TEFSİR İBRÂHÎM Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
İBRÂHÎM SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

İbrahim Suresi 41. Ayet
İbrahim Suresi 41. Ayet
İbrahim Sûresi Hakkında

İbrâhim sûresi Mekke’de inmiştir. 52 âyettir. Sûre ismini, 35-41. âyetlerde bir kısım dua ve niyazlarına yer verilen Hz. İbrâhim’den alır. Mushaf tertîbine göre 14, nüzûl sırasına göre 72. sûredir.

İbrahim Sûresi Konusu

Kur’ân-ı Kerîm’in inzâl edilişinin hikmet ve hedefine yer verilerek başlayan sûrede ağırlıklı olarak Resûlullah (s.a.s.)’in davetini kabul etmeyen, ona karşı aşırı düşmanlık sergileyen, onu tebliğ vazifesinde başarısızlığa uğratmak için pek çok tuzaklar kuran kâfirlere büyük bir ikaz yapılmaktadır. Gittikleri yolun yanlış olduğu, bu şekilde kurtuluşa ermelerinin mümkün olmadığı ve bu yolun sonunun saptırdıkları insanlarla beraber cehenneme gitmek olduğu hatırlatılmaktadır. Kurtuluş için şeytanın iğvâlarını terk ederek, hiçbir zaman değişmesi mümkün olmayan “kavl-i sâbit”e yani tevhid inancına dönülmeli, bütün isim ve sıfatlarıyla Allah’ı tanıyıp O’na kul olmalı; hiçbir dostluğun ve alışverişin olmadığı âhiret gününe hazırlık yapılmalıdır. Bu hususta en güzel misal, bütün varlığını Allah’a teslim eden, şirki terk edip tevhide ermede; kendisinin, zürriyetinin ve bütün insanlığın ebedi hayatını kurtarmak için gayret göstermede numûne-i imtisâl olan Hz. İbrâhim’dir. Kullukta onu örnek alarak, yerin başka yerle, göklerin başka göklerle değiştirileceği, mücrimlerin çok feci bir cezaya çarptırılacağı ve herkesin yaptığına göre karşılık bulacağı o büyük güne eli boş gidilmemelidir.

İbrahim Sûresi Nuzül

Mushaftaki sıralamada on dördüncü, iniş sırasına göre yetmiş ikinci sûredir. Nûh sûresinden sonra, Enbiyâ sûresinden önce nâzil olmuştur. Müfessirlerin çoğunluğuna göre sûrenin tamamı Mekke döneminde inmiştir; 28 ve 29. âyetlerin Medine döneminde Bedir Savaşı’na katılan müşrikler hakkında indiğine dair rivayetler de vardır (Taberî, XIII, 219-223).

İBRÂHÎM SURESİ TEFSİRİ


1. Elif. Lâm. Râ. İşte bu, insanları Rablerinin izniyle her türlü küfür ve cehâlet karanlıklarından iman ve İslâm’ın aydınlığa çıkarman, karşı konulamaz kudret sahibi ve övülmeye lâyık olan Allah’ın yoluna ulaştırman için sana indirdiğimiz bir kitaptır.

2. O Allah ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Uğrayacakları pek şiddetli bir azaptan dolayı vay o kâfirlerin hâline!


Kur’ân-ı Kerîm’in indirilişinin hikmeti, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarmaktır. “Karanlıklar”dan maksat; küfür, şirk, cehâlet, isyan ve günah karanlıklarıdır. “Aydınlık”tan maksat ise iman, hidâyet ve hayırlı amel aydınlığıdır. Karanlığın çoğul gelmesi küfür, sapıklık ve cehâlet yollarının pek çok olduğunu; aydınlığın tekil gelmesi ise iman ve hidâyet yolunun tek olduğunu gösterir. Nitekim âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Gerçeğin ötesinde sapıklıktan başka ne vardır?” (Yûnus 10/32)

“Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur, öyleyse ona uyun. Başka yollara uymayın ki, o yollar sizi grup grup parçalayarak Allah’a giden yoldan ayırmasın.” (En‘âm 6/153)

Dini tebliğ eden Peygamber (s.a.s.) bile olsa, kendiliğinden kimseyi doğru yola erdirmesi mümkün değildir. Bu hususta da Allah’ın izni şarttır. O’nun izni olmadan ne bir yaprak kıpırdayabilir, ne bir kelebek kanadını çırpabilir. Her şey O’nun kudret ve iradesiyle gerçekleşir. Çünkü nûr onun, o nûra davet eden peygamber de O’nundur. Göklerde ve yerde bulunan her şey O’nun, tüm kâinatta bütün saltanat ve ilâhlık da O’nundur.

Her şeyin tek sahibi olan Allah Teâlâ, Kur’an’ın davetiyle karanlıklardan aydınlığa çıkan mü’minleri müjdelerken, bu davete kulaklarını tıkayan kâfirleri şiddetli bir azapla tehdit eder:

3. Onlar, dünya hayatını sevip âhiret hayatına tercih ederler. İnsanları Allah yolundan uzaklaştırmaya ve o dosdoğru yolu eğri büğrü göstermeye çalışırlar. İşte onlar pek derin bir sapıklık içindedirler.

Hakkı inkâr edenlerin ve Kur’an nûrunu örtmek isteyenlerin burada üç büyük vasfına dikkat çekilir:

Dünya hayatını, dünya zevk ve eğlencelerini aşırı severler. Öyle ki bu sevgi onlara âhireti tamamen unutturur. Menfaat arzuları sadece dünya hayatıyla sınırlıdır; âhiret hayatına hiç ehemmiyet vermezler. Hatta dünyadaki geçici zevk, eğlence ve rahatlıkları için âhirette her türlü cezayı çekmeye hazırdırlar. Bu sebeple dünyada en küçük bir zevki bile feda etmeye dayanamazlar. Âhirette elde edecekleri nimetler karşılığında, bu dünyada hiçbir tehlikeye katlanamaz ve hiçbir fedakârlığa razı olmazlar. Onlar ne zaman dünya ile âhiret arasında bir ikileme düşseler, her defasında dünyaya karşılık âhiret hayatını fedâ eder, dünyayı tercih ederler.

Bu tercihleri ile kendileri Allah yolundan uzaklaştıkları gibi, şeytânî telkin ve ifsatlarıyla başkalarının da o yola girmesine engel olurlar.

Çeşitli şüpheler ortaya atarak, her türlü hîle ve desiseye baş vurarak Allah’ın dosdoğru yolunu eğriltmeye, çirkin göstermeye çalışırlar. Kendileri doğruluktan hoşlanmadıkları gibi, düzenbazlıkla Allah’ın yolunu, kendi arzularına uydurmak için çaba sarf ederler.

Bu tavır ve davranışları onların, hidâyete dönüşü zor pek uzak ve derin bir sapıklık içine düştüklerinin açık bir belgesidir.

Böyle derin sapıklık içinde boğulup giden insanları bu dalalet bataklığından kurtarmak için, onlara anlayabilecekleri dilden hitap edecek tebliğcilere ihtiyaç vardır. Bu sebeple buyruluyor ki:

4. Biz her bir peygamberi, dinî emir ve yasakları onlara en güzel şekilde anlatmaları için kendi kavminin diliyle gönderdik. Artık Allah dilediğinin doğru yoldan sapmasına fırsat verir, dilediğini de doğru yola erdirir. O, karşı konulamaz kudret sahibi, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.

Tebliğin açık ve anlaşılır bir dille yapılabilmesi, diğer taraftan insanların daveti anlayamama gibi bir bahanelerinin olmaması için her peygambere vahiy, gönderildiği kavmin diliyle indirilmiştir. Sırf mûcize olsun diye herhangi bir peygamberin yabancı bir dille kavmine gönderildiği vâki değildir. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın murâdı, genel mânada hârikulâde ve alışık olunmayan şeyler gösterip insanların meraklarını gidermek değil, daha çok davetin anlaşılmasını ve bu vesileyle insanların doğru yola ulaşmasını kolaylaştırmaktır. Bu hikmete binâendir ki O, her topluma, o toplumun dilini bilen bir peygamber aracılığıyla davetini ulaştırmıştır. Buna rağmen yine de herkes, davetin muhtevasını anladıkları halde, hidâyete erememiştir. Bu noktada, Azîz ve Hakîm olan Allah’ın küllî iradesine hem de kulların cüz’î irade ve yaptıklarına bağlı olan büyük bir kader sırrı gizlidir.

İşte size o peygamberlerden ibretli bir misal:

5. Nitekim Mûsâ’yı: “Kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar ve onlara Allah’ın nimet ve felâket günlerini hatırlat” diye âyetlerimizle gönderdik. Hiç şüphesiz bunda, çok sabreden ve çok şükreden kimseler için nice ibretler, nice dersler vardır.

اَيَّامُ اللّٰهِ (eyyâmullâh), “Allah’ın günleri” demektir. Bununla İsrâiloğulları’nın başına gelen acı veya tatlı önemli hâdiseler kastedilir. Bunlar, Firavun’un zorbalığı altında geçen sıkıntı ve mihnet günleri ile; yine üzerlerine bıldırcın eti ve kudret helvasının indirildiği, denizin yarıldığı ve bulutun üstlerine gölgelik yapıldığı nimet ve ferahlık günleridir. Nitekim Arapların belli başlı hâdiselerini bildirmek üzere de أَيَّامُ الْعَرَبُ (eyyâmü’l-Arab) tabiri kullanılır.

Buna göre “Allah’ın günleri”nin hatırlatılmasında hem uyarma hem müjdeleme, hem kötü bir sonla korkutma hem de hayırlı bir âkıbet ile ümitlendirme vardır. Allah’ın hususi bir şekilde vuku bulan kahır, öfke ve helak tecellileri korkutmakta; nimet, lutuf ve ihsan tecellileri ise ümit vermektedir. Bunlarda birincisi sabrı hatırlatırken, diğeri de şükrü akla getirmektedir. Dolayısıyla bu büyük olayların hatırlatılmasında herkes için ibretler bulunmakla beraber özellikle çok sabreden ve çok şükredenler için daha mühim dersler, daha ince hikmetler yer almaktadır. Mü’min her ânında bu iki durumdan biri üzere olmalıdır. Eğer zaman gönlüne ve arzusuna uygun geçiyorsa şükürle meşgul olmalı; eğer işler arzu ettiği istikamette gitmiyorsa sabra sarılmalıdır. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.): “İman iki yarımdan oluşur: Bunun yarısı sabır, yarısı şükürdür” buyurur. (Beyhaki, Şuabu’l-İman, VII, 123)

Bu sebeple buyruluyor ki:

6. O zaman Mûsâ kavmine şöyle demişti: “Allah’ın, üzerinizde bulunan nimetlerini hatırlayın! Hani o sizi, size azabın en kötüsünü revâ gören; oğullarınızı boğazlayan, kadın ve kızlarınızı kötülük yapmak için sağ bırakan Firavun hânedânından kurtarmıştı. Bunda da size Rabbinizden büyük bir belâ ve imtihan vardı.”

