TEFSİR HAC Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
HAC SURESİ OKUNUŞU VE TEFSİRİ

HAC Suresi 30.Ayet
HAC Suresi 30.Ayet
Hac Sûresi Hakkında

Hac sûresinin büyük bir bölümü Mekke’de, 19-24. âyetleri ise Medine’de nâzil olmuştur. Dolayısıyla onda hem Mekkî hem de Medenî sûrelerin özellikleri vardır. 78 ayettir. Bu sûrede hac ibâdetinin İbrâhim (a.s.) tarafından başlatılıp Hz. Muhammed (s.a.s.) tarafından devam ettirildiği anlatılır. Ayrıca 27. âyette “hac”dan açık olarak bahsedilir. Bu sebeple ona “Hac” ismi verildiği anlaşılmaktadır. 18. âyeti secde âyetidir. Fakihlerin ittifakıyla bu âyet okunduğu ve işitildiği zaman tilâvet secdesi yapılmalıdır. Mushaf tertibine göre 22, nüzûl sırasına göre 88. sûredir.

Hac Sûresi Konusu

Sûre kıyâmetin ödleri patlatan, yürekleri boğaza getiren ve insanların akıllarını başlarından alan dehşetli sarsıntısıyla başlar. Bunun mutlaka vuku bulacağı ise insanın topraktan başlayıp ana rahmindeki safhalardan geçerek doğup büyüyüp kemâle ermesi ve yaşlanıp ömrün en rezil devresine dönerek âhiret yolcusu olması, mü’min-münkir hiç kimsenin bu mecburi istikâmetten ayrılamaması; buna ilâveten ölü haldeki yeryüzünün her bahar yeniden hayat bularak her renkten, her koku ve tattan binlerce bitki bitirmesi delilleriyle te’yîd edilir. Sonra eserden müessire geçilerek Allah’ın birliği, sonsuz kudreti, bu vesileyle kabirlerdeki ölüleri diriltip hesaba çekeceği hatırlatılır. Fakat bu açık hakikat karşısında insanların aldığı pozisyonlar farklıdır. Kimi elinde hiçbir haklı delil olmaksızın Allah ile mücâdeleye kalkışır, kimi münafık tabiatıyla menfaati icabı kulluk gösterisinde bulunur, kimi de Allah’ın istediği bir kulluk yaparak rahmet-i Rahmân’a erer.

Bu vesileyle mü’min, yahudi, hıristiyan, mecûsi ve müşrik inanç gruplarına temas edilip, bunların âhiretteki durumlarıyla alakalı olarak cehennemden son derece korkutucu, cennetten ise cezbedici birer manzara sunulur. Hac ibâdetinin Hz. İbrâhim ile başlayan ve kıyamete kadar imkânı yerinde bütün müslümanlara farz bir ibâdet olduğundan ve menâsikinden söz edilir. On beş yıla yakın bir süredir müşriklerin baskıları karşısında iyice daralan mü’minlere artık şavaşmaları için izin verilir. Önceki peygamberlerin ve kavimlerinin durumuna kısaca değinilerek Efendimiz ve mü’minler teselli edilir. Kur’ân-ı Kerîm’in Allah’tan gelen hak kelam olduğu, gerçek ilim sahiplerinin bu konuda hiçbir tereddütlerinin olmadığı belirtilir. Hepsi de insanın yerini yurdunu terk ederek uzaklara gitmesini, çeşitli zahmetlere katlanmasını ve aynı inancı taşıyanlarla kader birliği yapmasını gerektiren hac ve cihattan sonra, aynı doğrultuda Allah yolunda hicret teşvik edilir. Allah Teâlâ’nın kâinatta tecelli eden varlık delilleri ve kudret akışlarına temas edilerek, insanlar gerçek bir tevhid inancıyla O’na kulluğa çağrılır. Hiçbir işe yaramaz bâtıl inanç ve hiçbir şeye hatta en küçük bir sivrisineği bile yaratmaya güç yetiremeyen sahte ilâhlardan uzaklaşmaları tavsiye edilir. Son olarak mü’minlere hitap edilerek namaz, zekât ve her türlü hayırlı amellerle Allah’a kul olmaları, Allah’ın kendilerine olan hususi ikramlarına karşılık O’nun yolunda hakkıyla cihad etmeleri, örnek yaşayışlarıyla İslâm’ı temsil ederek tebliğ etmeleri ve bu hususta en güzel yardımcı olan Allah’a güvenmeleri telkin edilir.

Hac Sûresi Nuzül

Mushaftaki sıralamada yirmi ikinci, iniş sırasına göre yüz üçüncü sûredir. Nûr sûresinden sonra, Münâfikun sûresinden önce inmiştir. Sûrenin üslûbu ve içeriği, bir kısmının Mekke, bir kısmının da Medine döneminde indiğini düşündürmektedir. Özellikle baş taraftaki âyetlerin Mekke döneminde inmiş olması ihtimali güçlü olduğundan, genellikle Mekkî olarak nitelenir ve bütününün iniş sırası itibariyle 103. sûre olduğu kabul edilir (bu konudaki rivayet ve görüşlerin değerlendirilmesi için bk. İbn Âşûr, XVII, 180-183; Derveze, VII, 73-74; Esed, II, 666; Emin Işık, “Hac Sûresi”, DİA, XIV, 420; Ateş, nüzûl sırası bakımından seksen sekizinci sûre olduğu kanaatindedir, bk. VI, 5).

HAC SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

1. Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Çünkü kıyâmetin sarsıntısı gerçekten çok korkunç bir şeydir.

2. Onu göreceğiniz gün, dehşetten her emzikli anne emzirdiği yavrusunu unutup terk eder, her hâmile dişi de karnındakini düşürür. İnsanları sarhoş görürsün, halbuki onlar şarap içip sarhoş olmuş değillerdir, lâkin Allah’ın azabı pek şiddetlidir.


Sûre mü’min-kâfir bütün insanlara hitap ederek, her şeyi yoktan var eden, onlara kendi varlığından varlık veren, insanları da yaratıp onlara lütfettiği akıl ve irade melekelerine binâen kendilerini sorumlu tutan Allah Teâlâ’ya karşı takvâ sahibi olmaya; O’nun emirlerini tutup yasaklarından sakınmaya davet ederek başlar. Hayatı ilâhî murâkabe karşısında korku ve ümit dengesi ölçüsünde, İslâm’ı incitmeyecek ve ilâhî muhabbetin kula akışını zedelemeyecek bir kalbî hassasiyet içerisinde değerlendirmeyi emrederek söze girer. İnsanlar için bu çok mühim ve vazgeçilmez bir mesajdır. Çünkü onları çok dehşetli bir kıyamet günü beklemektedir. Büyüklüğüne ve yüceliğine sınır olmayan Allah Teâlâ’nın beyânıyla onun sarsıntısı “gerçekten korkunç, pek büyük ve çok şiddetlidir.” Bu sarsıntıdan maksat, İsrâfil (a.s.) ilk defa sûra üflediğinde yeri ve göğüyle bütün kâinatın yıkıldığı, her şeyin parçalanıp unufak ve darmadağın edildiği sarsıntıdır. Onun şiddetinin büyüklüğünü ise 2. âyette yer alan şu açık misallerle daha iyi anlamak mümkün olacaktır:

❂ İster insan ister başka canlılardan olsun, yavrusunu emzirmekte olan her anne, bebeğine olan onca şefkati, merhameti ve cömertliğine rağmen, tam onu emzirdiği, memesini ağzına verdiği sırada, o günün dehşetinden dolayı yavrusunu unutur, göremez olur, bırakır gider. Âyette kullanılan مُرْضِعَةٌ (murdi‘atun) kelimesi, “o anda bilfiil memesini ağzına koyup yavrusunu emziren anne” mânasındadır.
❂ Hamile olan her anne yine o günün dehşetinden şoka girip sarsılarak rahmindekini düşürür.

❂ İnsanlar normalde içki içip sarhoş olmadıkları halde o günün dehşet ve korkusundan sarhoş hale gelirler. Gören onları sarhoş sanır. Onları bu hale getiren Allah’ın şiddetli azabından başka bir şey değildir. Hem bu sırada yaşananlar henüz ilâhî azap ve kahır tecellilerinin başlangıcıdır. Kâfirler için bunu takip edecek safhalar olan mahşer ve cehennemde daha ne şiddetli azaplar olacaktır.

Bu âyet-i kerîmeler Benî Müstalik gazvesi sırasında geceleyin nâzil oldu. Resûlullah (s.a.s.) bunları ashâbına okuyunca orada bulunan herkes hüngür hüngür ağlamaya başladı. Efendimiz (s.a.s.), ashâbının o geceden daha fazla ağladıklarını görmemişti. Sabah olunca onlar binitlerine eğer vuramadılar, çadır kuramadılar ve yemek pişiremediler. Onlardan kimisi ağlıyor; kimi de oturmuş hazin hazin düşünüyordu. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXIII, 4)
Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Ben sizin görmediklerinizi görüyorum. Gökyüzü gıcırdadı. Gıcırdamakta da haklıdır. Çünkü dört parmak kadar bir yer yok ki, orada bir melek alnını yere koyup Allah’a secde etmiş olmasın. Allah’a yemin ediyorum ki, benim bildiğimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız. Yataklarınızda hanımlarınızdan zevk almazdınız. Allah’a yalvarıp yakarmak için yollara düşerdiniz.” (Tirmizî, Zühd 9; İbn Mâce, Zühd 19)

Kıyâmetin dehşeti ve göremediğimiz âlemlerin durumu böyleyken bazı insanlar hâla gaflet içinde yüzmektedir:

3. İnsanlardan öylesi var ki, hiçbir gerçek bilgiye dayanmaksızın Allah hakkında tartışır durur ve işi gücü bozgunculuk olan her azgın şeytanın ardına düşer.

4. Oysa şeytan hakkında şu hüküm yazılmıştır: “Kim onu dost edinip kendisini onun yönlendirmesine bırakırsa, hiç şüphesiz o böylelerini yoldan saptırır ve doğruca alevli ateşin azabına sürükler.


Bir kısım insanların, hiçbir doğru bir bilgiye dayanmaksızın Allah hakkında; O’nun isimleri, fiilleri, tek ilâh ve tek rab oluşu, peygamber göndermesi, kitap indirmesi, öte dünyada insanları yeniden diriltecek olması gibi konularda tartıştıkları görülür. Bu aslında o kişileri kuşatan imansızlık ve cehâletin bir göstergesidir. Nitekim müşrikler de böyle haksız tartışmaların içine giriyor, peygamberin davetini anlamsız buluyor, Kur’an’ı öncekilerin masalı diye tahfif ediyor ve çürüyüp toprak olduktan sonra yeniden dirilişi imkânsız görüyorlardı. Bu durum, Allah’a baş kaldırmış azgın ve hayâsız şeytanın peşine düşmekten başka bir şey değildir. Şeytanın varlık hikmeti ise, peşine düşenleri, kendini dost sanıp gönül verenleri doğru yoldan saptırmak ve sonunda cehennemin çılgın alevlerine gömmektir. Akrebin ısırması, yılanın sokup zehirlemesi, aslanın parçalaması gibi, şeytanın yapacağı da bundan başka bir şey değildir. O halde akla uygun olan, azgın şeytanın ateşe sürükleyen sapıklık yolunu terk edip, nihâyetsiz merhamet sahibi Rahman’ın cennete götüren doğru yolunu tutmaktır. Bunun da en mühim sâiki öldükten sonra yeniden dirileceğimize kesinlikle inanmaktır. Bu hususta herhangi bir şüphesi olanlar şu gerçeğe kulak verip üzerinde düşünsünler:

5. Ey insanlar! Öldükten sonra dirilme konusunda en küçük bir şüpheniz varsa, şunu bilin ki, biz sizi başlangıçta topraktan, sonra bir nutfeden, sonra rahim cidârına yapışan bir hücreden, sonra esas unsurlarıyla yaratılışı tamamlanmış ama bütün azalarıyla henüz tamamlanmamış bir çiğnem et görünümünde bir ceninden yarattık ki, size kudretimizi gösterelim. Dilediğimizi rahimlerde belli bir süreye kadar bekletir, sonra sizi bir bebek olarak dünyaya çıkarırız. Sonra güçlü kuvvetli çağınıza ulaşmanız için sizi besleyip büyütürüz. İçinizden kimi erkenden, hatta çocuk yaşta ölür. Kimi de ömrün en düşkün çağına kadar yaşatılır da, daha önce bazı şeyler öğrenmişken artık hiçbir şey bilmez hâle gelir. Ayrıca yeryüzünü de kupkuru ve ölü bir halde görürsün; fakat biz üzerine yağmur indirdiğimizde o, kıpırdanır, kabarır, her türden göz alıcı, gönül açıcı bitkiyi erkekli-dişili bitirir.


Yüce Rabbimiz, öldükten sonra dirilişin mümkün olduğuna delil olarak insanın bizzat kendi yaratılışını göstermektedir. Selim bir akılla kendi yaratılış mûcizesi üzerinde tefekkür eden kişi, Allah Teâlâ’nın ne kadar büyük bir ilim, irade ve kudrete sahip olduğunu, dolayısıyla böyle bir Yüce Zat için ölüleri diriltmenin hiç de zor olmayacağını kolaylıkla anlayabilir.

Âyet-i kerîmede insanın yaratılış safhaları ve doğumundan ölümüne kadar geçen hayat serüveni esas noktaları itibariyle şöyle beyân edilir:

Birincisi; اَلتُّرَابُ(toprak) safhası: Allah Teâlâ insanlığın babası Âdem’i, bir kısım âyet-i kerîmelerin de işaret ettiği gibi, içine katılan suyla beraber toprağı çamur, yapışkan çamur, bekletilmiş kokuşmuş balçık çamur, süzülmüş çamur, ateşte kurutulmuş çamur gibi çeşitli safhalardan geçirerek yaratmış; ona ruhundan üfleyerek tastamam insan haline getirmiştir. Ondan eşi Havva’yı, o ikisinden de kademe kademe diğer insanları var etmiştir. (bk. Nisâ 4/1) Normal şartlarda insan anne ve babanın evliliğinden meydana gelse de, insanın tohumu mesabesinde olan “nutfe”nin oluşumuna değin geçen safha, Âdem’in topraktan yaratıldığı safha ile aynilik arzetmektedir. Dolayısıyla her insanın yaratılışı, aynı Âdem gibi topraktan başlamakta, sonra nutfe olarak anne rahmine düştükten sonra oradaki yaratılış safhaları devreye girmektedir.

İkincisi; اَلنُّطْفَةُ (nutfe) safhası: İnsanın anne rahminde yaratılmaya başlamasının ilk maddesi “nutfe”dir. Erkeğin vücudunda oluşan bu madde, cinsî münâsebet yoluyla annenin yumurtasıyla birleşir. Döllenmeden sonra da rahimde gelişmeye, tavırdan tavıra geçerek büyümeye başlar. Yukarıda da temas ettiğimiz üzere “nutfe” denilen bu maddenin de oluşmasının bir alt yapısı vardır. Bunun, topraktan yetişip insan vücüduna giren besinler sonucu ortaya çıktığı bilinmektedir.

Üçüncüsü; اَلْعَلَقَةُ (‘alaka) safhası: “Alaka” sözlükte ilişmek, yapışıp tutunmak, bağlı olmak anlamlarına gelir. Bu safha, döllenmiş yumurtanın rahim çeperlerine asıldığı ve orada takılı kaldığı safhadır. Beslenmesi için etrafı kan havuzcuğu ile çevrildiği ve bu sebeple görünümü kan pıhtısına benzediği için, ona “kan pıhtısı” mânası da verilmiştir. Bu safhada pürtüklü bir özelliğe sahip olan yumurta, toprağa yerleşen kökler gibi, gerekli gelişimini sağlamak maksadıyla, ihtiyacı olan gıdaları almak üzere rahim çeperinin derinliklerine doğru dalar. Bu durum, yumurtayı kelimenin tam mânasıyla döl yatağına yapıştırır.

Dördüncüsü; اَلْمُضْغَةُ (mudğa) safhası: ‘Alaka safhasının tedrici olarak gelişmesi ve değişmesi sonucu ceninin mudğa safhası başlar. “Mudğa”, çiğnem büyüklüğündeki et parçası demektir. Fakat bu, bildiğimiz normal etten başka bir ettir. Çünkü Araplar normal taze et için “lahm” kelimesini kullanırlar. Dolayısıyla mudğa normal bir et olmayıp, kendine özgü özellikleri bulunan bir et parçasıdır. Bunun kısmen kemik özelliği taşıyan bir et parçası olma ihtimali vardır. Çünkü bu safhanın sonunda cenin, tamamen veya kısmen kemiğe dönüşüp iskeletin kütlesini teşekkül ettirmektedir. Günümüzde ceninin çekilen fotoğrafları incelendiğinde mudğa safhası gerçekten çiğnenmiş ve üzerinde diş izleri bulunan bir görünüm arzetmektedir. Dolayısıyla Kur’an’ın bu safhayı ifade etmek üzere özellikle “mudğa” kelimesini seçmesi gayet yerinde ve oldukça dikkat çekicidir. Burada dikkat çeken bir husus da “mudğa”nın مُخَلَّقَةٌ (muhallaka) ve وَغَيْرُ مُخَلَّقَةٍ (ğayr-i muhallaka) olarak ikiye ayrılmasıdır. “Muhallaka”, esas itibariyle yaratılışın kısmen belirmiş ve uzuvları ortaya çıkmış; “gayr-i muhallaka” ise sınırları ve şekilleri nihâî durumlarıyla tam olarak belirlenmemiş bir et parçası mânasına gelebilir. “Muhallak”ın yaratılan, kemik ve diğer safhaları tamamlanarak sağlam olarak doğanlara; “gayr-i muhallak”ın ise mudğa halindeyken düşen, tamamlanmayan ceninlere işaret etmesi de mümkündür.

