TEFSİR KAMER Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
KAMER SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

NECM Suresi 2. Ayet
NECM Suresi 2. Ayet
Konusu

Ayın yarılması gibi büyük mûcizeleri gördükleri halde küfür ve şirk bataklığına ısrarla batmaya devam eden müşrikler uyarılır. Onlar bir taraftan mahşer gününün dehşetli manzaraları ile korkutulurken, bir taraftan da önceden gelip helak edilmiş kavimlerin feci âkıbetleri hatırlatılarak dünyada uğrayacakları bela ve musîbetlerle ikaz edilirler. Kur’ân-ı Kerîm, gerçekleri anlamak için en büyük bir nimet iken, ona gereken alakayı göstermeyenler tekrar tekrar kınanır. Sûre, Peygamber (s.a.s.) ile müşrikler arasında başlayan amansız mücâdelenin, Peygamber’in gâlibiyetiyle sona ereceğini; onun düşmanları kaynar cehennem ateşinde yüzüstü süründürülürken, dostlarının Yüce Allah’ın katında doğruluk makamında ebedî nimetlere erişeceğini haber vererek sona erer.

Hakkında

Kamer sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 55 âyettir. İsmini 1. âyette geçen ve “ay” mânasına gelen اَلْقَمَرُ (kamer) kelimesinden alır. Resmî tertîbe göre 54, iniş sırasına göre 37. suredir.

Sûre, başından sonuna kadar peygamberleri yalanlayanların içinde bulundukları korku, kalplerinin sarsılması ve onlara karşı takınılacak tavırlarla doludur. Buna karşı müslümanların huzur ve güven içinde oldukları belirtilir. Sürede birbirini izleyen bölümler halinde peygamberleri yalanlayanların başına gelen azab ve kötülük sahneleri anlatılarak insanların düşüncelerine hitab edilir. Onların gerçeklerden kaçmalarına karşılık Allah onları azab ve tehditle sarsmakta, sonuçta ise hidayete ermiş müslümanlara müjdeler vermektedir.

Bu sûrede Rasûlüllah (s.a.s)'ın davetine karşı inatçı bir tavır takınmalarından dolayı kâfirler ikaz edilmektedir. Ayın yarılması mucizesi, Hz. Peygamber (s.a.s)'in haber verdiği kıyametin gerçekliğine ve yakın olduğuna apaçık bir işarettir.

"Kıyamet saati yaklaştı ve ay yarıldı. Eğer (o kafirler, Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğine delil olan bir âyet (mucize) görseler, (düşünmekten ve iman etmekten) yüz çevirirler ve; "devam edip giden (veya gelip geçici) bir sihir (dir) " derler" (el-Kamer, 293, 1-2).

Ay gibi büyük bir küre, inkârcıların gözü önünde yarılmış ve iki parçaya ayrılmıştır. Öyle ki, bir parçası dağın bir tarafında bir parçası da dağın öbür tarafında görülmüş ve sonra tekrar birleşmiştir. Bu olay kâinatın ezelî ve ebedî olmadığının açık bir delili olarak inkârcıları sarsmıştır.

"Onlar (Peygamberleri) yalanladılar ve (şeytanın kendilerine süslediği) hevâlarına uydular. Halbuki her emir (hayır ve şer her iş, takdir edilmiş ve) karar kılmıştır. Andolsun ki onlara (Kur'ân'da geçen eski kavimlerin haberleri ve âhiretle ilgili âyetler olduğu gibi) kendisinde (nehyedilen şeylerden ve inat ve kibirden) alıkoyacak mühim şeyler bulunan haberler gelmiştir. Kur'ân yeterli bir hikmettir. (Eğer ona iman etmezlerse, azabın gelmesinde onlara peygamberlerin) izhar (korkutma)ları) fayda vermiyor" (3-5).

Burada kâfirlerin tebliği ve daveti anlamadıkları, tarihten ders almadıkları ve âyetleri açıkça gördükten sonra dahi inanmadıkları vurgulanmaktadır.

"Öyleyse sen onlardan yüz çevir; o çağrıcının ne tanınmış, ne görülmüş bir şeye çağıracağı gün. Gözleri zillet ve dehşetten düşmüş olarak, sanki etrafa yayılıp serpilen çekirgeler gibi kabirlerinden çıkarlar. Boyunlarını çağırana doğru uzatmış olarak koşarlarken, kâfirler derler ki, bu oldukça zorlu bir gün" (6-7).

Onlar kıyamet günü, kabirlerinden çıkıp, mahşer meydanında Allah'ın huzurunda koşarak gidecekleri zaman inanırlar. Ancak o zaman... Daha sonra kâfirlere Nuh, Ad, Semud ve Firavun kavimlerinin tarihlerinden örnekler verilerek bu kavimleri, peygamberlerini yalanlayarak azaba uğratıldıkları ve kötü sona ulaştıkları anlatılmaktadır. Kur'ân-ı Kerim bu azaba uğratılan kavimlerin isimlerini tek tek vermekle insanların ibret almalarını ister ve Allah Kur'ân-ı Kerimi öğüt-ibret-ders alınsın diye indirmiştir: "Andolsun ki biz Kur'ân-ı düşünmek için kolaylaştırdık. O halde (onu okuyup iman ederek) düşünen (öğüt alan) biri var mı?" (17).

Kur'ân-ı Kerim, geçmiş toplumların ibret verici tarihlerine değindikten sonra, kâfirleri şu şekilde tehdid etmektedir: "Daha önceki toplumlar da sizler gibi inat içerisinde inkârlarında diretiyordu da Allah onları azaba uğrattı. Şimdi sizler de önceki toplumlarda olduğu gibi inkarımızda diretirseniz karşılaşacağınız sonuç, farklı olmaz. Bu Allah'ın bir va'didir. Eğer bunun böyle olmasını işlemiyorsanız, câhiliyyet hayatını bırakınız. Şayet kendinize güveniyorsanız veya güvendiğiniz güçleriniz varsa getirin onları, Allah'ın bu kuralından hangi müşrik toplum kurtulmuştur? Sizleri zelil edecek ve dizleriniz üzerine çöktürecek olan vakit uzakta değildir. Haberiniz olsun ki, kıyametteki durumunuz daha da kötü olacaktır..."

Sûreyi diğer sûrelerden ayıran en ayırıcı özellik, zaman zaman korku ve ibret sahneleriyle dolu, geçmiş kavimlerin helâk edilme tablolarına yer vermesinin yanında zaman zaman da ümit ve müjdeleyici davet sahnelerini ihtiva etmesidir. Sûrenin tamamında sıkıntılar içerisinde yalvarıp duran insanların içinde bulunduğu korkunç azabın anlatımı yanında, böyle bir şeyin olmayacağını söyleyerek onları yalanlayanların durumları gözler önüne serilir. İnkârcıların bu seyirlerinde, kendi durumlarını görüyormuşçasına, inen darbeleri hissetme tablolarına karşılık böyle bir durumun kendilerine gelmeyeceğine inanan insanların durumunun daha da korkunç bir azabı gerektirdiği kaydedilir. Onları yakalayan azaptan söz edilir. Sûre yedi bölüm boyunca bu tür sahneleri peşi sıra tekrarlarken, sonlara doğru bambaşka bir hava ve bambaşka bir hale bürünür.

