I.İ > İsLami Fıkıh AnsikLopedisi (Alfabetik)

ceylannur

Yeni Üyemiz
İSTİŞARE Herhangi bir konuda doğruya ulaşmak veya yaklaşmak için bir başkasının görüşüne başvurma
Müşâvere, şivâr, meşvure, meşvere, meşûre, istişâre, danışıp işaret ve görüş almak anlamına geldiği gibi, müşâvere ve işaret; arı kovanından bal almak, rey vermek manalarına da kullanılır Toplanıp meşveret eden cemâate de şûrâ denir (Ibn Manzûr, Lisanü'l-Arab, IV, 434-437; Zebîdî, Tâcu'l-Arûs, III, 318-320; Elmalılı, Hak Dini, Istanbul 1979, II, 1213) Istişârenin lügat manası ile ıstılah manası arasında yakın bir bağ vardır Çeşitli görüşlere başvurmak suretiyle doğruyu elde etmek veya ona yaklaşmalarının çeşitli çiçeklerden gerekli malzemeyi alıp işledikten sonra ortaya çıkardığı balı kovandan alması gibidir Bu bakımdan Kur'an-ı Kerîm olayın ehemmiyetini şu şekilde ortaya koymuştur: "Iş hususunda onlarla müşâvere et" (Alu Imrân, 3/159); "Onların işleri aralarında istişâre iledir" (Şûrâ, 42/38)
Istişâre, kişinin kendisini ilgilendiren konularda bir başkasının görüşüne başvurması veya idârecilerin ümmetin durumunu ilgilendiren konularda müşâverede bulunması şeklinde iki cepheden ele alınabilir Birinci durumda istişâre sünnettir (Nevevî, Şerhu'l, Müslim, Kahire 1347-49/1929-30, IV, 76)
Idârecilerin ümmetin durumunu ilgilendiren konularda istişârede bulunmasının hükmü konusunda ise farklı görüşler vardır "Iş hususunda onlarla istişâre et " (Alu Imrân, 3/159) ayetinin vücûb mu nedb mi ifade ettiği konusunda ulema ihtilâf etmişlerdir
Mâlikîler dini konularda Islâm devletinin yönetimi ile ilgili mevzularda idarecilerin istişârede bulunmalarının vacipolduğu görüşündedirler Hatta ibn Atiyye ve Ibn Hüveyzimendâd böyle bir durumda âlimlere danışmayan idarecinin azlının vacib olduğunu savunmuşlardır (Kurtubî, el-Câmi li-Âhkâmi'l-Kur'ân, Kahire 138687/1966-67, IV, 249-250; M Tahir b Âşûr, et-Tahrîr ve't-Tenvîr, Tunus 1984, IV, 148) Imam Şafiî istişâreyi nedb'e hamletmiş, ancak daha sonraki Şâfiî fukahası ayetin vücub ifade ettiği görüşünü benimsemişlerdir (Fahreddin er-Râzî, Mefâtihu'l-Gayb, Kahire 1934-62, IX, 76; Nevevi, age, IV, 76) Bu konuda Hanefilere nisbet edilen bir görüş bulunmamakla birlikte, Cessâs (v370/980)'ın Şûrâ(42) 38 ayetinin tefsirinde "istişârenin iman ve namaz kılmakla birlikte ele alınması, konunun önemine ve bizim bununla emrolunduğumuza delâlet etmektedir" şeklindeki sözünden istişârenin vacipolduğu görüşünü benimsedığını anlıyoruz (Cessâs, Ahkâmü'l-Kur'an, Beyrut, ts, V, 263; M Tâhir b Aşûr, age, IV, 148)
Hz Peygamber (sas) istişâreye teşvik etmiş; kendisi de Bedir'de Ebû Sufyân'ın geldiğini haber alınca ne gibi tedbir alınacağı konusunda Ensar'la müşâvere etmiş; ayrıca Bedir esirleri konusunda, Uhud ve Hendek Gazvelerinde, Hudeybiye'de, Taif Seferinde, Ifk hadisesinde, ezan konusunda olduğu gibi birçok mevzuda ashabıyla istişâre etmiştir Hatta Ebû Hureyre, Rasûlullah'tan daha çok ashabıyla istişâre eden kimse görmediğini belirtmektedir Bundan dolayı ibn Teymiyye idareciler istişâreden muaf olamazlar Çünkü Allah onu peygamberine emretmiştir, demektedir (Ibn Teymiyye, es-Siyâsetü'ş Şer'iyye (Mecmû'u Fetâva içinde), Riyad 1381-86, XXVIIl, 386, 387; Hemmâm Abdurrahîm Sa'd, "Arzu'l Ehâdisi'n-Nebeviyye el-Müteallike bi'ş-Şûra" (eş-Şûra fi'l-Islâm içinde), Amman 1989, 1, 85-107) Bunun yanısıra sahâbe ve özellikle Hulefâ-i râşidîn istişâreye büyük önem vermişler, Hz Ebû Bekir ve Ömer (ra); istişâre etmek üzere Hz Osman, Hz Ali, Abdurrahman b Avf, Muaz b Cebel, Ubey b Ka'b, Zeyd b Sâbit ve diğer ashab'tan oluşan birer müşâvere heyeti oluşturmuşlardır (Ibn Sa'd, et-Tabakât (nşr Ihsan Abbas), Beyrut 1388/1968, II, 350-352; Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübrâ, Haydarâbâd 1355, X, 114- 115; Müttakî el-Hindi Kenzu'l-Ummâl, Beyrut 1405/1985, V, 627; Said Ramazan el-Bût;, "eş-Şûra sî Cahdi'l-Hulefai'r-Raşidin (eş-Şûrâ fi'l-Islâm içinde), l, 113-167)
Islâm hükümeti Alu Imrân 3/159 ayette belirtildiği üzere meşveret (istişâre) esası üzerine kurulmuştur (Abdülkerim Zeydan, el- Vecîz f; usûli'l fıkh, Bağdad 1405/1985, s 358; M Hamîdullah, Islâm Peygamberi (Trc S Tuğ), Istanbul 1980 II, 942) Bu özelliğiyle Islam idaresi bir şahsın diktatörlüğüne dayanan "otokrasi"den; kendisinde ilâhî bir sıfat olduğu iddiasıyla ortaya çıkan kişinin idaresine dayanan "teokrasi"den; üstün azınlık sınıfının hâkimiyetine dayanan "oligarşi"den; kişilerin heva ve heveslerine göre idare ettiği "demagoji"den ayrılır (Izzüddin et-Temîmî, eş-Şûrâ beyne'l-Esâle ve'l-Muâsıra, Amman 1405/1985, s 27-28)
