Hayırda Acele Etmek

nefsimutmainne

Aktif Üyemiz
Cenâb-ı Hak Asr Sûresi’nde “zaman”a yemin ederek dikkatlerimizi ömrümüzün keyfiyeti üzerinde yoğunlaştırmamızı arzu etmektedir.

Zaman, iki uçlu bir bıçak gibidir. Kitap ve Sünnet’in rûhâniyeti içinde değerlendirilirse cennete vuslat vesîlesidir. Diğer taraftan nefsine râm olanlar için, sanki akıp giden bir sel gibidir ki, bu selin içinde sürüklenen âvâre bir kütük olmamak îcâb eder.

Geçip giden zamanı bir daha geri almak mümkün değildir. Zaman biriktirilemez, borç alınıp verilemez, satın alınamaz. İnsan bütün varlığını fidye olarak verse, ecel senedinin vâdesini bir sâniye bile uzatamaz, takdim veya tehir edemez.

Ebedî âlemin hazırlık safhası olan dünyâ hayatı, kısa bir sürede sahip olunan bir define gibidir. Bu yüzden hayat nîmetinin kadr u kıymetini bilip onu hakkıyla değerlendirmek îcâb eder. Zîrâ bu nîmeti zâyî etmenin telâfîsi yoktur. Zamanı, hiç bitmeyecekmiş gibi nefsânî arzular peşinde hoyratça ziyân etmek ve kulluk vazîfelerini ihmâl edip ertelemek, son nefeste kahredici bir pişmanlık olur!..

Kundakla teneşir arasında inişli çıkışlı, dar bir koridor olan ömür, alıp verdiğimiz nefeslerin yekûnundan ibârettir. Sayısı kullara meçhul, Allâh’a mâlum olan bu nefeslerin en düşündüreni, şüphe yok ki “son nefes”tir. Son nefes, nihâyete eren bir dünya hayatı ile yeni başlayan ebedî bir âlemin kavşak noktasıdır. Yine o, son derece sarp ve çetin bir geçittir. İdrak sahibi her mü’min, o geçidi derin derin tefekkür edip her hâlini bu istikâmette düzeltme gayreti içinde olmalıdır.

Hayat sahnesinin son perdesi olan son nefes, herkesin kendi âkıbetini aksettiren, buğusuz, berrak bir ayna gibidir. İnsanoğlu kendisini en net olarak son nefes aynasında tanır. Çok kıymetli zaman parçaları olan nefeslerimizi bu fânî topraklar üzerinde tüketirken, ilâhî kameraların her an kayıtta olduğunu unutmamalıyız. Doldurduğumuz hayat kasedi birgün; “• Kitabını oku!” emri ile bize seyrettirilecek. O vakit kendimizi çok net bir şekilde yeniden tanıyacağız.

Son nefesimizin zamanı meçhul olduğundan bizi ebedî hayatta felâha erdirecek bir hesaba hazırlık için gün, bugündür. Âhiret azığımızın tedâriki demek olan amel-i sâlihler için dem, bu demdir. Hadîs-i şerîflerde, sahip olduğumuz nîmetlerden tek tek hesaba çekileceğimiz hatırlatılarak, o nîmetler husûsunda gafletten sakınmamız şöyle telkin edilmektedir:

“Kıyâmet günü hiçbir kul; ömrünü nerede tükettiğinden, ilmiyle ne gibi işler yaptığından, malını nereden kazanıp nerede harcadığından, vücûdunu nerede yıprattığından sorulmadıkça bulunduğu yerden kıpırdayamaz.” (Tirmizî, Kıyâmet, 1)

“Beş şey gelmeden önce beş şeyi ganîmet bil: İhtiyarlığından önce gençliğini, hastalanmadan önce sıhhatini, fakirliğinden önce zenginliğini, meşgul zamanlarından önce boş vakitlerini ve ölümünden önce hayâtını!” (Buhârî, Rikak, 3; Tirmizî, Zühd, 25)