"Şüphesiz ki suçlular sapıklık ve çılgın ateşler içindedirler. O gün yüzleri üstü ateşe sürüldüklerinde "Cehennemin tadını tadın " denir. Şüphesiz Biz her şeyi bir ölçüye göre yaratmışızdır" (48-49).

"Muhakkak ki muttakîler cennetlerde ve ırmakların başındadırlar. Doğruluk makamında güçlü bir hükümdarın katındadırlar" (54-55) bu fevkalade durum, huzur ve sükûnete işaret ediyor. Çünkü burada yer alan muttakiler "cennetlerde ve ırmakların başındadırlar."

Sûrenin sonunda Allah'ın kıyâmet günü için bir hazırlanmada bulunmadığı, O'nun bir emrinin her şeye kadir olduğu ve O'nun "ol" emrine karşı gelinemeyeceği bildirilmektedir. Ancak kâinatın nizamı ve insanoğlunun kaderi tayin edilmiş olduğundan, dolayısıyla herşey taktire bağlıdır. Kıyamet, kişilerin isteğine bağlı değildir. Eğer inkârcılar kıyamete inanmıyorlarsa diledikleri gibi davransınlar. Fakat bilmelidirler ki herşeyi bilici olan Allah onların durumlarından haberdardır. Sadece Kur'an ve Sünnet yolunda yaşamayı amaç edinerek Allah yolunda yürüyen takva sahiplerinin, muttakilerin yeri Cennettir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada elli dördüncü, iniş sırasına göre otuz yedinci sûredir. Târık sûresinden sonra, Sâd sûresinden önce Mekke’de nâzil olmuştur.

KAMER SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

1: Kıyâmet yaklaştı ve ay yarıldı.

2: Fakat müşrikler ne zaman bir mûcize görseler sırtlarını döner ve: “Bu, öteden beri süregelen kuvvetli bir büyüdür” derler.


Müşriklerin mûcize talebi üzerine mehtaplı bir gecede Allah Resûlü (s.a.s.), Rabbine dua etmiş, ay ikiye bölünmüş ve bu mûcize her taraftan görülmüştü. Ay ikiye ayrıldığında bir parçası Ebû Kubeys dağı tarafında, diğer parçası Kuaykıân dağı tarafında müşâhede edildi. Müşrikler, bizzat gördükleri bu apaçık mûcizeye rağmen yine de imana gelmekten kaçındılar. Hattâ Ebû Cehil “Bu bir sihirdir!” diyerek bu mûcizeyi de inkâr etti. Yine bu hârikulâde olayı müşâhede eden müşrikler, Efendimiz (s.a.s.) için: “Bizi büyüledi, ama herkesi büyüleyemez!” dediler. Bunun üzerine, Mekke dışındaki uzak yerlerden gelen kervanlara da böyle bir hâdise görüp görmediklerini sordular. Onlar da ayın yarıldığını gördüklerini bildirdiler. Bu hâdisenin ardından bu âyet-i kerîmeler nâzil oldu. (bk. Tirmizî, Tefsir 54/3286; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 38; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 418)

Efendimiz (s.a.s.)’in bir mûcizesi olarak ayın yarılması ve tekrar eski haline gelmesi gayet tabii karşılanacak bir durumdur. Dolayısıyla âyet-i kerîmenin bu mühim hâdiseye işaret ettiği ve bunun kıyâmetin yaklaştığını gösteren önemli bir alamet olduğu anlaşılmaktadır. Bununla beraber, Kur’ân-ı Kerîm’in kıyâmet ve sonrası hâdiselerden çoğunlukla “olmuş bitmiş” anlamında mazi sigasıyla bahsettiği bir gerçektir. Bu üslup, kâfirlerin inkâr ettiği bu hakîkatlerin doğruluğunu ve mutlaka meydana geleceğini göstermesi açısından önem arz etmektedir. Dolayısıyla burada da, bir taraftan “şakk-ı kamer: ayın yarılması” mûcizesine işaret edilirken, bir taraftan da kıyâmetin kopuşu esnâsında ayın başına gelecek hallerden de bahsedildiğinde şüphe yoktur. Allah Resûlü (s.a.s.)’in gelişiyle âhir zaman başlamış, onunla birlikte vuku bulan tüm olaylar kıyâmetin alameti sayılmış, kıyâmet iyice yaklaşmış ve artık kâinat kıyâmetin kopuş sürecine girmiştir. Nitekim Resûlullah (s.a.s.), ashâbına kıyâmetin ne kadar yakın olduğunu anlatmak için şehâdet parmağıyla orta parmağını göstererek şöyle buyurdu:

“Benimle kıyâmetin arası, şu iki parmağım arası kadar yaklaştığı zamanda ben peygamber olarak gönderildim.” (Buhârî, Rikâk 39; Müslim, Cuma 43)

Bir defasında da Resûl-i Ekrem (s.a.s.) ashâbına dünyanın ömrünün iyice azaldığını ve sayılı günleri kaldığını anlatmak için batmakta olan güneşi gösterdi ve şöyle buyurdu:

“Bugünün geçen saatlerine göre kalan saatleri ne kadar kısa ise, dünyanın geçen ömrüne göre kalan ömrü de o kadar kısadır.” (Tirmizî, Fiten 26; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 133)

Buna rağmen:

3: Onlar Peygamber’i de, onun gösterdiği mûcizeyi de yalanlamakta ve kendi bâtıl arzularına uymaktadırlar. Ama şunu bilsinler ki, iyi veya kötü her işin ulaşacağı bir sonucu ve gerçekleşeceği belli bir zamanı vardır.

4: Doğrusu onlara, inandıkları takdirde kendilerini içinde bulundukları inkâr bataklığından çekip çıkaracak nice mühim haberler gelmiştir.

5: Bu Kur’an ve içindeki âyetler aklını kullanabilenler için mükemmel bir hikmet ve açık bir ibrettir! Ne var ki, inkârda ısrar edenlere uyarılar fayda vermiyor!