Islâm'daki istişâre sistemi çoğunluk veya azınlık-farkı gözetilmeksizin imkan dahilinde herkesin görüşünü almayı gerektirmekte bunun yanında görüşler içinde tercihe şayan olanın parmak hesabıyla değil, derin ve tarafsız aklî araştırma neticesi tesbit edilmiş olanın tatbik mecburiyetini içermektedir (Ma'ruf ed-Devâlibî, Islâm'da Devlet ve Iktidar (trc Mehmed S Hatipoğlu), Istanbul 1985, s 55) Bu sistem iktidar nazariyesinde bir yenilik olup, kapıtalist demokratik rejimlerdeki şekliyle ekseriyetin ekalliyete; sosyalist demokratik rejimlerde olduğu gibi ekalliyetin ekseriyete tahakkümünü safdışı etmektedir Bununla beraber Islâmî müşâvere sistemi arzu edilen neticeyi verebilmesi için belli bir pedagojik (terbiyevi) hazırlık devresini gerektirmektedir (Devâlibî, age, s 56)
Devlet başkanının istişâre edeceği heyet değişik bir kadro teşkil edebilir Şura meclisi Uhud savaşında Hz Peygamberin müslümanlarla istişâresinde olduğu gibi bazen halkın çoğunluğu (Ahmed b Hanbel, Müsned, III, 351); bazen Havazın ganimetleri meselesinde olduğu gibi istişâre anında mevcut müslümanların tamamı; bazen Hendek muhaşarasında Gatafan'ın çekilmesi için yapılacak antlaşmalarda görüldüğü üzere Sa'd b Muâz ve Sa'd b Ubâde gibi kendi kavimleri içinden yükselmiş kişiler (Abdurrezzak, el-Musannef, Beyrut 1403/1983, V, 367-368; Heysemî, Mecmau'z Zevâid, Beyrut 1967, VI, 130-133); bazen de Bedir esirleri konusunda olduğu gibi, müslümanların bir kısmı şûrâ meclisini oluştururlar (Ahmed b Hanbel, age, III, 105, 188, 219-220; Abdülkerim Zeydan, Islâm'da Ferd ve Devlet, Istanbul 1978, s 99-100) Ancak şûra meclisi kimlerden oluşursa oluşsun ortaya çıkan hükümler İslam'ın genel prensiplerine aykırı olamayacağından, halk üzerinde keyfî bir idare, diktatörlük, zulüm ve adâletsızlık meydana getirmeyecektir Zira Islâm âdil bir sistemdir
Devlet erkânı bilmedikleri ve içinden çıkamadıkları dinî konularda âlimlerle; cihadla ilgili konularda ordu komutanlarıyla; ümmetin menfaatine yönelik mevzularda halk büyükleriyle; memleket davalarında yazarlar, nâzırlar, işçi ve memur temsilcileriyle istişâre etmeleri durumunda bu prensip amacına ulaşır istişâre yapılan kişiler hakkıyla dindar, bilgili (sahasında uzman), akıllı ve tecrübeli olmalıdır (Kurtubî, age, IV, 249-250)
Istişâre bir nevi ictihad demektir Konusunu ise Kur'an ve Sünnetin açıkça beyan etmediği konular teşkil eder (Şerbâsî, Yes'elûneke fi'd-dîni ve'l-Hayât, Beyrut 1980, IV, 169; M Vehbi, Hulâsatü'l-Beyân, Istanbul, ts (Üçdal), II, 766) Devlet başkanı ile şura meclisi arasında anlaşmazlık çıkması halinde, ihtilâf konusunu tartışıp inceledikten sonra görüş bildirecek bilirkişilerden oluşacak hakem heyeti kurulabilir Hz Ömer bunu tatbik etmiştir Şam'a giderken, yolda orada veba salgını olduğunu öğrenince, yola devam edip etmeme konusunda muhâcirlerle istişâre etmiş; anlaşma olmaması üzerine ensarla görüşmüş; yine netice çıkmayınca ilk muhacırlerden Kureyş büyükleriyle müşavere etmiş ve onların geri dönme yolundaki teklifini kabul ederek maiyetiyle birlikte geri dönmüştür (Buhârî, Tıb, 30; Hiyel, 13; Müslim, Selâm, 98, 100; Muvatta', Medine, 22, 24; Ahmed b Hanbel, age, I, 194; M Reşid Rızâ, Tefsirü'l-Menar, Beyrut, ts (Dârü'l-Ma'rife), V, 196-197; Zeydan, age, s 103) Bu gibi durumlarda Hz Peygamberin çoğunluğun görüşüne uyduğu da olmuştur Meselâ Uhud'da Medine'nin dışına çıkmanın aleyhinde olduğu halde, ekseriyetin isteği üzerine şehir dışında savaşmıştır (Ahmed b Hanbel, age, III, 351; Zeydan, age, s 103-104)
Istişârenin fazileti:
Istişâre ile işlerin güzel neticelere varması, siyâsi, içtimâî, askeri vs bütün alanlarda problemlerin çözülmesi mümkündür Kişi ne kadar akıllı, zeki ve tecrübeli bulunursa bulunsun, Cenâb-ı Hakk'ın Kur'an-ı Kerîm'inde işaret ettiği ve fâillerini övdüğü müşâvere esasına uygun hareket etmedikçe, faydalı sonuçlara ulaşması ve problemlerini güzel bir şekilde çözümlemesi pek mümkün değildir Zira Hz Peygamber (as) akıl ve zekâ yönüyle insanların en mükemmeli iken, Allah ona bile müşâvereyi emretmiştir
Hz Peygamber (as) vahyin indirilmediği durumlarda daima arkadaşları ile istişâre yoluna gitmiştir Ashab-ı kirâm, Resulullah (as)'ın kendi fikriyle hareket ettiğini bildikleri konularda, kendi fikirlerini O'na açıklar, o da uygun fikir doğrultusunda hareket ederdi Bunun örnekleri pek çoktur
Peygamber Efendimiz Bedir savaşında, kendilerine en yakın kuyunun başında durdu ve orayı karargah yapmak istedi Bu sırada Ashab'tan Hubâb el-Cümuh, Peygamberimize "Yâ Resulullah! Burayı, Allah'ın seni yerleştirmiş olduğu ve bizim ileri geri gitmeğe yetkimiz olmayan bir yer olarak mı seçtin? Yoksa bu bir görüş, bir harp taktiği midir?" diye sordu Resulullah (a s) "Hayır; bu bir görüş ve bir harp taktiğidir" dedi O zaman sahâbi "O halde Yâ Resulullah! Burası uygun bir yer değil, orduyu kaldır Düşmana en yakın kuyuya gidelim Orada bir havuz yapıp içine su dolduralım, geride kalan kuyuları tahrip edelim, düşman istifade edemesin" dedi Bunun üzerine Hz Peygamber (sas) "Sen güzel bir fikre işaret ettin" buyurdu ve sahabinin dediği şekilde hareket etti