Sadakada Acelenin Ehemmiyeti

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hayırda acele etmenin ehemmiyetini kendi örnek hayatında sergilediği sayısız fazîletlerle tebliğ buyurmuşlardır. Bunlardan birini, Ukbe bin Hâris -radıyallâhu anh- şöyle nakleder:

Bir keresinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in arkasında ikindi namazı kılmıştım. Allah Rasûlü selâm verip namazı bitirdi ve sür’atle yerinden kalktı. Aceleyle hanımlarından birinin odasına gitti. Cemaat, O’nun bu telâşından endişe ettiler. Fahr-i Kâinât Efendimiz kısa bir süre sonra döndü. Bu acele davranışı sebebiyle ashâbının meraklanmış olduğunu gördü ve şöyle buyurdu:

“–Odamızda birazcık altın -veya gümüş- olduğunu hatırladım. Beni hayırda acele etmekten alıkoymasın diye hemen dağıtılmasını emrettim.” (Buhârî, Ezân 158, el-Amel fi’s-Salât 18; Nesâî, Sehv 104)

Diğer bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulur:

“Sadaka vermekte acele edin. Çünkü belâ, sadakanın önüne geçemez.” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, III, 110)

Nasıl ki namazın fazîleti ilk vaktinde edâ edilmesinde ise, infâkın fazîletlisi de geciktirilmeden ilk fırsatta yapılmasındadır. Bu nebevî ahlâk, en çok Peygamber vârisi olan Hak dostu âlim ve âriflerin hayatında mâkes bulmuştur. Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin şu kıssası, bu hakîkatin pek ibretli bir misâlidir:

Bir derviş, Hasan-ı Basrî Hazretleri’nden bir şey ister. O da hemen ayağa kalkıp gömleğini çıkarır ve dervişe verir. Oradakiler:

“–Ey Hasan, eve gidip oradan bir şeyler verseydin ya!” derler.

Hasan-ı Basrî Hazretleri şöyle cevap verir:

“–Bir defâsında bir muhtaç mescide geldi ve; «Açım!» dedi. Biz gaflet edip hemen yiyecek getirmedik. Onu mescitte bıraktık ve evlerimize gittik. Sabah namazına geldiğimizde bir de baktık ki, zavallı ölmüş. Kefenleyip defnettik.

Ertesi gün, yakaza hâlinde mânevî bir zuhurat olarak, o garibi sardığımız kefenin mihrapta durduğunu ve üzerinde; «Kefeninizi alın, Allah kabûl etmedi!» yazısını gördüm.

O gün; «Bundan sonra bir ihtiyaç sâhibini gördüğümde onu bekletmeyeceğim, hemen ihtiyâcını göreceğim.» diye yemin ettim.”1

İşte Cenâb-ı Hak, bâzı hakîkatleri velî kullarına fevkalâde şekillerde ayân eder. Bundan murâd, gönüllerde derin bir tesir meydana getirerek o hususta insanlara güzel bir istikâmet kazandırmaktır. Bu kıssadan da anlaşılacağı üzere bir hayrın şeref ve kıymeti, vaktinde ve geciktirilmeden yapılmasındadır.

Son Nefesten, İbretli Bir Manzara

Rebî bin Heysem -rahmetullâhi aleyh- sâlih amelleri tehir eden, nefsi tezkiye olmamış bir kişinin son nefesindeki hazin hâlini şöyle anlatır:

“Kişi ölmeden önce neye düşkün ise rûhunu o doğrultuda teslîm eder. Bir keresinde can çekişen bir adamın yanında bulunmuştum. Ben; «Lâ ilâhe illâllâh!» deyip telkin verdikçe o para sayar gibi parmaklarıyla birtakım hesaplar yapıyordu.”

Yâni insan ekseriyetle, “sonra yaparım” diye ertelediği hayırlara, o “sonra”larda da kolay kolay fırsat bulamaz. Bunun içindir ki ârifler; “Yarın yaparım diyenler helâk oldu.” hakîkatinin hikmetine ermişlerdir. Zîrâ yarını olmayan bir gün her an gelebilir.