İnkârcılar dinî gerçekleri yalanlayıp buna mukâbil kendi hevâ ve heveslerine uyarlar. Fakat bu, Allah Teâlâ’nın hayır veya şer her iş için takdir ettiği neticeyi değiştirmeyecektir. Kâinatta var olan bütün varlık ve hâdiselerin belli bir gayesi vardır. Her şey Allah’ın ilminde bir takdire bağlanmış olup belirlenmiş bir âkıbete doğru gitmektedir. Her şeyin bir dünyada görünen bir de âhirette ortaya çıkacak gerçek yüzü vardır. Böylece Peygamber (s.a.s.)’in vazifesinin yüceliği, buna karşılık münkirlerin nefsânî arzularına bağlanıp kalmalarının süflîliği, vakti gelince belli olacaktır. Resûlullah (s.a.s.)’in yaptığı tebliğ işi, zannettikleri gibi gelip geçici bir şey değil, ebediyen kalıcı tesiri olan bir gerçektir. Aslında mükemmel bir hikmet olan Kur’ân-ı Kerîm, inanıp tâbi oldukları takdirde onları her türlü yanlış itikat, ahlâk ve amelden vazgeçirecek son derece tesirli haberler ihtivâ etmektedir. Fakat bunların kalplerde tesir icra etmesi için “inanma” şartı vardır. Cenâb-ı Hak, Peygamberimiz (s.a.s.)’i teselli ve irşat sadedinde şöyle buyurur: “Sen ancak Kur’an’a uyan ve görmediği halde Rahman’dan korkan kimseyi uyarabilirsin.” (Yâsin 36/11) Demek ki iman olmadan bu uyarıların bir faydası yoktur. Nitekim, “Fakat, iman etmeyecek bir gürûha ne bu deliller, ne de uyarılar bir fayda verir” (Yûnus 10/101) âyet-i kerîmesi de bu gerçeği bildirir.

Gelelim işin mahşer safhasına:

6: Dolayısıyla üzerlerine varmaktan artık vazgeç! Çünkü bir gün gelecek, bir dâvetçi onları hiç görülmemiş, tanınmamış dehşetteki bir gerçeğe çağıracaktır.

7: O gün onlar, gözleri zillet ve dehşet içinde öne düşmüş olarak kabirlerinden çıkacak; yayılmış çekirgeler gibi dalga dalga her tarafı kaplayacaklar.

8: Tam bir teslimiyet içinde süratle koşacaklar dâvetçiye doğru. Kâfirler: “Bugün, çok çetin bir gün!” diye feryat edecek.


Mahşer günü ve o günde olacak şeyler نُكُرٌ (nükür) kelimesiyle vasfedilir. “Nükür”; görülmedik, tanınmadık, daha önce bilinmeyen, hoşa gitmeyen, insanın görür görmez kaçağı şey mânalarına gelir. Bu vasıfla mahşer gününün, bu dünyadaki algılamalara göre tasavvur edilemeyeceğine veya dehşet ve korku veren manzaralarla dolu olacağına işaret edilir. Ayrıca kâfirler o günü inkâr ettikleri için de, o gün bu vasıfla yâd edilmiş olabilir. İnsanları mahşer günü çağıracak davetçi İsrâfil veya Cebrâil’dir. Sonra âyet-i kerîmeler kâfirlerin mahşer yerindeki dehşetli hallerinden bir manzara takdim eder: Onlar darmadağın çekirgeler gibi kabirlerinden çıkacaklardır. Dehşete kapılmış olarak nereye gideceklerini bilemeyecek, birbirlerine karışacaklardır. Korku içinde olacaklar, bu korku onların gözlerinden okunacaktır. Pişmanlık ve utanç içinde kıvranacaklardır. Bu sebeple gözleri önlerine düşmüş olacaktır. Kabirlerinden çıktıklarında, daha önce kendilerine haber verilen o günle karşılaşacaklarına inanmadıkları ve bir hazırlık yapmadıkları için, Allah’ın huzurunda suçlu olarak bulunacaklarını anlayacaklardır. Zillet, horluk ve dehşet içinde olacaklardır. Öyle ki, korkunç kıyamet manzarasından gözlerini ayırma gücünü bile kendilerinde bulamayacaklardır. İradeleri ellerinden alınmış, boyun bükmüş, söylenene tam bir teslimiyet içinde, gözlerini bir tarafa ayırmaksızın davetçinin peşinden koşarken, o günün gerçekten çok çetin, çok belalı ve zorlu bir gün olduğunu beyândan kendilerini alamayacaklardır. Bu manzarayı anlatan bir diğer âyet-i kerimede şöyle buyrulur:

“O gün onlar başlarını dikmiş, gözleri sabit bir noktaya çakılıp kaldığından kendilerine bakacak halleri kalmamış, kalpleriyse bomboş bir halde çağrıldıkları yere doğru koşuşturup dururlar.” (İbrâhim 14/43)

Ey Rasûlüm! Getirdiğin dine, yaptığın davete karşı çıkan bu kâfirler, türlerinin ilk örneği değildir. Daha önce de peygamberlerini yalanlayan nice toplumlar gelip geçti. İşte onlardan biri:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
9: Bunlardan önce Nûh kavmi de yalanlamıştı. Kulumuz Nûh’u yalancı saymakta ısrar ettiler, ona: “Delinin teki!” dediler. Kulumuz saygısızca incitildi, tebliğden zorla engellendi.

10: Nihâyet o da Rabbine: “Ben mağlup düştüm. Artık dinine yardım et, intikâmımı sen al!” diye yalvardı.

11: Biz de nehirler gibi devamlı akan bir su ile göğün kapılarını açtık.

12: Yeri de coşkun kaynaklar hâlinde fışkırttık. Nihâyet gökten boşalan ve yerden fışkıran sular, takdir edilmiş bir işin gerçekleşmesi için birleşiverdi.

13: Nûh’u da tahtalarla yapılmış ve çivilerle çakılmış bir gemiye bindirdik.

14: O gemi, inkâr ve hakârete uğramış, kadri bilinmemiş kıymetli kulumuza bir mükâfat olarak, bizim gözetimimiz altında akıp gidiyordu.

15: Biz bunu gelecek nesillere bir ibret levhası olarak bıraktık. Hani bundan ibret ve ders almak isteyen?

16: Nasılmış benim cezalandırmam ve tehdîdim! Görsünler bakalım!