İşte çıplak gözle göremediğimiz, ancak günümüzde bir kısım teknik imkânlarla kısmen âşina olabildiğimiz bir âlemde insanın geçirdiği bu safhalar, Allah’ın sonsuz kudretinin birer delilidir. Bundan sonraki safhaları takip edip inceleyebilme imkânı biraz daha fazladır. Cenâb-ı Hak, her bir insanı gelişimini tamamlayıncaya kadar ana rahminde dilediği bir müddet saklamakta, sonra onu bebek olarak dünyaya getirmektedir. Sonra onu büyütüp güç kuvvet sahibi kılmaktadır. Her zaman tecrübe etme imkânı bulduğumuz gibi insanların bir kısmı henüz bebek iken veya çocuk ya da genç yaşta iken vefat etmektedir. İlâhî kudretin onlar için takdir buyurduğu ömür bu kadardır. Ölme vakti gelmiş bir canlının ölümüne mâni olabilecek hiçbir güç tasavvur etmek mümkün değildir. Bu da ne müthiş bir kudretullah tecellisidir. Allah Teâlâ buyurur:

“Hele can boğaza gelip dayandığında, o vakit can çekişenin yanında bulunan sizler, elinizden bir şey gelmez, sadece çaresizlik içinde seyredersiniz. Biz ona sizden daha yakınızdır, fakat siz göremezsiniz. Eğer siz yeniden diriltilip hesaba çekilmeyecek, ceza görmeyecekseniz; lütfen çıkmakta olan o canı geri çeviriniz; eğer iddianızda tutarlı ve doğru iseniz!” (Vâkıa 56/83-87)

İnsanların bir kısmı ise uzun yaşamakta, yaşlanmakta, hem maddi hem ruhi olarak güç ve kuvvetten kesilerek ömrün en rezil, en düşkün devresine düşmektedirler. İlâhî takdir bu sahada da hükmünü icrâ etmektedir. Buna da kimsenin mâni olması mümkün değildir. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Kime uzun ömür verirsek onu yaratılışta baş aşağı çeviririz. Hiç akıl erdirmiyorlar mı ki gidiş nereye?” (Yâsîn 36/68)

Âhiretin bir diğer mühim delili de ölü halde bulunan toprağın hususiyle bahar mevsiminde üzerine yağan yağmurlarla harekete geçmesi, kabarması; zahiren kara bir toprak olarak gözüken o sır yumağının, göz ve gönül alıcı muhtelif şekil, renk, koku ve tatta binlerce bitki, meyve ve sebze bitirmesidir. Bütün bunları yapan da şüphesiz sonsuz ilim ve kudret sahibi Rabbimizdir.

Peki Allah Teâlâ bu muazzam varlıkları ve olayları nasıl yaratabiliyor? İşte bu âyetler bu sualin cevabını vermektedir:

6. Bütün bunlar gösteriyor ki, Allah hakkın ta kendisidir; hiç şüphesiz ölüleri O diriltecektir ve O her şeye hakkiyle güç yetirendir.

7. Yine bunlardan şunu anlayın ki, kıyâmet hiç şüphesiz kopacak ve Allah kabirlerde yatan ölüleri kesinlikle diriltecektir.


Buna göre:

Allah hakkın ta kendisidir. O’nun varlığı bir zan değil, bilakis apaçık gerçektir. O sadece her şeyin var olma sebebi değil, aynı zamanda hepsi üzerinde yegane hâkimiyet ve tasarruf sahibi olan en yüce Zat’tır. Dolayısıyla O, bütün kâinatı kendi iradesi, ilim ve hikmetine göre idare etmektedir. O’nun yaptığı her fiil hakkın, doğrunun ve hikmetin ta kendisidir.
Ölüleri diriltecek olan şüphesiz ki O’dur. Azıcık düşünülecek olunursa O’nun her an ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkardığını; O’nun “Muhyî: Dirilten” ve “Mümît: Öldüren” sıfatlarının her an milyarlarca tecelliyle câri olduğu kolaylıkla görülür.
Her şeye güç ve kuvveti yeten de elbette ki yine O’dur.
Durum bu minvalde olunca, madem ki O, kıyametin kopacağını söylüyor, o mutlaka kopacaktır ve bunda zerre kadar bir şüpheye düşmek anlamsızdır. Madem ki O, kabirlerde olanları dirilteceğini söylüyor, onları mutlaka diriltecektir. Bu konuda da herhangi bir şüphe taşımak gereksizdir, boşunadır.

O halde aklını kullanabilen insana düşen, bu açık delilleri anlayıp üzerinde tefekkür ederek gerçeğin ta kendisi olan o sonsuz kudret sahibi Allah’a teslim olmaktır. Ancak bir kısım insanların bu teslimiyeti gösteremeyip inatla mücâdele yolunu tuttukları da bir gerçektir:

8. İnsanlardan öylesi var ki, ne doğru bir bilgisi, ne bir yol göstericisi, ne de aydınlatıcı bir kitabı olmadan Allah hakkında tartışır durur.

9. İnsanları Allah’ın yolundan saptırmak için böbürlenip haktan yüz çevirerek tartışmasını sürdürür. Böylesinin hakkı dünyada rezillik olduğu gibi, kıyâmet günü de ona yakıcı cehennem azâbını tattıracağız.

10. Kendisine: “İşte bu azap, dünyadayken bizzat yapıp buraya gönderdiğin günahların cezasıdır” denilecek. Yoksa Allah, kullarına asla zulmetmez.

11. İnsanlardan öylesi var ki, Allah’a dünyevî bir çıkar beklentisi içinde kıyısından kenarından kulluk eder. Öyle ki; eğer beklentisi gerçekleşir de bir iyilik görürse gönlü onunla huzura kavuşur, dininde sebât eder. Fakat başına bir felâket gelirse hemen gerisin geri dönüp Allah’a kulluğu terk eder. Böyleleri dünyasını da, âhiretini de kaybetmiştir. İşte apaçık hüsrân budur!


Bu sûrenin üçüncü âyetinde şeytana uyup sadece kendileri sapık yollara düşen kimselerden bahsedilmişti. Bu âyetlerde ise yalnız kendileri doğru yoldan sapmakla kalmayıp, başkalarını da saptırmaya çalışan kimselerden bahsedilmektedir. Bunlar gururlu, kibirli, kendini beğenmiş, inatçı, mağrur ve hak söze kulak asmayan kimselerdir.

Halbuki onlar:

Gözlem, deney ve tecrübe sonucu elde edilen doğru bir bilgiye sahip değillerdir.
Ne önlerinde kendilerine doğru yolu gösteren bir rehberleri, ne de ellerinde kendisiyle istidlâl edecekleri bir senetleri vardır.
İlâhî vahye dayanan bir bilgi kaynağına, yollarını aydınlatıcı bir kitaba da sahip değildirler.
Bir tartışmada doğru ve tutarlı olabilmek için bunların ya hepsine veya bir kısmına sahip olmak gerekir. Bunlardan herhangi biri olmadan yapılan tartışma düpedüz yalan ve şamatadan öteye geçemez. Hele hakkında tartışma yaptığı zat, bütün doğruluğun, hak ve hakikatin yegâne sahibi Allah ise durumun vehâmeti daha da artar. Artık, yaptığı kötülüklere karşılık böyle birini bekleyen acı sonuç, dünyada rezil rüsvâ olmak, âhirette de pek yakıcı cehennem azabını boylamaktır.

Bir kısım insanlar var ki, onlar da imanla küfrün sınırında dolaşır dururlar:

12. Allah’ı bırakır da, kendisine zararı da faydası da olmayacak şeylere yalvarır durur. İşte bu, içinden çıkılmaz derin sapıklığın ta kendisidir.

Bu tip insanlar, nefsânî arzulardan kurtulamadığı için, gönülden gelerek değil, belli bir maksat için gâfilâne bir şekilde kulluk yaparlar. Eğer kendisine bir iyilik gelirse sevinir, bir belâ geldiğinde ise kulluktan yüz çevirir. Doğrusu ise, insanın Rabbine dayanıp güvenmesi, iyiliklere teşekkür, hoşa gitmeyen şeylere ise sabretmesidir.

Âyetlerin iniş sebebi olarak nakledilen şu hâdiseler, nurada resmedilen insan tipinin daha açık ve net anlaşılmasına yardımcı olacaktır:

❂ Medine halkından olmayan birisi, Medine-i Münevvere’ye gelip müslüman olurdu. Eğer karısı erkek çocuk dünyaya getirir, atı da güzel bir tay doğurursa İslâm hakkında: “Bu doğru ve güzel bir din imiş” derdi. Yok karısı doğurmaz, kısrağı da yavrulamazsa: “Bu ne kötü bir din imiş” derdi. (Buhârî, Tefsir 22/2)
❂ Bedevilerden bazı kimseler Peygamberimiz (s.a.s.)’e gelip müslüman olurlardı. Memleketlerine döndükleri zaman yağmur yağar, bolluk olur ve hayvanları güzel güzel yavrularsa “Şu bizim dinimiz ne kadar güzel bir din” derler ve ona sımsıkı sarılırlardı. Yok eğer kıtlık kuraklık olur, hayvanları istedikleri şekilde yavrulamazsa “Bizim şu dinimizde hiç bir hayır yok” derlerdi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XVII, 161-162)
❂ Bu âyet-i kerîme müellefe-i kulûb hakkında nâzil olmuştur. Bunlar birbirlerine: “Muhammed’in dinine girelim. Bakalım; eğer bir hayır elde edersek onun hak olduğunu anlamış oluruz. Eğer hayır bulmazsak bâtıl olduğunu anlamış oluruz” diyorlardı. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXIII,13)
❂ Bir yahudi müslüman olmuştu. Fakat müslüman olduktan sonra gözü kör oldu, malı gitti ve çocuğu öldü. İslâm’da bir uğursuzluk olduğunu sanarak Peygamberimiz (s.a.s.)’e geldi ve: “Benim müslümanlığımı feshet” dedi. Allah Resûlü (s.a.s.): “İslâm fesholunmaz” buyurdu. O: “Bu dini girdikten sonra hiç bir hayır elde etmedim; gözümü kör etti, malımı ve çocuğumu elimden aldı” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.s.): “Ey yahudi! İslâm, ateşin demir, gümüş ve altının kirini giderdiği gibi insanların kirlerini giderir” buyurdu ve bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 317)

Âyetlerin tasvir ettiği yapıdaki insan tipini, hemen hemen her devirde ve her yerde görmek mümkündür. Bunlar, Allah’a ve âhirete tam bir iman kıvamına ulaşamamış, bir kısım içtimâî saikler ve dünyevî beklentilerle Allah’a kulluk etmeyi deneyen, fakat O’nu şahsî arzularını yerine getiren bir mabud olarak göremediğinden tekrar şirke yönelen, böylece hem dünya hem de âhiret mutluluğunu kaybeden bozuk karakterli insanlardır. Allah’tan yüz çeviren bu tür insanlar yine de birilerine kulluk etme ve yakarma ihtiyacı duyarlar. Fakat bu sefer ya hiçbir zarar veya faydası olmayan cansız nesnelere gönül bağlarlar ki bu, çölde yolunu iyice şaşırmış bir yolcunun içine düştüğü şaşkınlık gibi derin bir şaşkınlık ve son derece uzak bir sapıklıktır. Veya faydasından çok zararının dokunma ihtimali daha yüksek olan kişilere, mesela istikâmetleri bozuk olan liderlere yönelirler ki, Allah’a asi olarak hak yoldan sapmış, hem kendilerini hem de kendilerine tâbi olanları uçuruma doğru sürükleyen bu liderlerin ne kötü efendi ve ne fenâ arkadaş olduklarında şüphe yoktur.

Bu bakımdan cennete girmek isteyenler, Allah’a kulluğa aykırı tüm inanç ve davranışlardan uzaklaşarak iman ve sâlih amel yolunu tutmalıdır:

Müellefe-i kulûb: Henüz müslüman olmayıp kalpleri İslâm’a ısındırılmak istenen kimseler.

13. Hatta o bazan zararı faydasından daha çok olan şeylere yalvarıp yakarır. Oysa, yalvardığı o varlık, gerçekte ne kötü bir efendi, ne fenâ bir arkadaştır!


Bu tip insanlar, nefsânî arzulardan kurtulamadığı için, gönülden gelerek değil, belli bir maksat için gâfilâne bir şekilde kulluk yaparlar. Eğer kendisine bir iyilik gelirse sevinir, bir belâ geldiğinde ise kulluktan yüz çevirir. Doğrusu ise, insanın Rabbine dayanıp güvenmesi, iyiliklere teşekkür, hoşa gitmeyen şeylere ise sabretmesidir.

Âyetlerin iniş sebebi olarak nakledilen şu hâdiseler, nurada resmedilen insan tipinin daha açık ve net anlaşılmasına yardımcı olacaktır:

❂ Medine halkından olmayan birisi, Medine-i Münevvere’ye gelip müslüman olurdu. Eğer karısı erkek çocuk dünyaya getirir, atı da güzel bir tay doğurursa İslâm hakkında: “Bu doğru ve güzel bir din imiş” derdi. Yok karısı doğurmaz, kısrağı da yavrulamazsa: “Bu ne kötü bir din imiş” derdi. (Buhârî, Tefsir 22/2)
❂ Bedevilerden bazı kimseler Peygamberimiz (s.a.s.)’e gelip müslüman olurlardı. Memleketlerine döndükleri zaman yağmur yağar, bolluk olur ve hayvanları güzel güzel yavrularsa “Şu bizim dinimiz ne kadar güzel bir din” derler ve ona sımsıkı sarılırlardı. Yok eğer kıtlık kuraklık olur, hayvanları istedikleri şekilde yavrulamazsa “Bizim şu dinimizde hiç bir hayır yok” derlerdi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XVII, 161-162)
❂ Bu âyet-i kerîme müellefe-i kulûb[1] hakkında nâzil olmuştur. Bunlar birbirlerine: “Muhammed’in dinine girelim. Bakalım; eğer bir hayır elde edersek onun hak olduğunu anlamış oluruz. Eğer hayır bulmazsak bâtıl olduğunu anlamış oluruz” diyorlardı. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXIII,13)
❂ Bir yahudi müslüman olmuştu. Fakat müslüman olduktan sonra gözü kör oldu, malı gitti ve çocuğu öldü. İslâm’da bir uğursuzluk olduğunu sanarak Peygamberimiz (s.a.s.)’e geldi ve: “Benim müslümanlığımı feshet” dedi. Allah Resûlü (s.a.s.): “İslâm fesholunmaz” buyurdu. O: “Bu dini girdikten sonra hiç bir hayır elde etmedim; gözümü kör etti, malımı ve çocuğumu elimden aldı” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.s.): “Ey yahudi! İslâm, ateşin demir, gümüş ve altının kirini giderdiği gibi insanların kirlerini giderir” buyurdu ve bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 317)

Âyetlerin tasvir ettiği yapıdaki insan tipini, hemen hemen her devirde ve her yerde görmek mümkündür. Bunlar, Allah’a ve âhirete tam bir iman kıvamına ulaşamamış, bir kısım içtimâî saikler ve dünyevî beklentilerle Allah’a kulluk etmeyi deneyen, fakat O’nu şahsî arzularını yerine getiren bir mabud olarak göremediğinden tekrar şirke yönelen, böylece hem dünya hem de âhiret mutluluğunu kaybeden bozuk karakterli insanlardır. Allah’tan yüz çeviren bu tür insanlar yine de birilerine kulluk etme ve yakarma ihtiyacı duyarlar. Fakat bu sefer ya hiçbir zarar veya faydası olmayan cansız nesnelere gönül bağlarlar ki bu, çölde yolunu iyice şaşırmış bir yolcunun içine düştüğü şaşkınlık gibi derin bir şaşkınlık ve son derece uzak bir sapıklıktır. Veya faydasından çok zararının dokunma ihtimali daha yüksek olan kişilere, mesela istikâmetleri bozuk olan liderlere yönelirler ki, Allah’a asi olarak hak yoldan sapmış, hem kendilerini hem de kendilerine tâbi olanları uçuruma doğru sürükleyen bu liderlerin ne kötü efendi ve ne fenâ arkadaş olduklarında şüphe yoktur.

Bu bakımdan cennete girmek isteyenler, Allah’a kulluğa aykırı tüm inanç ve davranışlardan uzaklaşarak iman ve sâlih amel yolunu tutmalıdır:

Müellefe-i kulûb: Henüz müslüman olmayıp kalpleri İslâm’a ısındırılmak istenen kimseler.

