlûm Sultan, cânîler çetesi Hüseyin Avni, Mithat ve Rüşdü Paşalar’ın gözleri önünde şehîden vefât etti..
Rahmetullâhi Aleyh!..
Sultan Abdülazîz Han’ın hunharca katli üzerine kızkardeşi Âdile Sultan’ın yüreğinden şu ızdırap dolu yanık mısrâlar dökülmüştür:
Cihân mâtem tutup kan ağlasın Abdülazîz Hân’a
Meded Allâh, mübârek cismi boyandı kızıl kâna!..
Nasıl hemşîresi bu Âdile yanmaz o hâkâna,
Ki kıydı bunca zâlimler karındaş-ı cihân-bâna…
Sultan Abdülazîz Han’ın hunharca şehîd edilmesinden oniki gün geçmişti. Bir subay olan kayınbiraderi Çerkez Hasan, Sultan Abdülazîz’in uğradığı felâkete tahammül edemeyerek Mithat Paşa Konağında toplantı halinde bulunan vekiller heyetini bastı. İlk hamlede Avni Paşa’yı katledip Sultan Abdülazîz Han’ın intikâmı aldı. Ardından Rüştü Paşa’yı ve bir yâveri de öldürdü. Kendisi de, ertesi gün Beyazıt’ta asıldı.
İhtilâlci çete, fevkalâde zekî ve hüsnüniyet sahibi bir pâdişâh olan Abdülazîz’in vefâtını, bir cinâyetle değil de, intihar sûretinde göstermek için tehdîdle bir rapor tanzîm ettirtti. Ancak sonraki yıllarda Sultan Abdülhamîd Han’ın Yıldız’da bu hâdise dolayısıyla kurdurduğu mahkemede hesâba çekilen Mithat Paşa, katl keyfiyetini âdetâ îtiraf edercesine şöyle demiştir:
“–Elhamdülillâh ki, ihtikâr ve ihtilâs gibi âdî bir cürümle değil, cinâyet bile olsa hamiyyet-i vataniyyeden münbais bir suçla müttehemim!..”
Askerî hazırlıklar dolayısıyla devletin borcunun artmış olmasını dillerine dolayarak Sultan Abdülazîz’i müsriflikle ithâm edenler vardır. Fakat bu doğru değildir. Zîrâ Sultan Abdülazîz, askerî yatırımların pek çoğunu başta saray mensubları olmak üzere teb’anın teberrûları ile karşılamıştır. O, dünyâdaki gelişmeleri ânında takip etmiş, Amerika’dan uzun menzilli Martini Henry tüfeklerini getirtmiş ve bunların Türkiye’de yapımını sağlamıştır. Daha sonra meşhûr “Plevne Müdâfaası” bu silâhlar sayesinde gerçekleşebilmiştir.
Sultan, fevkalâde hassas, intizamlı, bilgili, selîm muhâkeme sahibi bir zâttı. Ressamlar dergisinde yayınlanmış olan, eliyle çizdiği gemi krokileri, O’nun intizam ve hassasiyetinin şaheser misâlleridir. Beste yapan, mûsikîye âşinâ olan, şâir, san’atkâr mizaçlı Sultan, bu derecede rakîk kalbine rağmen, harpçı bir pâdişâhdı. Rûhu fütûhât arzularıyla doluydu. Kırım’ı geri alacaktı. Bütün hazırlıklarını tamamlamıştı. Lâkin gizli düşman faâliyeti devreye girmiş, dört küskün adamını O’nun aleyhine ittifâka sevketmişti. Sultan, ihtilâlcilerin başı olan Hüseyin Avni Paşa’yı tâyin ederken:
“–Bu adamın gözleri hiç hoşuma gitmiyor!” sözüyle müstakbel felâketi sezdiğini göstermiş, lâkin gerekli tedbîrleri almakta basîretli davranamamıştı.
Burada Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz’in:
“Hâlis insan, (dâimâ) büyük bir tehlike üzerindedir!” hadîs-i şerîfini hatırlamak lâzımdır.
Nitekim Sultan Abdülazîz’in fecî bir sûrette hunharca ortadan kaldırılması da, bu hadîs-i şerîfte işâret edilen tehlike sebebiyle olmuştur. Ancak bu oluş, O’nun şahsından ziyâde milletin kaderiyle alâkalı bir ilâhî takdîrden başka türlü îzâh olunamaz. Zîrâ Sultan Abdülazîz’in fecî katli, millî târihimizin en önemli bir dönüm noktası olmuştur.
Gerçekten O’ndan sonra felâketlerin önü alınamamış, çöküş, Sultan Abdülhamîd Han’ın dirâyetli siyâsetiyle bir müddet geciktirilmişse de, nihâyet bu azametli devletin yıkılması ve ülkemizde küfrün -velev geçici de olsa- galebesi önlenememiştir.
İlâhî! Bu ve benzeri felâketlerden ders almayı nasîb edip bizleri târih sahnesinde hazîn âkıbetlere dûçâr eyleme! Ehl-i fitnenin hîle ve desîselerini kendi başlarına ma’kes eyle!..
Âmîn!..
 

MURATS44

Özel Üye
Sultan II. ABDÜLHAMÎD HAN Büyük Devlet Adamı, Ulu Hakan, Cennet-Mekân
Sultan II. ABDÜLHAMÎD HAN
Osmanlı pâdişâhlarının otuzdördüncüsü, İslâm halîfelerinin doksandokuzuncusudur.
Sadece kendi ülkesinde değil, bütün İslâm âleminde tabiî ve sembol bir lider vasfına ulaşmış müstesnâ bir şahsiyettir.
O, genç yaşta dînî ve fennî ilimleri mükemmel bir şekilde ikmâl etmişti. Şâzeliyye tarîkati şeyhi Mehmed Zâfir Efendi ve Kâdiriyye tarîkati şeyhi Ebu’l-Hüdâ Efendi’den feyz alarak zâhirdeki dirâyetini, mânevî bir kemâl ile de tâçlandırmıştır.
Daha genç yaşta zekâsı ve siyâsî kâbiliyetleriyle temâyüz etmiş bulunduğundan amcası Sultan Abdülazîz Han, Mısır ve Avrupa seyâhatlerinde O’nu da yanında götürmüştü.
Çok nâzik idi. Herkesin gönlünü almasını bilirdi. Fevkalâde bir zekâ ve hâfızaya sahipti. Bir defa gördüğü veya sesini işittiği kişiyi aslâ unutmadığına dâir kaynaklarda sayısız misâller vardır. Alman birliğini kurmuş olan Prens Bismark, rivâyete nazaran:
“Dünyâda yüz gram akıl varsa, bunun doksan gramı Abdülhamîd Han’da, beş gramı bende, kalan beş gramı da diğer dünyâ siyâsîlerindedir…” demiştir.
O’nun en büyük talihsizliği, devleti çok kötü şartlar altında eline almış olmasıdır. Buna rağmen hiç yılmadan, bıkmadan büyük bir îmân, müthiş bir zekâ, sabır ve büyük bir mahâretle devleti, otuzüç sene ciddî bir kayba uğratmadan idâre etmiştir.
Sultan Abdülhamîd Han, tahta geçtiği zaman İngiltere uzak denizlere çoktan açılmış ve Hindistan’ı ele geçirmiş bulunuyordu. Rusya ise Türkistan’ı baştanbaşa istilâ ederek onunla bugünkü Afgan bölgesinde karşı karşıya gelmişti. Aralarında hudud anlaşmazlığı sürüp gidiyordu. Bu bakımdan Rusya’nın Osmanlı düşmanlığı ve bu maksadla boğazları ele geçirerek sıcak denizlere açılması, İngiltere’nin de işine gelmiyordu.
Diğer taraftan Osmanlı devlet adamları, Sultan Abdülazîz merhûma karşı önce bir ihtilâl ile tahttan indirme ve sonra da câniyâne bir sûrette katl hâdisesini gerçekleştirmiş bulunan Mithat Paşa ve avanesi idi. Bunlar, halk tarafından fevkalâde sevilen Sultan Abdülazîz’e karşı irtikâb ettikleri cinâyet sebebiyle îtibarları zedelenmiş bulunduğundan kazanılacak bir zaferle durumlarını düzeltmek istiyorlardı. Bunun için Sultan Abdülazîz’den kalan kuvvetli ordu ve donanmaya güvenerek bir harp çıkarmak istediler. Bu harp, şâyet Rusya’ya karşı olursa, İngiltere’nin de Devlet-i Aliyye’ye yardımda bulunacağını tabiî addediyorlardı. Bu keyfiyet için kâfî bahâne de vardı. O sırada bize bağlı bir prenslik durumundaki Sırbistan’ın Ruslar’la olan hududlarında bir ihtilâf çıkmıştı. Bunu kullanarak Rusya’ya harp açmak istediler. Görüşmelerde uzlaşmaya yaklaşmadılar.
Rusya ise, o sırada dünyânın en kuvvetli ordu ve donanmasına sahip Osmanlı’yla harbi göze alamıyordu. Böyle bir harpte İngiltere’nin de 1853 Kırım Harbi’ndeki gibi Türkiye’nin yanında yer almasından korkuyordu. Bunun için ihtilâfı bertaraf maksadıyla tâviz üstüne tâviz verdi. Rus çarı da, Türk aleyhinde olan kendi umûmî efkârının baskısı altındaydı. Bu sebeple mes’eleyi bir tâviz alarak halletmiş gözükmek için talebini, bizim toprağımız olan küçücük Nikşik kasabasının, gene bize bağlı bir prenslik olan Sırbistan’a verilmesine kadar küçülttü. Mithat Paşa ve avanesi, buna dahi râzı olmadılar.
Sultan Abdülhamîd, tahta yeni geçmiş bulunuyordu. Henüz devlet dizginleri tam mânâsıyla elinde değildi. Hükûmete ihtilâlci bir kadro hâkimdi. Sultan, onlara -zannettikleri gibi- İngiltere’nin böyle bir bâdirede bizim yanımızda yer almayacağını isbat için İngiliz büyükelçisi Layart’ı da huzûruna çağırarak hükûmet erkânı ile bir müzâkerede bulundu. Layart, hükûmeti nâmına bu toplantıda İngiltere’nin Rusya’ya karşı olan siyâseti dolayısıyla şâyet bir Türk-Rus harbi çıkarsa, bizim muvaffakıyetimizden memnûn olacaklarını söylemekle birlikte, hiçbir sûrette bizim yanımızda yer almayacaklarını kat’î bir lisanla ifâde etti. Buna rağmen Mithat Paşa ve avanesi, kolay bir zafer elde edebileceklerini umarak Sultan Abdülhamîd Han’ı dinlemeyip Rusya’ya harp îlân ettiler.
Şu husus târihî bir gerçektir ki, ihtilâl yapan ordular, lâyıkıyla harp edemezler. Çünkü iç düzenleri sarsılmış bulunur. Nitekim eski takvimimize göre 1293 yılına denk geldiği için “93 Harbi” denilen bu savaşta da böyle oldu. Ruslar, beleşten bir zafer kazanarak tâ Tuna ötelerinden İstanbul’un Yeşilköy’üne kadar geldiler. Yeşilköy’ün o zamanki adı Ayastefanos olduğu için Rus kumandanı Grandük Nikola’nın kılıcına dayanarak dikta ettirdiği sulh şartları “Ayastefanos Muâhedesi” adıyla târihe geçmiştir.
Bu felâketin bir sebebi de Mithat Paşa ve avanesinin, Osmanlı kumandanlığına Mehmed Ali Paşa adında bir hâini tâyin etmiş bulunmalarıydı. Nazım Hikmet ve Mehmed Ali Aybar’ın dedeleri olan Mehmed Ali Paşa, aslen bir Polonya yahûdîsi idi. Tanzimat’ın îlânına sebep olan mâhut Mustafa Reşit Paşa, İngiltere büyükelçiliği esnasında elçilik ayak hizmetlerinde kullandığı bir Polonya yahûdîsini Türkiye’ye avdetinde beraberinde getirmişti. İşte 1877-78 Türk-Rus harbi (93 Harbi) felâketinin asıl âmili olan Mehmed Ali Paşa, bu yahûdînin oğludur.
Sultan Abdülhamîd, bu dehşetli hezîmet karşısında önce buna sebep olan ihtilâlci kadroyu bertaraf ederek devlet dizginlerini eline almış, sonra da Rusya aleyhtârı olan İngiltere’yi -hiç olmazsa diplomatik sahada- Rusya’ya karşı kullanabilme çârelerini aramıştır. Bunun için Kıbrıs Adası’nı “hukûk-i şâhânesi bâkî kalmak şartıyla” bir üs sûretinde kendilerine vererek Ayastefanos Muâhedesi’nin iptaliyle, onun yerine Berlin Muâhedesi’nin gerçekleşmesini sağlamıştır. Bu muâhedeyle mâruz kalınan kayıpların büyük bir kısmı telâfî edilmiştir. Böylece ihtilâlci kadronun sebep olduğu “93 Harbi” felâketi, O’nun dâhiyâne siyâseti sayesinde -mümkün mertebe- hafifletilmiş oldu. Bu hâdiseden gerekli dersi almış olan Sultan Abdülhamîd, batıda Çatalca ile İstanbul ve Çanakkale boğazlarını, doğuda ise Azîziye kalelerini tahkîm ederek sulhçu bir siyâsete yönelmiş, memleketin dâhilde kalkınmasını sağlayacak hamlelere girişmiştir. Balkan ve I. Cihan harplerinde ehemmiyeti ortaya çıkan bu tahkîmat, O’nun ileri görüşlülüğünün bir nümûnesidir.
Sultan Abdülazîz merhûm gibi büyük masrafları ve dış borçlanmayı mûcib olan harpçı bir siyâset takibi yerine, gelişen sanayî hareketleri dolayısıyla batıda temâyüz etmiş bulunan iki devleti karşı karşıya getirmek ve onların menfaat çatışmalarını tahrîk ederek ülkeyi -âdetâ- bir sırat köprüsü üzerinde yürütmek, O’nun siyâsetinin temel esası olmuştur.
Bu sulhçu siyâsetin neticesinde yeni askerî yatırımların masrafından kaçınarak dış borçların 300 milyon altından, 30 milyona indirilmesi sağlanmıştır. Abdülhamîd’in, Almanlar’ı İngiliz siyâsî emellerine karşı mâhirâne bir sûrette kullanmasının çok çeşitli ve parlak tezâhürleri vardır. Medîne demiryolu imtiyâzının Almanlar’a verilmesi ve stratejik bir mevkî olan Akabe’nin onların yardımıyla İngilizler’den kurtarılması, bunun târihte en tipik bir misâlidir.
Abdülhamîd Han, 93 Harbi felâketinden aldığı dersle çok dengesiz bir yapı arzeden ve devleti parçalamaya sürükleyebilecek cereyanların müşâhede edildiği Meclis-i Mebûsân’ı böyle bir felâkete mânî olabilmek için 1878’de süresiz olarak kapatmıştır.
Mithat Paşa ve avanesinin sebep olduğu 93 Harbi felâketinin neticesinde Rumeli’de kaybedilen topraklardaki müslüman halkın çoğu, muhâcir olarak İstanbul’a gelmiş bulunuyordu. Ali Suâvî, bunların mağdûriyetlerini istismâr ederek etrafına bir kısım işsiz-güçsüz takımı toplayıp Çırağan Sarayı’na yürüdü. Sultan Abdülhamîd’i devirerek, bu sarayda mahbus bulunan V. Murâd’ı tekrar tahta geçirmeye teşebbüs etti.
Sultan V. Murâd, mason Mithat Paşa ve avanesi tarafından tâ şehzadeliğinden beri hususî bir sûrette yetiştirilmişti. O da, akıl hocası Mithat Paşa gibi otuzüç dereceden bir masondu. Fakat hiç şüphesiz bu teşkîlata onun gerçek hüviyetini bilmeden girmişti. Bununla beraber şerrin mümessilleri, kendisi pâdişâh olursa, kötü emellerine daha kolay ulaşacaklarını düşünüyorlardı.
Ali Suâvî ise, Sultan Abdülhamîd Han tarafından Galatasaray Lisesi müdürlüğünden bozuk siyâsî düşünceleri sebebiyle azledilmiş bulunmanın gücenikliği ile haraket ediyordu. Gerçekten de Ali Suâvî, yavaş yavaş yahûdî siyâsî emellerinin hâkim olmasıyla Osmanlı aleyhtarlığına meyleden İngiliz siyâsetinin kör bir âleti durumundaydı.
Beşiktaş muhâfızı Yedi-sekiz Hasan Paşa’nın kafasına indirdiği bir sopa ile Ali Suâvî’nin can vermesi, bu ihtilâl teşebbüsünün bertaraf edilmesini sağlamıştır.
Sultan Abdülhamîd, bu ve benzerî vak’alar dolayısıyla mâruz bulunduğu büyük tehlikeyi kavramakta gecikmedi. Devrinin sözde münevverlerinin hamâkat ve ihânetlerine ilâveten Rum, Ermeni ve Yahûdîler’in kaynattıkları fitne kazanı, gerçekten üzerinde ciddiyetle durulması gereken büyük bir tehlike idi. Bunun içindir ki Abdülhamîd Han, kendisine muhâlif olanların «istibdâd» diye adlandırageldikleri sıkı bir dâhilî siyâset takibine mecbûr kaldı.