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bir adam gelerek, hangi sadakanın sevâbının daha büyük olduğunu sordu.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle cevap verdi:

“–Güçlü-kuvvetliyken, sıhhatin yerinde, cimriliğin üzerinde, fakir düşmekten endişe etmekteyken, (veya bunun zıddına) daha çok zengin olmayı arzularken verdiğin sadakanın sevâbı daha büyüktür. (Bu işi) can boğaza gelip de; «Falana şu kadar, filâna bu kadar.» demeye bırakma. Zîrâ o mal, zâten vârislerden şunun veya bunun olmuştur.” (Buhârî, Zekât, 11)

Diğer bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulur:

“Kişinin (sağlıklı iken) hayatında bir dirhem sadaka vermesi, ölümü esnâsında yüz dirhem sadaka vermesinden daha hayırlıdır.” (Ebû Dâvud, Vasâyâ, 3/2866)

Şeyh Sâdî, âdeta bu hakîkatlerden ilhamla şöyle nasihat eder:

“Âhiret azığını hayatında kendin tedârik et! Çünkü sen öldükten sonra akraba hırsa kapılır; senin rûhun için hiçbir iyilikte bulunmazlar. Altını, nîmeti elinde iken bugün sen ver! Sen öldükten sonra bunlar elinden çıkar, sahip olamazsın!

Azığını öbür dünyâya kendi götüren kimse, devlet topunu çelmiş demektir. Sırtımı beni düşünerek ancak kendi tırnağım kaşır, başkası kaşımaz.

Ne gibi servetin varsa avucunun ortasına koy. Verilecek yerlere ver! Veremezsen, yarınki pişmanlıktan dişinle elinin arkasını ısırırsın.”

Hakîkaten malı-mülkü vakit varken infâk etmeyip, onu mânevî terbiyeden mahrum yetişen ve nasıl harcayacakları meçhûl olan mîrasçılara bırakmak, ağır bir âhiret hesâbı yüklenmek olur. Bu ise, selîm bir aklın kârı değildir.

Ebû Zer -radıyallâhu anh-’ın şu sözleri ne kadar hikmetlidir:

“Bir malda üç ortak vardır. Birincisi mal sâhibi, yâni sen, ikincisi kaderdir. O, hayır mı, yoksa felâket ve ölüm gibi şer mi getireceğini sana sormaz. Üçüncüsü mîrasçıdır. O da bir an önce başını yere koymanı (yâni ölmeni) bekler, ölünce malını alır götürür, sen de hesâbını verirsin. Eğer gücün yeterse sen bu üç ortağın en âcizi olma!..” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 163)

Ölünce iflâs eden varlıklı insanlar, bir hayâl âlemi olan dünyâda kendini zengin zannedip de ölümle hakîkat sabahına uyandıklarında, elde avuçta hiçbir şey kalmadığını gören ebediyet mahrumlarıdır. Asıl zenginlik, ecel ile iflâs etmemektir. Bilâkis ebedî devlet ve servete mazhar olabilmektir.

Mevlânâ Hazretleri buyurur:

“Dünya hayâtı bir rüyâdan ibârettir. Dünyada servet sâhibi olmak, rüyâda defîne bulmaya benzer. Dünya malı, nesilden nesile aktarılarak dünyada kalır.”

“Ölüm meleği, gâfil zenginin canını almakla onu uykudan uyandırır. O kimse, gerçekte sâhibi olmadığı bir mal için dünyâda çektiği sıkıntılara hayretle âh vâh eder ve bin pişman olur. Lâkin iş işten geçmiş, her şey bitmiştir.”

Toprak altına girdikten sonra, fakir ne olmuşsa, zengin de o olur. Orada kim ne yaptıysa, karşısında bulur. Bu dünyâdan gidenler, ister köle, ister pâdişah gibi gitsinler, oradaki bütün sermâyeleri, ne götürdülerse odur. Orası; sapla samanın ayrıldığı, başlarda gezen zorba ayakların ayaklar altına düştüğü, nice kölelerin sultan, nice sultanların köle olduğu, Hak rızâsına uygun kullanılmayan dünyevî makam, mevkî ve rütbelerin sıfırlandığı, nice mahrumların hazînelere kavuşup nice gâfil zenginlerin de ebediyet fukarâsı ve mahşer dilencisi olduğu bir yerdir. Orada yalnızca Hakk’a sâdık kulların sadâkatlerinin ve selîm kalplerinin faydası vardır.

