Hz. Muhammed (sav ) Geleneksel Rekabetler ve Kişisel Husumetler

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
Paygamberimizin teri Gül  kokardı
Paygamberimizin teri Gül kokardı
GELENEKSEL REKABETLER VE KİŞİSEL HUSUMETLER

Bizler Abdumenaf soyu ile şan ve şeref konusunda yarışıp durduk. Onlar yemek yedirdiler, biz de yedirdik. Onlar çeşitli görevler üstlendiler, biz de üstlendik. Onlar verdi, iyilik etti; biz de verdik, iyilik ettik. Develer üzerinde karşılıklı diz çöküp yarışanlar gibi yarışıp durduk. Şimdi onlar; ‘Gökten kendisine vahiy gelen bir peygamberimiz var” diyorlar. Biz bunu nasıl kabul ederiz? Onların bu çıkışlarına nasıl bir karşılık verebiliriz? Vallahi biz O’na asla inanmayacağız; O’nu asla tasdik etmeyeceğiz. Yapabileceğimiz tek şey budur. Abdumenaf soyuna itaat etmemiz olacak şey değil? (Ebû Cehil )

Müşriklerin, özellikle de Mekke’nin müşrik eşrafının, davetin daha ilk günlerinden itibaren Hz. Peygamber’e veya İslâm’a düşmanca tepkiler vermeleri birbirine oranla çok farklı durumlarla veya konularla irtibatlandınlabilir. Söz konusu tepkilerin doğrudan veya dolaylı bir çok gerekçesinden bahsedilebilir. Elbette ki Hz. Peygamberin şahsına yönelik tepkilerle, İslâm’a yönelik tepkilerin gerekçeleri tamamıyla birbirlerinden ayrı değildir. Zira, Resulüllah İslâm davetinden veya risâlet sürecindeki İslâm daveti Resulüllah’m şahsından ayrı değildi. Fakat buna rağmen, bazen islâm’a göre Resulüllah’ın şahsı veya Resulüllah’m şahsına göre İslâm daha öncelikli olmak üzere, müşriklerin düşmanca tutum ve tavırlarının hedefi olabilmiştir. Mekke eşrafının, davetin bir aşamasında, Resulüllah’a ‘Biz, seni değil, getirdiğin şeyi reddediyoruz [1] demeleri, bu durumun bir delili ve örneği olarak anlam kazanmaktadır. Hatta şu da kesindir ki, risâlet sürecinin ilk yıllarındaki tepkilerin Öncelikli nedeni çoğu zaman bizzat Resulüllah’ın şahsı olmuştur. Mekke eşrafı, geleneksel nitelik kazanmış bazı rekabet ve husumetlerini Mekke toplumunun tarihsel bir problemi olmaktan çıkarıp, Resulüllah’m şahsına yönelik olmak üzere, risâlet sürecindeki düşmanlıklarının temel konusu ve gerekçesi haline getirebilmişlerdir. Mekke toplumunun söz konusu geleneksel rekabet ve husumetleri ile kastedilen şey, Mekke toplumunu teşkil eden boylar ve soylar arasındaki, geçmişi kuşaklar öncesine dayanan bazı problemlerden başkası değildir. Buna ilaveten, bazı kişisel husumetler de, Resulüllah’a yönelik bireysel tepki ve düşmanlıklara kaynaklık yapabilmiştir.

Mekke halkının tamamına yakınını temsil eden Kureyş kabilesi, farklı soya mensup insanlar topluluğunun ortak ismiydi. Kureyş, Resulüllah’m mensubu olduğu ve Resulüliah’tan bir süre önce Abdumenaf ve Abdüddâr boylarına bölünen Kusayy soyu ile Teym, Adiyy, Esed, Zühre, Mahzûm, Sehm, Amîr, Haris, Cumah, Muhârib soylarından oluşuyordu. Mekke’de yaşıyan bu soyların mensupları arasında geleneksel nitelik kazanmış bir husumet ve o husumetten beslenen bir rekabet vardı. Geçmişte birbirleriyle ilişkilerinde açığa çıkan ve arada bir tekrarlanan bazı olaylar, aralarındaki husumet ve rekabetin sebebiydi. Sahip oldukları bu özellik, islâm davetini değerlendirmelerinde de etkili olmuş; gerek Resulüllah’a ve gerekse İslâm’a tepkileri birçok bakımdan söz konusu husumet ve rekabetten kaynaklanmış veya güç almıştır. Bunun nasıl ve niçin olduğunu anlamak için tarihin sayfalarını karıştırmak ve biraz gerilere gitmek gerekiyor.

Resulüllah’ın doğumundan yüzyıl kadar önce Mekke’nin yönetimi Huzâaların elindeydi. Huzâalar, Mekke’nin ve Kabe’nin geleneksel saygınlığına uygun olmayan tutum ve davranışlara sahip kimselerdi. Bu durumdan en çok rahatsız olanlar ise Huzâalara göre Mekke’nin daha eski sakinleri olan Kureyşlilerdi. Kureyş’e mensup soyların büyük çoğunluğu, gördükleri kötü muameleler nedeniyle Mekke’den uzaklaşmışlardı. Fakat tekrar Mekke’ye yerleşmek hepsinin ortak arzusuydu. Bunun gerçekleşmesini sağlamak ise Resulüllah’ın büyük dedesi Kusayy b. ‘Kitab’a nasip oldu.

