İsra, (gece yolculuğu)

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
İsra, (gece yolculuğu)
İsra, (gece yolculuğu)
İsra, (gece yolculuğu)


Hz. Muhammed’in Mirac’a çıkarılmak için, Mekke’den Mescid-i Aksa’nın bulunduğu Kudüs’e getirilmesinin adı olan İsra, (gece yolculuğu) aynı zamanda bir sürenin de adı olmuştur.
İSRA

Esra
, İsrail, kelimesindeki ‘isra’ ile aynı manadadır. İsra-İyl, ‘Allah’a giden’, ‘Allah’ın yolunda yürüyen’ demektir. Bu manasıyla ‘Abdullah’ anlamına da gelir…

Dolayısıyla Allah’ın huzuruna çıkacak ve O’na doğru yol alacak insanlık elçisinin, kendisini İsra-il (Allah’ın yolunda yürüyen’ diye tanımlayan bir halkın yurduna varmadan gitmesi yakışık olmazdı.

Bu hareketiyle Hz. Peygamber, miracının, Mescid-i Aksa ve civarında gelmiş tüm peygamberler adına olduğunu da göstermiş oldu. Zaten aynı ailenin soyu değiller mi? Hem tüp beni İsrail peygamberleri hem de Hz. Muhammed aynı babanın çocukları değiller mi? Hacer’in ve Sarah’ın çocukları. Bu seyahat, hikmetin her türlüsüne mazhar olmuş bir ailenin macerasının da arzı olacaktır.

Nitekim, İsra ismiyle malum olmuş surenin sadece ilk ayeti isra ile ilgilidir. Ondan sorası tamamen İsrail oğullarını macerasını aktarmaktadır. Oradan göğe yükselme olan Mirac ve miraç sırsında cereyan eden hadiseler ise Necm (Yıldız) suresinde bize aktarılır.

O yüzden İsra, daha çok İsrailoğluların ve Beni İsrail Peygamberlerine bakan bir meseledir.

Sübhan Kelimesinin hikmeti


Malum İsra Suresi ‘sübhan’ kelimesi ile başlar. “Sübhanellezi esra bi abdihi…’

Bu üç kelime ciltler dolusu esrarı içerir. Zira her biri için bir kitap yazılsa anlaşılmasına yine de kafi gelmez.

Sübhan, her türlü noksanlıklardan beri olmak anlamınadır. Ve o yüzden de “İyl- lah’aya özel isim olmuştur. “İyl” İbranice’de ve kadim Aramcada ‘Allah’ lafzının karşılığıdır. (Cebra-iyl, İsraf-İyl… Kelimelerinde bariz görüldüğü gibi). ‘Lah’ veya ‘lah-al’ ise ilahlar anlamına gelir. Böylece ‘İyl-Lah’, “ilahların ilahı” demek olur ki Arapçadaki Allah lafzının kaynağı da bu kelimedir. Allah lafzı celali, her türlü eksiklik ve noksanlıktan münezzeh olmayı temsil eden Allah’ın alem ismidir. Sübhan ise bu ‘noksansızlığın’ özel ismi.

Sübhan, her türlü eksikliklerden, noksanlıklardan uzak olan Allah’ın ismidir. Ve tabii hayret içerir. Sayısız arazlarla çevrelenmiş insan için bu imkânsız olduğu için, sübhan kelimesi aynı zamanda ‘hayret’ içerir. Kendisi sayısız eksikliklerle çevrelenmiş bir yaratığın (insanın) aklı bu kadar mükemmelliği kaldıramadığı için, O’nun noksanlığı karşısında hep ‘hayret’ makamında kalmıştır.

İbnü’l-Esir’in bu konuyla ilgili aktardığı bir hadiste Cebrail(as)’in “Allahın arşı önünde yetmiş perdesi vardır. Biz bu perdelerden birine yaklaşsak Rabbimizin yüzünün nurları bizi hemen yakardı” dediği aktarılır. Diğer bir aktarımda ise, “O’nun arşının önünde nur (veya ateş) perdesi vardır. Onu açsa yüzünün ‘sübuhât’ iliştiği her şeyi yakardı” dediği ifade edilir.