Abdülhamîd Han, bu karışık iç bünyeye rağmen halkın huzûru ve ülkenin selâmetini sağlayabilmek için bugünkü modern devletlere bile örnek olabilecek derecede mükemmel bir «istihbarat teşkilatı» kurmuştur. Bu teşkilâtta, kendisine karşı bombalı bir suikasti gerçekleştirmiş bulunan ermeni asıllı Jorris’i dahî -zekâsının büyük bir mahsûlü olarak- bir istihbârât elemanı gibi kullanması, şâyân-ı dikkattir. Hattâ İngilizler’in Madrit büyükelçileri vefât ettiğinde, onun açılan çelik kasalarında Sultan Abdülhamîd’le muhâbere hâlinde bulunduğuna dâir çeşitli vesîkaların ortaya çıkması, İngilizler’i bu istihbârâtın kuvvet ve şümûlü hakkında dehşete sevketmiştir. Kendisi tahttan indirildikten sonra azılı muhâlifleri tarafından Çırağan Sarayı’nın yakılmış bulunması da, O’nun bu müthiş istihbârât teşkilâtı ile alâkalıdır. Zîrâ bu sarayın bodrum katları, lebâleb Sultan Abdülhamîd’e verilmiş jurnallerle doluydu ve hiç şüphesiz ki saray, onları yok etmek için yakılmıştı. Çünkü bu jurnaller, İttihat ve Terakkî’nin ileri gelenlerini birbirine düşürecek mâhiyetteydi. Sathî bir nazarla bakıldığında bile bunların, birbirleri aleyhine Sultan Abdülhamîd Han’a jurnallik ettikleri kolayca anlaşılmaktadır.
Bu jurnal keyfiyeti dolayısıyla da Sultan Abdülhamîd, kendisine muhâlif olanlar tarafından haksız ve çirkin bir sûrette itham edilegelmiştir. Gûyâ O’nun, ulu orta verilmiş saçma-sapan jurnallere dayanarak birçok insanı sürgüne gönderdiği pek çok yazılıp söylenmiştir. Ancak bu hususdaki gerçeğin lâyıkıyle kavranabilmesi ve Sultan Abdülhamîd Han’ın dirâyet, liyâkat ve hassasiyyetinin anlaşılabilmesi için bir tek misâl zikredelim:
Birgün yüksek seviyede bir me’mûrun, Çırağan Sarayı önünden geçerken gûyâ:
“–Âh Sultan Murâd Efendimiz!.. Sen başımızda olsaydın, böyle mi olurdu?!.” meâlinde bir söz söylemiş olduğu yolunda bir jurnal alınmış ve bundan dolayı da o me’mûrun Fizan’a sürgün edilmesi hususunda irâde-i seniyye sâdır olmuştu. Buna îtiraz eden Sadrazam Saîd Paşa’nın:
“–Efendimiz! Bu ne hâldir, anlayamıyorum?!. Bu me’mûrun takriben altı ay önce irtikâb ettiği hırsızlık ve rüşvet suçu sâbit olduğu halde kendisini afvetmiştiniz.. Şimdi ise, çok hafif ve sıradan bir jurnale istinâden onu sürgüne gönderiyorsunuz?!.” demesi üzerine, o koca Sultan, Sadrazam’a şu cevabı vermiştir:
“–Hayır Paşa! Ben onu bu jurnalden dolayı sürgüne göndermiyorum! Asıl sebep, bahsettiğin o hırsızlık ve rüşvet suçudur. Ayrıca bu jurnali de kasden kendim verdirttim. Lâkin onu, altı ay evvel böyle bir tertibe baş vurmadan cezâlandırsaydım, yalnız kendisini değil, çoluk-çocuk ve akrabâlarını da cezâlandırmış olurdum. Onlar da, eş ve dostlarına karşı mahcûb olurlardı. Şimdi ise, bu adamı gûyâ benim sultanlığıma karşı çıkmış bir insan sıfatıyla kahraman telâkkî edecekler… Böyle olmasını tercih ettim!..”
Yalnız bu hâdise dahî, Sultan Abdülhamîd Han’ın devri için sürüp gelen haklı-haksız tenkîdlerin değerlendirilmesinde bize büyük bir ışık tutmaktadır.
Sultan Abdülhamîd’in kalbî rikkatini kavramaya yarayacak bir hâdise de şudur:
Sultan Abdülazîz’in şehîd edilmesinden beş sene geçmesine rağmen halk, bu fecî ve çirkin hâdiseyi unutmamıştı. Kâtillerin yakalanıp cezâlandırılmasını istiyordu.
Bu umûmî arzu üzerine Yıldız’da hususî bir mahkeme kuruldu. Bu mahkemede Mithat Paşa, Hüseyin Avni Paşa ve daha bazılarının Abdülazîz Han’ın kâtili oldukları sâbit oldu. Mahkeme, bunlar hakkında îdam cezâsı verdi. Ayrıca Plevne kahramanı Gâzî Osman Paşa ve Ahmed Cevdet Paşa gibi şahsiyetlerin dâhil olduğu kırk kişilik mûteber bir hey’ete de bu karar bir kere daha tedkîk ettirildi. Onlar da, ittifakla karârı isâbetli gördüklerini beyân ettiler.
Bütün bunlara rağmen Sultan Abdülhamîd Han, verilen îdâm cezâlarını sürgüne çevirdi. Fazladan olarak da suçunu îtiraf etmiş bulunan Mithat Paşa’nın cebine sürgüne giderken 800 altın harçlık koydu.
Tahayyülün de üzerinde olan bu davranış karşısında hâdiselerin içyüzüne vâkıf olan bir insanın, bu büyük merhametli pâdişâha karşı dil uzatanları afvedip hoş görmesi mümkün müdür?!.
Sultan Abdülhamîd Han’ın dünyâ çapında ithâmına vesîle olan sebeplerden biri de, devrinde başgösteren Ermeni mes’elesidir. Ermeniler, ülkemizde yaşayan gayr-i müslim halklar arasında bizim örf ve âdetlerimizi benimsemek yönünden müstesnâ bir durumda idiler. Asırlarca “teb’a-i sâdıka” olarak vasıflandırılmışlardı. Fakat günün birinde kendilerini kullanarak siyâsî emellerine ulaşmak isteyen Ruslar’ın propagandalarına aldanarak sadâkatten ayrıldılar. İlk önce Rus tahrîkiyle başlayan Ermeni kıpırdanışları, sonradan bütün hıristiyan batı devletlerinin alâkasını çekti ve onlar da bu ihtilâfa dâhil oldular.
Napolyon, 1800’lü yılların başında bir Osmanlı vilâyeti olan Mısır’a saldırdığında, ülkenin her tarafından oraya gönüllü müdâfîler koşuşmuştu. Bunlardan biri olan Kavalalı Mehmed Ali Paşa, aslında câhil bir köylü çocuğu olduğu halde zekâsı, açıkgözlülüğü ve çalışkanlığı sâyesinde yükselmiş ve burasını babadan oğula geçen bir vâlilik (hidiviyyet) ile ele geçirmişti. Bunları gören batılılar, onda istiklâl hevesleri sezdiler. Osmanlı vatanını bölüp parçalamak için kendisini tahrîk, teşvik ve hattâ askerî bakımdan takviye ettiler. Ardından da onu yıllardır bağlı olduğu merkezî hükûmete karşı isyân ettirdiler.
Bu tahrîkler neticesinde Kavalalı, Osmanlı’ya saldırdı. Osmanlı Devleti ise, 1876 yılında an’anevî ordu şeklimiz yeniçeriliğin inkılâpçı bir zihniyetle imhâ edilmiş olmasından doğan askerî bir boşluktan dolayı Kavalalı’nın isyanını durduramadı. Böylece Kavalalı Mehmed Ali Paşa, 1832’de Kütahya’ya kadar geldi. Bunun üzerine Osmanlı Devleti, Rusya’dan yardım almak zorunda kaldı ve Ruslar, bu yardımın mukâbilinde Boğazlar’ın idâresinde söz sahibi olabildiler.
Bundan memnun olmayan Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın teşvikçileri, bu defa -takrîben yirmi yıl sonra- Osmanlı yanında yer alarak onunla birlikte Rusya’ya karşı «Kırım Harbi» (1853)’ni gerçekleştirdiler. Bu durum Rusya’da, Boğazlar’ı ele geçirdiği takdirde devletlerin dengesi bakımından batılıların buna râzı olmayacakları kanâatini uyandırmış ve Ruslar, bu yüzden sıcak denizlere inmenin başka bir yolu olup olmadığını araştırmak mecbûriyetinde kalmışlardı. Nasıl Balkanlar’da hıristiyan unsurları bize karşı tahrîk edip ayaklandırmışlarsa, aynı şekilde ülkemizin doğusundaki hıristiyan olan Ermeniler’e de önce istiklâl hevesiyle bir Ermenistan devleti kurdurup, sonra da onu kendi ülkesine katarak, bu devletin iskelesi mevkîindeki İskenderun’dan Akdeniz’e inme siyâsetini takibe başladılar. İşte Ermeni kıyâmının ortaya çıkmasının asıl sebebi bu Rus düşüncesidir.
Dâhî Sultan Abdülhamîd Han, Ruslar’ın, bu maksadla Ermeniler’i silâhlandırma faâliyetini ve bunun varacağı noktayı görmekte gecikmedi. Derhal Ermeniler’i toplu oldukları bölgelerden sağa sola cebrî bir sûrette göç ettirmek gibi bir tedbire baş vurdu. Fakat bu kadar mâsumâne bir hareket, yahûdî desteği ile de beslenerek onun aleyhinde beynelmilel bir propaganda tezgahlanması şeklinde neticelendi. Nitekim kendisine Viyana’da îmâl edilerek gönderilmiş bir kupa arabasına, îmâlât esnasında uzun bir zamana ayarlanmış saatli bir bomba yerleştirildi. Bu bomba, kendisinin şeyhulislâm ile Cum’a namazı çıkışında mûtâd hârici üç-beş dakika ayaküstü konuşması sebebiyle o daha arabaya binmeden Yıldız Câmî-i Şerîfi önünde infilâk etti. Asker, sivil birçok insan öldü ve yaralandı. Herkesin telâşa kapıldığı o hengâmede Sultan Abdülhamîd Han, sükûnetini muhâfaza ederek:
“–Korkmayın, korkmayın!..” diye bağırdı ve arabanın seyis mahalline oturarak ecnebî sefirlerin alkışları arasında atları kırbaçlayıp sarayına döndü.
Devrinin sözde münevverlerinin gafletine bakınız ki, Belçikalı Ermeni Jorris’in tertîbi eseri olan bu suikasti alkışlayanlar görülmüştür. Hattâ zamanın gözde şâiri Tevfik Fikret, bu hâdiseyi anlatan ‘bir anlık gecikme’ anlamındaki “Bir Lahza-i Teaahhur” isimli şiirinde suikastçiyi ‘şanlı avcı’ diyerek vasıflandırmakta ve suikasdin muvaffakıyetsizlikle neticelenmesinden doğan teessürlerini terennüm etmekteydi. Buna rağmen Sultan Abdülhamîd’in kendisine karşı en küçük bir mukâbelesini tarihler kaydetmemektedir.
Sultan Abdülhamîd devrinin gâilelerinden biri de o sıralarda filizlenmeye başlayan yahûdî mes’elesidir. Teodor Hertzel, İsviçre’nin Bazel şehrinde ilk siyonist kongresini toplamıştı. Daha önce yazdığı “Yahûdî Devleti” isimli kitâbıyla dünyâ yahûdîlerinin Filistin’de yeniden toplanmaları gerektiği yolunda teşebbüse geçti. Bu gâye için o gün dünyânın en büyük zengini olan yahûdî Roçilt âilesinin desteğini sağladı. Onun nâmına iki kere Türkiye’ye geldi ve yahûdîlerin Filistin’e yerleşip orada ikâmet eylemeleri mukâbilinde Osmanlı Devleti’nin dış borçlarını ödemek teklifini Roçilt nâmına Sultan Abdülhamîd’e arzetti.
Ancak Sultan’ın çelik gibi sert irâdesine çarparak redde mahkûm olması sebebiyle, yahûdîler tarafından bütün dünyâda o büyük hükümdar için geniş çaplı bir karalama kampanyası başlatıldı.
Bu kampanya sebebiyledir ki, Ulu Hakan Sultan Abdülhamîd Han için haksız ve mesnedsiz bir sûrette kızıl sultan lakabı, meşhur ve harcıâlem bir hâle getirilmiştir. Çok yazık ki, yahûdîlerin îcâd edip ermenilere armağan ettikleri bu iftirâ, böyle ecnebî kimselerden ziyâde vatanın o gün bugündür birçok talihsiz Türk asıllı nesilleri arasında da revaç bulmuştur. Halbuki Abdülhamîd Han, otuzüç senelik saltanatı boyunca hiç kimsenin burnunu kanatmamış, ancak ana ve babasını öldürmüş olan bir cânî dışında normal mahkemelerce verilen îdâm cezâlarını bile tenfiz ettirmemiş, kendisine suikast yapan bir haremağasını ve hattâ ermeni Jorris’i dahî afvetmiş fazîletli bir şahsiyetti.
Yahûdîler, Filistin’e göç edip yerleşmek gibi ilk nazarda mâsumâne görünen arzularının Sultan Abdülhamîd tarafından mutlak bir sûrette redde mahkûm olduğunu gördükten sonra artık o mübârek şahsiyeti bertaraf etmedikçe emellerine ulaşamayacaklarını düşündüler. Bundan dolayıdır ki, önce İstanbul’da ve sonra da yahûdî muhiti Selânik’te boy gösteren İttihat ve Terakkî cemiyetini kurdurarak vatanın bir kısım bedbaht evlâdlarını kesif bir propaganda sisinde boğdular. O derecede ki, bu haksız ve mesnedsiz iftiraların te’sîri, birçok iyi niyetli kimselere kadar uzandı. Maalesef birçok iyi niyetli kimseler dahî, o günün getirdiği gaflete dûçâr oldular.
Tehlikeyi gören Sultan Abdülhamîd, yahûdîlerin Filistin’de toprak satın almalarını yasakladığı gibi, onların bu emellerine muvâzaa yoluyla ulaşmalarını engellemek için de, her arâzîsini satmak isteyenin yerini şahsî parasıyla satın alarak “emlâk-i şâhâne” hâline getirdi. Filistin Çiflikât-ı Şâhânesi böylece vücûda gelmiştir. Sultan Abdülhamîd bunlara ilâveten oradaki müslüman nüfûsu da artırma yoluna gitmiştir.
O sırada Rus tahrikiyle teşekkül etmiş çeteler, Balkanlar’ı cadı kazanı hâline getirmişti. Bunlarla mücâdele eden birliklerin birtakım subayları, İttihat-Terakkî ve onun arkasındaki yahûdîlerce iğfâl edilmişlerdi. Bunlar isyân ederek Abdülhamîd Han’ı II. Meşrûtiyet’in ilânına zorladılar.
Abdülhamîd Han, yeni bir kânûn-i esâsî hazırlatıp tatbik etmeyi düşünüyordu. Fakat gayet buhranlı ve ihtilâl hazırlıklarının yapıldığı karışık bir ahvâl içinde buna fırsat bulamamıştı. Mecbûren eski kânûn-i esâsîyi yürürlüğe koydu.
Meclis-i Meb’ûsân 17 Aralık 1908’de toplandı. En azılı Osmanlı düşmanları dahî meb’ûs seçilerek meclise girmişti. Hattâ ne hazîndir ki, mecliste azınlıkların te’sîri, müslüman meb’ûslardan daha çoktu.
İttihat ve Terakkî iktidarı, kısa zamanda halkın umûmî sûrette nefretini kazandı. Karşılaştığı tenkîdleri şiddetle bastırıyor ve muhâliflerini gazeteci veya fikir adamı demeden suikastlerle yok ediyordu. Bu durum, ortaya çıkan nefreti had safhaya çıkarınca, kendi iktidarlarını korumak için sâdık adamları sandıkları avcı taburlarını Rumeli’den getirip Taşkışla’ya yerleştirdiler. Fakat bunların başlarında bulunan subaylar, kısa zamanda Beyoğlu âlemleriyle siyâset girdabına sürüklendiler ve askerleriyle alâkalarını kestiler. Serbest kalan avcı taburlarındaki askerler, halkla temas kurma imkânı buldular. Böylece İttihat ve Terakkî’nin irtikâb ettiği mel’ûnâne zulüm ve hıyânetlerini öğrendiler. Bunun üzerine, korumaya me’mur oldukları bu kadroya karşı ayaklandılar. İstanbul’da birkaç gün terör hâkim oldu. Bazı İttihat ve Terakkî milletvekilleri sokak ortasında katledildi. İşte 31 Mart Vak’ası denilen hâdise budur.
Bu ayaklanma sebebiyle iktidarlarını tehlikede görerek korkuya kapılan İttihat ve Terakkî, Rumeli’den “Hareket Ordusu” denilen çoğu Rum, Ermeni ve Yahûdî çapulcusu onbeşbin kişilik bir kuvveti İstanbul üzerine sevk ettiler.
Sultan Abdülhamîd, bu çapulcu gürûhuna karşı -maalesef- aşırı merhameti sebebiyle hareketsiz kaldı. Halbuki sarayının etrafında iyi tâlim ve terbiye görmüş otuzbin asker vardı. Lâkin koca Sultan, tâc ve tahtı için şu hengâmede bile kan dökmeye râzı olmadı. Neticede Hareket Ordusu’na arkalanan İttihat ve Terakkî hükûmetince hal’ olunarak tahttan indirildi.
Usûlen tanzîm edilen fetvâ ise, tamamen haksız ve mesnedsizdi. Kendisine bulunabilen kusur ise, “kütüb-i mu’tebere-i dîniyyeyi cem’ u ihrâk”, yâni mûteber dînî kitapları toplatıp yaktırmaktı.
Bu bühtanın aslı şöyledir:
O zaman Kur’ân-ı Kerîm’in şahıslarca basım ve yayını yasaktı. Kur’ân-ı Kerîm’i devlet bastırır ve parasız dağıtırdı. Şahısların Kur’ân-ı Kerîm tab’ında gereken ihtimâmı gösteremeyecekleri düşüncesiyle konulmuş bulunan bu yasağa rağmen Kur’ân-ı Kerîm tab’ olursa, bunlar müsâdere edilip yakılır, külleri de îtinâ ile çiğnenmeyecek bir toprağa gömülürdü.
