Hidayet ve Rahmet - 1

HASAN CAN

Administrator
Yönetici
Tasavvufta irşadın muhtevası kadar üslûbunun da ehemmiyetini çok iyi bilen mürşid-i kâmiller, bu konuda da nebevî bir yol takip ederek nice hidayetlere vesile olmuşlardır. Manevi terbiyede saliklerin terakkisi bakımından onlara şefkat ve merhametle yaklaşmayı kendilerine düstur edinmiş ve böylece semereli neticeler elde etmişlerdir. Allah dostlarının hayatı, bu hususla alâkalı sayısız misallerle doludur. Büyük mutasavvıf İbrahim Hakkı Erzurûmî Hazretleri'nin şu kıssası pek ibretlidir:

Ramazan-ı Şerif’te va'z u nasihat için Erzurum'un bir köyüne davet edilen İbrahim Hakkı Hazretleri'ni alıp köye getirmek üzere, ücret karşılığında bu işleri yapan gayr-ı müslim bir hizmetçi ile bir at gönderilmişti. Yola çıkıldı. Fakat binit bir tane olduğundan İbrahim Hakkı Hazretleri, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-'ın Kudüs'e giderken kölesiyle beraber nöbetleşe deveye binmesi hususundaki ahlâk-ı hamidekini tatbik etti. Gayr-ı müslim hizmetçi buna her ne kadar: "- Köylüler bu durumu işitirlerse, beni azarlarlar; ücretimi de vermezler!" diye itiraz etti ise de, Hazret: "- Evlâdım, son nefeste hâlimizin ne olacağı meçhul! Sen köylülerin seni azarlamasından endişe ediyorsun, ben ise Allah huzurunda verilecek olan büyük hesaptan korkuyorum!" buyurup ata binme işini sıraya koydu. Hikmet-i ilâhî tam köye girecekleri esnada, aynen Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-'ın misalinde olduğu gibi sıra hizmetçiye geldi.

Köylülerden korkan adamcağız, hakkından feragat ettiğini belirterek, ata Hazret'in binmesini ısrarla istediyse de İbrahim Hakkı Hazretleri: "- Sıra senindir!" dedi ve atın önünde yürüyerek köye girdi. Halk bu hâli görünce, hemen hizmetçinin etrafını sardı ve: "- Vay densiz! Gençliğine bakmadan ata kurulmuş, şu aksakallı ihtiyar üstadı yürütmektesin ha! Bu mu senin sadakatin! Biz böyle mi tembih ettik sana!" şeklinde muhtelif ifadelerle azarlamaya başladı. Durum bu minvaldeyken, İbrahim Hakkı Hazretleri'nin meseleyi izah etmesi üzerine azardan vazgeçtiler. Bu esnada köylülerden biri, Müslüman olmayan hizmetçiye seslendi: "- Be adam! Bu kadar fazileti gördün ve yaşadın! Bari Müslüman ol!" dedi. Hizmetçi, birkaç dakikalık sükûttan sonra oradakilere şu ibretli cümleyi söyledi: "- Eğer sizin dininize davet ediyorsanız, asla! Ama şu mübarek zatın dinine davet ediyorsanız, o dine daha yoldayken iman ettim bile!"

Engin gönüllü bir Hak dostu tarafından sergilenen bu misal, bir hidayet ve rahmet üslûbu ortaya koymaktadır. İnsana, daha ziyade onun özüne bakarak davranmak, bir manada yaratılana, Yaratan'ın nazarıyla bakabilmektir. Bunun için sâlih gönüller, insana Cenâb-ı Hakk'ın yeryüzündeki “halife”si olma şerefi bahşedilmiş olduğunun ve ona ayetteki ifadesiyle Rabbin: "Kendi ruhundan (kudretinden bir sır) üflemiş"1 bulunduğunun şuurundadırlar. Onlar, günahlarla ne kadar kirlenmiş olursa olsun, kulun özündeki mükemmelliğe bakarak ona sırtlarını dönmezler. İnsandan kolay kolay ümit kesmez, ayrıca onun da ümidini yitirmemesini sağlarlar. Bu, gerçekten inkâr olunamayacak aklî ve hissî bir sebeptir. Nitekim Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı Kerim’de bize en çok "Rahman ve Rahîm" esmasını telkin etmiş ve hatta merhameti bütün mahlûkata şamil manasına gelen "er-Rahman" ism-i şerifini taşıyan bir sure inzal buyurarak ilk ayetini de "er-Rahman" diye başlatmıştır.