Hz. Nûh, uzun yıllar tebliğ etmesine rağmen kendisine çok az sayıda insan inandı. Kavmi onu yalanladılar, delilikle suçladılar ve tebliğine mâni oldular. “Ey Nûh! Eğer bu dâvandan vazgeçmezsen mutlaka taşlanarak öldürüleceksin!” (Şuarâ 19/116) diye tehdit ettiler. Nûh (a.s.) da bunlara sabretti. Fakat sonunda dayanamadı ve: “Ben mağlup düştüm. Artık dinine yardım et, intikâmımı sen al!” (Kamer 54/10) diye yalvardı. Bir diğer duasında da: “Rabbim! Yeryüzünde dolaşan bir tek kâfir bile bırakma! Bırakacak olursan, onlar senin kullarını yoldan çıkarırlar ve ancak kendileri gibi ahlâksız, günahkâr ve azılı kâfir nesiller yetiştirirler” (Nûh 71/26-27) diye niyaz etti. Bu dualar Allah katında kabul edilerek tufan başladı. Tufan, Hz. Nûh ve ona inananların kurtuluşu ve kâfirlerin boğuluşu önceki sûrelerde genişçe anlatılmıştı. (bk. Yûnus 19/71-73; Hud 11/25-49) Burada tufanı oluşturan suların gökten ve yerden nasıl boşalıp birleştiği tasvir edilir: “Nehir gibi akan bir su ile göğün kapılarını açmak” ifadesinde bir benzetme vardır. Bulutlardan suyun bol bol akışı, kuvvetli bir sel ile göğün kapılarının açılıp gök kubbenin yarılması manzarasına benzetilmiştir. Yeryüzü de bütünüyle coşan kaynaklar haline getirilmiştir. Her taraf adeta ırmak kesilmiş ve akıp kaynamaya başlamıştır. Gökten akan ve yerden fışkıran sular, ezelden takdir edilen bir işi gerçekleştirmek, yani Nûh’un yalancı kavmini helak etmek için belirli bir seviyede birleşti. Hz. Nûh’un bindirildiği gemi burada “tahtalarla yapılmış ve çivilerle çakılmış” (Kamer 54/13) sıfatıyla anlatılmıştır. Bu bilgi, Nûh’a hazır bir gemi gönderilmiş olmayıp, onun tarafından yapıldığına, daha önce bu işi bilmediği halde ilâhî vahiy ile bu işin kendisine öğretildiğine işaret vardır. Nitekim âyet-i kerîmede: “«Gözetimimiz altında ve vahyimiz doğrultusunda gemiyi yap» diye vahyettik” (Mü’minûn 23/27) buyrulur. Tufan ve gemi, Hz. Nûh ve ona inananlar için bir mükâfat iken, inkâr edenler için büyük bir ceza oldu. Kendileri için bir nimet olan peygamberin kıymetini bilmedikleri ve ona nankörlük ettikleri için böyle bir felaketle helak edildiler. Onların tufanla helâki ve Hz. Nûh’un gemi ile kurtuluşu, aslında sonradan gelecek nesiller için büyük bir ibret vesikasıdır. Ancak aklını kullanıp gereği gibi düşünenler bundan ders ve ibret alabilir; Allah’ın azap ve uyarılarının nasıllığını kavrayarak yanlış yoldan vazgeçip doğru yolu bulabilirler. İşte kur’an bu uyarıyı yapmak için gelmiştir:

17: Andolsun biz bu Kur’an’ı, iyice anlaşılıp öğüt alınabilmesi için kolaylaştırdık. O halde düşünüp öğüt alacak kimse yok mu?

Kur’ân-ı Kerîm’in okumak, anlamak ve ibret almak için kolaylaştırıldığını beyân eden bu âyet-i kerîme, sûrede anlatılan dört kıssanın peşinden dört kez tekrar edilmektedir. اَلتَّيْس۪يرُ (teysîr), bir şeyde yüsr meydana getirmek demektir. اَلْيُسْرُ (yüsr) ise kolaylık, bir şeyi elde etmede külfetin ve zorluğun ortadan kalkmasıdır. Kur’ân Allah’ın kelamıdır. Onun kolaylaştırılmasından maksat, kelamda söz konusu olabilecek bir kolaylaştırmadır. O da dinleyenin, konuşanın kastettiği mânaları, hiç bir zorluk ve kapalılık olmadan anlaması ve zihnine yerleştirmesidir. (bk. Duhân 44/58)

Ancak bu âyet-i kerîme, dört kıssanın peşinden ayrı ayrı tekrar edildiği için onu, bu kıssaların vermek istediği mesajlarla birlikte değerlendirmek daha uygun olur. Buna göre şu izah yapılabilir: “İnsanlara hakikati anlatmanın bir vasıtası, geçmiş kavimlerin ibret almaları için başlarına gelen kötü âkıbetlerdir. Bir vasıta da, Kur’an’ın insanlara doğru yolu gösteren delil, nasihat ve telkinleridir. Bununla beraber insanlar kolay olan ikinci yolu bırakıp azaba uğrayan kavimlerin takip ettikleri yola uymakta ısrar etmektedirler. Öyle ki, azap gelmeden inanmak istememektedirler. Halbuki bu nasihat ve öğütlerin yapılmasının sebebi, azap gelmeden önce insanlara kurtuluş yolunu göstermek ve kendileri için daha kolay bir yolu seçip azaptan kurtulmalarını sağlamaktır.”

Bir diğer ibret levhası, Âd kavminin başına gelenlerdir:

18: Âd kavmi de peygamberleri Hûd’u yalanladı. Nasılmış benim cezalandırmam ve tehdîdim! Görsünler bakalım!

19: Onların üzerine uğursuzluğu devamlı olan bir günde gürültülü, dondurucu şiddetli bir kasırga gönderdik.

20: Öyle bir kasırga ki insanları, köklerinden sökülmüş hurma kütükleri gibi tâ temelinden koparıp fırlatıyordu.

21: Nasılmış benim cezalandırmam ve tehdîdim! Görsünler bakalım!

22: And olsun biz bu Kur’an’ı, iyice anlaşılıp öğüt alınabilmesi için kolaylaştırdık. O halde düşünüp öğüt alacak kimse yok mu?


Âd kavminin kıssası, neler yaptıkları ve nasıl helak edildikleri önceki sûrelerde tafsilatlı olarak anlatılmıştı. (bk. A‘râf 7/65-72; Hûd 11/50-60), Şuarâ 26/123-140) Burada kıssa en can alıcı yönleriyle hülasa edilir. Öncelikle helak edilişlerinin sebebi, kendilerini Allah’a kulluğa çağıran peygamberleri yalanlamaları ve ilâhî uyarıları dikkate almamalarıdır. Onları helak etmek üzere Allah Teâlâ uğursuz bir günde, hatta uğursuzluğu onların helakiyle sona ermeyip kıyamete kadar berzahta da devam edecek bir günde soğuk, dondurucu ve uğultulu bir fırtına göndermiştir. Bu fırtına onları bulundukları yerden çekip koparıyor, yoluyor, fırlatıyordu. Onları tepeleri üzere bırakıyor, boyunlarını kırıyor, böylece başları vücutlarından ayrılıyordu. Sanki onları, kökünden sökülmüş hurma kütükleriymiş gibi yerlere seriyordu. Ad kavmi iri cüsseli insanlar oldukları için, fırtınanın tesiriyle başları kopup yere devrildikçe, kökünden sökülüp yıkılmış hurma kütüklerine benzer bir manzara arz ediyorlardı. Bunda da şüphesiz düşünüp ibret alacaklar için nice dersler vardır.Peygamberini yalanlayıp helâke uğrayan diğer bir kavmin dehşetli âkibeti:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
23: Semûd kavmi de kendilerini uyaran peygamberleri yalanladı.