Nitekim hatırlayın, Musa (as) da O’nu cehreten görmek istemişti de Allah, ‘sen buna dayanamazsın’ demişti. Sonra dağa tecelli etmişti de, o taş ve toprağın düştüğü hal, Musa’ya çığlık attırmış, bayıltmıştı…

Böyle olunca Sübhan kelimesi Cenab-ı Hakkın akıl sır ermeyecek, hafsala almayacak hallerinin sembolü oldu. İsra Sresi’nin böyle hayret içeren mükemmel bir ‘tesbih/anış’ ile başlaması, aklı ve latifeleri, yaşanacak garipliklere hazırlamak maksadı güder. Böylece hem bizi uyarır, hem de akıllara hayret veren, aklın anlama kabiliyetinin üstünde kalan imkân dışı görünen ‘İsra’ hadisesinin önemine vurgu yapar. Kalpleri o hadiseyi anlamaya hazırlar! Yani der ki, “Ey inanan kalp, sana anlatılacaklar hakkında tereddüde düşme. Aklın almıyorsa kalbinle ona yanaş. Unutma ki azametim ve kudretime sınır yoktur”

İnanmayanlara da, adeta “Siz eşyayı kusurlu görüyorsunuz diye sizi Yaratan Halık’ınızı da eksik sanıyorsunuz. Onun nezdinde imkansızlık yoktur ki, aklınızın almadığı şeyi red edesiniz. Sınırları var eden, kainatalar ve alemler arasına sınırlar koyan benim. Onu, has bir kulu için kaldıracak da benim…” demeye getirir. Böylece akılları ve kalpleri, şu hadisede yaşanacak garipliklere ve imkânsız gibi görünen hallere hazırlamış olur…

Esra Ne Demek?


İkinci kelime ‘esrâ’dır. Esra, tefsirlerde, ‘gece yolculuğu’ diye geçer. Yani kelime tek başına, Miraç olayının gece meydana geldiğini anlatmaya yetiyor. Se-re-ye kökünden ‘ef’al’ sığasıyla ‘Esrâ’ gece yürütüldü, anlamına geliyor. Fakat kelimenin diğer manalarını bilmek de anlatımı zenginleştirir. Mesela bir anlamı da ‘ağacın kökleri yerin altında yayıldı’ demektir ki, bir yönüyle de mensubiyet bildirir. Böylece Hz. Peygamber’in neden Mekke’den doğrudan göğe yükseltilmediği, ‘çevresi mübarek kılınan’ Beyti Makdis’e getirilip oradan yükseltildiğini etrafındaki sorulara da cevap verilmiş olur.

Çünkü Hz. Musa’dan, Hz. İsa’ya gelinceye kadar tüm peygamberler orada, yani Kudüs’te tebliğ ve irşat vazifelerini yapmışlardır. Hem orası Hz. Muhammed’i netice veren zürriyet silsilesinin de başlangıcıdır. Cenab-ı Hakk’ın huzuruna çıkan bir elçinin, diğer elçilere uğraması ve adeta kendisinin kök ve damarları olan o nebilerin desteğini arkasına almaması düşünülemezdi.

Bu Miracın, onlar adına da bir yolculuk olduğunu göstermek ve anlatmak için bundan daha güzel bir ilişkilendirme olamazdı. Oraya varak, onların da tasdiklerini aldı.

Hem İsra-İyl kelimesi, ‘Allah’ın yolunda yürüyen’ anlamına geldiğine göre, ‘Rabbin halkı’nın ne hal üzere olduğunu görüp, öylece huzur-u Bari’ye varmış olmak da hakikaten manidar olmuştur.

Hz. Muhammed’e Müstesna Bir Vurgu:


Bi Abdihi Kelimesinin Sırrı

‘Bi-abdihi’ kelemasi ise, son elçiye; huzura çağırılan nebiye çok hususi bir iltifattır. ‘Abd’, kul demektir. ‘Hi’ (Hu) ise Allah’a bakar. Böylece Alemlerin Rabbi unvanıyla onu huzuruna çağıran Zat-ı Zülcelal, ‘Allah’ın kulu’ iltifatıyla Hz. Muhammed’i, diğer tüm yarattıklarından ayrı tutarak ve ona tekil manada ehemmiyet verdiğini göstererek iltifat etmiş oldu.

Evet, bu hitap ‘Beni israil’e de bir ikazdır. Yani, “siz kendinizi ‘Allahın halkı’ biliyordunuz ya, artık o hüküm düşmüştür. Artık ilahi tasarruf açısından muhatabım Muhammed (asv) ve onun yolundan gidenlerdir” anlamını da havidir.