Bu hususta Merhum Necip Fâzıl’ın şu îkâzı ne kadar hikmetlidir:

Hasis sarraf, kendine bir başka kese diktir!

Mezarda geçer akça neyse, onu biriktir!..

Cenâb-ı Hakk’ın dünya hayatında insanoğlunu imtihan ettiği en çetin hususların başında can, mal ve evlât gelir. Bunlar hayra kullanıldığında nîmet iken, şerre kullanıldığında ıztırap sebebidirler. Bize hakkı hak olarak gösterecek, nîmetleri nîmet olarak bildirecek olan, ancak dînin sesidir.

Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Ey îmân edenler, sizi ne mallarınız, ne evlâtlarınız Allâh’ın zikrinden alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar hüsrâna uğrayanların ta kendileridir. Herhangi birinize ölüm gelip de: «Ey Rabbim, beni(m ömrümü) yakın bir zamana kadar geciktirsen de sadaka verip sâlihlerden olsam!» demesinden evvel size rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda harcayın…” (el-Münâfikûn, 9-10)

Dünyâyı gafletle ziyân edenlerin hâlini de âyet-i kerîme şöyle tasvîr eder:

“Onlar orada: «–Ey Rabbimiz! Ne olur, bizi buradan çıkar(ıp dünyâya geri gönder de) daha önce yaptıklarımızın yerine, sâlih ameller yapalım!» diye feryâd ederler. (Allah onlara iki şey sorar.) «–Biz size, düşünüp ibret alacak kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi? Size îkâz edici (peygamber) de gelmedi mi? Öyleyse tadın azâbı! Zâlimlerin hiçbir yardımcısı yoktur!” (Fâtır, 37)

İmâm Gazâlî Hazretleri şöyle nasihat eder:

“Ey oğul! Şimdi düşün ki vefât ettin ve dünyâya geri gönderildin. O heyecan hâlini bir düşün! O hâlde bugün günah ve mâsıyete kat’iyyen yaklaşma ve sakın ola ki, bugünün bir ânını bile boşa geçirme! Zîrâ her nefes, paha biçilemeyen bir nîmettir.”

O hâlde ömür takviminden açılan her yeni günü, bize verilmiş yeni bir mühlet olarak telâkkî edip hayır işlemekte acele etmeliyiz.

Herkes Pişmanlık Duyar...

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, biz ümmetini îkaz sadedinde:

“–Ölüp de pişmanlık duymayacak hiç kimse yoktur.” buyurmuştur.

“–O pişmanlık nedir yâ Rasûlallâh?” diye sorulduğunda:

“–(Ölen), muhsin (ihsan sâhibi, iyi) bir kişi ise, bu hâlini daha fazla artıramamış olduğuna; şâyet kötü bir kişi ise, kötülükten vazgeçerek hâlini ıslah etmediğine pişman olacaktır.” cevâbını verdiler. (Tirmizî, Zühd, 59/2403)

Yâni sâlih kimseler bile, dünyada sâhip oldukları nîmetleri niçin Allah yolunda daha fazla sarf etmedik diye pişmanlık duyacaklardır. Gâfillerin nedâmetini ise ifâde etmeye kelimeler âciz kalır.

Behlül Dânâ Hazretleri’nin; “–Yeraltında en çok ne vardır?” sorusuna, yine kendisi cevap vererek; “–Mevtâların «eyvâh, vah-vah ve keşke»leri vardır!” buyurması da bu hakîkatin bir ifâdesidir. Öyleyse bizler de nedâmet günleri gelmeden evvel Hak rızâsının bulunduğu her işe koşmalı ve boş şeylerle vakitlerimizi ziyan etmekten sakınmalıyız. Her günümüzü son günümüzmüş gibi uyanık bir gönülle yaşayıp bilhassa zamanımızı dolu dolu geçirmenin şuuruna ermeliyiz.