اَيَّامُ اللّٰهِ (eyyâmullâh), “Allah’ın günleri” demektir. Bununla İsrâiloğulları’nın başına gelen acı veya tatlı önemli hâdiseler kastedilir. Bunlar, Firavun’un zorbalığı altında geçen sıkıntı ve mihnet günleri ile; yine üzerlerine bıldırcın eti ve kudret helvasının indirildiği, denizin yarıldığı ve bulutun üstlerine gölgelik yapıldığı nimet ve ferahlık günleridir. Nitekim Arapların belli başlı hâdiselerini bildirmek üzere de أَيَّامُ الْعَرَبُ (eyyâmü’l-Arab) tabiri kullanılır.

Buna göre “Allah’ın günleri”nin hatırlatılmasında hem uyarma hem müjdeleme, hem kötü bir sonla korkutma hem de hayırlı bir âkıbet ile ümitlendirme vardır. Allah’ın hususi bir şekilde vuku bulan kahır, öfke ve helak tecellileri korkutmakta; nimet, lutuf ve ihsan tecellileri ise ümit vermektedir. Bunlarda birincisi sabrı hatırlatırken, diğeri de şükrü akla getirmektedir. Dolayısıyla bu büyük olayların hatırlatılmasında herkes için ibretler bulunmakla beraber özellikle çok sabreden ve çok şükredenler için daha mühim dersler, daha ince hikmetler yer almaktadır. Mü’min her ânında bu iki durumdan biri üzere olmalıdır. Eğer zaman gönlüne ve arzusuna uygun geçiyorsa şükürle meşgul olmalı; eğer işler arzu ettiği istikamette gitmiyorsa sabra sarılmalıdır. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.): “İman iki yarımdan oluşur: Bunun yarısı sabır, yarısı şükürdür” buyurur. (Beyhaki, Şuabu’l-İman, VII, 123)

Bu sebeple buyruluyor ki:

7. “Hani Rabbiniz size: «Şâyet şükrederseniz size olan nimetlerimi artırır da artırırım. Yok eğer nankörlük ederseniz, şunu bilin ki benim azabım çok şiddetlidir» buyurmuştu.”

8. Mûsâ devamla: “Siz ve yeryüzünde bulunan herkes birlikte Allah’a nankörlük etseniz bile bunun Allah’a bir zararı olmaz. Çünkü Allah’ın hiç kimseye, hiçbir şeye ihtiyacı yoktur ve her türlü övgüye lâyıktır” demişti.


Şükür, nimet vereni tanımak, ona saygı duymak ve verilen nimeti, o nimetin yaratılış gayesi ve veriliş hikmeti istikâmetinde kullanmaktır. Malın şükrü muhtaçlara yardım etmek, ilmin şükrü bunu bilmeyenlere öğretmek ve insanların faydasına kullanmak, sıhhatin şükrü ise ibâdet ve hizmet etmektir.

Allah Teâlâ’nın kuluna nimeti iki türlüdür: Maddî nimetler, manevî nimetler. Bu nimetlerin her birine, kendilerine münasip bir tarzda şükretmek gerekir. Şükredildiği nispette de bu nimetlerin artacağı müjdesi verilmektedir. Nankörlüğün ise nimetlerin elden gitmesine ve azabın gelmesine sebep olacağı ikazı yapılmaktadır.

Ebû Ali Cürcânî şöyle der: “İslâm nimetine şükrederseniz buna ilâve olarak imanı veririm. İman üzere bana hamdederseniz buna ilâveten ihsânı veririm. Buna şükrederseniz mârifeti veririm. Mârifete şükrederseniz sizi vuslat makamına eriştiririm. Buna şükrederseniz sizi kurbiyet derecesine eriştiririm. Bu nimete de şükretmeniz sebebiyle sizi üns ve müşâhede halvetgâhına ulaştırırım. Bu ifadelerden anlaşılmaktadır ki şükür, terakkînin merdiveni ve manevî derecelere yükselmenin vâsıtasıdır.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, IV, 512)

Şu altı şeyden nasibi olan kişi, şu altı şeyden mahrum kalmaz:

Şükürden nasibi olan nimetin artmasından mahrum kalmaz. Çünkü Allah Teâlâ: “Şâyet şükrederseniz, size olan nimetlerimi artırır da artırırım” (İbrâhim 14/7) buyurur.
Sabırdan nasibi olan sevaptan mahrum kalmaz. Çünkü Allah: “Ancak hakkiyle sabredenlere mükâfatları hesapsız bir tarzda ödenecektir” (Zümer 39/10) buyurur.
Tevbeden nasibi olan tevbesinin kabul edilmesinden mahrum kalmaz. Nitekim: “Allah, kullarının tevbesini kabul eder” (Şûra 42/25) buyrulur.
İstiğfardan nasibi olan bağışlanmaktan mahrum kalmaz. Zira “Rabbinizden bağışlanma dileyin! Çünkü O, günahları çokça bağışlayıcıdır” (Nûh 71/10) buyrulur.
Duadan nasibi olan duasına icâbetten mahrum bırakılmaz. Çünkü Cenâb-ı Hak: “Bana dua edin, size cevap vereyim” (Mümin 40/60) buyurmaktadır.
İnfaktan nasibi olan, infak ettiklerinin yerine daha iyilerinin gelmesinden mahrum olmaz. Çünkü, “Şunu bilin ki, hayır yolunda ne harcarsanız, Allah onun yerine yenisini verir” (Sebe’ 34/39) buyrulmaktadır.

Allah Teâlâ hiçbir şeye olmadığını bir hadis-i kudsîde şöyle haber verir:

“Kullarım! Öncekileriniz, sonrakileriniz, insanlarınız, cinleriniz en müttakî bir kişinin kalbi ve duygusuna sahip olsalar, bu benim mülkümde herhangi bir şey artırmaz. Kullarım! Öncekileriniz, sonrakileriniz, insanlarınız, cinleriniz, en günahkâr bir kişinin kalbi ve duygusuna sahip olsalar, bu benim mülkümden en küçük bir şey eksiltmez. Kullarım! Öncekileriniz, sonrakileriniz, insanlarınız, cinleriniz bir yerde toplanıp benden istekte bulunacak olsalar, ben de her birine istediğini versem, bu benim mülkümden ancak, iğne denize daldırılıp çıkarıldığında denizden ne kadar eksiltebilirse işte o kadar azaltır.” Müslim, Birr 55)

Şâir de bu mânaları şöyle terennüm eder:

Darr ü nef’-i küfr ü dîn olur âid sana
Sâni’-i âlem ganîdir küfr ü dîninden senin.”
(Münîb, Hoca Mustafa)

“Senin Allah’a iman edişin de, iman etmeyip küfür ve nankörlük içinde bulunuşun da hep sana ait bir meseledir. Yoksa Allah, senin iman veya küfrüne karşı mutlak sûrette müstağnîdir. Ne imanına ihtiyacı vardır, ne de küfründen bir zarar görür.”

O halde ey insanlar! Gönül dünyanızı saran gaflet perdelerini yırtıp, kalpleri yerinden sarsan şu dehşetli uyarılara kulak verin:

9. Sizden önceki Nûh kavminin, Âd ve Semûd’un ve onlardan sonra gelenlerin haberi size ulaşmadı mı? Onların hâlini ve başlarına geleni gerçek mânada ancak Allah bilir. Peygamberleri onlara apaçık deliller getirmiş, fakat onlar ellerini ağızlarına götürüp: “Biz sizinle gönderilen dîni kesinlikle inkâr ediyoruz. Çünkü biz, bize yaptığınız dâvetin doğruluğu konusunda derin bir şüphe içindeyiz” dediler.

Hz. Âdem’den Peygamberimiz (s.a.s.)’e kadar pek çok millet ve nesil gelip geçmiştir. Bunların bir kısmı Kur’ân-ı Kerîm’de hülasa olarak anlatılır. Kur’ân-ı Kerîm’de ismi zikredilmeyen nice kavimler ve peygamberler de vardır. Nitekim âyet-i kerîmede: “Biz senden önce de nice peygamberler gönderdik. Onların bazısından sana bahsettik, bazısından ise bahsetmedik” (Mü’min 40/78) buyrulur. İşte, ister bahsedilmiş ister bahsedilmemiş olsun, bunların kim olduklarını, ne zaman yaşadıklarını, ömürlerini, sayılarını, ne yaptıklarını tam olarak ancak Allah Teâlâ bilir.

Peygamberlerle inkârcı kavimleri arasında karşılıklı konuşma devam ederken meydana gelen “Ellerin ağızlara götürülmesi” (İbrâhim 14/9) hareketi hakkında şu izahlar yapılabilir:

Birincisi; her iki zamirin de kâfirlere ait olmasına göre:

› Kâfirler, peygamberleri görmelerinden ve onların sözlerini işitmelerinden dolayı ortaya çıkan kin, nefret ve sıkıntılarından dolayı ellerini ağızlarına götürüp ısırmışlardır. Bunun bir benzeri de “Münafıklar, size olan kin ve düşmanlıkları yüzünden parmaklarını ısırırlar” (Âl-i İmrân 3/119) âyetidir.

› Onlar, peygamberlerin sözlerini işittikleri zaman buna şaşakaldılar, alay edip gülüştüler. İşte bu esnada gülmekten kırılan ve elini ağzına götüren kimsenin yaptığı gibi, ellerini ağızlarına götürmüşlerdir.

Onlar, bununla, peygamberlere, söyledikleri sözden geri durmaları ve bunu söylememelerini işaret etmek için ellerini ağızlarına götürmüşler, yani “sus” demek istemişlerdir.

İkincisi; her iki zamirin de peygamberlere raci olmasına göre:

Kâfirler, peygamberlerin ellerini tutup, onları susturmak ve sözlerini kesmek için, ağızlarına koymuşlardır. Yahut peygamberler, o kâfirlerden tamamen ümit kesince, susmuşlar ve ellerini ağızlarına koymuşlardır.

Üçüncüsü; “el”deki zamirin kâfirlere, “ağız”daki zamirin ise peygamberlere râci olmasına göre:

Kâfirler, peygamberlerin nasihat ve öğütlerini işittikleri zaman, onları yalanlayıp reddetmek gayesiyle, “Kes sesini, yeter artık!” dercesine elleriyle peygamberlerin ağızlarını göstermişlerdir. Yahut peygamberlerin konuşmalarını engellemek için, ellerini onların ağızlarına kapamışlardır. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XIX, 70-71)

Onların bu inkarları ve fiilî müdahaleye varan azgınlıklarına rağmen:

10. Peygamberleri onlara şöyle dedi: “Hiç gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah hakkında şüphe edilir mi? O sizi kendine imana çağırıyor ki, böylece günahlarınızı bağışlasın ve içinde bulunduğunuz helâkinizi gerektiren kötü durumdan sizi kurtarıp, belirli bir vakte kadar size süre tanısın.” Onlar da şu karşılığı verdiler: “Siz de ancak bizim gibi insanlarsınız. Bizi atalarımızın tapa geldikleri şeylerden uzaklaştırmak istiyorsunuz. Öyleyse bize apaçık bir delil getirin!”