Bu anlamda, Beni İsrail’e bir diğer tokat da, bu surenin beşinci ayetinde vurulur. “Beasnâ aleykum ibâden lenâ” (üzerinize ‘bir kısım kularımızı’ gönderdik) derken, Ceab-ı Allah, azgınlıklarından dolayı tedib edilmeyi hak etmiş ama hala kendilerini ‘Allah’ın halkı’ sayan Beni İsrail’e, manen tokat vurur. Çünkü İsrail gerçekten ‘Allah’ın halkı’ olma vasfını taşıyor olsaydı, Kuran, onları tar u mar etmek üzere gelen ‘pagan’ Babil ve Ninovalıları ‘bizim kullarımız’ diye anmazdı.

Esasında bu demek oluyor ki, eğer siz size verilen nimetin kıymetini bilmez, haddi aşıp bozgunculuk yaparsanız, Allah hiç de manen size layık ve denk olmayan toplumlar eliyle sizi cezalandırır. Alem-i İslamın kimler eliyle tokat yediğine bir bakın!

İşte Cenab-ı hakkın adetindendir ki cezalandırmayı hak etmiş bir toplumu onlara asla merhamet etmeyecek birileri eliyle yapar ki, idrak etsinler. Ama nafile. Biz anlamamaya devam ediyoruz. Güya tahkir için ‘kafir’ dediğimiz tolumlar eliyle cezalandırılıyoruz hala…

İşte böyle, Kur7an Ben İsrail üzerinden tüm inananları uyarıyor. Bir kere ‘Allah7ın oyulra giden bir toplum olmaya’ mazhar oldunuz diye ila nihaye öyle kalamazsınız. O lütfa layık olduğunuzu her daim göstermelisiniz ki o nimet de sürsün. Yoksa size o nimeti vererek sizi yücelten Allah, almasını da bilir. Yani siz kendinizi mümin ve Müslüman sanırken, Allah sizin gözünüzde kafir birileriyle sizi cezalandırır. Hizmetini onlara gördürür…

Esasında ‘Bi- Abdihi’ (‘kulu’na) tabiri, neden Hz. Muhammed’in (asv), Miraca mazhar olduğunun gerekçelerini de ihtiva etmektedir.

Bu kelime ile Cenab-ı Hak, Hz. Muhammed’i kendi zatına has kılmıştır. Ona özel bir yetki ve statü kazandırmıştır. Onu ‘Allahın Kulu’ vasfıyla diğer tüm kullardan ve mahlûkattan ayırarak, onu doğrudan kendisi ile ilintilendirir. Ona yapılacak iltifatlar da ona göredir.

Bu iltifatların en başında Kur’an gelir. Kuran gibi muazzam/ mucizevi bir hidayet rehberini ona göndermiştir. Onu namaz nimetiyle şereflendirmiştir. Ona Makam-ı Mahmud’u vermiştir. Çünkü o, O’nun kuludur, elçisidir. Mirac da, o has kula bir azim iltifattır.

Adeta uzak bir memlekette büyük hizmetler ve işlerle görevlendirilmiş bir elçinin, padişah tarafından merkeze çağrılıp ru be ru görüşülmesi taltif edilmesi gibi, Cenab-ı Hak, onu makama çağırıp taltif etmiştir. Onun elçiliğine yer gök halkı tanık olsun diye…

Bir Ayetin İki Manası ve Mirac


Bize Mirac’ın başlangıcı olan Esra’yı haber veren İsra suresinin ilk ayeti, “İnnehu huv’s-semîu’l-aliîm” (O, işiten ve bilendir) diye son bulur.
Bu ayette ki ‘O’ zamiri, Cenab-ı Hak, olarak da anlaşılabilir, Hz. Muhammed (asv) olarak da. Tefsirler her iki manayı da görmüşler.

Eğer “O, İşiten ve Bilen’dir” ifadesindeki O, zamiri Hz. Muhhamed’e bakıyor kabul edilse İsra suresinin ilk ayetini şöyle anlamak mümkündür:
Hz, Muhammed, bu küçük seyahatte, ta ‘Kab-ı Kavseyne ev edna’ya kadar vardırılmış, evrenin sınırı olan Sidre’ye ulaşmış ve bu seyahat sırasında şahit olduğu tüm hadiseleri, sesleri hakkıyla duymuş ve bilmiştir.

Nitekim Mirac’ın mahiyetinin anlatıldığı Necm suresinin 1 -18 ayetleri okunduğunda ‘O’ zamirinin Hz. Muhammed’e baktığını doğrular çok manalar vardır.

