Hz.Muhammed(sav) 'ın açıkladığı ALLAH

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
Soru ilmin yarısıdır.
Hz.Muhammed (s.a.v.)
“Allâh”ı hakkıyla idraka çalışmadılar...
(22.Hac: 74)
Bütün ilimlerin başı “ALLÂH”ı bilmektir; “ALLÂH”ı bilmeyenin ilmi ise boşa ermektir!

Orijinali:
Okunuşu:
Lâ ilâhe illâllâh
Anlamı:
Tanrı yoktur, sadece ALLÂH vardır.
İngilizcesi:
There is no GOD, only ALLÂH.
ÖNYARGISIZ OKUYALIM
İNSANCA DÜŞÜNEN “TANRI”DAN, “ALLÂH” GİBİ DÜŞÜNEN İNSANA!
İnsanlar, yüzyıllardır, yaşadıkları şartlara ve edindikleri fikrî altyapıya dayalı olarak, kendileri gibi düşündüğünü tasavvur ettikleri “Tanrı varsayımı” peşindeler!.. Mesela, uyuması ya da uyuklaması söz konusu olan, dalgınlığı anında, o farkında olmadan bir şeyler vuku bulan bir “TANRI”!
Böylesine ilkel düşünen insanlara cevaben, uyuyan ya da uyuklayan bir “tanrı” olamayacağı vurgulanıyor Kurân’da...
Şimdi düşünün ki, binlerle yıllardır insanlar, hep kendileri gibi düşünen, kendileri gibi değerlendirme yapan ve yargılayan bir TANRI tasavvur ve varsayımıyla yaşarken... Arada çıkan bazı Hakikat ehli kişiler, işin böyle olmadığını vurguluyorlar aldıkları vahiylerle...
“Allâh kulu” yani “abd-ı Allâh” ifadesindeki inceliği anlamayıp, bunu tanrının yeryüzündeki bir tâbisi gibi düşünen ilkel, anlayışı kıt olana nasıl anlatabilirsiniz; “Allâh KULU”nun, hakikati olan Esmâ-Sıfat boyutunun kapsamı ve gerekleriyle Allâh’ın dilediği kadarıyla yaşamakta olan Zât olduğunu!..
“Allâh KULU”nun, Hazreti İsa dilinde, “Sen insanca düşünüyorsun, Allâh gibi değil” şeklinde ifade bulan uyarısının dışında olarak; Allâh gibi, mahlûkatı değerlendirdiğini nasıl fark ettirebiliriz anlayışı sınırlı olanlara?
Oysa insanın macerası, bu ikisi arasındakinden başka bir şey değildir!
“İnsanca Tanrıdan; Allâh KULU’na!”
Her fert, bu tanımlama içindeki bir basamağı oluşturmak üzere vardır... Yaptıklarıyla, düşündükleriyle ebediyen oturacağı bu basamağı, şu dünya hayatında kendine hazırlamaktadır.
Eğer kişi, bu cümleyi duyduğunda içinde bir heyecan, bir ürperti hissetmiyorsa, bırakınız onu kendi hâline; bir et-otobur olarak yaşamına devam etsin, yalnızca birkaç organının zevkiyle tatmin olsun!.. Bu anlatılanları da masal gibi dinleyip, sonra gene günlük eğlencesine dönsün!
“İnsanca TANRI’dan; Allâh KULU’na KULU’na” macerasının neresindeyiz?
Bunu sorgulamayı önemli ve değerli bulan dostlarıma Selâm olsun!
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
SUNU
Bu kitabımızın adı, “Hz. MUHAMMED’in açıkladığı ALLÂH” koyuldu!
Belki de, pek çoğumuz için şaşırtıcı bir isim!..
Niçin, sadece “ALLÂH” değil de, “Hz. MUHAMMED’in açıkladığı ALLÂH”?
Bu kitapta biz, elimizden geldiğince, dilimiz döndüğünce, “ALLÂH”ın “TANRI” olmadığını; çeşitli, yanlış bilgilere ve şartlanmalara dayanan hayalimizdeki “TANRI”ların, asla Hazreti Muhammed Mustafa (aleyhisselâm)’ın tebliğ etmiş olduğu “ALLÂH” ile bağdaşmadığını izah etmeye çalışacağız...
En ilkelinden, gelişmişine kadar, hemen herkesin düşüncesinde bir “TANRI” vardır...
Ona kızar, Onu sever, Onu yargılar; zaman zaman, yaptığı yanlış(!) işleri yüzünden onu itham eder; âdeta, O’nu yukarıda bir yıldızda ya da boşlukta oturmakta olan bir tonton dede ya da celâlli bir sultan gibi tahayyül ederiz!
Biraz daha geniş düşünenlerse, bu tahayyülümüzdeki “TANRI”nın olamayacağını söyler ve “biz Tanrıya inanmıyoruz” derler; ki “ateist”-“Tanrıtanımaz” olarak adlandırılırlar.
Oysa, ne tanrıtanımazların (“ateistim” diyenlerin), ne de hayalinde, duyduklarına, şartlanmalarına göre bir TANRI varsayanların, “Hz. MUHAMMED’in açıkladığı ALLÂH”tan hiç haberleri yoktur!
Hz. MUHAMMED’in açıkladığı “ALLÂH” ne demek?..
İşte bu kitabı, bunu anlatabilmek için kaleme aldık!
Hz. Muhammed (aleyhisselâm)’ın bize varlığını haber verdiği; tarife, anlatmaya, idrak ettirmeye çalıştığı “ALLÂH İsmiyle İşaret Edilen”i, anlayabildiğimiz ölçüde sizlere takip eden sayfalarda izaha çalışacağız.
Çıkış noktamız, Kur’ân-ı Kerîm’deki “İHLÂS” Sûresi’dir!
Hani şu hepimizin “Kul, Hû vALLÂHû AHAD” diye bildiği, fakat derinleme mânâsının çoğunlukla farkında olmadığı sûre...
“Kurân’ın üçte birine denk” olarak bildirilen sûre... Cahil, bilmeyen; aptal, bilmediğini bilmeyen; ahmak da, anlayamadığını anlamayandır! Kur’ân-ı Kerîm’de “AKLA” son derece büyük önem verilmiş ve hep akıl sahiplerine hitap edilmiştir. Aklını kullanamayanlar çok kınanmış, insanların aklını kullanarak gerçekleri görmeleri talep edilmiştir.
Aklını kullanamayan, düşünebilme yeteneği olmayan, buna rağmen de kendini aydın sanan bazı okuma-yazma öğrenmiş kişiler; gerçek beyin düzeylerini ortaya koyan yazılarla “KUR’ÂN TANRISI”nın ilkeliğini vurgulayarak; ateistliklerine dayanak bulmaya çalışmaktadırlar!
Şayet bir nebze izanları mevcut ise, elbette konuyu derinlemesine araştırma gereğini duyacaklardır...
Bunu yapmazlar da, yanlış bilgiler üzerine kurdukları hayalî inkârlarına devam ederlerse, elbette ki bunun neticelerine de katlanmak zorunda kalacaklardır.
Esasen, “tapınılan tanrıların” var olmadığını, ancak “ALLÂH”tan söz edilebileceğini vurgulayarak, Din konusuna giren Hazreti Muhammed’in; neyi anlatmak istediği, günümüzde, maalesef, hemen hemen hiç anlaşılamamıştır!
Batı dünyası, “ALLÂH” ismiyle işaret edileni, daha önce duydukları TANRI’nın, daha bir büyüğü gibi anlayarak, tamamıyla ters bir yönden konuya yaklaşmakta; ve bu yüzden de gerçek hedeften çok uzaklara rota çizmektedir!
İslâm âlemi ise genel çizgileri ile, üzülerek ifade etmek zorundayım ki, Hz. MUHAMMED’in açıkladığı “ALLÂH”ı fark etmeyip, âdeta bir GÖK TANRISINA iman eder hâldedir!..
İşin şekil yönüne dair sayısız ve sınırsız tartışmalar, hadsiz hesapsız uzayıp giderken; Din’in tamamıyla özü olan, “ALLÂH”a iman ve Âmentü’de belirtilen hususlara iman konusu hiç ele alınmamakta; bu yüzden de sayısız yanlışlar doğruymuşcasına kabul edilip, temel sayılarak üzerine binalar kurulmaktadır.
İslâm Dini’nin temelini “ALLÂH” olgusu meydana getirir!.. “Tapılacak TANRI yoktur, sadece ALLÂH vardır!” İşte, bu ifadeden, şu mânâ dahi çıkmaktadır: “ALLÂH, bir TANRI değildir!” Peki, öyle ise “ALLÂH” nedir?..
İşte Hazreti Muhammed (aleyhisselâm), vahyolan Kur’ân-ı Kerîm ile “ALLÂH nedir?” sorusunun cevabını açıklayarak; insanların TANRIYA tapmamasını istemiş; onları, hayalî TANRILARDAN boş yere medet ummak yüzünden, geleceklerini tehlikeye atmamaları yolunda uyarmıştır.
Kur’ân-ı Kerîm’i bize tebliğ eden Hz. MUHAMMED, TANRI’nın var olmadığını; yalnızca, “ALLÂH”ın mevcut olduğunu; yaşamda bir “Sistem”in varlığını ve bu sistem içinde gerekli çalışmaları yapmayanın, kendi fiilleri neticesi çok büyük azaplar duyacağını anlatmıştır.
Öyleyse bizim için önemli olan; şayet ölüm ötesi yaşamı fark ediyorsak, “ALLÂH”ı tanımaya çalışmak; ve ölüm ötesi yaşama, ne olduğunu anlayarak hazırlanmaktır.
Şayet bu yolda bir çalışma yapmayıp, sadece dünyada bırakacağımız şeylere dönük bir şekilde ömrümüzü harcarsak, bilelim ki geçmişi asla telâfi edemeyeceğiz.
Bunu kısaca böylece belirttikten sonra, şimdi gelelim Hz.MUHAMMED’in açıkladığı “ALLÂH” ismiyle işaret edilenin ne olduğunu anlamaya...
Bakalım, Hazreti MUHAMMED (aleyhisselâm) bize “ALLÂH”ı nasıl tanıtıyor...
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