Göklerle yerin yoktan yaratılması, onların bir nizam ve âhenk içinde devam etmesi, bunları yaratan ve idâre eden sonsuz ilim, hikmet ve kudret sahibi birinin varlığına apaçık bir delildir. Varlığı ve birliği bu kadar zâhir olan Allah hakkında şüphe etmek nasıl doğru olabilir?
Bir gün İmam-ı Azam (r.h.) mescitte otururken bir grup zındık gelerek onu öldürmek istediler. İmam onlara şöyle dedi:
“–Bir sorum var, ona cevap verin. Ondan sonra isterseniz zulüm kılıcına su verin”. Zındıklar:
“–Mesele nedir?” diye sordular. İmam:
“–Ben, denizin üzerinde yükünü almış giden bir gemi gördüm. Öylece gidiyor, fakat üzerinde ne kaptan ne de gemiciler var” dedi. Zındıklar:
“–Bu imkânsızdır. Çünkü kaptan ve gemiciler olmadan geminin düzgün gitmesi mümkün değildir” dediler. Bunun üzerine İmam:
“–Sübhânallah, cümle felekler ve yıldızlar, ulvî ve süflî âlemin nizamının seyir ve hareketi, bir geminin seyir ve hareketinden daha hayret verici değil midir?” dedi.
Bunun üzerine hepsi sus pus oldular, çoğu da İslâm’la şereflendi. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, IV, 516)
İlâhî buyrukların tebliğiyle görevli peygamberlerin şüphesiz belli yetkileri vardır. Ama bunlar rastgele ve sınırsız değildir:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
11. Peygamberleri onlara şunu söyledi: “Evet, biz de ancak sizin gibi insanlarız. Fakat Allah, kullarından dileğine peygamberlik gibi özel ihsânda bulunur. Şunu bilin ki, Allah izin vermedikçe size herhangi bir delil, bir mûcize getirmemiz mümkün değildir. Mü’minler sadece Allah’a dayanıp güvenmelidirler!”

12. “Hem bize yürüyeceğimiz doğru yollarımızı Allah göstermişken niçin O’na dayanıp güvenmeyelim ki? Bize çektirdiğiniz her türlü ezâ ve cefâya elbette sabredip katlanacağız. Zâten tevekkül sahiplerine de düşen, yalnız Allah’a dayanıp güvenmektir.”


Peygamberler yeme, içme, evlenme gibi beşeri durumlar bakımından diğer insanlar gibidirler. Fakat Allah Teâlâ onlara peygamberlik ve vahiy nimetini ihsan etmiştir. Peygamberlik vehbîdir; kesbî değildir. O, çalışılarak elde edilmez. Ancak Allah, dilediği kullarını bu vazifeye seçer. İsmet sıfatına sahip olan peygamberler, Allah’tan gelen tâlimatlara tam olarak itaat etmekle memurdurlar. Cenâb-ı Hak onlara iman, ilâhî mârifet ve muhabbet yollarını göstermiştir. Allah’ın müsaadesiyle o yollardan Hakk’a doğru yürürler, kendilerine tâbi olanları da o yollardan yürütürler. Ancak din adına kendiliklerinden hiçbir şey yapmazlar. Allah’ın izni olmadan ne bir âyet getirebilirler, ne de bir mûcize gösterebilirler. Allah’ın dinini tebliğ ederken de karşılaştıkları sıkıntı ve eziyetlere sabreder ve yalnızca Allah’a tevekkül ederler.

Tevekkül, işi bütün işlerin sahibine havâle etmek, O’na bel bağlamak, dayanıp güvenmek; bir sıkıntıyla karşılaştığında onu Allah’a isyan sayılacak bir şeyle savmaya çalışmamaktır. Bu sebeple zor durumdaki bir insanın, meşrû ölçüler içerisinde başkasından yardım talebinde bulunması tevekkül sınırlarını aşmaz.

İslâm davetinin hızla yayıldığını görerek telaşa kapılan, inanan insanların kendi yerlerini alarak kurdukları sistemin yıkılacağını, böylece alışa geldikleri lüks ve refah dolu hayatın sona ereceğini bilen kâfirler şu tehditleri savurdular:

13. Kâfirler peygamberlerine: “Ya bizim dinimize dönersiniz, ya da biz sizi kesinlikle ülkemizden sürüp çıkarırız” dediler. Bunun üzerine Rableri o peygamberlere şöyle vahyetti: “O zâlimleri mutlaka helâk edeceğiz.”

14. “Onların ardından o ülkeye elbette sizi yerleştireceğiz. Bu müjde, benim huzurumda durup hesap vermekten korkan ve tehdidimden çekinenler içindir.”


Bu ilâhî beyânlar, Mekke’de müşriklerin Peygamberimiz ve ashâbını sıkıştırıp kendi dinlerine döndürmeye, dönmedikleri takdirde oradan sürgün etmeye çalıştıkları bir sırada inerek, Resûlullah (s.a.s.) ve ona inananları teselli etmiştir. Müşrikleri de uğrayacakları hazin bir âkıbet ile ikaz buyurmuştur.

14. âyette yer alan مَقَام۪ي (makamî) “benim makâmım” ifadesi şu mânalara gelir:

Allah Teâlâ’nın, kullarını murakabe edip gözetlemesi,

Kulların kıyamet günü hesap için O’nun huzurunda durması,

Cenâb-ı Hakk’ın dâimî olarak adâlet ve doğruluk üzerinde ısrar etmesi.

Bu gerçekleri, bununla birlikte Allah’ın azap tehdidini dikkate alıp korkan ve bu korkunun saikiyle düzgün davranan kimseler elbette ki başarılı olacaklardır.

Şu bir gerçek ki, hak-bâtıl dâvasında netice itibariyle hep peygamberler galip gelmişler, onların karşısında yer alan inkârcılar ise mağlup olmuşlardır:

15. Peygamberler, düşmanlarına karşı Allah’tan yardım istedi, Allah da onlara yardım etti; sonunda bütün inatçı zorbalar hüsrâna uğrayıp, perişan oldu gitti.

16. Bu perişanlığın ardından cehennem azabı gelecek; orada onlara kanlı ve irinli su içirilecek.

17. O berbat suyu azar azar yudumlamaya çalışacak, fakat bir türlü boğazından geçiremeyecek. Ayrıca ölüm onu dört bir yandan kuşatacak; fakat, ölmek istese bile, asla ölüp kurtulamayacak! Ardından da daha şiddetli bir azap gelecek.


15. âyette yer alan جَبَّارٌ (cebbâr), Allah’ın emirlerine boyun bükmeyip kendini büyük gören, kendini ilâhî tâlimatlara itaat etmeyecek kadar yüce kabul eden ve insanları kendi istediği şekilde davranmaya mecbur eden zorba kimse mânasına gelir. عَن۪يدٌ (‘anîd) ise inatçı, çok inat eden demektir. İmanın hakikatlerinden yüz çeviren, Allah’tan uzak duran ve dürüst insanlara düşmanlık eden kimseler bu vasıfla anılır. Bunların kaderleri hep kaybetmek, hep hüsrana uğramaktır. Bu hüsran dünya hayatıyla sınırlı değildir. Âhirette de bunları, irinli suları, dayanılmaz ıstırapları ve şiddetli azaplarıyla cehennem beklemektedir.

Burada inatçı zorbaların hüsranı, cehennemde irinli su içerken içine düştükleri perişan halleri canlı bir manzara halinde takdim edilerek daha net bir şekilde zihinlere kazılmaktadır:

Bu manzarada zorbalar yaralı vücutlardan akan irini içiyorlar. Pis ve acı oluşundan dolayı da bir türlü yutamıyorlar, anında dışarı çıkarıyorlar. Onları saran bu pislik, tiksinti ve iğrenme durumu, kelimeler arasında elle tutulacak kadar muşahhas hâle getirilir. Bu ceza yetmiyormuş gibi, o zorbaları tüm sebep ve alametleriyle her taraftan ölüm kuşatır, fakat ölemezler. Ölüm onlar için bir kurtuluş olacak, fakat bu da imkânsızdır. Hak ettikleri azabın devamı ve tamamlanması için ölmemeleri gerekmektedir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Ne haklarında ölüm kararı verilir ki ölüp de azaptan kurtulsunlar. Ne de tattıkları azaptan en küçük bir eksiltme ve hafifletme olur.” (Fâtır 35/36) Bunların ardından da onlara şiddetli bir azap vardır. İşte bu gerçekten dehşet verici bir manzaradır. Hüsrana uğramış zorbaların hâlini arzederken, arka planda da perişan akıbetlerini, bu derece korkunç, dehşetli ve ürpertici bir tarzda gözler önüne sermektedir.

Şu misal ise kıyamet günü kaybedenlerden olmanın acı sonucunu bir daha silinmeyecek şekilde zihinlere kazımaktadır:

18. Rablerini inkâr edenlerin durumu şuna benzer: Onların bütün yaptıkları, fırtınalı bir günde rüzgârın şiddetle savurduğu bir kül yığını gibidir. Böylece onlar, kazandıkları hiçbir şeyin faydasını göremezler. İşte bu, doğru yoldan tamâmen uzak ve derin sapıklığın ta kendisidir.

Kıyamet günü kâfirler, dünyada işledikleri ana-babaya iyilik, fakirlere yardım, misafire ikram gibi hayırlı amellerinden hiçbir fayda göremeyeceklerdir. Zira küfürleri, amellerini boşa çıkarmış, o amellerden onların yanında herhangi bir iz, herhangi bir eser kalmayacak şekilde yakıp yok etmiştir. Kâfirlerin bu fecî hâli âyet-i kerîmede şöyle canlı ve hareketli bir manzara ile izah edilir:

Meydana konmuş bir kül yığını bulunmaktadır. Fırtınalı bir gün geliyor. Son derece amansız esen rüzgâr, küle dokunduğu gibi onu savuruyor, her bir zerresini bir yana atıyor, oracıkta o külden hiçbir eser kalmıyor. Burada kâfirlerin amelleri küle, kıyamet günü fırtınalı güne, kâfirlerin inkârları da o külü savuran rüzgara benzetilmiştir.

Temsil, sağlam bir imana dayanmayan ve İslâm’ın öğrettiği şartlara uymayan amellerin Allah katında bir değeri olmadığını beyân eder. Bu ameller boşunadır ve külün rüzgâr önünde savrulması gibi savrulup yok olacaktır. Âyetin sonunda yer alan “derin sapıklık” ifadesi de, fırtınalı bir günde ta uzaklara, sonsuzlara doğru uçuşan kül manzarasıyla oldukça uyum arzeder.

Aklını kullanabilen bir insan, böyle bir sapıklığın içinde bir an bile kalamaz. Çünkü gözünü şöyle bir çevirip baktığında göklerde ve yerde kendisine doğru yolu gösteren nice deliller görecektir:

19. Allah’ın, gökleri ve yeri belli bir gayeye, hikmete dayalı olarak ve mükemmel bir sistem hâlinde yarattığını görmüyor musun? Dilerse O sizi yok eder, yerinize yepyeni bir toplum getirir.

