TEFSİR KAF Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
KAF SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

KAF Suresi 17.Ayet
KAF Suresi 17.Ayet
Kaf Sûresi Nuzül

Mürselât sûresinden sonra ve Beled’den önce Mekke’de nâzil olmuştur. Allah’ın gökleri ve yeri altı günde yarattığı, yorulduğu için de yedinci gün dinlendiği şeklindeki yahudi inancını reddeden 38. âyetin Medine’de indiğine dair bir rivayet vardır. Bu rivayet, Mekke döneminde halkın böyle bir bilgiye sahip bulunmadıkları için onu reddeden bir âyetin gelmesinin de uzak ihtimal olduğu düşüncesine dayanmaktadır. İbn Âşûr’un da haklı olarak ifade ettiği gibi, bu gerekçe 38. âyetin Medine’de geldiğini göstermez; çünkü Mekkeliler’in çevreyle kültürel ilişkileri vardı, bu bilgiyi Medine civarındaki yahudilerden öğrenmiş olabilirlerdi; ayrıca Allah Teâlâ her şeyi biliyordu ve gerekli gördüğü için bu inancı reddeden bir âyet gönderebilirdi (XVI, 274).

Kaf Sûresi Konusu

Kudretinin delilleri serdedilerek Allah Teâlâ’nın ölüleri diriltmeye kadir olduğu vurgulanır. Buna rağmen gerçeği inkâr edenlerin hem dünyadaki şaşkın ve perişan halleri, hem de mahşer yerindeki hazin durumları gözler önüne serilir. Cennete girebilecek takvâ sahiplerinin mühim vasıfları ve orada onlara ikram edilecek nimetlerden bahsedilir. Zira insana şah damarından daha yakın olan, onun bütün gizliliklerini bilen, bununla birlikte vazifelendirdiği meleklerle de insanların bütün yapıp ettiklerini kayıt altına alan Allah, o gün herkese hak ettiği karşılığı verecek, kimseye en küçük bir haksızlık yapılmayacaktır. O halde kıyametin, mahşerin ve cehennemin dehşetli manzaralarını tefekkürle uyanarak Cenâb-ı Hakk’a samimi kulluk, hamd ve tesbihin şimdi tam zamanıdır. Bu fırsatı iyi değerlendirmek gerekir.

Kaf Sûresi Fazileti

Sahâbe döneminden beri Kur’an’ı düzenli ve devamlı okuyan müslümanlar, günlük okunacak bölümleri, sûrelerin uzunluklarını göz önüne alarak ayırmışlar, bu ayırmaya tahzîb, her bölüme de hizb demişlerdir. İlk bölüm üç sûredir: Bakara, Âl-i İmrân ve Nisâ. İkinci bölüm beş sûredir: Mâide, En‘âm, A‘râf, Enfâl, Tevbe (Berâe). Üçüncü bölüm yedi sûredir: Yûnus, Hûd, Yûsuf, Ra‘d, İbrâhim, Hicr, Nahl. Dördüncü bölüm dokuz sûredir: İsrâ, Kehf, Meryem, Tâhâ, Enbiyâ, Hac, Mü’minûn, Nûr, Furkån. Beşinci bölüm on bir sûredir: Şuarâ, Neml, Kasas, Ankebût, Rûm, Lokmân, Secde, Ahzâb, Sebe’, Fâtır, Yâsîn. Altıncı bölüm 13 sûredir: Sâffât, Sâd, Zümer, Mü’min (Gåfir), Fussılet, Şûrâ, Zuhruf, Duhân, Câsiye, Ahkåf, Muhammed, Fetih, Hucurât. Bundan sonraki bölümlerin genel adı “mufassal”dır; bunların uzun olanları Kåf, vasat (orta uzunlukta olanları) Abese, kısa (kısâr) olanları ise Duhâ sûreleri ile başlamaktadır. Mufassal genel bölümünün başında Hucurât mı yoksa Kåf mı bulunduğu konusunda görüş ayrılığı bulunmakla beraber çoğunluk Kåf sûresini mufassal bölümünün ilk sûresi olarak kabul etmişlerdir (İbn Kesîr, VII, 370-371; İbn Âşûr, XXVI, 214). Kåf sûresini, Hz. Peygamber’in cuma hutbesinde, kurban ve ramazan bayramlarında, sabah namazının farzında sık sık okuduğuna dair sağlam rivayetler vardır (Müslim, “Salât”, 165-171).

Hakkında

Kâf sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 45 âyettir. İsmini 1. âyette geçen ق (Kāf) harfinden alır. Resmî tertîbe göre 50, iniş sırasına göre 34. sûredir.

KAF SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

1. Kãf. O şanlı, şerefli Kur’an’a yemin olsun ki hepiniz yeniden diriltilecek ve hesâba çekileceksiniz!

Kur’ân-ı Kerîm’in isimlerinden biri olan اَلْمَج۪يدُ (mecîd), çok şerefli, yüksek mertebeli, izzet sahibi, azametli; kerem sahibi, çok faydalı olan gibi mânalara gelir. Allah’ın kelâmı, elbette bütün bu güzel mânalara en mükemmel şekilde sahip olan bir kitaptır. Pek çok yönden mûcizedir. Tüm insan ve cin âlemine meydan okuduğu halde onun benzeri bir söz getirmeye şimdiye kadar kimsenin gücü yetmemiştir; bundan böyle de yetmeyecektir. Ona düşman olanlar mağlup edilecek, onu kendilerine rehber yapanlar dünya ve âhirette ondan çok fayda göreceklerdir. Onun sağladığı faydalara bir sınır koymak mümkün değildir. Bu bakımdan, insanlığın Kur’an’a ihtiyaç duymayacağı hiçbir zaman bulunmadığı gibi, ondan istifadesinin de bir sınırı yoktur.