Toplumların düştükleri hatalar, çok defa işi kendi başına yürütme sonucu olmaktadır Bu, işi kendi başına yürütme ne kadar genişlerse hataların sayısı o nisbette artar; ne kadar daralırsa hatalar da o nisbette azalır Gerçi hatadan büsbütün kurtulmak imkânsızdır Çünkü hatadan uzak kalan sadece Allah'tır Ancak meselelerin çözümünde birçok fikir bir araya gelirse, mükemmel veya nisbeten doğru bir çözüm elde edilebilir Bu surette, sorumlu kimselerin üzerindeki sorumluluk yükü de hafifler ve sorumluluk müşterek olur
Istişâre ederken göz önünde bulundurulması gereken en önemli noktalardan biri, kime veya kimlere danışılacağı konusudur Bu husus, yapılacak olan bir işin hayırla neticelenmesine önemli derecede etki eder Bu yüzden danışılacak olan kişinin, akıl ve tecrübe sahibi, dindar ve faziletli, samimi, sağlam fikirli, keskin görüşlü, insan psikolojisini iyi tahlil edebilme, doğruluk ve güvenirlik gibi değerlere sahip olmasına dikkat edilmelidir Öte yandan, aklı bir şeye ermeyen, ahlâksız, mağrur kimselere danışmanın kişiye hiçbir yarar sağlamayacağı da açıktır
Görüşlerinde ve düşüncelerinde daima isabet edenlerin, bir iş yapmağa niyetli olduklarında, istişâre etmelerine şaşılmamalıdır Çünkü böyle kimseler, kendi görüşlerini yoklarlar, zekâ ve anlayışlarını denerler Bu şekilde hareket etmekle fikir ve düşüncelerini zinde tutarlar
Herhangi bir konuda istişâre etme ihtiyacı ortaya çıkarsa, şu iki metoddan biri ile problem halledilir Birincisi, birkaç kişiyle ayrı ayrı görüşülür, fikirleri alınır; fikirler hangi noktada daha çok birleşiyorsa, o uygulanır ikincisi birkaç kişi toplanıp görüşleri sorulduğu zaman her biri fikirlerini söyler, daha sonra bu kişiler birbirlerinin görüşlerini inceleyerek en uygun görüşte karar kılarlar ki bu görüşle de sağlıklı hareket etmek mümkündür
Abbaşı yöneticilerinden Me'mun, oğluna nasihat ederken, istişâre konusunda şöyle demiştir: "Şüphen olan işlerde, tecrübe sahibi, gayretli ve şefkatli ihtiyarların görüşlerine başvur Çünkü onlar, çok şey görüp geçirmişler, zamanın inişli-çıkışlı, ikballi-hezimetli olaylarına şahit olmuşlardır Onların sözü acı da olsa kabul ve tahammül et Danışma kuruluna korkak, hırslı, kendini beğenmiş, yalancı ve inatçı kişileri alma"
Kendilerini beğenen, başkalarının görüş ve düşüncelerine değer vermeyen kişiler, hiç kimseye danışmazlar işlerini kendi görüş ve düşünceleri doğrultusunda çözümlemeye çalışırlar Bu şekilde davranma ise çoğu zaman yanlışlıklara sebep olur Yapıları işlerden fayda yerine zarar elde edilir
Bir kişiye bir iş hakkında düşüncesi sorulup da, o kişinin düşüncesi etrafında iş halledilmeğe çalışırken, işin sonucu iyi çıkmazsa, düşüncesi soruları kişi azarlanmamalı ve tekdir edilmemelidir Zira, bu dünyada herkesin, kendi düşünce ve fikirlerinin uygun olduğunu zannetmesi normaldır Kişi, görüşündeki hatasıyla kınanır ve azarlanırsa kendisine ümitsızlık ve güvensızlık gelir Bu durumda olan kişiye danışılınca da, doğru olan görüşünü gizler ve hata yapma korkusu ile o konuda hiçbir şey söylemez
Kısaca belirtmek gerekirse, istişâreye yani danışmaya, Yüce Allah'ın emri, Peygamber Efendimizin sünneti olarak önem verilmelidir Atalarımız da "Ulu sözü dinleyen, ulu dağlar aşar", "Akıl akıldan üstündür" diyerek, istişârenin gerekliliğini kısa ve öz bir şekilde ifade etmişlerdir
__________________
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
İŞVEREN Bir işin sahipliği ve sermaye gücünü elinde tutan kimse Emeğini ortaya koyarak çalışan işçi kesimini idare eden ve onların çalışacağı iş düzenini belirleyen
Işveren ve işçi ayırımının ortaya çıkışı, iktisadî faaliyetin büyük hacimde yapılmaya başladığı dönemlere has bir durumdur Özellikle de Batı'ya has bir terimdir Bilhassa Kapitalist felsefenin ortaya çıkışı sayıları XIX asır da, işçi belirli kişilere bağımlı olarak çalışan ve sadece ücret alan kişidir Işçinin varlığı, işi yapabilecek durumda olduğu ve işverenle anlaşması halinde mümkündür Yani işveren, işçi karşısında son derece yetkili ve üstün bir mevkidedir Hükümetlerin bile müdahale edemeyeceği bir mevkide olan kapıtalist müteşebbis, bu üstün mevkişi dolayısıyla işçiler için haksız bir çalışma ortamını hazırlamakla büyük toplumsal hadiselerin ortaya çıkmasına yol açmıştır