Kusayy, Arap yarımadasının farklı bölgelerine dağılmış olan Kureyş’e mensup adamlardan oluşturduğu silahlı birliklerle Huzâalara karşı mücadeleye girişti ve onları Mekke’den attı. Başarılı ve ileri görüşlü bir yönetici olan Kusayy, Mekke’nin ve Kabe’nin bir daha, onların geleneksel saygınlığına değer vermeyen kimselerin eline geçmemesi için, gerekli sosyal ve siyasal tedbirleri aldı. Özellikle bölge dışında yaşayan Kureyşlileri Mekke’de topladı. îmar çalışmaları yaparak, Mekke’yi Kureyşliler için uygun bir yerleşim merkezi haline getirdi. Yaptığı işler nedeniyle de Kureyşliler arasında nesiller boyunca hep saygıyla hatırlanan, toplayıcı/birleştirici manasında olmak üzere ‘mücemmî’ sıfatıyla anılan birisi oldu.

Kusayy’ın Abdüddâr, Abdumenaf, Abduluzza ve Abdukusay isminde dört oğlu vardı. Kusayy yaşlanınca, Mekke’nin yönetimi ve Kabe ile ilgili görevleri büyük oğlu Abdüddâr’a devretti. Kusayy’m hayatta olduğu zamanlarda, bu görev devri ile ilgili herhangi bir ihtilaf açığa çıkmadı. Kardeşler ve çocukları, Kusayy’m kararına saygı gösterip, gereğine itirazsız uydular. Ancak Kusayy’m ölümünden sonra [2] özellikle kardeş çocuklarının işe karışmasıyla, Mekke ve Kabe ile ilgili görevlerin sadece Abdüddâr’m elinde olmasına itiraz sesleri yükselmeye başladı. Kabe ile ilgili görevler itirazın esas konusunu teşkil ediyordu. Zira bunlar Mekke’nin yönetiminden bile önemli görevlerdi. Sahibine diğer topluluklar katında büyük itibar kazandıran görevlerdi. İtiraz daha çok Abdumenaftan ve çocuklarından geldi. Abdüddâr ile Abdumenaf kardeşlerle, bu iki kardeşin çocukları arasında, dostça olmayan tutum ve davranışlar görülmeye başladı. Bu bölünmeyi takiben, Kusayy’ın diğer çocukları ve torunları da kendi aralarında bölündüler Bir kısmı babalarının tercihine saygı gösterip Abdüddâr’ı desteklerken; diğer bir kısmı ise kendilerinin de Kusayy’m çocukları olduklarını, Mekke, Kabe ile ilgili işlerde kendilerinin de paylan olması gerektiğini söyleyip, Abdumenafın itirazına destek verdiler. Bölünme sadece Kusayy’m çocukları arasında kalmayıp, diğer soylara da yansıdı.

Mahzûm, Sehm, Cumah, Adiyy soyuna mensup olanlar Abdüddâr’ı desteklerken; Esed, Zühre, Haris soyuna mensup olanlar ise Abdumenaf desteklediler. Görüş ayrılıkları gittikçe büyüdü ve Kureyş kabilesi birbirine düşman iki kampa ayrıldı. Bir gün her iki tarafın da erkekleri ayrı yerlerde toplanarak savaş için hazırlıklara başladılar. Tarafların adamları, sonuna kadar birbirlerini destekleyeceklerine ve ölümleri pahasına davalarından vazgeçmeyeceklerine yemin ettiler. Silahlı çatışmanın patlak vermek üzere olduğu bir anda Abdüddâr ve taraftarları, Mekke’yi kana boyayacak bir savaşı önlemek için, Kusayy’ın kendilerine verdiği bazı görevlerden vazgeçip, Kabe ile ilgili görevlerden hacılara yemek (rifâde) ve su (sikâye) verme işlerini Abdumenafm çocuklarına devretmeye razı oldular. Abdulmenafın çocukları ve taraftarları bu yeni görev dağılımını kabul ettiler. Taraflar bir araya gelip dostluk anlaşması yaptılar. Ancak bu olay, hatırası her zaman canlı kalan bir husumetin de kaynağını teşkil etti. Bu husumet, soylar ve aileler arasında bir üstünlük rekabetine dönüşerek varlığını sürdürmeye başladı. Gerek Abdumenaf ile Abdüddâr’m çocukları arasında, gerekse bunların çevresinde toplanmış aileler arasında ve özellikle de Kusayy b. Kiîab soyu ile Kureyş’in diğer soyları arasında çoğu zaman örtük, bazen de açık bir husumet hep varoldu. Bir sonraki kuşakta, Abdumenafm çocukları arasında gerçekleşen bir başka bölünme ise, aileler arası rekabete yeni bir boyut kazandırdı.