14. Şüphesiz Allah, iman edip sâlih ameller işleyenleri altlarından ırmaklar akan cennetlere yerleştirecektir. Allah, elbette dilediğini yapar.

Müşriklerin taptıkları sahte tanrılar onları cehenneme sürükledikleri halde, mü’minlerin iman ettikleri ve rızâsını kazanmak için güzel güzel ameller işledikleri Allah Teâlâ, onları altlarından ırmaklar akan cennetlere yerleştirecektir. İşte gerçek İlâh ile sahte tanrıların arasındaki fark budur.

İmanın dış yönü, iman edilmesi gereken hususları tasdîk etmek, iç yönü ise hakikate ermektir. Kul bu ikisine de ancak Allah’ın hususi yardımıyla nâil olabilir. Sâlih amel, kabule ve sevap kazanmaya elverişli amel demektir. Bu da ancak amellerin, imanın gerektirdiği şekilde olmasıyla gerçekleşir.

Mü’minlerin gireceği cennetler, peşin ve bilâhere olmak üzere iki kademelidir. Peşin olan cennet, kabule şayân haller ve manevî yakınlıklardır. Bilâhere olan ise sevap ve tevbedir. Nitekim: “Rabbinin huzuruna çıkıp hesap vermekten korkan kimseye iki cennet vardır” (Rahmân 55/46) buyruğu buna işaret eder.,

Bununla birlikte:

15. Kim, Allah’ın dünya ve âhirette Peygamberi’ne yardım etmeyeceğini sanıyorsa, gökyüzüne bir merdiven dayasın, oraya çıksın, sonra da oradan gelecek yardımı kessin. Baksın bakalım, kurduğu tuzaklar bir işe yarayacak, bulduğu çâre İslâm’a karşı yüreğinde hissettiği öfkesini dindirmeye yetecek mi?
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
16. İşte biz Kur’an’ı böyle apaçık âyetler hâlinde indirdik. Şüphesiz Allah, dilediğini doğru yola erdirir.

Bazı insanlar vardır, onların kalplerinde Allah’a gerçek bir iman ve tevekkül anlayışı oturmamıştır. Tefekkür ve düşünce dünyaları karışıktır. İstikrarsız ve istikametsiz bir hayat tarzı sürmektedirler. Allah hakkında doğru bir düşünce üretemezler, bilakis sû-i zan beslerler. O yüce kudret sahibinin peygambere ve mü’minlere yardım etmeyeceğini zannederler. Böyle bir karakter yapısına sahip insana şöyle bir tavsiyede bulunulmaktadır:

“Bak! Madem sen Cenab-ı Hakk’ın Peygamberine yardım etmesini istemiyorsun, halbuki bu muhakkak olacaktır, o zaman göğe bir merdiven daya veya seni oraya ulaştıracak bir vesile, bir vasıta bul. Böylece yerle gök arasındaki mesafeyi kat edip göğe ulaş. Böylece Allah’tan Peygamberi’ne gelen yardımını ve vahyini oradan kesmeye çalış. Bakalım bu uğraşın seni başarıya ulaştıracak; kızdığın şeyleri yok etmeye yetecek mi?” (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXIII, 16)

Tabi ki bu adam, göğe çıkmasını sağlayacak bir vasıta bulamayacak, dolayısıyla göğe de çıkamayacak, boşuna uğraşmış olacak. Bu imkânsız olduğu gibi, onun Peygambere karşı olan kini ve öfkesi de boşa çıkmış olacaktır.

Ayete şöyle meâl vermek de mümkündür: “Kim, Allah’ın dünya ve âhirette Rasûlü’ne asla yardım etmeyeceğini zannediyorsa, Allah ona yardım ettiğine göre artık o kimse tavana bir ip atsın; diğer ucunu boğazına geçirsin; sonra da ayağını yerden kessin! Şimdi bu kimse baksın: Acaba hilesi, öfke duyduğu şeyi, yani Allah’ın peygambere yardımını gerçekten engelleyebilecek mi?” (Hac 22/15)

Anlaşıldığına göre bu tip insan, Allah Teâlâ’nın, Peygamberine dünya ve âhirette yardım etmesini istemiyor. Eğer ona yardım ettiğini görürse son derece öfkeleniyor, çileden çıkıyor. Ayrıca Allah’ın, Peygamberine yardım etmeyeceğini sanıyor. Onun bu zanda bulunması da kin ve hasedinden, Peygamberin dünya ve âhirette ilâhî yardıma mazhar olmasını görmek istememesinden kaynaklanıyor. Halbuki Allah’ın Peygamber’e yardımı öylesine kesindir ki onu istemeyenlerin hakkı, kahrından kendi kendini idam etmektir. Bu sebeple böyle zanda bulunan adama şunu yapması tavsiye olunuyor:

“Ey böyle yanlış bir zan içinde bulunan ahmak adam! Madem sen Allah’ın Peygamber’e yardım etmesini istemiyorsun, halbuki bu muhakkak olacaktır, o zaman sen bu hayatta boşuna yaşama. Al eline ipi, onu tavana as, ucunu da boğazına bağla. Sonra ayaklarını yerden kes, intihar et, öte dünyaya göç! Sonra öte dünyadan bak bakalım, kurduğun tuzak, kızdığın şeyi giderecek mi? Yani din galip gelmesin diye kurduğun hile, çevirdiğin desise, muhakkak olan o yardıma mani olacak mı?” (Elmalılı, Hak Dini, V, 3388)

Halbuki Kur’ân-ı Kerîm, Allah Teâlâ’nın apaçık âyetler halinde indirdiği doğru bir kılavuz, şaşmaz bir rehberdir. Ona iman eden ve bağlanan kişi, böyle bozuk inançlardan, böyle faydasız zan, beklenti ve kuruntulardan kendini kurtaracak, dünya ve âhiretin huzuruna erecektir. Nitekim Cenâb-ı Hak da mahşer günü insanları soyu sopuna, boyu bosuna göre değil, göndermiş olduğu bu âyetlere karşı göstermiş oldukları tavra ve ortaya koydukları iyi veya kötü davranışlara göre değerlendirecektir:

17. Şüphesiz Allah; mü’minler, yahudiler, sâbiîler, hıristiyanlar, mecûsîler ve müşrikler arasında kıyâmet günü kesin hükmünü verecektir. Çünkü Allah her şeye hakkiyle şâhittir.

Burada altı inanç grubundan söz edilir. Bunlar:

İnanılması gereken her şeye Allah ve Rasûlü’nün haber verdiği şekilde iman eden, Allah’ı birleyen, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayan, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in nübüvvetini ve Kur’an’ın ilâhî kitap olduğunu tasdik eden ve imanları kendilerini cennete götürecek keyfiyette olan mü’minler.
Yahudi olanlar: Bunlar, önceden Hz. Mûsâ ve Tevrat’a inandıkları halde, Hz. Üzeyr’i Allah’ın oğlu sayıp tevhid akidesini bozmuş, Peygamberimiz (s.a.s.)’in bi’setinden sonra ise ona da, getirdiği kitaba da inanmamışlardır.
Sâbiîler: Yıldızlara ve meleklere tapanlar.
Hıristiyanlar: Başlangıçta tevhid ehli kimseler iken Hz. İsa’yı Allah’ın oğlu kabul ederek, hatta onu ilâhlaştırarak tevhitten uzaklaşmışlar ve teslis inancına kaymışlardır.
Mecûsîler: Ateşe tapanlar.
Müşrikler: Mekke müşriklerinde görüldüğü gibi, taştan ve ağaçtan elleriyle yonttukları putları Allah’a ortak koşanlar ve onlara tapanlar.

Dolayısıyla âyet, sayılan bu gruplar içerisinde sadece birinci sırada yer verdiği “iman edenler”in kurtuluşa ereceğine, diğer beş grubun ise bu şekilde âhirete göçtükleri takdirde kurtuluşlarının mümkün olmayacağına işaret etmektedir. Çünkü hepsi küfür ve şirk ehlidir. Dünyada iken bırakılıp temizlenilmediği takdirde, âhirette Allah Teâlâ küfür ve şirk günahını affetmeyecektir. O halde dinin sorumlu tuttuğu herkes, öncelikle ve zaruri olarak kurtarıcı bir imanın nasıl olacağını öğrenmek ve öyle bir imana sahip olmak mecburiyetindedir. Aksi takdirde, imanlı ile imansızın ayrışacakları kıyamet gününde gerçeğin farkına varmak bir fayda sağlamayacaktır. (bk. Bakara 2/62; Mâide 5/69)

Aslında insan, en büyük ilâhî nimet olan aklını kullanarak göklerde ve yerde bulunan ilâhî sanat harikalarına, o muazzam kudret akışlarına ibretle bakacak olsa, İslâm’ın istediği Allah inancına kolayca erişebilir:

18. Görmez misin ki, göklerde olanlar, yerde olanlar, güneş, ay ve yıldızlar, dağlar, ağaçlar, yeryüzünde hareket eden bütün canlılar ve insanlardan birçoğu Allah’a secde etmektedir; birçoğu hakkında da azap hükmü kesinleşmiştir. Allah kimi alçaltırsa, artık onu yükseltecek kimse yoktur. Şüphesiz Allah, ne dilerse yapar.

Allah’ın yarattığı varlıkları şuurlu ve şuursuz olarak ikiye ayırmak mümkündür. Akıl ve şuurdan mahrum olan gökler, yer, güneş, ay ve yıldızlar, dağlar, ağaçlar ve hayvanlar, ilâhî kanunlara tabi olarak Allah’a boyun eğmekte, O’na secde etmekte, kendilerine özgü hal dilleriyle O’nu her türlü noksanlıktan pak ve yüce tutmaktadırlar. Buna “ıztırârî secde” veya “inkiyâdî” secde de denilebilir. Bu mânaya işaret eden âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Yedi gök, yer ve bunlar içinde bulunan herkes Allah’ı tesbih eder. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, fakat siz onların tesbihini anlayamazsınız. Şüphesiz ki O, ceza vermekte hiç acele etmeyen ve çok bağışlayandır.” (İsrâ 17/44)

“...Taşlardan bir kısmı da Allah korkusundan yuvarlanıp düşer. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir.” (Bakara 2/74)
“Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi, gerçek hükümdar, her noksandan münezzeh, kudreti dâima üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olan Allah’ı tesbih etmektedir.” (Cuma 62/1)

Akıllı yaratıklar olan meleklerde isyan etme ve günah işleme özelliği olmadığı için, onlar da mecbûrî olarak Allah’a secde ederler. Yine akıllı yaratıklardan olan insanlara ve cinlere gelince onların seçme hürriyeti vardır. Yalnız burada cinlerden değil, sadece insanlardan hususi olarak bahsedilmiştir. İnsanlar, emirlerine itaat bakımından Allah’a secdeyi tercih edebilecekleri gibi, başka varlıklara kulluğu da tercih edebilirler. Buna da ihtiyâri secde veya itaat secdesi denilebilir. Bu sebeple âyet-i kerîmede insanların durumu diğer varlıklardan ayrı değerlendirilmiştir. Şu kadar var ki, Allah’tan başka varlıklara kulluğu tercih edenler, insanlık değerlerini kaybetmiş olurlar ve bu değeri onlara artık tekrar kimse kazandıramaz. Âhirette de müstahak oldukları azaba uğrarlar.

Ortaya çıkan netice şu ki, insanlar mahşer günü Allah’a secde edenler ve etmeyenler olarak iki gruba ayrılacak ve buna göre hesaba çekileceklerdir. Önce Allah’a secdeden kaçanların feci akıbeti nazarlara sunulmaktadır:

19. İşte bu iki grup, Rableri hakkında tartışmakta olan iki karşıt topluluktur: Kâfirlere cehennemde ateşten elbiseler biçilecek, başlarının üzerinden de kaynar su dökülecektir.

20. O kaynar suların tesiriyle karınları içinde bulunan bütün organları ve derileri eriyecektir.

21. Onlar için ayrıca demirden kamçılar ve topuzlar vardır.

22. Çektikleri ıstıraptan dolayı ne zaman cehennemden çıkmak isteseler, gerisin geriye onun içine itilecekler ve kendilerine: “Tadın bakalım bu yakıcı azabı!” denilecek.


İki karşıt gruptan maksat mü’minlerle kâfirlerdir. Allah Teâlâ’nın dini, isim, sıfat ve fiilleri hususunda bu iki karşıt grup arasında dünyada büyük bir düşmanlık, münâkaşa ve mücâdele sürüp gitmektedir. Bunlardan Allah ve peygamberinin tarafında olanlar mü’min; Allah ve peygamberinin karşısında bulunanlar ise kâfirdir. Kendi arzu ve ihtiyarlarıyla Allah’a secdeyi tercih edenler mü’min; tercihlerini Allah’a secdeyi terkten yana kullananlar kâfirdir. Dünyada birbirine zıt iki uçta bulunan bu kimselerin âhirette karşılaşacakları sonuçlar da farklı olacaktır.

Daha çok korkutucu ve caydırıcı olması bakımından önce kâfirlerin uğrayacakları cezalardan dehşetli bir kesit sunulur:

Onlara ateşten elbiseler biçilecektir. Bu elbiselerden maksat, cehennem ateşinin onları giyilmiş bir elbise gibi sarıp sarmalamasıdır. Nitekim bir başka âyette: “Onlar için cehennem ateşinden döşekler ve üstlerinde de yine ateşten örtüler vardır” (A‘râf 7/41) buyrulur. Bu elbiselerin, “Onların elbiseleri katrandan olacaktır” (İbrâhim 14/50) buyruğundan hareketle “ateşte eritilmiş bakır elbiseler” olması da mümkündür.

Başlarının üzerinden kaynar su dökülecektir. Bu suyla bütün iç organlarıyla birlikte derileri de eritilecektir. İbn Abbas (r.a.)’ın beyânına göre, o kaynar sudan dünyanın dağları üzerine bir damla düşseydi onları eritirdi.

Onları döverek cezalandırmak için demirden sopalar; balyoz, topuz ve kamçılar vardır.

Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Şayet o demir sopalardan bir tanesi yeryüzüne konulsaydı, onu kaldırmak için insanlar ve cinler bir araya gelselerdi, onu yerinden kaldıramazlardı.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 29)

Onlar cehennemde son derece daralırlar, sıkılırlar, dört bir yandan gam ve sıkıntı içinde kalırlar. Bu sebeple bir kurtuluş ümidiyle oradan çıkmak isterler. Fakat ne çare ki, asla çıkmalarına izin verilmez. Kaynayan cehennem alevleri onları yukarı doğru çıkardıkça zebânîler ellerindeki demir balyozlarla başlarına vururlar, böylece derinliği yetmiş yıl olan cehennemin dibine yuvarlanırlar. Ayrıca kendilerine, azap üzere azap olsun diye yangın azabını; çok yakıcı ve elem verici cehennem azabını tatmaları söylenir.

Kâfirlerin bu hazin ve perişan hallerine karşılık mü’minlerin cennetteki iç açıcı, göz ve gönül aydınlatıcı güzel hallerinden şöyle bir manzara arz edilir:

23. Buna karşılık Allah, iman edip sâlih ameller işleyenleri, altlarından ırmaklar akan cennetlere yerleştirecektir. Orada onlar altından bilezikler ve incilerle süsleneceklerdir. Onların cennetteki elbiseleri de ipekten olacaktır.

24. Çünkü onlara dünyada sözün en güzeli olan kelime-i tevhîdi söylemek nasip edilmiştir, hem de onlar her türlü hamde lâyık olan Allah’ın yoluna iletilmişlerdir.


Mü’minlere verilecek nimetlerden burada bahsedilen birkaçı şöyledir:

Altlarından ırmaklar akan cennetler. Mü’minler bu cennetlerde, oradaki köşk ve saraylarda konaklayacaklardır.
Altın bilezikler ve incilerle süsleneceklerdir. Dünyada mü’min erkeklere bunları kullanmak haram olmakla birlikte, cennette bu nimetler onlara ikram edilecektir.
Elbiseleri hep ipekten olacaktır.

Mü’minlerin bu nimetlere nâil olmalarının sebebi, dünya hayatında en güzel söz olan kelime-i tevhidi, mânasına vâkıf olarak söylemeleri ve onun muhtevasında bir hayat yaşamalarıdır. Nitekim Allah Teâlâ: “Güzel sözü, kökü yerin derinliklerinde sâbit ve dalları göğe uzanmış güzel bir ağaca benzetiyor. O ağaç, Rabbinin izniyle her zaman meyvesini verir durur. İşte Allah, düşünüp ders almaları için insanlara böyle misaller getirmektedir.” (İbrâhim 14/24-25) âyet-i kerîmesinde “güzel söz”ün kelime-i tevhid olduğu haber verilmektedir. Güzel sözden maksadın, söz olarak en üstün güzellikleri ihtiva eden Kur’ân-ı Kerîm olması da mümkündür. Her türlü övgüye layık olan Allah’ın yolundan maksat ise dosdoğru yol olan İslâm yoludur. Allah Teâlâ onları dünya hayatında bu yolda yürümeye muvaffak kılmıştır.