Batı'da özellikle eski ve orta çağların işçi-patron münasebetleri hemen hemen işçi ve patronun karşılıklı güven ve sadakat esasları dahilinde devam etmiştir Çalışanlara karşı zulüm ve haksızlıklar, kişilere bağlı bir şekilde sürüp gitmiştir Fakat Kapıtalizm çağı münasebetleri bambaşka bir şekle girmiştir Bir kere, iktisadi ve sosyal hayatta olduğu gibi, burada da ferdiyetçi prensip hakimdir Bir işçi kapitalist işletmeye iştirak edince, yalnız iş ve vazifesi bakımından değerlenmiştir Ona işletmedeki vazifesi dışında bir kıymet atfedilmemiştir işçi, vazifesini bitirdikten sonra, patronun ilgisi dışına çıkmaktadır Kapitalist işletmedeki işçi-patron münasebetlerini izah eden en açık görüşü meşhur Amerikan sanayıcisi Ford ortaya koymuştur Ona göre bir işletmede el ele vererek çalışmak için birbirini sevmeğe, şahsî temasa lüzum yoktur Işçiler vazifelerini bitirince evlerine giderler Ferdî şahsî hayatlarını istedikleri gibi kurar ve geçirirler Nihayet bir fabrika bir salon değildir Modern sanayide sadakat ve güvene dayalı bir işbirliğine yer yoktur Zaten modern sanayinin meslek hayatında, insan unsurundan fazla birşey beklenememektedir (Tahir Çağatay, Kapıtalist Içtimai Nizam ve Bugünkü Durumu, Istanbul 1975, s122)
Sanayileşme ile birlikte, sanayı işletmelerinin yönetimi de günümüze kadar aktüalitesini muhafaza eden en önemli konulardan biri olarak belirmiştir Aslında XIX yüzyıl işletme ve teşebbüslerinde yönetimin tek başına kapıtal sahiplerinin elinde toplandığı görülmektedir Bu teşebbüslerde istihdam edilen işçiler ise ölü sermaye gibi üretim araçlarının sahibi olan kapıtal sahiplerinin irade ve emirlerine terkedilmiş bulunmaktadırlar Sanayı Kapıtalizminin bu ilk safhalarında, kapıtal sahibi yöneticilerin, iradelerini hudutsuz ve kayıtsız olarak sürdürebildikleri bir gerçektir Ancak bu durumun bütün ileri sanayı cemiyetlerinde, az ya da çok, aşıldığı, kanunî düzenlemelere tabi olarak çalışan işletme ve teşebbüs devrının başladığı görülmektedir
Bu durumda yönetim, ücretli profesyonel yöneticilere devredilmiş ve sahiplik ya da sermayedarlık ile yöneticilik birbirinden ayrılmıştır Sanayi devriminin beraberinde getirdiği yeni teknoloji, sermaye ihtiyacının artmasına ve sermaye maliyetlerinin yükselmesine yol açmıştır Büyük sermayeleri kendi kaynaklarından sağlayamayan müteşebbisler sermaye şirketleri ve birleşme yoluyla sermayelerini arttırmışlardır Ancak bu yol, işletme sahipliği ile yönetimin aynı ellerde toplanmasına sebep teşkil etmiştir Ayrıca büyüklüğün de tesiriyle, örgütlerin yönetici ihtiyacı artmış, bütün bu gelişmeler sonucu olarak yöneticiler sınıfı oluşmaya başlamıştır
Kapıtalizmin bu yeni üretim tekniği ve sürüm anlayışı, eski sanayı şekli ve sistemlerinden hemen tamamıyle ayrı bir yol tutmuştur Bu düzende ekonomik hayat kapıtalist teçhizata ve zihniyete sahip teşebbüs erbabı tarafından sevk ve idare edilmektedir Bunlar üretim vasıtaları, kapıtal techizatı ve işgüçleri üzerinde tasarruf hakimiyete sahiptirler Bu nizamda küçük sanat erbabının ve feodal zümrenin ekonomik hayatın sevk ve idaresindeki rolleri son derece gerilemiş veya hiç kalmamıştır Teşebbüs bizzat hissedarlar tarafından değil, fakat onların tayın ettiği ve teşebbüste hisse sahibi olmayan uzman kişiler tarafından yönetilmeğe başlanmıştır Bu süretle işletme ve teşebbüslerde yönetimin tek başına kapıtal sahiplerinin elinde toplanması sistemi artık terkedilmiş bulunmaktadır (Orhan Tuna, Nevzat Yalçıntaş Sosyal Siyaset, Istanbul 1981, s 101-102)
Kapıtalist döneme has yönetim felsefesi, çalışanlar üzerinde ters bir tepki meydana getirmiş ve onları kendi haklarını koruma yolunda bir birleşme ve teşkılatlanma noktasına götürmüştür işveren zümreşinin kendi menfaatini sürekli düşünür olması, işçilerin de menfaatleri doğrultusunda bir mücadele içerisine girmesini sonuçlandırmıştır Avrupa ülkeleri ve Amerika'da bu münasebetle büyük huzursuzluklar ve çatışmalar çıkmıştır Işçi ve işveren tarafları, birbirlerini düşmanca görerek çatışma içerisine girmeleri uzun yıllar devam etmiştir
Işçi birlikleri, toplumun endüstrileşme durumuna eşit bir şekilde ortaya çıkmıştır Tarihte çoğu bugün de görülebilen değişik türde sendika gruplaşmaları yer almıştır Bu arada sendikacılığı geniş ve temel bir politik vasıta gibi kullanma çabası, gelişmekte olan ülkelerin siyaşı işlerinde hala önemli bir rol oynayabilmektedir
Sendika ve şirket arasındaki güç durumu, çatışmanın yoğunluğunu belirlemektedir Güç, dengeli olunca çatışma fazlalaşmakta; güç ayrılığı çok olunca, bu çatışma en aza inmektedir Grevler, iş yavaşlatmaları ve iş durdurmaları, anlaşmazlıkları gidermenin militanca yollarıdır Bununla birlikte, çoğu zaman endüstriyel anlaşmazlığa konu olan taraflar bu anlaşmazlığın daha az yıkıcı bir şekilde sonuçlanmasını arzu etmektedirler
Batı hukuku çalışma hayatında ortaya "güçler" çıkarıp bu güçlerin çarpışma usul ve vasıtalarını tanzim ile meşgul olmasına karşılık, Islâm dinî "taraflar arasında muvazene" tesisi ile menfaatlerini birleştirmeye gayret etmiştir Önemli olan, cemiyetin hayatında işsizliğe mani olma ve istihsalın devamını sağlamaktır Bu hedefe doğru hareket edilerek, taraflar arasında mutlaka bir çözüm bulunacak, bir tarafın diğerini ezmesine müsaade edilmeyecektir