Bu bakımdan insana bu gönül penceresinden, yani hidayet ve rahmet üslûbu nokta-i nazarından yaklaşmak, ilâhî rızaya en muvafık ve netice bakımından da son derece bereketli ve insanda meknuz olan ulvî güzellikleri yeşertici bir hususiyet ihtiva eder. Çünkü bu üslûp, hem tatbik edene, hem tatbik edilene, yani her iki tarafa da ayrı bir letafet, olgunluk, muhabbet ve Hakk'a rağbet hasletleri kazandırıcı bir vasıftadır. Bu üslûp, Yunusları Yunus, Mevlanaları Mevlana yapan bir iksir ve manen ölmekte olan nice hasta ruhlara da bir âb-ı hayat gibidir.

Onun için tasavvufun gerek muhtevası ve gerekse de İslâmî tebliğde ona ait üslûbun kullanılması, her zaman büyük bir ehemmiyet arz etmiştir. Tarihi bir gerçektir ki, Anadolu'nun ictimâî nizamının Moğol istilâlarıyla sarsıldığı devirde yetişen Mevlana ve Yunus Emre Hazretleri gibi büyük mutasavvıflar, âdeta birer sulh, sükûn ve huzur pınarları olmuş, bunalan kitlelere, kanayan yaralara ve yorgun gönüllere şifa ve teselli sunmuşlardır. Onlar, nice gafilleri, kurtarılmayı bekleyen birer hasta olarak telakki etmişler ve muamelelerinde "kin ve nefret"ten daima uzak yaşamışlardır. Yunus ne güzel söyler:

Ben gelmedim dâvî2 için, Benim işim sevi için,
Dostun evi gönüllerdir, Gönüller yapmaya geldim!

-----------------------------------------
1.Bkz. Hicr Sûresi, 29.
2.Dâvî: Dâvâ, iddiâ.

Bu büyük şahsiyetler gönül yapmaya geldiklerinden, insanlara hep gönül penceresinden bakmışlar, etraflarına daima muhabbet ve şefkat tevziinde bulunarak nicelerinin hidayetine vesile olmuşlardır. Eğer onlar, bu güzel ve firasetli davranışların aksine hareket etselerdi, neticede, arada uçurum bulunan insanlarla irtibat tamamen kopar ve nihayet bu gibi kimselere Hakk'ı tebliğ etme imkânı zayi olurdu. Bu da, ilâhî murada ters düşerdi. Zira Cenâb-ı Hak, kullarının, içine düştüğü bataklıktan kurtulmasını istemektedir. Bunun için insanlık tarihi boyunca, binlerce peygamber göndermiş ve en güzel üslûpla gönülleri tezkiye etmelerini onlara emir buyurmuştur. Yine aynı gayeye matuf olarak insanlara lütfedilen ehlullâh da, onların manevi terbiyesinde bu nebevî üslûbu devam ettirmişlerdir.