İşte Allah Teâlâ insanları böyle bir Kur’an’a ve onun getirdiği tevhid, nübüvvet, âhiret gibi esaslara inanmaya davet eder:

2. Ne var ki, müşrikler içlerinden bir uyarıcının kendilerine gelmesini tuhaf karşılamakta ve gerçeği gizleyen o kâfirler şöyle demekteler: “Bu, ne acaip bir şey!”

3. “Ölüp de toprak hâline geldikten sonra mı yeniden dirilecekmişiz? Bu, gerçekleşmesi imkânsız bir dönüştür!”

4. Oysa biz, toprağın, onların bedenlerinden neyi yiyip eksilttiğini elbette çok iyi bilmekteyiz. Zâten katımızda her şeyin kayıtlı olduğu şaşmaz bir kitap vardır.

5. Fakat onlar, gerçeğin tâ kendisi olan Kur’an kendilerine geldiği zaman onu hiç düşünmeden yalanladılar. Bu yüzden tam bir kararsızlık ve şaşkınlık içindedirler.


Şunu belirtmek gerekir ki, iman bir nasip işidir. Nitekim Kur’an’ın ilk muhatabı olan müşrik Araplar, kendileri gibi bir insanın peygamber olmasını çok tuhaf karşılamışlar, onun haber verdiği ölümden sonra tekrar dirilişi de imkân dışı görmüşlerdir. Halbuki her şeyi yoktan yaratan Allah ölüleri diriltmeye elbette kadirdir. Üstelik Allah Teâlâ ölen insanın toprak içinde nasıl bir değişim geçirdiğini, ondan neyin kaldığını, neyin eksildiğini, nelerin başka maddelere dönüştüğünü çok iyi bilmektedir. Bunlar aynı zamanda Levh-i Mahfuz’da en ince ayrıntılarına kadar kaydedilmiş vaziyettedir. Dolayısıyla insanların bedenlerini yeniden yaratmak ve ruhu oraya iade etmek Allah için zor değildir. Fakat kâfirler, akıllarını çalıştırıp doğru ya da yanlışlığını araştırmadan kendilerine gelen din gerçeğini yalanladılar. Böylece kendilerini çok muzdarip ve perişan bir hal içine soktular. Peygamber (s.a.s.)’e gâh şair, gâh sihirbaz, gâh kahin dediler. İnkâr ve şaşkınlık içinde geleceğe dair tüm umutlarını kaybetmiş bir halde büyük bir ıstırapla kıvranıp durdular. Kâfirlerin ruh halleri daima böyledir. Aslında o ıstıraptan kurtulmanın tek yolu vardır; o da inanmaktır. İnanmak ve imanı tahkike erdirmek için de Allah Teâlâ’nın göklerde ve yerde bulunan kudret tecellilerine ibretle nazar etmek gerekir:

6. Peki onlar, üzerlerinde yükselip giden göğü nasıl mükemmel bir nizam içinde binâ ettiğimize, onu yıldızlarla nasıl süslediğimize ve onda en küçük bir çatlağın, kusur ve düzensizliğin olmadığına ibretle bakmazlar mı?

7. Yeryüzünü de döşedik, oraya sağlam dağlar yerleştirdik, orada gönüller, gözler açan her türlü bitkiyi çift çift bitirdik.

8. Bütün bunları, Allah’a yönelecek her bir kula, kalp gözünü açıp ilâhî kudretin büyüklüğünü gösterecek bir delil ve ders alınacak bir öğüt olması için yaptık.


Gökle alakalı üç hususa dikkat çekilir: Binâ edilmesi, yıldızlarla süslenmesi, onda hiçbir çatlağın, yarığın, ayıp ve kusurun olmaması. Buna mukâbil yeryüzü ile alakalı da üç husus dile getirilir: Yayılıp döşenmesi, içine sabit sapasağlam dağların yerleştirilmesi, orada gözler, gönüller açan, huzur ve neş’e veren her güzel çiftten sevimli bitki ve canlıların yaratılıp çıkarılması. Buna göre yeryüzü için zikredilen “yayıp döşeme”, gök için zikredilen “binâ edilmenin” mukabilidir. Çünkü اَلْمَدُّ (medd), koymak ve yerleştirmek, اَلْبِنَاءُ (binâ) ise kaldırmak ve dikmek demektir. Dağlar, yerde sabittir. Yıldızlar da gökte yer almış ve göğü süslemişlerdir. Yeryüzünde “bitkileri bitirme”, yeri yarmak mânasına gelir. Nitekim “Biz yağmuru şarıl şarıl akıtıyoruz. Sonra toprağı uygun şekilde yarıyoruz” (Abese 80/25-26) âyeti bunu beyân eder ki, gökleri deliksiz gediksiz yaratmanın zıddı bir durumdur. Gök ve yer için zikredilen bu hususiyetlerin her biri insan için de geçerlidir. Nitekim o gök gibi bina edilmiş ve yer gibi yayılıp döşenmiştir. Onda burun ve kulak gibi sabit, gözbebeği ve dil gibi hareketli, kafatası gibi deliksiz azalar; kılların altında bulunan deri gibi dokunmuş örtüler ve burun delikleri, gözenekler, ağız ve sâire gibi yarılmış, delinmiş uzuvlar vardır. Bütün bunlar, Rabbine gönül verecek, tüm varlığı ile Mevlâsı’na yönelecek her kulun gözüne hakikatleri göstermek, basîretini açmak, fikrini ve zihnini harekete geçirmek, öğüt vermek, ibret verici bir delil ve hatırlatma vesilesi kılmak hikmetine matuftur. Dolayısıyla gökte ve yeryüzünde birbirine zıt şeyler yaratmaya kadir olan Allah, bu bedenleri de öldürdükten sonra diriltmeye ve onlara yeniden ruh üflemeye kadirdir.