Abdulmenaf, kardeşi Abdüddâr’la çekişme ve kavgaları sonrasında elde ettiği görevleri başarıyla yerine getirdi. Mekke toplumu ve putları Mekke’de olan diğer kabileler Abdumenaftan fazlasıyla memnun kaldılar. Abdumenafm itibarı ve gücü her geçen gün arttı. Her ne kadar Mekke’nin idarî yapısıyla ilgili bazı işler Abdüddâr’ın çocukları tarafından yürütülüyor olsa bile, Abdumenaf Mekke’nin lideri konumuna erişti.

Abdumenafın Abduşems, Hâşim, Muttalib ve Nevfel isminde dört oğlu vardı. Abdumenaf ölünce yerine oğlu Haşim geçti. Diğer kardeşler, babalarının işlerini devralan Hâşim’e yönelik herhangi bir muhalefette bulunmadılar. Çünkü babalarının tercihi böyleydi. Ancak Abduşems’in çocuklarından Umeyye, amcası ve Ku-reyş’in lideri Haşimle geçinemedi. Mekke ve Kabe ile ilgili görevlerden bazılarına sahip olmak istedi. Ticaretten kazandığı büyük sermayesine güvenerek rifâde görevine talip oldu. Çekişme, bir süre sonra, ilgili görevleri nesepçe daha üstün olanın yerine getirmesi gerektiği iddiasına dönüştü. Anlaşılan o ki zenginliği ve uzak kabilelerle olan ilişkileri nedeniyle Umeyye bu yarıştan galip çıkacağını ummuş ve bu nedenle söz konusu çekişmeyi özellikle gündeme getirmişti. Münafereye [3] karar verildi. Kureyş’in diğer soyları ve aileleri, Abdumenaf in çocukları arasında her an bir kavganın ve hatta savaşın patlak vereceğini, bunun ise Mekke’nin güvenliğini tehlikeye sokacağını hissettikleri için, münafere öncesinde bir şart ileri sürdüler. Münafereyi kaybeden on yıllığına Mekke’yi terk edecekti. Taraflar bu şartı kabul ettiler ve münafere için Usfanlı ünlü kâhin Huzaî hakem olarak seçildi. Hakem, şerefçe üstün olanın Haşim olduğuna karar verdi.

Umeyye iddiayı kaybedince, iddianın şartı gereği Mekke’den ayrılıp on yıllığına Şam’a yerleşti. On yıl sonra Mekke’ye döndüğünde Haşim ölmüş ve Abdülmut-talib Kureyş’in lideri olmuştu. Umeyye, kuzenine muhalefet etti. Amcası Nevfel’in de yardımıyla Abdülmuttalib’in bazı arazilerini gasp etti. Abdülmuttalib ise Medine’de yaşayan Neccar oğullarına mensup dayılarının yardımlarıyla ve Mekke dışındaki diğer bazı kabilelerle yaptığı siyasî anlaşmaların sağladığı imkânlarla, kuzenine karşı direndi. İki taraf arasında, fiilî kavgaya dönüşmeyen bir çekişme hayatlarının sonuna kadar devam etti. İki kuzen arasındaki çekişmeler, çocuklarına geçti. Haşim oğullarının yeni lideri Ebû Talib ile Umeyye oğullarının yeni lideri Ebû Süfyan, babalarından aldıkları kin ve düşmanlığı aynen devam ettirdiler. Bu, köklerini öylesine derinlere salmış bir kin ve düşmanlıktı ki, bazı zamanlar etkisini kaybediyor gibi gözükse bile, hep varoldu. Hatta Resulüllah’ın risale t görevi sırasında ve sonrasında bile fırsatını buldukça açığa çıktı. Resulüllah’ın vefatından sonra gerçekleşen iktidar mücadelelerinin arka planında da bu rekabetin etkisi güçlü şekilde hep hissedilmiştir.

Abdülmuttalib ile Umeyye’nin çocukları arasındaki husumet ve çekişmeler, İslâm dönemine de yansıyacak şekilde yaşamaya devam etmiş olsa da, taraflar hep aynı konumda kalmadılar. Abdülmuttalib’den sonra güç büyük oranda el değiştirdi ve Umeyye’nin çocukları bir çok bakımdan güçlü konuma geldiler. Bu yeni süreçte, bir taraf gücünü kaybetmemeye çalışırken, diğer taraf ise elde ettiği gücü korumanın ve devam ettirmenin çabasını yürütüyordu. Resulüllah ise, tüm Kureyş’i etkileyen geleneksel rekabete ilaveten, kendi zamanında gerilimi oldukça şiddetli şekilde hissedilen gücün el değiştirme sürecinde İslâm davetine başladı ve davetin karşılaştığı tepkiler mevcut şartlardan etkilenerek şekillendi. Risâlet dönemine çok yakın zamanda başlayan ve risâlet sürecinde de devam eden Mekke liderliğiyie ilgili gücün el değiştirmesi süreci şu şekilde gerçekleşti:

Haşim’in çalışkan ve başarılı bir yönetici olmasına, Kureyşlilere sağladığı ticarî imtiyazlar, sikâye ve rifâde görevlerini yerine getirirken gösterdiği üstün gayret ve cömertlik ile oğlu Abdülmuttalib’in Zemzem kaynağını bularak halkı su sıkıntısından kurtarması da eklenince, Haşim ailesinin itibarı iyice arttı. Haşim oğulla-tartışmasız bir şekilde Mekke’nin en itibarlı ailesi oldular. Ancak Abdülmuttalib’in ölümüyle durum büyük oranda değişmeye başladı. Kureyş liderliğinin gerektirdiği harcamaları karşılayacak ekonomik güce sahip olmaması nedeniyle Ebû Talib babasından devraldığı görevleri devam ettiremedi. Ebû Leheb, Abdülmuttalib’in yaş itibarıyla liderliğe aday ikinci oğluydu. Fakat Ebû Leheb son derece düşük ahlâklı birisiydi. Bu olumsuz özelliği, onun liderliğine engel oldu ve Haşim oğulları Kureyş’in siyasî ve askerî liderliğini Umeyye oğullarına kaptırdılar. Bu nedenledir ki, dördüncü Ficar savaşı sırasında Kureyş’in askerî lideri Umeyye oğu larmdan Harb b. Umeyye idi. Takip eden yıllarda da Umeyye oğulları Kureyş topluluğunda sivrildiler ve itibarlarını iyice artırdılar. Haşim oğulları ise Ebû Talib’in şahsında geleneksel itibarlarını devam ettirmekle birlikte, siyasî, ekonomik güçlerini büyük oranda kaybettiler. Umeyye’nin çocukları, Haşim’in çocuklarının tüm itibarlarını kaybedecekleri günü gözlüyor ve bunun gerçekleşmesi için ellerinden geleni yapıyorlardı.

İşte böylesi bir aşamada Haşim oğullarının mensuplarından birisi olarak Resulüllah İslâm davetine başladı. Başta Umeyye’nin çocukları olmak üzere, Kureyş’in diğer aileleri ve soyları bu işe şaşırıp kaldılar. Bu, kendileri açısından, aralarındaki geleneksel rekabetin yeni aşamasını temsil eden bir durumdu; başka bir şey değil. Kusayy zamanında başlayan ve Resulüllah’ın peygamberliğine kadar devam eden süreç bütün olarak değerlendirildiğinde anlaşılan şudur: Resulüllah’m büyük dedesi zamanında başlayan soylar ve aileler arası rekabet, son derece hassas bir denge üzerinde yer alan toplumsal, siyasî, ekonomik bir yapının inşasına neden olmuştu. Mekke ve Kabe ile ilgili görevler soylar ve aileler arasında paylaşılmıştı. Bunlardan Sidânet, Ukab (Kıyâde), Nedve başkanlığı Abdüddâr soyunun; Şikâyet, Rifâde görevleri de Abdumenaf soyunun elindeydi. Bu son iki görev Abdumenaf m soyundan Haşim oğulları ailesinde olmasına karşılık, ikinci kanadı temsil eden Umeyye oğulları herhangi bir göreve sahip değillerdi.

Abdülmattalib’den sonra Umeyye oğulları Kureyş’in liderliğine yükselmişler, ancak Şikâyet, Rifâde görevlerini ellerine geçirememişlerdi. Bu iki görev Haşim oğulları adına Hz. Peygamberin amcası Abbas b. Abdülmuttalib tarafından yürütülüyordu. Umeyye oğullarının lideri Ebû Süfyan ise bir idarî görev ele geçirme hayalleri kurup duruyordu. Buna ise ancak daha sonraları kavuştu. Abdüddâr’m soyuna mensup olanların elinde bulunan Ukab (Kıyâde) görevini ele geçirdi; ancak o sene İslâm ordusu Mekke’yi fethettiği için Ebû Süfyan bu görevin imkanlarından yararlanamadı ve keyfini sürdüremedi. Mekke ve Kabe ile ilgili diğer görevler ise şu şekilde paylaşılmıştı: Meşveret Esed soyundan, Sifaret ve Hükümet Adiyy soyundan, Nizâret Teym soyundan, Kubbe Mahzum soyundan, îsâr ve Ezlâm Cumah soyundan gelen ailelerin elindeydi.

Resulüllah ilâhî görevine başladığında, Mekke’deki aileler arasında üzeri genellikle örtük olmakla birlikte kökleri çok derinlere uzanan bir itibar savaşı vardı. Bazı zamanlar Mekke, Kabe ve Hac ile ilgili görevlerin dağılımında gerçekleşen el değiştirmeler, fiilen kavga ve savaşlara neden olmasa bile, aileler arası rekabeti hep canlı tutmuştu. Her bir soyun veya ailenin mensupları, Habeşistan’dan Anadolu’ya kadar uzanan geniş coğrafyadaki ticari, siyasî ilişkilerinde kendilerine itibar ve imtiyazlar kazandıran geleneksel görevlere sahip olabilmenin veya sahip olduklarını koruyabilmenin çabasını yürütüyorlardı. Hiç kimse rakip soydan veya boydan geri kalmayı istemiyordu. Gizli rekabet herhangi bir olay nedeniyle kolaylıkla açığa çıkabiliyor ve kavgaya varan çekişmelere yol açabiliyordu. Bunun son örneklerinden birisi Kabe’nin onarımı sırasında yaşanmıştı. Hiçbir soy veya aile Hacerü’l Esved’i yerine koyma şerefini rakiplerine kaptırmak istememişti. Ancak, el-emin’ olan Muhammed b. Abdullah’ın akıllı çözümü, savaşa yol açacak olan problemi sona erdirmişti.