“TANRI”dan “ALLÂH”a
“İnsan gibi düşünen bir TANRI”dan, “ALLÂH” anlayışına!
İnsanoğlu, asırlar ve asırlar boyunca, karşılaştığı pek çok olayın üstesinden gelememenin aczi ile bir yerlere, bir şeylere sığınma, bir şeylerden medet umma duygusu içinde, aklı erebildiğince çeşitli nesnelere tapınma hissi duymuştur.
Bu tapınma, medet umma, başarı isteme gibi duygular da doğal olarak insanı çeşitli tanrı kavramlarına yönelmeye ve onlardan arzuları doğrultusunda bir şeyler umut etmeye itmiştir.
Bu arayış içindeki insan, kendisinde güç vehmettiği, arzuladıklarını verebileceğini sandığı çeşitli nesneleri bir tanrı olarak varsaymaya başlamış; ve böylece de tanrılara tapılma dönemine girilmiştir.
Tapılacak tanrıları önce yeryüzünden seçen insanoğlu, bu kabulleniş içinde, kâh madenlere, kâh nebatlara, kâh da hayvanlara tapınma yoluna gitmiştir...
Daha sonraki aşamada, yeryüzündekilerin bir tanrı değil, kendisi gibi bir ölümlü olduğunu fark edince; Nebi ve Rasûller tarafından yeryüzünde yaşayan bu varlıkların tanrı olamayacağı kendilerine idrak ettirilince, bu tanrılarına tapmaktan vazgeçmişlerdir... Ancak ne var ki, bu defa da semâda bulunan, tanrı kabul ettikleri varlıklara yönelmişler ve çeşitli etkilerini fark ettikleri yıldızlara tapınmaya koyulmuşlardır...
İnsanoğlu neyin üstesinden gelememiş, neyin sırrını çözememiş ise, o, insan için bir bilinmez güç olarak kalmış ve onda bir “tanrılık” kavramı kabul edilmiştir...
Oysa yerde veya semâda bir tanrı fikri günümüz bilimsel verilerine tamamıyla ters düşen, varsayımdan başka bir şey değildir... Nitekim bu bilimsel gerçekliğe ters düşen varsayım, Kur’ân-ı Kerîm tarafından da Kelime-i Tevhid ile, “tanrı yoktur” ifadesiyle reddedilmektedir.
Asırlar ve asırlar öncesinde ateşe ve yıldızlara tapınarak, “tanrı” mevhumu ile kendini kozaya hapseden insanoğlu; daha sonraki devirlerde de yetiştikleri çevrelerin şartlandırmaları ile tefekkürden uzak bir biçimde yaşam sürmelerinin pahasını “tanrılarına” köle olmak ve bununla kendilerini tatmin etmek suretiyle ödemişlerdir...
Kozalarını günden güne daha kalınlaştırmak ve daha içinden çıkılmaz hâle getirmek suretiyle!
Hazreti Muhammed (aleyhisselâm), Mekke’de kendisinin “ALLÂH RASÛLÜ” olduğunu açıkladığı zaman, sadece KÂBE’de 360 farklı tanrıyı sembolize eden, 360 tane PUT bulunmaktaydı... İnsanlar, her biri ayrı bir görev yapan 360 tanrıyı simgeleyen bu 360 puta tapınarak tatmin olma yolu içindeydiler.
Düşünemiyorlardı yerde ya da semâda bir tanrı olamayacağını!.. Çünkü, henüz evrenin gerçek boyutları hakkında bir fikirleri yoktu!
Yeryüzünde ya da semâda bir yıldızda oturup, Dünya’yı ve Dünya üzerindeki insanları yöneten; kâh onların işlerine karışıp, kâh da onları kendi hâllerine bırakıp imtihan eden; yukarıdan insanların davranışlarına bakıp, onları tanımaya çalışan; ve nihayet hoşuna giden işler yapanları cennetine, emirlerine uymayanları da cehennemine yollayacak olan bir tanrı!
İşte bu vehim içindeki insanoğlunun o yeryüzündeki ya da semâdaki tanrısına yaranmak, onun gözüne girmek için, yapmadığı saçmalıklar kalmıyordu...
Hatta, Hazreti Ömer’in ifadesiyle, kurabiyeden, tanrılarını sembolize eden putu yapıyor; önce onun karşısına geçip tapınıyor; sonra da oturup, afiyetle o tanrıyı temsil eden putu yiyorlardı... Ve hatta, vehmettiği, varsandığı tanrıya yaranmak için sekiz yaşındaki kızını diri diri mezara koyup üzerine toprak atarak, onu ölüme mahkûm ediyorlardı!..
TANRI-İLÂH; birimin ötesindeki, tapınılan varlık anlamına gelir… Öğülen, yüceltilen, büyütülen ve bütün bunların karşılığında da kişiye istek ve arzuları istikametinde bağışlarda bulunacağı umulan varlıktır TANRI!
O tanrı, sana birtakım emirler verecek; sen de onun emirlerine uyarak onun gönlünü edeceksin, ki seni cennetine soksun, sana sayısız dünya güzellikleri bağışlasın; ya da kendi hür aklın, hür iraden ile ona karşı gelmek suretiyle onun düşmanlığını kazanacaksın, o da bu yüzden senden intikam alıp, seni türlü türlü azaplara düçar edecek!
İşte insanlar, bu yanlış, bâtıl ve ilkel düşünce ve inanç içinde tanrılara taparlarken; Hazreti Muhammed (aleyhisselâm), “ALLÂH RASÛLÜ” olduğunu, almış olduğu vahiy sonucu olarak açıklayıp; artık insanların tanrıya tapmaması için elinden gelen gayreti göstermeye başladı.
“TANRI YOKTUR SADECE ALLÂH VARDIR”
mesajıyla insanlara gerçeği anlatmaya başlayan Hazreti Muhammed’in vurguladığı bu gerçek, KELİME-İ TEVHİD şeklinde formüle edilmişti.
Neydi, KELİME-İ TEVHİD’in mânâsı?..
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
“KELİME-İ TEVHİD”İN ANLAMI NEDİR?
İslâm Dini’nin temelini, “LÂ İLÂHE İLLÂLLÂH” sözünün mânâsı oluşturur.
“Lâ ilâhe illâllâh” ne demektir?
Bu söz basit olarak ele alınırsa;
“TANRI yoktur sadece ALLÂH vardır” anlamında değerlendirilir.
Eğer kelimelerin anlamı üzerinde durursak...
“Lâ ilâhe”de; “Lâ”, yoktur; “ilâhe”, “TANRI” demektir; yani, “Lâ ilâhe”, “tapınılacak tanrı yoktur” demektir.
Şimdi burada şu noktaya dikkat edelim;
Kelime-i Tevhid, “Lâ ilâhe” ile başlıyor... Ve başlangıçta, kesin bir hüküm vurgulanıyor:
“Yoktur tapılacak varlık!” yani, “lâ İlâhe!”
Akabinde, bir açıklama geliyor...
“İllâ”=”sadece”, “ALLÂH” vardır!.. “İLLÂ ALLÂH” yani “sadece ALLÂH!” Burada özellikle vurgulamamız gereken son derece önemli bir husus vardır...
Dinde, tefekkürden uzak bir biçimde ezbercilikle yetişmiş, etiketi ne olursa olsun, bazı taklitçi kişilerin içine düştüğü, son derece önemli bir yanılgı vardır...
“Lâ ilâhe illâ ALLÂH” uyarısını, halkın anladığı Arapçanın sıradan kurallarıyla yorumlamak suretiyle, çok büyük bir hataya düşmektedirler!
Şöyle ki...
“Lâ recülün illâ Âli” dendiği zaman, bu ifade dilimize “Âli’den başka er kişi yoktur” ya da “Âli gibi er kişi yoktur” veya “Er kişi olarak Âli gibisi yoktur” tarzlarında çevrilebilir.
Oysa “İLL” kelimesi “ALLÂH” kelimesiyle yan yana kullanıldığı zaman bu asla “ALLÂH gibi bir tanrı yoktur” şeklinde anlaşılamaz... Yani, “başka bir tanrı-ilâh vardır ama o ALLÂH gibi değildir” şeklinde yorumlanamaz. Çünkü, “Allâh” isminin işaret ettiği anlam, böyle bir yaklaşımı temelden reddeder!
Ayrıca bir de şu hususu iyi anlamak gerekir;
“KÂNE” yani “İDİ”, eki nasıl “ALLÂH” isminin işaret ettiği anlam yanında, genel kullanım mânâsını yitirir; geniş zaman kavramına dönüşürse; aynı şekilde “İLL” kelimesi de “ALLÂH” ismiyla yan yana gelince, genel kullanım alanı dışına taşıp “SADECE” kavramıyla anlaşılır!
Önce “KÂNE” sözcüğüne bir misal verelim; “KânALLÂHu ğafûrur rahıyma” dendiği zaman; bunu, nasıl “ALLÂH ĞAFÛR ve RAHIYM İDİ” diye çeviremezsek; “ALLÂH” isminin işaret ettiği özellikler, geçmiş zamanla kayıtlanmaktan berî ise...
Aynı şekilde; “İLLÂ ALLÂH” dendiği zaman da, “illâ” kelimesinin asla “başka” ya da “gibi” anlamlarına anlaşılmayıp; “sadece” anlamıyla idrak ve kabul edilmesi zorunludur!
Zira “ALLÂH” isminin bize işaret ettiği varlığın özellikleri, kendi dışında bir mevcut kabul etmediği gibi, hele hele, Varlığı yanı sıra başka bir vücud sahibinden söz etmeyi hiç kabul etmez!
İşte bu sebeplerledir ki, gerek “İLL”, gerek “KÂNE” ve gerekse de bu türden, zaman ve vücud ifade eden kavramları “ALLÂH” ismiyle yan yana gördüğümüzde, bunları genel kullanımda anladığımız mânâda değil, “ALLÂH” isminin işaret ettiği kavrama uygun bir anlamda anlamak mecburiyetindeyiz.