Diğer taraftan hal’ fetvâsı, âid olduğu makamdan sâdır olmamıştır. Bu maksadla parlamentoya celbedilen ve kendisine baskı yapılan fetvâ emîni Hacı Nûrî Efendi, Pâdişâh’ın hal’i için kâfî bir şer’î sebep mevcûd olmadığını beyândan sonra şöyle dedi:
“Hal’ meş’ûmdur (uğursuzdur)! Sultan Abdülazîz hal’ edildi. Arkasından koca Rumeli elden gitti. Rumeli’den milyonlarca muhâcir İstanbul’a geldi. Medrese ve câmîler, lebâleb bunlarla doldu. Ben o zaman medrese talebesiydim. Yetîm çocukları sırtımda taşımaktan omuzlarım çürümüştü. Mâdem ki ille de Pâdişâh’ın hal’ini arzu ediyorsunuz, kendisine arzediniz; O, kendi kendisini azletsin!..”
Bu münâkaşaya şâhid olan Talat Paşa, ipin ucunun elinden kaçacağını anlayınca, bu defa ulemâdan olan milletvekillerine istenilen fetvâyı vermeleri için baskı yaptı. Bu baskı neticesinde Sultan Abdülhamîd Han hakkındaki mâhut hal’ fetvâsı ortaya çıktı.
Hazindir ki, bu keyfiyeti Sultan Abdülhamîd’e tebliğ için parlamentoca seçilmiş bulunan dört kişilik hey’ete ısrarla Selânik meb’ûsu yahûdî Emanuel Karassou Efendi kendisini de dâhil ettirmişti. O koca Sultan, bu hey’ette şu yahûdî çıfıtı da görünce, diğerlerine dönüp:
“–Sizler müslümansınız! Beni halîfe olarak görüp görmemeyi arzu etmek hakkınızdır. Lâkin bu yahûdînin aranızda işi ne?!.” demekten kendini alamadı.
Onlar da, bu söz üzerine başlarını önlerine eğdiler. O zaman Sultan, bütün bu olanların mukadderât îcâbı olduğunu düşünerek:
ذَلِكَ تَقْدِيرُ الْعَزِيزِ الْعَلِيمِ​
“Bu, Azîz ve Alîm olan Allâh’ın takdîridir…” (Yâsîn, 38) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu.
Hal’ edilmesinin hemen ardından Sultan, kasden bir yahûdî muhîti olan Selanik’e gönderilip orada zengin bir yahûdî âile olan Alâtini Biraderler’in köşküne hapsedildi. Burada sıradan bir adama bile revâ görülmeyecek zulüm ve baskılar altında tutuldu. Çoluk-çocuk bütün âile efrâdı günlerce aç bırakıldı. “Şahsî mülkler”i millîleştirildiği (!) gibi, menkul serveti de tamamen elinden alındı. Hareket Ordusu İstanbul’a geldiğinde Pâdişâh’ın tahttan indirilmesiyle birlikte Yıldız Sarayı’nı tamamen yağmalayarak zenginleşmiş bulunan subaylar, bir de bu sürgün hâdisesinden sonraki yağma ile “orduya hediye” (!) adı altında âdetâ büyük bir servete kondular.
Takriben on yıl sonra Sultan Vahidüddîn merhûmun tâlimatı ile yapılan tahkîkatta ortaya çıkan tablo yüz kızartıcıdır:
Yağmagir ve hırsızların listesi, Hareket Ordusu kumandanı Mahmud Şevket Paşa’dan başlayarak en küçük zâbite kadar büyük bir yekûn teşkil etmiş, fakat o buhranlı zamanda bu hıyânetin hesâbını sormak -maalesef- mümkün olmamıştır.
Koyu bir Abdülhamîd aleyhtarı olan şâir Tevfik Fikret bile, mensubu bulunduğu İttihat ve Terakkî’nin yaptığı yağma, zulüm, haksızlık ve benzeri aşırı derecede menfaatperestlikleri karşısında kendisinin her türlü menfî hasletlerine rağmen yine de vicdanı rahatsız olmuş olacak ki, “ne bekledik, ne bulduk” dercesine şu şiiri yazmak durumunda kalmıştır:
Bu sofracık efendiler, -ki iltikama muntazır
huzûrunuzda titriyor- şu milletin hayatıdır;
şu milletin ki muzdarib, şu milletin ki muhtazır!
fakat sakın çekinmeyin, yiyin, yutun, hapır hapır…
Yiyin efendiler yiyin; bu hân-ı iştihâ sizin;
doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Efendiler! Pek açsınız, bu çehrenizde bellidir;
yiyin, yemezseniz bugün yarın kalır mı, kimbilir?
Şu nâdi-i niâm, bakın, kudûmunuzla müftehir,
bu hakkıdır gazânızın, evet, o hak da elde bir!
Yiyin efendiler yiyin; bu hân-ı iştihâ sizin;
doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Bütün bu nazlı beylerin ne varsa ortalıkta say:
Haseb, neseb, şeref, şataf, oyun, düğün, konak, saray,
bütün sizin efendiler; konak, saray, gelin, alay;
bütün sizin, bütün sizin, hazır hazır, kolay kolay…
Yiyin efendiler yiyin; bu hân-ı iştihâ sizin;
doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
……
bugünkü mîdeler kavî, bugünkü çorbalar sıcak,
atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak…
Yiyin efendiler yiyin; bu hân-ı iştihâ sizin;
doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Bu şiir, İttihat ve Terakkî kadrosunun, milleti ve memleketi nasıl ürpertici bir yağmalamada bulunduğu husûsunda yine kendi içlerinden bir kimse tarafından ortaya konulan ibretli bir tablodan ibarettir.
Memleketi böylesine bir yağmayla talan eden İttihat ve Terakkî erkânı, Sultan Abdülhamîd Han’ın bertarafıyla rahatça kuruldukları mevkîlerde ülkeyi câhilâne bir sûrette idâre etmeye başlamışlardı. Yumuşak huylu bir pâdişâh olan Sultan Reşâd, kendilerinin elinde âciz bir kukladan farksızdı.
Felâketler birbirini kovalamaya başladı. 1911’de İtalyanlar eski bir Osmanlı toprağı olan Trablusgarb’a (Libya’ya) saldırdılar. İttihatçıların hâin Sadrazamı İbrahim Hakkı Paşa burasını âdetâ işgale âmâde bir hâle getirmişti. Oradaki askeri Yemen’e sevketmiş, askerî vâli ve kumandanı da bir bahâneyle İstanbul’a celbetmişti. Halbuki kendisi, Roma büyükelçiliğinden sadrazamlığa intikal etmiş bulunuyordu. İtalyanlar’ın niyetlerini, herkesden iyi bilmesi gerekirdi. Ancak bütün bunlar bir tarafa, Trablusgarb çıkarması hakkındaki İtalyan ültimatomu kendisine ulaştığında dahî Osmanlı ordusunda müşâvir olarak çalışmakta bulunan İtalyan asıllı Robilan ile “biriç” oynamaktaydı. Arzedilen ültimatomu:
“–Şuraya koyun; oyunum bitsin!..” diyerek saatler sonra açmak gibi bir gaflet ve ihânet göstermişti.
İttihat ve Terakkî hükûmetinin gaflet ve cehâletleri, bununla da bitmedi. Trablusgarb’daki mahallî mukâvemet devâm ederken Balkan Harbi çıktı.
Ordunun hiçbir ciddî hazırlığı ve istihbaratı yoktu. Düşmanın sür’atle ilerlemesi karşısında Selânik’i tehlikede gören İttihat ve Terakkî hükûmeti, Sultan Abdülhamîd’i oradan İstanbul’a nakletmek teşebbüsünde bulundu. Sultan Abdülhamîd, ne sebeple İstanbul’a nakledilmek istendiğini sorunca, kendisine karşı karşıya bulundukları askerî tehlike nakledilerek, düşmanın Selânik’e yaklaşmakta olduğu bildirildi. Pâdişâh’ın dış dünyâ ile yıllardan beri bütün alâkası kesilmiş bulunduğundan olup bitenlerden haberi yoktu. Durumu öğrenince dehşete kapıldı ve:
“–Gâlibâ siz kiliseler mes’elesini hallettiniz!..” diye hicranla haykırdı.
Ardından bunu kendisine haber veren Rasim Bey’e büyük bir öfke ile:
“–Râsim Bey! Râsim Bey!.. Selânik demek, İstanbul’un anahtarı demektir! Ordumuz nerede, askerimiz nerede?.. Ecdâd kanlarıyla sulanan bu toprakları nasıl terkederiz? Biz buraları bırakıp gidersek, târih ve ecdâd bizim yüzümüze tükürmez mi?.. Birâderim Hazretleri, buranın tahliyesine râzı mı oldular? Nasıl olur? Hayır, ben râzı değilim!.. Yetmiş yaşımda olduğuma bakmayın! Bana bir tüfek verin, asker evlâdlarımla beraber Selânik’i son nefesime kadar müdâfaa edeceğim…” dedi.
Fakat kendisine Sultan Reşâd’ın selâmı ve ricâsı iletilince, bir Osmanlı hânedânı mensûbu olmanın mes’ûliyeti ile Pâdişâh’ın irâdesine boyun eğmek zorunda kalarak İstanbul’a nakledilmeyi kabul ederken, büyük bir teessür içindeydi.
Doğruydu. Balkan kavimlerinin aralarında bir ittifak kurulmasının asıl sebebi, kiliseler mes’elesinin halledilmiş olmasıydı.
İttihat ve Terakkî idâresinin cehâlet ve hıyânetinin lâyıkıyla anlaşılıp takdîr edilebilmesi için kiliseler mes’elesinin kısaca îzâhı zarûrîdir:
93 Harbi felâketinden sonra Bulgaristan bize pamuk ipliği ile bağlı, dâhilî idâresinde serbest bir prenslik haline getirilmişti. Onun da Yunanistan gibi ilk fırsatta istiklâlini ilân edeceği belliydi. Bu ihtimali bertaraf etmek için Sultan Abdülhamîd, o dâhiyâne siyâsetiyle şu tedbire başvurmuştu:
Bulgarlar da Yunanlar gibi ortodoks mezhebine mensubdular. Ancak asırlardan beri din adamı yetiştirmedikleri gibi kendilerine mahsus kiliseleri de yoktu. Sultan Abdülhamîd, onları dînî bakımdan Yunanlılar’dan ayırmayı düşündü. Bunun için İstanbul’da Balat’taki Rum ortodoks patrikliğinin karşısına bunların Rum patrikliğine muâdil ve onunla aynı hukûka sahip “erksahlık” adıyla Bulgar kilise riyâsetini te’sis etti. Patrikhâne demek olan bu müessesenin binasını, Berlin’de ve gizlice çelik parçalar halinde îmâl ettirip yine gizlice İstanbul’a getirtti. Ve ustaları sabaha kadar çalıştırıp bir gecede monte ettirdi. Sabahleyin rum papazları gözlerini açtıklarında, karşılarında kendilerine rakip bir patrik binâsını, levhası asılmış olduğu halde görünce, dehşete kapıldı. (Hâlâ yerinde duran Bulgar erksahlığı, Türkiye’de ilk prefabrik binâdır.)
Bu surette Bulgar kilisesi, Sultan Abdülhamîd’in bu siyâsî manevrası ile teessüs etmiş oldu. Bunun bir ihtiyaç olduğu ortaya çıkınca, Bulgar ve Rumlar’ın müştereken oturdukları yerlerde kavga başladı. Rum papazların idâresinde ayin yapan bu gibi kiliseleri Bulgar erksahlığına bağlamak için mücâdele ederek Bulgarlar’ı ve buna karşı çıkan Rumlar’ı da yıllarca oyalayan Sultan Abdülhamîd Han, her iki tarafa da bir mâvi boncuk vermek kabîlinden mes’eleyi devamlı bir surette te’hir ederek kedi-köpek gibi bu iki kavmin birbirlerine karşı gerginliğini sağlamıştı.
Gâfil İttihatçılar, iş başına gelince, “kiliseler kanunu” denilen bir kanun çıkardılar. Rum ve Bulgarlar’ın müştereken yaşadıkları yerlerdeki kiliseleri onlar arasında taksimi için nüfûs ekseriyetini esas aldılar. Sayım yaptılar. Hangi taraf çoğunlukta ise kiliseyi hükûmet kuvvetlerini kullanarak o tarafa teslim edip kilisesiz kalan tarafa da iki sene içinde devlet parasıyla yeni bir kilise yaptırarak aralarındaki ihtilâfı bertaraf ettiler.
Bu surette kiliseler kavgası sona erince, Bulgarlar ve Yunanlar, birkaç yıl içinde dost oldukları gibi, ezelî düşmanımız Sırplar’ı da yanlarına alarak Balkan Harbi’ni başlattılar. İşte Sultan Abdülhamîd Han’ın:
“–Gâlibâ siz kiliseler mes’elesini hallettiniz!..” diyerek işâret ettiği mes’elenin aslı budur.
İttihat ve Terakkî hükûmetlerinin cehâlet ve hıyânetleri saymakla bitmez:
Sultan Abdülhamîd Han’ın artık yahûdî güdümüne girmiş bulunan İngiliz siyâsetine karşı Almanlar’ı tahrîk etmesinin mâhiyyetini anlayamayan İttihatçılar, Balkan Harbi’ni müteakıben ortaya çıkan I. Cihan Harbi’ne de Almanlar’ın yanında girmek ahmaklığını gösterdiler. Hem de bir yahûdî oldu bittisi ile…
Henüz Balkan Harbi fâciasının yaraları sarılmamışken sırf Almanlar’ın yükünü hafifletmek maksadıyla Osmanlı Devleti’nin hazırlıksız bir surette harbe dâhil olması, yıkılışın en korkunç âmili olmuştur.
Harbin sonu belli olmaya başladığı hengâmede, Sultan Abdülhamîd’i devirmekle hatâ ettiklerini nihâyet anlayabilen İttihat ve Terakkî reisleri Enver ve Talat Paşalar, artık Beylerbeyi Sarayı’nda ikâmet etmekte bulunan tahttan indirilmiş Pâdişâh’ı ziyâret edip fikrini sordular.
O koca Sultan, bir atlas getirterek onlara, İngiliz sömürgelerini göstertti. Nüfûslarını yekûn ettirdi. Sonra Almanlar’ın sömürgelerini sordu. Tabii Almanlar’ın sömürgesi olmadığı ortaya çıktı. Sultan keder dolu bir hüzünle:
“–Şu hesâbı da mı yapamadınız?! Hiç İngiltere’ye karşı Almanlar’ın yanında harbe girilir miydi? Ben Almanlar’ı, İngiliz emellerini dengelemek için kullandım. Bundan öteye birşey düşünmedim. Şimdi fikrimi soruyorsunuz!.. Bu evvelce gerekliydi; artık çok geç!..” dedi.
İkisi de nemli gözlerle sarayı terkederlerken:
“–Bizler böyle bir sultanın kıymetini takdîr edemedik! Ne büyük bir hatâya düştük!..” diyorlardı.
Gerçekten o devirde yanlıştan yanlışa koşan niceleri, sonradan çeşitli vesîlelerle hatâlarını anlamış ve çâresiz bir pişmanlık içinde âdetâ şöyle demek zorunda kalmışlardır:
Eyvâh, bu bâzîçede bizler yine yandık;
Zîrâ ki ziyân ortada bilmem ne kazandık?!.
Çanakkale harbi esnasında düşman donanmasının Marmara denizini geçebileceği endişesi ile tedbir olarak pâdişâh ve hükûmetin Eskişehir’e nakli kararlaştırılmıştı. Abdülhamîd Han, durumdan haberdar olunca bunu büyük bir cesâret ve şecâatle redderek:
“–Ben Fâtih Sultan Mehmed Han’ın torunuyum!.. Hiçbir zaman Bizans imparatoru Kostantin’den aşağı kalamam! Dedem Fâtih İstanbul’u alırken, Kostantin askerinin başında savaşa savaşa ölmüştür. Birâderim nereye giderlerse gitsinler.. Fakat bilinmelidir ki, o ve hükûmet, İstanbul’dan ayrılırlarsa bir daha dönemezler. Bana gelince; ben, Beylerbeyi Sarayı’ndan ayağımı dışarıya atmam!” dedi.
Nitekim O’nun bu kararlılığı karşısında pâdişâh ve hükûmet İstanbul’da kaldı. Böylece devletin daha o gün yıkılması önlenmiş oldu.
Son derece yoğun, yorgun ve çileli bir ömürden sonra Abdülhamîd Han, yetmiş yedi yaşında 10 Şubat 1918’de rahmet-i Rahmân’a kavuştu. Mekânı cennet olsun!..
Rahmetullâhi Aleyh!..
Ulu Hâkan, 1918’de vefât ettiği zaman bütün mağdur ve mazlûm millet yas bağlamış, bütün İstanbul halkı görülmemiş mahşerî bir kalabalıkla O’nu dîvân yolundaki türbesine defnederek âhırete yolcu ederlerken bazıları:
“–Bizi bırakıp nereye gidiyorsun Ulu Hakan?” diyerek ağıt yakmışlardır.
Kendisine karşı en çirkin ve şiddetli muhâlefeti göstermiş bulunanlar bile, zamanla ve arkasından sökün etmiş olan fâciaların îkâzıyla uyanarak nedâmet hislerini terennüm etmişlerdir. Bunlardan filozof Rızâ Tevfîk’in kulaktan kulağa yayılmış bulunan Abdülhamîd-i Sânî’nin Rûhâniyetinden İstimdâd isimli şu şi’ri, pek meşhurdur:
Nerdesin şevketli Abdülhamîd Han?
Feryâdım varır mı bârigâhına?..
……….
Târihler adını andığı zaman;
Sana hak verecek ey koca Sultan!