Çoğunlukla üstü örtük bir şekilde hep varolan soylar ve aileler arası rekabet, Resulüllah’ın ilâhî görevine başlamasıyla yeni bir boyut kazandı ve tekrar canlandı. Ne var ki bu sefer rekabet savaşında tarafların yapacağı pek bir şey yoktu. Bu gerilimi azaltacak geleneksel veya siyasî bir yöntem mevcut görünmüyordu. Çünkü, irade ve güçlerinin dışında bir durum oluşmuştu. Haşim oğulları Umeyye oğullarına karşı; her iki ailenin dahil olduğu Abdumenaf soyu Abdüddâr soyuna karşı; Kusayy’ın çocukları olan bu iki soyun mensupları, Kureyş kabilesinin diğer soylarına karşı; Kureyş kabilesinin mensupları ise Hicaz bölgesindeki diğer tüm kabilelerin mensuplarına karşı, kabul etmeseler ve hatta bazen alaydan fiilî müdahaleye varan tepkiler verseler bile, kendilerinden bir peygamber çıkmış olmakla övündüler. Aralarından bir peygamber çıkmasıyla övünen bu insanların ekseriyeti, başka gerekçelerle geleneksel inançlarını terk etmeye yanaşmayıp gidişatlarını devam ettirmekte inat ederlerken; diğer aile ve soyların mensupları ise, rakiplerinin adamına bağlanma, rakiplerinin üstünlüğünü kabullenme gibi ‘onur kırıcı’ bir davranışa mesafeli durmayı tercih ettiler. Tüm bunlar nedeniyle de, islâm daveti, özellikle ilk zamanlar geleneksel bir rekabetin gölgesinde kalıp, tepkilerin odağı haline geldi. Ebû Cehil’in fiilî tepkisi bunun önemli örneklerinden sadece birisini temsil etmiştir.

Resulüllah’ın şahsında Müslümanlara ve islâm’a yönelik ilk fiilî fepkinin faili olan Ebû Cehil’in davranışları, büyük oranda, söz konusu geleneksel rekabetin etkisini taşımıştır. Mahzum soyuna mensup olan Ebû Cehil veya aynı soya mensup olan ve ‘Ben Kureyş’in büyüğü ve efendisi olduğum halde peygamberlik bana değil de sana verildi öyle mi? [4] diyen Velid b. Muğire’nin söz ve tutumlarında geleneksel rekabetin etkisi her zaman güçlü şekilde görülmüştür. Peygambere niçin düşmanlık yaptığı sorulduğunda, Ebû Cehil’in söyledikleri, tüm açıklamalarımızın özeti olacak şekilde, şunlar olmuştur: ‘Bizler Abdumenaf soyu ile şan ve şeref konusunda yarışıp durduk. Onlar yemek yedirdiler, biz de yedirdik. Onlar çeşitli görevler üstlendiler, biz de üstlendik. Onlar verdi, iyilik etti; biz de verdik, iyilik ettik. Develer üzerinde karşılıklı diz çöküp yarışanlar gibi yarışıp durduk.

Şimdi onlar ‘Gökten kendisine vahiy gelen bir peygamberimiz var’ diyorlar. Biz buna naşı kabul ederiz? Onların bu çıkışlarına nasıl bir karşılık verebiliriz? Vallahi biz, O’na asla inanmayacağız; O’nu asla tasdik etmeyeceğiz. Yapabileceğimiz tek şey budur. Abdumenaf soyuna itaat etmemiz olacak şey değil? [5]

Konuyla ilgili bir başka rivayet ise, esasen Hicaz bölgesindeki tüm Arap kabileleri arasında mevcut olan rekabetin, islâm daveti nedeniyle tekrar canlanışına tanıklık yapmaktadır. Söz konusu rekabet, İslâm daveti vesilesiyle, Kureyş’e mensup olmayan bir Arap’m sözlerinde şu şekilde ifadesini bulmuştur: ‘Vallahi ben Muhammed’in söylediklerinin hak olduğunu biliyorum. Bu konuda herhangi bir şüphem yok. Fakat Kureyşliler ‘Hicabet bizde olsun’ dediler. Peki’ dedik. ‘Nedve bizde olsun’ dediler ‘Pek dedik. ‘Liva bizde olsun’ dediler Peki’ dedik. ‘Sikaye bizde olsun’ dediler Peki dedik. Şimdi ise ‘Peygamber bizden’ diyorlar. Hayır vallahi yapamam; onların adamına kesinlikle bağlanamam. [6] Soylar ve boylar arası rekabetin etkisi, sadece risâletin ilk günlerinde değil, sonraki dönemlerinde de açıkça görüldü. Bedir hariç Resulüllah’a ve İslâm’a karşı açılan savaşların hemen hepsinde aktif rol oynayan Ebû Süfyan, Müslümanlara yönelik eza ve işkencede en acımasızlardan olan Hanzala b. Ebû Süfyan ve Ukbe b. Ebû Muayt, Bedir savaşında müşrik ordunun komutanlarından Utbe ve Şeybe kardeşler Umeyye oğullarına mensuptular.