Cenâb-ı Hak, zamanı doğru kullanma husûsunda ekseriyetle hüsran içinde olan kullarının, bu hüsrandan kurtularak ilâhî ikramlara nâil olabilmeleri için şöyle buyurmaktadır:

“Bir (hayırlı) işi bitirince, hemen başka bir (hayırlı) işe giriş! Hep Rabb’ine yönel!” (el-İnşirâh, 7-8)

Yâni ibâdet ve hayırlı işlerin biri bittiğinde hemen diğerine koşmak, herhangi bir zamanın ibâdetsiz ve hayırdan uzak geçmesine fırsat vermemek îcâb eder. Mevlânâ Hazretleri ne güzel buyurur:

“İbâdetlerin kabul ediliş alâmetleri, o ibâdetlerden sonra hemen başka ibâdetlere girişmek, birbiri ardınca hayırlara koştukça koşmaktır.”

Yine Mevlânâ Hazretleri’nin tâbiriyle:

“Ecel, verileni almadan önce, verilmesi gereken her şeyi vermek gerekir.”

Zîrâ âyet-i kerîmede buyrulur:

“Ey îmân edenler! Kendisinde artık alış-veriş, dostluk ve kayırma bulunmayan gün (kıyamet) gelmeden önce, size verdiğimiz rızıktan hayır yolunda harcayın. Gerçekleri inkâr edenler, elbette zâlimlerdir.” (el-Bakara, 254)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de şöyle buyurur:

“Faydalı işler görmekte acele ediniz. Zîrâ yakın bir gelecekte karanlık geceler gibi birtakım fitneler ortalığı kaplayacaktır. O zamanda insan, mü’min olarak sabahlar, kâfir olarak geceler; mü’min olarak geceler, kâfir olarak sabahlar; dînini küçük bir dünyâlığa satar.” (Müslim, Îmân 186; Tirmizî, Fiten 30, Zühd 3)

Dolayısıyla fırsat eldeyken hayırda acele edip âhiret azığı tedârik etmeye bakmak her mü’minin hedefi olmalıdır. Dünyânın geçici zevk u safâlarına, aldatıcı yaldızlarına kanmamak, burada sahip olunan malın, rüyâda bulunmuş bir defineden farksız olduğunu unutmadan hakîkî ve ebedî hayata hazırlanmak îcâb eder.

Kişinin Gerçek Malı Âhirete Gönderdiğidir

Peygamber Efendimiz’in âilesi bir koyun kesmiş ve etini infâk etmişlerdi. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- koyundan geriye ne kaldığını sorunca:

“–Sâdece bir kürek kemiği kaldı.” denildi. Bunun üzerine Efendimiz, gerçek servetin ne olduğuna dâir nebevî bakış açısını şöyle ifâde buyurdu:

“–Desenize bir kürek kemiği hâriç, hepsi bizim oldu!” (Tirmizî, Kıyâmet, 33)

Abdullah bin Şihhîr -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Birgün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Tekâsür Sûresi’ni okuyordu. Sûreyi okuyup bitirince şöyle buyurdu:

«Âdemoğlu, malım malım deyip duruyor. Ey Âdemoğlu! Yiyip tükettiğin, giyip eskittiğin veya sadaka olarak verip sevap kazanmak üzere önden gönderdiğinden başka malın mı var!?»” (Müslim, Zühd, 3-4)

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- diğer bir hadîs-i şerîflerinde de, kıyâmet gününden bir manzarayı şöyle tasvîr ederler:

“Allah, sizin her birinizle tercümansız konuşacaktır. Kişi sağ tarafına bakacak; âhirete gönderdiklerinden başka bir şey göremeyecektir. Soluna bakacak; âhirete gönderdiklerinden başka bir şey göremeyecektir. Önüne bakacak; karşısında cehennemden başka bir şey göremeyecektir. O hâlde artık (hiçbir şeyiniz yoksa bile) bir hurmanın yarısıyla da olsa, kendinizi cehennem ateşinden koruyun. Bunu da bulamayan, güzel bir söz (söyleyip gönül alarak) kendisini korusun.” (Buhârî, Zekât, 9, 10, Rikâk, 31, Tevhid, 36)