Bunu yapmadığımız takdirde, ortaya çıkacak olan kavram, ötemizde, hatta evrenin ötesinde bir TANRI yani İLÂH kavramı olacaktır!
İşte bu gerçeği göz önüne almış olarak; bu noktayı ince bir dikkatle kavramaya çalışırsak fark ederiz ki;
“Tapılacak tanrı yoktur, sadece ALLÂH vardır!”
Bu cümleden birinci mânâ olarak açığa çıkan gerçek şudur:
“Tapılacak tanrı yoktur”... Evet, burada, kesin olarak, tapılacak bir öte tanrı olmadığını vurguladıktan sonra, “İLLÂ ALLÂH” diyor...
“İLL” kelimesi, yukarıda açıklamaya çalıştığımız üzere genel kullanım itibarıyla, “ancak” mânâsına anlaşılabileceği üzere; buradaki özellik dolayısıyla, “SADECE” anlamında kullanılmıştır.
Evet, “İLL” kelimesi, “ALLÂH” kelimesiyle bir arada kullanıldığı zaman, kesinlikle “SADECE” anlamında algılanmak zorundadır, zira “ALLÂH”tan gayrı vücud sahibi yoktur ki, “ALLÂH” ona kıyaslansın veya o şeyle benzer kefeye konarak ona nispetle tarif edilsin!.. Bu hususu da geniş şekilde “Hz. MUHAMMED NEYİ OKUDU” isimli kitabımızda açmaya çalıştık...
İşte bu gerçek dolayısıyladır ki, “İLL” kelimesi “ALLÂH” ismiyle yan yana kullanıldığı zaman bunu daima “SADECE” kelimesiyle tercüme etmek zorundayız.
Nitekim bu mânâ İngilizceye tercüme edilirken “There is no God BUT ALLÂH” şeklinde değil;
“There is no God ONLY ALLÂH”
şeklinde tercüme edilmelidir... Ki böylece, İslâm Dini’nin getirmiş olduğu VAHDET, TEKLİK inanç veya düşünce sistemi fark edilebilsin.
Evet, sadece “ALLÂH” vardır ki, “O ALLÂH, tapılacak bir tanrı değildir” anlamı mevcuttur bu açıklamada... Çünkü başta, kesin olarak “LÂ İLÂHE” yani “tapılacak TANRI yoktur” hükmü veriliyor!
Öyle ise “ALLÂH” İsmi ile İşaret Edilen, insanın dışında, ötesinde; ve hatta bu var gördüğümüz varlıkların dışında ve ötesinde tapınılacak bir TANRI değildir!
Bu takdirde “tapınma” nedir, “kulluk” nedir?..
“Tapınma” ve “kulluk”...
Burada öncelikle üzerinde durmamız gereken konudur “tapınma” ve “kulluk”; bu kelimelerin anlamı nedir?..
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
“TAPINMA” kelimesi bir “tanrıya” bağımlı olarak kullanılır. Tapınılan ve tapan ikilisinin mevcudiyetine bağlı olarak “tapınma” olayı söz konusu olur.
“Sen” varsındır... “Sen”in bir de “tanrın” vardır!.. Ve sen, bu tanrına tapınırsın!.. Yani “tapınma” denilen olay, iki ayrı varlık arasında geçerli olan bir davranış türüdür... Tanrıya, gökteki veya yerdeki herhangi bir tanrıya inanan kişinin, bu mânâda ortaya koyduğu çeşitli davranışlara verilen isimdir “tapınma”... “Sen”in ona yönelik yaptığın fiiller!..
Nitekim Kelime-i Şehâdet’teki “ABDU HÛ” kelimesi, “Abdiyet-kulluk”un “Hüviyete” yani “Hû”ya zorunlu olarak yapılmakta olduğunu açık seçik göstermektedir.
“KULLUK” kelimesinin anlamına gelince;
Birimin, varoluş gayesine ve programına göre, davranış ortaya koyuşunun adıdır “kulluk”.
Nitekim Zâriyat Sûresi’nin 56. âyetinde bu gerçek şöyle vurgulanmaktadır:
“BEN CİNNİ VE İNSİ YALNIZCA (Esmâ özelliklerimi açığa çıkarmak suretiyle) KULLUK ETMELERİ İÇİN YARATTIM!” (51.Zâriyat: 56)
Elbette ki, “ALLÂH” adıyla işaret edilenin, bu gayeyle yarattığı varlıkların, varoluş gayeleri dışına taşmaları asla mümkün değildir! Çünkü bu âyette bir hüküm ve sonucuna işaret edilmektedir.
Ayrıca burada hemen şu âyetle işaret edilen mânâyı dahi hatırlamalıyız:
“…HAREKET EDEN HİÇBİR CANLI YOKTUR Kİ ONUN ‘Bİ’NASİYESİNDE (alnında-beyninde var olarak/beyninden) TUTMUŞ OLMASIN (Fâtır’ın beyni programlaması)…” (11.Hûd: 56)
Nitekim Fâtiha Sûresi’ndeki, “Sana kulluk ederiz”in anlamı; “Senin bizi varediş gayene ve programlamana göre ne gerekiyorsa onu yerine getirmek suretiyle görevimizi yaparız” demektir bu anlamda.
Ayrıca,
“KUL, KÜLLÜN YA’MELU ALÂ ŞAKILETİHİ”
deniyor âyeti kerîmede… Yani:
“DE Kİ: “HERKES YARATILIŞ PROGRAMI (fıtratı - şâkılesi) DOĞRULTUSUNDA FİİLLER ORTAYA KOYAR!..” (17.İsra’: 84)
FÂTIR’ın kendi dilediği mânâlara uygun sûretleri; ve bu sûretlerin birimlerini, varediş gayesine uygun olarak şekillendirmesi sonucu; onların da fıtratları (varediliş programları) gereği bu fiilleri ortaya koymaları, “kulluk”larıdır.
Özde, tâat ve ma’siyet farkı olmaksızın tüm birimlerin tüm davranışları, “kullukları”dır.
“Kulluğun” türüne ise “tâat” veya “ma’siyet” adları verilmiştir ki; yukarıda izah ettiğimiz üzere, hepsi de esasen “kulluk”tur.
“Yedi semâ (yedi bilinç mertebesindeki tüm yaratılmışlar), arz (bedenler) ve onların içindekiler O’nu tespih eder (Esmâ’sının özelliklerini açığa çıkaran işlevleriyle her an hâlden hâle dönüp dururlar)! Hiçbir şey yok ki, O’nun Hamdı olarak, tespih etmesin! Fakat siz onların işlevini anlamıyorsunuz!..” (17.İsra’: 44)
âyeti, varlıktakilerin tümünün, anlatılan biçimde “kulluklarını” yerine getirdiklerini ifade etmektedir.
Bir diğer ifadeyle; birimin, kendi özünü ve orijinini tanıma çalışmalarının, faaliyetlerinin adıdır “tâat” olan kulluk!.. Kendi özündeki hazineden mahrum kalmaya ve pişmanlıklara dönük olan fiillerin adıdır “ma’siyet” olan kulluk!
Netice... “Kulluk”, varoluş gayesine uygun davranışları ortaya koymaktır... “Tapınma” ise, bir birimin, var sandığı bir “tanrıya”, dilediği bir biçimde yönelerek, zamanın belli bir bölümünde prestij etmesi ve ondan bir şeyler ummasıdır.
Sonuç...
“TANRI”YA TAPINILIR; “ALLÂH”A KULLUK EDİLİR!..
Peki öyle ise... “ALLÂH”a “kulluk” neden ve nasıl yapılmaktadır?..
Bunu anlayabilmek için önce “ALLÂH”ın “AHAD” oluşunun mânâsını kavramak gerek!
“ALLÂH”ın “AHAD” oluşunu şayet iyice idrak edersek, görürüz ki (basîretle), bir ALLÂH, bir de de yanı sıra kâinat gibi iki ayrı yapı mevcut değildir!
Yani, bir “ALLÂH” var, bir de âlemler mevcut; değil!
Başka bir deyişle; bir içinde yaşadığımız âlemler, kâinat mevcut; bir de bunların ötesinde, bunlardan ayrı, bunların dışında bir “TANRI mevcut” anlayışı, tümüyle bâtıldır!
Hazreti MUHAMMED’in açıkladığı “ALLÂH”, bir TANRI değildir!
Hazreti MUHAMMED’in açıkladığı “ALLÂH”, AHAD’dır!
Hazreti MUHAMMED’in açıkladığı “ALLÂH”, sonsuz mânâlara sahip olup, her an bunları seyir hâlindedir!..
Bu “SEYR”in mahalli de, “Esmâ âlemi”dir!..
ZÂT’ı itibarıyla Vâhid-ül AHAD...
Sıfatları itibarıyla HAYY, ALİYM, MÜRİYD, KAADİR, SEMİ’, BASIYR, KELİYM’dir.
Kendisinde bulunan özellikleri itibarıyla, sayısız mânâlara sahiptir ki; bunların bir kısmı gene Hazreti Muhammed tarafından “Esmâ ül Hüsnâ”da açıklanmıştır.
“Efâl âlemi” denen fiiller âlemi ise... Buna, “tüm varlıklarıyla, o varlıkların algılayabildiği evren” de denebilir.
“Efâl âlemi” denen fiiller âlemi, yani meleklerin, cinlerin ve insanların da içinde yer aldığı kâinat ise bu varlıkların algılama araçlarına, duygularına göre mevcut olup; ALLÂH’ın “İLMİNDE”, ALLÂH’ın “İNDÎNDE” mevcut “İLMÎ SÛRETLER”dir.
Ya da başka bir ifade tarzıyla, var olan her şey, hakikatte “İLMÎ SÛRETLER”dir... “Ki bunlar asla vücud kokusu almamışlardır” hakikat ehline göre…
Kısacası, yaşadığımız kâinata ait olarak bilinen her şey, gerçekte, vücud, varlık sahibi olmayıp; sadece ve sadece “ALLÂH’ın İLMİNDE” mevcut, basit anlayışımıza indirgenmiş ifadesiyle “hayal olan” varlıklardır!..
İNSAN, hangi devirde yaşarsa yaşasın; beş duyu ile algıladığı verilere dayanarak, hangi ilme sahip olursa olsun, varlığın ORİJİNİNİ-HAKİKATİNİ asla hissedemez!..
 