20. Bunu yapmak, Allah için hiç de zor değildir.


Göklerle yerin sağlam bir kanun, gerçek bir maksat, ince bir hikmet ve eşsiz bir nizam içinde yaratılması Allah Teâlâ’nın en büyük kudret nişânesidir. Böylesine azametli varlıklar yaratabilen bir Zât, şu an yaşayan insanları yok ederek yerine yepyeni insanlar getirmeye elbette muktedir olacaktır. Bunu yapmak Allah için zor ve imkânsız olmadığı gibi, aksine oldukça basit ve kolaydır. Ancak Cenâb-ı Hak, belki tevbe ederler diye veya ileri sürecekleri bir delilleri kalmaması için inkârcılara ve âsilere mühlet verir; onları hemen cezalandırmaz. Bu hususta Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur: “İşittiği eziyet verici sözlere Allah’tan daha fazla sabreden yoktur. O’na ortak koşulur, çocuk edindiği söylenir. Fakat O, yine de bu sözlerin sahiplerini, sağlık ve âfiyet vererek rızıklandırmaya devam eder.” (Buhârî, Tevhid 3; Müslim, Munâfıkîn 49)

Gökleri ve yeri yaratan Allah’a insanları yeniden diriltmek de zor gelmez. Dolayısıyla:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
21. Mahşer günü insanların hepsi birlikte Allah’ın huzuruna çıkarlar. Zayıflar, büyüklük taslayan liderlerine şöyle derler: “Doğrusu biz dünyada size uyup arkanızdan gitmiştik. Peki şimdi siz, Allah’ın azabını birazcık olsun üzerimizden kaldırabilecek misiniz?” Onlar da şu şekilde karşılık verirler: “Ne yapalım? Eğer Allah bize doğru yolu gösterseydi, biz de sizi doğru yola iletirdik. Şimdi artık sızlansak da sabretsek de bizim için hiçbir şey değişmeyecektir; kaçıp sığınacağımız herhangi bir yer de yoktur.”

“Zayıflar”, dünyada liderlerinin peşinden giden zayıf görüşlü, güçsüz kimselerdir. Bunlara avam halk denebilir. “Büyüklenenler” ise, Allah’a ibâdetten yüz çeviren ileri gelenler, liderlerdir.

Âyet, onların mahşer yerindeki münâkaşalarından bir kesit sunar: Zayıflar, gerçeği öğrenmek değil, sırf kendilerini kınamak maksadıyla: “Biz dünyada size uyduk, peşinizden geldik, dediğinizi yaptık. Tavsiye ettiğiniz yoldan yürüdük ve nihayet buraya, Allah’ın huzuruna geldik. Şimdi birlikte buradayız. Bizi ulaştırdığınız nihâî sonuç, gördüğünüz gibi Allah’ın azabıdır. Haydi bakalım, bizden bu azabın hepsini olmasa da, bir kısmını savmaya gücünüz yetecek mi? Hayır yetmeyecek. Çünkü bizi bir tarafa bırakalım, kendinizi bile bu azaptan kurtarmanız mümkün görünmüyor” diyeceklerdir. Onların bu sıkıştırması karşısında zor durumda kalan liderler, şeytan gibi suçu -hâşâ- Allah’a isnat etmeye çalışarak, büyük bir pişmanlık ve ümitsizlik içerisinde verilecek cezaya sabretmekten başka yapacak bir şeyleri olmadığını söyleyeceklerdir.

Bu hususa yer veren diğer âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Kâfirler cehennemin ortasında birbirleriyle çekişecek, dünyadayken zayıf düşürülüp ezilenler büyüklük taslayan liderlerine: «Doğrusu biz size uymuştuk. Şimdi hiç olmazsa ateş azabının bir kısmını olsun bizden savabilir misiniz?» diyecekler. Büyüklük taslayanlar ise: «Görmüyor musunuz? Şu an hepimiz birlikte o ateşin içindeyiz. Gerçek şu ki Allah, artık kulları arasında hükmünü vermiş, iş bitmiş!» diye karşılık verecekler.” (Mü’min 40/47-48)

Allah Resûlü (s.a.s.) de kâfirlerin cehennemdeki sızlanmaları ile ilgili şu haberi verir:

“Cehennem ehli, azapları şiddetlendiğinde:

«- Gelin sabredelim» derler.

Beş yüz yıl süreyle sabrederler, fakat bu sabırlarının kendilerine bir fayda sağlamadığını görürler. Bunun üzerine:

«- Haydi gelin sızlanalım» derler.

Beş yüz yıl süreyle sızlanıp feryat ederler.

Bunun da kendilerine bir fayda sağlamadığını görünce:


«Şimdi artık sızlansak da sabretsek de bizim için hiçbir şey değişmeyecektir; kaçıp sığınacağımız herhangi bir yer de yoktur» (İbrâhim 14/21) derler.” (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, V, 43)

Dolayısıyla bu âyetler, dünyada lider ve önder geçinenleri gözü kapalı olarak takip eden, “ne yapalım biz zayıf kimseleriz” diyerek zalimlere boyun eğip onların peşinden gidenleri ciddi bir şekilde ikâz etmektedir. Bunlar, yarın kendilerini Allah’ın azabından kurtaramayacaklarına göre, hemen bugünden onların kim olduğunu, nereye gittiklerini ve tâbilerini nereye yönlendirdiklerini iyi tahlil etmelidirler.

Bakalım, alınlarına cehennemlik mührü vurulan bedbahtların bu feci sonlarına şeytanın tepkisi nasıl olacak:

22. Hesaplar görülüp iş bitirilince şeytan şöyle der: “Allah size gerçekleşmesi kesin olan bir va‘atte bulundu; ben de size öylesine va‘atte bulundum fakat sözümde durmadım. Aslında benim size istediğimi yaptıracak bir gücüm de yoktu. Sadece ben sizi inkâra çağırdım, siz de bana uydunuz. Öyleyse beni kınamayın da kendinizi kınayın. Bugün, ne ben sizin feryadınıza yetişebilirim, ne de siz benim feryadıma yetişebilirsiniz. Dünyada iken beni Allah’a ortak tanımış olmanızı da reddediyorum. Elbette zâlimlere can yakıcı bir azap vardır.”

“Allah’ın va‘dettikleri”; öldükten sonra diriliş, hesap, cennet, cehennem, itaat edenlerin mükâfat görmesi, isyankârların cezalandırılması hakkında verdiği haberlerdir. Bu haberlerin hepsi gerçektir ve söylendiği gibi vuku bulacaktır. “Şeytanın va‘dettikleri” ise bütün bunların olmadığı hakkında kalplere attığı şüphe ve vesveselerdir. Kıyamet günü bu şeytânî şüphe ve vesveselerin gerçekle ilgisi bulunmadığı anlaşılacaktır.

Şeytan insanın apaçık düşmanıdır. Onun vazifesi, insana sağından solundan, önünden arkasından gelip vesvese vererek onu Allah’a kulluk yolundan saptırmaya çalışmaktır. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, çeşitli âyetlerde onun düşmanlığına dikkat çekmiş:

“Şeytana tapmayın!” (Yâsin 36/60)

“Sakın şeytan sizi aldatmasın!” (A‘râf 7/27) ikazlarında bulunmuştur.

Anlaşıldığı kadarıyla şeytanın hiç kimse üzerinde zor kullanarak bir işi yaptırma tarzında bir hâkimiyeti, nüfûzu ve gücü yoktur. Fakat onları isyâna davet etme ve kendilerine günahları süslü gösterme mânasında bir nüfûza ve güce sahiptir. Âyet-i kerîmede: “Şeytanın zorlayıcı gücü, ancak onu dost edinenlerin ve onu Allah’a ortak koşanlar üzerindedir” (Nahl 16/100) buyrulur. Diğer taraftan şeytanın, ihlâsa erdirilmiş seçkin kullar üzerinde hiçbir bir hâkimiyeti yoktur. Onları azdırıp yoldan çıkarmaya güç yetiremez. Çünkü onlar iman ve sâlih amellerle Allah’ı dost edindikleri için şeytanın vesvesesine tâbi olma tehlikesine düşmezler. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“İblîs dedi ki: «Senin mutlak kudretine yemin olsun ki, onların hepsini kesinlikle azdıracağım. Ancak içlerinden ihlâsa erdirdiğin, sana içtenlikle bağlanan kulların hâriç. Onları baştan çıkarmam mümkün değildir.»” (Sād 38/82-83)
Buna göre şeytan sadece kötülüğe davet eder, süslü gösterir, vesvese verir. İnsanlar da kendi hür iradeleriyle o davete icâbet ederler. Dolayısıyla burada sorumluluk şeytanda değil, ona uyanlardadır. Günahkârların şeytanı değil, kendi nefislerini kınamaları lâzımdır. Çünkü onlar, Allah’ın doğru sözünü yalan, şeytanın yalan sözünü doğru kabul etmişlerdir. Şeytanın, nefislerinin arzusuna uygun aldatmalarının peşine gitmişler; nefsânî arzularına ters ve damaklarına acı gelen ilâhî tâlimatları bir kenara itmişlerdir. Allah’ın emri karşısında şeytanın emrini tercih ederek, onu amel bakımından Allah’a ortak koşmuşlardır. Belki kıyamet günü, bunu bahane ederek, şeytandan bir medet umabilirler. Onu mabud edinmekle üzerinde bir hakları olduğunu sanabilirler. Belki şeytan da böyle olmayı, onları kurtaracak bir şey yapabilmeyi arzu edebilir. Fakat buna imkânı yoktur; onların kendisini Allah’a ortak koşmalarını reddetmekten, bunun mânasız, mesnetsiz, faydasız bir şey olduğunu söylemekten başka çaresi de yoktur. İşte şeytan, en kritik bir noktada bu acı gerçeği itiraf eder ve onları kendi halleriyle baş başa bırakır. Allah’ı terk edip şeytana tâbi olmak sûretiyle büyük bir haksızlık yapan zâlimler pek elemli bir azaba düçâr kalırlar.
Şeytanın hilesine kanmayan ihlas sahibi mü’minlere gelince:

23. İman edip sâlih ameller yapanlar, altlarından ırmaklar akan cennetlere konulur ve orada Rablerinin izniyle sonsuza dek kalırlar. Birbirlerine olan iyi dilek ve temennilerini ise “Selâm size!” diye ifade ederler.

Şeytana aldanmayıp Allah’ın yolunu tutan, ilâhî tâlimatlar çerçevesinde iman edip sâlih ameller işleyenler ise altlarından ırmaklar akan cennetlere girerler. Orada birbirleriyle karşılaştıklarında dostluk, iyi niyet ve hayırlı dileklerini bildirmek üzere hep “Selâm size” derler. Melekler de onları selamlar; Âlemlerin Rabbi de onları selamlar. Onlar orada hep selâmet, esenlik, huzur ve mutluluk içinde sonsuza dek kalırlar.

Şeytana kananla kanmayanların akıbetini öğrendikten sonra Allah’ın ebedî kurtuluş için gönderdiği hak dinle insanların kendilerinin türettiği bâtıl inanç ve ideolojilerin arasındaki farkı anlamak isterseniz, şu son derece açık ve güzel temsil üzerinde etraflıca düşünebilirsiniz:

24. Görmüyor musun, Allah nasıl bir misâl veriyor: O, güzel sözü, köklerini sağlam bir şekilde yerin derinliklerine salmış ve dalları göklere uzanmış güzel bir ağaca benzetiyor.

25. O ağaç, Rabbinin izniyle her zaman meyvesini verir durur. İşte Allah, düşünüp ders almaları için insanlara böyle misaller getirmektedir.