Şâir ne güzel öğüt verir:

“Sirr-i takdir-i vukuât-ı cihândır nazar et
Çeşm-i ibret gibi hiç âdeme mîzân olmaz.”
(Gâlib, Lefkoçyalı Mustafa)

“Etrafına bir bak! Gördüğün her şey Allah’ın takdirinden birer eserdir. Allah’ın büyüklüğünü ve kudretini anlayabilmek için bunlara ibret alıcı bir gözle bakmak kadar isâbetli bir ölçü olamaz.”

İlâhî kudretin bir diğer büyük nişânesi şöyledir:

9. Biz gökten bereketli bir su indirmekte, onunla meyve dolu bağlar bahçeler, tahıl ürünü olarak biçilecek taneler bitirmekteyiz.

10. Salkımları üst üste binmiş yüksek hurma ağaçları yetiştirmekteyiz.

11. Kullarımıza rızık olsun diye. Biz o yağmurla ölü toprağa can veriyoruz. İşte öldükten sonra kabirlerden çıkışınız da böyle olacaktır.


Allah Teâlâ’nın sonsuz kudretinin ve ölüleri tekrar diriltmeye kadir olduğunun bir delili de gökten bereketli yağmurlar indirerek, onunla bağlar, bahçeler, arpa ve buğday gibi biçilen tahıllar, salkımları üst üste istiflenmiş büyük ve ulu hurma ağaçları bitirmesidir. O yağmurla, suyu iyice çekilmiş, canlılık emâresi kalmamış, neşv ü nemâdan kesilmiş kuru toprağa hayat vermesidir. İşte öldükten sonra diriliş ve kabirlerden çıkış da böyle olacaktır.

Burada “hurûc: çıkış” kelimesinin kullanılmasının ifade ettiği bir mâna güzelliği vardır. Şöyle ki: Yerden bitkilerin çıkarılmasına اَلإحْيَاءُ (ihyâ) “diriltme” ve ölülerin dirilmesine اَلْخُرُوجُ (hurûc) “çıkış” denilmesi, ehemmiyetsiz gibi görülen “bitirme”nin şânını büyütmek ve uzak görülen ölümden sonra diriltme işini tabii bir fiil gibi kolay göstermek, böylece bitkileri çıkarma ile ölüleri diriltme arasındaki benzerliği net olarak ortaya koyup anlaşılmasını kolaylaştırmak içindir. Ayrıca burada, ölmüş bir toplumdan hakkın feyiz ve bereketiyle İslâmî bir cemiyetin ortaya çıkacağı, yeni bir hayat ile dirilip canlanacağı ve kâfirlere karşı galip geleceği mânasına da bir işaret bulunmaktadır.

Allah’ın varlığını, birliğini, sonsuz ilim ve kudretini gösteren bunca muazzam delillerden ibret almayan inkârcılardan, bu kez önceki toplumların başlarına gelenleri hatırlamaları ve bunlardan ders almaları istenmektedir:

12. Onlardan önce Nûh kavmi, Ress halkı ve Semûd da gerçeği yalanlamıştı.

13. Âd, Firavun ve Lût’un kardeşleri de.

14. Eyke ahâlisi ve Tübba‘ kavmi de. Evet, bunların hepsi peygamberleri yalanladı ve kendilerini tehdit ettiğim cezaya müstahak olup, o cezaya çarptırıldılar.

15. Biz ilk yaratmada bir âcizlik, bir becerisizlik mi gösterdik ki yeniden yaratmaya gücümüz yetmesin? Böyle olmadığını onlar da biliyorlar; fakat yeni bir yaratılış konusunda hâlâ zihnî bir karşıklık içinde bocalayıp duruyorlar.


Peygamberlerini yalanladıklarından dolayı Allah’ın azabına uğrayan önceki toplumların hazin akıbetleri, ders ve ibret almak için kâfidir. Onların hallerine bakıp küfür, isyan ve günahları terk etmenin gerekliliği anlaşılmalıdır. Yeniden yaratılışın gerçekliğini kavramak için de ilk yaratılışa bakmak yeterli olacaktır. Gökleri, yeri ve onlara bulunan bütün varlıkları yoktan yaratırken Allah Teâlâ hiçbir âcizlik, zafiyet ve becerisizlik göstermemiş, O’na en küçük bir yorgunluk dokunmamıştır. (bk. Kāf 50/38) Bu, O’nun yeniden yaratmaya kadir olduğunun açık bir delilidir.

Aslında yeniden yaratılış her an devam etmektedir. Bu hususta Mevlânâ (k.s.) der ki

“Her nefeste, dünya ve dünyada bulunan her şey yenilenir. Âdetâ, her an ölür ve dirilir. Fakat biz, onu hiç değişiklik olmadan, duruyor görürüz de bu yenilenmeden haberimiz bile olmaz. Ömür, ırmak gibi yeniden yeniye gelir gelir akar gider, yenisi gelir. Fakat biz, bu akışı, kesintisiz olarak görürüz. Ucu yanmakta olan bir sopayı eline alsan da tez tez, sağa sola oynatsan, göze durup duran, kesilmeyen bir ateş çizgisi gibi görünür. Ömür de pek tez akar gider de, bu yüzden devamlı duruyormuş gibi görünür. Ucu ateşli bir dalı hızla sallasan, o ateş noktası sana, uzun bir çizgi gibi görünür. Bu ömür uzunluğu, bu sürüp giden zaman, yaratılışının süratindendir. Cenâb-ı Hakk’ın yeniden yeniye ve hızlı yaratması, ömrü böyle uzun ve dâimî gösteriyor.” (Mevlânâ, Mesnevî, 1144-1148 beyitler)

Allah Teâlâ’nın yüce kudretine en büyük delillerden biri ise bizzat insanın kendi yaratılışı, iç âleminde olup bitenler ve onu bekleyen süprizlerdir. Bütün bunları sınırsız bir ilim ve derin bir hikmete dayanarak planlayan, yapan, evirip çeviren kimdir? Dinleyin:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
16. Gerçek şu ki, insanı biz yarattık ve nefsinin ona neler fısıldadığını da çok iyi biliyoruz. Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız.