Resulüllah’a ve diğer Müslümanlara yönelik işkence, baskı ve zulümlerde ismi ön plana çıkan Ebû Cehil, Velid b. Mu-ğire, Esved b. Abdülmuttalib, Zübeyr b. Ebû Umeyye, Hübeyre b. Ebû Vehb Mah-zûm oğullarına mensuptular, islâm düşmanlığını hayatlarının ilkesi haline getirenlerden Âs b. Vâii, Münebbih ve Nübeyh b. Haccac, Amr b. Âs Sehm oğullarına; Umeyye b. Halef Cumah oğullarına; Ebü’l Bahterî, Zem’a b. Esved Esed oğullarına; Ömer b. Hattab Adiyy oğullarına mensuptu. Kötülük önderlerinden Resulüllah’m ailesine mensup olan sadece bir kişi vardı; o da amcası Ebû Leheb idi.

Soylar ve aileler arası üstünlük rekabetinin ve bu rekabetin beslediği husumetlerin risâlet sürecinde kendisini güçlü bir şekilde açığa vuran etkilerine karşılık; bireysel bazı husumetlerin de islâm’ı reddetmede, Resulüllah’a yönelik tepkilerin açığa çıkmasında önemli bir etkiye sahip olduğu anlaşılmaktadır. Bu durumun tipik örneklerini Ebü Cehil, Ebû Leheb ve Umeyye b. Ebû’s-Salt oluşturmaktadır.

Resulüllah ile Ebû Cehil yaşıttılar. Resulüllah, asıl ismi Amr b. Hişam, lakabı Ebû’l Hakem olan, ancak İslâm’a düşmanlığı nedeniyle ıCahiliyenin babası’ sıfatıyla andığı Ebû Cehil ile aynı muhitte büyümüştü. Mekke’de geçen çocukluk ve gençlik yıllarında sürekli görüşmüşler, oyun oynamışlar ve hatta kavga etmişlerdi. Bir defasında, her ikisinin de çocuk yaşta olduğu bir zamanda, aralarında tartışma çıkmış ve tartışmaları kavgaya dönüşmüştü. Abdullah b. Cüd’ân’mn evinde gerçekleşen kavgada, Muhammed, Ebû Cehil’i yere çarptı. Bu çarpma, Ebû Cehil’in hayatı boyunca izini taşıyacağı bir yaralanmaya neden oldu. Bu olayı takiben Ebû Cehil’in kendisini kaptırdığı kin ve düşmanlık ise, hayatı boyunca Resulüllah’a muhalif olmasına katkı sağladı.

Resulüllah’a olan husumeti, geleneksel soylar arası rekabetin etkileriyle güçlenip kuvvetlendi. Ayrıca, her ikisinin kişilik ve karakterlerinin farklı olması da yollarının tamamen ayrılmasına neden oldu. Resulüllah’m ‘en güvenilir kişi’ sıfatını hak ederek kazanmasına, herkesin takdirle andığı kişilik ve karaktere sahip olmasına karşılık; Ebû Cehil hep haksızlığın, kötülüğün, zorbalığın, hile ve aldatmanın tarafında yer aldı. Bu farklılık risâlet döneminden bir süre önce gerçekleşen”bir gerilimin de yaşanmasına yol açtı. Daha önce bahsedildiği gibi, Ebû Cehil’in Zubeyd kabilesine mensup tüccarın mallarını ucuza alabilmek için düşündüğü oyun, Hılfû’l Füdûl üyesi olan Resulüllah tarafından bozuldu ve Ebû Cehil amacına ulaşamadı.

Resulüllah’ın amcası olan Ebû Leheb, babası Abdülmuttalib’in ölümünden sonra, diğer kardeşlerinin aksine son derece sefih bir hayatı tercih etmişti. Babasından kendisine kalan sermayeyi şarapla ve ahlâksız kadınlarla yiyip bitirmişti. Onun bu sefih yaşantısı, Abdülmuttalib ailesi için yüz kızartıcı bir durumdu. Soylarının onurlu ismini, babalarının saygm mirasını devam ettirmek isteyen kardeşler arasında özellikle Ebû Talib son derece hassas birisiydi ve kardeşi Ebû Le-heb’in durumu kendisini hep düşündürüyordu. Bir ara Mekke’de çalkantıya neden olan Kabe’ye ve Kabe’deki putlara adanmış değerli eşyaların çalınması suçuna Ebû Leheb’in isminin de karışmış olması, Ebû Talib’in kardeşinden kaynaklanan üzüntü ve utancını dayanılmaz boyutlara ulaştırdı.