Islâmiyet emeğe olduğu kadar sermayeye de değer vermiş; ikisinin bir arada tekâmül ve yardımlaşma halinde bulunmasını temin için gayret sarfetmiştir Toplumun menfaati, Allah'ın hakları içinde yer alır (bk Servet Armağan, Islâm Hukuku'nda Işçi Işveren Arasındaki Münasebetler, Sosyal Siyaset Konferansları, Istanbul 1982)
Işçinin hakları, Islâm hukukunda, üzerinde çok duruları bir konudur Işçinin yaptığı iş karşılığında esasları mukavele ile belirtilen bir ücrete hakkıolduğu Islâm hukukçuları tarafından toplumlarda, işçi-işveren ilişkisini vurgulayan bir teferruatla anlatılmıştır Hz Peygamber (sas) Buhârî'den alınan bir hadisi şerif'te şöyle buyurmaktadır: "Ben kıyamette üç kişinin hasmıyım: Bana söz verip sonra sözünden dönen kimse; hür bir şahsı satıp, parasını yiyen ve bir işçiyi kiralayan, onu çalıştıran ve fakat ona ücretini ödemeyen kimse" (Buhârî, Büyû', 106, Icâre, 12, 15; Ibn Mâce, Ruhûn, 4)
Sermaye-emek çatışması Kapıtalist ülkelerde sürüp gitmektedir Son yirmi yıl içerisinde işveren ve işçi örgütleri ile birlikte grev ve lokavtlar da sayıca artmış ve yaygınlaşmıştır
Grev, emeğe daha iyi şartlar sağlamak amacıyla işi durdurma hakkıdır Böyle olunca, grev yalnız üretici ve tüketiciyi değil, işçileri de etkilemektedir Piyasada mal arzının düşmesinden ötürü fiyatlar artmakta; bu, tüketiciyi etkilemektedir Üretime ara verilmesine yol açtığı için üreticiyi de etkilemektedir Öte yandan grevden ötürü işi durdurmakla isçinin kendisi kayba uğramaktadır (Ayrıca bk Ecir, işçi maddeleri)
Grevin zıttı olan lokavt; işyerinin işçilerin alacakları kararlara baskı yapmak için, işveren tarafından kapatılması demektir Lokavtla üretim durmakta ve işsızlık sorunu baş göstermektedir Böylece grev ve lokavt sonucu, üretici ve tüketicinin çıkarları zedelenmekte ve bu durum, kestirilmesi güç bir çok sosyo-ekonomik tepkilerin ortaya çıkmasına yolaçmaktadır Emekle sermaye arasında uzun boylu bir uzlaşma sağlamak için birçok girişimler yapılmış, ne var ki, Kapıtalist sistem bu konuda sağlam bir sonuca varmakta başarısızlığa uğramıştır
Islâm toplumda sermayenin de, emeğin de varlığını tanımaktadır Bu konuda Kur'an ve Sünnet'te saptanan temel ilke şudur: Emekçi, işini bağlılıkla ve tüm kabıliyetlerini harcayarak yapacaktır işveren ise işçiye hizmetinin karşılığını tam olarak ödeyecektir Gerçekte Islâm, meseleye manevî bir yön vererek, sermaye ile emek arasında kopmaz bir barış kurmaktadır Bu husus, bugünkü emek-sermaye çatışmasının sebeplerini ve Islâmî emirleri analiz edince daha da aydınlanacaktır Ekonomik ve psikolojik etkenler, bu tür endüstriyel rahatsızlıklar ve tedirginlik doğurmaktadır (bk M A Mannan, Emek Sermaye ilişkisi, Istanbul 1972, s 199)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
İTİKÂD

Dini hükümler iki kısına ayrılır; fer'î amelî olanlar ve aslı; itikadi olanlar İkinci kısım dini hükümler inanç esasları ile ilgilidir Bu grup dinî inanışları isimleri anlatan itikat sonraları bu inançların bütününe ad olan akâid ile eş anlamlı kullanır olmuştur Kelimenin manası üzerine kelâm ve mantık ilmi çerçevesinde çeşitli ihtilaflar mevcuttur Ancak bu ihtilaflar aslı ilgilendiren meseleler değildir Şu kadarının bilinmesi yeterlidir: itikat; meşhur olan manası ile aklî kesin hükümdür Bu hüküm aklî olması dolayısı ile şüphe mahalli olabilir Meşhur olmayan ikinci tarife göre; kesin veya tercih edilen aklî bir hükümdür ilme istinat eder, şüphe götürmez Bu mana bazen yakını bilgi ile de açıklanır (bk Tehânevî, Keşşâf, II, 952)
İtikat terimi sonraki dönemlerde akâid ile eşanlamlı kullanıldığı için bütün inanç sistemlerini ifade eder Her ne kadar günümüzde teorik çerçeve içerisinde disiplin hâline gelmiş mezhepleri anlatmak için (özellikle kelâmî) mezheplere atfen kullanılmaktadır Hakikatte itikat daha geniş anlamları ihtiva eder En geniş anlamıyla itikat; kişinin Allah, insan ve kâinat hakkındaki tasavvur ve telakkilerini kapsayan, olaylara bakış tarzını etkileyen düşüncedir İslâm iman esasları bir müminin itikadı olduğu gibi Marksizm ve hümanizm de kendi mensuplarının itikadıdır (bk iman mad)
İslâm'da kelâmî mezhepler Maturidilik, Eşarilik ve Selefilik itikadı mezheplerdir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
İTİKÂF

Bir yerde bekleme, durma ve kendini orada hapsetme Akıl bâliğ veya temyiz kudretine sahip bir müslümanın beş vakit namaz kılınan bir mescitte ibadet niyetiyle bir süre durması anlamında bir fıkıh terimi