Demek ki kişinin hayır veya şer nâmına âhirette karşısına çıkacak her şey, bu dünyâda yapıp ettiklerinin tecessümünden ibârettir. Bunun içindir ki Yüce Rabbimiz biz kullarını şöyle îkaz buyurur:

“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve herkes yarına ne hazırladığına baksın! Allah’tan korkun, muhakkak ki Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (el-Haşr, 18)
 

nefsimutmainne

Aktif Üyemiz
Şeyh Sâdî buyurur:

“Akıllı insanlar mallarını, paralarını öbür cihâna giderken yanlarında götürürler. (Yani önceden Allah yolunda infâk ederler.) Ancak hasislerdir ki, hasretini çekerek burada bırakır giderler.”

Hasislik İlletinden Kurtul!..

Cimrilik edip infaktan uzak durmak, âhiret hayatını tehlikeye atmaktır. Âyet-i kerîmede Rabbimiz:

“Allah yolunda harcayın. Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın...” (el-Bakara, 195) buyurarak biz kullarını îkaz eder.

İnfak edilmeyen mal ve nîmetler, vefâsız arkadaş gibidir. Gün gelip ömür sermâyesi tükenince o, vefâsızlığını gösterip sahibini yalnız ve muhtaç hâlde bırakır. Malından ve imkânlarından vefâ umanlar, onları Allah yolunda infak ederek karşısına çıkması için önceden âhirete gönderenlerdir. Bunun için de nefsin cimriliğinden kurtulmak îcâb eder. Nitekim âyet-i kerîmede ebedî kurtuluş için cimriliği yenmenin zarûreti şöyle ifâde buyrulur:

“…Kim nefsinin hırs ve cimriliğinden korunursa işte onlar felâha erenlerin ta kendileridir.” (el-Haşr, 9)

Ancak iblis, insanın istikbâlini karartmak için çeşitli hîlelere başvurarak kalplere vesvese tohumları atar. Rızkı veren Allah olduğu hâlde bu hususta insanın aklını çelmeye çalışır. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size çirkin şeyleri telkin eder. Allah ise size katından bir mağfiret ve bir lutuf va’deder...” (el-Bakara, 268)

Şeytanın bu hîlesini çok iyi bilen Halîfe Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- vâlilerine dâimâ diğergâmlık ve cömertliği tavsiye ederek onları şöyle uyarırdı:

“Sakın sizi sıkıntı ve darlığa düşme ihtimâliyle korkutup iyilikten vazgeçirmek isteyen cimriyi, büyük işlere karşı azminizi gevşetecek korkağı ve zulme saparak size ihtirâsı iyi gösterecek hırs sâhibini istişâre meclisinize sokmayın!”

Nefsin cimriliğinden ve şeytanın vesveselerinden kurtulabilenler, aynı zamanda infak ettiklerinin zâyî olmadığını, âhirette kendilerini bekleyen saâdet sermâyeleri hâline geldiğini de çok iyi idrâk ederler. Nitekim hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Haklarında yeminle söz söyleyebileceğim üç haslet vardır; iyi belleyiniz: Sadaka vermekle kulun malı eksilmez. Uğradığı haksızlığa sabredenin Allah şerefini artırır. Dilenme kapısını açan kimseye Allah, fakirlik kapısını açar…” (Tirmizî, Zühd, 17)

Mevlânâ Hazretleri, infâkın malı eksiltmeyip bilâkis bereketlendirdiği hakîkatini ne güzel ifâde eder:

“Allâh’ın yarattığı yeryüzüne, temiz, sağlam tohum ekilsin de, o bitmesin; imkân var mı?”

“Fânî ve gelip geçici olan bu yeryüzü, çeşitli ekinler, meyveler ve mahsûller vermekten vazgeçmezse, yeryüzünden daha geniş olan mânâ âlemi nasıl olur da mahsûl vermez?”