Çoğu zaman yaptığı üzere, bir kez daha kardeşiyle konuşarak, durumunu gözden geçirmesini istedi. Ancak herhangi bir ahlâkî ölçü tanımayacak kadar sefihleşmiş, hatta risâlet sürecinde açığa çıkacağı üzere, Araplar için en kutsal bağ olan akrabalık bağlarını hiçe sayacak kadar değerlerine yabancılaşmış birisi olan Ebû Leheb, ağabeyinin nasihatlarına lakayt kaldı, iki kardeş arasındaki konuşma kısa sürede kavgaya dönüştü. Alt-üst kavga etmeye, birbirlerini yumruklamaya başladılar. O sırada kavgayı izlemekte olan genç Muhammed, sevgili amcası Ebû Talib’in altta kalıp Ebû Le-neb’den dayak yediğini görünce dayanamadı ve kavgaya karıştı. Yıkıp altına aldı.

Ebû Leheb’i yumruklamaya başladı. Bu olay Ebû Leheb için hayatı boyu sürdü bir düşmanlığın başlangıcını oluşturdu. O dayak olayından sonra Ebû ömür boyu sürecek düşmanlığının kararını dile getirdi: ‘Muhammed! Ben de senin amcanım. Ama bana farklı, ona farklı davrandın. Vallahi kalbim eni hiç sevmiyor ve seni hiçbir zaman da sevmeyecek: [7]

Burada kişisel husumet ve ihtiraslar nedeniyle Resulüllah’a ve İslâm’a karşı çıkanların önemli bir örneği olarak Umeyye b. Ebû’s-Salt’ı özellikle hatırlamak gerekiyor. Umeyye b. Ebû’s-Salt, Taif bölgesinde ikamet eden Sakîf kabilesine mensup ünlü bir şairdi. O, Hanif oluşu ve diğer bazı özellikleri nedeniyle zamanında olduğu kadar, sonraki dönemlerde de ününü sürdürmüştir. Umeyye b. Ebû’s-Salt, Allah’ın varlığına ve birçok sıfatına inanan birisiydi. Üstelik bu inancı büyük oranda İslâm’la da uyumluydu. Ancak bunlara rağmen Resulüllah’m en önemli düşmanlarından birisi oldu. İnanç ve fikirleri tevhid hakikatiyle büyük oranda örtüşmesine rağmen, Müslüman olmayı kabul etmedi ve eskiden beri inançlarını reddettiği putperestleri destekleyip, İslâm’a karşı putperestlerin sözcülüğünü yaptı. Umeyye b. Ebû’s-Salt, şiirlerinde dile getirdiğine göre, putperestliğe karşıydı.

Ahiret hayatına inanıyor, zinayı haram sayıyor, Allah’ın varlığı ve sıfatlarıyla tek olduğunu kabul ediyordu. Daha da önemlisi, tüm insanlığı kuşatmış mevcut olumsuz şartlardan hareketle, insanlara Allah’ın mesajlarını bildirecek bir elçinin gelmesinin yakın olduğuna inanıyordu. Bu özelliklerinin yanı sıra, bütün hayatını etkileyen ve Resulüllah’m karşısında, putperestlerin yanında yer almasına sebep olan bir özelliği daha vardı. O, dünyanın içinde debelendiği olumsuz şartlardan dolayı gelmesinin zorunluluğu ve yakınlığı konusunda kuşku duymadığı ilâhî elçinin (peygamberin) kendisi olacağını umuyordu. Ancak Allah’ın elçisi olma umut ve hayalleri, bir ümmî olan ve kendisi gibi bir umut ve beklentisi bulunmayan Muhammed b. Abdullah’ın elçi olmasıyla alt üst oldu. Çok derin bir hayal kırıklığına uğradı. Haset duyguları kabardı. Hayal kırıklığının etkisiyle şiirlerinde savunduğu inançlarına rağmen, Resule düşman oldu; bunun yanı sıra şiirlerinde reddettiği inançların mensupları olan putperestlerin yanında yer almayı tercih etti. Üstelik bunu yaparken inançlarından uzaklaşmış da değildi. Onun bu çelişkisini Resulüllah ‘Umeyye’nin şiiri iman etti, ama kalbi yalanladı’6 diye açıkladı. Umeyye’nin bizzat kendisi ise şu sözleriyle durumunu ve düşmanlığının gerekçesini ifade etmiştir: ‘Bit hastalığın beni öldüreceği muhakkak. Ben hanif dininin doğru olduğunu biliyorum. Ama Muhammed’e karşı içimdeki kin Müslüman olmama engel oluyor. [8]

Umeyye’nin şiirleri dikkatli bir şekilde incelendiğinde şaşkınlığa sürüklenmemek mümkün değildir. Onun şiirlerinde, Allah’ın sıfatları konusunda Kur’an’da bildirilenlerle uyumlu ve oldukça ayrıntılı bilgiler mevcuttur. Bu konuda örnek olarak şunlar hatırlanabilir: ‘Allah her şeyin yaratıcısıdır, bütün yaratıkların hepsi isteyerek O’nun kulu, kölesidirler, O Allah, kullarının rabbidir, Bütün insanlar Allah’ın halkıdır; arz üzerinde tek hükümran olan yalnız O’dur. O tanrı ki yaratıklar O’nun hükümranlığında hak iddia edemezler (O’nun hükmüne karışamazlar), Kullar O’nu birlemese de O birdir Ayrıca, Umeyye b. Ebû’s-Salt şiirlerinde sıklıkla ‘bismike’llahümme’ ifadesine yer vermiştir. Onun tüm bu özellikleri ise, düşünce ve inançlarının kaynağının ne olduğu sorusunu gündeme getirmektedir. Çünkü bu inançların kaynağının sadece Hz. İbrahim’den kalan geleneksel bazı unsurlar olmadığı açıktır. Eğer böyle bir durum söz konusu olsaydı, aynı inançları dile getiren başkalarının da bulunması gerekirdi. Her ne.kadar Zeyd b. Amr’da da benzer özellikler varsa da, onun inancındaki tevhidi unsurların Umeyye’ninki kadar ayrıntılı ve çok olmadığı kesindir. Bu nedenle Umeyye’nin inançlarının kaynağını araştırmak ayrıcalıklı bir önem ifade etmektedir.