İtikâf, Kur'an ve sünnetle sabittir Kur'an'da Ramazan ayının gecelerinden söz edilirken; " Camilerde itikâfta iken de hanımlarınıza yaklaşmayın" (el-Bakara, 2/ 187) buyurulur Başka bir ayette itikâf ibadetinin daha önceki ümmetlerde de yapıldığına işaret edilir (bk el-Bakara, 2/125) Hz Peygamber'in özellikle Ramazan içinde ve Ramazanın son on gününde itikâf yaptığını bildiren çeşitli hadis-i şerifler vardır Hz Âîşe'nin şöyle dediği nakledilmiştir: "Resulullah (sas) Ramazan'ın son on gününde itikâf yaparlardı Bu durum vefat zamanına kadar bu şekilde devam etmiştir Daha sonra Hz Peygamber'in zevceleri itikâfı sürdürmüşlerdir" (Ahmed b Hanbel, Müsned, II, 67, 129; bk Buhârî, İ'tikâf, 1-18; Ezân, 12, 135; Hayz 10; Müslim, İ'tikâf, 1-6; Ebû Dâvud, Ramazân, 3; Savm, 77)
Ebu Hanife'ye göre içinde beş vakit namaz kılman her mescidde itikâfta bulunmak caizdir Ebu Hanife ve İmam Mâlik'e göre itikâfın nâfile olarak en azı bir gündür Ebû Yusuf en az süreyi, bir günün yarıdan çoğu olarak belirlerken İmam Muhammed itikâf için bir saati de yeterli bulur
Mesciddeki itikâf erkeklere mahsustur Kadınlar evde mescit edindikleri bir yerde itikâfta bulunabilir (ez-Zebîdî, Tecrîd-i«Sarîh, Terc Kamil Miras, Ankara 1984, VI, 323-326)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
İTIKAF ÜÇE AYRILIR:

a Vacip olan itikâf: Adak olan itikâf vaciptir Bu, en az bir gün olur ve gündüz oruçla geçirilir Hz Ömer, Resulullah (sas)'den, "Cahiliyye devrinde Mescid-i Haram'da bir gece itikâfta bulunmayı adamıştım; ne yapayım" diye sormuş Resulullah (sas); "Adağını yerine getir" buyurmuştur (Buhârı, i'tikâf, 16; Ahmed b Hanbel, ll, 10)
b- Sünnet olan itikâf: Ramazan'ın son on gününde itikâfa girmek sünnettir Hz Âîşe'nin rivayet ettiğine göre Hz Peygamber (sas) orucun farz kılınmasından ömrünün sonuna kadar Ramazan aylarının son on gününde itikâfa girmiştir (Ahmed b Hanbel, Müsned, II, 67, 129) Bir yerleşim merkezinde bulunan müslümanlardan birisi bu sünneti yerine getirirse, diğerleri üzerinden bu görev düşer Bu duruma göre, her yerleşim birimi için itikâf sünnet-i kifâye hükmündedir Bir kişinin bunu yapması o beldedeki diğer müslümanları sorumluluktan kurtardığı gibi Cenâb-ı Hakk'ın, itikâf yapanın ecrini diğer belde müslümanlarına da vereceği umulur
c- Müstehab (mendub) olan itikâf: Vacip ve sünnet olan itikâfların dışında itikâfa girmek müstehabdır Bunun belirli bir vakti yoktur Hatta mescide giren kimse çıkıncaya kadar itikâfa niyet ederse orada kaldığı sürece itikâfta sayılır Bu itikâfda oruç şart değildir Bazı müctehidlerin, itikâf süresinin bir saat bile olabileceği görüsünde bulunduklarını yukarıda zikretmiştik
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
İTİKÂFI BOZAN ŞEYLER

a- Cinsi ilişkide bulunmak Kur'an-ı Kerimde; "Mescidlerde itikafa çekildiğinizde kadınlarınıza yaklaşmayın " (el-Bakara, 2/187) buyurulur Öpmek ve kucaklamak gibi şeylerden dolayı inzal vaki olursa yine itikâf bozulur
b- Herhangi bir ihtiyaç yokken mescidden dışarı çıkmak
c- Bayılmak
İtikâfa giren kimse mescidden ancak şer'î, zaruri ve tabiî ihtiyaçları için çıkabılir
İtikâfa giren kimsenin bulunduğu mescidde cuma namazı kılınmıyorsa, cuma namazını kılmak üzere başka bir mescide gitmesi, küçük ve büyük abdest bozmak için mescidden dışarı çıkması tabiî bir ihtiyaçtır
İçerisinde bulunduğu mescidden zorla çıkarılması ya da şahsı ve eşyası hakkında korkusu sebebiyle başka bir mescide taşınmak için çıkması ise zarûrî ihtiyaç sebebiyle çıkıştır
Bunların dışında mescidden çıkmak itikâfı bozar İtikâfda olan kimsenin yemesi, içmesi, uyuması ve ihtiyacı olan şeyleri satın alması mescidde olur (bk İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, İstanbul 1984, II, 440 vd; ez-Zebîdî, age, VI, 323 vd; Mehmed Zihnî, Ni'met-i İslâm, İstanbul 1328, s 98 vd)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
İTİKÂFIN ŞARTLARI

1- Niyet; Niyetsiz itikâf olmaz Nezredilen itikâfda niyetin ayrıca dil ile ifade edilmesi gerekir
2- Mescid: Erkeğin, itikafı cemaatle beş vakit namaz kılman mescidde olmalıdır İtikâfın en faziletlisi Mescid-i Haram'da, sonra Mescid-i Nebevî'de ve sonra da Mescid-i Aksa'da olandır Diğer mescidlerdeki fazilet cemaatin çokluğuna göre değişir
3- Oruç: Daha önce de belirttiğimiz gibi vacip olan itikâf için oruç şarttır Sünnet itikâf Ramazan ayında olduğu için zaten oruçlu bulunma şart vardır
4- Temizlik: Kadınların hayız ve nifastan temiz olmaları gerekir Cünüplük oruca mani olmadığı gibi, itikafı da bozmaz itikâfa giren cami içinde iken ihtilâm olursa, dışarı çıkarak gusül abdesti alır ve yeniden itikâfa devam eder
tikâfta erginlik çağına gelmiş olmak şart değildir Bu nedenle mümeyyiz bir çocuğun itikâfı da geçerlidir
Kadının itikâfa girebilmesi için kocasının iznini alması şarttır
İtikâf sırasında kötü ve çirkin söz söylememek, Ramazanın son on gününü ve cemaatı kalabalık olan mescidi tercih etmek, itikâf günlerinde Kur'an, hadis, Allah'ı zikir ve ibadetle meşgul olmak ve temiz elbise giyip güzel kokular sürünmek itikâfın adabındandır
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
İTİKÂFTAKİ KADININ YEMEK PİŞİRMESİ
Kadın itikafta iken kocası için yemek pişirebilir mi?