Burada güzel sözün durumunu anlatmak üzere şöyle canlı, gür ve güzel bir ağaç manzarası çizilir: Bu görünüşü, biçimi, şekli ve kokusu güzel bir ağaçtır. Meyveleri güzel, son derece lezzetli ve hoştur. Her yönüyle pek de faydalıdır. Kökleri tâ yerin derinliklerine kadar inmiş; pek sağlam, sökülmekten, kesilmekten, yıkılmaktan, yok olmaktan emindir. Kökü o kadar sağlam, toprak altındaki kökleri o kadar kuvvetlidir ki, müthiş derecede boy atmış ve dallarını göklere salmıştır. Boyu yüksek ve dalları göklerde oluşu sebebiyle yeryüzündeki pisliklerden, çöp ve atıklardan uzaktır. Dolayısıyla meyveleri bütün kir ve lekelerden temiz ve güzeldir. O, Rabbinin izniyle her zaman meyvesini vermekte; meyvesiz olduğu bir an bulunmamaktadır. Böyle bir ağaca sahip olmayı kim arzu etmez? Akıllı olan bir insanın, böyle bir ağacı elde etme imkânı varken, bundan uzak durması düşünülemez.

Birinci olarak “güzel söz”den maksat tevhid sözüdür veya kelime-i şehâdettir. İşte bu söz, en güzel sözdür. Bu sözün her şeyi güzeldir. Güçlü, kuvvetli, sağlam ve meyvelidir. Onun kökleri, mü’minlerin kalplerinin derinliklerine inmiş, oralarda kök salmıştır. Hiçbir sarsıntının ve fırtınanın onu yerinden koparması mümkün değildir. Bâtıl yönlerden esen rüzgârlar ona en ufak tesirde bulunamaz. Bu söz, dallarını göklere salmıştır. Tevhid, Allah’ı tanıyıp O’nu birleme olduğundan tevhid sözünün dalları pek yüce noktalara ulaşır. Bu söz Allah’ın izniyle her an meyvesini verir. Onun meyveleri hayatın tüm alanlarında ortaya çıkan salih amellerdir, güzel ahlaktır. Onun meyve vermediği bir an mevcut değildir. Dolayısıyla hem dünyada hem âhirette sahibine sonsuz faydalar sağlar. Yegâne hak ve gerçek söz, bu sözdür.

Bir başka açıdan bakıldığında bu güzel sözden maksat imandır. Allah imanı ağaca benzetmiştir. Çünkü ağaç, ancak üç özelliği ile gerçekten ağaç diye isimlendirilir:

Yerin derinliklerine işlemiş kökleri,
Ayakta sapasağlam canlı ve diri olarak duran gövdesi,
Göklere kucak açmış meyve dolu yüksek dalları.

İman ağacı da aynı şekilde ancak üç şeyle tamam olur:

Kalbin derinliklerine kök salmış bir mârifetullah,
Dilde yerleşmiş bir ikrar,
Azalarla yapılan sâlih ameller.

İman ve kelime-i tevhid sözünden sonra sırasına göre söylenen bütün güzel sözler, bu temsilin muhtevasına ve ifade ettiği mânaya dâhildir. Bu bakımdan, güzele talip olan insanlar, dillerini kelime-i tevhide, sözlerin en güzeli Kur’an’ı okumaya ve hep güzel sözler söylemeye alıştırmalıdırlar. Âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler…” (İsrâ 17/53)

Buna karşılık kötü sözün durumuna gelince:

26. Kötü söz ise, kökleri sökülüp toprağın üstüne çıkarılmış, bütünüyle kararsız, dayanıksız, çürük bir ağaç gibidir.

Kötü sözü anlatmak üzere de şöyle çürük ve kötü bir ağaç manzarası çizilir: Bu, görünümü, şekli, biçimi kötü olan bir ağaçtır. Tadı, kokusu, meyvesi kötüdür. Her bakımdan çürük bir ağaçtır. Güzel ağacın kökleri yerin derinliklerinde olmasına mukabil bunun kökleri kesilmiş ve gövdesi yerden koparılmıştır; dolayısıyla hiçbir kararı, istikrarı yoktur. Ne tarafa yuvarlanacağı, ne yana gideceği belli değildir. Her türlü faydadan uzak bir haldedir. Böyle bir ağaca kim sahip olmak ister? İşte kötü söz de bu kötü ağaç gibidir. Onun da görünümü, biçimi, tadı, kokusu, neticesi kötüdür. Dünyada ve âhirette sahibine devamlı zarar getirir; hiçbir fayda sağlamaz. Dayandığı hiçbir delili, mesnedi yoktur; dolayısıyla kararlılığı ve sebatı da yoktur. Yıkılıp gitmekten, çürüyüp yok olmaktan başka bir şeye yaramaz.

Birinci olarak bu kötü sözden maksat Allah’ı inkâr ve O’na şirk koşma sözüdür. Bütün kötülüklerin, afetlerin, korkuların ve bedbahtlıkların başı bu sözdür. Bu sözü söyleyenler zalim olmuşlardır; zira hak sözü bırakıp onun yerine bâtıl sözü tutmuşlardır. Sonra sırasına göre söylenen bütün kötü sözler bu temsilin muhtevasına ve ifade etmek istediği mânaya dâhildir.

Netice olarak:

27. Allah, iman edenleri, inanıp ikrar ettikleri o değişmez söz sebebiyle dünyada da âhirette de sapasağlam tutar ve ayaklarını kaydırmaz. Zâlimleri ise şaşırtır, onların doğru yoldan çıkmasına fırsat verir. Allah dilediğini yapar.


Allah Teâlâ iman edenleri hem dünya hayatında hem de âhirette vicdanlarda kök salmış bulunan, insanın fıtratında yer eden ve hayat boyu sâlih amellerle yeşererek ürünlerini veren iman kelimesi, kelime-i tevhîd sözüyle sabit tutar. Kur’an’ın kelimeleri ve Resûlullah (s.a.s.)’in hadisleriyle değişmeden durmalarını; bozmadan ve bozulmadan İslâm’ı yaşamalarını sağlar. Hak ehlini bu dünyada muzaffer kılar, âhirette de kurtuluşa erdirir. Bütün bunlar değişmeyen sözlerdir. Hepsi haktır, doğrudur. Bu sözlerin sahipleri kararsız olmazlar, şaşkınlık ve ıstırap içinde bocalayıp kalmazlar. Güzel sözü terk edip kötü söze sarılan zalimleri ise kendi başlarına şaşkın halde bırakır. Böylece hem dünya hem de âhirette bedbaht olurlar. Bu gibileri bekleyen korkunç son şöyle haber verilir:

28. Allah’ın verdiği iman nimetine şükretmeyip inkârı ve nankörlüğü tercih ederek kendi halklarını helâk yurduna sürükleyenleri görmez misin?

29. Yani cehenneme! Kızarıp pişmek için hepsi oraya girecektir. Orası ne kötü bir yerleşim yeridir!

30. Çünkü onlar, insanları Allah yolundan saptırmak için O’na denk tuttukları bir takım tanrılar uydurdular. Onlara şöyle de: “Bir müddet yiyip için, eğlenin; nasıl olsa, sonunda varacağınız yer ateştir!”


Bu âyetler, küfür ve şirk önderlerini şiddetli bir şekilde ikaz ve tehdit etmektedir. Çünkü onlar, Allah’ın hak dine davetini bırakıp, inkâr ve şirk yolunu tutmakla Allah’ın nimetine karşı nankörlük etmekte; tevhid inancını kabul etmeyip, toplumlarını da o istikamete yönlendirerek kendileriyle birlikte onları da cehenneme sürüklemektedirler. Allah’a eşler, ortaklar tanımakla hem kendileri şaşmakta, hem de başkalarını Allah’ın yolundan şaşırtmaktadırlar. Bunun en açık misali, Mekke’deki şirk önderlerinin durumudur: Allah Teâlâ onları emin belde olan Harem’ine yerleştirdi; Beytullâh’ın hâdimleri kıldı. Rızık kapılarını onlara açıp genişletti. Onları Hz. Muhammed (s.a.s.) ile, İslâm ile, Kur’an ile şereflendirdi. Bütün bunlara rağmen onlar bu nimetlere nankörlük ettiler. Allah’a ortaklar koşarak hem kendilerinin hem de başkalarının hak yoldan sapmalarına sebep oldular. Bu yüzden dünyada da âhirette de nimetleri ellerinden çekip alınan zelil, makhûr ve perişan kimseler oldular.

Bu âyetlerde şu üç hususa dikkat çekilir:

Şükür nimetlerin artmasına sebep olduğu gibi nankörlük de nimetlerin tamâmen yok olmasına sebeptir.

Kötü arkadaş insanı cehenneme sürükleyip o helâk yurduna girmesine yol açar. Bu sebeple ihlâslı, sünnet-i seniyyeye göre yaşayan mü’min kullar, küfür, nifak ve bid‘at ehli olan kimselerle sohbet ve beraberlikten sakınmalıdır.

Cehennem şerli kimselerin yerleştiği pek fenâ bir karargâhtır. Onun azabının şiddetini, harâretinin derecesini anlatmaya kelimeler yetmez.

Bu sebeple Yüce Rabbimiz “kullarım” hitabıyla mü’minlere şu uyarı da bulunmaktadır:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
31. Rasûlüm! İman eden kullarıma söyle: İçinde hiçbir alışverişin bulunmadığı, dostluğun fayda vermediği o dehşetli kıyâmet günü gelip çatmadan namazlarını dosdoğru kılsınlar ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda gizlice ve açıktan harcasınlar!

Cenâb-ı Hak mü’minlere “kullarım” buyurarak onları şereflendirmiştir. Gerçekten bu hitap, onlar için dünyadan ve dünyada olan her şeyden daha hayırlıdır. Çünkü bu hitapta onları kendisine izâfe etmektedir. Böyle bir izâfede bulunmasında, inşallah onları ateşten âzâd edeceğine dair bir müjde ve işaret vardır. Nitekim arifler sultanı Bâyezid Bistamî (k.s.) şöyle derdi: “Halk hesaba çekilmekten kaçıyor, ben ise hesaba çekilmek istiyorum. Çünkü, Allah Teâlâ hesaba çekerken bana «kulum» diyecek olsa bu bana şeref olarak yeter.”

Âyet-i kerîme şu üç hususun üzerinde ehemmiyetle durur: İman etmek, namazı dosdoğru kılmak ve Allah yolunda cömertçe harcamak. Bunlar dinin üç temel rüknünü teşkil eder. İnsan dünyada iken bunları gerektiği şekilde yerine getirmeye çalışmalıdır. Öldükten sonra iman ve ibâdet etme imkânı kalmayacağı gibi, dünyada bıraktığı malın da ona bir faydası olmayacaktır. Dolayısıyla malının ölümünden sonra kendisine fayda sağlayabilmesi için onu dünyada Allah yolunda harcamalıdır. Bu hususta Hz. Selmân-i Fârisî’nin hâli ne güzel misâldir:

Selmân-i Fârisî (r.a.), hurma yaprağından zenbil yapardı. Bu işini şöyle anlatırdı:

“- Bunun hammaddesini bir dirheme satın alıyorum. Yaptıktan sonra üç dirheme satıyorum. Satınca bir dirhemini borcuma veriyor, birini âilemin nafakasına ayırıyorum. Kalanı da sadaka olarak dağıtıyorum.” (Velîler Ansiklopedisi, I, 72)

Şu bir gerçek ki, kulun tüm varlığını Allah yoluna adaması için Allah’ı tanıması, Allah’ı tanıması için de O’nun kâinattaki kudret ve azamet tecellilerine derin bir ibret nazarıyla bakması zaruridir:

32. Allah ki, gökleri ve yeri yaratan, gökten su indirip onunla size rızık olmak üzere çeşit çeşit meyveler, ürünler çıkaran O’dur. Koyduğu kanunlara uyarak denizde yüzüp giden gemileri size boyun eğdiren ve ırmakları hizmetinize veren de O’dur.