Bizdik utanmadan iftirâ atan;
Asrın en siyâsî Pâdişâhına!..
Pâdişâh hem zâlim hem deli dedik;
İhtilâle kıyâm etmeli dedik;
Şeytan ne dediyse biz “belî” dedik;
Çalıştık fitnenin intihâbına…
Dîvâne sen değil, meğer bizmişiz;
Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz;
Sâde deli değil, edebsizmişiz;
Tükürdük atalar kıblegâhına!..
Nâdimlerden biri olan Süleyman Nazif de, Abdülhamîd Han’dan sonra cereyan eden içinden çıkılmaz hâdiseler karşısında Ulu Hakan’ın türbesini ziyârete giderek nedâmet hislerini şöyle ifâde eder:
Kaç zamandır gelmemişken yâda biz;
İşte geldik Sen’den istimdâda biz;
Hasret olduk eski istibdâda biz!..
Filistin’in ilk mazlûmu Abdülhamîd Han’dır. Çünkü hal’i, O’nun, Filistin mes’elesinde yahûdî Teodor Hertzel’e mukâvemeti sebebiyle gerçekleşmiştir.
Vefâtı ile bütün İslâm âlemi âdetâ yetim kalmıştır. Çünkü gerçek mânâsıyla hılâfeti ayakta tutan O idi. Kendisinden sonra -askerî gâileler sebebiyle- bir daha bu dirâyeti göstermek mümkün olmamıştır. Gerçekten Sultan Abdülhamîd, 1900 yılında Çin’de milliyetçi bir grup tarafından Alman büyükelçisi Kettler katledilip büyük bir batı aleyhtarı hareket başlayınca, “Boxer İsyânı” denilen bu hâdise dolayısı ile Wilhem’in kendisinden yardım istemesini bahane ederek oraya bir “nasîhat hey’eti” göndermiş ve Pekin’de uzun müddet faâliyet gösterecek olan “Hamidiyye Üniversitesi” adıyla bir dînî tedris müessesesi kurmuştur.
Japonya’ya, tarihimizde “Ertuğrul Fâciası” diye bilinen bir ilmî hey’et gönderip İslâm’ı oralara kadar yaymak ve hılâfet nüfûzunu âlemşümûl bir duruma getirmek yolunda yürümüştür. Sultan Abdülhamîd’in bu İslâmcı siyâsetinin şümûl ve kuvvetini anlayabilmek için, Medîne-i Münevvere’ye kadar döşetmiş olduğu demiryolu hattının, devlet kesesinden bir kuruş çıkmadan sırf dünyâ müslümanlarının yardımlarıyla gerçekleşmiş bulunduğunu hatırlamak kâfîdir.
Sultan Abdülhamîd, son derecede ileri görüşlü bir kimseydi. Amerika’da horlanan zencilerin mâruz kaldıkları zulümlerden istifâde ile onları İslâm’a çekmek maksadıyla oraya propagandacılar gönderdiği ve bugünkü «zenci-müslüman» varlığının teşekkülüne âmil olduğu da bir gerçektir.
Oturduğu yerden dünyâyı fotoğraflarla takip eden ve bundan dolayı bugün kendisinden üçbinden ziyâde albüm kalmış bulunan Sultan Abdülhamîd, zamanında dünyâdaki bütün gelişmeleri harfiyyen takip etmekteydi. Meselâ 1904 Rus-Japon harbinde dünyâda hiçbir Allâh kulu Japonlar’ın gâlip geleceğine ihtimal vermezken O, uzakdoğuya gitmek üzere boğazdan geçen Rus gemilerinin, geri dönmeyeceklerini sadrazamına söylemiştir. Hattâ bu harbi meşhur Pertev Paşa vâsıtasıyla günü gününe takip etmiş, Ruslar’ın Japonlar’a mağlûb olmasının kendi devleti hesâbına kazançlı neticelerini devşirmekten geri kalmamıştır.
Son söz olarak şu husûsu belirtmeliyiz ki, Sultan Abdülhamîd, O’nun mübârek şahsiyeti, siyâsetinin incelikleri ve zamanının dâhilî ve hâricî gâileleri, böyle makale hacimli yazılara sığmaz…
O bütün milletin âdetâ müstehak olduğu musîbetleri bertaraf için bir beşer tâkatinden umulmayacak derecede gayret gösterdiği hâlde, netice fâsıkların galebesi ile tahakkuk etmişse, bunu kader perspektifinden bakmadıkça anlamak mümkün değildir.
Abdülhamîd Han’ın dindarlığı, hizmetleri, merhameti, zekâsı ve kâbiliyeti destanlıktır. O’nun ihlâsını şu hâtıra ne güzel ifâde eder:
Sultan Abdülhamîd Han, âcil bir iş zuhûr edince, gecenin hangi vakti olursa olsun uyandırılmasını ister, ertesi güne bırakılmasına rızâ göstermezdi. Bu hususda mâbeyn başkâtibi Es’ad Bey, hâtırâtında şöyle demektedir:
“Bir gece yarısı, çok mühim bir haberin imzâsı için Sultan’ın kapısını çaldım. Fakat açılmadı. Bir müddet bekledikten sonra tekrar çaldım, yine açılmadı. «Acabâ Sultan’a emr-i Hakk mı vâkî oldu?» diye endişelendim. Biraz sonra tekrar çaldım; bu sefer kapı açılarak Sultan, elinde bir havlu ile kapıda göründü. Yüzünü kuruluyordu. Tebessüm etti:
«–Evlâd! Bu vakitte çok mühim bir iş için geldiğinizi anladım. Kapıyı daha ilk vuruşunuzda uyanmıştım, ancak abdest aldığım için geciktim; kusura bakma!. Ben bu kadar zamandır milletimin hiçbir evrakına abdestsiz imzâ atmadım… Getir imzâlayayım!..» dedi.
Ve “besmele” çekerek evrâkı imzâladı.”
Hattâ zevcesi, Abdülhamîd Han’ın bu husûsiyetiyle alâkalı olarak şöyle bir nakilde bulunmuştur:
“O, yatağının başında dâimâ temiz bir tuğla bulundururdu. Yataktan kalktığında çeşme mahalline kadar abdestsiz yere basmamak için bununla teyemmüm alırdı. Sebebini sorduğumda:
«–Bunca müslümanların halîfesi olarak, biz sünnet ölçülerine dikkat etmezsek, ümmet-i Muhammed bundan zarar görür!..» dedi.”
Abdülhamîd Han bağlılarından olmayan bir mâbeyn kâtibi de, hâtırâtında şu câlib-i dikkat hâdiseyi anlatır:
“Bir akşamdı. Mâbeynde nöbetçi olarak ben kalmıştım. Gelen mektub, telgraf, rapor ve tezkerelerin listesini tertiblemiştim. Tam huzûra çıkmak üzre iken bir telgraf geldi. İstanbul Lâleli Postahanesi me’mûrlarından birinin Hünkâr’a çektiği bir telgraftı bu…
Bîçâre me’mûr, telgrafında karısının o gece doğum yapacağını ve doğumun da tehlikeli olacağına dâir doktorların kendisini îkâz ettiğini, fakat elinde hiçbir imkân bulunmadığını, bu sebeple merhamet-i şâhâneye sığındığını, bildiriyordu.
Ben de bunu pek kayda değer görmeyerek zât-ı şâhâneye vereceğim listenin içerisine almadım.
Ancak huzûrda, Pâdişâh âdeti üzere herşeyi ayrı ayrı gözden geçirdikten sonra ilâve etti:
«–Başka birşey var mı?»
«–Kayda değer birşey yok efendim!” dediysem de Sultan, ısrarla suâlini tekrarladı ve:
«–Sen kayda değer saymadığını da söyle!» dedi.
Bunun üzerine mâlum telgraftan bahsettim. Arza değmeyeceğini düşünerek listeye almadığımı bildirdim. Hüzünlenerek tâlimat verdi:
«–Hemen getiriniz!»
Şaşkın bir vaziyette telgrafı getirdim. Sultan, orada yazılanları dikkatle okudu. Ardından düşündüğümün tam aksine derhal saray doktorunu çağırtarak bana döndü:
«–Derhal beraberce Lâleli’ye gidiniz ve doğum yapacak olan kadıncağıza gerekli müdâhaleyi yaptırınız!» diye ferman buyurdu.
Sultan’ın bu emri üzerine saray doktoru ile o me’mûrun evine gittik. Vazîfemizi yerine getirip hastaneden döndüğümüzde ise, vakit sabaha yaklaşmıştı. Saraya girince, kapının sesinden bizi farkeden Sultan, perdeyi araladı ve eliyle “gelin” diye işâret etti.. Odasının ışıkları yanıyordu. Demek ki, sabaha kadar ibâdet ve duâ ile meşgul olmuştu.
Hemen huzûruna girdik. Neticeyi sordu. Olduğu gibi anlattım:
«–Sultanım, doğum bir hayli müşkil oldu. Ancak mütehassıs doktorların gayretleri ile hasta kurtuldu elhamdülillâh.. Bir erkek çocuk dünyâya getirdi. Adını da Abdülhamîd koydular. Sabaha kadar gözyaşları içinde zât-ı âlînizin ömür ve devletlerine duâ ettiler…» dedim.
Bizi ayakta dinleyen milletin merhametli babası olan Hünkâr, bu durum üzerine rahatlayarak derinden bir «elhamdülillâh» dedi. Sonra paravananın arkasına geçerek iki rek’at şükür namazı kıldı.”
Yâ Rabb! Sultan Abdülhamîd Han gibi nice dâhîleri, yiğitleri ve ferâgat-i nefs sahibi has kulları yetiştirip senin yolunda fedâ eden ümmet-i Muhammed’i ehl-i nifâka ve ehl-i küfre karşı mansûr ve muzaffer eyle! Verdiğin mes’ûliyyetin ağırlığını taşıyacak güç ve kuvvet bahşet!
Âmîn!..
 

MURATS44

Özel Üye
ÇANAKKALE ZAFERİ ve ADSIZ KAHRAMANLAR Alman ve İngilizler’in sanayî rekâbetinden doğan I. Cihân Harbi başladığı zaman Osmanlı Devleti, İttihat ve Terakkî istibdâdı altındaydı. Bu kadro, millî târihimizin en büyük şahsiyetlerinden biri olan Sultan Abdülhamîd Han’ı yahûdî güdümlü bir entrika sonunda tahtından indirerek işbaşına gelmişti. Ancak çok geçmeden kısmen gaflet, kısmen de müteselsil ihânetler neticesi olarak devleti felâketten felâkete sürüklemişler ve geniş ülkesiyle harp sahâsı dışında kalması zor olan Osmanlı Devleti’ni askerî ve ahlâkî bakımdan tehlikeli bir noktaya getirmişlerdi.

Oysa 1911 Trablusgarb ve 1912 Balkan Harpleri fâciâlarının açtığı yaralar henüz sarılmamıştı. İç siyâsette hasımlarını dehşetli bir terörle bertaraf etmek yoluna giden İttihat ve Terakkî kadrosu, harplerin doğurduğu iktisâdî sıkıntıları da istismâr etmek sûretiyle zengin olma yolunu tutmuştu. Diğer yandan, taraflar arasında kendi içlerinde bir birlik de yoktu. Talat ve Enver Paşalar, Almanlar’a taraf olurken, Cemâl Paşa Fransızlar’ın dâhil olduğu îtilâf grubunu tercîh etmekteydi. Fakat bu grupta yahûdî güdümlü İngilizler vardı. Bunlar harp neticesinde Filistin’i ele geçirip yahûdîye ciro etmek husûsunda kararlıydılar. Aynı grupta bulunan Ruslar’ınsa, topraklarımız üzerinde târihî emelleri vardı. Bu yüzden Cemâl Paşa’nın teşebbüsleri netice vermedi.
Harp başladıktan kısa bir müddet sonra Rusya’da başgösteren açlık, 1904 ihtilâl tecrübesinden bakıyye kalan komünistlere yeni bir fırsat oluşturdu. Komünistler, bu iktisâdî sıkıntıları istismâr ederek Çarlık idâresini sarsmaya başladılar. Durumun bir komünist ihtilâline dönüşmemesinin yegâne çâresi, müttefiklerince Rusya’ya gıdâ ve sâir yardımlarda bulunmaktı. Ancak bunun için Romanya üzerindeki Galiçya cephesini geçmek, askerî bakımdan oldukça güçtü. Fakat bu sırada Alman istihbaratının tertîbi olan esef verici bir hâdise, düşmanın ekmeğine yağ sürdü; Goben ve Breslaw (sonradan Yavuz ve Midilli) adındaki iki Alman zırhlısı, gûyâ düşman takibinden kaçıyormuş gibi bir görünüşle Çanakkale Boğazı’ndan içeriye girdi. İttihat ve Terakkî hükûmeti, müttefiklerince protesto edilen bu hareketi, gemilerin satın alındığı yolunda bir cevapla geçiştirmeye çalıştı. Böyle bir tavrın Osmanlı Devleti’ni gereksiz ve vaktinden önce harbe sokacağını hesap edemeyen gâfiller, bir de Türk sancağı çektikleri bu gemilerin kumandan ve personelini değiştirmek ihtiyâcını dahî hissetmediler. Sadece onları Osmanlı kıyafetine büründürmekle yetindiler. Birkaç gün sonra bu iki zırhlı, gûyâ bir gezinti maksadıyla Karadeniz’e açıldı. Çok sonradan sâbit olduğu üzere Enver Paşa’nın tâlimatıyla önce bir Rus nakliye gemisine saldırdı ve sonra da Sivastopol’u bombardıman etti. Böylece yahûdî asıllı Alman amirali Suşon’un oldu bittiye getirmesiyle Osmanlı Devleti, cihân harbi yangınına itilmiş oldu.
İşte bu sebepledir ki müttefikler, boğazları geçerek Rusya’ya yardım götürmek ve muhtemel bir komünist ihtilâlini önlemek gâyesiyle Çanakkale’ye saldırdılar.
Cihân târihinin en azametli harplerinden biri olan Çanakkale muhârebeleri, İngiliz, Fransız ve İtalya gibi üç büyük devletin buraya yığdığı en modern zırhlılar ve üçyüzbin kişiden ziyâde askere rağmen başarımızla sonuçlanmıştır.
Ama ne pahâsına!.. 250.000 harp sahâsında, takrîben 150.000 de hastânelerde olmak üzere 400.000 vatan evlâdının şehâdet şerbetini içmesi neticesi…
İttihatçıların kötü idârelerine ve askerî bakımdan binbir noksanlığa rağmen Mehmedçik, silâh kifâyetsizliğini îmânıyla telâfî ederek Osmanlı’nın târihine en son altın sayfalarından birini Çanakkale’de ilâve etmiştir.
Aşağıdaki beyitler, Çanakkale’nin hakîkî şehîd cengâverlerini ne güzel dile getirir:
Neslindeki geçmiş şühedânın adedinden,
Erkam utanır zîr-i zemînler utanırken!
Ön safta koşar ilk ölü şevkıyle ölürsün;
Arzın yaşayanlardaki zevkıyle ölürsün!
Tâvîz-i bekâ etmeyerek öyle tese’ül,
Eltâfını, şânın şerefin addederek zül;
İsminle de, cisminle de hep birden ölürsün,
Meçhûl olan eb’âda düşersin, gömülürsün!
Târîhe girersin de bilinmez nedir ismin,
Târîhi yapan sen, senin efsânedir ismin..
Yâdın, haberin son nefesinden de küçük, az;
Öldükte peyâm-ı ademin halka yayılmaz!
Âfâkı tutan velveleler, arbedelerle,
Gökten ebediyyet dilenen âbidelerle,
Meçhûlün o hodgâm, o şeref-âver ölümler,
Meçhûlün o te’yîd-i hayât eyler ölümler…
Yoktur cesedin, zıll-i zevâlin bile bâzen,
Yoktur o avâm âbidesi tahta cenâzen!
Kabrin! O da yok.. Varsa da tek bir taşı yoktur;
Nâşın gibidir; sînesi yoktur, başı yoktur!..
Çanakkale Zaferi’nin maddî silâhdan ziyâde îmân kuvvetiyle kazanıldığının sayısız misâli vardır. Bunlardan biri olarak bu cepheye gönüllü katılmış yedek subay Muallim Hasan Ethem merhûmun şehîdlik mertebesine ermeden az evvel anasına yazdığı ve oradaki askerin hepsine şâmil mânevî iklîmi aksettiren mektubunun bir parçasını dikkatlerinize aksettiriyoruz:
Vâlideciğim!
Dört asker doğurmakla müftehir şanlı Türk annesi!
Nasîhat-âmiz mektubunu, Divrin Ovası gibi güzel, yeşillik bir ovacığın ortasından geçen derenin kenarındaki armut ağacının sâyesinde (gölgesinde) otururken aldım. Tabiatın yeşillikleri içinde mest olmuş rûhumu bir kat daha takviye etti. Okudum, okudukça büyük büyük dersler aldım. Tekrar okudum. Şöyle güzel ve mukadddes bir vazîfenin içinde bulunduğumdan sevindim. Gözlerimi açtım, uzaklara doğru baktım. Yeşil yeşil ekinlerin rüzgâra mukavemet edemeyerek eğilmesi, bana, annemden gelen mektubu selâmlıyor gibi geldi. Hepsi benden tarafa doğru eğilip kalkıyordu ve beni, annemden mektup geldi diyerek tebrik ediyorlardı.
Gözlerimi biraz sağa çevirdim; güzel bir yamacın eteklerindeki muhteşem çam ağaçları kendilerine mahsus bir sadâ ile beni müjdeliyorlardı. Nazarlarımı sola çevirdim; cığıl cığıl akan dere, bana vâlidemden gelen mektupdan dolayı gülüyor, oynuyor, köpürüyordu… Başımı kaldırdım, gölgesinde istirahat ettiğim ağacın yapraklarına baktım. Hepsi benim sevincime iştirak ettiğini, yaptıkları rakslarla anlatmak istiyordu. Diğer bir dalına baktım, güzel bir bülbül, tatlı sadâsıyla beni tebşîr ediyor ve hissiyâtıma iştirak ettiğini ince gagalarını açarak göstermek istiyordu.