24: Dediler ki: “İçimizden bir beşere mi uyacağız? O takdirde biz büyük bir sapıklık ve çılgınlığa düşmüş oluruz!”

25: “Ne yani, vahiy içimizden zengin ve asil başka biri bulunamayıp ona mı indirilmiş? Bilakis o tam bir yalancı ve şımarığın tekidir!”

26: Allah Sâlih’e şöyle buyurdu: “Merak etmesinler! Yarın onlar yalancı ve şımarığın kim olduğunu bilecekler!”

27: “Biz onları imtihan etmek için dişi deveyi gönderiyoruz. Şimdi sen onların ne yapacağını gözetle ve eziyetlerine sabret!”

28: “Suyun deve ile onlar arasında nöbetleşe olacağını kendilerine haber ver. İçme sırası kiminse o gelip suyunu alsın!”

29: Fakat onlar, içlerindeki en azgın arkadaşlarını çağırıp onu kışkırttılar. O da bıçağını kapıp deveyi hunharca kesiverdi.

30: Nasılmış benim cezalandırmam ve tehdîdim! Görsünler bakalım!

31: Üzerlerine korkunç bir çığlık gönderdik de, davar ağılındaki kuru otlar ve çalı çırpı gibi kırılıp dökülüverdiler.

32: And olsun biz bu Kur’an’ı, iyice anlaşılıp öğüt alınabilmesi için kolaylaştırdık. O halde düşünüp öğüt alacak kimse yok mu?


Semûd, Sâlih (a.s.)’ın kavmidir. Bu kavmin özellikleri, niçin ve nasıl helak edildikleri önceki sûrelerde anlatılmıştı. (bk. A‘râf 7/73-79; Hud 11/61-68; Şuarâ 26/141-159)

Bunlar, peygamberlerini yalanlamışlar, ona iman ve itaati gururlarına yedirememişlerdir. Ona inanmamak için şu sebepleri ileri sürmüşlerdir:

Hz. Sâlih bir insandır, dolayısıyla diğer insanlardan farklı bir yönü yoktur.
Kavminin içinden çıkmış bir şahıstır ve kendilerinden üstün değildir.
O, sıradan bir şahıstır. Ne bir kabilenin reisi, ne bir grubun lideri ne de bir gücün sahibidir. Arkası ve taraftarı olmayan tek başına bir şahıstır.
Hatta o, peygamberliği bahane edip başlarına geçmek isteyen yalancı şımarık biridir. O halde Hz. Sâlih’in üstünlüğünü kabul etmek için haklı bir gerekçe görülmemektedir.

Nitekim Mekkeli müşrikler de aynı cehalet içindeydiler. Zira onlar da Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliğini reddedebilmek için aynı gerekçeleri öne sürüyorlardı. Yani “Hz. Muhammed (s.a.s.) de sıradan insanlar gibi alış veriş yaptığı halde ve içimizde doğmuş büyümüşken, şimdi kalkmış Allah’ın kendisine peygamberlik verdiğini iddia etmektedir” diyorlardı.

Semûd kavmi, Hz. Sâlih’ten mûcize talebinde bulunup, kayadan dişi bir deve çıkarmasını istediler. İstedikleri oldu. Yalnız su sıkıntısı çekilen bir dönemde ilâhî emirle deve onların sularına ortak kılındı. Kuyudan çıkan su, bir gün devenin, bir gün diğer insan ve hayvanların olacaktı. Böyle bir müddet devam edildi. Deve nöbeti olduğu günde kuyunun tüm suyunu içiyor, geriye hiçbir şey kalmıyordu. Buna dayanamayan azgınlar, Hz. Sâlih’in deveye bir kötülük yapmamaları yönünde ısrarlı uyarılarına rağmen, çareyi deveyi öldürmekte buldular. Bu işi yapmak üzere de azgınlığıyla meşhur bir arkadaşlarını çağırdılar. O da bıçağını kapıp deveyi ayaklarından biçerek öldürdü. Allah Teâlâ onların üzerine korkunç bir çığlık gönderdi. Neticede helak edildiler. Ağılcının topladığı çalı çırpı kırıntıları gibi kırılıp dökülüverdiler. Çoban ağılının etrafına hususi bir mekân olmak üzere çekilen çalı çırpının dökülüp çiğnenerek çürümüş olan kırıntıları gibi, yahut çobanın ağılında yaktığı çalı çırpının yanık kırıntıları gibi kırılakaldılar. Onların bu hali de, şüphesiz düşünüp ders ve öğüt alacaklar için büyük bir ibrettir.

Lût kavmine gelince

33: Lût kavmi de kendilerini uyaran peygamberleri yalanladı.

34: Biz de üzerlerine taş yağdıran bir fırtına gönderdik. Ancak Lût’un âilesi müstesnâ. Onları seher vakti kurtardık.

35: Tarafımızdan bir nimet olarak. İşte şükredenleri biz böyle mükâfatlandırırız.

36: Lût onları bizim şiddetli azabımıza karşı uyarmıştı. Fakat onlar uyarıları şüpheyle karşılayıp, bunları yalanladılar.

37: Üstelik Lût’tan, genç erkek suretinde gelen misâfirlerini, çirkin ve hayâsız emelleri için kendilerine teslim etmesini istediler. Bunun üzerine biz de onların gözlerini silme kör ettik. “Haydi tadın azabımı ve uyarılarımın sonucunu!” dedik.

38: Bir sabah vakti, önüne geçilemez ve yakalarını bir daha bırakmayacak bir azap onları kıskıvrak yakalayıverdi.

39: Haydi tadın azabımı ve uyarılarımın sonucunu!

40: Andolsun biz bu Kur’an’ı, iyice anlaşılıp öğüt alınabilmesi için kolaylaştırdık. O halde düşünüp öğüt alacak kimse yok mu?


Lût kavminin helaki de önceki sûrelerde anlatılmıştı. (bk. A‘râf 7/80-84; Hûd 11/77-83; Hicr 15/57-77; Şuarâ 26/160-175) Bunlar gerçekten ahlâkî bir sefâletin içine yuvarlanmış ve çok kötü bir cinsî sapıklığa mübtelâ olmuşlardı. Hatta insan suretinde gelen meleklere bile tecavüz etmeye kalkışacak derecede azgınlaşmışlardı. Hz. Lût’tan onları kötü emelleri için istemek üzere gidip geldiler. O sırada Allah Teâlâ onların gözlerini silme kör etti. Rivayete göre Cebrâil (a.s.) kanadıyla onlara vurmuş, onlar da kör olmuşlardı. Gözleri de yüzlerinin diğer tarafları gibi dümdüz olmuş ve göz çukurları görünmez hâle gelmişti. Eve girdikleri halde hiçbir şey göremez oldular. Nereden çıkacaklarını da bilemediler. Hz. Lût onları tuttu, çıkardı. Neticede bir sabah vakti üzerlerine taş yağdıran bir kasırga gönderildi. Yaşadıkları şehirler altı üstüne getirilerek helak edildiler. Bunların hali de gerçekten ibret vericidir.Bir de Firavun kavminin yaptıklarına ve başlarına gelene bakın:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
41: Firavun hanedanına da kendilerini uyaran peygamberler gelmişti.