33. Bir düzen içinde kendi yörüngelerinde dönüp durmakta olan güneşi ve ayı hizmetinize veren ve gece ile gündüzü de faydanıza sunan yine O’dur.


Cenâb-ı Hak, burada saydığı tüm nimetleri insanlara faydalı olacak şekilde belirli kanunlara bağlamıştır. Eğer geminin su üzerinde yüzmesi belli fizikî kanunlara bağlı olmasaydı denizcilik mümkün olmazdı. Akan nehirler belli kanunlara bağlı olmasaydı, ondan kanallar açmak ve başka şekillerde onlardan faydalanmak imkânsız olurdu. Aynı şekilde güneş, ay, gece ve gündüz belirli sâbit kaidelere uygun hareket etmeseydi, bunlardan faydalanmak bir yana hayatın idâmesi bile mümkün olmazdı. Nihâyetsiz rahmetinin, kerem ve ihsânının bir tezâhürü olarak bütün bu nimetleri emrimize âmâde kılan Allah Teâlâ’dır. Yani Cenab-ı Hak, rabliğinin gereği olan her şeyi fazlasıyla yerine getirmektedir. Peki insan:

34. Hâsılı O size, kendisinden istediğiniz her şeyi verdi. Öyle ki, eğer Allah’ın nimetlerini tek tek saymaya kalksanız, imkânı yok, onları toplu halde bile sayamazsınız. Gerçekten insan çok zâlimdir, çok nankördür.

Cenâb-ı Hak, bize kendisinden istediğimiz ve istemediğimiz her türlü nimeti vermiştir. Belki üzerimizde ismini bilmediğimiz, varlığından haberdar olmadığımız, aciz aklımızla tefekkürüne bile güç yetiremeyeceğimiz nice nimetler vardır. Mesela O’ndan ne bizi yaratmasını istedik; O’ndan ne güneş ne ay istedik; ne de bize baştan beri ihsan etmiş olduğu nimetlerin pek çoğunu istedik. Belki istediklerimiz, istemeyip de verilenlerin yanında çok az kalır. Rabbimiz hepsini bize bol bol lütfetmiştir. Öyle ki, bu nimetleri topluca saymak istesek bile, imkânı yok onu saymaya gücümüz yetmez. Bunları tespit edip kaydetme imkânımız da olmaz. Çünkü bunlar sayılamayacak kadar çoktur. Bütün bu nimetler sadece ve sadece Allah’tandır. Âyet-i kerîmede: “Nimet nâmına sizde ne varsa hepsi Allah’tandır.” (Nahl 16/53) buyrulur. Nimetlere şükür gerekir. Fakat insan, şükür yerine daha ziyade nankörlüğü tercih eder. Çünkü o gafil insanın yapısında zulüm ve nankörlük derin bir iz, siyah bir zift halinde yerleşmiş durmaktadır. Asıl imtihan, bu devamlı haksızlık yapma, yanlış davranma meylimizin oradan kazınması ve bu nankörlük ziftinin oradan temizlenmesidir.

Bir gün Mevlânâ Hazretlerinin hizmetçilerinden biri, malının ve parasının azlığından şikâyet etti. Hz. Mevlânâ:

“–Eğer sana bin altın verip kulağını, burnunu ve diğer bir uzvunu kesseler râzı olur musun?” diye sordu. Hizmetçi:

“–Hayır” dedi. Mevlânâ:

“–O hâlde niçin yoksulluk iddiasında bulunuyorsun. Mademki bunlara sahipsin, o hâlde fakir değil, zenginsin. Sende bu kadar kıymetli şeyler olduğu halde niçin onların kıymetini bilmiyor, şükretmiyor ve fakirlerin sabrını sermaye yapmıyorsun?” dedi. (Ahmet Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, I, 419)

Şunu unutmamak gerekir ki, Allah’ın ihsan ettiği nimetlere bütün gücüyle şükreden kullar da vardır. İşte size bunun güzel bir misali:

35. İbrâhim şöyle dua etmişti: “Rabbim! Bu şehri emniyetli kıl. Beni de, evlatlarımı da putlara tapmaktan koru!”

36. “Rabbim! Bu putlar, insanların pek çoğunun yoldan çıkmasına sebep olmaktadır. Bundan böyle kim bana uyarsa şüphesiz o bendendir. Kim de bana karşı gelirse, elbette ki sen çok bağışlayıcısın, engin merhamet sahibisin!”


Allah Teâlâ önceki âyetlerde genel olarak bütün insanlığa lütfettiği nimetleri hatırlatmıştı. Burada ise, Hz. İbrâhim’in duasını kabul etmek suretiyle husûsi olarak Mekkelilere vermiş olduğu nimetleri hatırlatır ve bu nimetlere şükretmelerini ister.

İbrâhim (a.s.), şirk inancıyla ve putlarla mücâdelesiyle marûf bir peygamberdir. Bu sebeple duasının başında Mekke’yi emin bir belde kılmasını talepten sonra kendini ve evlatlarını putlara tapmaktan uzak tutmasını istemiştir. O putperestlik anlayışının insanlar arsında çok yaygın olduğunu bildiğinden, bunun çocuklarına bulaşmaması için önceden Allah’a sığınmıştır.

Çeşitli putlar vardır. Bunların hepsi insanı Hak’tan uzaklaştırır. Meselâ nefsin putu dünyadır. Kalbin putu âhirettir. Ruhun putu yüksek derecelerdir. Sırrın putu yakınlığa erişme isteğidir. Hafînin putu ise mükâşefe, müşâhede ve çeşitli kerâmetlere meyletmektir. Şu halde gerçek tevhide erebilmek için bunların hepsinden uzaklaşmak lâzımdır.

Burada dikkat çeken bir husus şudur: İbrâhim (a.s.), kendisine karşı çıkanlardan bahsedince onların helâki ve azâbı için dua etmemiş, bilakis Cenâb-ı Hakk’ın bağışlama ve merhamet sıfatlarını zikrederek, âdetâ onların bağışlanmasını istemiştir. Bu Hz. İbrâhim’in tüm insanlara duyduğu şefkat ve merhametin bir göstergesidir. Nitekim melekler Lut kavmini helak etmek üzere yola çıktıklarında yine İbrâhim (a.s.), onlar için dua etmeye başlamış; hakkında: “...İbrâhim Lût kavmi hakkında elçilerimizle tartışmaya başladı. Gerçekten de İbrâhim olabildiğince yumuşak huylu ve sabırlı, çokça âh edip inleyen ve kendisini tamâmen Allah’a vermiş birisi idi” (bk. Hud 74-75) buyrulmuştur. Aynı şekilde Îsâ (a.s.) da çok yumuşak kalpliydi. Hatta Allah ona, kendisine uyanların doğru yoldan saptıklarını gösterdiğinde yine de onlar için şöyle dua edip yalvaracaktır: “Onlara azap edersen, şüphesiz onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan muhakkak ki sen kudreti dâima üstün gelen, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olansın.” (Mâide 5/118) Merhamet ummanı olan Allah Resûlü (s.a.s.) Efendimiz de, bütün insanlara olan sevgi ve şefkatinin bir işareti olarak ve onların hidâyet ve bağışlanmalarını dileyerek gece sabaha kadar Hz. İbrâhim’in ve Hz. İsa’nın yukarıda geçen niyazlarını ihtivâ eden ayetleri okumuştur. (Nesâî, İftitâh, 79; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 156)

İşte bütün âlemlere, tüm insanlığa rahmet olan Efendimiz (a.s.)’ın dünyayı teşriflerinin temellerinin atıldığı zaman ve zemine işaret etmek üzere buyruluyor ki:

37. “Rabbimiz! Ben zürriyetimden bir kısmını senin her türlü hürmete lâyık Mukaddes Evin’in yanında ekin bitmeyen bir vâdiye yerleştirdim. Rabbimiz, namazı dosdoğru kılsınlar diye böyle yaptım. Sen de insanlardan bir kısmının gönlünü onlara yönlendir ve onları çeşitli ürünlerle rızıklandır ki sana şükretsinler.”

İbrâhim (a.s.), Cenâb-ı Hak’tan aldığı bir işaretle eşi Hâcer’le oğlu İsmâil’i Mekke’ye götürüp Kabe yakınlarında ziraata elverişli olmayan, çorak bir vadiye yerleştirir. Bu sırada Hz. İbrâhim bu vadinin güzel bir yerleşim merkezi ve emin bir belde haline gelmesi için, oraya her taraftan çeşitli meyvelerin, sebzelerin ulaşması için Allah’a dua eder. (bk. Bakara 2/126) Zürriyetini de oraya sırf “Namazı dosdoğru kılmaları için” getirip yerleştirdiğini söyler. Yâni “Rabbim, ben onları, faydalanılacak ve rızıklanılacak her türlü şeyden mahrum olan bu kurak vâdîye sırf senin Beyt-i Harem’inin yanında namaz kılsınlar diye yerleştirdim” der. Dolayısıyla onun bu faaliyetinde dünyevi bir gâye gütmediği anlaşılmaktadır. Burada, zekât, oruç ve hac gibi öteki ibâdetlerin yanında bilhassa namazın zikredilmesi, onun üstünlüğü ve Beytullâh’ın Sadece namaz ve namaz hükmündeki diğer ameller için olması sebebiyledir. Nefsi tezkiye ve kalbi tasfiye için lazım gelen en mühim vasıta da yine namazdır.

Allah Teâlâ, İbrâhim (a.s.)’ın bu duasını kabul buyurmuştur. Bu surenin nâzil olduğu dönemde Arabistan’ın her tarafından bir çok insanın hac ve umre için Mekke’ye gelmesinin ve bugün de dünyanın her tarafından insanların seller gibi akıp orada toplanmasının sebebi bu duadır. Bununla birlikte o bölge, tamamen kurak olmasına ve hayvanlar için bile hiç bitki yetişmemesine rağmen, senenin her mevsiminde çeşit çeşit meyve ve sebzelerle doludur.

Hz. İbrâhim, eşini ve çocuğunu Beytullah’ın yanında bırakıp onları Allah’a emanet ettiğinde gönlünden kopup gelen içli yakarışlarla Rabbine şöyle yalvardı:

38. “Rabbimiz! Hiç şüphesiz sen, bizim gizlediğimizi de bilirsin, açığa vurduğumuzu da. Çünkü yerde olsun, gökte olsun hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz!”

39. “Şu ihtiyarlık çağımda bana İsmâil’i ve İshâk’ı lutfeden Allah’a hamdolsun! Elbette Rabbim, duaları hakkiyle işitendir.”

40. “Rabbim! Beni ve zürriyetimi namazı dosdoğru kılanlardan eyle! Rabbimiz dualarımızı kabul buyur!”
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
41. “Rabbimiz! Hesapların görüleceği o gün beni, ana-babamı ve bütün mü’minleri bağışla!”

Rivayete göre İbrâhim (a.s.), eşi Hâcer’den oğlu İsmâil doğduğu zaman seksen altı yaşında; Sâre’den oğlu İshâk doğduğunda ise doksan dokuz yaşında bulunuyordu. (İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân, IV, 14) İbrâhim (a.s.), daha önce yapmış olduğu duasının kabul buyurup (bk. Saffât 37/100) ihtiyarlığına rağmen kendisine bu iki evlâdı lütfettiği için Allah’a hamdetmiştir.