Kendileri küfürde ısrar ettikleri gibi başka insanları da Allah’a kulluktan engellemeye çalışan kâfirlere gelince:

25. Gerçekleri inkâr edenler, insanları Allah’ın yolundan çevirenler, bu arada, ister Mekke içinde ister taşrada oturuyor olsun inanan bütün insanlar için eşit bir şekilde ibâdet yeri yaptığımız Mescid-i Haram’dan onları alıkoyanlar bilsinler ki, kim orada bu tarz zulüm ve haksızlıkla hak ve adâletten sapmaya yeltenirse, böyle davranana can yakıcı bir azap tattırırız.

İçinde Kâbe’nin de yer aldığı Mescid-i Haram, Allah Teâlâ’nın sadece Mekke’de oturanlar değil bütün insanlar için kıble ve mâbed yaptığı bir yerdir. Bu kutsal mekan mahallî değil, evrensel bir keyfiyet ve ehemmiyete sahiptir. Mukîm olsun, misafir olsun, herkes gelip orayı ziyaret edebilir ve gönül huzuruyla orada ibâdetini yapabilir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Biz Kâbe’yi, insanlar için toplanıp sevap kazanma yeri ve emniyetli bir mekân kıldık.” (Bakara 2/125)

Bu bakımdan Mekke’de oturanların veya bir başkalarının, hangi gerekçe ile olursa olsun, burasını kendi hâkimiyet ve tasarruflarına ait bir yer olarak telakki edip diğer insanları engellemeye çalışmaları veya onlara bir şekilde haksızlık ve kısıtlamada bulunmaları, can yakıcı azabı gerektiren büyük bir günahtır. Allah Resûlü (s.a.s.)’in bu hususta şöyle bir ikazı vardır:

“Ey Abd-i Menâf oğulları! Sizden her kim insanların işleri konusunda yetkili olursa, o Beyt’i tavaf etmek yahut gece veya gündüzün herhangi bir saatinde orada namaz kılmak isteyen birisini asla alıkoymasın.” (Tirmizî, Hac 42)

Diğer taraftan Beytullah’ı ziyarete gelen kimselerin orada çok dikkatli olmaları gerekir. Çünkü orası sıradan bir ibâdet mekânı değildir. Orada yapılan hayırlı amellerin sevabı kat kat olacağı gibi, en büyüğünden en küçüğüne kadar işlenen günahların cezası da fazla olacaktır. Hatta orada günah işleyenlerin cezalandırılacağı beyân edildiği gibi, “zulme niyet edenlerin” de cezalandırılacağı haber verilir. Dolayısıyla insan, Mescid-i Haram’da bırakalım açıktan bir günah ve haksızlığa yönelmeyi, özellikle gönlünden geçen düşünce ve niyetleri bile kontrol etmeye çalışmalıdır.

O mukaddes mabedin biraz daha tarihî köklerini öğrenmek isterseniz:

26. Bir vakit İbrâhim’e Kâbe’nin yerini hazırlayıp göstermiş ve şöyle buyurmuştuk: “Bana hiçbir şeyi ortak koşma. Evimi, onu tavaf edecekler, huzurumda ibâdete duracaklar, rukûya varıp secde edecekler için her türlü kirden temiz tut!”

27. “Bütün insanlara haccı ilan et ki, gerek yaya olarak gerekse çok uzak diyarlardan yola çıkan ve yolculuktan zayıf düşmüş yorgun develer üzerinde sana gelsinler!”

28. “Gelsinler de, hacda kendilerini bekleyen dünyevî ve uhrevî faydaları görsünler. Ayrıca Allah’ın onlara ihsân ettiği kurbanlık hayvanları, belirlenen günlerde üzerlerine Allah’ın adını anarak kessinler!” Bu hayvanların etinden hem siz yiyin, hem de darda kalmışlara ve yoksullara yedirin!

29. “Sonra gerekli temizlikleri yaparak kirlerini gidersinler, adaklarını yerine getirsinler ve o Beyt-i Atîk’i tavaf etsinler!”


Cenâb-ı Hak, Hz. İbrâhim’e Beytullâh’ın yerini göstermiş ve daha önceki temelleri üzerine orasını inşa etmesini emretmişti. (bk. Bakara 2/127) Böylece orası tevhidin ve yalnızca Allah’a ibâdetin bir merkezi hâline gelecekti. Bu çalışmaları sürdürürken dikkat edeceği hususları ise ona şöyle talim buyurmuştu.

Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayacak. Beytullâh’ı binâ ederken Allah’a ihlastan başka hiçbir gaye beklemeyecek, her şeyi sırf Allah rızâsı için ve samimi bir kulluk vazifesi olarak yapacak. Zaten “Beytullâh”, “Allah’ın evi” mânasında olup, sırf Allah için ibâdete mahsus hâne demektir.
Beytullâh’ı onu tavaf edenler, namaz kılmak üzere kıyamda duranlar, rukû ve secde edenler için tertemiz tutacak. Buradaki temizlik hem maddi hem de manevî temizliktir. Dolayısıyla orasını hem ibâdete mâni maddi kirlerden ve pisliklerden temizleyecek; hem de şeytan işi birer pislik olan (bk. Mâide 5/90) putlardan ve dikili taşlardan temizleyecektir.
“Evimi temizle” ifadesine işârî olarak; “Kalbini, Allah’ın zikri dışında her şeyden temizle”mânası verilebilir.

Nakledildiğine göre, Allah Teâlâ peygamberlerden birine:

“- Benim için içini boşaltarak bir ev tanzim et ki, için de oturabileyim” diye vahyeder. O peygamber de:
“- Ya Rabbi! Seni hangi ev istiâb edebilir? Nasıl bir evden bahsediyorsun?” diye sorunca, Âlemlerin Rabbi:
“- Bu, benim mü’min kulumun kalbidir” buyurur. Oraya yerleşecek olan Allah’ın zikridir ve kalbin Allah’ın zikri için boşaltılmasına işaret edilmiştir. Buna göre kalp önce gafletten, sonra da kademe kademe Allah’ın dışındaki bütün varlıkların düşüncesinden, dünya ve âhirete ait korku ve ümitlerden boşaltılacaktır. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, II, 317)
İnsanlara haccı ilan edecek; onlar da dünyanın uzak yakın çeşitli bölgelerinden gerek yaya olarak, gerekse uzaklardan geldiği için yorgun argın düşen develer üzerinde Beytullâh’ı ziyarete gelecekler.

Şâir şöyle der:

“Kim ki Kâbe nasib olsa Hudâ rahmet eder
Her kişi hânesine sevdiğini davet eder.”
(Nahîfî)

Hac, -hâşâ- insanlara kuru bir meşakkat ve zorluk olsun diye farz kılınmış değildir. Bu ibâdetin sağladığı maddi ve mânevî, dünyevî ve uhrevî pek çok faydaları vardır. Uhrevî faydası günahların bağışlanması ve ilâhî rızâya erebilmeye vesile olmasıdır. Dünyevî faydası ise içtimâî, iktisâdî, ticârî ve siyâsî yönden müslümanların gelişmesine ve bir kısım imkânların değerlendirilmesine katkıda bulunmasıdır. Allah Teâlâ buyurur:

“Allah Kâbe’yi, o Beyt-i Harâm’ı, haram ayları, Kâbe’ye hediye edilen kurbanı ve kurbanlıklara takılan gerdanlıkları insanlar için maddî-manevî bir kalkınma ve geçim vesilesi kılmıştır. Şunu bilesiniz ki, Allah göklerde ve yerde ne varsa hepsini bilir. Çünkü Allah her şeyi hakkiyle bilendir.” (Mâide 5/97)

Hacda ticâretin mübah olduğunu bildiren diğer bir âyette de şöyle buyrulur:

“Hac mevsiminde ticâret yaparak Rabbinizden rızık talep etmenizde hiçbir günah yoktur.” (Bakara 2/198)

Hacca gelen insanlar, eğer kurban kesecekleri bir hacca niyet ettiler ise, “kurban günleri” olarak bilinen Zilhicce’nin 10, 11 ve 12. günlerinde, kurban edilmesi caiz olan deve, sığır, koyun, keçi gibi hayvanların üzerine Allah’ın ismini anarak, yâni بِسْمِ اللّٰهِ اَللّٰهُ اَكْبَرُ (Bismillâhi Allahu Ekber) diyerek kurbanlarını keserler. Etlerinden bir kısmını kendileri yer, bir kısmını ise darda kalmış yoksul ve fakirlere yedirirler. Şu kadar var ki, kendilerinin yemesi mübah, fakirlere yedirmeleri vaciptir. Mendup olan, kurbanın üçte birini kendi ve ailesi, üçte birini dostları ve akrabaları, üçte birini ise fakirlere ayırmaktır. Haccın menâsikini yerine getirdikten sonra hacılar kirlerini temizlerler. Yani sakal ve bıyığını düzeltmek, başını tıraş etmek, temizlenmesi gereken başka yerleri temizlemek gibi genel temizliklerini yaparlar. Adaklarını yerine getirirler. Son olarak da el-Beytü’l-Atîk olan Kâbe’yi tavaf ederek hac farîzalarını bitirmiş olurlar.

Burada iki hususa dikkat çekmek gerekir:

Birincisi; âyette bahsedilen tavaf hangi tavaftır? Çoğunluğun görüşüne göre bu, haccın farzlarından olan “ifâza yani ziyaret tavafı”dır. Bu tavaf yapılmadan ihramdan çıkılmaz, kirlerden de temizlenilmez. Buna göre âyette kullanılan “vav” harfi tertip ifade etmez. Yani farz olan sıra ne ise ona göre hareket edilir: Önce tavaf yapılır, sonra da tıraş olunup ihramdan çıkılır. Eğer bundan maksat, Mekke’nin dışından gelenler için vacip olan “vedâ tavafı” ise, buna göre âyetteki “vavlar”ın tertibe delâlet ettiği kabul edilir.


İkincisi; Kâbe’ye اَلْبَيْتُ الْعَت۪يقُ (el-Beytü’l-‘Atîk) isminin verilmesinin hikmetleri şunlardır:

Bu ifade “Kadim Ev” mânasına gelir. Gerçekten de yeryüzünde ilk kurulmuş en kadim evin ve mâbedin Kâbe olduğunda şüphe yoktur. (bk. Âl-i İmrân 3/96)

‘Atîk kelimesinin değerli, saygı değer, şerefli mânaları da vardır. Kâbe gerçekten böyledir; çok değerli ve şereflidir. Nitekim onun bir ismi de “Hürmetli Ev” mânasında “el-Beytü’l-Harâm”dır.

‘Atîk, özgür ve hür olmak mânasına da gelir. Kâbe zalim despotların saldırılarından ve sataşmalarından kurtulduğu için ona bu isim verilmiştir. (bk. Tirmizî, Tefsir 22/3) Ayrıca Kâbe, hiç kimsenin şahsî mülkü değil, temelden özgürdür. Aynı zamanda onun اَلْمُعْتِقُ (Mu‘tik), yani özgürlüğe kavuşturan mânası da vardır. Çünkü kendisini ziyarete gelenlerin boyunlarını günahlardan kurtarır.

Zaten kulun en mühim vazifesi, Rabbinin emirlerini tutmak, öncelikle de günahlardan sakınmaktır:

30. Bütün bunlar, Allah tarafından belirlenmiş hükümlerdir. Artık kim Allah’ın emir ve yasaklarına gereken saygıyı gösterir, onları yüceltirse bu, Rabbinin katında onun için bütünüyle hayırdır. Haram olduğu daha önce bildirilenlerin dışındaki hayvanların eti size helâl kılınmıştır. O halde artık o iğrenç, pis putlardan kaçının ve yalan sözden de uzak durun.

“Allah’ın hurumâtı”, genel olarak Allah’ın tüm emir ve yasakları, özel olarak da hacla ilgili emir ve yasaklarıdır. Cenâb-ı Hak bunlara saygı gösterilmesini, hürmetsizlik edilmemesini ve haklarının yerine getirilmesini istemektedir. Mesela Beyt-i Harâm, Mescid-i Harâm, Beled-i Harâm (Mekke), Meş’ar-i Harâm (Müzdelife) ve Şehr-i Harâm bu hürmete şayan hususlardan bazılarıdır.

Yenmesi haram kılınan hayvanlar, Mâide 3, En‘âm 145 ve Nahl 115. âyetlerde beyân edilmişti. Bunlar kısaca leş, kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesilen hayvanlardır. Bunlar dışındaki hayvanların etlerinden yemek caizdir. Burada bu hususa temas etmenin hikmeti şudur: Araplar, “bahîra, sâibe, vesîle, hâm” (bk. Mâide 5/103) diye isimlendirdikleri bazı hayvanların etlerini haram sayıyorlardı. Âyet onların bu adetlerini reddetmekte, bu hayvanların da diğerleri gibi helâl olduğunu beyân etmektedir. İkinci olarak Kureyşliler ihramlıyken hayvanların etlerini yemeyi haram sayıyorlardı. Âyet bunun da yanlış olduğunu, yani ihramlı iken et yemede bir sakınca olmadığını haber vermektedir. (bk. Mâide 5/1-3)

Putlar, şeytan işi pisliklerdir. (bk. Mâide 5/90) Yalan konuşmak da en büyük günahlardandır. Allah Teâlâ bunlardan kaçınmamızı emretmektedir. Burada “şirk” ile “yalan söyleme”nin aynı çizgide ele alınması dikkat çekicidir. Çünkü müşrik, putların ibâdete layık olduğunu iddia etmekle en büyük yalanı söylemektedir. Böylece âyet, en büyüğünden başlayarak bütün yalan sözlerden kaçınmayı istemektedir. Buna göre “yalan sözün” muhtevasına:

Allah’ın varlığına, sıfatlarına ve haklarına ortaklar koşmak,
Küfür ve şirkin mesnedini teşkil eden her türlü bâtıl inanç, âdet, gelenek ve ibâdet şekilleri,
Allah’ın emrini dikkate almaksızın kendi kanaatine göre haram ve helâlleri belirlemek. (bk. Nahl 16/116)
Her türlü yalan, yalancı şâhitlik ve iftira girmektedir. Bunların hepsinden kaçınmak gerekir.

En önemli husus ise kalbi her türlü şirk unsurundan temiz tutmaktır:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
31. Dupduru bir tevhid inancıyla Allah’a yönelen ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayan kimseler olun. Kim Allah’a ortak koşarsa sanki o, gökyüzünden düşüp de yırtıcı kuşların kapıp parçaladığı, yahut rüzgârın uzak bir yere savurduğu kimseye benzer.

Emirleri yapıp haramlardan kaçınırken dikkat edilecek en mühim nokta, Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayarak sadece O’na yönelmek, O’nu birlemek ve yalnızca O’nun rızâsını istemektir. Bu da “dinde ihlas”ın ta kendisidir. Çünkü insan ancak tevhid inancına sarılmakla kendini bulur ve ameller ancak tevhid inancıyla birlikte bir değer kazanır. Tevhid inancına sahip olamayan kişinin hazin durumu ise dikat çekici bir temsille gözler önüne serilir. Bu temsilde Allah Teâlâ:

İman etmeyi göğe yükselmeğe,
İmanı terk edip Allah’a şirk koşanı gökten düşene,
Kişinin düşüncelerini darmadağınık eden sınırsız nefsânî arzuları onu kapan kuşlara,

Onu sapıklık vadilerine atan şeytanı da onu yok edici ölüm vadilerine fırlatan rüzgâra benzetmiştir. (Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 83)

Bu bakımdan âyet-i kerîme, tevhid çizgisinden ayağı kayan ve şirk bataklığına yuvarlanmak üzere olan kimselerin halini tasvir eden çok korkunç iki tablo çiziyor:

Birinci tablo: Çok yüksek bir yerde, tâ gökte bir adam var. Adam bulunduğu o yerden düşüyor. Bir göz açıp yumulacak müddet zarfında parça parça oluyor, kuşlar parçalarını yutup kursaklarına indiriyorlar, böylece yok olup gidiyor. İkinci tabloda ise yine bir adam var. Uğursuz şiddetli bir kasırga esiyor ve adamı kaptığı gibi çok derin helak uçurumlarına sürükleyip yok ediyor. Adam da boşlukta kararsız zerreler gibi uçup gidiyor. Burada gözümüzün önündeki bu hareket oldukça dehşetli ve çok hızlı bir şekilde cereyan ediyor ve adımlar birbiri ardı sıra geliyor. Hatta kelimelerin söylenişinde bile bu var. Zira ayette mânalar hep “fâ-i takibiye” ile ifade ediliyor. Dolayısıyla olaylar çok çabuk olarak cereyan ediyor ve hemen gözlerden uzaklaşıyor.

Bu tasvir, Allah’a şirk koşan insanların pek çarpıcı bir tasviridir. Onlar imanın o üstün zirvelerinden yuvarlanarak yokluğun içerisine gömülüp mahvolmaktadırlar. Zira dayandıkları ana dayanağı kaybetmekte ve tevhit kaidesinden mahrum kalmaktadırlar. Bunlar, şirke düşerek sığınacakları en düzenli sığınağı yitiriyor, nefsânî arzu ve heveslerin elinde paramparça oluyorlar. Tutundukları hurafeler onları parçalıyor ve yellerini savuruyor. (Seyyid Kutub, Fî Zılâl, IV, 2421) Eğer onlar sarsılmaz kaynağa bağlanıp kopmaz ip olan tevhide sımsıkı sarılsalar bu şirk dağınıklığından ve bataklığından kurtulma şansını mutlaka yakalayacaklardır. Böylece imanın huzurlu ve güvenli iklimine ulaşacaklardır. Bunun en güvenli yolunu göstermek üzere şöyle buyruluyor:

32. İşte durum böyledir. Artık kim Allah’ın belirlediği nişânelere saygı gösterirse, Allah’a saygı göstermiş olur. Çünkü bu davranış, kalplerin Allah’a saygıyla dopdolu oluşundandır.