Sanki bülbül, bu terennümü ile benim duygularımı aksettiriyordu: «Vâliden kaderine küssün, ne yapalım! O da erkek olsaydı, bu çiçeklerden koklayacak, bu sütten içeçek, bu ekinlerin secdelerini görecek ve derenin âheste akışını tedkîk edecek ve çıkardığı derûnî nağmeleri duyacak idi.»
Şu anda bu güzel çayırın koyu yeşil bir tarafında, çamaşır yıkayan askerlerim saf saf dizilmişler. Dâvûdî sesli yiğit bir er ezân okuyordu.
Aman yâ Rabbî! Bu ovada bu lâhûtî ses, sanki başka bir âlemden geliyordu; ne kadar güzeldi! Bülbüller bile sustu, ekinler bile hareketten kesildi, dere bile sesini çıkarmıyordu. Herkes, herşey, bütün mevcûdât onu, o mukaddes sesi dinliyordu. Ezân-ı şerîf bitti. O dereden ben de bir abdest aldım. Cemâat ile namazı kıldık. O güzel yeşil çayırların üzerine diz çöktüm.
Dünyânın bütün dağdağa ve debdebelerini unuttum. Ellerimi kaldırdım, gözümü yukarı diktim, ağzımı açtım ve dedim:
«Ey yerlerin ve göklerin Rabbi! Ey şu öten kuşun, şu gezen ve meleyen koyunun, şu secde eden yeşil ekin ve otların, şu heybetli dağların Hâlıkı! Sen bütün bunları bizlere verdin. Yine bizlerde bırak! Böyle güzel yerler ve şu nîmetler, seni takdîs ve senin yüceliğini tasdîk eden bizlere âid olsun!
Ey benim ulu Allâh’ım! Şu kahraman askerlerin bütün dilekleri, senin ism-i celâlini İngiliz ve Fransızlar’a tanıtmaktır. Sen bu şerefli dileği ihsân eyle ve huzûrunda titreyerek, böyle güzel ve sâkin bir yerde sana duâ eden biz askerlerin süngülerini keskin, düşmanlarını zaten kahrettin ya, bütün bütün mahveyle!..» diyerek duâ ettim ve kalktım.
Artık benim kadar mes’ûd, benim kadar mesrûr bir kimse tasavvur edilemezdi.
Anneciğim, diğer oğlun Hâlid de benim gibi güzel yerlerdedir.
Yalnız bu memleketlerde düğün olmuyor! İnşâallâh düşman askerini kahreder de zaferle yanına döner ve düğünümü yaparız, olmaz mı?
Vâlideciğim, bizleri duâlarından unutma! Allâh senden râzı olsun!..
Oğlun Hasan Ethem
4 Nisan 1331 - 17 Nisan 1915
İşte Çanakkale Zaferi, böyle büyük kahramanların canları mukabilinde bize sundukları bir muvaffakıyet, bir hediyyedir. Ve bu şanlı müdafaa harbinin her zafer hamlesinde bunun gibi bilinen ve bilinmeyen nice misâller mevcûddur. İşte ibret dolu misâller:
Bir Şehîdimizin Son Sözleri
2 Haziran 1916’da Kolağası (Yüzbaşı) Mehmed Tevfîk, Çanakkale Harbi’nde bir İngiliz mermisi ile yaralanmış ve şehîd olmadan önce şu mektubu yazmıştı:
Ovacık yakınlarındaki Ordugâhtan 18 Mayıs 1331 Pazartesi (1916)
Sebeb-i hayatım, feyz-i refîkım,
Sevgili babacığım ve vâlideciğim,
Arıburnu’nda ilk girdiğim müthiş muhârebede sağ yanımdan ve pantolonumdan hâin bir İngiliz kurşunu geçti. Hamdolsun kurtuldum. Fakat, bundan sonra gireceğim muhârebelerden kurtulacağıma ümîdim olmadığından, bir hâtırâ olmak üzere, şu satırları yazıyorum.
Hamd ü senâlar olsun Cenâb-ı Hakk’a ki, beni bu rütbeye kadar ulaştırdı. Yine mukadderât-ı ilâhiyye olarak beni asker yaptı. Siz de ebeveynim olmak dolayısıyla, beni vatan ve millete hizmet etmek için nasıl yetiştirmek lâzımsa öylece yetiştirdiniz. Sebeb-i feyz-i refîkım ve hayatım oldunuz. Hakk Teâlâ Hazretleri’ne nihâyetsiz hamd ve sizlere sonsuz teşekkürler ederim.
Şimdiye kadar milletin bana verdiği parayı bugün hak etmek zamânıdır. Vatanıma olan mukaddes vazîfemi yerine getirmeye çalışıyorum. Şehîdlik rütbesine kavuşursam, Cenâb-ı Hakk’ın en sevgili kulu olduğuma kanâat edeceğim. Asker olduğumdan, bu her zaman benim için pek yakındır.
Sevgili babacığım ve vâlideciğim! Gözbebeğim olan hanımım Münevver’i ve oğlum Nezihciğimi önce Cenâb-ı Hakk’ın sonra sizin himâyenize bırakıyorum. Onlar hakkında ne mümkün ise lütfen yapmaya çalışınız. Servetimizin olmadığı mâlûmdur. Mümkün olandan fazla bir şeyi isteyemem. İstersem de boşunadır. Refîkama (hanımıma) hitâben yazdığım kapalı mektubu lütfen kendi eline veriniz! Tabiî ağlayıp üzülecek; tesellî ediniz. Allâh Teâlâ’nın takdîri böyle imiş. İsteklerim ve borçlarım hakkında refîkamın mektubuna koyduğum deftere ehemmiyet veriniz! Münevver’in hâfızasında veyahut kendi defterinde kayıtlı borçlar da doğrudur. Münevver’e yazdığım mektubum daha geniştir. Kendisinden sorunuz.
Sevgili baba ve vâlideciğim! Belki bilmeyerek size karşı birçok kusurlarda bulunmuşumdur. Beni afvediniz! Hakkınızı helâl ediniz! Rûhumu şâd ediniz! İşlerimizin düzeltilmesinde refîkama yardımcı olunuz!
Sevgili hemşîrem Lütfiyeciğim!
Bilirsiniz ki, sizi çok severdim. Sizin için gücümün yettiği nisbette ne yapmak lâzımsa isterdim. Belki size karşı da kusûr etmişimdir. Beni afvet, mukadderât-ı ilâhiyye böyle imiş. Hakkını helâl et, rûhumu şâd et! Yengeniz Münevver hanımla oğlum Nezih’e sen de yardım et!
Ey akrabâ ve dostlarım, cümlenize elvedâ! Cümleniz hakkınızı helâl ediniz! Benim tarafımdan cümlenize hakkım helâl olsun! Elvedâ, elvedâ! Cümlenizi Cenâb-ı Hakk’a tevdî ve emânet ediyorum. Ebediyyen Allâh’a ısmarladık, sevgili babacığım ve vâlideciğim…
Oğlunuz
Mehmed Tevfîk
Diğer bir cengâver şehîdden ibretli bir tablo:
Kolumu Kesiver Kumandanım!
Çanakkale muhârebelerinde kumandanlık etmiş, yaralanmış emekli bir subay hâtırâtında şöyle anlatıyor:
Çanakkale Harbi’nin devâm ettiği günlerden birindeyiz. O gün akşama kadar devâm eden savaş, bu nisbetsiz üstünlüğe karşı yine zaferimiz ile netîcelenmek üzereydi. Gözetleme yerinde muhârebenin son safhasını heyecanla takip ediyordum. Mehmedciklerin “Allâh Allâh…” nidâları ufku titretiyor, korkunç bir medeniyetin bütün heybetini temsil eden top seslerini bile bu müthiş haykırışlar bastırıyor gibiydi.
Bir aralık yanımda bir ayak sesi duyar gibi oldum. Geriye dönünce Ali Çavuş ile karşılaştım. Sapsarı olmuş yüzünde müthiş bir ızdırap okunuyordu. Daha neyin var demeye kalmadan, o herşeyi anlatmaya yetecek olan kolunu bana gösterdi. Dehşetle ürpermiştim. Sol kolu bileğinin dört parmak kadar yukarısından aldığı bir isâbetle hemen hemen tamamen kopacak hâle gelmişti ve elini yere düşmekten ancak zayıf bir deri parçası alıkoymakta idi. Ali Çavuş dişlerini sıkarak ızdırâbını yenmeye çalışıyordu. Sağ elindeki çakıyı bana uzattı:
“–Şunu kesiver kumandanım!” dedi.
Bu üç kelimelik cümle, öyle müthiş bir istek, öyle bir mecbûriyet ifâde ediyordu ki, gayr-i ihtiyârî çakıyı aldım ve derinin ucunda sallanan eli koldan ayırdım. Bu tüyler ürpertici vazîfeyi yaparken de:
“–Üzülme Ali Çavuş, Allâh vucûduna sağlık versin!” diye moral vermeye çalışıyordum.
Çok geçmeden Ali Çavuş, yalnız elini değil, vatan uğruna fânî vucûdunu da fedâ etti. Gözlerini hayata yumarken de:
“Vatan sağ olsun! Allâh îmândan ayırmasın!.. Canım vatana fedâ olsun!..” cümlelerini tekrarlayarak son nefesini vermiş, etrâfı küçük bir kan gölü hâline gelmişti.
Çanakkale harbi nasıl bir îmân gücüyle kazanıldı? Bu husûsda, bizzat harbe iştirâk etmiş bulunan kahraman yiğitler, zaferin taktiğini şu şekilde anlatıyorlardı:
“Gönüllerimiz Allâh’a niyâz hâlindeydi. O’nun yardım ve istiânesine sığınmıştık. Kumandanlarımız da sürekli olarak bize «Salât-ı Nâriyye»yi okutturuyorlardı… Böylece ilâhî yardıma nâil olduk…”
Te’yîd-i İlâhî (İlâhî Yardımlar)
Çanakkale mühtahkem mevkî kumandanı Mirlivâ Cevat Paşa, Boğaz’a çöreklenen düşman donanmalarının bombardımanları karşısında melûl ve mahzûn bir halde iken aşırı yorgunluktan dolayı hafîf bir uykuya dalmıştı. Rü’yâsında hâtiften bir ses işitti:
“–Ey Cevat! Sizler Allâh Teâlâ’nın yüce kelâmına hürmet ve tâzim edersiniz. Bunun için Cenâb-ı Hakk’ın yardımı size müjdeler olsun! Şu denizin üzerine bir bakıver!”
Cevat Paşa, denizin üzerine baktığında, bir nûr cümbüşü arasında «kef» ve «vav» harflerini gördü. Ardından uyandı.
Ertesi gün Cevat Paşa, bir mezarın başında Fâtiha okurken rü’yâsındaki sesi bir daha işitti:
“–Ey Cevat! Depolardaki 26 mayını denize döşe!”
Heyecana kapıldı. Mânevî bir muammâ ile karşı karşıya idi. Bunu nasıl çözeceğini düşünürken az ilerde kendisini süzen nûr yüzlü bir zâta rastladı. O zât, Paşa’ya yaklaştı ve bir derdi olup olmadığını sordu. Paşa da, olup bitenleri anlattı. O Allâh dostu, Paşa’nın anlattığı muammâyı derûnî bir vukûfiyetle açıkladı:
“–Evlâdım! Deniz üzerinde gördüğün nûr, zaferimize alâmettir. Kâfirlerin bu topraklara sahip olamayacağını gösterir. «Kef» ve «vav» harfleri ise, “ebced” hesabına göre 26 eder. O halde deponuzdaki 26 mayını döşemeniz, zaferin en büyük hamlelerinden biri olacaktır.”
Bu sözlerinin ardından o nûr yüzlü zât, gözden kaybolup gitti.
Artık mes’eleyi iyice idrâk etmiş bulunan Cevat Paşa, vakit geçirmeden mezkûr mayınların döşenmesi için derhal emir verdi. Nusret Mayın Gemisi ile döşenen mayınlar, Yüzbaşı Hakkı Bey’in kumandasında vazîfesini mükemmel bir şekilde yerine getirdi. Gece yarısı denize salınan mayınların her biri tekbîr ile suya yerleştirilmişti. O sabah Yüzbaşı Hakkı Bey, vazîfesini tamamladıktan sonra geçirdiği bir kalb krizi ile şehîd oldu.
Ertesi gün, düşman zırhlıları Boğaz’a girdiğinde, gece döşenmiş olan mayınlar, vazîfelerini îfâ etmeye başladı. Neticede düşman donanmasının birkısım mühim zırhlıları bu mayınlarla Boğaz’ın sularına gömüldü. Böylece düşmanın hücûmu akâmete uğradı.
Büyük bir te’yîd-i ilâhîye mazhar olunmuştu. İhlâsın ve Allâh’a samîmî ilticânın fütûhâtı, çok bariz bir şekilde müşâhede edilmekteydi. Zîrâ Çanakkale’nin îmânlı ordusu, dîn-i mübîn ve vatanları uğruna çarpışıyordu. Bunun için onlar ilâhî yardıma muhâtab oldular. Allâh Teâlâ buyurur:
“Siz Allâh’ın dînine (onu muhlisler olarak yaşayarak ve başkalarına da ileterek) yardım ederseniz, Allâh da size yardım eder.” (Muhammed, 7)
Bu yardıma mazhar olan Koca Seyyid’in hâtırâsı, unutulmayan gerçeklerdendir.
Koca Seyyid
Rumeli Mecidiye Tabyası, korkunç bir düşman saldırısı neticesinde neredeyse tamamen imhâ edilmişti. Cephaneliğin büyük kısmı havaya uçmuş, onaltı topçumuz şehîd olmuştu. Koca Tabya’dan ayakta kalabilen bir yüzbaşı, iki nefer, bir de vinci kırılmış, ağzına mermi alamayan tek bir top idi.
Yüzbaşı, etraftaki birliklere durumu haber vermek için uzaklaşmıştı ki, erlerden Koca Seyyid, denizin üzerinde ateş ve ölüm püskürerek ilerleyen düşman gemilerine bakarak derin derin içini çekti. Gözleri doldu. Acziyyet içinde çırpınan yüreğinin mahzûniyetiyle ellerini yüce Mevlâ’ya kaldırdı ve:
“Yâ Rab! Ey kudret sâhibi Allâh’ım! Bana şu an öyle bir kuvvet ver ki, hiçbir kulun benden daha güçlü olmasın!” diyerek Rabbine sığındı, O’ndan yardım istedi.
Koca Seyyid, dünyâ âleminden sıyrılmıştı ve sadece Rabbinin huzûrunda idi. Gözlerinden akan yaşlar yanaklarından aşağı süzülüyordu. Vird hâlinde bir müddet:
dedi.
Sonra birden «Yâ Allâh» diye haykırdı ve arkadaşının hayret ve şaşkınlık dolu nazarları arasında 215 okkalık (yaklaşık 276 kiloluk) mermiyi kavrayıp kaldırdı. Demir basamakları üç kez inip çıktı. Göğüs ve omuz kemiklerinin çatırtıları duyuluyordu. Sel gibi ter döküyordu. Koca Seyyid, çatlamış dudaklarıyla:
“Allâhım! Benden kuvvetini esirgeme!” duâsına devâm ediyordu.
Nihâyet topun ağzına sürdüğü meşhûr üçüncü mermiyle savaşın kaderi değişti. İngilizler’in “Oşin” isimli zırhlı gemisi vurulmuş ve denizin üzeri cehennemî bir aleve bürünmüştü.
Hâdiseyi öğrenip Cenâb-ı Hakk’a şükreden Cevat Paşa, Koca Seyyid’i tebrîk ederken ondan aynı ağırlıkta bir başka mermiyi tekrar kaldırmasını istediğinde Koca Seyyid, şu cevabı verdi:
“–Paşam! Ben bu mermiyi kaldırırken gönlüm Allâh’ın feyziyle dopdolu ve te’yîd-i ilâhîye mazhar idi. Kendimde bir başkalık hissetmekteydim. Bu ağırlığı kaldıracak bir makama ulaşmışsam, Cenâb-ı Hakk’a yaptığım duâların mukâbilinde O’nun nusret ve inâyetinin tecellîsi idi ki bu, o âna mahsûstur. Şimdi kaldıramam kumandanım; mâzur görün!..”
Seyyid’in bu sözleri üzerine Cevat Paşa:
“–Evlâdım! Büyük bir iş başardın. Bir mükâfât iste benden?” dedi.
Allâh’a kulluktan başka her şeyi gönlünden silmiş bulunan fedâkâr yiğit, rûhundaki ikinci kahramanlığı da:
“–Kumandanım! Hiçbir talebim yoktur; lâkin ben pehlivan yapılı olduğumdan dolayı günde bir somun yetmiyor. Düşman karşısında daha güçlü olmam için emretseniz de bana iki somun verseler!..” diyerek sergiledi.
Bu isteğe tebessüm eden Cevat Paşa, onu onbaşılıkla mükâfatlandırdı.
Koca Seyyid’in bu hâli, kalbinin samîmiyyet ve saflığını ne güzel ifâde etmektedir.
Dâimâ mâneviyyât, maddeden üstün gelince, onu te’sîri altına alır. Nitekim Çanakkale Harbi’ndeki İngiliz kumandanı târihçi Hamilton da, bu hakîkati şöyle îtiraf etmiştir:
“Bizi Türkler’in maddî gücü değil, mânevî gücü mağlûb etmiştir. Çünkü onların atacak barutu bile kalmamıştı. Fakat biz, gökten inen güçleri müşâhede ettik!..”