Moderatör tarafında düzenlendi:

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
beş duyu ilmi, sizi makrokozmosta ya da mikrokozmosta sayısız uzaylara ve boyutsal evrenlere sürükler!.. Beş duyu ilmiyle yıldızlardan galaksilere, galaksilerden karadeliklere, karadeliklerden akdeliklere, akdeliklerden yeni evrenlere sürüklenir; hep ÖTEDE BİR TANRI yanılgısı içinde yaşar gidersiniz!..
“RUH İNSAN CİN” isimli kitabımızda, günümüz insanının “UZAYLI VARLIK” dediği, eski dildeki ifadesiyle “CİN” denen varlıkların, insanları aldatma ve gerçekten saptırma yollarını anlatırken, bu yollardan birinin de çeşitli “Din’den” veya “HAKK’tan” görüntülerle, fikirlerle, insanı “ALLÂH”tan mahrum etmek olduğuna değinmiştik... Bilvesile, burada da aynı noktaya mevzumuz yönünden değinmek istiyorum…
“UZAYLI” sanılan bu varlıklar ya da İslâm’daki adıyla “CİNLER”, iki konuda kesinlikle yetersizdirler ve ilişkide oldukları insanları da bu iki konudan daima uzak tutmaya çalışırlar... Ki bu iki konu “ALLÂH’ın AHAD” oluşu ve “KADER” konularıdır!..
Zaten, “KADER” olayı, “ALLÂH’ın AHAD” oluşunun doğal sonucudur!
İslâm’ın “Tevhid” inancı, yani Hazreti Muhammed’in açıkladığı inanç sistemi, TAPILACAK TANRI OLMADIĞI; ALLÂH’ın AHAD olduğu ve bu yüzden bir TANRI’nın mevcut olmadığı; insanların, bütün yaşamları boyunca kendilerinden meydana gelecek fiillerin neticelerine katlanacağı esasına dayanır!
Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’in çeşitli âyetlerinde hep, insanın bilfiil kendi çalışmalarının, yaptıklarının karşılığını alacağı şöyle vurgulanır:
“İnsan için yalnızca çalışmalarının (kendisinden açığa çıkanların) sonucu oluşacaktır!” (53.Necm: 39)
“Muhakkak ki siz o feci azabı tadıcılarsınız! Yaptıklarınızın sonucundan başka bir şey yaşamazsınız!” (37:Sâffât: 38-39)
“…Yaptıklarınızdan başkası ile cezalandırılmazsınız (yaptıklarınızın sonuçlarını yaşarsınız)!” (36.Yâsiyn:54)
“Her birinin, yaptığı amellerinden (oluşan) dereceleri vardır. Tâ ki onlar, haksızlığa uğratılmaksızın amellerinin karşılığını tam görsünler.” (46.Ahkaf: 19)
Yukarıdaki âyetlerde de görüldüğü üzere; insan, dünyada yaptığı çalışmalarının karşılığını göreceğine göre, acil olarak ilk yapması gereken şey ölüm ötesi yaşamın ne olduğunu araştırarak “ALLÂH”ın ne olduğunu idrak etmektir... Zira, “DİN” konusunun temel taşı, “ALLÂH” kavramıdır.
Öncelikle ve kesinlikle şunu belirtelim ki, kim “ALLÂH” isminin mânâsını anlamamışsa, mevcudatın yapısını öz değeriyle bilmesine asla imkân yoktur!
Esasen, evrenin ve insanın yapısını dahi, ancak, “ALLÂH”ın ne olduğunu anlayabildikten sonra kavramak şansına sahibiz. Aksi hâlde, lokalize değerlendirmelerle yetinmek zorunda kalacak ve konunun özünden mahrum olacağız!
Öyle ise, bu gerçeği fark ederek, şimdi, “İHLÂS” Sûresi’nde “ALLÂH”ı anlatan ve hepsi de âdeta birer şifre olan kelimeler üzerinde duralım, anlayışımız ölçüsünde...
4
“İHLÂS SÛRESİ”NİN AÇIKLAMASI
Hazreti Muhammed (aleyhisselâm)’a “ALLÂH nedir?” diye soranlara cevap bizzat “ALLÂH” tarafından veriliyor Kur’ân-ı Kerîm’de, “İHLÂS” Sûresi’nde:
“De ki, O ALLÂH AHAD’dır; ALLÂH SAMED’dir; LEM YELİD ve LEM YÛLED’dir; ve LEM YEKÛN LE HÛ KÜFUVEN, AHAD’dır!”
“Hz. MUHAMMED’İN açıkladığı ALLÂH”ın ne olduğunu açıklayan bu sûrede öncelikle, kelimelerin geniş mânâsı üzerinde duralım... Ve sonra da bu mânâların getirmekte olduğu sonuçlar üzerinde düşünmeye başlayalım...
“ALLÂH AHAD”dır... Yani, sınırsız, sonsuz, cüzlere ve zerrelere bölünmesi söz konusu olmayan TEK’dir.
Şimdi bu ifadeyi anlamaya çalışalım:
Şu Dünya üzerinde normal şartlarda yaşayan her insan, algıladığı mevcudatı beş duyu ile değerlendirir. Bu yüzden de bütün insanlar arasında ölçü taşı, beş duyudur!.. Bunun sonucu olarak en-boy-derinlik ölçüleri ile kabul ettiğimiz bir evrende yaşadığımızı düşünürüz...
Bu yüzden de genelde, kafamızdaki “TANRI” her ne kadar “her yerde mevcut” ise de; fiiliyatta, belli boyutları ve mekânı olan bir “TANRI”dır!
Oysa...
Bize tarif edilen “ALLÂH”; bölünmesi parçalanması, cüzlere ayrılması mümkün olmayan, “BİKÜLLİ ŞEY’İN MUHİYT” yani “Şeyin kendisi olarak şeyi ihâta eden”, sonsuz, sınırsızdır!..
Burada çok önemli bir hususu daha açıklığa kavuşturmak isterim...
Esasen bu konuyu da daha geniş boyutlarıyla “Hz. MUHAMMED NEYİ OKUDU” isimli kitabımızda izah ettiğimiz için, burada özetle vurgulamak istiyorum...
Türkiye’deki en mükemmel tefsir olan, Diyanet’in bastırtmış olduğu, Elmalı Hamdi Yazır’ın hazırladığı, “HAK DİNİ KUR’ÂN DİLİ” isimli 9 ciltlik eserin 1. cilt 42 ve 43. sayfalarında “B” harfinin mânâsıyla ilgili olarak özetle şu bilgi vardır:
“Eazımı müfessirin diyorlar ki. ‘BA’nın buradaki mânâyı ilsakı, ya MÜLÂSEBET ve MUSAHEBET veya istianedir... Bu tevile göre (“B” ile başlayan) besmelenin meâli “ALLÂH’ı Rahmânı Rahiym namına” demek oluyor ki; bu da “B”de MÜLÂBESE mânâsına râcidir. Bunun hâsılı, bir niyâbet itirafıdır. Bir işe başlarken , “filan namına” demek, “ben bunu ona izafeten, ona hilâfeten, onu temsilen, ONUN BİR ALETİ olarak yapıyorum; bu iş hakikatte benim veya başkasının değil ancak onundur” demek olur. Bu da vahdet-i vücud mülâhazasına râci bir fenâfillâh hâlidir.”
Bu konuda son devir çelebilerinden değerli mutasavvıf Ahmed Avni Konuk da Fusûs şerhinde (Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fak. Yay. Cilt 2 Sayfa 191), “B” harfiyle alâkalı olarak kısaca şöyle der:
“Bİ İBADİHİ’ deki “Ba” mülâbese içindir... Demek ki, ALLÂH Zü’l-Celâl ibadının kisve-i taayyününe bürünüp zâhir olmuştur”!..
“B” harfinin sırrını açıklayan, bu mânâyı kavrayabildiysek eğer...
Şimdi bu tanımlamayı iyi düşünelim...
Cüzlere, zerrelere bölünüp parçalanması mümkün olmayan “AHAD”, ya sonlu sınırlı bir “Bir”dir; ki bu takdirde evrenin herhangi bir yerinde oturmaktadır(!); ya da sonsuz, sınırsız, cüzlere ayrılmaz TEK’tir ki, bu takdirde de ancak ve sadece, tekrar ediyorum ancak ve sadece “KENDİSİ” mevcuttur!
“AHAD” olan “ALLÂH” ismiyle işaret edilen dışında ve yanı sıra herhangi bir varlığın mevcudiyetini ileri sürmek önce akıl ve mantığa, sonra da izan ve insafa sığmaz!
Düşünelim...
Şayet “ALLÂH İsmiyle İşaret Edilen”den ayrı, “ALLÂH”ın dışında bir varlık var ise... Bu varlık ile “ALLÂH” arasındaki sınır nerededir?.. Bu sınırı nerede çizeceksiniz?..
Ya var olan, mevcut, sınırsız-sonsuz TEK’tir, ikinci bir varlık yoktur!..
Ya da sınırlı sonlu, evrenin içinde bir yerde veya evrenin dışında MEKÂNI OLAN bir TANRI mevcuttur(!)?..
Burada idrak edilmesi en önemli olan şey, “SINIRSIZLIK-SONSUZLUK” kavramıdır.
Şimdi bu “sınırsızlık-sonsuzluk” kavramını en-boy derinlik olarak değil, boyutsal olarak kavramaya çalışalım...
 