33. Kurbanlık hayvanlarda, onların kurban edilme vaktine kadar sizin için faydalar vardır. Hacda onların kurban edilmek üzere götürüleceği nihâî yer ise, Beyt-i ‘Atîk’in çevresi olan harem bölgesidir.


Allah’ın her türlü emrine ve yasağına tâzim göstermek ve bunların gereğince amel etmek kalpte yerleşen takvâ duygularının dışa akseden görüntüleridir. Ayrıca bu tâzim hissiyâtı, kalbin takvâsını artırır; gönülleri kötü düşünce ve temâyüllerden korur. Allah dostlarından Bişr-i Hafî’nin hâli bu gerçeği gösteren güzel bir örnektir:

Bişr-i Hafî Hazretleri, hayâtının ilk devresinde günahkâr biriydi. Bir gün sarhoş vaziyette yolda yürürken üzerinde besmele yazılı bir kağıt buldu. Onu öpüp başına koydu. Kokular sürdü ve güzel bir yere sakladı. O gece rüyâsında şöyle bir nidâ işitti:
“Benim ismimi güzel kokulara sardın, ona tâzîm ve hürmette bulundun. Benim izzetim ve azametim hakkı için, ben dahî senin adını iki cihanda hürmetli kılacağım.”

Bunun üzerine Bişr uyandı, tevbe etti, sadâkat ve samîmiyetle Allah’a yöneldi.

Hak dostlarından Sırrı-i Sakatî (k.s.)’un şu hâli ise, dinin alâmetlerine gösterilecek saygının zirve örneklerinden birini teşkil eder:

Kendisi şöyle anlatıyor:

“Bir gece devamlı kıldığım, kılmayı âdet hâline getirdiğim namazımı kıldım. Farkında olmadan ayağımı mihrap tarafına uzattım. Böyle yapar yapmaz şu sesi duydum:

«- Ey Sirrî! Sultanların huzurunda böyle mi oturacaksın?»
Hemen ayağımı çektim, sonra şöyle dedim:
«- İzzetine, celâline, üstün şânına yemin ederim ki bir daha ayağımı böyle uzatmayacağım!” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 200)
Aynı şekilde hacda kesilecek kurbanlıklar da tâzim gösterilmesi gereken ilâhî nişânelerden biridir. Onlara saygı göstermeli, hürmetle bakmalı ve onları Allah’ın adını anarak kurban etmelidir. Ancak Harem bölgesinde kurban edilecekleri yerlere getirilip kurban edilinceye kadar bunların sütünden, dölünden, tüylerinden istifade etmek ve gerektiğinde binek olarak kullanmak caizdir. Dolayısıyla âyet, Arapların, kurbanlık olarak belirlenip işaretlenen hayvanların sütlerinin içilmeyeceği, üzerine binilmeyeceği ve yük taşınmayacağı şeklindeki yanlış adetlerini ortadan kaldırmıştır.

Kurban, başlangıçtan beri bütün ümmetlerde bulunan ve hedefi kulu Allah’a yakınlaştırmak olan mühim bir ibâdettir:

34. Biz her ümmete bir kurban ibâdeti belirledik ki, kendilerine rızık olarak verdiğimiz hayvanları kurban ederken üzerlerine Allah’ın adını ansınlar. Şunu iyi bilin ki, sizin ilâhınız tek bir ilâhtır; öyleyse artık O’na teslim olun. Rasûlüm! Tam bir ihlâs, samimiyet ve tevazu içinde Allah’a boyun eğen kulları müjdele!

35. Onlar ki, yanlarında Allah anıldığı zaman kalpleri derin bir saygıyla ürperir, başlarına gelen musibetlere sabreder, namazı dosdoğru kılar ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan bir kısmını Allah yolunda harcarlar.


Allah Teâlâ her ümmete kurban ibâdetini meşrû kılmıştır. Bu ibâdetin böyle kadîm bir geçmişi vardır. Allah, tevhid akîdesini ruhlara aşılamak için, kesilecek hayvanların üzerine Allah adını anmayı emretmiş, insanların kendisinden başkası adına kurban kesmelerini yasaklamıştır. Bu, Allah’tan başkası huzurunda yapılması yasaklanan diğer şeylerle de uyum içindedir. Mesela Allah’tan başkası huzurunda secde etmek, Allah’tan başkası adına yemin etmek, Allah’ın tâyin buyurduğu yerler dışındaki yerleri kutsal sayıp ziyaret etmek gibi şeyler hep yasaklanmıştır. Çünkü Allah tek ilâh olup, yalnız O’na teslim olmak gerekir. Bu teslimiyeti gösterenleri âyet-i kerîme اَلْمُخْبِت۪ينَ (muhbitîn) olarak ifade eder. Bu kelime:

Allah’ın huzurunda gurur ve kibri terk edip tevazuu seçenler,
Kendilerini O’na kulluğa, dinine hizmete adayanlar, bu uğurda sa‘y ü gayret gösterenler,
O’nun emirlerine ihlâs ve samimiyetle boyun eğenler,
Allah’ın zikriyle mutmain olanlar gibi pek çok güzel mânayı ihtiva eder.

Zâten 35. âyet bu kelimeden Yüce Rabbimizin kimleri kastettiğini açıklamaktadır. Buna göre “muhbitîn”:

Allah anıldığı zaman kalpleri derin bir saygıylar ürperir, titrer. Onların üzerinde, Allah’ın azabından duydukları korkuyla Allah için duydukları huşû ve haşyet fark edilir.
Bu korku ve huşûyla birlikte başlarına gelen musibetlere sabrederler.

Bu konuda Mutarrıf b. Abdullah (r.h.)’ın hâli güzel bir örnektir:

Bir oğlu vardı öldü. Zâhirde hiçbir üzüntü hâli göstermedi. Sakalını güzelce taradı. En güzel elbisesini giydi. Buna şaşanlar oldu. Sordular, şu cevabı verdi:

“Musîbet karşısında perişan olmamı mı bekliyordunuz. Allah’a and olsun, dünya ve içindekiler hep benim olsaydı; sonra âhiretin bir içim suyu karşılığı bunları almak isteseydi, hemen verirdim. O bir içim suyu, bu dünya ve içindekilere tercih ederim.” (Velîler Ansiklopedisi, I, 106)
Namazı dosdoğru kılarlar.
Allah’ın verdiği rızıklardan yine O’nun rızâsını arzulayarak muhtaçlara harcarlar.

Zira onlar, Allah’a kulluğu her şeyin üzerinde görerek, O’nun her türlü emir ve yasaklarında kendilerinin dünya ve âhiretleri için sayısız hikmet ve fayda olduğuna inanırlar:

36. Biz, kurbanlık sığırları ve develeri de sizin için Allah’ın dininin işaretlerinden kıldık. Onlarda sizin için pek çok hayır vardır. Onlar boğazlanmak üzere ayakta dururken üzerlerine Allah’ın adını anarak kurban edin. Nihâyet yan üstü yere yıkılıp canları çıkınca da onlardan hem siz yiyin, hem kanaat edip istemeyen fakirlere, hem de açıkça isteyen fakirlere yedirin. İşte böylece biz, o kocaman hayvanları sizin emrinize verdik ki şükredesiniz.

37. Unutmayın ki, o kurbanların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşır. Sizden Allah’a ulaşacak olan tek şey takvânızdır. Allah böylece o hayvanları hizmetinize verdi ki, sizi doğru yola ilettiği için tekbir getirerek Allah’ın büyüklüğünü ilan edesiniz! Rasûlüm! Artık o iyilik eden ve işini güzel yapanları müjdele!


36. âyette yer alan الْبُدْنُ (büdün), “bedene” kelimesinin çoğuludur. “Bedene”, kurbanlık deve demektir. Bedenlerinin büyük olması sebebiyle onlara bu isim verilmiştir. “Nihâyet yan üstü yere yıkılıp canları çıkınca” (Hac 22/36) ifadesi bundan maksadın develer olduğuna işaret eder. Ancak, Allah Resûlü (s.a.s.)’in: “Deve de yedi kişi için kurban kesilebilir, sığır da yedi kişi için kurban kesilebilir” (Müslim, Hac 138) buyruğuna göre, şer’an sığırlar da bedene türünden sayılır. Kurbanlık olarak belirlenen bu büyükbaş hayvanlar da, Allah’ın dininin nişânelerinden olup bunlarda bizim din ve dünya hayatımız için nice faydalar ve hayırlar vardır. Meselâ devedeki faydaları şöyle hülasa edebiliriz: Binit olarak kullanmak, yük taşımak, sütünü içmek, etini yemek, tüyünden faydalanmak, yavrulayarak çoğalmasından istifade etmek. Yaratılışından ibret almak: O denli kuvvetine ve o haşmetli sûretine nazaran nasıl insana boyun eğdirilmiş? Çocuklar bile nasıl onları çömeltip binebiliyor ve inebiliyor? Devenin sefer esnasında uzun süre susuzluğa dayanabilen bir yapısı vardır. Az yiyecekle de yetinebilir. Haşin görünümüne rağmen latif bir tabiata sahiptir ve teğannîden son derece zevk alır. Kurban edildikleri zaman da uhrevî olarak bize büyük faydalar sağlarlar. Dolayısıyla bunları da üzerlerine Allah’ın adını anarak kurban etmeli, etlerinden hem kendimiz yemeli, hem de kanaati sebebiyle istemeyen veya ihtiyacı sebebiyle isteyen tüm fakirlere yedirmeliyiz. O büyük büyük cüsseli hayvanları hizmetimize veren, maddeyi mâna karşısında aciz ve güçsüz kılan Rabbimizin üzerimizdeki sayısız lutuflarını düşünerek O’na şükretmeliyiz.

Şu kadar var ki, kurban kesen kişilerin gönüllerinde taşıdıkları niyetler ve duygular çok mühimdir. Çünkü kesilen kurbanların etleri de kanları da Allah’a ulaşmayacak; sadece onları kurban edenlerin takvâ duyguları Allah’a ulaşacaktır. Mühim olan o ibâdeti sırf Allah rızâsı için yapmak, kurban esnasında tekbir getirerek Allah’ı tâzim etmek, ululamak ve ihsan kıvamında bir kulluk yapmaktır. Rabbimizin kabul buyuracağı ve mükâfat va‘dettiği kulluk, işte ihsan seviyesinde yapılan böyle bir kulluktur. Böyle bir kulluğun alâmetleri:

Kalpten yorgunluğun düşmesi,
Allah için yapacağı işlerde kişiye hiçbir şeyin ağır gelmemesi,
İbâdet nâmına hiçbir şeyden bıkıp usanmamasıdır.
Resûl-i Ekrem (s.a.s.) de ibâdetlerde takvânın önemine dikkat çekerek:

“Allah sizin şekillerinize ve mallarınıza bakmaz; fakat kalplerinize ve amellerinize bakar” (Müslim, Birr 33) buyurmaktadır.

Yüce Allah böyle iyilik ve ihsan sahibi mü’minlere büyük müjdeler vermektedir. Müjdelediği ilk şey ise, onları zâlimlerin şerrinden koruyacağı ve düşmanlarını yenilgiye uğratacağıdır:

38. Şüphesiz, Allah mü’minleri dâimâ koruyup müdafaa edecektir. Çünkü Allah, hiçbir hâin ve nankörü sevmez.

Allah Teâlâ mü’minlere yardım edeceğini ve onları imansızların şerlerinden koruyacağını müjdelemektedir. Buna göre mü’minler, zorluklar karşısında yılmayıp mücadele verecek, Allah’a dayanıp güvenecek, hiçbir zaman O’nun yardım ve desteğinden ümit kesmeyeceklerdir. Çünkü Allah, hâinleri ve nankörleri sevmemektedir. Mutlaka onların tuzaklarını boşa çıkarıp mü’minleri selâmete erdirecektir. Bu hususa ışık tutan âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Ehl-i kitap size, dilleriyle incitmekten başka bir zarar veremezler.” (Âl-i İmran 3/111)

“Şüphesiz biz peygamberlerimize ve onlara uyan mü’minlere dünya hayatında da, şâhitlerin hazır bulunacağı mahşer gününde de elbette yardım edeceğiz.” (Mü’min 40/51)

“Hoşunuza gidecek bir başka lutuf daha var: Allah’ın yardımı ve pek yakında gerçekleşecek bir fetih!” (Saff 61/13)

Bu gibi âyetlerin verdiği müjdeye inanıp malını yurdunu bırakarak hicret eden, kâfirlerin eza ve cefalarına sabreden Müslümanlara ilâhî yardımın ulaşmasının bir yolu olarak savaşmalarına izin vermek üzere buyruluyor ki:

39. Kendilerine karşı savaş açılan müslümanlara, zulme uğradıkları için savaş izni verilmiştir. Allah’ın, onlara yardım edip zafer bahşetmeye elbette gücü yeter.

Bu âyet-i kerîmenin, müşriklerin eziyetlerinden iyice daralan mü’minlerin artık onlara karşı durabilmek için Resûlullah (s.a.s.)’den izin istemeleri üzerine, Medine döneminin ilk yıllarında indiği anlaşılmaktadır. Şu iki rivayet bu hususta yeterli ipuçlarını verir:

❂ Resûl-i Ekrem (s.a.s.) Mekke’den müşrikler tarafından çıkarılınca Hz. Ebubekir: “Peygamberlerini çıkardılar. İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn, mutlaka helâk olacaklar” deyince bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Bu âyet-i kerîmenin nüzûlü üzerine Ebubekir (r.a.): “Anladım ki savaş olacak” demiştir. İbn Abbâs (r.a.) da, savaş hakkında ilk nâzil olan âyetin bu âyet olduğunu belirtir. (Tirmizî, Tefsir 22/4; Nesâî, Cihâd 1; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 216)

❂ Mekke müşrikleri müslümanlara işkence eder, işkenceye uğrayan mü’minler kimi taşla yaralanmış, kiminin başı yarılmış olarak gelir, Peygamberimiz (s.a.s.)’e uğradıkları zulmü anlatırlardı. Efendimiz de her defasında onlara: “Sabredin, henüz savaşmakla emrolunmadım” buyururdu. Bu durum Medine-i Münevvere’ye hicret edene kadar sürdü. Hicretten sonra nihayet bu âyet-i kerîme indirilerek savaşmalarına izin verildi. Yetmiş küsür âyette savaştan menedildikten sonra savaş hakkında ilk nâzil olan âyet işte budur. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXIII, 35)

Âyetin sonunda yer alan “Allah’ın, onlara yardım edip zafer bahşetmeye elbette gücü yeter” (Hac 22/39) teminâtı, o dönemde savaş güçleri çok zayıf olan müminlerin cesareti için elzemdi. Çünkü onların zayıflığına mukâbil, Kureyş’in gücü çok büyüktü. Bunun yanı sıra diğer bütün müşrik Araplar da onları destekliyordu. Daha sonra yahudiler de onlara katılmıştı. Dolayısıyla mü’minler için bir teminat, kâfirler hakkında ise bir tehdit mâhiyetinde olan bu ifade, kâfirlerin az sayıdaki müslümanlarla değil, Allah ile savaşacaklarını söylemek mânasına gelmekteydi.

Müslümanlara savaşma izninin verilme sebep ve gerekçesine gelince:

40. O mü’minler, tamâmen haksız yere ve sırf “Rabbimiz Allah’tır” dedikleri için öz vatanlarından çıkarıldılar. Eğer Allah insanların bir kısmının kötülüğünü diğer bir kısmının eliyle savmasaydı, içlerinde Allah’ın ismi çokça zikredilen manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler yıkılıp giderdi. Allah, kendi dinine yardım edenlere elbette yardım edecektir. Çünkü Allah mutlak kuvvet sahibidir, her işte üstün ve mutlak gâliptir.