Yine Hamilton’un bir kâbus diyerek anlattığı şu rü’yâsı da ibretlidir:
“… Korkunç bir rü’yâ gördüm. Bu, rü’yâdan ziyâde bir kâbus idi. Helles kıyılarında boğulmak üzere idim. Boğazımı demir kıskaç gibi sıkan bir el beni suyun dibine doğru çekiyordu. Uyandığım zaman ter içerisinde idim ve titriyordum. İçimde, çadırımda yabancı birisi varmış gibi bir his vardı…
Şimdiye kadar böyle korkunç bir rü’yâ görmemiştim. Çanakkale’nin meş’um (uğursuz) olduğu fikri aklımda yer etmeye başladı. Bu histen saatlerce kurtulamadım. Sanki biz daha buralara gelmeden âkıbetimiz kararlaştırılmıştı ve şimdi de üzerimizde icrâ ediliyordu…”
O sırada İngiliz Harbiye Nâzırı olan ve müttefiklerin, husûsiyle mütereddid İngiliz hükûmetinin Çanakkale’ye saldırma kararı almasını:
“–Merak etmeyin! Ben üzerimdeki şu bahriye kıyafetiyle Türkler’in payitahtına oturacağım!” şeklindeki sözlerle te’mînat üstüne te’mînat vererek sağlamış bulunan Churcill, muhârebe sonrası niçin mağlûb olduğu sebebiyle muhâkeme edilirken itâb edici ağır suâller karşısında iyice darlandığı bir sırada mahkeme hey’etine şöyle haykırmıştır:
“Anlamıyor musunuz, biz Çanakkale’de Türkler’le değil, Allâh ile harbettik!.. Tabiî ki yenildik…”
Düşman kumandanlarına bu itirafları yaptıran Çanakkale harbinde yaşanan ulvî hâdiseler, Cenâb-ı Hakk’ın nusret ve inâyetini açıkça sergilemektedir:
Bulut İçinde Bayram Namazı
Çanakkale harbinin devam ettiği günlerde bir Ramazan bayramı arefesiydi. Cephe kumandanı Vehip Paşa, 9. Tümen’in genç imâmını çağırarak mahzûn bir şekilde istemeye istemeye şöyle dedi:
“–Hâfız! Yarın Ramazan bayramı. Asker toplu olarak bayram namazı kılmak istiyor. Ne dediysem, vazgeçiremedim. Ancak böyle bir şey, pek tehlikeli, yâni düşmanın arayıp bulamayacağı toplu bir imhâ fırsatı olur. Münasip bir dille bunu erata sen anlatıver!..”
İmâm Efendi, Paşa’nın yanından henüz ayrılmıştı ki, karşısına nûr yüzlü bir zât çıktı ve:
“–Oğlum! Sakın ola askerlere bir şey söyleme! Gün ola hayır ola; Allâh ne derse, öyle olur..” dedi.
Ertesi sabâh, herkesi hayrette bırakan ilâhî bir tecellî yaşandı. Gökten hevenk hevenk bulutlar indi ve gönlü Allâh’a kulluk aşkıyla dopdolu olan mü’min askerlerin üzerini kapladı. Onları dürbünle gözleyen düşman kuvvetleri, artık bembeyaz bulutlardan başka bir şey göremez oldu. O sabâh bambaşka bir mânevî heyecan içinde kılınan bayram namazında alınan gür tekbîrler, dalga dalga semâya yükseliyordu. Nûr yüzlü ihtiyâr zât, Fetih Sûresi’nden bir kısım âyetleri tilâvet ederken askerlerin gönüllerinden taşan kelime-i tevhîd sesleri, birer îmân sayhası hâlinde düşman saflarından bile duyulmaktaydı.
İşte bu esnâda İngiliz kuvvetleri arasında büyük bir kargaşa başgösterdi. Zîrâ çeşitli İngiliz sömürgelerinden kandırılarak toplanıp getirilmiş bulunan birkısım müslüman askerler, yine kendileri gibi müslüman bir toplulukla savaştıklarını, işittikleri tekbîr ve tevhîd seslerinden anlamışlar ve bunun üzerine isyân etmişlerdi. Ne yapacağını şaşıran zâlim İngilizler, onların bir kısmını kurşuna dizdi, diğerlerini de alelacele cephe gerisine çekmek zorunda kaldı.
Düşmanı Yutan Bulut
Düşmanın Çanakkale’de müthiş bir taarruza geçtiği bir gündü. Hamilton’un kumanda ettiği harekâtta İngilizler hiçbir netice alamamıştı. Husûsiyle 29. Tümen’leri ağır zâyiat vermişti.
Ancak o gün Kraliyet Norfolk Alayı’nın bir bölümü, az bir mukâvemetle karşılaştığı için içerilere doğru ilerlemeye muvaffak olmuşlardı. Alay, Azmak Deresi’nin kuru yatağını geçmiş, Kayacık Ağılı mevkiinden Damakçı Bayırı’na doğru yavaş yavaş yürüyordu. Karşılarında küçük bir tepe vardı. Üzerinde de garip, soluk renkte bir bulut durmakta idi. Alay tepeye doğru ilerledi ve bulutun içine girip kayboldu.
Şâhid olanların imzalarıyla İngiliz kaynaklarında da yer alan bu hâdise, düşman birlikleri arasında dehşet uyandırdı. Zîrâ tepenin üzerindeki bulut, 267 kişilik İngiliz askerlerinin son neferini alıncaya kadar beklemiş, sonra da sanki yükünü almış gibi havalanmıştı. Yine o esnâda ortaya çıkan yedi-sekiz kadar bulutla birleşerek kuzeye, yâni Trakya istikâmetine doğru uçup gitmişti.
Bugün hâlâ o İngiliz askerlerinin âkıbetlerinin ne olduğu bilinmemektedir. Ne esîr, ne de ölüm kayıtları, iki tarafta da mevcûd değildir.
Bu hâdise de, Çanakkale savaşlarında fiziken çözülemeyen ve dünyevî ölçülere göre meçhûl kalan, ancak hakîkati tesbît edilmiş bulunan ilâhî yardımlardan biridir.
Bir Testi Su
Çanakkale gâzîlerinden merhûm Lâdikli Ahmed Ağa’nın şâhid olduğu şu hâdise de, o sıkıntılı günlerdeki ilâhî yardımın bir tezâhürüdür:
Cehennemî bir ateş altında askerlerin damarlarını kurutacak derecede bir susuzluk yaşanıyordu. Tam bu esnâda nûr yüzlü bir zât, elinde bir testi su olduğu halde siperlerin arasında peydâ oluverdi. Bütün askere buz gibi su dağıttı; yine de testisindeki su bitmedi. Lâdikli Hacı Ahmed Ağa da, bu zâtın testisinden su almıştı. O zât, Ahmed Ağa’ya:
“–Evlâdım! Yaralanırsan, matarana aldığın sudan sürüver!” dedi.
Nitekim bir iki defa yaralanan Ahmed Ağa, yaralarına bu sudan sürdü ve kısa zamanda şifâ buldu.
İsminin Kaşıkçı Dede olduğunu söyleyen bu zât ise, Kilitbahir’de medfûn, yıllar önce vefât etmiş bir Allâh dostu idi.
Bu hâdise gösteriyor ki, Allâh’ın izniyle evliyâullâhın Çanakkale harbinde büyük yardımının olduğu muhakkaktır.
Hayâl Ötesi Bir Ferâgat
Çanakkale harbindeki îmân ordusunun erleri, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in mânevî terbiyesinde yetişmiş bulunan ashâb-ı kirâmın ahlâkını kendilerine nümûne bilmiş ve onların mâneviyâtına gönül vermiş kimselerdi. Bunlardan biri olan er Hüseyin, çok ağır yaralanmış, tedâvî görmekteydi. Ancak durumu içaçıcı değildi. O da bunun farkındaydı. Bunun için arkadaşlarının kendisine verdikleri ekmeği eline almış, tam ısırmak üzereydi ki, âniden durakladı. Ve ashâbın gösterdiği ferâgat nümûnelerinden birinin âdetâ yeniden tekerrürü sadedinde mü’min kardeşini kendi nefsine tercîhen büyük bir îmân vecdiyle:
“–Can dostlarım! Bu ekmeği benim yemem doğru değildir. Çünkü benim ölümüm iyice yaklaşmış bulunmaktadır. Alın bunu yaşayacak olan yiğitlere verin!..” diye haykırdı ve elindeki ekmeği silâh arkadaşı Mustafâ’ya uzattı.
Ne kadar ısrâr ettilerse de, kabûl ettiremediler. Nihâyet bir müddet sonra bu îmân ve ferâgat âbidesi müstesnâ şahsiyet, kendisine nasîb olan mânevî gıdâların haz ve neşvesi içinde şehîden vuslat-ı Mevlâ ile şereflendi.
İşte Çanakkale harbinde, ancak peygamberlere ve yüksek velîlere âid olan infâkın en üst noktasındaki îsâr yaşanıyordu. İlâhî rahmet, bir bahar yağmuru hâlindeydi.
Zâbit Muzaffer
Yüksek tahsîl talebesi olan zâbit Muzaffer, Çanakkale harbinin sürüp gitmesi üzerine ihtiyaca binâen gönüllü asker olarak ordu saflarına katıldı. Üç aylık bir tâlimden sonra Çanakkale’ye sevkedildi. Ancak harp bitmişti. Birliklerin büyük bir kısmı doğu cephelerine sevkedilecekti. Bunun için de harpte yıpranmış bulunan nakil araçlarının lastik v.s. ihtiyaçlarının giderilmesi gerekiyordu. Bu işle, İstanbullu zâbit Muzaffer’i vazîfelendirdiler.
Zâbit Muzaffer, elindeki tezkere ile derhal İstanbul’a gitti. Aradığı malzemeleri bir yahûdî tüccarında bularak erkân-ı harbiyye kaymakamına çıktı. Fakat kaymakam, askerin ayağına postal, sırtına kaput bulamadığı gerekçesini ileri sürdü ve istenilen meblağı vermeyi kabûl etmedi.
Kaymakamın yanından melûl ve mahzûn bir şekilde ayrılan zâbit Muzaffer, ne yapacağını bilemez bir haldeydi. Birliğine eli boş olarak nasıl dönebilecekti? Cephede çekilen sıkıntıları düşünerek sonunda kararını verdi ve yahûdî tüccarın yanına varıp, siparişlerini hazırlamasını, sabah namazından sonra almaya geleceğini ve parasını da o zaman ödeyeceğini bildirdi. O gece, sabaha kadar çalışarak bir yüz liralık kağıt para hazırladı. İlk bakışta anlaşılamayacak kadar aslına benzeyen bir kağıt paraydı bu.. O zamanlar kağıt paraların üzerinde:
«Bedeli Derseâdet’te altın olarak tesviye olunacaktır.» ibâresi yazılırdı.
Zâbit Muzaffer de, kendi hazırladığı yüz liralığın üzerine:
«Bedeli Çanakkale’de altın olarak tesviye olunacaktır.» yazdı.
Sabahleyin erkenden yahûdî tüccarından mallarını aldı ve bu parayı vererek bir gemiyle Çanakkale yolunu tuttu.
Üç gün sonra yahûdî tüccar, elindeki parayı bozdurmak için Osmanlı bankasına gittiğinde, mes’ele ortaya çıktı. Para sahte idi. Paranın üzerinde kasdedilen altın ise, Çanakkale’de dökülen ve altından daha kıymetli olan şehîd kanlarıydı. Her nedense yahûdî, bu duruma sükût etti ve hiçbir aksülamelde bulunmadı. Ancak hâdise, bütün İstanbul’a yayıldı ve bundan Şehzâde Abdülhalîm Efendi’nin de haberi oldu. Şehzâde, derhal alâka gösterdi. Mâlûm taklîd parayı, yahûdîden bedeli olan altını vererek aldı ve bunu zarîf bir mahfaza içinde emniyet müzesine hediye etti.
Bu hâdisenin kahramanı olan zâbit Muzaffer ise, gelişen durumdan habersiz birliğiyle birlikte doğu cephesine geçmişti. Orada büyük bir cesâret ve fedâkârlıkla vatan müdâfaasında idi. Kanlı bir çarpışma esnasında ağır bir şekilde yaralandı. Ardından gelecek nesle, ikinci ve ulvî bir hâtırâ daha bırakarak şehâdet şerbetini içti. Şöyle ki:
Ateş hattında çarpışan ve vazîfesi başında şehîd olan zâbit Muzaffer Bey, son nefesinde artık sesinin çıkmadığı ve gözlerinin birşey anlatamadığı dakîkada cebinden bir zarf çıkardı; sonra yerden bir çöp parçası alarak yarasından akan kanlara batırıp yazmağa başladı:
“–Kıble ne tarafta?..”
Etrâfındakiler, rûhunu, beytullâha dönerek Allâh’a teslîm etmek isteyen Muzaffer Bey’in bu arzusunu yerine getirip onu kıbleye çevirdiler. Ölüm ânında, bir yandan yüzü vuslat neş’esiyle dolan zâbit, diğer yandan da mukaddes gâyenin ulvî müdâfaasının kaygısı içerisinde yazısına son bir hamleyle kahraman askerlerine şu mesajı verdi:
“–Bölük Allâh için cihâda devâm etsin; kanım yerde kalmasın!..”
Üçüncü bir mesaj daha yazacaktı ki, vakti elvermedi ve muazzez rûhunu şehîden Rabbine teslîm eyledi.
Bir Fransız Generali’nin İtirâfı
Îmânlı askerimizin ulvî hasletlerinin nümûneleri, sadece mü’min kardeşlerine değil, kendilerini öldürmeye gelmiş bulunan düşman askerlerine karşı dahî tezâhür etmekteydi. Bu gerçeği, 1930’da kendilerine âid bir anıt mezarın açılışına gelen Fransız Generali Guro, şehîd Türk askerlerinin kabirlerini de ziyâret etmek isteyerek, etrafındaki çoğu Fransız olan topluluğa karşı yaptığı bir konuşmada şöyle itiraf eder:
“Efendiler! Müslüman Türk askeri, ender bulunan bir askerdir. Bu husûsta size dimağımda hâlâ taptaze kalan canlı bir hâtırâ nakletmek istiyorum.
Bir sabah günün ilk ışıkları ile birlikte Türkler’le süngü harbine başlamıştık. Onlar, çok ama çok mâhir dövüşüyorlardı. Kendileriyle başa çıkmak mümkün değildi. Akşam geç vakte kadar süren bir çarpışmadan sonra yaralılarımızı toplamak üzere karşılıklı bir anlaşma yaptık. Her iki taraf da yaralılarını almaya başladıklarında, ben de harp sahasına çıktım. O karışık hengâmda gördüğüm bir manzara, değme ressamların fırçalarından bile çıkmayacak bir tablo oluşturmaktaydı. Her şeyi bir kenara bırakıp büyük bir şaşkınlık ve hayrânlıkla seyre koyuldum.
Bir Türk askeri, kendi yaralarına yerden avuçla aldığı toprakları bastırıyor, kucağında taşıdığı yaralı için ise, gömleğini yırtıp onun yarasını sarmaya çalışıyordu.
Efendiler! Kendi yarasına toprak bastırdığı halde kucağındaki yaralı için gömleğinden parçalar koparan bu fedâkâr, kahraman ve asîl askerin kucağındaki yaralı kimdi biliyor musunuz?..”
Sözlerinin burasında hıçkırmaya başlayan General, gözyaşlarını mendiliyle silmeye çalışarak derin bir iç çekti ve boğuklaşan sesiyle:
“Efendiler! O Türk yiğidinin kucağındaki yaralı, bir Fransız askeriydi, bir Fransız askeri!..” dedi.
Ardından yere çöktü; elini yüzüne kapatıp ağladı, ağladı, ağladı…
Bu hâl, bir mü’minin rûhundaki ufku göstermeye kâfîdir. Yaradandan dolayı yaradılanlara şefkat ve merhamet…
Buna benzer bir başka hâdise, Çanakkale destânının yıllar sonra ortaya çıkan hikmet ve ibret dolu bereketli bir neticesidir:
Yıllar Sonra
Yıl 1957.. Çanakkale harbine katılan Josef Miller isimli bir Anzak, yakalandığı kanser hastalığı sebebiyle Amerika’da hastahanede bir Türk doktoru tarafından tedâvî edilmekteydi. Bunu öğrenen yaşlı Anzak, Türk doktora:
“–Târihin cilvesine bakın ki, Çanakkale’de ölmek üzereyken beni tedâvî edenler Türkler idi. Şimdi de yıllar sonra bir Türk’ün elinde tedâvî görüyorum..” dedi.
Ardından kendilerinin nasıl kandırılarak Çanakkale harbine getirildiklerini anlattı. Sonra gözleri doldu ve hiç unutamadığı bir hâdiseyi şöyle nakletti:
“Sahip olduğumuz bütün teknolojik imkânlara ve sayı üstünlüğüne rağmen Türkler’in cesaret ve gayretleri karşısında durmadan geri püskürtülüyor, tekrar taarruz ediyorduk. Bu taarruzlardan birinde başımdan yediğim şiddetli bir dipçikle yaralanıp bayılmışım. Kendime geldiğimde Türkler’in arasında olduğumu anladım. Önce çok korktum. Çünkü İngilizler, bize Türkler’i çok vahşî ve barbar insanlar olarak tanıtmıştı. Fakat iyice kendime gelince gördüm ki, yaralarımı sarmış, beni tedâvî etmişler. Hiç birinin yüzünde bana karşı öfke yoktu. Üstelik bana çantalarındaki yiyeceklerden ikrâm ettiler. İyi biliyordum ki, yiyecekleri yok denecek kadar azdı. Şok derecesinde bir şaşkınlık yaşadım. Burada âdetâ bir misâfir gibiydim. Artık içimden «Yazıklar olsun bana! Yazıklar olsun yalancı İngilizler’e!» diyordum. Nihâyet serbest bırakıldım ve memleketime döndüm…”
Yaşlı Anzak ağlamaya başlamıştı. Türk doktorun adını sordu. “Ömer” cevabını alınca, yıllardır karar verdiği, fakat bir türlü bir vesîle bulup da ortaya çıkaramadığı bir niyetle yatağından doğruldu. Bir müddet Doktor Ömer Bey’in yüzüne dalgın dalgın baktı. Sonra derin bir nefes alarak o ana kadar tadamadığı bir haz ve vecd içinde:
“–Evlâdım! Ne güzel bir ismin var! Şimdiden sonra benim adım da Ömer olsun; Anzaklı Ömer olsun!..” dedi.