Moderatör tarafında düzenlendi:

MURATS44

Özel Üye
5
BEŞ DUYUDAN KAYITSIZ DÜŞÜNELİM!
Bize göre, yani beş duyulu birimlere göre, içinde yaşadığımız bir evren; ve gene bize göre makro-mikro sayısız âlemler mevcuttur... Ancak dikkat edelim, bütün bunlar, hep, gözle algıladığımız verilere göre, böyledir!
Oysa...
Şu içinde bulunduğunuz mekânı alsalar, tavanını açarak, altmış milyar defa büyütme kapasitesi olan elektron mikroskobunun lâmına oturtsalar...
Ve sonra da siz geçip o mikroskobun üzerinden, az önce içinde bulunduğunuz mekâna baksanız...
Acaba ne görüyor olacaksınız?..
Bir milyar defa büyütme ile biz bir cismi değil, o cismin atom bileşenlerini görürüz!.. Hele, bu sayı 60 milyara ulaştığında... Gözümüzde bütün insanlar, eşyalar, koltuklar, yazıhaneler veya odadaki diğer cisimler tamamıyla kaybolacak; beynimizin vereceği hüküm tümüyle değişecektir!.. Ve...
Gayrı ihtiyarî ağzımızdan şu sözler dökülecektir; “Aaa, burada hiçbir şey yokmuş!.. Şuraya bak, sadece atomlardan, onların çevresinde dönen elektronlardan başka bir şey göremiyoruz!.. Peki nereye gitti bunca insan ve eşya!?.”
Bu konuşmayı yapan beyin, az önce, mikroskoba bakmadan evvel, burada insanlar ve eşyalar var diyen beynin ta kendisidir! Beyin aynı beyindir de, değişen sadece algılama boyutu ve algılama aracına getirilen ek kapasitedir!
Demek ki beyin önce, mevcut algılama aracına göre çeşitli şekillerde ve insanların varlığına dair hükümler verirken; algılama aracının kapasitesi genişletildiği anda, bu hükmünü değiştirerek, burada atomlardan, çekirdek etrafında dönen sayısız elektronlardan başka birşey yok şeklinde yargıya varmaktadır!..
Acaba, biz, bu güçlendirilmiş mercekler dizini ile yani elektron mikroskobu ile yaşamak, böyle doğup böyle ölmek zorunda olsaydık... Şimdi hâlâ, bugün varlığını iddia ettiğimiz şeylerin mevcudiyetini iddia edebilecek miydik?.. Yoksa, üzerinde yaşadığımız Dünya’nın, uzayın ve algıladığımız her şeyin, atomların bileşmesinden meydana gelmiş tek bir yapı olduğunu mu savunacaktık?..
Şayet beynimiz; altmış milyar büyütme kapasitesine sahip bir elektron mikroskobu yerine, on trilyon defa büyütme kapasitesine sahip bir elektron mikroskobu ile evrene bakmak durumunda olsaydı; biz, gene ayrı ayrı cisimlerin, insanların varlığından söz edebilecek miydik?..
Yoksa, algılayacağımız, mevcut, bölünmez, parçalanmaz, süregiden sonsuz, sınırsız TEK mi olacaktı?..
Şayet anlatmak istediğim bu hususu size ulaştırabildimse...
Geldiğimiz bu noktada size izaha çalışacağım şey şudur:
GERÇEKTE, mevcut olan tek, bölünmez, parçalanmaz, sınırsız-sonsuz olan TEK’tir!.. AHAD’dır!.. Eşi, misli, benzeri, mikro ya da makro planda kendisinin dışında hiçbir şey olmayan “ALLÂH AHAD”dır!
Ancak biz, mevcut algılama araçlarımıza bağımlı olarak, o TEK yapıyı, çok parçalardan oluşmuş bir bütün gibi değerlendirme yanılgısı içindeyiz... Çünkü, beynimiz kesitsel algılama araçlarına göre hüküm vermekte!..
Oysa beyin, kesitsel algılama araçlarının yani beş duyusunun son derece sınırlı değerlendirme kapasitesiyle kayıtlı kalmasa... Bu sınırlar içinde algıladığı verileri, yalnızca, evrendeki sayısız varlıklardan birer kesit veya birer örnek kabul etse...
Sonra derin bir tefekkür ile, algılayabildiği örneklerden, daha nelerin mevcut olabileceğini tespit edebilse... Ve sonra, onların yapısal derinliklerine doğru, boyutsal bir seyahat yaparak, evrensel öz ile karşılaşsa... Ve nihayet kendi “ben”liğinin dahi o evrensel “öz” içinde “yok” oluşunu fark edebilse...
İşte bu işin çok önemli birinci yanı!
Konunun ikinci önemli yanı da şurası…
Hazreti MUHAMMED’in açıkladığı “ALLÂH”, “AHAD” yani sınırsız-sonsuz, zerrelere ayrılmaz olduğuna ve bu durum her yöne ve her BOYUTA şâmil bulunduğuna göre; bu takdirde, O’nun varlığı yanı sıra var olabilecek ikinci bir varlık, nerede, hangi BOYUTTA veya hangi başlangıç noktasında O’nun varlığına bir sınır çizerek, kendine yer açabilecektir?!.
“AHAD ALLÂH” dışında var kabul edilecek ikinci bir varlığın, TANRI’nın yeri neresidir?..
“ALLÂH”ın içinde mi, yoksa dışında mı?!!
 