Cenâb-ı Hak zulme uğradıkları için mü’minlerin savaşmalarına izin vermiştir. Uğradıkları zulüm ise, sırf “Rabbimiz Allah’tır” demeleri ve sadece O’na kulluk yapmak istemeleri sebebiyle haksız yere yurtlarından çıkarılmalarıdır. Bir mü’minin en büyük hedefi Allah’ın rızâsı istikâmetinde bir kulluk yapmak olduğu için, yapması gereken mücâdele, kulluğunu engelleyen mânileri ortadan kaldırmak için olmalıdır. Zaten Allah Teâlâ da bu hikmete binâen onlara savaşma izni verdiğini bildirmektedir. Eğer O, insanlık tarihi boyunca mü’minlere savaşma izni verip, onlar eliyle din düşmanlarının şerlerini ortadan kaldırmasaydı, o imansızlar hâkimiyeti ele geçirir ve içinde Allah Teâlâ’nın çok çok zikredildiği, ibâdet yapıldığı manastırları, kiliseleri, havraları ve mescitleri yıkıp yerle bir ederlerdi. Mâbedler dinin en açık nişânelerinden biri olduğundan, bunların yıkılması, dini hayatın ortadan kaldırılması mânasına gelir. Buna göre, inançsızların hâkimiyeti ve tasallutu altında, Allah’a doğru dürüst bir kulluğun yapılamayacağı feci bir durumun söz konusu olacağına işaret edilmiştir. Bütün bunların yıkılmaktan kurtarılmaları ve korunmaları ancak onları savunmakla mümkündür. O halde bütün bunları himâye etmeyi hedefleyen İslâm’ın savunma hakkının bütün hakların başında geldiği muhakkaktır. Şu da var ki, İslâm’ın öğrenilmesi, yaşanması, yayılması ve yaşatılması uğrunda gayret sarfeden mü’minlere Allah mutlaka yardım edecektir. Çok kuvvetli olan ve üstün bir kudrete sahip bulunan Allah için bu kolaydır. O’nun yardım ettiği kimseler de her zaman üstün olup hiçbir zaman mağlup olmayacaklardır.

Galibiyet onlar için çok önemlidir. Çünkü onların dünya üzerinde gerçekleştirmeleri gereken pek mühim vazifeleri vardır:

41. Allah’ın dinine yardım eden o mü’minler, kendilerine yeryüzünde bir hâkimiyet verdiğimizde, namazlarını dosdoğru kılarlar, zekâtlarını verirler, her türlü iyiliği emredip yayar, kötülük ve yanlışlıkları yasaklayıp önünü almaya çalışırlar. Bütün işlerin neticede varıp değerlendirileceği yer Allah’ın huzurudur.

Hâkimiyeti ele geçirip devlet idâresine sahip olan mü’minlerin gerçekleştirmek mecburiyetinde oldukları esas vazife ve sorumlulukları şunlardır:

Namazı kılmak, kıldırmak ve bunun için gerekli düzenlemeleri yapmak,
Zekâtı vermek, verdirmek ve bunun için gerekli düzenlemeleri yapmak,
İyi ve güzel şeylerin emredilmesini ve yayılmasını sağlamak,
Gayr-i meşrû, çirkin ve dinin hoş görmediği şeyleri yasaklamak ve bunun için gereken önlemleri almak.

İşte mü’minler iktidar elde edince bunları yapmaya öncelik verirler. İktidar sarhoşluğu ile ahlâklarını bozmayan, dinden ve adâletten sapmayan doğru dürüst birer idâreci olurlar.

Şunu dikkatten uzak tutmamak gerekir ki, peygamberi yalanlayıp ona düşmanlık yapmak, ilk defa Resûlullah (s.a.s.) devrinde ortaya çıkan bir durum değil, önceki zamanlarda da benzeri olaylar yaşanmıştır:

42. Rasûlüm! Onlar seni yalanlıyorlarsa, onlardan önce de Nûh kavmi, Âd ve Semûd kavimleri peygamberlerini yalanlamıştı.

43. İbrâhim’in kavmi ve Lût’un kavmi de.

44. Medyen halkı da. Mûsâ da yalanlanmıştı. Fakat ben, her seferinde kâfirlere mühlet verdim; sonra da kendilerini azabımla yakalayıverdim. Beni tanımamalarına karşılık, benim onları akıllarına gelmeyecek şekilde cezalandırmam nasılmış, görsünler!


İnkarcılar tarafından her zaman ve zeminde Resûlullah (s.a.s.)’in kalb-i şeriflerini daraltacak ve kederini artıracak işler yapılıyordu. Bu sebeple Cenâb-ı Hak peygamberini zaman zaman teselli edip onu sabırlı ve tahammüllü olmaya çağırmıştır. Nitekim önceki peygamberler de yalanlanmışlar, fakat o azgın kavimleri helak edilinceye kadar sabretmişlerdi. İşte takip edilecek yol bu yoldur: Sabretmek, sebat etmek ve neticeyi Allah’tan beklemek…

44. âyette yalnız Hz. Mûsâ hakkında كُذِّبَ (küzzibe) “yalanlandı” şeklinde meçhul fiilin kullanılması, onu yalanlayanların kendi milleti değil de başkaları olduğu içindir. Onu Firavun’un kavmi olan Kıptîler inkâr etmişlerdi. نَك۪يرِ (nekîri) “benim inkârım” ifadesi ise; “nimeti mihnete, hayatı helâke, imar ve bayındırlığı harabeye dönüştürmem veya kimsenin aklına gelmeyecek şekilde cezalandırmam yahut kurulmuş düzeni altı üstüne getirmem nasıl olurmuş!” mânalarına hamledilmiştir.

Yoplumların en önemli helak sebebine gelince:

45. Biz, halkı zulümde ileri gitmiş nice memleketi helâk ettik. Öyle ki şimdi hepsinin yerinde yeller esiyor: Altı üstüne gelmiş harâbeler, körelmiş kuyular, kurumuş çeşmeler, yerle bir olmuş muhteşem saraylar…

Önceki kavimlerin ve onların yaşadıkları memleketlerin helak sebebi, zulüm ve haksızlıkta ileri gitmeleridir. En büyük zulüm ise, Allah’a şirk koşmak, O’na karşı gelmek ve O’nun peygamberlerinin davetini reddetmektir. Allah Teâlâ onları öylesine helak etmiştir ki, şimdi yerlerinde yeller esmektedir. O diyarlarda binalar yıkılmış, duvarlar çatıların üzerine düşmüş, etraf ıpıssız kalmış, kuyular çöküp kullanılamaz hale gelmiş, çeşmeler kurumuş ve bir zamanlar göklere doğru yükselen, sağlam yapılı o muhteşem köşkler, saraylar yok olup gitmiştir. Onların başına çöken bu helâkin korkunçluğunu ve hâk ile yeksân oluşlarını şu âyet-i kerîme ne kadar tesirli bir şekilde gözler önüne sermektedir:

“Onlardan önce biz nice nesilleri helâk ettik. Şimdi sen onlardan geriye kalan bir tek kişi görebiliyor, yahut onlara ait cılız da olsa bir ses duyabiliyor musun?” (Meryem 19/98)

Üzerinde tefekkür edildiği zaman âyet-i kerîmede şu ince mânalara işaret edildiği anlaşılabilir:

“Zulüm, zâlimin vatanının harap olmasına yol açar. Öncelikle zâlimin rahat mekanı olan kalbini tahrip eder. Müthiş bir sadır darlığı, kötü ahlâk ve zulmettikleri insanlara karşı aşırı bir öfke zâlimlerin ruhlarını her taraftan kuşatır. Bütün bunlar onların rahatlarını kaçırır, huzurlarını yok eder. Aslında bu haller, zulümleri sebebiyle onlara Musallat olan ilâhî cezalardır. Zâlimlerin yaşadığı beldelerin helaki zaman olur gecikebilir, zaman olur gecikmeksizin hemen vuku bulabilir. Fakat zulümleri yüzünden ibâdetten uzak kalmak suretiyle nefislerinin; özellikle namaz vakitlerinde ve halvet zamanlarında üzerlerine çöken gaflet sebebiyle de kalplerinin harap olması hiçbir zaman geciktirilmez. İcabına hemen bakılır ve olacak olan derhal oluverir. Âtıl kalmış kuyular ve kurumuş çeşmeler gibi, iç âlemlerinde mânen beslendikleri feyiz kaynakları kurur. Sırları heybet ve üns duygularından; ruhları da muhabbet nurlarından ve manevî yücelişlere iştiyak nimetinden mahrum kalır.” (bk. Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, II, 325)

Hayret doğrusu:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
46. Bu inkârcılar, biraz olsun yeryüzünde ibret nazarıyla gezip dolaşmazlar mı? Eğer böyle yapsalardı, belki bu sayede akledip duygulanacak kalplere ve gerçeği duyacak kulaklara sahip olurlardı. Ne var ki kör olan, başlardaki gözler değil, gerçekte kör olan sinelerdeki gönüllerdir!

Eğer yeryüzünde dolaşılır, önceden helak olmuş toplumların kalıntılarına ibret nazarıyla bakılırsa, bu vesileyle akıllar çalışır, kalpler harekete geçerek duygulanır, kulaklar gerçeğin sesini duymaya yönelir. Gezip görenler bizzat kendi gördükleri ve duyduklarından; dolaşma imkânı olmayanlar da gezip görenlerden duyduklarından müteessir olurlar. Fakat inkâr edenlerde böyle bir hal gözükmemektedir. Çünkü onların, her ne kadar başlarında bulunan gözler görüyor olsa da, küfür ve isyanları sebebiyle, sadırlarında bulunan ve esas düşünme ve idrak merkezi olan kalpleri kör olmuştur. Bu yüzden olan bitenden ibret ve ders alabilme özelliklerini kaybetmişlerdir. Onların bu perişan hallerini izah sadedinde şâir Nesîmî der ki:

“Sûretin nakşında her kim görmedi nakkâşını,
Vâhib-i sûret anın gözsüz yaratmış başını.”


“Yaratılan her varlığın üzerinde onu yaratanı gösteren nice işaretler vardır. Bu sebeple her kim kör davranır da her bir varlığın sûretindeki nakışları işleyen Nakkâş-ı Hakiki’yi görmezse, demek ki, varlığa sûretini veren Allah, onun başını sanki gözsüz yaratmıştır. Zira gözü olsaydı o muhteşem nakışları nakşedeni elbette görürdü.”

Bu yüzdendir ki onlar, kıyâmeti ve âhireti yalanlayıp ilâhî uyarıları alaya alır ve tehdit edildikleri azabın bir an önce başlarına gelmesini isterler:

47. Rasûlüm! Onlar senden tehdit edildikleri azabı hemen getirivermeni istiyorlar. Şunu bilsinler ki Allah verdiği sözden asla dönmez. Bununla beraber Rabbinin katında öyle bir gün vardır ki, sizin hesabınıza göre bin yıl gibidir.

48. Halkı büsbütün zâlim nice memleket vardı ki, ben onlara süre tanıdım. Sonra günü gelince onları azabımla yakalayıverdim. Nihâî dönüş ancak banadır.


Münkirler azabı çarçabuk isterler. Fakat Allah onu dilediği zaman gönderir. Çünkü O halîmdir, sabûrdur. Kulların acele ettiği gibi acele etmez. O’nun her toplumun helakiyle alakalı belirlediği bir ecel vardır. O vakit gelinceye kadar bekler, vakit gelince de olacak olur. Çünkü Allah vaadinden dönmez. Beklenen günlere gelince, bunun bir gün ile bin yıl olması arasında Allah’a göre bir fark yoktur. Çünkü O, zamandan münezzehtir, zamanın ötesindedir. Zaman ancak yaratılmış insanlar için geçerlidir. Şu da var ki, âhireti dünya ile karıştırmamak gerekir. Oranın bir günü, dünyada sayılan bin yıl gibidir. Bu da kâfirlerin âhirette çekecekleri cezanın şiddetini ve uzunluğunu bildirmekte, öyle acele etmelerinin kendilerine bir fayda sağlamayacağı haber vermektedir. Zulümde ileri gittikleri halde, her ne kadar Allah onlara belli bir süre mühlet verse de, vakti gelince onları azabıyla kıskıvrak yakalayacak ve helak edecektir.

Bu sebeple:

49. De ki: “Ey insanlar! Şüphesiz ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım.”

50. İman edip sâlih ameller işleyenler için büyük bir bağışlanma ve pek bol, çok değerli, artıp eksilmeyen bir rızık vardır.

51. Akılları sıra âyetlerimizi geçersiz kılmak ve söndürmek için uğraşıp duranlara gelince, işte onlar da yakıcı cehennemin yârân ve yoldaşlarıdır.


Peygamberin vazifesi insanları, gelecekte karşılaşacakları tehlikelere karşı uyarmak ve onları hazırlıklı olmaya çağırmaktır. Neticede peygamberin davetine icâbet edenler ebedî mükâfata erişirken; ona düşman olanlar, insanları ona inanmaktan alıkoymaya ve peygamberi dâvasından vazgeçirmeye çalışanlar, yakıcı ateşi boylayacaklardır.

Şunu da unutmamak gerekir ki, peygamberlik vazifesi boş hayallerin peşine koşmakla değil, ancak vazifenin gereklerini hakkiyle yerine getirmekle mümkün olabilir. Çünkü:

52. Rasûlüm! Biz, senden önce hiçbir rasûl, hiçbir nebî göndermedik ki, o bir temennîde bulunduğunda, şeytan onun dileğine ille de beşerî arzular karıştırmaya kalkışmasın. Ne var ki Allah, şeytanın karıştıracağı şeyi iptal eder. Sonra Allah, kendi âyetlerini lafız ve mâna olarak onun kalbine sapasağlam yerleştirir. Allah, hakkıyla bilendir, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olandır.

اَلتَّمَنّ۪ي (temenni), gönlün arzu ettiği şeyi kişinin kendi içinde, hayalinde şekillendirip canlandırmasıdır. Zihinde canlandırılmış bu tabloya ise اَلأمْنِيَّةُ (ümniyye) veya اَلْمُنْيَةُ (münye) denilir. Bu anlama göre, her peygamber bir şey arzu ettiği, bir şeye ulaşmak istediği zaman şeytanın, onun arzu ve idealine bir vesvese atacağı; fakat Allah’ın, şeytanın peygamberin zihnine attığı vesveseleri giderip kendi âyetlerini yerleştireceği haber verilmektedir. Resûlullah (s.a.s.)’in en büyük ideali, kavminin kendisine inanması ve mü’minlerden oluşan bir dünya topluluğu teşekkül ettirmekti. “Rasûlüm! Onlar bu Kur’an’a inanmıyorlar diye arkalarından üzülerek neredeyse kendini helak edeceksin! Hayır böyle yapma!” (Kehf 18/6) gibi âyetler, onun bu idealinin gerçekleşmesini ne kadar istediğini gösterir. İşte şeytan onun bu idealine yanlış düşünceler karıştırmaya çalışıyor, onu ümitsizliğe düşürmek için ins şeytanlarından dostlarına da onun önüne engeller koymaları için vesvese veriyordu. Onun bu idealini hasta yürekli kimselere başka türlü göstermeye ve onları saptırmaya uğraşıyordu.

Peygamberliğin ilk yıllarında müminler çok az olup işkenceye mâruz kalınca, şeytan diğer insanlara da vesvese verip: “Bu din gerçek olsaydı, genel kabule mazhar olurdu. Demek ki Allah da bundan razı değil ki öbür taraf daha fazla” diye vesvese veriyordu. Böylece herkes bir imtihanla karşı karşıya kalıyordu. Din, zaten aslında bir imtihandır. Mücahede ve aklî muhakemeyle bâtılı terk edip hakka sarılmakla insan bir değer kazanır. Şeytanın bu vesvesesine karşı, Allah, Rasûlü’nün ve müminlerin sebatlarına mükâfat olarak onları teyid edip Peygamberinin tebligatının gerçek olduğunu ortaya çıkarır. Peygamberimiz (s.a.s.) bile ilk anda bu tür vesveselere mâruz kalsa da, “ismet” yani Allah’ın risaletini koruma va’di devreye girip o vesveseyi boşa çıkarır.

“Temennî” kelimesinin kırâat yani okumak mânası da vardır. Nitekim “Onlardan bir kısmı ümmîdir; Kitâb’ı bilmezler. Bütün bildikleri kulaktan dolma şeyler, bir takım kuruntulardır” (Bakara 2/78) âyetindeki “emânî”, “kırâat” anlamındadır. Zira “ümmî”, Kur’an’ı mushaftan okumayı bilmez, o sadece okunduğu zaman, onun kıraat edildiğini anlar. Yine bu gibi kimseler sadece ağızdan duyup belledikleri bazı parçaları okurlar, söylerler. Kırâata “ümniyye” denilmesinin sebebi ise, Kur’an okuyan kimsenin, bir rahmet ayetine geldiğinde, o rahmetin gerçekleşmesini temenni etmesi; azab ayetine geldiğinde de bununla sınanmamasını temenni etmesidir.

Dolayısıyla temennî ve ümniyye kelimelerinin hem “bir temennide bulunmak” hem de “okumak” anlamı olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu mânalardan hareketle Allah Teâlâ’nın, peygamberlerinin hem düşünce dünyalarını ve muhayyilelerini şeytanın vesvesesinden koruma altına aldığı, hem de inen âyetlerin tilâvetini şeytanın karıştırmasından muhafaza buyurduğu; yani onları hem içten hem de dıştan iki türlü bir korumaya tabi tuttuğu anlaşılır.

Şeytan vesvesesinin Peygamber’e gelen vahiyle bu kadar yakın temas halinde olmasının hikmetine gelince:

53. Allah’ın böyle bir şeye fırsat vermesi, şeytanın attığı o vesveseyi kalplerinde bir hastalık bulunanlar ve kalpleri iyice katılaşmış kimseler hakkında bir imtihan vesilesi yapmak içindir. Doğrusu zâlimler, gerçeğe karşı pek derin bir muhâlefet ve düşmanlık içindedirler.