17. Onun sağında ve solunda oturmuş iki kayıtçı melek, onun her söz ve davranışını yazmaktadır.

18. Ayrıca yanında onu gözetleyip duran ve ağzından çıkan her bir sözü anında kaydeden bir melek vardır.


İnsanı yaratan Cenâb-ı Hak’tır. İlim ve kudretiyle ona kendi şah damarından daha yakındır. Bu sebeple onun içinden geçen en ince hisleri, her türlü düşünceyi bile bilir. Bu yakınlığı ifade etmek üzere Mevlânâ Celâleddîn Rûmî:

“Benimle değil ama bendedir sevgili,
Sevgi hakkına pek şaşırtıcı bu belli…”
der.

Mevlânâ Sadedin Kaşgârî ise bu beyt üzerine şöyle bir izah yapmaktadır:

“Bir insan bin sene bu yolda yürüyüp gitse, anlamaz ki «O’nunla olmadan O’nda olmak…» ne demektir. Yüce Allah’ın yakınlığı nasıl kavranabilir ki… Ancak Allah Teâlâ, ciddi bir gayret sonunda bu yakınlığı tattırır, yakîne dayalı bir duygu verir. İşte o zaman insan anlar ve der ki: «Allah benimleymiş… Daha önce ben gâfil gâfil gezermişim…»

Bu yakınlık Allah’ın velî kullarına gelir. Bunda ne tereddüt var, ne de şüphe. Bu yakınlık elde edilirken, Yüce Allah’ın varlığında şüpheye düşülmeyeceği gibi, O’nun beraberliği için de bir tereddüde yer yoktur. Anlayan anlar. Bir kimse, kendi varlığından, kendisinin kendisine yakınlığından şüphe edebilir mi? Bir kimse, üzerine değişik elbiseler giyse de, gözünü yumup kendisini görmese de, yine kendisini unutmaz.” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 623)

Cenâb-ı Hakk kullara bu şekilde yakın olmakla birlikte her insan üzerine iki de melek gönderilmiştir. Onlar insanın söylediği her sözü ve yaptığı her işi teker teker kaydederler. Hiçbir söz ve hareket onların kayıtları dışında kalamaz. Bu sebeple Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle uyarmaktadır:

“Kul, iyice düşünüp taşınmadan bir söz söyleyiverir de, bu yüzden cehennemin, doğu ile batı arasından daha uzak bir yerine düşer gider.” (Buhârî, Rikâk 23; Müslim, Zühd 49-50)

Mü’minde olması gereken ihsân ve murakabe hâlini izah bakımından şu misaller pek mânidârdır:

Bir vâiz kürsüde âhiret ahvâlini anlatmaktaydı. Cemaatin arasında Şeyh Şiblî Hazretleri de vardı. Vâiz, Cenâb-ı Hakk’ın âhirette soracağı suâllerden bahisle:

“–İlmini nerede kullandın, sorulacak! Malını-mülkünü nerede harcadın, sorulacak! Ömrünü nasıl geçirdin, sorulacak! İbâdetlerin ne durumda, sorulacak! Harama-helâle dikkat ettin mi, sorulacak!.. Bunlar sorulacak; şunlar sorulacak!..” diye uzun uzadıya birçok husus saydı. Bu kadar teferruata rağmen meselenin özüne dikkat çekilmemesi üzerine Şiblî Hazretleri, vâize seslendi:

“–Vâiz efendi! Suâllerin en mühimini unuttunuz! Allah Teâlâ kısaca soracak ki: Ey kulum! Ben her an seninleydim, sen kiminleydin?”

Ölüm döşeğindeyken, Allah dostlarından Ebûbekir Kettânî (k.s.)’a hayâtında ne gibi bir ameli olduğu sorulduğunda, şu güzel sözlerle mukâbele etmiştir:

“–Ölümümün yaklaştığını bilmeseydim, riyâ olacağı endişesiyle size amelimden bahsetmezdim. Tam kırk yıl kalbimin kapısında bekçilik yaptım. Onu Allah Teâlâ’dan başkasına açmamaya çalıştım. Kalbim o hâle geldi ki, Allah’tan başkasını tanımaz oldum.”

Âyette ifade edildiği üzere vazifeli meleklerin nasıl kayıtta bulunduklarını tam olarak anlama imkânımız yoktur. Fakat günümüzde sesleri ve görüntüleri kaydeden nice aletler geliştirilmiştir. Bu bize kayıt işlemiyle alakalı bir fikir vermektedir. Ancak Allah’ın melekleri ne bu aletlere muhtaçtırlar, ne de bu kayıtlara bağlıdırlar. İnsanın kendi vücudu ve çevresindeki her şey, onun bütün konuşmalarını ve hareketlerini en ince ayrıntıları ile kaydeden bir kamera gibi olduğu artık bilinmektedir. İnsanoğlu kıyamet günü bütün konuştuklarını bizzat kendi kulağıyla duyacak ve bütün yaptıklarını bizzat kendi gözüyle görecektir. Dolayısıyla bunların doğruluğunu inkâr edemeyecektir. Allah Teâlâ kulun her şeyini bilmesine rağmen, adâletin bütün şartları tamamlanması için şâhitler getirecek, kula amellerini gösterecek ve daha sonra cezasını verecektir.
Bütün bu işlerin yapılacağı âhiret âleminin giriş kapısı ölümdür:

19. Derken ölüm sarhoşluğu tüm gerçekliği ile gelip çatacak: “Ey insan! İşte bir ömür boyu kendisinden nefret edip kaçtığın şey budur!” denecek.