MURATS44

Özel Üye
6
“ALLÂH”, MERKEZİ OLMAKTAN BERÎDİR!
“ALLÂH”, sonsuz-sınırsızdır, dedik...
“ALLÂH”ın sınırsız-sonsuz oluşu dolayısıyla bir MERKEZİ olması da muhaldir!..
Bir şeyin merkezi olması için, onun sınırları olması, bu sınırların köşelerinin kesiştiği noktanın da merkez kabul edilmesi gerekir...
Hâlbuki, “ALLÂH”ın sınırı yoktur!..
Sınırı olmayan şeyin, merkezi de olmaz!..
Merkezi olmayan şeyin özü, içi ve dışı da olmaz!..
Bizim beş duyusal yaşamımıza ve beş duyudan ileri gelen madde kabulümüze göre, bir nesnenin içi ve dışı vardır; özü vardır kabuğu vardır!.. Oysa, merkezi olmayan şeyin özü ve kabuğundan, içi ve dışından söz edilemez!..
Nitekim bu mânâ Kur’ân-ı Kerîm’de bir âyette şöyle vurgulanmaktadır:
“HÛ ve’l evvelü vel âhiru ve zâhiru vel bâtın”; “O, EVVEL, ÂHİR, ZÂHİR, BÂTIN’dır.”
Yani, Zâhir, Bâtın, Evvel ve Âhir diye bildiğin hep “O”dur!.. Bunlar, gerçekte, TEK aynı şeydir!.. Yani, zâhir ve bâtın diye iki ayrı şey yoktur; bu ayrılığı sen uyduruyorsun!.. Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın kelimeleriyle işaret ettiğin şey hep “O”dur!..
Sen, “O”na, ister “Zâhir” de, ister “Bâtın” de, ister “Âhir” de, ister “Evvel” de; dediğin, işaret ettiğin, tarif ettiğin hep “O”dur!..
Zira, “zâhir-bâtın” ayırımı senin beş duyundan kaynaklanmaktadır!.. Beş duyu ile algılayabildiğine “zâhir” diyorsun, algılayamadığına “bâtın”!..
Oysa altı, yedi, oniki duyuyla algılama durumunda olsaydın, senin için zâhirler de değişecekti, bâtınlar da!.. Ve sen, bugün zâhir dediğine bâtın; bâtın dediğine de zâhir demek durumunda olacaktın.
“ALLÂH” ismi ile işaret edilen ise sınırsız-sonsuz TEK olması hasebiyle, “ZÂHİR”-“BÂTIN” kavramlarından berîdir, münezzehtir!.. Bu anlatımlar, senin kabullerine GÖRE yaklaşımlardır!
Evet, merkezi, içi-dışı, zâhiri-bâtını, başı-sonu olmayan; bu gibi anlamlardan ve oluşlardan berî olanın, bir yerde son bulup, o noktadan sonra ikinci bir varlığın başlamasından söz edebilir misiniz?.. Elbette hayır! İşte, bu yüzden fark ederiz ki, düşünülebilen, hayal edilebilen her noktada, tüm özellikleriyle ve “ZÂT”ıyla ve dolayısıyla tüm özellikleriyle ancak ve ancak, sadece ve sadece KENDİSİ, yani, “AHAD” olan “ALLÂH” mevcuttur!
“O”nun dışında, ikinci bir varlığın vücudundan söz eden ise, tümüyle derin düşünce yetersizliğinden doğan yanılgı içerisindedir!.. Ki bu durumun dindeki adı da, “ŞİRK”tir!
7
“ALLÂH”IN TECELLİSİ YOKTUR!
Gelelim, gene çok önemli olan bir başka noktaya...
Düşünebildiğimiz ve düşünemediğimiz her noktada, tüm özellikleri ile sadece kendisi var olduğuna göre;
TECELLİSİ DE OLMAZ!..
“Tecelli”; görünme, belirme, açığa çıkma gibi anlamlarda kullanılır... Oysa, bütün bu ifadelerden anlaşılan, iki ayrı varlıktır!
Hâlbuki biliyoruz ki, var olan TEK’tir ve olup biten her şey O “TEK”te olup bitmektedir!
Bu durumda “O”nun “tecelli”sinden söz edilebilir mi?..
“Tecelli” kelimesi, ifade yetersizliğinden dolayı kullanılmakta olan bir kelimedir. Hakiki mânâda, karşılığı yoktur!
Zira, gerçekten bir tecellinin var olabilmesi için, önce bir merkez, bir öz, bir cevher olması ve buradan da “tecelli mahalline” uzanan ya da yansıyan mânâlar olması icap eder!.. Mesela, Güneş’in merkezinden uzaya yayılan ışınlar gibi...
Yani, “ALLÂH”ın da bir merkezi olmalı ki, oradan “tecelli” eden mânâlar kabul edilebilsin!.. Bu muhaldir!
“ALLÂH”ın bir merkezi, lokalize olduğu bir yeri mevcut değildir ki, oradan herhangi bir yere tecellisinden söz edilebilsin... Tecelli için, bir çıkış merkezi gereklidir... Çıkış noktası olmadığı zaman ise “tecelli” kelimesi anlamını yitirir!
“TECELLİ” kelimesinin bu kabulleniş ve anlatım ötesindeki gerçek anlamı ise şudur:
“Allâh” adıyla işaret edilenin, ilminde, isimlerinin özelliklerini seyir sırasında, bu isimlerin mânâlarının Efâl âlemi olarak seyrine verilen ilmindeki projeksiyonun adıdır.
Geçmişte çeşitli zâtlar tarafından “tecelli” kelimesi kullanılmıştır. Bizim de 1967 senesinde çıkan bir kitabımızın adı “TECELLİYÂT”tır. Bu da genel kullanım içinde yer almıştır. Ayrıca, bu konuyu kavramaya istidat ve kabiliyeti olanları öz anlama yaklaştırabilmek için gene böyle yardımcı kelimelere gerek duyulur.
Evet, bu hususu da böylece vurguladıktan sonra şimdi beraberce araştırmamıza devam edelim... “ALLÂH”a tapınılır mı?.. “ALLÂH”a kim tapınacaktır?.. Hazreti Muhammed’in, “ALLÂH” ile ilgili olarak, bir soruya verdiği cevabı hatırlayalım burada:
“ALLÂH var İDİ ve O’nunla beraber hiçbir şey yok İDİ!”
Bu tanımlamayı duyanlar, Hz. Muhammed’in “İlmin kapısı” olarak nitelendirdiği Hz. Âli’ye koşarak sözcükleri aynen naklediyorlar ve ondan bir açıklama bekliyorlar...
Hz. Âli şu öz cümle ile cevap veriyor:
“El an kemâ kân!”
Bu cümleyi şöyle tercüme edebiliriz:
“Hâlâ, o andaki gibidir!”
Bu ilk anda anlaşılan yönüyle demektir ki; “o anda öyle idi, o andan bu ana kadar geçen zamanda hiçbir şeyi değiştirmedi; hâlâ da öyledir!..”
Veya konuya biraz daha vukuf sahibi bir kişi olarak, şöyle de bakma imkânına sahip olabiliriz:
“El an” ifadesindeki “el” Arapçadaki anlamıyla “harfi tarif”tir... Yani İngilizcedeki “The” kelimesinin karşılığıdır. “Rastgele bir şey değil, herkesin bildiği bir şey” anlamında olarak kullanılır.
Mesela “kitap” dediğinizde, herhangi bir kitap anlaşılır... Ama bu kitap kelimesinin başına “el” ya da “The” kelimesini getirdiğiniz zaman, bu, sizin ve karşınızdakinin bildiği, üzerinde mutabık olduğunuz bir kitap anlamına gelir.
İşte buradaki “an” sözcüğünün başına “el” gelmesi, o bilinen mahut “an” anlamını getirir... Dolayısıyla da yukarıdaki cümleyi şöyle anlayabiliriz:
“İçinde bulunduğumuz an, O işaret edilen ‘an’dır!”
Yani, yaşamakta olduğumuz “şu an”, “ALLÂH”ın var olup, “O”nun yanı sıra hiçbir şeyin var olmadığı “an”ın ta kendisidir!
Esasen burada kesinlikle bilmemiz zorunlu olan şu husus da vardır: “Zaman” kavramı, yaratılmış, yani sonradan olmuş mahlûklar için geçerli olan bir kavramdır.
Yaratılmış olanların başı-sonu, geçmişi, hâli ve geleceği vardır... Oysa “ALLÂH” geçmiş ve gelecek zaman kavramlarından münezzehtir!
İş bu sebeple de, “ALLÂH” için; geçmişte bu hâldeydi ama şimdi artık o hâlde değildir, asla ve kesinlikle denemez!
“ALLÂH”, daim bâkî hep aynı kemâl üzeredir.
Bu yüzden dahi, “ALLÂH” ismiyle işaret edilen için şayet “İDİ” ekiyle bir husus anlatılmaya çalışılmışsa anlatımda; biz bunu asla geçmişe mâl etmeyip; “zaman” kavramından berî olarak, daim bâkî böyledir diye anlamak zorundayız.
İşte, eğer bu hususu kavrayabilirsek, şunu fark ederiz;
İçinde bulunduğumuz, “an”dır ki, o “an”, “ALLÂH” ismiyle işaret edilenin var olup, kendisiyle beraber hiçbir varlığın olmadığı o “an”dır!
Dolayısıyladır ki…
“ALLÂH”tan meydana gelmiş hiçbir şey yoktur!”
Peki bunu nasıl ispat ederiz?.. İşte bunun ispatı “İHLÂS” Sûresi’nde mevcuttur!.. Devam edelim, “İHLÂS” Sûresi’ni anladığımız kadarıyla açıklamaya...
“ALLÂH”, “AHAD” olduğuna göre... Kendi varlığı yanı sıra ikinci bir varlıktan söz edilemez! Ve gene, “O”nun zerrelere ayrılması şeklinde zaman boyutuna girmesi de söz konusu değildir.
Zira, “AHAD” için, ancak ve ancak tek bir “AN” geçerlidir ki buna da “DEHR” kelimesiyle işaret olunur.
“DEHR BENİM!”
“DEHR”, “AHAD”ın kendi kendine olduğu “AN”ın adıdır.
“ALLÂH SAMED’dir”...
“SAMED” kelimesinin anlamında derinlemesine bir araştırma yaparsak, şu mânâlar ile karşılaşırız bilebildiğimiz kadarıyla:
“Hiç boşluğu olmayan, eksiksiz, gediksiz, deliksiz, nüfuz edilemeyen... Bir şey girmez, bir şey çıkmaz!.. Som...” Hani som altın deriz ya, işte öyle... Yani bir diğer ifade ile “sırf”!
Abdullah İbni Büreyd’den gelen bir rivayete göre:
“Es Samedillezî lâ cevfe leh”**(1)
**(1) Bu mânâdan haberi olmayanlar, Elmalı Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’ân Dili isimli tefsirinin Cilt:9, Sayfa:6306-6307 deki açıklamalarına başvurabilirler.
Görüldüğü gibi bütün bu mânâlar esas itibarıyla “AHAD” isminin mânâsını bütünleyen, ışıklayan, açıklamalar şeklindedir.
Hiç boşluğu olmayan, eksiksiz, kusursuz, gediksiz, deliksiz, içine nüfuz edilmesi muhal, sırf, salt, bir şey girmesi ya da çıkması söz konusu olmayan, sınırsız, sonsuz, cüzlere bölünmesi mümkün olmayan, cüzlerden, zerrelerden meydana gelmiş olmayan “TEK” yani “AHAD”!
Bu ifadelerin tarif ettiği “ALLÂH”ı anlamaya çalışalım... Yoksa, hayalimizde yarattığımız TANRI’ya tapmaktan asla kurtulamayız ve durumda şu âyetin tarif ettikleri arasına gireriz:
“ALLÂH’ı hakkıyla takdir edemediler...” (6.En’am: 91)
Bu mânâ ile birlikte... “SAMED”, ayrıca, “ihtiyaç kavramından berîdir” anlamına dahi gelir. Yani, “ALLÂH” her türlü ihtiyaç kavramından berîdir!
Esasen zaten, kendisinin dışında mevcut olan bir şey yoktur ki, O’nun herhangi bir şeye muhtaç olabileceği düşünülsün! Burayı anlayabildiysek bu defa şu soruların cevabını araştıralım; “AHAD” olan, Hazreti MUHAMMED’in açıkladığı “ALLÂH” nereden gelmiştir?..
“AHAD” olan, Hazreti MUHAMMED’in açıkladığı “ALLÂH”dan bu evren ya da sayısız canlılar nasıl meydana gelmiştir?.. Yani doğurmuş mu?..
İşte bu soruların cevabı gene “İHLÂS Sûresi”ndeki şu vurgulamadadır:
“LEM YELİD ve LEM YÛLED” …
 