Ardından, kendisini büyük bir şaşkınlık içerisinde dinleyen Ömer Bey’e tekrar seslendi:
“–Müslüman olmak istiyorum!..”
Doktor Ömer Bey’in yardımıyla kelime-i şehâdet getirdi. Sonra bir tesbih ve seccâde ricâ ederek şöyle dedi:
“–Evlâdım! Ben bunları sizin dedelerinizde görmüştüm. Onlar, harbin en zor anlarında iken, hattâ ölüme adım atarlarken bile dillerinden Allâh’ın zikrini düşürmüyorlardı. Onlar, tesbihlerini çekerken, yüzlerinde bambaşka hâller ve güzellikler sezerdim. Ömrümün şu son günlerinde ben de o hâli yaşamak istiyorum..”
Doktor Ömer Bey, derhal onun taleblerini yerine getirdi. Anzaklı Ömer, gücü tükenmiş parmaklarını zorlayarak tesbih tanelerini «Allâh, Allâh» nidâlarıyla çekmeye koyuldu. Gönlüne ve yüzüne inen nûr-i ilâhî ve huzûr dışarıdan bile hissediliyordu. Sanki hastalığından kurtulmuş, dünyevî hiçbir ızdırabı kalmamıştı.
O, gücü yettiği kadar dînini de Doktor Ömer Bey’den öğrenme gayretiyle son günlerini mânevî bir haz ve neşve içinde geçirdi. Yaklaşık bir-iki ay sonra da elinde tesbih Allâh’ın ismini zikrede ede rûhunu Rabbine teslîm etti. O, öldürmeye gittiği kimseler tarafından gerçek diriliğe erişmiş bir bahtiyar olmuştu..
Mühim olan, yaşayan, duygulu ve seviye kazanmış bir kalbe sahip olabilmektir ki, bütün ümmet, istifâde etsin ve hidâyet bulsun!
İşte Çanakkale’de çarpışan mü’min ordumuz, sadece kahramanlık ve cesâret destânı değil, aynı zamanda sahip oldukları mânevî kemâl bereketiyle bir fazîlet destânı yazmıştır.
Bugün Anadolu’da tüten her evin kudsî hâtırâsında bir Çanakkale şehîdinin olduğu muhakkaktır. Her âile bir Çanakkale yetîmidir. Bu hâl, nesilden nesile intikâl eden bir şeref madalyasıdır. Çanakkale, târihe müşahhas şehîdlik mefhûmunu bir daha nakşetmiştir. Bu şehîdlerin kabirleri sîne-i millettedir. M. Âkif bunu ne güzel ifâde eder:
Ey şehîd oğlu şehîd! İsteme benden makber;
Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber!..
Yâ Rabb! Bizleri iki cihânda Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in şefâat-i uzmâsına nâil eyleyip O’na yakın olan bahtiyârlardan eyle!
Âmîn!..
 

MURATS44

Özel Üye
Hulâsa Meşhûr târihçi İbn-i Haldun’a göre şu fânî âlemde milletlerin de fertler gibi tabiî bir ömrü vardır:
Onlar, bir aşîret olarak doğarlar. Tekâmül ederek devlet olurlar. Daha da geliştiklerinde bir imparatorluk hâline gelirler. Ancak meziyetlerini kaybetmeye başladıklarında da küçülür ve târih
sahnesinden çekilirler. Nihâyet yenileri doğar. Bunlar da, imkânlarına göre hayatiyetlerini devâm ettirirler. Bu hâl, târih sahnesinde milletlerin bir kader programıdır.
Târih, İbn-i Haldun’un bir tabîat kânûnu kat’iyyetini de ifâde eden bu görüşünün ayrı bir değeri ve hakîkat payı olduğunu her zaman göstermiştir.
Devletini “Devlet-i Ebed-Müddet” nâmıyla yâd eden Osmanlılar, bu nazariyyeyi benimsemek istememişlerse de, onlar da bu gerçeğin îcâbına tâbî olmuşlardır.
Diğer taraftan Osmanlılar’ın devletlerini ebedî devam edecek kabûl etmelerinin âdetâ bir temennîsi olan bu tâbir, devletin -bir hânedân adıyla anılsa bile- gerçekte Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in Medîne’de kurduğu devletin devamı mâhiyetinde kabûl olunması gibi îmânî, derin ve ince bir tefekkürün eseriydi. Bundan dolayıdır ki, bu devlete “Devlet-i Aliyye” denildiği gibi, o rûhâniyeti idâme için teberrüken “Devlet-i Aliyye-i Muhammediyye” de denilmiştir. Osmanlı Devleti’nin bu şekilde de isimlendirilmesi, pek çok resmî vesîkada yer almaktadır.
Devletlerin ömürlerindeki devamlılık, ahlâk, adâlet, hak, hukûk gibi ulvî husûsiyetlere riâyetlerine bağlıdır. Çünkü fert, âile, mal, mülk, devlet v.s. hepsi emânettir. Allâh Teâlâ, emânete sahip olunduğu kadar ömür bahşeder. Tesâhüb, asgarîye düştüğü zaman, mülk el değiştirir.
Târihe baktığımızda karşımıza çıkan neticeler de, bu hakîkatin göstergesidir. Yâni kurulan devletlere Allâh Teâlâ, bu mânevî husûsiyetlere sahip oldukları nisbette ömür bahşetmiştir.
Bu gerçek ışığında İslâm devletleri içinde en uzun ömre nâil olan Osmanlı’nın bu mazhariyeti, pek muhteşemdir. Dolayısıyla burada onun temelini oluşturan müessirlere kısaca temas etmenin faydalı olacağı kanâatindeyiz. Zîrâ Osmanlı, kendisinin temel harcını teşkîl eden bu müessirler bereketiyle pek büyük zaferlere nâil olmuş, târihe şan ve şeref dolu hâtırâlar hediyye etmiştir.
Bu müessirleri, hulâsaten şu beş maddede toplamak mümkündür:
1. Allâh’ın Emirlerine
Sadâkat ve Liyâkatle Bağlılık
Osmanlı Devleti, onu kuran kitlenin rûhundaki sâf ve berrak îmân ile bu îmânın hayat ve hâdiselere aksettirilişindeki liyâkat ve mükemmellik sebebiyle sür’atli bir yükseliş seyri takip etmiştir. Ancak o devrin bütün mâneviyat sultanları da, kendilerini hem zâhir, hem de bâtın cihetinden irşâd edip teveccühte bulunmuşlardır.
Allâh Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’e hakkıyla sarılanları bu dünyâda bile azîz kılacağını ve dünyâ idâresini “sâlih kullar”ına vereceğini açıkça beyân buyurmuş olduğu üzere Osmanlı Devleti’nin kaydettiği terakkî ve ihtişâm, bu ilâhî hükmün fiilî bir isbat ve tezâhürüdür.
Devlet reîsinden en alt tabakadaki ferdine kadar bütün insanların İslâm’ın emrettiği ihlâs ve kemâl ile muttasıf bulunduğu, uzun asırlar boyunca Osmanlı’nın dâimî bir terakkî kaydettiği mâlumdur. Bu terakkînin mânevî âmiline dâir çeşitli misâller eserimizde yer yer îcâbına göre zikredilmiş olduğundan dolayı burada ayrıca tafsîlat vermeye lüzum görmüyoruz.
2. Cihâd Rûhu
Târih içinde cihangirlik meyli ve cengaverlik rûhuyla temâyüz etmiş bulunan büyük Türk milleti, İran’ı fethederek Türkistan kapılarına dayanmış olan çoğu sahâbe İslâm ordusuyla karşılaştıklarında İslâm’ın cihanşümûl ahlâk ve cihâd gibi temel prensiplerinin kendilerinin millî karakterlerine uygunluğunu kavramakta gecikmemişlerdir. Böylece kılıç zoru olmadan rûhânî bir temâyülle kitleler hâlinde “Dahîlek yâ Rasûlallâh!” sayhalarıyla İslâm’a dâhil olmuşlardır. Kısa bir zaman içinde de büyük bir rûhî vecd ile kabûl ettikleri bu yeni dînin fetih rûhuyla dolu mücâhidler kadrosu, yâni ordusu hâline gelmişlerdir. İslâmlaştırma gayretiyle birlikte aynı zamanda Araplaştırma gâyesi de güden ve çoğu hükümdarları zamanında ehl-i beyt’e karşı çirkin bir tavır takınmış bulunan Emevîler’den İslâm hılâfetini alıp Abbâsîler’e devretmekte oynadıkları târihî rol, inkâr edilemez! Emevîler’in takribî 90 yıllık bir hâkimiyetlerinden sonra İslâm temsilciliğini elde eden Abbâsîler, Türkler’in İslâm’a yatkın tabîatlarını değerlendirerek fütûhât ordularını tamamen onlardan teşkîl etmişlerdir. Abbâsîler’in yıkılışından sonra İslâm temsilciliği askerî sahâda olduğu kadar siyâset sahnesinde de bir büyük Türk devleti olan Selçuklular’a geçmiştir. Selçuklular’ın dağılıp parçalanmasından doğan boşluğu da Osmanlılar doldurmuştur. Osmanlı Devleti, dörtyüz çadırlık bir aşîretten ihtişamlı bir cihân imparatorluğuna ulaşarak birgün gelmiş yirmidört milyon kilometrekarelik bir coğrafyayı vatan yapmış, ardından “çil çil kubbeler serpen ordular” meydana getirmiştir. Cihanşümûl medeniyetlerin en üstün ve müstesnâsını kurarak îmân, cihâd, ilim ve san’atta asırlarca insanlığa rehber olmuştur. Babadan oğula cihâd rûhu tevârüs edegelmiştir. Bu rûh ile İstanbul’u fethederek Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in müjdesine nâil olan Fâtih Sultan Mehmed Han’ın, bu şerefe ilâveten yine Peygamber müjdesinde yer alan Roma’nın fethini gerçekleştirme yolunda ciddî adımlar atarak Otranto’yu fethetmesi de, ne yüce vecd dolu bir meziyettir.
Yine Yavuz Sultan Selîm Han’ın Mısır fethinden sonra tükenmek bilmeyen cihâd rûhunu ifâde eden şu tefekkürü ne müthiştir:
“Gönül ister ki, Afrika’nın kuzeyinden Endülüs’e çıkayım ve sonra Balkanlar üzerinden tekrar İstanbul’a döneyim!..”
Bu ulvî rûh ile çok yüksek bir zirveye ulaşan Osmanlı, Allâh’ın bu âlemde «bekâ» sıfatını tecellî ettirmemiş olması ilâhî takdîrine binâen bu kemâl noktasından yavaş yavaş zevâl çizgisine doğru yürüyüp bu asrın başlarında târih sahnesinden çekilmiştir. Bunun neticesi olarak da bütün İslâm dünyâsı başsız ve âdetâ yetîm kalmıştır.
Dolayısıyla burada Osmanlı Devleti’nin yükseliş âmilleri arasında ilâhî emirlerden ferdî olan namazdan sonra hemen ikinci sırada yer alan “cihâd”ı ehemmiyetle tebârüz ettirmek lâzımdır.
O cihâd ki, sadece kılıç sallamak değildir. Bilakis Allâh’ın koyduğu nizâmın galebesini sağlamaya medâr olabilecek her türlü gayret ve faâliyeti içine almaktadır.
Devletlerine ilâhî emirlere bağlılığı esas kabûl etmiş olan Osmanlılar, bu bağlılığın her türlü ictimâî faâliyette olgun bir tezâhürüne uzun asırlar boyunca liyâkatle vücûd vermiş ve bu rûh, za’fa uğrayıncaya kadar yükseliş devam etmiştir. Osman Gâzî’nin son nefesini vermek üzereyken Bursa varoşlarında bir çadırda gâzîlerin kılıç şakırtıları arasında oğluna yaptığı:
“Oğlum! Cihâdı terketmeyerek rûhumu şâdet!..” vasıyeti, Orhan Gâzî’nin şahsında bütün gelecek nesillere idi. Böyle kabûl edildi; böyle anlaşıldı; böyle tatbîk edildi. Ve Osmanlı, cihâd gayretiyle temâyüz etti. Böyle ulvî bir gâyenin gereği ne ise yapılmaktan geri kalınmadı.
3. Devlet Adamlarının Yetiştirilmesi
Osmanlı’da gerek hânedân mensubları ve gerekse diğer devlet adamları, husûsî bir eğitimle yüklendikleri mes’ûliyyeti deruhte edecek bir liyâkatte yetiştirilirlerdi. Bu zâhirî cihete ilâveten şunu da söylemek lâzımdır ki, Cenâb-ı Allâh, kendi takdîrini onlara yâr ve yardımcı kıldığından arka arkaya hem hânedân mensupları, hem de diğer devlet adamlarına müstesnâ kâbiliyyet ve fıtratta evlâdlar ihsân etmiştir.
Gerçekten eğitim ne kadar mükemmel olsa da o eğitimi gören şahsın fıtraten zekâ, cesâret ve irâde gibi ilâhî bir mevhibe olan temel vasıfları mükemmel olmazsa, çok iyi bir netice elde etmek mümkün olamaz. Osmanlı’da zâhirdeki sebepler kadar ilâhî takdîre bağlı bu mânevî müessirler de atbaşı beraber yürüdüğünden küçücük bir aşîret, kısa zamanda İslâm dünyâsının lideri durumuna yükselmiştir. Onun Söğüt’teki temel atışıyla Rumeli’ye geçip Bizans’ı arkadan çevirmesi ve bir husûmet âlemi olarak üzerlerine gelen haçlılara karşı ardarda zaferler kazanıp Avrupa içlerine doğru ilerlemesi arasında takribî yarım asırlık bir zaman olduğu düşünülürse, bu yükselişin başdöndürücülüğü daha iyi kavranır. Sırf zâhirî sebeplerle böyle bir sür’atli yükseliş ve ihtişâma nâil olunamayacağı daha berrak bir sûrette kavranır.
Cihâna yön veren cihângîrler, daha küçük yaşta her biri devrin otoriteleri tarafından yetiştirilirdi. Mânevî dünyâlarını tekâmül ettirmek için de zamanın mürşid-i kâmillerinden birisinin terbiyesinde irşâd edilirlerdi. Osman Gâzî’den başlayarak bütün sultanlar, Hakk dostları ve gönül erleri olan bir Edebali silsilesine talebe olmuşlardır. Neticede kalblerinin kazandığı seviye nisbetinde, yâni rûhâniyetleri kadar dünyâya râm olmamışlar, canları ve mallarını “i’lâ-yı kelimetullâh” uğruna fedâ etmişlerdir. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde otorite olan kıymetli zâtlar, her zaman Osmanlı için bir istikâmet rehberliği yapmışlardır. Fetihler sultanı Yavuz Sultan Selîm Han, cihan çapındaki zaferleriyle mağrûr olmamış, nefsine dâimâ galebe çalarak hakîkî zaferin ancak bir velînin irşâdıyla gönül âleminde vukû bulacağını şu mısrâları ile ne güzel ifâde etmiştir:
Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş,
Bir velîye bende olmak cümleden a’lâ imiş…
Bu şekilde mânevî bir irşâd ile yetişmiş bulunan Osmanlı sultanları, kuruluşundan itibaren Kur’ân-ı Kerîm’e dillere destan bir hürmet ve muhabbet göstermişlerdir. Osman Gâzî’nin Kur’ân-ı Kerîm bulunan odada ayaklarını uzatıp yatmaması, Yavuz’un mukaddes emânetlerin başında asırlarca devâm edecek bir sûrette Kur’ân-ı Kerîm tilâveti an’anesini başlatması, bu hürmetin nümûnelerindendir. Bu bakımdan Osmanlı, müstesnâ bir ilâhî lutfa ve te’yîde mazhar olmuştur. Osmanlı’yı yücelten bu husûs, hadîs-i şerîfte şöyle beyân edilmektedir:
“Şüphesiz ki Allâh Teâlâ, bu kitâb (Kur’ân-ı Kerîm) sebebiyle (yâni ona îmân ve bağlılık bakımından) bir kısım milletleri yüceltir, (bu istikâmetten uzak olan) diğer milletleri de alçaltır.” (Müslim, Müsâfirîn, 269)
Yavuz Sultan Selîm Han’ın, mukaddes emanetleri büyük bir titizlikle İstanbul’a getirip korunmasını üstlenmesi, Osmanlı için mânevî bir bereket olmuştur.
Nâil olunan büyük nîmetlere ve hadsiz muzafferiyetlere rağmen Osmanlı sultanları, ucûb, gurûr ve kibir gibi nefsânî temâyüllere kapılmayıp her şeyi Allâh’dan bilmişlerdir. Pek muhteşem bir cihan saltanatı süren Kânûnî’nin şiirlerinde iç âlemini gösteren şu hitâbı bu hakîkati ne güzel sergiler:
“Ey Muhibbî! Sakın elindeki muhteşem saltanata ve kazandığın parlak zaferlere bakıp da gaflete düşerek «benim gibisi yoktur» deme!..”
Preveze’den sonra esir düşman kadırgalarını önüne katarak muhteşem donanmasıyla Haliç’e giren Barbaros’un bu ihtişamlı zafer tablosu karşısında paşalarına:
“–Bize bu nîmetlere karşı fahır değil, şükür düşer!” diyen Kânûnî’nin, zâhirî sıfatı gibi mâneviyâtı da muhteşemdi!