Eğer ayetteki ‘innehu’ yani ‘O’; zamirinden Cenab-ı Hakk’ın kast edildiğini varsayarsak ayeti şöyle anlamak gerekir:

Cenab-ı Hak, “Bir abdini bir seyahatte huzuruna davet edip, bir vazife ile tavzif etmek için, Mescid-i Haramdan mecma-ı enbiya olan Mescid-i Aksâya gönderip, enbiyalarla görüştürüp, bütün enbiyaların usul-ü dinlerine vâris-i mutlak olduğunu gösterdikten sonra, tâ Sidretü’l-Müntehâya, tâ Kab-ı Kavseyne kadar mülk ve melekûtunda gezdirdi” (31. Söz)

İşte Miracın tüm, hikmet ve gerekçeleri burada uç vermiştir. Her ne kadar Hz. Muhammed bir kul ve Miraç da hususi ve cüzi bir seyahat ise de, fakat onun tüm insanlığı ilgilendiren bir konumu var. Bütün kâinatı ilgilendiren bir emanet taşıyor. Hem şu kâinatın rengini değiştirecek, onu aydınlatacak bir nur elinde var. Bütün insanlık adına makarrı-ı saltanata celp edilmiş. Ta ki, onun getirdiklerinin hak ve söylediklerinin ‘muhakkak’ olduğu kabul görsün…

Vahiy Varken Neden Miraç?


Peki, vahiy varken ve Cenab_ı Hak, dilediği kuluna dilediği bilgiyi tam ve sarih bir îkan ile bildirmeye muktedir olduğu, zamandan ve mekândan münezzeh ve kuluna şah damarından daha yakın olduğu bilinir ve kabul görürken, neden böyle bir seyahate ihtiyaç duyuldu?

Her evliyanın, kendi kalbinde muvaffak olduğu yakarışı yapmak için, Hz. Muhammed (sav) neden onca yol ve mertebeleri geçmek ve ancak huzura varıp o yakarışı yapmabildi? Bulunduğu yerden o yakarışı yapıp taleplerini isteseydi yine olacaktı. Neden böyle bir seyahatin yaşanmasına ihtiyaç duyuldu, hikmeti nedir?

Bediuzzaman, şu meselenin anlaşılmasını kolaylaştırmak için iki örnek verir ve şöyle der:

“Bir sultanın iki çeşit mükâlemesi, sohbeti, görüşmesi vardır; iki tarzda hitabı, iltifatı vardır.

Birisi, âmî bir raiyyetiyle cüz’î bir iş için, hususi bir hâcete dâir, has bir telefonla sohbet etmektir.

Diğeri, saltanat-ı uzmâ ünvânı ile ve hilâfet-i kübrâ nâmiyle ve hâkimiyet-i âmme haysiyetiyle ve evâmirini etrafa neşir ve teşhir maksadıyla, o işlerle alâkadar bir elçisiyle veya o evâmir ile münâsebettar büyük bir memuru ile konuşmaktır, sohbet etmektir ve haşmetini izhâr eden ulvî bir fermanla bir mükâlemedir.

İşte, şu temsil gibi, şu kâinat Hàlıkının ve Mâlikü’l-Mülk ve’l-Melekûtun ve Hâkim-i Ezel ve Ebedin iki tarzda mükâlemesi, sohbeti, iltifatı vardır. Birisi cüz’î ve has (hususi), diğeri küllî ve âmm (genel). İşte Mi’rac, velâyet-i Ahmediyenin (a.s.m.) bütün velâyâtın fevkınde bir külliyet, bir ulviyet sûretinde bir tezâhürüdür ki, bütün kâinatın Rabbi ismiyle, bütün mevcudâtın Hàlıkı ünvânıyla Cenâb-ı Hakkın sohbetine ve münâcâtına müşerrefiyettir” (31. Söz Birinci Esas)

Böyle olunca, Miraç, secde bir peygambere bir emir veya işin bildirilmesinden öte bir şey olur. Zira bu uruç/yükseliş Hz. Muhammed’in hususi donanımı ve kabiliyetiyle de ilgilidir. Her donanım ve liyakat, şu kurbiyeti/yakınlığı taşıyabilecek çapta değildir çünkü. Nitekim ne İbrahimin haliliyeti, ne msa aleyhisselamın kelîmullah olması buna yetmişti!

Mamafih Hz. Muhammed, bu seyahati ‘Nübüvvet-i Ahmediyye’ içindeki ‘Velayet-i Muhammideye/Ahmediye’ unvanıyla yapmıştır.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
 
Üst Alt