“Dünya toprağının mahsûlü hadsiz hesapsızdır. Bir tanenin bile mahsûlü yedi yüzdür. Buna dikkat et de, öbür tarafın mahsûlünün ne kadar olacağını anla! Mal, sadaka vermekle eksilmez; hayırda bulunmak, malı zâyî olmaktan korur!”

İbâdet ve muâmelâtın paha biçilmez sermayesi olan dünya hayatının her ânı, ebediyet mücevherleri ve âhiret tohumlarıdır. İnsan, bu âhiret tohumlarını dünyâ tarlasına ekerek ukbâda bunların mahsullerini toplar. Lâkin bu kıymetli tohumları nefsânî arzuların girdapları içinde ve selde sürüklenen kütükler misâli şaşkınlıkla ziyân ederse, o tohumlar, cehennem mahsulleri hâline gelir. Böyle bedbahtlara ne yazık! Kitap ve sünnetin rûhâniyeti ile tezyin edilen zamanlar ise ebedî cennet bahçelerinde yeşerecek olan saâdet tohumlarıdır.

İnfâk edilmeyen mal, vefâsız bir arkadaş gibiyken, infâk edilen mal, hayırlı ve sâdık bir dost gibidir. Hadîs-i şerîflerde buyrulur:

“Servet bir müslüman için ne güzel arkadaştır. Yeter ki, o servetinden fakire, yetime ve yolcuya vermiş olsun!” (Ahmed, III, 21)

“(Kıyâmet günü) hesap görülünceye kadar herkes sadakasının gölgesinde olacaktır.” (İhyâ, I, 626)

Übeyd bin Ümeyr -rahmetullâhi aleyh- de bu hakîkati şöyle îzah eder:

“İnsanlar kıyâmet günü çok çetin bir açlık, susuzluk ve çıplaklık içinde haşredilecektir. Ancak Allah için yedireni Allah doyuracak; Allah için içireni Allah içirecek ve Allah için giydireni yine Allah Teâlâ giydirecektir.”

Kıyâmetin o zor gününde selâmete erenleri Rabbimiz şöyle müjdeler:

“Mallarını gece ve gündüz, gizlice ve açıkça infâk edenler yok mu, işte onların Rableri katında ecir ve mükâfâtları vardır. Ve onlara herhangi bir korku yoktur. Onlar mahzun da olmazlar.” (el-Bakara, 274)

Velhâsıl, infâkı bir tabiat-ı asliye hâline getirip her ânımızda bütün imkânlarımızdan infak gayreti içinde bulunmamız, zamanın kıymetini bilip hayırda acele etmemiz gerekir. Rabbimiz; “• Fecre andolsun ki” buyuruyor ve her fecir vakti, ömür takviminden bizlere yeni bir yaprak açıyor. Bu ömür yaprağını nasıl dolduracağız? Ne kadar kendimiz için çalışacağız, ne kadar diğergâm olup mahrum ve yalnızların yanıbaşında bulunacağız? Kirâmen Kâtibîn melekleri bugünkü kıyâmet dosyamıza neler yazacak? İşte mü’min, bu hakîkatleri rakîk bir kalp ile muhâsebe ederek zamanını en hayırlı amellere sarf etmelidir. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın buyurduğu:

“(İlâhî mahkemede) hesâba çekilmeden evvel nefislerinizi hesâba çekiniz.” (İbn-i Kesîr, Tefsîr, I, 27) tâlimâtını kendine hayat düstûru edinmelidir.

Bizim de huzûr-i ilâhîye selîm bir kalple çıkabilmemiz için, ömür senedimizin vâdesinin dolacağı gün ve sonrası için hazırlıklı olmamız zarûrîdir.

Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh-’in buyurduğu gibi:

“Âhirette nereye gitmek istiyorsanız hazırlığınızı ona göre yapın!”

Hazret-i Ebû Bekir Efendimizin şu duâsına gönülden “âmîn” diyerek sözlerimize son verelim:

“Allâh’ım! Ömrümün en hayırlı devresi sonu, amellerimin en hayırlı kısmı neticeleri, günlerimin en hayırlısı da Sana kavuştuğum gün olsun.”2

Âmîn!
 
Üst Alt