سَكْرَةُ الْمَوْتِ (sekretü’l-mevt), ölüm sarhoşluğu demektir. Bu an geldiği zaman, dünya perdeleri kapanıp âhiret perdeleri açılmaya başlar. Ölümün de insana verdiği çok dehşetli bir acı vardır. Hatta Hz. Âişe’nin anlattığına göre Resûl-i Ekrem (s.a.s.) ölüm döşeğinde iken, yanıbaşındaki su kabına elini daldırıp yüzüne sürüyor ve “Lâ ilâhe ilallah, ölümün de sekerâtı; şiddet ve sıkıntıları var” buyuruyor (Buhârî, Rikâk 42) ve “Allahım! Ölümün şiddet ve sıkıntılarına karşı bana yardım et” diye dua ediyordu. (Tirmizî, Cenâiz 8; İbn Mâce, Cenâiz 64)

Kâinatın ölümü ise kıyamettir. O da sûra üflenmesiyle başlayacaktır:

20. Sûra üflenecek. Size geleceği va‘dedilen o dehşetli gün işte bu gündür!

21. O gün her insan, yanında biri kendini mahşer yerine götüren, diğeri hakında şâhitlik edecek olan iki melekle yüce divana gelecek.

22. Allah: “Doğrusu sen bundan derin bir gaflet içindeydin. Ama şimdi gerçekleri görmeni engelleyen perdeni kaldırdık; bugün bakışların pek keskindir” buyuracak.

23. Beraberindeki görevli melek: “Yâ Rabbî! İşte yanımdaki şu inkârcı, cehenneme atılmaya hazır!” diyecek.

24. Allah da o iki meleğe şöyle buyuracak: “Atın cehenneme her bir inatçı kâfiri!”

25. “İyiliğe engel olan, hak hukuk tanımayan, ilâhî gerçeklerden şüphe eden ve kalplere şüphe tohumları eken her zâlimi!”

26. “Allah ile beraber başka ilâhlar edinen o kâfirleri! Atın, atın onları o şiddetli azabın içine!”


Bahsedilen sûra üflendiği zaman bütün insanlar diriltilecek ve cismânî bir hayatla ayağa kalkacaklardır. Dünyada söz ve amellerini kaydeden iki melek gelip derhal insanı kontrolleri altına alacaklardır. Biri onu Allah’ın mahkemesine doğru çekip götürecek, diğeri de onun amel defterini taşıyacaktır. Ölümle birlikte insanın gözündeki perde kaldırılınca âhiret âleminin gerçeklerini görmeye başlayacak, mahşerde yeniden dirilince bu uhrevî hakîkatleri aynelyakîn görecek ve hakkalyakîn yaşayacaktır. Kur’ân-ı Kerîm’in ve Resûlullah (s.a.s.)’in verdiği tüm haberlerin gerçek olduğunu, hepsinin orada mevcut olduğunu görecektir.

Onu yakalayıp ilâhî mahkemeye doğru sürükleyen melek, huzura gelince, onun hesaba çekilmeye hazır olduğunu söyler. Hesaba çekilir. Burada bahsedilen kişinin kâfir ve günahkâr olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü neticede cehennemlik olduğuna karar verilmiştir. Mezardan kalkar kalkmaz onu yakalayıp ilâhî huzura getiren iki meleğe, o suçluyu tutup cehenneme fırlatmaları emredilir.

Sözün burasında dinleyenlere ibret olması ve bu tür kötü hal ve hareketlerden vazgeçmeleri bakımından o kişinin cehenneme atılmasına sebep teşkil eden vasıfları haber verilir. “Acaba ne yaptı da böyle kötü bir muameleye tâbi tutuldu?” diye düşünenlerin merakları giderilir. Bu kötü vasıflar şunlardır:

İlâhî gerçekleri inkâr etmek, Allah’ın nimetlerine karşı aşırı nankörlük yapmak.
İnat etmek; gerçeği bildiği halde onu inadına yalanlamak; hakkı ve haklıyı reddetmek.
İyiliğe engel olmak, kendi malından muhtaçların hakkını vermediği gibi başkalarının yapacağı iyiliğe de mâni olmak.
Haddi aşmak, doğruluktan sapmak, insanlara zulüm ve eziyet etmek.
İtikâdî hususlarda şüphe etmek, bununla kalmayıp başkalarını da şüpheye düşürmek.
Allah ile beraber başka tanrılar edinmek.

Bu kötü sıfatların sahibi olan kâfir veya suçlu kişi cehenneme atılırken, hayatında kendine yoldaş edindiği şeytan suçu üstlenmediği gibi üstelik suçun altından sıyrılmaya çalışır:

27. Dünyadaki kâfir yandaşı: “Rabbimiz! Onu ben azdırmadım. Zâten kendisi haktan iyice uzak derin bir sapıklık içindeydi” diyecek.

28. Allah şöyle buyuracak: “Ey kâfirler! Benim huzurumda böyle çekişip durmayın. Çünkü ben başınıza gelecek tehlikeyi daha önceden size haber vermiştim.”

29. “Benim verdiğim karar asla değiştirilemez; ben kullarıma kesinlikle zulmetmem!”