MURATS44

Özel Üye
8
“ALLÂH DOĞURMAMIŞTIR” NE DEMEKTİR?
Acaba burada anlatılmak istenen, bizim dilimizde basit olarak kullandığımız “doğurma” olayı mıdır?..
“Doğurma”, az önce de ifadeye çalıştığımız gibi, bir varlığın, kendinden, kendi özelliklerine sahip ikinci bir varlığı meydana getirmesi, anlamında kullanılır. “Doğuran” her şey, kendi özelliklerine sahip ikinci bir “kendi gibi”yi kendinden meydana getirir.
Ancak açıklanmaktadır ki, “ALLÂH DOĞURMAMIŞTIR!”
Öyle ise “ALLÂH DOĞURMAMIŞTIR” uyarısı hangi mânâlarda anlaşılacaktır?
İlk anlayacağınız, en basit mânâsıyla şudur:
“ALLÂH”, kendisinden, ikinci bir varlık meydana getirmemiştir! Ya da başka bir ifade şekliyle; “ALLÂH”ın varlığından meydana gelmiş ikinci bir varlık mevcut değildir! Çünkü O, cüzlere, zerrelere bölünmesi parçalanması mümkün olmayan TEK’tir; yani “AHAD”tır!
1- Sınırsız-sonsuzdur ki, bu yüzden ikinci bir varlığı kendi içinde veya dışında meydana getirmesi söz konusu olamaz.
2- “AHAD” oluşu dolayısıyla cüzlere, zerrelere ayrılmaz; ki, O’ndan meydana gelen ikinci bir parça olsun!
İşte bu yüzden, “ALLÂH”tan meydana gelmiş, O’nun doğurduğu, O’nun özellikleri ile de olsa ikinci bir varlığın mevcudiyetinden asla söz edilemez!
Netice...
“ALLÂH”, ne başka bir varlık tarafından doğurulmuş yani meydana gelmiştir; ne de O’nun doğurduğu yani O’nun varlığından meydana gelmiş ikinci bir varlık mevcuttur!
Bu arada açıklamadığımız bir husus daha var. Onu da görelim...
9
“ALLÂH DOĞMAMIŞTIR” NE DEMEKTİR?
Şimdi de “LEM YÛLED”i anlayalım...
“Doğmak”, bir nesneden, bir canlıdan onun özellikleriyle ikinci bir varlığın meydana gelmesidir... Bu anlamda kullanılır.
“Doğmamıştır” dendiğine göre burada bize şu idrak ettirilmek isteniyor demektir:
“ALLÂH, başka bir varlıktan meydana gelmemiştir!”
“ALLÂH” ismiyle işaret edilenin, başka bir varlık tarafından meydana getirilmesi nasıl düşünülebilir ki?.. Zira O, “AHAD”dır!
Yani, sınırsız-sonsuz, cüzlere bölünme kabul etmez TEK’tir!
“ALLÂH” ismiyle işaret edileni meydana getirecek bir varlık düşünebilmek için, önce “ALLÂH”ın ister yönsel, ister BOYUTSAL bir sınırı olması gerekir ki; o sınırın ötesinde O’nu meydana getirecek ikinci bir varlık olsun!!! Ve sonra da o ikinci varlık kendisinden “ALLÂH”ı meydana getirsin!!!
“ALLÂH”, “AHAD”dır!
“AHAD” olan “ALLÂH” ise, sınırsız-sonsuz, zerrelere bölünmezdir.
Bu sebeple de, kendisinin bir noktada bitip, o noktadan sonra ikinci bir varlığın başlamasından söz edilemez!
Bu yüzden de “ALLÂH”ı meydana getiren, DOĞURAN, ikinci bir varlıktan bahsedilemez; böyle bir şey düşünülemez!
İşte, “LEM YÛLED” uyarısının bize anlatmak istediği, anlayışımız kadarıyla budur.
Geldik bu tarif metnindeki son uyarıya...
“LEM YEKÛN LEHU KUFÜVEN, AHAD”
“O’nun dengi, misli, mikro ya da makro benzeri mevcut değildir, AHAD’tır.”
Burada şu âyeti de hatırlayalım:
“...LEYSE KEMİSLİHİ ŞEY’A...” (42.Şûrâ: 11)
“İster mikro, ister makro planda O’nun misli olabilecek hiçbir şey mevcut değildir!..”
10
İŞTE “KUR’ÂN”DAKİ “ALLÂH” TARİFİ
Evet, şimdi “İHLÂS Sûresi”nde bize anlatılan Hazreti MUHAMMED’in açıkladığı “ALLÂH”ı özetle tekrar edelim...
Bakalım bizim kafamızdaki “TANRI” anlayışıyla Kur’ân-ı Kerîm’de anlatılan “ALLÂH” anlayışı birbirine uyuyor mu?..
“ALLÂH”, “AHAD” oluşu dolayısıyla, sınırsız-sonsuz, zerrelere cüzlere ayrılmaktan berîdir!
“ALLÂH”, “SAMED” oluşu dolayısıyla öyle bir tümel varlıktır ki, ne kendisine bir varlığın girmesi veya katılması söz konusu olabilir; ne de kendisinden ikinci bir varlığın çıkışı, meydana gelişi! Hiçbir eksiği, noksanı ve bu yüzden de bir şeye muhtaciyeti düşünülemeyecek olandır “ALLÂH”!
“ALLÂH”, “LEM YELİD” oluşu dolayısıyla, kendisinden meydana gelecek ikinci bir varlığın mevcudiyetinden söz edilemez.
“ALLÂH”, “LEM YÛLED” olması dolayısıyla, kendisinin meydana geldiği öne sürülecek ne bir tanrı ne de herhangi bir şey olarak, ikinci bir varlık mevcut değildir.
“LEM YEKÛN LEHU KÜFÜVEN AHAD” oluşu dolayısıyla da mikro ya da makro planda O’nun dengi, misli benzeri ikinci bir varlık yoktur... “AHAD”tır!
Bilelim ki, ilâhiyat ile, din ile ilgili bütün konuların başlangıç noktasını “ALLÂH NEDİR?” sorusunun cevabı oluşturur...
Bu sorunun cevabını verenler ise, ya hayallerinde tasavvur ettikleri bir “TANRI”ya göre konuşurlar; ya da Hazreti MUHAMMED’in açıkladığı “ALLÂH”a göre düşüncelerine yön verirler.
Biz, Hazreti MUHAMMED’in açıkladığı “ALLÂH”a göre bu konunun içyüzünü göstermeye çalıştığımıza göre; gene Hazreti Muhammed (aleyhisselâm) tarafından yapılan tanımlamalar ile “ALLÂH”ı anlamaya çalışalım... Ki böylece “ALLÂH”ın, bugüne kadar ve günümüzde bahsedilen TANRI ile hiçbir benzerliği olmadığını vurgulayalım!
Yukarıda anlatmaya çalıştığımız “AHAD” olan “ALLÂH”, gene Hazreti Muhammed (aleyhisselâm) tarafından bize ulaştırıldığına göre...
HAYY’dır;
ALİYM’dir;
MÜRİYD’dir;
KAADİR’dir;
SEMİ’dir;
BASIYR’dir; KELİYM’dir;
Evet, demek oluyor ki “AHAD” olan “ALLÂH” adıyla İŞARET EDİLEN aynı zamanda yukarıdaki isimlerle açıklanmaya çalışılan vasıfların da sahibidir!
“ALLÂH adıyla işaret edilen AHAD”dır gibi...
“ALLÂH adıyla işaret edilen HAYY”dır; sınırsız-sonsuz, bölünmez, parçalanmaz “CAN”dır!..
“ALLÂH adıyla işaret edilen ALİYM”dir; sınırsız-sonsuz, bölünmez, parçalanmaz “İLİM”dir!..
“ALLÂH adıyla işaret edilen MÜRİYD”dir; boyutsal sınırsız-sonsuz, cüzlere ayrılmaz “İRADE”dir!..
“ALLÂH adıyla işaret edilen KAADİR” dir; sınırsız-sonsuz, bölünmez, cüzsüz, tek bir “KUDRET”tir...
“ALLÂH adıyla işaret edilen SEMİ”dir; sınırsız-sonsuz, bölünmez, cüzleri olmayan “VUKUF”tur!..
“ALLÂH adıyla işaret edilen BASIYR”dir; sınırsız-sonsuz, cüzleri olmayan, bölünmeyen, mevcut tek “DEĞERLENDİRİCİ”dir!..
“ALLÂH adıyla işaret edilen KELİYM”dir; sınırsız-sonsuz, bölünmez, sayısız “MÂNÂLAR”dır!..
Evet, bu anlatımı kavramaya çalışırken, şu hususa da çok dikkat etmemiz gerekecektir…
“AHAD” ile “HAYY”; “ALİYM” ile “MÜRİYD”; “HAYY” ile “KAADİR”; ve tüm kompozisyonlarla anlatılanlar, hep aynı, tek, “ALLÂH” adıyla İŞARET EDİLEN’dir!..
Yani, bütün bu anlatılanlar ile tarif edilen aynı Tek “ZÂT”tır! O Tek “ZÂT”ın değişik vasıflarıdır, özellikleridir bu isimlerle işaret edilenler...
Öyle bir TEK “ZÂT” ki, baş-son gibi kavramlardan berî; sınırsız-sonsuz; bölünmesi, cüzlerinin var olması muhal; sayısız mânâlara sahip; sonsuz-sınırsız, cüzleri olmayan irade; sınırsız-sonsuz cüzü olmayan kudrettir; varlığının dışında ikinci bir varlık düşünülemez; içi ve dışı yoktur, merkezi, özü olmaktan münezzehtir! Kısacası, “AHAD”tır... TEK’tir!
İşte öyle bir “ALLÂH”tır ki Hazreti MUHAMMED’in açıkladığı “ALLÂH”; O’nun dışında ya da içinde kavramı olmaksızın; bir ikincisi; ya da ikinci bir varlık, mevcut bir şey düşünülemez!
Bu arada, konuya vukufu olmayanların düşecekleri bir hatayı önleme amacıyla, şu hususu da belirtmeden geçmeyelim...
Kur’ân-ı Kerîm’de çeşitli yerlerde “İlâhımız”, “İlâhınız” gibi ifadeler geçmekte; ancak akabinde de “İLÂH”ın, “ALLÂH” olduğu vurgulanmaktadır.
Peki bu duruma göre, “ALLÂH”ın, bir “İlâh” yani “tanrı” olduğu ileri sürülemez mi?.. Sürülemez! Bu gibi tanımlamalar, “İlâh”a yani “tanrı”ya tapanlara yapılan açıklamalardır. Tıpkı uyuklayacağı düşünülen tanrıya inanan ilkellere verilen “Allâh uyuklamaz” cevabında olduğu gibi!
Yani onlara denilmektedir ki;
“Sizin, İlâh sandığınız, tanrı dediğiniz şey mevcut değildir; gerçekte var olan SADECE ALLÂH’tır! Sizin ve bizim ‘İlâh’ımız hep aynı ve Tektir... Ve dahi o da ALLÂH’tır!”
Evet, bu açıklamalardan gaye, o kişilerin belirli bir “tanrı” varsayımından kurtulup, “ALLÂH”ı idrak etmeye çalışmalarıdır.
Zira, Kur’ân-ı Kerîm’de, şayet dikkatle tetkik edilirse görülecektir ki, bu tür hitaplar hep “müşriklere”, yani “ALLÂH” kavramı dışında bir “TANRI” varsayıp, ona tapanlara yapılmaktadır. Tâ ki, onlarda mevcut olan “İlâh-Tanrı” varsayımı, “ALLÂH” anlayışına dönüştürülsün.
 