42: Onlar âyetlerimizin hepsini yalanladılar. Biz de onları çok kuvvetli ve kudretli bir zâtın şânına yaraşır bir tarzda yakalayıp helâk ettik!


Firavun ve hanedanına da uyarıcılar geldi. Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn gibi peygamberler geldiler, mûcizeler getirdiler ve onları ilâhî azap ile uyardılar. Fakat onlar Allah’ın birliğini ve peygamberlerin doğruluğunu gösteren bütün âyetleri, mûcizeleri yalanladılar. Bu mûcizeler asâ, beyaz el, kıtlık yılları, tufan, çekirgeler, haşerat, kurbağalar ve kandır. (bk. A‘râf 7/107, 108, 130, 133) Allah Teâlâ, اَلْعَز۪يزُ (Aziz) “mağlup edilemez bir kuvvet sahibi olması” ve اَلْمُقْتَدِرُ (Muktedir) “her şeye gücü yetmesi” sıfatlarına yaraşır bir tarzda onları yakalayıp helak etmiştir. Bunda da anlayanlar için ciddî ikazlar vardır.Bu gerçekleri duyup öğrendikten sonra

43: Şimdi söyleyin ey müşrikler! Sizin kâfirleriniz, bahsedilen o kâfirlerden daha mı üstün ve güçlü? Onlar cezalandırılırken siz kurtulacağınızı mı sanıyorsunuz? Yoksa kutsal kitaplarda sizin Allah’ın azabından muaf olduğunuza dâir bir senediniz mi var?

44: Yoksa onlar “Biz tam bir dayanışma içinde, yenilmez bir topluluğuz” mu diyorlar?

45: Yakında o topluluk bozguna uğrayacak ve arkalarını dönüp kaçacaklar.

46: Hayır! Onlara va’dedilen asıl ceza vakti, kıyâmet günüdür. Kıyâmet gününün azabı, dünyadakinden çok daha korkunç ve çok daha acıdır!

47: Şüphesiz inkârcı suçlular, cennetin çok uzağında ve alevli ateşler içinde olacaklardır.

48: O gün ateşte yüzleri üstü süründürülecekler. Kendilerine: “Cehennem alevlerinin dokunuşunu, okşayışını tadın, bakalım!” denilecek.


Hitap, öncelikle Mekke kâfirlerine, sonra da kıyamete kadar gelecek tüm İslâm düşmanlarınadır. Anlatılan kıssalarda haber verildiği üzere Allah Teâlâ, nasıl önceki toplumların kâfirlerini helak etti ise şimdiki kâfirleri de aynı şekilde helak etmeye kadirdir. Bunların Allah katında helaklerini engelleyecek ne bir ayrıcalıkları, ne hayırlı bir durumları, ne de üstün bir kuvvetleri vardır. Üstelik Allah’ın indirdiği ilâhî kitaplarda bunların azaptan emin olduklarını garantileyen bir beraat belgeleri de bulunmamaktadır. Eğer bu kâfirler büyük bir gurur ve kibir içinde mevcut güç ve kuvvetlerine güveniyor, birbiriyle yardımlaşan asla mağlup edilemez bir topluluk olduklarını iddia ediyorlarsa, onların hakkından Cenâb-ı Hak gelecek; çok yakında o düşman topluluğu hezimete uğrayacak, dağılacak, arkalarını dönüp kaçacaklardır.

Nitekim bu âyetler Mekke kâfirlerine hitap eden yönüyle ele alındığı zaman, Kur’an’ın istikbâle ait haber verdiği bu gaybî mûcizenin çok zaman geçmeden gerçekleştiği görülür. Şöyle ki:

Bu âyetlerin inişinden altı yedi sene sonra gerçekleşen Bedir savaşında Resûlullah (s.a.s.) kendisine ait çadırda iken: “Allahım! Senin bana olan ahdini ve va’dini gerçekleştirmeni diliyorum. Eğer dilersen bugünden sonra ebediyen sana ibâdet olunmayacak” diye dua ediyordu. Hz. Ebubekir (r.a.) elinden tutup: “Ey Allah’ın Rasûlü, bu kadar sana yeter, çünkü Rabbine gerçekten ısrarla dua etmiş bulunuyorsun” dedi. O sırada Efendimiz (a.s.) zırhını giyinmişti, çıkarken de şöyle diyordu: “Yakında o topluluk bozguna uğrayacak ve arkalarını dönüp kaçacaklar. Hayır! Onlara va’dedilen asıl ceza vakti, kıyâmet günüdür. Kıyâmet gününün azabı, dünyadakinden çok daha korkunç ve çok daha acıdır!” (Kamer 54/45-46) âyetlerini okuyordu. (Buhârî, Tefsir 54/7)

Bedir günü öğleye doğru savaş mü’minlerin zaferiyle sonuçlandı. Ebû Cehil de dâhil olmak üzere yetmiş müşrik öldürülmüş, yetmiş kadar da esir alınmıştı. Böylece bedbaht müşrikler, arzu ettikleri zafer şarabı yerine ecel kadehlerinden ölümü yudumladılar. Câriyeleri, şarkı söylemek yerine ağlaşarak yas tuttular. Kendi saflarındaki Arapların karınlarını doyurmak yerine, onları acıkmış cehennem çukurlarına doldurdular. Allah Resûlü (s.a.s.) yine zırhı üzerinde olduğu hâlde:

“Yakında o topluluk bozguna uğrayacak ve arkalarını dönüp kaçacaklar” (Kamer 54/45) âyetini okuyarak çadırından çıktı. (bk. Buhârî, Cihâd 89)

Hz. Ömer (r.a.) şöyle der:

“Bu âyet Mekke’de nâzil olduğu zaman kendi kendime; «Acabâ hangi topluluk bozguna uğrayacak? Kime galebe çalınacak?» demiştim. Bedir günü gelip de Resûlullah (s.a.s.)’in bu âyeti okuduğunu duyunca, bozguna uğrayacağı bildirilen topluluğun Kureyş müşrikleri olduğunu anladım. Âyetin tefsîrini o gün öğrendim.” (İbn Sa‘d, et-Tabakât, II, 25; İbn Kesîr, Bidâye, III, 312)