Kânûnî’nin babası Yavuz Sultan Selîm Han’ın Mısır’a girişi ile zafer dönüşü İstanbul’a girişi de, ne kadar büyük bir tevâzû örneğidir. O, şöyle diyordu:
“Fânîlerin alkışları, zafer takları ve iltifâtları bizi nefsimize mağrûr edip yere sermesin!..”
4. Halkın İctimâî ve Rûhânî Yapısı
Dînin rükünlerinin en belli başlılarından biri de ihsân duygusu, yâni Allâh’ı görüyormuşçasına ibâdettir. Bunun yaşanmasına ise, tasavvuf adı verilir. Tasavvufun gâyelerinin en başlıcalarından biri de, kalbe seviye kazandırarak kulu Hakk’a yakın bir hâle getirebilmektir. Bunun neticesinde de dînin gâyesi olan güzel insan, zarîf insan ve duygulu insan meydana gelmesidir. Türkler, ilk anavatan olan ortaasyadan bu vasıfla gelmişler, Anadolu toprağında zemînin ve şartların müsâit olması sebebiyle rûhî yapıyı inkişâf ettirerek Osmanlı’da zirveye ulaştırmışlardır. Fethettikleri toprakları da bu mânevî ağ ile örmüşlerdir. Fethedilecek yere önce tekke gitmiş, zemîni hazırlamış, ardından kılıç gitmiştir. Kılıç döndükten sonra yine tekke, orada hidâyeti perçinlemiş, halka sıcak bir kucak olmuş, oların mânevî refâh seviyesini yükseltmiştir.
Osmanlılar, dînî telâkkîde sadece akla dayanan kısır bir görüş yerine onu engin gönül iklîminde benimsemiş, tekâmül ettirmişler ve bu sebeple tekkeler, onların yükselişlerinde en müessir rolü oynamıştır. Yalnız halk değil, pâdişâhından erine kadar bütün ordu mensubları, hayatlarını bu mânevî iklîm içinde idâme ettirmişlerdir. Hassa ordusu demek olan yeniçeriler, o zamanlar sünnete uygun müsbet bir hüviyeti hâiz olan Bektaşi tarîkatine topyekûn mensuptu.
Pâdişâhlara tahta geçişlerinde devrin mânevî sultanlarınca kılıç kuşandırılmış ve onların her biri de bir mâneviyât yıldızını rehber edinmişlerdir.
Osmanlı’nın pek ehemmiyet verdiği müesseselerinden olan vakıflar, bu rûhî olgunluk neticesinde çoğalmış cemiyetteki ictimâî ve rûhânî denge gerçekleşmiştir.
Bu hayır müesseseleriyle halkın garîb, yalnız ve zavallı kimselerinin gözetilmesi, hattâ bu merhamet ve şefkat elinin âciz hayvanlara, kanadı kırık kuşlara kadar uzanması neticesinde gönüllerden taşan feyizli duâlar, Osmanlı’nın ömrünü bereketlendirmiştir.
Pâdişâhından ferdine kadar zengin mü’minlerin, ellerindeki imkânları câmî, mektep, kervansaray, sebîl, şifâhâne v.b. hayır hizmetlerine takdîrin fevkinde bir sûrette infâk etmeleri, âyette buyurulan:
يَأْخُذُ الصَّدَقَاتِ​
“Sadakaları Allâh alır, kabûl buyurur.” (et-Tevbe, 104) kavli üzere Cenâb-ı Hakk’ı hoşnûd ve râzı edici amel-i sâlihler olarak Osmanlı için ilâhî feyiz menbaına mecrâ olmuştur.
Bu ilâhî bereketle zengin-fakîr arasındaki ictimâî denge te’mîn edilmiş, toplumdaki garipler, yalnızlar, kimsesizler te’mînât altına alınmış, cemiyetin rûhânî iklîmi, onlara sıcak bir ana kucağı olmuştur. Fertler arasındaki ictimâî yapı, kardeşlik muhabbetiyle örülmüştür. Solgun yetîm yüzleri, tebessümle dolmuştur. Vakıflar, zenginlerin huzûr kaynağı, muhtaçların tesellî pınarı olmuştur. Sultanından imkânlı halkına kadar Allâh’ın verdiği nîmetleri, imkânsızlarla paylaşmak, hattâ sevdiğinden infâk edebilmek, bir tabîat-ı asliyye hâline gelmiştir. Bugünkü toplumumuz dahî, o âlicenap ecdâdımızın yaptırdıkları müesseselerle ictimâî yapısını devam ettirmekte ve onların nîmetleriyle perverde olmaktadır. Câmîler, çeşmeler, askerî kışlalar, hastahaneler, hattâ içtiğimiz sular ve daha isimlerini saymadığımız nice hayır hizmetleri bugün onlardan kalan muazzez emânet ve hâtırâlardır.
5. Adâlet ve İdâre Mükemmelliği
Bir devleti ayakta tutan temel direklerden biri de hiç şüphesiz ki adâlettir. Öyle ki: “Küfr ile pâyidâr olunur, zulm ile olunmaz!” sözü bir darb-ı mesel hâline gelmiştir.
Bu sebeple Osmanlı’yı yükselten ve asırlarca ayakta tutan temel müessirlerden biri de elbette ki adâlet olmuştur.
“Adâlet mülkün temelidir.” hadîs-i şerîfi, Osmanlılar’ın ellerinde sıkıca tuttukları bir meş’ale olmuş, bununla bütün insanlığa hak ve adâlet tevzî edilmiştir.
Gerçekten pâdişâhından ferdine kadar Allâh’ın emirleri herkese tatbîk edilmiş ve adâletten kıl payı hassâsiyetiyle ayrılmamaya gayret gösterilmiştir. Çağ açıp çağ kapayan bir sultan olan Fâtih Hazretleri’nin, bir hıristiyan mimarla muhâkeme edilerek haksız olduğuna hüküm verilmesi, gözleri yaşartan emsalsiz bir adâlet tevzî ve tezâhürüdür ki, bu misâlin zikri, Osmanlı’daki adâleti îzâha tek başına bile kâfîdir.
Başta sultanlar olmak üzere bütün Osmanlı ordusunun helâl lokma husûsundaki titizlikleri de çok mühimdir. Onlar, “harâm yiyen harâmî olur” düstûru ile hareket ederek kul hakkından son derece imtinâ etmişlerdir.
Mısır seferinde Yavuz Sultan Selîm Han’ın, rûhunu saran bir endîşe üzerine askerlerinin torbalarını, geçilen yerlerden koparılmış meyve var mı, yok mu diye hassâsiyetle kontrol ettirmesi ve:
“Şâyet askerlerimin torbalarında geçilen yerlerden alınmış bir şey bulunsaydı, Mısır seferinden vazgeçecektim!” demesi, çok meşhûrdur.
Böyle cihângîrler yetiştiren Osmanlı’da devlet idâresine istihkâk, liyâkat ile kâimdi. O liyâkati gösteremeyenlere, toplumun menfaatini ferdin menfaatine fedâ etmemek için devlet kapısını açmazlardı.
Bu sebepledir ki Osmanlı’da yükselme devrinin sonuna kadar güç, firâset, maddî ve mânevî kâbiliyetleri en üstün olan şehzâde iktidâr olurdu. Daha rüşd çağına varmadan aldıkları teorik ilmin tatbîkatı vâlî olarak yaptırılırdı. Pâdişâh vefât edince de, umûmiyetle en güçlü oğlu tahta geçerdi. Ancak bunun gerçekleşebilmesi, bazen başkalarının mağduriyetini de mûcib olabiliyordu. Bu sebeple tatbikattaki birtakım hatâları, onların devlet ve millet bütünlüğü için irtikâb edildiğini düşünerek mâzur görmek lâzımdır.
Diğer taraftan Şeyh Edebali, Osman Gâzî’ye vasıyetinde:
“Ülke, idâre edenin oğulları ve kardeşleri ile bölüştüğü ortak malı değildir. Ülke, sadece idâre edene âiddir. Ölünce yerine kim geçerse, ülkenin idâresi onun olur. Vaktiyle yanılan atalarımız, sağlıklarında devletlerini oğulları ve kardeşleri arasında bölüştürdüler. Bunun içindir ki, yaşayamadılar, yaşatamadılar.” diyerek devletin bekâsı için bu istikâmeti göstermiştir ki, bu nasîhat, Osmanlı’yı 623 sene yaşatmıştır.
Bu güzel ve mükemmel ölçülerle hayatiyetini devam ettiren Osmanlı’da idâre merkeziyetçi idi ve vatan toprakları çok geniş sahâya yayıldığı için de eyâlet sistemi geliştirilmişti. Eyâletlerin idâresinde ise, onların alışık olduğu yerli idârecilere istinâd etmek, idâresi altındaki toplulukların dîn, dil, kıyafet gibi an’anevî husûsiyetlerine müdâhale etmemek, Osmanlı adâletinin hayranlık uyandıran bir tatbîkatı idi.
Sarayda “Enderun” adında bir üniversite bulunur, her memleketin seçkinlerinin çocukları burada idârî ve siyâsî görüş birliği kazandırılarak kendi memleketlerinde vazîfelendirilirlerdi. Merkeziyetçi idâre tatbîk olunmasına rağmen uzak bölgeler yarı muhtar eyâletler hâlinde idâre edilirlerdi.
Diğer taraftan gayr-i müslim teb’a, kendi inandığı hukûka göre muhâkeme olunur ve bir gayr-i müslim, ancak müslim bir kimseyle ihtilâf vukû bulduğu takdîrde şerîat mahkemesine sevkedilirdi.
Bugün BM teşkilatının kuruluşundan sonra çok kültürlü olmak, yâni başka kültürlere tahammül edici bir siyaset gütmek, olgunluk alâmeti sayılmaktadır. Osmanlı, altıbuçuk asır bu anlayışın zirvesinde yer almıştır. O derecede ki, bu devletin yıkılışına kadar patrikhânede hıristiyan Rumlar’ın, Fransız büyükelçiliğinde diğer bazı hıristiyanların hukûkî ihtilâflarına bakan birer mahkemenin bulunduğu târihî bir gerçektir.
Uzağa gitmeye hâcet yoktur. Cennet-mekân Sultan II. Abdülhamîd Han’ın İstanbul’da 1880’lerde yaptırmış bulunduğu “Dâru’l-Aceze”nin içinde câmî ile birlikte hem bir kilise, hem de bir havra’nın mevcûdiyeti, bu tatbîkatın en son misâllerinden biridir. Bu tatbikat, Osmanlı’daki dîn ve vicdan hürriyetinin ne güzel bir nümûnesidir.
Saymış olduğumuz bu maddeler, Osmanlı’yı cihâna hükmeden bir devlet hâline getirdi. Ancak zaman içinde bu rûhî hassasiyetten nefsâniyet planına düşüldükçe de, hudûdları ve serveti muhâfaza edebilmek güçleşti. Devleti yücelten mânevî güç kaybolup dünyevî boş fahırlar ve nefsânî meyillerin başlaması ve sâdâbâd safâlarının ön plana çıkmasıyla fetih rûhu zedelenerek fütûhat akâmete uğradı. Öyle ki bir lâle soğanının bir altına satıldığı zamanlar oldu. Böylece koca bir devletin kaderi değişti. İsraflar lüksü artırdı. Batı devletleriyle ihtişam yarışları başladı. İbrettir ki, Topkapı Sarayı dışında bütün saraylar, Osmanlı’nın son yıllarının saraylarıdır.
Bütün bunlar gösteriyor ki, gizli düşman faâliyeti yanında çöküşümüzün fârikalarının ehemmiyetlilerinden biri, ihlâs ve rûhâniyetin azalmasıdır.
Ayrıca batıya, onun kaydettiği teknik terakkîyi almak maksadıyla gönderilenlerin, bu esas gâyeye ulaşamadıkları gibi fikren de ifsâd edilmiş olarak vatana dönmeleriyle âdetâ garbın yeniçeriliğini yapmaları ve Osmanlı apoletleri altında batı tefekkürü, ictimâî hayatı ve an’anelerine hizmet etmeleri, çöküşün büyük sebeplerinden olmuştur. Böyle şahıslar, zaman içinde devletin sadrazamlığına kadar mühim mevkîleri işgal edebilmişler, üniformaları Osmanlı, kalb âlemleri batılı olduğu için de İslâm kültürünü erozyona uğratmışlardır. Bu tavır, dinamizmimizin yegâne faktörlerinden olan kendi öz kültürümüzü zayıflatmış, bizi yücelten ulvî temelleri harâb etmiştir.
Çöküşümüzün maddî sebeplerinin başında ise, ticâret yollarının değişmesi, Amerika’nın keşfi, harp ganîmetlerinin bitmesi ve dört cephede vatan müdâfaası sebebiyle askerî masrafların artması sayılabilir ki, bunlar, Osmanlı’nın sanayî hamlesini geciktirmiştir.
Osmanlı Devleti, 623 senelik şanlı târihi boyunca 60 kadar ülkeyi hâkimiyeti altına alıp, aşağıda gösterilen sürelerde adâlet tevzî ederek idâre etmiştir:
Devletin Adı Yıl
Bulgaristan 545
İsrail 402
Fas 50
Yunanistan 400
Ürdün 402
Moritanya 50
Girit Adası 267
Irak 402
Nijer 400
Ege Adaları 541
S. Arabistan 399
Çad 400
Arnavutluk 435
Yemen 401
Senegal 400
Yugoslavya 539
Katar 400
Nijerya 400
Romanya 490
Bahreyn 400
Kamerun 400
Macaristan 160
Kuveyt 381
Gambiya 400
Çekoslavaky 20
B. A. Emireri 400
Gine 400
Polonya 25
D.Türkistan 15
Bornu 400
Batı Rusya 25
Cezâyir 313
Uganda 400
Beyaz Rusya 25
Endonezya 25
Habeşistan 350
Avrupa Rusyası 291
Malaya 25
Cibuti 350
Ukrayna 308
Singapur 25
Somali 350
Gürcistan 400
Hindistan 100
Umman 400
Ermenistan 20
Pakistan 100
Zengibar 400
Azerbaycan 85
Mısır 397
Tanzanya 400
Kıbrıs 293
Sudan 397
Kenya 400
Suriye 402
Libya 394
Mozambik 400
Lübnan 402
Tunus 308
Bütün bu devletlerin dışında Osmanlı Devleti, şu devletlerin kıyı şehirleri ve adalarında da değişik sürelerde idârede bulunmuştur:
İtalya, İngiltere, Norveç, İzlanda, Mechlenstein, Fransa, Monako, Almanya, İrlanda, Cebelitârık, İspanya, Hollanda, Portekiz, İran, Danimarka.
Bize mîrâs olarak bırakılan bu topraklar üzerinde, şimdi azîz ecdâdımızın gönül eseri hâtırâlarını yaşamak ve onlara olan tehassürümüzü gidermek için bir seyâhate çıkmağı arzulasak, altmış devletin konsolosundan vize almamız gerekir.
Osmanlılar’ın kuruluşundaki dörtyüz atlının maddî, mütevâzî gücünün yanında, müessir mânevî şahlanışının eseri olan bu muhteşem ülkenin bugünkü hazîn âkıbeti, bizleri bir vicdân muhâsebesine sürüklemelidir!.
O günkü kölelerimizi taklîd ederek varabileceğimiz hiçbir noktanın olmadığını kavramakta daha fazla gecikmemeliyiz! Bugünkü hazîn âkıbetimiz meydandadır! Acı bir aldanış ve hüsrânın maddî ve mânevî buhranları, dehşet verici bir hadde ulaşmış bulunmaktadır!.
Maddenin karşısında mâneviyâtı esîr etmek, netice îtibârı ile bir câhiliyye devrine dönüştür…
Osmanlı Devleti’nin 623 senelik şan ve şeref dolu târîhini şâir şu şi’riyle hulâsa eder:
KİMDİM?
A’sâra sorarsan, beni söyler sana kimdi?
Bir başka denizdim, kürenin rub’u benimdi!..
Mermîler, alevler beni bir kal’a sanırdı,
Efserlerin enkâzı uçar, dalgalanırdı…
Cevvâl atımın kanlı, kıvılcımlı izinde,
Bir umk idi aksim ebediyyet denizinde.
Çarpardı göğün kalbi hilâlin avucunda,
Titrerdi yerin tâlii mermîmin ucunda…
A’sâr elimin çizdiği mecrâdan akardı,
Üç kıt’ada mağrûr atımın izleri vardı…
Fevkinde uçarken o neşîbin, bu firâzın,
En şanlı hükümdâr-ı hurûşânına arzın
Tek bir nazarım berk-ı inâyetti, keremdi;
İklîli hediyyemdi, ekaalîmi hibemdi…
Hançerdi hayâlim, bütün akvâm ona kındı,
Gûyâ küre şeydâ-yı irâdemdi, kadındı…
A’sâbına kalbimdeki âhengi verirdim,
Kasd eylediğim şekli verir, rengi verirdim…
Dünyâ bilir iclâlimi, “ben böyle değildim!”
«Ben altı asırdan beri bir def’a eğildim!..»
Allâhım! Bugün hâlâ eğik duran mü’min başlarını yeniden İslâm’ın satvet ve ihtişâmıyla muzafferiyet semâlarına yükselt! İslâm âlemini yetîmlikten ve öksüzlükten kurtar! Cümlemize geçmişlerimiz gibi bu lutuflarına nâil olmaya hak kazanacak maddî ve mânevî ulvî bir seviye ikrâm eyle!..
Cihâna yön veren cihân sultanlarını irşâd ve terbiye eden Edebali silsilesinin ve onların rûhâniyetiyle mücehhez cihângîr pâdişâhların muazzez rûhlarını da şâd eyle!..
Âmîn!..
 
Üst Alt