İbrâhim (a.s.), namaz ibâdeti üzerinde hassâsiyetle durmakta, hem kendini hem de zürriyetinin namazı dosdoğru kılanlardan yapması için Allah’a yalvarmaktadır. Namaz dini ayakta tutan âdeta çadırın orta direği mesâbesinde olduğu için, onu dosdoğru kılan bütün emir ve yasaklarıyla dini ayakta tutacaktır. Yani İbrâhim (a.s.) bu duasıyla, kendinin ve zürriyetinin dindâr, müslüman, Allah’a teslim olmuş, dini bütün ahkâmiyle yaşayan ve yaşatan kimseler olmasını talep etmiştir. Namazı devamlı kılmanın, namazın mü’minin miracı olması hasebiyle, manevî yükselişi devam ettirmeye de işarette bulunduğu anlaşılmaktadır.
Namaz, kulun bütün içtenlik ve samimiyetiyle Rabbine yöneldiği, ihtiyaçlarını arzettiği, Rabbinin birliğini, kudretini ve kıyamette kendisini hesaba çekeceğini düşündüğü, böylece geçmişini ve geleceğini kapsamlı bir şekilde gözden geçirdiği tefekkür yoğunluklu bir ibâdettir. Hz. Mevlânâ, Hz. İbrahîm ve oğlu Hz. İsmâil’le de bağlantı kurarak kulun namazda ne durumda olması gerektiğini şöyle izah etmeye çalışır:

“Ey imam, namaza başlarken الله اكبر (Allahu ekber) demenin mânası şudur: «Allahım, biz senin huzûrunda kurban olduk.» Kurban keserken Allahu ekber dersin, işte öldürülmeye layık olan nefsi kurban ederken de bu söz söylenir. O esnada beden İsmâil, can da Halîl İbrâhim gibidir. Can, bu semiz bedenin hevâ ve hevesini kesmek için tekbîr getirince beden şehvetlerden, hırslardan kurtulur, namazda «Bismillâhirrahmânirrahîm» demekle kurban olur gider. Namaz kılanlar, kıyâmette olduğu gibi, Allah’ın huzûrunda saflar halinde dururlar, sorguya, hesap vermeye, yalvarmaya koyulurlar. Namazda gözyaşı dökerken ayakta durmak, kıyâmet günü dirilerek, kabirlerden kalkıp mahşer yerinde Allah’ın huzûrunda ayakta durmağa benzer.

Bu sırada Cenâb-ı Hakk: «Sana verdiğim bu kadar ömür içinde ne yaptın? Ne kazandın, ve bana ne getirdin?» diyecek. «Ömrünü ne ile, hangi işlerle, ne gibi ibâdetlerle, ne iyilikler yaparak harcadın, bitirdin? Sana verdiğim rızkı, kuvveti, gücü ne ile yok ettin? Gözünün nûrunu nerede tükettin? Beş duygunu nerelerde kullandın? Gözünü, kulağını, aklını, iradeni, bileğini, arşa ait olan bütün bu kuvvetlerini, neye, nerelere harcadın da onlara karşılık, bu dünyada neyi satın aldın? Sana kazma gibi, bel gibi el, ayak verdim. Onları sana ben bağışladım; onlar ne oldular?» Allah’ın huzûrunda bunun gibi derde dert katan yüz binlerce haberler, sualler gelir.

Namazda kıyamda iken, kula gelen bu sözlerden kul utanır, utancından iki büklüm olur rükûya varır. Utancından ayakta durmağa gücü kalmaz, rukûda «Subhâne rabbiye’1-azîm” diyerek Allah’ın noksan sıfatlardan berî olduğunu söyler. Sonra o kula Hakk’tan ferman gelir; «Başını kaldır da sorulan sorulara cevap ver» denir. Kul utana utana başını ruküdan kaldırır; fakat dayanamaz; o günahkâr, utancından yine yüz üstü yere kapanır. Ona tekrar; «Secdeden başını kaldır da, yaptıklarından haber ver» diye ferman gelir. O bir kere daha utanarak başını kaldırır ama, dayanamaz yine yılan gibi yüz üstü düşer. Cenâb-ı Hakk; «Tekrar başını kaldır da söyle, yaptıklarını kıldan kıla, birer birer senden soracağım» diye buyurur.

Allah’ın heybetli hitabı, onun rûhuna tesir ettiği için, ayakta duracak gücü kalmamıştır. Bu ağır yük yüzünden kādeye varır, dizleri üstüne çöker. Cenâb-ı Hakk ise; «Haydi söyle, anlat» diye buyurur. «Sana nimet vermiştim, nasıl şükrettiğini söyle; sana sermaye vermiştim, onunla ne kâr elde ettiğini göster.» Kul yüzünü sağ tarafına döndürür, peygamberlerin rûhlarına ve meleklere selam verir. Onlara yalvararak der ki: «Ey mâna pâdişahları, bu kötü kişiye şefaat edin, bu günahkârın ayağı da, örtüsü de çamura battı.» Peygamberler selam veren kula, derler ki: «Çâre ve yardım günü geçti, gitti. Çâre dünyada olabilirdi, orada hayırlı işler yapmadın, ibâdet etmedin, öğünler geçti. Ey bahtsız kişi, sen vakitsiz öten bir horoz gibisin; git, bizi üzme, bizim kalbimizi kırma.» Kul yüzünü sola çevirir, bu defa akrabalarından yardım ister, onlar da ona; «Sus!» derler. «Ey efendi, biz kimiz ki sana yardım edelim, elini bizden çek de kendi cevâbını Allah’a kendin ver» derler. Ne bu taraftan, ne o taraftan bir çâre bulamayınca, o çâresiz kulun gönlü, yüz parça olur. O herkesten ümidini kesince, iki elini açar, duaya başlar. «Allahım, herkesten ümidimi kestim. Başta da sonda da kulunun başını vuracağı, sığınacağı sensin; senin rahmet ve mağfiretine son yoktur.»

Namazdaki bu hoş işaretleri gör de, sonunda, kesin olarak işin böyle olacağını anla... Aklını başına al da namaz yumurtasından civciv çıkar, yâni namazdan mânen yararlan, yoksa dane toplayan bir şey öğrenememiş kuş gibi, Allah’ın büyüklüğünü düşünmeden yere başını koyup kaldırma.” (Mevlânâ, Mesnevî, 2143-2175. beyitler)

Hz. İbrâhim, bir taraftan kendisinin ve zürriyetinin böyle bir ibâdet ve hesap şuuru içinde Allah’a kul olmasını Rabbinden niyaz ederken, diğer taraftan da engin gönlünde herkese karşı taşıdığı sınırsız şefkat ve merhametin bir göstergesi olarak duasını kendisi, zürriyeti, ana-babasıyla birlikte bütün ümmete şâmil kılmıştır. Bu, onun sadece kendini ve yakın akrabasını düşünen bir kişi değil, bütün ümmetin derdiyle dertlenen büyük bir peygamber, seçkin bir insan olduğunu gösterir. Bu yönden de geriden gelen mü’minlere güzel bir numûne olmaktadır. Nitekim Resûlullah (s.a.s.), yapılacak duanın umûmî olmasının önemine işaret ederek: “Bir kişi bir topluluğa imam olur da onları bırakıp Sadece kendisi için dua ederse onlara hıyânet etmiş olur” buyurur. (Ebû Dâvûd, Tahâret 43; Tirmizî, Salât 148)

Esasen tek başına bile olsa evlâ olan, kendisine, ana-babasına, atalarına, çocuklarına, kardeşlerine, sâlih mü’min dostlarına niyet ederek onları da duasına katmak, duasının bereketine onları da nâil etmektir. Böylece duasının keyfiyeti ve kabul olma ihtimâli artacak; ayrıca zikrettiği şahısların himmet ve rûhânî teveccühlerinin bereketi de dua eden kişiye ulaşmış olacaktır.

Bütün gayretler, korkudan gözlerin dışarı fırlayacağı kıyamet gününün dehşetinden emniyette olabilmek içindir. Çünkü ilâhî buyrukları dinlemeyen zâlimleri pek korkunç bir son beklemektedir:

42. Rasûlüm! Sakın, Allah’ı zâlimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Allah onları cezalandırmayı, dehşetten gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne ertelemektedir.

43. O gün onlar başlarını dikmiş, gözleri sabit bir noktaya çakılıp kaldığından kendilerine bakacak halleri kalmamış, kalpleriyse bomboş bir halde çağrıldıkları yere doğru koşuşturup dururlar.


Allah Teâlâ her şeyi bilir ve her şeyden hakkiyle haberdardır. Dolayısıyla zâlimlerin yaptıklarından da asla gâfil değildir. Fakat onlara mühlet vermektedir. Ancak onlara mühlet vermesi ve helaklerini ertelemesi, onların yaptıkları zulümlere razı olduğundan veya onları hemen cezalandırmaktan âciz olduğundan dolayı değildir. O’nun hilim üzere cereyân eden ilâhî âdeti, hemen cezalandırmama ve mücrimlere bir süre mühlet verme şeklinde tecelli etmektedir. Böylece onlara tevbe imkânı tanımaktadır. Eğer tevbe etmezlerse zaten âhirette onlara hak ettikleri cezayı vereceğinde şüphe yoktur.

Âhiret, son derece korkulu ve dehşet dolu bir gündür. O gün gözler dehşetten dışarı fırlayacak ve öylece donakalacaktır. Kâfirler, zâlimler ve mücrimler başlarını dikerek münâdinin çağırdığı istikâmette koşacaklardır. Bakışlarını, başka şeyler bir tarafa, kendilerine bile çevirecek halleri olmayacaktır. Göz kapaklarını kapatamaz, hareket ettiremez bir halde, gözleri açık ve donakalmış bir vaziyette, hiçbir şeye dönüp bakmadan öylece koşacaklardır. Kalpleri de bomboş olacaktır. Aşırı korkudan dolayı kalpleri kırık, yıkık, paramparça olacak; orada fayda verecek hiçbir fikir, hiçbir düşünce kalmayacaktır.
Bu âyetler, peygamberimiz ve mü’minlere tesellî, mazlumlara tâziye, zâlimlere ise büyük bir tehdittir.

Gelen âyetler ise âhiretin yakıp kavurucu pişmanlığıyla karşılaşmadan önce kulları şöyle uyarmaktadır:

44. İnsanları, başlarına azabın geleceği bir günle korkut. O gün zâlimler: “Rabbimiz! Bize biraz daha süre ver de senin dâvetini kabul edip, peygamberlerine uyalım” derler. Onlara şöyle karşılık verilir: “İyi de, daha önce sizin için bir zevâl, bir son olmadığını iddia edip duran bizzat kendiniz değil miydiniz?”