Kur’ân-ı Kerîm’in bu hitabı, kıyamete kadar her devirdeki muhataplarına yöneliktir. Dolayısıyla Mekke kâfirlerinin yaşadığı aynı âkıbet, kıyâmete kadar tüm İslâm düşmanları için geçerlidir. İnkârcılık temeline dayanan güçler, içinde yaşadıkları zamanın askerî, iktisadî ve siyasî imkânlarına göre ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar, mutlaka birlikleri bozulacak ve İslâm karşısında hezimete uğrayacaklardır. Hâsılı İslâm’ın belirlediği doğru iman temelleri üzerine oturmuş faziletli bir hayat anlayışı, bütün bâtıl inançları, ahlâkî bozuklukları, haksız ve zâlim uygulamaları mutlaka yenecek, ortadan kaldıracak ve hakkın gür sesi tüm dünyaya hâkim olacaktır. Hak gelince, bâtıl yok olup gidecektir. Çünkü ârızî bir durum olan bâtılın hakkı, zaten yok olup gitmektir. (bk. İsrâ 17/81)

Kâfirlerin dünyada başlarına gelen azaplar, âhiret azabı yanında elbette çok basit kalır. Onların müstahak oldukları asıl ceza âhirette verilecek; cehennem azabı çok daha korkunç ve dehşetli, çok daha acı olacaktır. Günaha dalmış inkârcı suçlular, dünyada büyük bir sapıklık, şaşkınlık ve çılgınlık içinde oldukları gibi, âhirette de cehennem ateşinin içinde olacaklar ve orada yüzleri üstü süründürüleceklerdir. Günahlarına uygun bir ceza göreceklerdir.

Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın nizamında her şey en ince ölçülere göre ölçülü, hesaplı ve intizamlıdır:

49: Şüphesiz biz her şeyi dakik, şaşmaz bir ölçüye ve bir kadere göre yarattık.

50: Olmasını istediğimiz şeyle ilgili emrimiz, başka değil, bir “Ol!” demektir; bir göz kırpması gibi hızlıdır.


9. âyette geçen قَدَر (kader) kelimesine iki farklı mâna vermek mümkündür:

Birincisi; ölçü, düzen ve âhenk: Allah Teâlâ tüm kâinatı ve varlıkları hikmetin gereklerine uygun bir şekilde, sağlam, şaşmaz ve dakik ölçülere göre, belli bir düzen, denge ve âhenk içinde yaratmıştır. Bugün varlıkların yapıları, özellikleri ve birbiriyle olan münâsebetleri ile alakalı yapılan bilimsel incelemeler, kâinattaki bu şaşmaz ölçü, nizam ve ahengi gözler önüne sermektedir. Akıllara hayranlık veren bir nizam ve bunlardaki çok ince ölçülere göre cereyan eden yaratılış gerçeği, Allah Teâlâ’nın sonsuz kudret, ilim ve hikmetini haykırmaktadır. Üstelik bunları yaratmak Allah Teâlâ için hiç de güçlük doğurmamaktadır. Sadece “Ol!”, demekte ve gözün süratle bir bakışı, bir kıpırdanışı kadar kısa bir zamanda dilediği her şey olmaktadır.

Ziyâ Paşa şöyle der:

“Almış yükünü şöyle ki seyrinde halelsiz
Bir zerre dahî kaldıramaz merkeb-i âlem.”

“Kâinat dediğimiz şu taşıt, adamakıllı yükünü almış ve hiçbir falso, hiçbir duraklama yapmadan yürüyüp gidiyor. O kadar hesaplı doldurulmuş ve öyle ustaca istif edilmiş ki, bir zerre ilâve edeyim deseniz çekemez, kaldıramaz. Yüce Allah her şeyi yerli yerinde ve ölçülü yaratmıştır.”

İkincisi; Allah Teâlâ her şeyi bir kader ile yaratmıştır. Her şeyin, meydana gelmeden önce ezelde, Allah’ın ilminde takdir edilen bir kaderi, yani ilmî bir değeri vardır ki, kazasının cereyanı yani fiilen yaratılışı, o kadere göre meydana gelir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“İster kıtlık, kuraklık, deprem gibi yeryüzünde meydana gelen bir musîbet olsun, ister hastalık, açlık, ölüm gibi kendi canlarınızda, onu daha biz yaratmadan önce o bir kitapta yazılıdır. Şüphesiz bu, Allah’a göre pek kolaydır.” (Hadîd 27/22)

Resûlullah (s.a.s.), bir inanç esası olarak “kader” hakkında şöyle buyurmaktadır:

“İman; Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere, hayrın da şerrin de Allah’tan olduğuna iman etmendir.” (Müslim, İman 1, 5; Tirmizî, İman 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

“Bir kimse şu dert şeye inanmadıkça mü’min sayılmaz:
Allah’ın varlığına, birliğine ve ortağı olmadığına.
Benim Allah’ın rasûlü olduğuma ve beni hak peygamber gönderdiğine.
Öldükten sonra dirilmeye.
Kadere, hayrın da şerrin de Allah’tan olduğuna.” (Tirmizî, Kader 10; İbn Mâce, Mukaddime 10)
İslâm’ın kader anlayışını izah açısından İbn Abbas (r.a.)’ın naklettiği şu nebevî düstûr ne kadar mühimdir:
“Bir gün Peygamber (s.a.s.)’in terkisinde bulunuyordum. Bana:

«Yavrucuğum, sana bazı kaideler öğreteyim» dedi ve şöyle buyurdu: «Allah’ın buyruklarını gözet ki, Allah da seni gözetip korusun. Allah’ın rızâsını her işte önde tut, Allah’ı önünde bulursun. Bir şey isteyeceksen Allah’tan iste. Yardım dileyeceksen Allah’tan dile! Bil ki, bütün bir ümmet toplanıp sana fayda temin etmeye çalışsalar, ancak Allah’ın senin için takdir ettiği faydayı temin edebilirler. Yine eğer bütün ümmet, sana zarar vermeye kalksalar, ancak Allah’ın senin hakkında takdir ettiği zararı verebilirler. Çünkü artık kaderi yazan kalem yazmaz olmuş, yazıları değişmeyecek şekilde kesinleşmiştir.»” (Tirmizî, Kıyâmet 59)

Bütün bunlardan çıkarılması gereken sonuç şudur ki, hiç kimse Allah Teâlâ’yı istediği gibi yönlendiremez ve bir işi yapmaya mecbur tutamaz. Buna göre suçlu, kendi keyif ve iradesine göre suçun mâhiyet ve kaderini değiştiremez. Kaderde sonucu bedbahtlık, mesuliyet ve mahkûmiyet ile cehenneme götürmek olan suç ve günahı, sevap ve mutluluk vesilesi yapamaz. Bu sebepledir ki suçlular suçlu olduklarından dolayı sapıklık ve azap içinde olacaklardır. Şunu da belirtelim ki, İslâm’ın kader anlayışı, kulun cüz’î iradesine zıt da değildir. Çünkü ihtiyârî fiilerin meydana gelmesi için cüz’î irade dahi kaderin içinde yer almaktadır. Önceden yazılan kaderin kaza ile cereyan etmesine gelince, herhangi bir şeyi yaratmak için Allah Teâlâ’nın verdiği emir, başka değil, ancak birdir. Bir kelimeden veya bir bakıştan ibarettir. Gözle bir bakış gibi, gözle seri bir bakış ânı, yani bir şuur ânı gibi ki, “Allah, bir şeyin olmasını dilediğinde ona sadece «Ol!» der; o da hemen oluverir” (Yâsin 36/82) buyrulduğu üzere bir “Kün!” emrinden ibarettir. Hakikatte tam sebep, bu “Kün!” emridir. Sebep meydana gelince, yani “Kün!” emri vuku bulunca, sebebin sonucu da hemen oluverir ki bu da yaratmadır. Onun için “O cemiyetler nasıl bozulacak, o kıyâmet nasıl vuku bulacak, suçlular o takdire nasıl sürüklenecek?” diye tereddüde mahal de yoktur. Allah “Ol!” deyince hepsi olur.