Konunun anlaşılabilmesi için şu bilgileri hatırlamamız gerekir

1- Itikâfin mescidde yapılması şarttır Buna göre, eğer kadın evinin bir köşesini mescid edinmemişse onun itikâfi da sahih olmaz
2- Kadının itikâfı ancak kocanın izni ile sahih olur Kocası kendisine itikâf için izin verdikten sonra artık ona engel olamaz Çünkü zevceye verilen izin, onun menfaatlerini kendi mülküne vermek (temlik) demektir Kadının da mülk edinme ehliyeti bulunduğu için bundan dönülemez
3- Kadının itikâf adâması (böylece itikâfı kendisine vacip kılması) sahih ise de, bu adağını yerine getirmesi kocamın iznine bağlı bulunduğundan, izinsiz olarak itikâf adayan kadın kocası bundan engelleyebilir
4- Bir ay itikâfa izin veren kocanınzevcesi aralıksız itikâf yapmak istediğinde kocası ona parça parça itikâf yapmasını emredebilir
5- Itikâfa girenin yemesi, içmesi, uyuması, kendisi ya da çoluk çocuğu için muhtaç olduğu şeyi satın alması mescidde olur Bunlar için çıkarsa itikafı bozulur
6- Yukardaki biIgiler vacip olan(yani adanmış, nezredilmiş bulunan) itikâflar içindir Nafile itikâflarda hareket serbestisi biraz daha fazladır Buna göre kocası kendisine "yemesini pişirme" şartı ile, izin veren, ya da nafile itikâfa girerken bu niyetle girenkadın, çıkıp evinin yemeğini pişirebilir
7- Yalnız gündüzleri itikefa niyet etmek de sahih olduğu için, böyle niyet eden bir kadın da geceleri (oruç tutulmayan saatler) çıkıp ev işlerini yapabilir (Allah'u alem)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
İTLÂF (BAŞKASININ HAKKINA TECAVÜZ VE ÖDEME DURUMU)

Yok etme, helâk etme Bozmak ve tüketmek yakın anlamlı kelimelerdir Bir şeyi örfe göre kendisinden yararlanılır olmaktan çıkarmak anlamında bir İslâm hukuku terimi Meşhur İslâm hukukçusu el-Kâsânî (ö 5 87/ 1191) , suçları , insanlara veya hayvanlara ve eşyaya karşı işlenenler olmak üzere ikiye ayrılır Hayvan ve eşyaya karşı işlenenleri de gasb ve itlâf olmak üzere iki kısımda mütalaa eder (el-Kâsânı, Bedâyîu's-Sanâyi', VII, 164, 233)
İtlâf, tazmini gerekli kılan bir sebeptir Çünkü başkasının hakkına tecavüz ve ona zarar vermektir Ayette; "Kim sizin hakkınıza tecavüz ederse, siz de size yaptığı tecavüzün aynısıyla mukabele edin" (el-Bakara, 2/194) buyurulur Hz Peygamber de; "İslâm'da zarar ve zarara karşı zarar yoktur" buyurmuştur Gaspta bile tazmin gerekince, malı telefte öncelikle gerekir Çünkü bu, sırf hakka tecavüz ve zarar vermedir Hatta başkasının malına zarar vermenin kasten ve hata yoluyla olması, telef edenin büluğ çağına ulaşıp ulaşmaması, temyiz kudretine sahip olup olmaması arasında bir fark yoktur Bütün bu durumlarda tazmin gerektiği konusunda dört mezhebin görüş birliği vardır Hatta uyuyan veya akıl hastası olan da mala verdiği zarardan sorumludur (ibn Nüceym, el-Esbâh, ve'n-Nezâir, I, 77; İbn Rüşd Bidâyetü'l Müctehid, II, 404 vd; ibn Âbidîn, Reddu'l-Muhtâr, V, 378, 415)
Mal telefine dolaylı yoldan sebep olma İslâm hukukçuları arasında görüş ayrılığına neden olmuştur
Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf'a göre, kapı, pencere ve benzeri yerleri açık bırakarak malın çalınmasına sebep olan, bir hırsıza veya zalime yol göstererek veya hayvanın bağını çözerek mal telefine sebep olan kimse malı tazmin etmez Çünkü mücerred olarak kapıyı açık bırakma, hayvanı serbest bırakma vBulletin fiiller her zaman doğrudan telefe sebep olmadığı için bunlara bir hüküm gerekmez Mâlikî ve Hanbelilerde ise, bu kimseye tazmin gerekir Bir kabın ağzını açık bırakmanın yol açtığı telefte de aynı hüküm uygulanır (el-Kâsânî, age, VII, 166; İbn Kudâme, el-Muğnî, V, 280; eş-Şîrâzî el-Mühezzeb, I, 374, 375; ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletuh, V, 741, 743)
Acı bir haber vermekten veya hâkimin gebe bir kadını davet etmesi yüzünden can telefi meydana gelse tazmin gerekmez Çünkü sebep sonuç arasında bağlantı yoktur Mal sahibinin malının başından uzaklaştırılması telefe yol açmışsa, eğer mal menkulse tazmin gerekir; gayrimenkulse gerekmez İmam Muhammed'e göre ise, gayrimenkullerde de gasp ve telef hükümleri uygulanır (İbn Kudâme, el-Muğnî, V, 223, VII, 834; eş-Şîrâzî, el-Mühezzeb, II, 192)
İtlâfta tazminin gerekmesi için şu şartların bulunması aranır:
l) Telef edilen şey mal olması gerekir Bu yüzden ölü hayvanın, deri ve kanın, âdı toprağın tahrip edilmesi tazmini gerektirmez Çünkü bunlar şer'an ve örfen mal değildir
2) Malın, sahibine göre mütekavvim sayılması icab eder Mütekavvim mal; darda kalmaksızın kendisinden yararlanmanın şer'an mübah olduğu maldır Bu sebeple, müslümana ait şarap veya domuzun telefi hâlinde tazmin gerekmez Telef edenin müslüman veya zimmî olması sonucu etkilemez Çünkü bunlar müslüman hakkında mütekavvim malı değildir Gayri müslime ait şarap veya domuza gelince; bunları telef eden müslüman olsun, başkası olsun tazmin eder
3) Telefin devamlı bir zarar oluşturması gerekir Mal eski hâline getirilebilirse tazmin gerekmez
4) Telef edenin tazminin vücûbuna ehil olması gerekir Meselâ, bir kimse kendi malını telef etse bir şey gerekmez
5) Tazminden bir yarar olmalıdır Harbînin malını telefte müslümana ve dâru'l-harpte müslümanın malını telefte harbı üzerine tazmin gerekmez Çünkü bir belde hâkiminin, hükümlerini başka bir belde halkı üzerinde infaz etme yetki ve velayeti yoktur Harbînin malı İslâm nazarında mübahtır Bunu alan kimse gaspçı sayılmaz Âdil, bâğinin (âsî); bâği, adilin malını tahrip etse tazmin gerekmez Çünkü bunların birbiri üzerinde velâyet ve hükmetme yetkileri yoktur