Âhiretin şiddetli azabını gören inkârcılar ve zâlimler, iman edip sâlih ameller işleyerek kendilerini bu azaptan kurtarabilmek için tekrar dünyaya dönmek isteyeceklerdir. Fakat artık böyle bir şey mümkün olmayacaktır. O halde hedef, dünyada iken peygamberlerin davetine icâbet etmek, olan bitenden ibret alıp gerçeği görmek ve âhirete eli boş gitmemektir. Şu âyet-i kerîmeler de bu husus daha açık bir şekilde beyân buyrulur:

“İnkâra saplanmış olanlara gelince, onlar için cehennem ateşi vardır. Ne haklarında ölüm kararı verilir ki ölüp de azaptan kurtulsunlar. Ne de tattıkları azaptan en küçük bir eksiltme ve hafifletme olur. Biz, Allah’ı ve nimetlerini inkâr eden her nankörü işte böyle cezalandırırız. Orada avazlarının çıktığı kadar yüksek sesle feryat edecekler: «Rabbimiz! Ne olur, bizi buradan çıkar ve dünyaya geri gönder de, daha önce yaptıklarımızın yerine sâlih ameller işleyelim!» Allah da onlara: «Size, düşünüp öğüt alacak bir kişinin, düşünüp öğüt alabileceği bir ömür vermedik mi? Hem size uyarıcı bir peygamber de gelmişti. O halde tadın azabı! Artık zâlimler için hiçbir yardımcı yoktur» buyuracak.»” (Fâtır 35/36-37)
Yine kâfirler:

“Rabbimiz! Biz azgınlığımızın ve taşkınlığımızın kurbanı olduk da doğru yoldan sapmış bir topluluk hâline geldik. Rabbimiz! Bizi bu ateşten çıkar. Eğer tekrar küfre dönersek, o takdirde biz gerçekten kendimize zulmetmiş kimseler oluruz” (Mü’minûn 23/106-107) diyecekler. Yüce Allah da onlara:

“O ateş içerisinde aşağılık bir şekilde kalın ve sesinizi kesin. Bana bir tek kelime bile olsun söylemeyin!” (Mü’minûn 23/108) buyuracaktır.

Kâfirleri bekleyen korkunç akıbet bu;

45. “Ad, Semûd gibi sizden önce yaşayıp kendilerine zulmedenlerin yurtlarında oturmuştunuz; onlara nasıl muâmele ettiğimiz size apaçık belli olmuştu; ayrıca her türlü misaller ve temsillerle size gerçekleri açıklamıştık.”


Âhiretin şiddetli azabını gören inkârcılar ve zâlimler, iman edip sâlih ameller işleyerek kendilerini bu azaptan kurtarabilmek için tekrar dünyaya dönmek isteyeceklerdir. Fakat artık böyle bir şey mümkün olmayacaktır. O halde hedef, dünyada iken peygamberlerin davetine icâbet etmek, olan bitenden ibret alıp gerçeği görmek ve âhirete eli boş gitmemektir. Şu âyet-i kerîmeler de bu husus daha açık bir şekilde beyân buyrulur:

“İnkâra saplanmış olanlara gelince, onlar için cehennem ateşi vardır. Ne haklarında ölüm kararı verilir ki ölüp de azaptan kurtulsunlar. Ne de tattıkları azaptan en küçük bir eksiltme ve hafifletme olur. Biz, Allah’ı ve nimetlerini inkâr eden her nankörü işte böyle cezalandırırız. Orada avazlarının çıktığı kadar yüksek sesle feryat edecekler: «Rabbimiz! Ne olur, bizi buradan çıkar ve dünyaya geri gönder de, daha önce yaptıklarımızın yerine sâlih ameller işleyelim!» Allah da onlara: «Size, düşünüp öğüt alacak bir kişinin, düşünüp öğüt alabileceği bir ömür vermedik mi? Hem size uyarıcı bir peygamber de gelmişti. O halde tadın azabı! Artık zâlimler için hiçbir yardımcı yoktur» buyuracak.»” (Fâtır 35/36-37)

Yine kâfirler:

“Rabbimiz! Biz azgınlığımızın ve taşkınlığımızın kurbanı olduk da doğru yoldan sapmış bir topluluk hâline geldik. Rabbimiz! Bizi bu ateşten çıkar. Eğer tekrar küfre dönersek, o takdirde biz gerçekten kendimize zulmetmiş kimseler oluruz” (Mü’minûn 23/106-107) diyecekler. Yüce Allah da onlara:

“O ateş içerisinde aşağılık bir şekilde kalın ve sesinizi kesin. Bana bir tek kelime bile olsun söylemeyin!” (Mü’minûn 23/108) buyuracaktır.

Kâfirleri bekleyen korkunç akıbet bu;

46. Hal böyleyken, onlar yine de, tuzak kurmaya devam ettiler. Bu tuzakları dağları yerinden oynatacak kadar güçlü kuvvetli bir şekilde tasarlanmış olsa bile, onların tuzaklarının cezası Allah’ın yanındadır; onları bir bir boşa çıkaracak ve asla başarıya eriştirmeyecektir.

47. Rasûlüm! Öyleyse, sakın Allah’ın peygamberlerine verdiği sözden cayacağını sanma! Çünkü Allah, karşı konulamaz kudret sahibidir ve inkârcılardan intikam alandır.


Önceden gelip geçen zalimler de, Resûlullah (s.a.s.) zamanındaki zâlimler de hakkı ortadan kaldırmak ve bâtılı yerleştirmek için ellerinden gelen bütün gayreti göstererek ve bilinen tüm meşrû sınırları çiğneyerek büyük entrikalar çevirmişler ve tuzaklar kurmuşlardır. Bundan böylede onların hakikat karşısındaki bu düzenbaz tavırları devam edecektir. Onların bu tuzakları, büyüklük ve şiddet bakımından dağları yerinden sökecek şekilde planlanmış olsa bile, Allah Teâlâ hepsini en ince ayrıntısına varıncaya kadar bildiği için onları bozacak, boşa çıkaracak ve cezalarını verecektir. O halde Allah hakkında sû-i zana düşmeyi gerektirecek bir durum yoktur. O, peygamberlerine verdiği yardım ve zafer sözünü mutlaka yerine getirecektir. (bk. Saffât 37/171-173; Mü’min 40/51) Çünkü O, va‘dettiği her şeyi yerine getirebilecek bir kuvvet sahibi olduğu gibi, intikam almak istediği zaman da onu engelleyecek hiç bir güç yoktur.

Kıyâmetin dehşetli manzaralarına gelince:

48. O gün yer başka bir yerle, gökler de başka göklerle değiştirilir. İnsanlar da kabirlerinden kalkıp bir olan, her şeyi kudret ve hâkimiyeti altına alan Allah’ın huzurunda toplanırlar.

Kıyâmet günü birinci sûra üflendiğinde şu an mevcut olan yeryüzü üzerinde ve göklerde büyük bir inkılap, yıkım ve değişim meydana gelecektir. Yeryüzünün ve göklerin bu günkü şekli ve durumu tamâmen değişecek; o âleme mahsus kanunlara dayanan yepyeni bir âlem meydana gelecektir. Kıyâmetle ilgili âyet-i kerîmeler bu hususları tafsilatlı bir şekilde haber verir. Hülâsa etmek gerekirse: Yeryüzünün dağları yerinden sökülüp birbirine çarptırılarak un ufak olacak, denizleri kaynatılacak, taşacak, yeryüzü dümdüz olacak, üzerinde hiçbir eğrilik, girinti ve çıkıntı olmayacaktır. Gökyüzüne gelince, güneş ve ay tortop edilip dürülecek, ışıkları sönecek, yıldızlar dağılacak, erimiş bakır madeni gibi eriyip akacaktır. Neticede yeryüzü hesap yeri olarak tanzim edilecek, mizan kurulacak, bütün insanlar diriltilerek burada hesaba çekileceklerdir.

Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Kıyâmet gününde insanlar beyaz, hiç ayak basılmamış ve âdeta has undan yapılmış çöreğe benzeyen ve henüz kimsenin tanımadığı bir meydanda toplanacaktır.” (Buhârî, Rikâk 44; Müslim, Munafikîn 28)

Peki günah bataklığında ömürlerini heba etmiş inkârcı suçlular o gün ne durumda olacak:

49. O gün, bütün hayatları günahla kararmış inkârcı suçluların birbirlerine yaklaştırılarak zincirlere vurulduğunu görürsün.

50. Onların elbiseleri katrandan olacak, yüzlerini de ateş bürüyecektir.

51. Allah, herkese kazandığının karşılığını vermesi için böyle yapacaktır. Şüphesiz ki Allah, hesâbı çok çabuk bitirendir.


Kâfirler, günahkârlar dünyada bozuk itikat ve kötü fiillerde birbirlerine yakın ve ortak oldukları gibi, kıyamet günü de birbirlerine yaklaştırılarak zincirlere vurulacaklardır. Veya her bir kâfir, bir şeytanla birlikte aynı zincire vurulacaktır. Yahut kâfirlerin elleri ve ayakları zincirlerle boyunlarına bağlanacaktır. Onların elbiseleri katrandan olacaktır. Bilindiği gibi katran; siyah, çirkin ve pis kokulu, süratle tutuşan, sıcak ve keskin bir sıvıdır. Elbette cehennemdeki katranı dünya katranıyla kıyaslamamak gerekir. Şüphesiz oradakinin sıcaklık derecesi, kokusu ve çirkinliği daha fazladır. İşte bu katran cehennemliklere sürülecek, bu onların âdeta elbisesi, gömleği ve şalvarı olacaktır. Bu yolla onlara çirkin bir renk, pis bir koku, şiddetli bir harâret ârız olacak ve onlara ateşte süratle tutuşma özelliği verilecektir. Hâsılı onların dünyada bulaştıkları yanlış itikatlar, yaptıkları günahlar, zulüm ve haksızlıklar âhirette katran hâlinde tecessüm ederek azaplarının şiddetlenmesine sebep olacaktır. Yüzlerini de ateş kaplayacaktır. “Öyle bir ateş ki, acısı tâ gönüllere işleyip yakar” (Hümeze 104/7) âyetinin haber verdiği gibi, ilk önce kalplerinden tutuşacak olan cehennem ateşi, yalnız içlerini yakmakla kalmayacak, bütün vücutlarını saracak ve en kıymetli uzuvları olan yüzlerini bürüyecektir. İşte insanların yaratılmalarının, dünya hayatında imtihan olmalarının, kıyametin, yeniden dirilişin, hesabın, cennet ve cehennemin varlığının hikmeti: “Allah’ın, her kuluna dünyadaki kazandıklarına göre âhirette bir karşılık verme” irade ve arzusudur.

Netice olarak:

52. Bu Kur’an, insanların kendilerini bekleyen tehlikelerle uyarılmaları, Allah’ın bir tek ilâh olduğunu bilmeleri ve gerçek akıl sahiplerinin düşünüp öğüt almaları için yapılmış bir duyurudur.

Burada Kur’ân-ı Kerîm’in indirilmesinin hikmetlerinden üçüne yer verilir:

İnsanları Allah’ın azabına karşı uyarmak; ondan korunmak için nasıl davranacaklarını telkin etmek,
İnsanlara Allah’ın bir tek ilâh olduğunu, O’ndan başka kulluk yapılacak başka bir ilâhın olmadığını bildirmek,
Selim akıl sahiplerini, âyetleri üzerinde tefekkür etmeye, onlardan öğüt ve ibret almaya davet etmek.

Bu sebepledir ki şimdi ilâhî azapla uyarma, tevhide davet etme ve dinî hususları hatırlatma hikmetleriyle İbrâhim sûresinin bir tamamlayıcısı mâhiyetinde Hicr sûresi başlıyor:
 
Üst Alt