Kaynakların bildirdiğine göre Umeyye, Süryanice’yi bilen birisiydi ve Tevrat ile İncil’i okuyordu. Bu nedenle Tevrat ve İncil’den oldukça önemli oranda etkilenmiş olmasını beklemek gerekir. O, Tevrat ve İncil’den elde ettiği bazı bilgileri Hanif süzgecinden geçirerek inancının unsuru haline getirmiş; teslis gibi şirk unsurlarına iltifat etmemiş, tevhidi unsurları seçerek almış olmalıdır. Ancak Tevrat ve incil, onun sahip olduğu tevhidi unsurların hepsini açıklamaya yetmemektedir. Araştırmamız dahilinde etkisinde kalabileceği başka bir kaynağın zikredildiğine rastlamadık. Fakat bizzat Kur’an’ın, onun kaynaklarından birisi olması bize oldukça kuvvetli bir ihtimal olarak gözükmektedir. Zira o, Resulüllah’a vahyolunan ayetlerden haberdardı.

Resulüllah’m insanlara okuduklarını yakından takip ediyordu. Bu durumda, isteyerek veya istemeyerek çevresindeki insanlardan duyduğu Kur’an ayetlerinin, tevhidî konularda ufkunu genişlettiğini söylemek mümkündür. Eğer bu doğru ise, Umeyye’nin durumu daha da ilginç bir nitelik kazanmaktadır. Buna göre o, Kur’an’a iltifat etmesine, Resulüllah’ın bildirdiklerine yakınlık hissetmesine rağmen, İslâm’a ve Resulüllah’a düşmanlığı tercih etmiş olmaktadır.

Umeyye b. Ebû’s Sait’in Resulüllah’a karşı duyduğu kin, Bedir’de Mekke müşrikleri saflarında Müslümanlara karşı savaşan iki yeğeninin Müslümanlar tarafından öldürülmesi üzerine hepten arttı. Resulüllah’a yönelik kinini, edebî değeri nedeniyle dillerden düşmeyen şiirlerinde açık ve zehirli ifadelere dönüştürdü. Bedir savaşı sırasında Şam’da bulunduğu için, dönüşte ilk iş olarak yeğenlerinin mezarlarını ziyaret etti. Daha sonra Yemen’e gitti. Böylelikle, yıllarca hayaliyle yaşadığı umutlarının yıkıcısı olarak gördüğü Resulüllah’tan uzak olmayı tercih etti. Bazı müfessirlerin A’raf sûresinin 174. ve 175. ayetlerinin hakkında indiğini belirttikleri Umeyye b. Ebû’s Salt, Müslüman olma şerefine erişemeden 624 yılında keder ve hasetinden öldü. Ölürken dahi şiirlerinde ifade ettiği hakikatlerden bir şeyler dile getirerek, kanayan yüreğinin acısını bastırmaya çalışmayı ihmal etmedi: ‘Ne kadar uzarsa uzasın bir hayat, sonunda bitip gidecektir. Hakikatleri öğrenmeden başlarında geyikler arasında hayvan gibi yaşasaydım. Ölümü daima göz önünde bulundur. Zamanın saldırışından çekin; çünkü zamanın bir saldırışı vardır. [9] [1] Zuhruf süresi, 43:23,24

[2] tahminen M.S.480
[3] Şerefçe kimin daha üstün olduğunun hakemce belirlenmesi yöntemi
[4] İbn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, 1/387
[5] ibn İshak, Siyer, 250; İbn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, 1/337, 338; Zehebî, Tarihü’l İslâm, U/93. 4 İbn tshak, Siyer, 271; Zehebî. Tarihü’l İslâm, 11/72, 73.
[6] Belâzürî, Ensâbü’l Eşraf, 1/263.
[7] Buharı, Menakibu’l Ensar 28, 45, Meğazi 85, Fedaüul Kur’an 1
[8] Izutsu, Kur’ân’da Allah ve İnsan, 108
[9] Izutsu, Kur’ân’da Allah ve İnsan, 110; Umeyye b. Ebû’s-Salfın benzer sözleri ve tevhidi düşüncelerinin ayrıntıları için ayrıca bkz: İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihâye, 11/287, 288; İbn Kuteybe, Te’vüu Muhtelifi’l Hadîs, 146, 412; Çağatay, Cahiliye Çağı, 167
 
Üst Alt