MURATS44

Özel Üye
11
“ALLÂH”, “TANRI” DEĞİLDİR!
Şimdi, elimizi vicdanımıza koyarak düşünelim...
Varlığına iman ettiğimiz, ya da inanmadığımız, ancak her iki hâlde de şartlanma yollu “ALLÂH” adını verdiğimiz TANRI ile; burada tarif edilen, Hazreti MUHAMMED’in açıkladığı “ALLÂH” aynı mıdır?..
Hazreti MUHAMMED’in açıkladığı “ALLÂH” için “TANRI” kelimesi veya kavramı kullanılabilir mi; ya da “TANRILIK” mevhumu kabul edilebilir mi?.. Düşünülebilir mi?..
“ALLÂH’I HAKKIYLA TAKDİR EDEMEDİLER...” (6.En’am: 91)
“ALLÂH” indînde, ilminde “KUL” ne ise, “TANRI” da odur!
Çünkü, her ikisi de “ALLÂH” ilmindeki, “ilmî sûretler, kavramlar”dır.
Bu yüzden de “ALLÂH” indînde, her şey helâk olmuş, “yok” durumdadır! Ve “Bakıy” olan, sadece “VECHULLÂH”tır!
İşte, “Küllî şey’in hâlikun illâ vecheHU” (28.Kasas: 88) âyetiyle işaret edilen mânâ da budur ki, “ve yebka vechu Rabbike Zül Celâli vel’İkrâm” (55.Rahmân: 27) âyeti de bu durumu teyid eder.
Birinci bahsettiğimiz âyetin meâlen anlamı;
“Her şey (şey’iyeti itibarıyla) yoktur sadece O’nun vechi (mevcuttur)!..” (28.Kasas: 88)
demektir. İkincisindeki mânâyı da şöyle anlayabiliriz;
“Zül’Celâli vel’İkrâm Rabbinin vechidir (Esmâ mânâları) Bakıy olan!” (55.Rahmân: 27)
Nitekim bu durumu açık-seçik vurgulayan âyet de şudur;
“FEEYNEMA TUVELLU FESEMME VECHULLÂH” (2.Bakara: 115)
“Ne yana dönersen Vechullâh karşındadır (Allâh Esmâ’sının açığa çıkışıyla karşı karşıyasın)!..”
“VECH”, Arapçada “yüz” anlamındadır... Yani, “Hazreti Muhammed’in vechini görürsün” dense; bu, “Hazreti Muhammed’in yüzünü görürsün” demektir.
Kur’ân-ı Kerîm’deki bu “VECH” tâbiri, üzerinde büyük önemle durulması gereken bir anlam taşır.
Bu konuya, diğer bazı kitaplarımızda da detaylı şekilde değinmiştik ancak burada yeri gelmişken kısa bir açıklama yapmadan geçmeyelim...
“O’nun vech’inden başka her şeyin helâk olması” demek; bizim anladığımız zaman boyutu içinde, bir gün gelecek ki, o günde her şey helâk olacaktır, şeklinde ileriye atılmamalıdır!
Mutlak kıyamette, değişik bir anlamda, böyle bir şey elbette söz konusudur ancak, biz burada, bu cümlenin şu anki gerçeği üzerinde durmak istiyoruz...
“Helâk olma” ifadesi ile anlatılan mânâ, esasen içinde yaşadığımız şu anda ve her anda geçerlidir... Ve bu durum keşif ve fetih sahibi basîret ehli zâtlar tarafından daimî olarak müşahede edilebilmektedir.
“Ne yana dönersen Vechullâh karşındadır (Allâh Esmâ’sının açığa çıkışıyla karşı karşıyasın)!..” (2.Bakara: 115) âyeti zaten bu durumu açık seçik vurgulamaktadır.
Burada anlatılmak istenen “SIR” şudur:
Kişilerin basîretleri perdeli olduğu için, varlık sûretlerinin hakikati olan “ALLÂH” İsmiyle İşaret Edilen’in “VECH”i müşahede edilememektedir.
Nitekim, başını ne yana çevirirsen, yani basîretinle, şuurunla ne yana döner, yönelirsen, hep vechi ilâhîyi müşahede edersin; zira “O”, “BAKIY”dir.
Yani, gerçekte, dün, bugün, yarın var olan ve sonsuza dek var olmaya devam edecek olan, “BAKIY” “VECH”tir!
“VECH”in perdesi olan yegâne şey ise, o şeye konulmuş olan “İsim”dir!.. Ki o isim, sonradan “vech”in bir mânâsı üzerine konmuş bir perdedir. Perdenin ardındaki varlık ve onu meydana getiren mânâlar ise “ALLÂH”ın isimlerinden varlıklarını alırlar.
12
NEFSE ZULÜM NEDİR?
Öyleyse bilelim ki, biz hangi isimle neyi anarsak analım, bu andığımız varlık hep “ALLÂH” adıyla işaret edilene ait varlıktır!
Yani “ALLÂH” adıyla işaret EDİLEN, öyle bir “ALLÂH”tır ki, kendisinin dışında bir şeyden söz etmek muhaldir!
Ya zâtî vasıflarıyla, ya izhar ettiği mânâlarla ya da bu mânâların oluşturduğu fiillerle, her an, her şekilde hep O düşünülmekte; hep O konuşulmaktadır.
Ve ne zaman ki sen, O’nun dışında olduğunu ZAN ettiğin bir şey düşünür veya konuşursun, işte o zaman “ALLÂH” ile beraber ikinci bir şeyin varlığını öne sürmüş olursun...
Bu durumunu tarif eden kelime ise tektir: “ŞİRK”!
Bu duruma karşı seni uyaran âyet de şudur:
“ALLÂH YANI SIRA TANRIYA (dışsal güce) YÖNELME!..” (28.Kasas: 88)
Zira...
“…KESİNLİKLE ŞİRK ÇOK BÜYÜK BİR ZULÜMDÜR!” (31.Lukmân: 13)
Niye “ZULÜMDÜR”? Kime “ZULÜMDÜR”? Nefsine, yani özbenliğine “ZULÜMDÜR”! Zira, kendi özünden, aslından orijininden perdeli olarak; ötede veya ötende, yukarıda bir yerdeki TANRIya tapınarak; onu, “ALLÂH” ismiyle işaret edilen yanı sıra tanrı olarak kabul etmekle, “ŞİRK” koşarak; nefsinin hakikatinde bulacağın sayısız özelliklerden mahrum kalıyorsun!.. Böylece de nefsine en büyük “zulmü” yapmış oluyorsun!
Zira, “BEN” kelimesiyle işaret ettiğin “NEFS”inin hakikatinden mahrum kalman, sana yapılacak en büyük zulümdür... Ki bu zulmü, sen kendi kendine yapmaktasın, bu yolda yapman gereken çalışmayı yapmadığın için.
“Nefsine ârif olmayan Rabbine ârif olmamıştır” hükmü, “Nefsine ârif olan Rabbine ârif olur” uyarısından doğmuştur. Ve “ALLÂH”a ârif olmak dahi, ancak “ALLÂH” adıyla İŞARET EDİLENİ anlamak ile mümkündür. Ki bu anlayış da ancak Hazreti MUHAMMED’in açıkladığı “ALLÂH”ın ne olduğunu kavradıktan sonra mümkün olur.
Söz döndü dolaştı geldi “BEN”e!.. Esasen bu konu “KENDİNİ TANI” isimli kitabta geniş bir şekilde incelenmiştir. Ama gene de burada konuyu biraz açalım... “ALLÂH”ın dışında ikinci bir varlık mevcut olmadığına göre; “BEN” kelimesiyle işaret ettiğimiz varlık kimdir veya nedir?.. Nasıl meydana gelmiştir?..
Bu konuda çözüme ulaşmamız için bize verilen ipuçları nelerdir?..
Bu soruların cevaplarını hep şu ana kadar açıklamaya çalıştığımız “ALLÂH” anlamı ile ters düşmeyecek bir şekilde anlatmaya çalışacağız... Aksi hâlde, şu ana kadar anlattığımız herhangi bir hususa ters düşecek şekilde bir anlatımda bulunursak, tamamıyla yanlış bir görüşe saplanmış ve otomatikman kişi ve Tanrısı ikiliğine düşmüş oluruz!
İnsanın varoluş gayesi hakkında Kur’ân-ı Kerîm’de şu bilgi vardır:
“Rabbin meleklere: “Ben arzda (bedende) bir halife (Esmâ mertebesinin farkındalığıyla yaşayan şuur sahibi) meydana getireceğim” dedi.” (2.Bakara: 30)
Nasıl “yeryüzü halifesi” oldu insan; onu da şöyle anlatıyor Kitap:
“Sonra Âdem’e (Esmâ’nın programlanışı, Esmâ bileşiminin açığa çıkışıyla yoktan var edilene) bütün Esmâ’yı (Esmâ ül Hüsnâ’sının anlamlarını açığa çıkarmayı ve kavramayı) talim etti (programladı).” (2.Bakara: 31)
Burada ilk dikkatimizi çeken şey, insanın, “yeryüzünde halife” (kâinatta=evrende değil) oluşudur.
İkinci olarak da üzerinde durulması gereken husus hangi sebepten dolayı “halife” olunduğudur.
Hangi özellik insana “halifelik” vasfını kazandırmıştır?.. Ki bu sorunun cevabını da yukarıda ikinci olarak yazdığımız âyet vermektedir:
“Sonra Âdem’e (Esmâ’nın programlanışı, Esmâ bileşiminin açığa çıkışıyla yoktan var edilene) bütün Esmâ’yı (Esmâ ül Hüsnâ’sının anlamlarını açığa çıkarmayı ve kavramayı) talim etti (programladı).” (2.Bakara: 31)
Bundan anlaşılan şudur…
İnsan, “ALLÂH”ın sayısız isimlerinden, “ALLÂH”ın dilediği kadarını ortaya koyabilecek istidat ve kabiliyet ile meydana getirilmiştir... İşte, insana bu istidat ve kabiliyetin verilmesi, “isimlerin talim edilmesi” demektir.
Acaba bu ilâhî isimleri ortaya çıkarabilecek kabiliyette oluşturulan ve “insan” adı takılan varlık; ve onun içinde yaşadığı evren veya evrenler nasıl ortaya çıktı?

“ALLÂH” tecelli etmediğine, tecellisi olmadığına, O’ndan herhangi bir şey meydana gelmediğine göre; bu beş duyu ile algıladığımız varlıklar veya Kur’ân-ı Kerîm’de anlatılan melekler, cinler, cehennem, cennet, berzah âlemi ve daha bilemediğimiz sayısız şeyler nasıl ve nereden meydana geldi?..
 
Üst Alt