Burada bahsedilen اَلُقَر۪ينُ (karîn)den maksat, Allah’ın zikrinden uzak duran o bedbahta dünyada yakın dost olan şeytandır. Bunlar Allah’ın huzurunda tartışmaya başlayacaklar, cehennemlik olan kişi, “Beni bu azdırdı, saptırdı. Esasında o cezalandırılmalı” diyerek şeytanı suçlamaya çalışacak, şeytan ise bu suçlamayı kabul etmeyecektir. Nitekim bu husus şu âyet-i kerîmede daha açık olarak haber verilir:

“Hesaplar görülüp iş bitirilince şeytan şöyle der: «Allah size gerçekleşmesi kesin olan bir va‘atte bulundu; ben de size öylesine va‘atte bulundum fakat sözümde durmadım. Aslında benim size istediğimi yaptıracak bir gücüm de yoktu. Sadece ben sizi inkâra çağırdım, siz de bana uydunuz. Öyleyse beni kınamayın da kendinizi kınayın. Bugün, ne ben sizin feryadınıza yetişebilirim, ne de siz benim feryadıma yetişebilirsiniz. Dünyada iken beni Allah’a ortak tanımış olmanızı da reddediyorum. Elbette zâlimlere can yakıcı bir azap vardır.»” (İbrâhim 14/22)

Bir de, içine kâfirlerin atılmasıyla galeyana gelen cehennemin iştahına ve nârasına kulak verin:

30. O gün cehenneme: “Doldun mu?” diye soracağız, o da her seferinde: “Daha yok mu?” diye nâra atacak!

Cehennemin verdiği cevabı iki türlü anlamak mümkündür:

“Artık ağzıma kadar doldum. İçimde daha fazla insana yer kalmadı.” Çünkü orasını kâfirler ve günahkârlar iğne ucu kadar boş yer kalmayıncaya kadar doldurmuş olacaklardır. Zira Cenâb-ı Hakk’ın cehennemi insan ve cinlerle tıka basa dolduracağı vaadi vardır. (bk. Secde 32/13)

“Daha ne kadar kâfir, günahkâr varsa hepsini alın gelin. Bende hepsi için yer bulunur.”

Resûlullah (s.a.s.) bu âyeti şöyle tefsir etmiştir:

“Cehennemlikler oraya atıldıkça cehennem durmadan «Daha fazlası yok mu» diye söylenecek. Nihâyet Allah Teâlâ cehennemin üzerine basacak, bu defa da «Artık yetişir, yetişir» diyecek.” (Buhârî, Tefsir 30/1; Müslim, Cennet 37, 38)

Nitekim âyet-i kerîmelerde de sık sık “Sanki cehennemde kâfirlere yer yok mu?” (Ankebût 29/68), “Sanki cehennemde büyüklük taslayanlara yer yok mu?” (Zümer 39/60) ifadesi tekrarlanır.

Efendimiz (s.a.s.), bir başka hadis-i şerifinde şöyle buyurur:

“Cennet ile cehennem münâkaşa ettiler. Cehennem:

«−Bende zorbalar ve kibirliler var» dedi. Cennet:
«−Bende zayıflar ve yoksullar var» dedi.

Bunun üzerine Allah Teâlâ onların çekişmesini şöyle hâlletti:

«−Ey cennet! Sen benim rahmetimsin, dilediğime seninle merhamet ederim. Ey cehennem! Sen de benim azâbımsın. Dilediğime seninle azâb ederim. Ben, her ikinizi de dolduracağım.»”
(Müslim, Cennet 34; Buhârî, Tefsir 50/1)

İnkâr edenlerin fecî âkibeti budur. İman ve takvâ üzere bir hayat sürenlere gelince:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
31. O gün cennet de, gönülleri Allah’a saygıyla dopdolu olup O’na karşı gelmekten sakınanlara iyice yakınlaştırılacak; kolayca girebilsinler diye onlardan uzak tutulmayacaktır.

32. Onlara şöyle denilecek: “İşte size dünyada va‘dolunan cennet budur! Bütün gönlüyle Allah’a yönelen, O’na karşı kulluk vazîfelerini dikkatle yerine getiren her kul için hazırlanmış bir cennet!”

33. “Görmediği halde Rahmân’a karşı derin bir saygı besleyip içi ürpertiyle dolan ve sürekli Allah’a yönelmiş, O’na boyun eğmiş bir kalple gelen her kul için.”

34. “Şimdi girin oraya selâmetle ve her türlü kötülükten emniyet içinde. Artık bu gün, sonsuz hayatın başladığı gündür!”

35. Orada onların istedikleri her şey var; üstelik katımızdan daha fazlası da var.


Cennete girmeye hak kazananların mümtaz vasıfları da şöyledir:

Allah’a karşı saygı ve korkuyla dopdolu bir gönle sahip olup, O’na itaatsizlikten sakınarak kalbini Rabbin râzı olmayacağı her türlü kötü düşünce ve niyetlerden koruması.

Tevbe ve istiğfar ile daima Allah’a yönelmesi; günahlarını hatırlayıp Allah’tan bağışlanma dilemesi. Bollukta, darlıkta, sıkıntıda ve rahatlıkta her daim Allah’a güvenip dayanması. Kalbini Allah’tan başkalarından çevirip, sadece Allah ile meşgul etmesi.

Bu açıdan bakıldığında Abdülkadir Geylânî (k.s.)’un şu hâli pek ibretlidir:

Biri ona şöyle sordu:

“- Niçin acaba üzerinize sinek konduğunu hiç görmüyoruz?”

Şöyle cevap verdi:

“- Niçin konsun ki… Üzerimde ne dünyanın pekmezi var, ne de âhiretin balı…” (Velîler Ansiklopedisi, II, 453)

Allah’ın emir ve yasaklarını dikkate alarak yaşaması, Allah’ın koyduğu sınırları muhafaza etmesi.