Şeytanın, peygamberin aleyhine ve küfrün lehine ortaya attığı vesveseler, hasta kalpliler ve hidâyete karşı katı yürekliler için ciddi bir imtihan olur. Çünkü onlar, onun bu ayartıcı sözlerine kanıp gerçeği terk ederler. Doğru yoldan uzaklaşır ve çok derin bir sapıklık içine yuvarlanırlar. Fakat gerçek ilim sahipleri, Peygamberin okuduğu sözlerin, âyetlerin, Allah’tan gelen gerçek sözler olduğunu bilirler, ona iman edip saygı gösterirler. Kalpleri bununla huzur ve itminâna erişir. Allah da onları doğru yola eriştirir. Ancak Abdullâh b. Ömer (r.a.) gerçek ilim sahibi olmanın zorluğunu ifade ederek şöyle demektedir:
“İnsan şu güzel vasıflara sahip olmadıkça gerçek ilim ehli olamaz:

Kendisinden üstün olan kimselere hased etmeyecek.
Kendinden aşağıda olan kimseleri hakir görmeyecek.
İlmine karşılık olarak dünyalık arzu etmeyecek…”
Şimdi söz inkârcılıkta direten kâfirlere getirilip buyruluyor ki:

وَلَا يَزَالُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا ف۪ي مِرْيَةٍ مِنْهُ حَتّٰى تَاْتِيَهُمُ السَّاعَةُ بَغْتَةً اَوْ يَاْتِيَهُمْ عَذَابُ يَوْمٍ عَق۪يمٍ ﴿55﴾

55. Buna karşılık küfre saplanıp kalmış olanlar, kıyâmet ansızın tepelerine çökünceye veya kısır ve hayırsız bir günün azabı gelip çatıncaya kadar Kur’an hakkında şüpheler içinde bocalamaktan bir türlü kurtulamazlar.

اَلْعَق۪يمُ (‘akîm) kelimesinin “kısır, uğursuz, hayırsız, sonu olmayan” gibi mânaları vardır. Bundan maksat kıyamet günüdür. Çünkü kıyamet günü bir daha gecesi olmayan ve sonu olmayan bir gündür. Kâfirler açısından da son derece hayırsız, uğursuz, çok feci neticeler doğuran, bütün umutların ve kurtulma çarelerinin sonuçsuz kalacağı bir gündür. Fakat ne çare ki onlar, bu büyük azapla karşılaşıncaya kadar da Kur’an hakkında duydukları şüpheden hiç de vazgeçecek gibi görünmüyorlar.

Oysa:

54. Bir de Allah, kendilerine ilim verilenler o Kur’an’ın sana Rabbinden gelen bir gerçek olduğunu bilsin, ona iman etsin, gönülleri de ona karşı tam bir saygı ve bağlanma hissiyle dolsun diye buna müsaade eder. Hiç şüphesiz Allah, iman edenleri her meselede doğru bir yola ve isabetli bir tavra yöneltir.

55. Buna karşılık küfre saplanıp kalmış olanlar, kıyâmet ansızın tepelerine çökünceye veya kısır ve hayırsız bir günün azabı gelip çatıncaya kadar Kur’an hakkında şüpheler içinde bocalamaktan bir türlü kurtulamazlar.


Şeytanın, peygamberin aleyhine ve küfrün lehine ortaya attığı vesveseler, hasta kalpliler ve hidâyete karşı katı yürekliler için ciddi bir imtihan olur. Çünkü onlar, onun bu ayartıcı sözlerine kanıp gerçeği terk ederler. Doğru yoldan uzaklaşır ve çok derin bir sapıklık içine yuvarlanırlar. Fakat gerçek ilim sahipleri, Peygamberin okuduğu sözlerin, âyetlerin, Allah’tan gelen gerçek sözler olduğunu bilirler, ona iman edip saygı gösterirler. Kalpleri bununla huzur ve itminâna erişir. Allah da onları doğru yola eriştirir. Ancak Abdullâh b. Ömer (r.a.) gerçek ilim sahibi olmanın zorluğunu ifade ederek şöyle demektedir:

“İnsan şu güzel vasıflara sahip olmadıkça gerçek ilim ehli olamaz:
Kendisinden üstün olan kimselere hased etmeyecek.
Kendinden aşağıda olan kimseleri hakir görmeyecek.
İlmine karşılık olarak dünyalık arzu etmeyecek…”

Şimdi söz inkârcılıkta direten kâfirlere getirilip buyruluyor ki:

وَلَا يَزَالُ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا ف۪ي مِرْيَةٍ مِنْهُ حَتّٰى تَاْتِيَهُمُ السَّاعَةُ بَغْتَةً اَوْ يَاْتِيَهُمْ عَذَابُ يَوْمٍ عَق۪يمٍ ﴿55﴾

55. Buna karşılık küfre saplanıp kalmış olanlar, kıyâmet ansızın tepelerine çökünceye veya kısır ve hayırsız bir günün azabı gelip çatıncaya kadar Kur’an hakkında şüpheler içinde bocalamaktan bir türlü kurtulamazlar.

اَلْعَق۪يمُ (‘akîm) kelimesinin “kısır, uğursuz, hayırsız, sonu olmayan” gibi mânaları vardır. Bundan maksat kıyamet günüdür. Çünkü kıyamet günü bir daha gecesi olmayan ve sonu olmayan bir gündür. Kâfirler açısından da son derece hayırsız, uğursuz, çok feci neticeler doğuran, bütün umutların ve kurtulma çarelerinin sonuçsuz kalacağı bir gündür. Fakat ne çare ki onlar, bu büyük azapla karşılaşıncaya kadar da Kur’an hakkında duydukları şüpheden hiç de vazgeçecek gibi görünmüyorlar.

Oysa:

56. O gün bütün hâkimiyet yalnızca Allah’ındır. O, mü’minlerle kâfirler arasında hükmünü adâletle verecektir. İman edip sâlih ameller işleyenler nimetlerle dolu cennetlere gireceklerdir.

اَلْمُلْكُ (mülk); mutlak mülkiyet, hâkimiyet, hüküm ve ferman demektir. Kıyamet günü bunlar yalnızca Allah’a ait olacağı için, O’nun vereceği hükme kimsenin karışması mümkün olmayacaktır. Mü’minleri nimetlerle dolu cennetlerde ağırlayıp onları yücelteceği gibi, buna mukabil kâfirleri hor ve hakir bir şekilde onurlarını kıran alçaltıcı bir azaba uğratacaktır. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Bana kulluk etmeyi kibirlerine yediremeyenler, yakında perişan bir hâlde cehenneme gireceklerdir.” (Mü’min 40/60)

Bununla birlikte müslüman olarak yaşayabilecekleri bir hayatın önüne engel olarak çıkan her şeyi; gerektiğinde içinde yaşadığı aileyi, çevreyi, arkadaş ortamını, toplumu terk ederek İslâm’ı en güzel şekilde yaşayabileceği yepyeni yerler arayanlar da vardır. Şu müjdeler onlar içindir:

57. İnkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar için de alçaltıcı bir azap vardır.

اَلْمُلْكُ (mülk); mutlak mülkiyet, hâkimiyet, hüküm ve ferman demektir. Kıyamet günü bunlar yalnızca Allah’a ait olacağı için, O’nun vereceği hükme kimsenin karışması mümkün olmayacaktır. Mü’minleri nimetlerle dolu cennetlerde ağırlayıp onları yücelteceği gibi, buna mukabil kâfirleri hor ve hakir bir şekilde onurlarını kıran alçaltıcı bir azaba uğratacaktır. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Bana kulluk etmeyi kibirlerine yediremeyenler, yakında perişan bir hâlde cehenneme gireceklerdir.” (Mü’min 40/60)

Bununla birlikte müslüman olarak yaşayabilecekleri bir hayatın önüne engel olarak çıkan her şeyi; gerektiğinde içinde yaşadığı aileyi, çevreyi, arkadaş ortamını, toplumu terk ederek İslâm’ı en güzel şekilde yaşayabileceği yepyeni yerler arayanlar da vardır. Şu müjdeler onlar içindir:

58. Allah yolunda hicret eden, sonra da bu uğurda öldürülen veya ölenleri Allah, çok güzel nimetlerle rızıklandıracaktır. Şüphesiz Allah, evet O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.

59. Allah, mutlaka onları memnun ve hoşnut olacakları bir yere yerleştirecektir. Doğrusu Allah, her şeyi hakkiyle bilendir; kullarının hatalarına karşı çok sabırlı olup, ceza vermekte acele etmeyendir.


Allah Teâlâ, kendi yolunda hicret eden ve bu uğurda öldürülen ve ölen kişilerin faziletine dikkat çekmektedir. Onlar, diğer ölülerden daha faziletlidir. Cenâb-ı Hak bunları güzel nimetlerle rızıklandıracak ve cennette razı olacakları bir makama ulaştıracaktır.

Osman b. Maz’un ve Ebu Seleme gibi mühacirlerden bazıları Medine’de vefat ettiklerinde bir kısım insanlar, Allah yolunda öldürülenlerin mi yoksa yataklarında ölen kimselerin mi daha faziletli olduğu, aralarında bir fark bulunup bulunmadığı hususunda ihtilaf ettiler. Bunun üzerine inen bu âyet-i kerîmeler, bunlar arasında bir fark bulunmadığını, Allah Teâlâ’nın hepsine de çok güzel nimetler lütfedeceğini bildirdi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XVII, 255)
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde barınacak pek çok güzel yer ve maddî-manevî genişlik ve bolluk bulur. Kim de evinden Allah ve Rasûlü’ne hicret etmek niyetiyle çıkar, sonra da hedefine varmadan kendisine ölüm yetişirse, artık onun mükâfatı şüphesiz Allah’a aittir. Allah çok bağışlayıcı, engin merhamet sahibidir.” (Nisâ 4/100)

Allah Resûlü (s.a.s.) de şöyle buyurur:

“Kim Allah yolunda hicret ederek evinden çıkar da, bineğinin sırtından düşer ve ölürse, yahut onu bir yılan sokar ve ölürse, ya da ölüm gelip kendisini bulursa, onun ecrini vermek Allah’a ait olur. Her kim de yediği bir darbe ile bulunduğu yerde ölürse o da güzel bir şekilde Allah’a dönüşü hak eder.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 36)

Âyet-i kerîme ve hadis-i şeriflerin işaret ettiği minval üzere mü’minler Allah yolunda hicret ve cihad halinde olacak, mal ve canlarını düşmanlara karşı koruyacak, uğradıkları haksızlık ve tecavüzün hesabını soracaklardır:

60. İşte gerçek budur. Mü’minlerden kim kendisine yapılan haksızlığa misliyle karşılık verir, sonra yine haksızlığa uğrarsa, elbette Allah ona yardım edecektir. Şüphesiz Allah çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır.

Âyetin iniş sebebiyle alakalı şöyle bir hâdise nakledilir:

Haram aylardan biri olan Muharrem ayında müslüman bir toplulukla karşılaşan bir grup müşrik: “Nasıl olsa Muhammed’in adamları haram aylarda savaşmazlar” deyip onlara saldırmak istediler. müslümanlar onları uyardıkları halde niyetlerinden vazgeçmediler. Nihâyet müslümanlar, bu haksız tecâvüze karşılık verip onları mağlûp ettiler. Hâdisenin duyulması üzerine Medine’deki bazı müminler, haram aylarda savaşmış olmaları sebebiyle onları kınayan sözler sarfettiler. Bunun üzerine âyet inerek onların doğru bir iş yaptıklarını haber verdi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XVII, 256)

Bu hususa yer veren diğer âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Kötülüğün karşılığı, ona denk bir cezadır.” (Şûrâ 42/40)

“Size kim saldırırsa, siz de ona aynı şekilde cevap verin. Allah’a karşı gelmekten sakının ve bilin ki Allah takvâ sahipleriyle beraberdir.” (Bakara 2/194)

Bu âyet-i kerîmeler, saldıran düşmana misliyle mukâbele edileceğini, mukâbelenin ve savaşmanın da ancak düşmanın saldırısını savıp canı korumak için yapılacağını beyân buyurur. Canını korumak için saldırıya karşılık verene Allah’ın yardım edeceğini bildirir. Fakat Allah, haksız yere saldıranların yardımcısı değildir. “Çünkü Allah, haddi aşanları sevmez.” (Bakara 2/190)

Allah Teâlâ, kendi yolunda hicret edip ölen veya öldürülenleri en güzel şekilde rızıklandırmaya ve saldırıya uğrayıp canını, malını ve ırzını korumak üzere ona mukâbelede bulunmak isteyen mü’minlere yardım etmeye elbette ki kadirdir:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
61. Bu, böyledir. Çünkü Allah, öylesine kudret sahibidir ki, gâh gündüzü kısaltarak geceyi uzatır, gâh geceyi kısaltarak gündüzü uzatır. Şüphesiz O, her şeyi hakkiyle işiten, hakkiyle görendir.

62. Bu böyledir. Çünkü Allah hakkın ta kendisidir, müşriklerin O’nun dışında taptıkları şeyler ise bâtılın ta kendisidir. Doğrusu Allah, evet O, çok yücedir, çok büyüktür.


Allah ile putlar arasında böylesine kıyas bile edilemeyecek büyük bir fark olduğu için Allah’a kulluk yapanlar yardıma nâil olup başarıya ulaşacaklar, sahte tanrılara tapanlar ise apaçık bir mağlubiyete uğrayacaklardır.

Rabbimizin güzel isimlerinden biri olan اَلْعَلِيُّ (‘Aliyy), “kudretiyle her şeyin üstünde yüce, benzeri ve eşi bulunmaktan yüce, celâl ve azametine yakışmayan her türlü vasıftan yüce” mânasındadır. Diğer ismi اَلْكَب۪يرُ (Kebîr) ise: “Azamet, celâl ve şânı büyük; kudret ve saltanatında büyük ve ulu olan” demektir.

O’nun kudret tecellileri bununla sınırlı değildir:

63. Görmedin mi Allah, gökyüzünden bir su indirir de yeryüzü onunla yemyeşil hâle gelir. Şüphesiz Allah, en derin, en görünmez şeylere nüfûz edip lutufta bulunandır; her şeyi en mükemmel şekilde bilendir.

64. Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi O’nundur. Doğrusu Allah, evet O, hiçbir şeye ihtiyacı bulunmayandır, her türlü övgüye lâyıktır.


Allah Teâlâ’nın gökten su indirip onunla yeryüzünü yemyeşil hâle getirmesi; göklerde ve yerde bulunan her şeye hem yaratılışları hem de mülkiyetleri itibariyle sahip olması O’nun kudretinin kemaline delildir. Buna kadir olan Allah, ölümden sonra tekrar hayat verip yeniden yaratmaya da elbette kadirdir.

Burada, bereketli vahiy yağmurunun, yakın gelecekte, Arabistan’ın kısır toprağını bir ilim ve ahlâk yuvası haline getireceğine, büyük ve âdil bir medeniyet ortaya çıkaracağına bir işaret vardır. (Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, III, 387)

Bu âyetlerde Rabbimizin dört güzel ismine yer verilir:

اَللَّط۪يفُ (Latîf); lutufkâr, lütfu bol olan; planladığı işleri, bu işler gerçekleşip gözle görülünceye kadar hiç kimsenin bunları anlayamayacağı şekilde gizlilik ve incelikle yapandır. İşte yağan yağmur ve biten bitkiler O’nun bu lütfunun bir eseridir.
اَلْخَب۪يرُ (Habîr); kullarının bütün hallerini ve ihtiyaçlarını en iyi bilen ve ona göre davranandır.
اَلْغَنِيُّ (Ganî); mutlak zengin, müstağni, hiç kimseye ve hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır.
الْحَم۪يدُ (Hamîd); her türlü hamde, bütün övgülere lâyık olandır.

O halde ey insan:

65. Görmedin mi Allah, yeryüzünde olan her şeyi ve denizde emriyle akıp giden gemiyi sizin emrinize verdi. Kendi izni olmadan yerin üzerine düşmesin diye göğü de O tutmaktadır. Şüphesiz Allah insanlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir.

66. Size hayat veren Allah’tır. Sonra sizi öldürecek, daha sonra sizi tekrar diriltecek olan da O’dur. Ama insan, gerçekten pek nankördür.