Allah’ın emrine karşı gelen, peygamberleri yalanlayan, böylece ilâhî kahra uğrayan mü’minler şunu bilsinler ki dünyada helak edilmekle iş bitmemektedir:

51: Gerçekten biz daha önce sizin gibi nice toplumları helâk ettik. Hiç düşünüp ibret alacak yok mu?

52: Onların yaptığı her şey defterlerde kayıtlıdır.

53: Küçük büyük her şey satır satır yazılmıştır.


Dünyada yapılan küçük büyük her şey satır satır bir deftere kayıt yapılmaktadır. Bu defterler bir gün açılacak, orada yazılanların hesabı görülecek ve kişinin ebedi hayatı buna göre belirlenecektir. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Biz her insanın sevabını ve vebâlini boynuna doladık; öyle ki, kıyâmet günü önüne, her şeyi açık açık kaydedilmiş bulacağı bir defter çıkaracağız. Ona: «Defterini oku; bugün sana hesap görücü olarak kendi nefsin yeter» diyeceğiz.” (İsrâ 17/13-14)

“Herkesin amel defteri önüne konulacak; sen günahkârların o defterde yazılı olanlardan dolayı ödleri patlayacak şekilde korktuklarını göreceksin. Hayretler içinde: “Yazıklar olsun bize! Bu nasıl defter ki, küçük büyük demeden, hiçbir şeyi dışarıda bırakmadan ne yapmış, ne söylemişsek hepsini saymış dökmüş!” diyecekler. Böylece yaptıkları her şeyi amel defterlerinde bulacaklar. Rabbin hiç kimseye zulmetmez.” (Kehf 18/49)

Bu hakîkatlere inanan kimse şüphesiz ki dünya hayatında çok dikkatli olur, amel defterini kötü şeylerle doldurmaktan kaçınır ve onu o gün gördüğünde yüzünü güldürecek kâmil iman, güzel ameller, ahlâk ve faziletlerle doldurmaya çalışır. Çünkü o gün müttakîleri bekleyen gerçekten son derece büyük bir kurtuluş ve ebedî bir mutluluk vardır

4: Allah’a gönülden saygı besleyen, O’na karşı gelmekten sakınıp emirlerine titizlikle uyanlar ise cennet bahçelerinde ve ırmak kenarlarındadırlar.

55: Gücü her şeye yeten ve hükmü her şeye geçen Hükümdar’ın huzurunda, hoşnut olacakları çok şerefli bir hak ve dürüstlük meclisindedirler.


Müttakîler, gönülleri Allah’a saygıyla ve korkuyla dopdolu olan, O’nu her şeyden çok seven, bu korku ve sevgiyle O’nun razı olmadığı her şeyden uzak duran ve râzı olduğu işleri yapmaya tüm güçleriyle gayret gösteren, böylece kendilerini ebedi azaptan kurtarıp ebedî cennetleri kazanan kimselerdir. Kısacık imtihan ömrünü böyle ulvî bir hedef uğrunda dopdolu geçiren o bahtiyar kullar, şüphesiz ki âhirette Yüce Allah’ın sınırsız lütfuna nâil olacaklar; sonsuz güzellikteki cennetlere yerleşecek, orada su, süt, şarap ve baldan akan ırmakların (bk. Muhammed 47/15) başlarında oturacaklardır. “Neher” kelimesinin aydınlık ve bolluk mânaları da vardır. Bu sebeple Arapça’da gündüze “nehâr” denilmiştir. Buna göre takvâ sahiplerinin cennetlerde hep nur içinde olacakları, hatta hiç gecesi olmayan aydınlık gündüzler içinde yaşayacakları anlaşılır. (bk. Kurtubî, el-Câmi‘, XVII, 150)

Bu nimetlerin daha ötesi, daha yücesi vardır. Onlar gâyet iktidarlı, kudretine nihâyet olmayan bir Melîk’in, pek büyük mülk sahibi Şahlar Şâhı’nın, yani Rahmân ve Rahîm olan Allah Teâlâ’nın huzûr-i kibriyâsında bir “mak‘ad-ı sıdk”ta oturacaklardır.
مَقْعَدُ صِدْقٍ (mak‘adu sıdkin);

Doğruluk meclisi,
Sadâkat otağı,
Dost meclisi,
Boş sözler konuşulmayan, günah işlenmeyen hak ve hakikat meclisi,
Sadıklara mahsus olan, yalan çıkması ve zeval bulması ihtimâli olmayan sâbit bir makam ve mevki.

Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Bu gün, iman ve yaşayışlarında doğruluktan ayrılmayanlara doğruluklarının fayda vereceği bir gündür. Onlar için altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler vardır. Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. En büyük başarı ve kurtuluş işte budur!” (Mâide 5/119)

Rivayete göre, cennet ehli her gün şanı yüce ve mübârek olan Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna girerler. Yüce Rablerine Kur’ân okurlar, herkes de kendisine ait olan mecliste oturmuş olacaktır. Oturdukları yerler inci, yakut, zeberced ve altın ile gümüşten olup amellerine göre bu yerleri tespit edilmiş olacaktır. Bundan dolayı gözleri aydın olduğu kadar hiçbir şeyle gözleri aydın olmayacaktır. Bundan daha büyük ve daha güzel hiçbir şey de işitmeyeceklerdir. Sonra da ertesi gün aynı şekilde gözlerini aydınlatacak bu hale tekrar gelinceye kadar konakladıkları yerlerine geri döneceklerdir. (Kurtubî, el-Câmi‘, XVII, 150)

Şimdi “Gücü her şeye yeten ve hükmü her şeye geçen Hükümdar”ın (Kamer 54/55) sıfatlarını bir açıklama mâhiyetinde “er-Rahmân” diyerek Rahmân sûresi başlıyor ve O’nun rahmet sıfatından kaynayıp coşan hem dünyaya hem de ebedî cennetlere ait muhteşem nimetlerini sayıyor:
 
Üst Alt