Yüce Allah’ı zahiren göremediği halde O’ndan korkması, O’na beslediği derin saygıyla yüreğinin titremesi. Kimsenin kendini görmediği yerlerde bile hep Allah korkusu ile hareket etmesi. Çünkü biz Rabbimizi zahir gözümüzle göremesek bile, Allah’ın bizi hakkiyle gördüğünde hiçbir şüphe yoktur. Peygamber Efendimiz (s.a.s.), başka bir gölgenin bulunmadığı kıyâmet gününde Allah Teâlâ’nın, yedi sınıf insanı, arşının gölgesinde gölgelendireceğini bildirmiş, bunların birinin de “Tenhalarda Allah’ı zikredip göz yaşı döken kişi” olduğunu haber vermiştir. (Buhârî, Ezân 36; Müslim, Zekât 91)

Daima Allah’a yönelen bir kalbe sahip olması. Allah’a yönelen kalbin alameti; Allah Teâlâ’nın saygı gösterilmesi gereken haklarını bilmek, O’nu dost edinmek, O’nun azamet ve celali karşısında mütevazı olmak, nefsin arzularını terk etmek, başkalarını incitmemek ve bundan daha önemlisi hiç kimseden incinmemesidir. İnsan ancak hususi bir tasavvufî eğitimle, nefis tezkiyesi ve kalp tasfiyesi ile bu mertebeye ulaşabilir.

Nitekim Sâmi Efendi Hazretleri, Dâru’l-Fünûn’un Hukuk Fakültesi’ni yeni bitirmişti. Onun güzel hâlini ve tertemiz sîretini pek beğenen bir Allah dostu:

“–Evlâdım, bu tahsil de güzeldir ama, sen asıl tahsîli ikmâl etmeye bak! Seni irfan mektebine kaydedelim, orada da gönül ilimlerini ve âhiret sırlarını öğren!..” dedi. Ardından da ilâve etti:

“–Evlâdım, o mektepte nasıl eğitim yaparlar, ne öğretirler bilemem. Ama bildiğim bir şey var ki, bu tahsîlin ilk dersi incitmemek, son dersi de incinmemektir...”

Sahip oldukları güzel ahlâk ve ulvî hasletlerle diğer insanlardan hemen fark edilen Allah dostları, “kimseyi incitmemek” ve “kimseden incinmemek” faziletinin de zirvesine çıkmışlardır.

Ebû Abdullah Sâleme’ye:

“– Gönüllerini devamlı Rablerine yönelten Allah dostlarını diğer insanlardan ayırt eden vasıflar nelerdir?” diye sordular. O da cevâben, ehlullâhın şu güzel vasıflarını saydı:

“–Allah dostları diğer insanlardan:
Konuşmalarındaki tatlılıkla,
Ahlâklarındaki güzellikle,
Sîmâlarındaki tebessüm ve müjdeleyicilikle,
Hâl ve edâlarındaki zarâfetle,
Nefislerindeki cömertlikle,
Mâzeretleri kabul edişlerindeki diğergâmlıkla,
İyi ve fenâ herkese karşı şefkatlerindeki genişlikle ayırt edilir.”

Bu vasıflara sahip olanlar cennete girecek, orada istedikleri her nimete nâil olacaklardır. Allah katında onlar için daha fazla nimetler de vardır. Bu nimetler hakkında Yüce Rabbimiz hadis-i kudsîde şöyle buyurur:

“Ben sâlih kullarım için cennette öyle nimetler hazırladım ki, onları ne göz görmüş, ne kulak duymuş, ne de onlar herhangi bir insanın aklına gelmiştir.” (Buhârî, Tevhid 35; Müslim, Cennet 4-5)

Bu nimetlerin en büyüğü ise “Allah Teâlâ’nın cemâlini görme” nimetidir.

Gerçek böyleyken, hâlâ inkârcılıkta direnen gâfillere ne demeli, onları nasıl ikaz etmeli? Onlar, şu gerçekler üzerinde akıl yorsalar belki uyanır, kendilerine gelirler:

36. Biz bunlardan önce, kendilerinden çok daha güçlü nice toplumları helâk ettik. Ölümden kurtulmak için diyar diyar dolaşıp, yeryüzünü delik deşik ettiler. Fakat azabımızdan kurtulmaya imkân var mı?

37. Elbette bunda duyarlılığını yitirmemiş bir kalbi olan veya zihnini toparlayarak can kulağıyla dinleyen kimseler için gerçekten ibret alınacak bir hatırlatma vardır.

38. Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri altı günde yarattık. Ama bize en küçük bir yorgunluk bile dokunmadı.

39. O halde Rasûlüm, onların alay ve hakaret dolu sözlerine sabret; gerek güneşin doğuşundan önce, gerek batışından önce Rabbini övgüyle tesbih et!

40. Gecenin bir bölümünde ve secdelerin ardından da O’nu tesbih et.


Önceden gelip geçen çok daha güçlü toplumlar, arzı delik deşik edip, her tarafı dolaşarak ölümden kurtulmaya çare aradıkları halde, böyle bir çare bulamamışlardır. Çünkü Allah Teâlâ’dan veya ölümden kaçacak bir yer bulmak mümkün değildir. İdrak edecek bir vicdanı olan veya anlamak maksadıyla dikkatlice kulak verip dinleyen kimseler bu gerçeği anlar; bundan ders ve ibret alırlar. Gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunan her şeyi yarattığı halde kendine en küçük bir yorgunluk dokunmayan Allah Teâlâ’nın kudretini iyi tanımak gerekir. O her an yaratmaya, yaratılışı döndürmeye devam etmektedir. Dolayısıyla O, insanları öldükten sonra yeniden yaratmaya da kadirdir. O halde Allah Teâlâ’nın istediği şekilde O’na kulluk ve ibâdet yapılmalıdır:

“Tesbih”ten maksat namaz, zikir ve duadır. “Güneşin doğuşundan önce” sabah namazı, “güneşin batışından önce” öyle ve ikindi namazı, “geceleyin” ise akşam, yatsı ve teheccüd namazlarıdır. “Secdelerden sonraki tesbih”e gelince bundan maksat, farzlardan sonra kılınan nafile namazlar ve yapılan diğer zikirlerdir.