Başkasının malını dolaylı yoldan (tesebbüben) telefte tazminatın gerekmesi için telefin; hakka tecavüz yoluyla veya kasıtla olması gerekir Meselâ, umumî yolda idarecilerden izinsiz bir çukur kazan ve çevresinde gerekli tedbirleri almayan kimse, bu kuyuya düşüp ölen bir hayvanı tazmin eder Komşu arazının suyunu kesen ve mahsulün kurumasına sebep olan kimse de bunu öder Ayrıca sebebin, sonucu, âdetlere göre araya başka bir sebep girmeksizin meydana getirmesi gerekir Meselâ, izinsiz umumî yol üzerinde kazılan bir kuyuya bir hayranı üçüncü bir şahıs itse ve ölümüne sebep olsa, hayvanı, kuyuyu kazanın değil, onu o kuyuya itenin tazmin etmesi gerekir Bir malın zaruret halinde tahribi veya tüketilmesi tazmine engel teşkil etmez Telefte tazmin gaspta tazmin gibidir Yani mal mislî ise misliyle; kıymeti ise kıymetiyle tazmin edilir (es-Serahsî, age, II, 53; el-Kâsânî, age, VII, 155, 157, 167 vd; eş-Sevkânî, Neylü'l-Evtâr, V, 329 vd; ez-Zühayli, el-Fıkhu'l-İslâm; ve Edilletüh, V, 745, 750)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
İVAZ( KARŞILIK OLARAK VERİLEN ŞEY)

Bedel, karşılık, yerine geçen, satım veya mali konudaki başka bir akitte, taraflardan birisinin taahhüdüne karşılık, diğer tarafın vermek veya yapmak yükümlülüğünde olduğu şeyleri ifade eden bir İslâm hukuku terimi Çoğulu "a'vaz" dır Bir akit iki tarafa borç yüklüyorsa, buna "ivazlı akit" denir Satım, kira ve sulh akdi gibi Taraflardan birisine borç yüklüyor, diğer taraf borç yükü altına girmiyorsa, buna da "ivazsız (bilâ ivaz) akit" denir Hibe, vasiyet, âriyet gibi
Bir satım akdinde satıcı malı vermeyi borçlanırken, alıcı da, bu malın bedeli olan parayı ödemeyi üstlenmektedir Burada mal ve bunun bedeli olan para karşılıklı ivaz'lardır Hibe akdinde ise bir taraf, meselâ bir gayrimenkulünü karşı tarafa bağışlarken bir bedel talep etmediği için, akit ivaz'sız olarak yapılmaktadır
Hibe akdi gerek İslâm hukukunda ve gerekse beşerî hukuklarda, kural olarak; bir mal veya ekonomik değeri olan bir şeyin karşılıksız ve meccânen temlikidir (Mecelle, mad 833, 838; Türk BK m 231/1; Velidedeoğlu, Türk Medenî Hukuku, İstanbul 1950, l, 39)
Ancak bu kuralın istisnası olarak, hibe edilenin kıymetine eşit veya daha fazla olmamak şartıyla ivaz'lı hibe de mümkün ve caiz görülmüştür Çünkü günlük hayatta bağış yapılırken bazı şart ve yükümlülüklerin konulması veya küçük de olsa bir bedelin alınması bağışlayan için önemli olabilmektedir Çok değerli bir gayrimenkulü "ölünceye kadar kendisine bakmak şartıyla bağışlamak" veya yüzmilyon lira değerindeki dairesini alıcıya yardım etmek amacıyla onmilyona satmak gibi
Hanefîlere göre, ivazlı hibe, başlangıcı bakımından hibe ise de, sonucu itibarıyla satım akdinden ibarettir Bu yüzden de caizdir Hatta İmam Züfer'e göre bu çeşit hibe doğrudan satım akdi niteliğindedir (es-Serahsî, el-Mebsût, Kahire 1324-1331, XII, 79; Sahnûn, el-Müdevvene, Kahire 1323-1324, XV, 79)
Şafiî ve Mâlikîlere göre de ivazlı hibe, satım akdi niteliğinde olup, taraflar için seçim hakkı bile doğurur (Mâlik, el-Muvatta', II, 128; Sahnûn, age, XV, 79)
İvazlı hibenin caiz olduğunu gösteren deliller hadis ve sahabe kavlidir Abdullah b Abbas'tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hz Peygamber'e birisi bir deve hibe etmiş, O da karşılığında bir ödemede bulunduktan sonra, o kimseye razı oldun mu? diye sormuş, o şahıs, hayır, deyince, Hz Peygamber, onu razı edinceye kadar, karşılık olan ivazı arttırmaya devam etmiştir (Ahmed b Hanbel, Müsned, I, 295; Abdurrazzâk, el-Musannef, IX, 105) Hz Ömer de şöyle demiştir: "Yaptığı hibenin karşılığını bekleyen kimseye, ya bağışladığı şey geri verilmelidir, ya da karşılığı olan bir ıvaz ödenmelidir" (Abdurrazzâk, age, IX, 105)
Mecelle'nin 855 nci maddesinde; "İvaz şartı ile hibe sahih ve şart muteberdir" hükmü yer alır Bu madde için şöyle bir örnek verilir: Bir kimse, mülkü olan bir akarı, ölünceye kadar kendisine bakmak şartıyla, birisine hibe ve teslim etse, bağışlanan bağışlayanı bakmaya razı iken, bağışlayan pişman olup, hibesinden vazgeçmekle o akarı geri alamaz Burada borçlanma karşılıklı olduğu için, tek yanlı irade beyanıyla akdin bozulamayacağı belirtilmiştir
Hibede, şart koşulan ivaz muayyen ve belirli olmadığı taktirde hibe akdi sahih, şart fâsit olur (ÖN Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve İstilâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, İstanbul 1949-1952, IV, 111) Şafiîler'e göre, şart koşulan ivaz belirli ise akit sahih ve satım akdi niteliğinde olur ivaz şart koşulmuş fakat belirsiz bırakılmışsa akit batıl olur (Sâf î, el-Ümm, Mısır 1321-1325, VII, 105; Nevevî, Minhâcü't-Tâlibîn, Mısır, ty, s 72)
Türk Borçlar Hukukunda da, şartlı, mükellefiyetli veya küçük bir bedel karşılığında yapılacak "ivazlı hibe" geçerli sayılmıştır Hibenin tarifinde yer alan; "bağışlamanın mukabıl bir ivaz taahhüt edilmeksizin yapılması gerekeceği" ifadeleri, genel kurallarla ilgilidir (bk mad 244/1) İvazlı hibe, kuralın istisnasıdır Diğer yandan satım akdi ile ivazlı hibe arasında hükümleri ve sonuçları bakımından birtakım farklılıklar vardır (bk AbdulKadir Şener, İslâm Hukukunda Hibe, Ankara 1984, s 60-61)
Hanefîlere göre prensip olarak hibeden vazgeçmek caiz görülürken, yedi durumda artık bunun mümkün olmayacağı esası benimsenmiştir Hibe edilen şey karşılığında bir ivazın verilmiş olması ve bağışlayanın da bu ivazı kabzetmiş bulunması rucûa engeldir (Diğer rucû engelleri için bk Ebû Yusuf, el-Asâr, Kahire 1355, s 163 vd; el-Kâsânî, Bedâyîu's-Sanâyi', Mısır 1327-1328, VI, 128-134; Mehmed Mevkufâtî, Mevkufât, Mülteka Tercemesi, İstanbul 1312- 1315, II, 138)
 
Üst Alt