Gökte ve yerde bulunan her şey yalnız Rabbimize ait ve sadece O’nun tasarrufunda olduğu için sonsuz lutuf, şefkat ve merhametinin bir gereği olarak bunları insanların hizmetine âmâde kılmıştır. O, karada olanları insanların emrine verdiği gibi, denizde akıp giden gemileri de insanların emrine vermiştir. İnsan aklını kullanıp Allah Teâlâ’nın kâinata koyduğu kanunları ve imkânları keşfederek bunlardan faydalanmaktadır. Akarsulardan barajlar yapıp elektrik elde etmekte, bununla aydınlanıp fabrikalar çalıştırmakta; taşı, toprağı, havayı, ateşi, demiri ve her türlü madenleri kullanmakta; kendinden büyük ve güçlü hayvanları boyun eğdirip onlardan istifade etmektedir. Suyun kaldırma kuvvetinden faydalanarak gemiler yapıp uzun mesafelere yüklerini taşımaktadır. Bütün bunlar hep Allah’ın ikram ve ihsanıdır. Sonsuz büyüklüğüne ve genişliğine, içindeki muazzam cisimlere rağmen göğü tutan, onun arz üzerine düşmesini engelleyen, gök cisimlerinin birbirine çarpıp dağılmasına mani olan da Allah’tır. Koyduğu kanunlarla bunları eşsiz bir nizam içinde hareket ettirmekte, bu nizam içinde insana nihayetsiz ikramlarda bulunmaktadır. Fakat insan, kendine hayat verip dünyaya getiren, bu kadar ihsanlarda bulunan, onu öldürüp tekrar diriltecek olan Rabbine karşı dâima şükür halinde olması gerekirken, tam aksine pek nankör davranmaktadır. Fakat o, bu nankörlüğünün cezasını mutlaka çekecektir:

67. Biz her ümmete kendi dönemlerinde uygulayacakları bir ibâdet sistemi belirledik. Bu sebeple başkaları, dinî emirleri tatbikte sana karşı gelip, seni bir tartışmanın içine çekmesinler. Sen onları Rabbine dâvet et. Çünkü sen, gerçekten dosdoğru bir yol üzerindesin.

Allah Teâlâ, her ümmete içinde yaşadıkları zamanın, şartların ve ihtiyaçların durumuna göre bir din göndermiş, onlar da o dinin tâlimatlarına göre hayatlarını tanzim etmişlerdir. Ahir zaman ümmetine de peygamber olarak Hz. Muhammed (s.a.s.)’i, din olarak da İslâm’ı ihsan etmiştir. Dolayısıyla insanların kalkıp, hayatın hangi alanına ait olursa olsun, Resûlullah (s.a.s.)’in getirdiği dine, tebliğ ettiği ilâhî kanunlara karşı çıkma ve peygamberle tartışmaya girme hakkı yoktur. Peygamber, kesinlikle doğru yol üzere bulunmaktadır. Vazifesi de insanları Allah’a davet etmektir.

Şu âyet-i kerîme de her bir ümmetin kendilerine has şeriatleri olduğunu, fakat önceki kitapları tasdik ve muhafaza edici Kur’an indikten sonra artık onun ahkamıyla amel etmek gerektiğini haber verir:

“Rasûlüm! Sana da Kur’an’ı, kendinden önceki kitapları doğrulayıcı ve onları koruyup denetleyici olarak her yönden gerçeğe uygun bir tarzda indirdik. O halde daha önce kendilerine kitap verilenler arasında Allah’ın indirdiği ile hükmet; sana gelen gerçekleri bir tarafa bırakarak onların asılsız isteklerine uyma. Biz her biriniz için, o dönemin peygamberine ait bir şeriat ve bir yol-yöntem belirledik. Eğer Allah dileseydi, sizi, tarih boyu aynı şeriate bağlı bir tek ümmet yapardı. Fakat her birinizi, kendisine verdiği kitap ve şeriat ile imtihan etmek için böyle ümmetlere ayırdı. Öyleyse ey mü’minler, siz de durmayın, hayırlı işlerde birbirinizle yarışın. Neticede hepinizin dönüşü Allah’adır ve anlaşmazlığa düştüğünüz şeyleri O size bildirecektir.” (Mâide 5/48)

Bu âyet-i kerîmeler, tüm insanlığa son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.) karşısında tartışmayı yasaklamakta ve onun getirdiği dine teslim olmaya çağırmaktadır. Şayet teslim olmaz, münakaşa yolunu tutarlarsa:

68. Eğer seninle mücâdeleye girişecek olurlarsa de ki: “Allah yapmakta olduğunuz şeyleri çok iyi bilmektedir.”

69. “Allah, anlaşmazlığa düştüğünüz her konuda, kıyâmet günü aranızda hükmünü verecektir.”

70. Bilmez misin ki, Allah gökte ve yerde ne varsa, her ne olup bitiyorsa hepsini çok iyi bilmektedir. Bunların hepsi bir kitapta yazılıdır. Şüphesiz bunları bilmek, Allah için pek kolaydır.


Fakat gerçek şu ki, insanların hepsi İslâm şeriatine teslim olmadıkları gibi, ilk günden itibaren ona karşı direnmiş, düşmanlık yapmış ve o dinin Peygamberi’yle alabildiğine mücâdele etmişlerdir. Bu gün de din ve peygamber düşmanları az değildir. Cenâb-ı Hak Peygamberi’ne, kendisiyle münakaşa edenlerle münâkaşa etmemesini ve: “Allah yapmakta olduğunuz şeyleri çok iyi bilmektedir. Allah, anlaşmazlığa düştüğünüz her konuda, kıyamet günü aranızda hükmünü verecektir” (Hac 22/68-69) diyerek tartışmayı kesmesini istemektedir.

Burada Yüce Allah’ın kullarına öğrettiği güzel bir edep vardır. Bu da işi yokuşa sürmek ve sırf tartışma yapmak için inatlaşan kimselere karşı takınılması gereken tavırdır. Böyle kimselere cevap vermemeli ve onlarla tartışmamalıdır. Rabbimizin, Peygamberimiz (s.a.s.)’e öğrettiği bu söz ile onların inatlaşmaları defedilmelidir.

Allah kıyamet günü adâletle hükmedecek, haklı haksızdan ayrılacak, herkes hâline münâsip bir netice elde edecektir. Çünkü Allah göklerde ve yerde olan her şeyi bilmektedir. Her şey O’nun tarafından kayıt altına alınmıştır. Hiçbir söz, hiçbir amel ve hiçbir düşünce Allah’ın bilgisinden kaçmaz. Bütün bunlar bir gün eksiksiz olarak sahiplerinin önüne çıkarılacaktır. Bunları yapmak ise, nihayetsiz ilim ve kudret sahibi Allah için çok kolaydır.

Bun rağmen:

71. Onlar, Allah’ı bırakıp da, haklarında Allah’ın hiçbir delil indirmediği ve gerçekte kendilerinin de hiçbir doğru bilgiye sahip olmadığı putlara tapıyorlar. Hesap gününde bu zâlimlerin hiçbir yardımcısı olmayacaktır.

İki sebepten dolayı putlara ibâdet etmek bâtıldır, asılsızdır:

Onların ilâh olduğuna dair Allah Teâlâ bir delil indirmemiştir. Hiçbir ilâhî kitapta onların gerçekliğine dair bir bilgi, bir kayıt yer almamaktadır. O putların elinde de böyle bir delil mevcut değildir. Yani putların ibâdete liyakatleriyle alakalı hiçbir naklî delil yoktur.
Putperestlerin, taptıkları putlar hakkında istinat edecekleri sağlam bir bilgileri de yoktur. Yani onlar aklî delilden de mahrumdurlar.
Durum böyle olunca, onların bu ibâdetlerinin, mahza taklitten, cehâletten ve şüpheden kaynaklandığı ortaya çıkmaktadır. Bu da bâtılın ve zulmün ta kendisidir. Zalimlerin ise yardımcısı yoktur.

O zalimleri ele veren en ciddi ip uçlarından biri de şudur:

72. Kendilerine âyetlerimiz açık açık okunduğunda, kâfirlerin yüzlerindeki hoşnutsuzluğu ve o inkârcı tavrı hemen fark edersin. Öyle ki, nerdeyse âyetlerimizi kendilerine okuyanların üzerine saldırıverecekler. De ki: “Size bu öfke ve huzursuzluğunuzdan daha kötüsünü haber vereyi mi? Cehennem! Allah, onu kâfirlere va‘detmiştir. Varılacak ne kötü yerdir orası!”

Bu âyet-i kerîmede, inkârcıların, kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğu sırada içine düştükleri sıkıntı, yüzlerine yansıyan inkâr, huzursuzluk ve kızgınlık hali tasvir edilir. Aslında burada “münker” kelimesi, sataşmak, kızmak, geçimsizlik ve inkârdan ötürü yüzde beliren çok kötü şekilleri anlatmaktadır. Kâfirler, Kur’ân-ı Kerîm’in okunmasından ve onu dinlemekten o kadar rahatsız oluyorlardı ki, imkân bulabilseler neredeyse onu okuyanı şiddetle yakalayıp üzerine çullanmak ve dövmek istiyorlardı. Yüce Allah Peygamberimiz’e, cehennem ateşinin onlar için Kur’an karşısında duydukları öfkeden, huzursuzluktan, can sıkıntısından daha kötü olduğunu haber vermesini emir buyurur.

Böylesine acıklı bir sondan kurtulmak için verilen şu örnek üzerinde dikkatlice düşünün:

73. Ey insanlar! Size bir örnek veriliyor; şimdi onu iyi dinleyin: Allah’tan başka ilâh yerine koyup taptığınız putlar, bütün imkânlarını toplayıp bir araya gelseler de, tek bir sinek bile yaratamazlar. Hatta sinek onlardan bir şey kapıp götürse, onu dahi kurtarıp geri alamazlar. İsteyen de âciz, kendisinden bir şey istenilen de!

74. Allah’ın büyüklük ve kudretini hakkiyle takdir edemediler. Şüphesiz Allah mutlak kudret sahibidir, her işte üstün ve mutlak gâliptir.


Bu örnek, putperestlere taptıkları putların tamamen güçsüz olduğunu vurgulamak için verilmiştir. Çünkü onların hepsi, küçücük bir sinek yaratmak için biraraya gelseler ve güç birliği yapsalar onu bile yaratamazlar. Halbuki sinek hakirliği, güçsüzlüğü, tiksinti verişi ve çokça bulunması sebebiyle belki yaratılması en kolay olan varlıktır. Hadi yaratma işini bir kenara bırakalım; çünkü anlaşıldığına göre bunu yapmaları mümkün değildir. Hiç olmasa o zayıf ve hakir varlığın verdiği zarardan kendilerini korusunlar. Fakat ne hazin durum ki, sinek onlardan bir şey kapıp alsa, bunu bile engelleyemezler; kapıp götürdüğü şeyi geri almaya güç yetiremezler. Putun ve sineğin zayıflığını gözler önüne seren bu misal, aslında putperestlerin kendilerinin ne kadar zayıf, yalvardıkları putların da ne kadar güçsüz olduğunu göstermektedir.

Müşrikler putlarını zâferân ile sıvarlardı. Daha sonra bu zâferân kurur, sinek gelir, onlardan bir şeyler kapıp götürürdü. Yine putların önüne yemekler koyarlardı. O yemeklere sinekler konar ve ondan yerlerdi. Putların, ne üzerlerine sineklerin konmasına, ne de önlerindeki yemeklerden yemelerine müdahale edecek halleri yoktu. Çünkü cansızdılar. O halde kendilerini bile savunmaktan aciz olan şeylerin, başkalarına ne faydası olabilir? Onlara tapmanın nasıl bir haklı gerekçesi bulunabilir? Dolayısıyla Allah’ı bırakıp böyle âciz putlara tapanlar, nihayetsiz kuvvet ve kudret sahibi, her şeyi yaratan, yer ihtiyaca cevap veren Allah’ı tanımayan, O’na gereken tâzimi göstermeyen ve verdiği nimetlerin kıymetini bilmeyen kimselerdir. Eğer Allah’ı hakkiyle taNisâlardı, böyle yanlış ve sapık yollara düşmezlerdi.

İşte peygamberlerin gönderilmesinin hikmeti, insanlara bu gerçeği bildirmektir:

75. Gerçek şu ki Allah, meleklerden elçiler seçtiği gibi, insanlardan da seçer. Doğrusu Allah, her şeyi hakkiyle işiten, hakkiyle görendir.

76. Allah, onların geleceğini de bilir, geçmişini de. Bütün işler neticede Allah’a döner ve O neye hükmederse o olur.


Bu âyetler müşriklerin: “Kur’an, aramızdan gele gele Muhammed’e mi geldi?” demeleri üzerine indirilmiş (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XVII, 266); gerek meleklerden olsun, gerek insanlardan olsun elçi seçmenin Allah’ın takdirine bağlı bir iş olduğu beyân edilmiştir. Bu âyetlerde aynı zamanda melekleri ve peygamberleri ilâh edinenlere de bir reddiye vardır. Onlar ilâh değil, sadece Allah’ın, emirlerini tebliğ etmek üzere seçtiği elçilerdir.

O halde:

77. Ey iman edenler! Rukû edin, secde edin, Rabbinize daha başka kulluk vazîfelerinizi yerine getirin ve hayırlı ameller yapın ki kurtuluşa eresiniz.

78. Allah yolunda gerektiği şekilde cihâd edin. O sizi bunun için seçti ve dîni yaşama konusunda üzerinize hiçbir zorluk yüklemedi. Haydin, atanız İbrâhim’in dinine uyun. Allah, önceki kitaplarda da, Kur’an’da da sizi “müslümanlar” olarak isimlendirdi. Tâ ki, İslâm’a bağlılığınız hususunda Peygamber size şâhit olsun, siz de diğer insanlara şâhit olasınız. Öyleyse namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve Allah’ın dinine sarılın. O sizin Mevlânızdır. O ne güzel Mevlâ, ne güzel yardımcıdır!


77-78. Âyetler: Cenâb-ı Hak, sûrenin sonunda mü’minlere hitap ederek, sûrede beyân buyurduğu emirlerin bir hülâsasını yapmakta ve onlara ebedî kurtuluş yolunu bir kez daha ana hatlarıyla telkin buyurmaktadır:

Birinci rükün imandır. İslâmî hayat bütünüyle iman temeli üzere binâ edilir. Temelinde iman olmayan hiçbir amel hak katında makbul değildir.
Rükusuyla, secdesiyle ve diğer erkânıyla namazı dosdoğru kılmak.
Emredilen ve yasaklanan her hususta yalnız Allah’a kulluk etmek; O’ndan başkasına kulluk etmemek.
Güzel ahlâk, sıla-i rahim ve insanlara iyilik gibi dinin ve aklın iyi gördüğü, hayırlı saydığı amelleri yapmak. Allah Resûlü (s.a.s.): “Mü’min cennete girinceye kadar hiçbir hayra doymaz” (Tirmizî, İlim, 19) buyurur.
Allah yolunda, nasıl cihad edilmesi gerekiyorsa o şekilde hakkını vererek cihad etmek. Arzularına gem vurmak suretiyle nefse karşı, vesvesesini engellemek suretiyle şeytana karşı, zulümlerine mâni olmak için zâlimlere karşı, küfürlerini ber taraf etmek için kâfirlere karşı cihad etmek.

Cenâb-ı Hak mü’minlerden bunları yapmalarını istemektedir. Çünkü onlar diğer insanlar gibi değildir. Allah Teâlâ’nın onlara hususi ikramları vardır. Bu hususi ikramlardan bazıları şunlardır:

Allah onlara iman ve hidâyet lütfetmek sûretiyle onları seçmiştir.
Gönderdiği İslâm dininde onlar için bir güçlük kılmamış, onlara takatlerini aşacak bir sorumluluk yüklememiştir. Hatta insanın durumuna göre bir kısım hükümler kolaylaştırmıştır.
Namazın kısaltılması, yolcunun orucunu açabilmesi, başka türlüsüne gücü yetmeyen kimsenin ima ile namaz kılması, kör, topal, hasta, gazaya çıkmak için gerekli harcamaları bulamayan fakir, borçlu, anne-babası bulunan kimselerden cihad yükümlülüğünün kaldırılması, İsrâiloğullarına emredilen ağır sorumlulukların kaldırılması, zaruret hallerinde bir kısım haramların helâl olması buna birkaç misaldir. Bu din, Efendimiz’in büyük dedesi olması ve Peygamberin de ümmetinin babası olması itibariyle müslümanların hepsinin babası sayılan Hz. İbrâhim’in tevhid dinidir. Onun devamıdır.
Onları önceki kitaplarda da, Kur’an’da “müslümanlar”, yani Allah’a teslim olmuş insanlar olarak isimlendirmiştir. Bu da çok önemli bir şereftir.
Peygamberi onlara bir şâhit, Hakk’ın razı olacağı bir kulluğu gösteren ve buna tanıklık eden bir örnek; peygamberin örnek hayatını kendilerine rehber edinen müslümanları da diğer insanlara birer örnek kılmıştır. Onlara, insanlığa rehber ve örnek olmak gibi bir vazife yüklemiştir. Bu yüzden sorumlulukları çok büyüktür.

Dolayısıyla mü’minlerin Allah’ın razı olacağı bir kulluk yapıp diğer insanlara da örnek olabilmeleri için tekrar:

Dinin bedenî ibâdet boyutunun esasını teşkil eden namazı dosdoğru kılmaları,

Dinin mali ibâdet boyutunun temelini teşkil eden zekâtı vermeleri,

Dinin hedefini teşkil eden iman ve ihlasla Allah’ın ipine sarılmaları hatırlatılmaktadır. Eğer O’na bütün benlikleriyle teslim olabilirlerse, o en güzel Mevlâ ve en güzel yardımcı olan Allah, onlara her hususta yardımcı olacak ve onları başarıya eriştirecektir.

Nitekim bunun peşinden gelen Mü’minûn sûresinde de bahsedilen başarıya erişmenin ve ebedî kurtuluşu kazanmanın pek mühim düsturları ile söze başlanacaktır:
 
Üst Alt