Nitekim Resûlullah (s.a.s.) farz namazın akabinde:

“Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. O bir ve tektir. O’nun ortağı yoktur, mülk yalnız O’nundur. Hamd yalnız O’nadır. O herşeye güç yetirendir. Allahım! Senin verdiğini engelleyecek olamaz. Senin alıkoyduğunu da kimse veremez. Varlık sahibi bir kimsenin varlığının sana karşı herhangi bir faydası olamaz” diye dua ederdi. (Müslim, Mesâcid 137)

Rivayete göre bir gün fakir muhacirlerden birkaçı Peygamberimiz’in huzurunda otururken:

“- Ey Allah’ın Rasûlü, zenginler büyük dereceler elde ettiler” dediler. Peygamberimiz:
“- Ne oldu?” diye sordu. Dediler ki:
“- Bizim kıldığımız gibi zenginler de namaz kılıyor, bizim tuttuğumuz gibi onlar da oruç tutuyor, fakat onlar sadaka veriyor biz veremiyoruz, onlar köle azad ediyor biz edemiyoruz.”

Peygamberimiz (s.a.s.) bunun üzerine şöyle buyurdu:

“- Ben size bir şey söyleyeyim mi? Onu yaparsanız, sizin yaptığınızı onların da yapma ihtimali hariç, diğer insanlarla yarışırsınız. Bu da sizin her namazdan sonra otuz üç kere Sübhanallah, otuz üç kere Elhamdülillah ve otuz üç kere Allahü ekber demeğe devam etmenizdir.”

Birkaç gün sonra bu insanlar tekrar Peygamberimiz (s.a.s.)’e gelerek:

“- Zengin kardeşlerimiz de bu sözü duymuşlar, onlar da bunu yapmaya başlamışlar” deyince Peygamberimiz (s.a.s.):
“- Ne yapalım! Artık bu Allah’ın dilediğine verdiği bir lütfudur” buyurdu. (Müslim, Mesâcid 142)

Allah Resûlü (s.a.s.) gece tesbihi hakkında da şöyle buyurur:

“Geceleyin uyanıp da

لَا إِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَحْدَهُ لَا شَر۪يكَ لَهُ، لَهُ الُمُلْكُ وَ لَهُ الْحَمْدُ وَ هُوَ عَلٰي كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ.

سُبْحَانَ اللّٰهِ وَ الْحَمْدُ لِلّٰهِ وَ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَ اللّٰهُ اَكْبَرُ وَ لَا حَوْلَ وَ لَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ الْعَلِيِّ الْعَظ۪يم

«Lâ ilâhe illallûhu vahdehû lâ şerîke leh, lehü’1-mülkü ve lehü’l-hamdü ve hüve alâ külli şey’in kadîr. Sübhânallâhi ve’1-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illallahu vallahu ekber. Ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billahi’1-aliyyi’1-azîm» diyen, sonra da bağışlanmayı dileyen bağışlanır, dua edenin duası kabul edilir, abdest alanın ve namaz kılanın namazı makbul olur.”
(Buhârî, Teheccüd 21)
Gece, gündüz, sabah ve akşam Allah Teâlâ’ya kulluğa, O’nu zikir ve tesbihe devam etmek zarureti vardır. Çünkü bir davetçinin çağrısına icâbet vakti hızla yaklaşmaktadır:

41. Nidâ edicinin yakın bir yerden sesleneceği güne kulak ver.

42. O gün bütün insanlar, o korkunç sesi kesin ve gerçek olarak işiteceklerdir. İşte o gün, kabirlerden çıkış günüdür.

43. Evet, hayat veren ve öldüren elbette biziz. Sonunda dönüş de bize olacaktır.


Sûra üfleyen İsrâfil (a.s.), nidâ eden Cebrâil (a.s.) olacaktır. O gün Cebrâil herkesin aynı derecede duyacağı yakın bir mekândan: “Ey çürümüş kemikler, kopmuş mafsallar, didiklenmiş etler, akmış gözler, dağılmış saçlar! Allah Teâlâ, hakkınızda hükmünü vermek üzere toplanmanızı emrediyor!” diye seslenecek. O gün bütün insanlar o çığlığı duyacaklar ve kabirlerinden kalkacaklar. Çünkü o gün kabirlerden çıkıp hesap için toplanma günüdür.

Yine:

44. O gün yer onların üzerinden yarılıp açılacak ve oranın içinden çıkan insanlar, çağırana doğru süratle koşacaklar. Bu toplama işi, bizim için çok kolay olacaktır.

45. Bu uyarılar karşısında o inkârcıların neler söylediğini biz çok iyi biliyoruz. Üzülme! Sen onları inanmaya zorlamakla görevli değilsin. Senin vazîfen, Allah’ın buyruklarını açık ve anlaşılır bir şekilde anlatmaktır. Öyleyse sen, tehdidimden korkanları Kur’an ile irşat ve ikaza devam et!


Kıyâmet günü yeryüzü çabucak yarılıp parçalanacak. Kabirlerin üzerindeki topraklar sağa sola savrulacak ve kabirler kısa bir sürede açılıp içindekiler dirilerek çıkacaklar. Yeryüzü parçalanıp dağılırken bir taraftan da yeniden dirilen insanlar göz açıp yumuncaya kadar mahşer yerinde toplanacaklar. Bunları yapmak, şüphesiz ki sonsuz kudret sahibi Allah için pek kolaydır. Bu bakımdan kâfir ve müşriklerin ileri geri konuşmalarına aldırış etmeden, kimseye de zor kullanmadan, gönlünde Allah ve âhiret korkusu taşıyanları Kur’an ile uyarmaya devam etmek lazımdır.

Şimdi, Kâf sûresin sonunda yer alan tehdîdi destekleyen bir açıklama olarak Zâriyât sûresi geliyor:
 
Üst Alt