Şefkat ve merhametin yegâne kaynağı olan Yüce Rabbimiz, kullarının Hak dine davette takip etmeleri gereken tesirli üslûbu şöyle beyan etmektedir: "(Ey Rasûlüm! İnsanları) Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve (lüzumu hâlinde) onlarla en güzel bir üslûpla mücadele et..." (en-Nahl, 125) "Salih ameller işleyip de, ben Allah’a teslim olanlardanım diyerek insanları Allah’a çağıran kimseden daha güzel sözlü kim olabilir! İyilik ve kötülük müsavi değildir. Sen kötülüğü en güzel bir tarzda önlemeye çalış. O zaman (göreceksin ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki candan ve sıcak bir dost oluvermiştir." (el-Fussilet, 33-34)

Tavsiye edilen bu ilâhî üslûbun tatbiki neticesinde tarihte nice dikenleşmiş ruhlar güle dönmüş ve zindan gibi sineler nura gark olmuştur. Bu hakikatten hareketle Hazret-i Mevlana -kuddise sirruh-, gerek inançsız, gerek günahkâr insanları doğru yola istikametlendirmenin ehemmiyetini ve bu hususta gerekli olan üslûbu şöyle telkin buyurur: "Demir, kapkara ve nursuz olmakla beraber, silinip cilâlandığı zaman ondaki pas gider! Bir ayna, demirden de olsa, cilâlanınca, yüzü parlar ve güzelleşir; orada şekiller, suretler görülür." "Gönül şehrinin suyunu bulandırma ki, orada ay ve yıldızları dolaşır hâlde göresin! Çünkü insanlar, ırmağın suyuna benzerler; su bulanınca, onda hiçbir şey göremezsin!"

Hazret-i Mevlana’nın buyurduğu gibi insanın ruhu, berrak bir su gibidir. Fakat kötü işler ve günahlarla bulanınca hiçbir şey görünmez olur. Bu durumda maneviyat incilerini ve hakikat nurlarını görebilmek için o suyu durultmak lâzımdır. Dolayısıyla tasavvufun gayesi, bencil ve nefsanî duyguları terbiye edip, fertleri ve neticede toplumları sulh, sükûn ve huzura kavuşturmaktır. Zira Cenâb-ı Hak, insanı incelik, zerâfet ve ulvî derinliklerle tezyin etmiştir. İnsanın asıl kıymeti de bu meziyetleri kalp âleminde yeşertip geliştirdiği nispettedir. Ruhaniyet dolu kalpler, güzel ahlâk, amel-i sâlih ve manevi hâllerin tezahürüne mazhardır. Bu şekilde kul, en güzel surette, yani "ahsen-i takvîm" olarak yaratılmış olmanın icabını gerçekleştirmiş olur.

Bu itibarla küfür, şirk ve günahta ne kadar ileri gitmiş olursa olsun hiçbir insan, hidayet davetine muhatap olmaktan mahrum bırakılamaz. Bunun asr-ı saadetteki sayısız misallerinden biri de şöyledir:

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, amcası Hazret-i Hamza'yı şehit ederek kendisini derin bir teessüre gark eden Vahşî'yi, İslâm'a davet etmesi için ashabından birini gönderdi. Vahşî ise Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e cevaben: "- Ya Muhammed! Sen, "Bir kimseyi öldüren yahut Allah’a şirk koşan veya zina eden biri, kıyamet günü iki kat azaba uğrar ve cehennemde hor ve hakir olarak ebediyen kalır." (el-Furkân, 68-69) diye Allah’ın hükmünü beyan etmiş iken, beni nasıl oluyor da İslâm'a davet edebiliyorsun? Ben ki bu çirkinliklerin hepsini yaptım. Benim için nerede bir kurtuluş yolu olacak ki?" dedi. Bu hâdise üzerine Allah Teâlâ:

"De ki: Ey nefislerine zulmetmekte aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz! Çünkü Allah bütün günahları affeder. Muhakkak O, Gafur ve Rahîm'dir." (ez-Zümer, 53) ayetini inzal etti. Nihayet Vahşî, ayet-i kerimedeki müjde ile ferahladı ve: "- Rahmetin ne kadar da büyük ey Rabbim!" diyerek ve tevbe-i nasûhta bulunarak arkadaşlarıyla birlikte Müslüman oldu.
 
Üst Alt