TEFSİR KEHF Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
KEHF SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

KEHF Suresi
KEHF Suresi
Hakkında

Mekke döneminde inmiştir. 28. âyetin Medine döneminde indiği de rivayet edilmiştir. 110 âyettir. Sûre, adını; ilk defa dokuzuncu âyette olmak üzere,birkaç yerde geçen “kehf ” kelimesinden almıştır. Kehf, mağara demektir. Sûre de temel konu olarak, inançları sebebiyle öldürülmekten kurtulmak için bir mağaraya sığınan gençlerin mucizevî hâlleri, ayrıca Hz. Mûsâ ile Zülkarneyn konu edilmektedir.

Nuzül

Mushaftaki sıralamada on sekizinci, iniş sırasına göre altmış dokuzuncu sûredir. Gåşiye sûresinden sonra, Nahl sûresinden önce Mekke’de inmiştir. Ancak 28. âyeti ile 83 ve 101. âyetlerinin Medine’de indiği rivayeti de vardır Nüzûl sebebi olarak tefsir ve siyer kaynaklarında şöyle bir olay anlatılmaktadır: Müslümanların sayısının çoğalması üzerine müşrikler, Resûlullah’ın peygamber olup olmadığını araştırmak için Nadr b. Hâris ile Utbe b. Muayt’ı Medine’deki yahudi âlimlerine gönderip kendilerine şu tâlimatı vermişlerdi: “Muhammed’in durumunu onlara sorun, vasıflarını ve söylediklerini anlatın; onlar kitap ehlidir, peygamberler hakkında bizim bilmediklerimizi bilirler.” Bu iki adam, Medine’ye giderek meseleyi yahudi âlimlerine anlattılar. Onlar da, “Muhammed’e, geçmiş zamanlarda mağaraya sığınmış gençleri; dünyanın doğusunu ve batısını dolaşmış olan adamı; rûhun ne olduğunu sorun; eğer bunları size bildirirse o bir peygamberdir, ona uyun; aksi takdirde bir falcıdır, ona istediğinizi yapabilirsiniz” dediler. Nadr ile arkadaşı Mekke’ye dönüp bunları Hz. Peygamber’e sordular. O da “Sorularınıza yarın cevap veririm” dedi. Fakat “inşallah” demesi gerekirken bunu ihmal ettiği için o günden itibaren on beş gün vahiy gelmedi. Bunun üzerine Mekke halkı, “Muhammed bize, ‘Sorularınıza yarın cevap veririm’ diye söz vermişti. Ancak aradan on beş gün geçtiği halde hâlâ sorularımıza cevap vermedi” diyerek dedikoduya başladılar. Hz. Peygamber’e vahyin gecikmesi sırasında iyice bunaldığı bir sırada Cebrâil yukarıdaki soruların cevabını içeren Kehf sûresi ile İsrâ sûresinin 85. âyetini getirdi (İbn Âşûr, XV, 242-244). Tefsir ve siyer kaynaklarından bu rivayeti nakleden İbn Âşûr, Ashâb-ı Kehf hakkında Hz. Peygamber’e soru sormaya Kureyşliler’i teşvik edenlerin, ticaret maksadıyla Mekke’ye gelen bazı hıristiyanlar veya Kureyş’in Suriye ticaret yolu üzerinde bulunan kiliselerdeki hıristiyan din adamları olabileceğini söylemektedir (XV, 259-260). Elmalılı Muhammed Hamdi de yukarıdaki rivayeti geniş şekliyle naklettikten sonra, hadis tekniği açısından bu rivayetin zayıf olduğunu, buna dayanılarak sûrenin tefsir edilmesinin doğru olmayacağını ifade etmektedir. Elmalılı’ya göre sûrenin baş tarafındaki âyetler gösteriyor ki esas iniş sebebi, “Allah çocuk edindi” denilmiş olmasıdır. Sûre, bunun ilmî dayanağı bulunmayan büyük bir yalan olduğunu açıklamak, bu sözü söyleyenleri uyarmak ve onları tevhide davet etmek için indirilmiş, Zülkarneyn ile ilgili sorunun cevabı da bunun tamamlayıcısı olmuştur (V, 3220).

Konusu

Yüce Allah’a hamd ile başlayan Kehf sûresinin başlangıcında Allah’ın kutsiyeti ve kemal sıfatlarıyla Kur’an’ın üstünlüğü, müminlere verilecek mükâfatın müjdesi ve Allah’a çocuk yakıştıranların uyarılması konuları yer alır; kâfirlerin inatçı tutumları karşısında üzülen Hz. Peygamber’in durumuna da işaret edilir (1-8). Bundan sonraki âyetlerin büyük bir kısmının konularını şu üç ibretli kıssa oluşturur: 1. Ashâb-ı Kehf kıssası (9-26). Bu kıssada inançları uğruna canlarını ortaya koyarak yurtlarından çıkıp dağdaki bir mağaraya sığınan gençlerin durumu anlatılır. 2. Hz. Mûsâ ile Hızır’ın kıssası (60-82). Bu kıssada Hızır ile Hz. Mûsâ arasında geçen olağan üstü olaylar ve bunlarla ilgili açıklamalar yer alır. 3. Zülkarneyn kıssası (83-98). Bu kıssada takvâ ve adalet sahibi bir hükümdar olan Zülkarneyn’in batıya ve doğuya yaptığı seferlerle Ye’cûc ve Me’cûc’ün yeryüzüne yayılmasını önlemek için yaptığı set anlatılmaktadır. Sûrede ahlâk eğitimine yönelik temsilî anlatımlar da yer almaktadır. FaziletiKehf sûresinin fazileti hakkında birçok hadis rivayet edilmiştir. Bunlardan bazıları şöyledir: Berâ b. Âzib’in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bir adam Kehf sûresini okuyordu, yanında da iki uzun iple bağlı bir at vardı. Derken bir bulut adamın üzerine doğru inmeye başladı. Bulut yaklaştıkça yaklaşıyordu. At bundan dolayı ürktü ve huysuzlandı. Sabaha çıkınca o zat Hz. Peygamber’e gelerek olayı anlattı. Resûlullah, “O, sekînettir (huzur verendir), Kur’an okunduğu için inmiştir” buyurdular (Buhârî, “Fezâil”, 11; Müslim, “Müsâfirîn”, 240; sekînet hakkında bilgi için bk. Bakara 2/248). Diğer hadislerde de Resûlullah şöyle buyurmuştur: “Kim, Kehf sûresinin başından on âyet ezberlerse deccâlden korunmuş olur” (Müslim, “Müsâfirîn”, 257); “Kim, Kehf sûresinin son on âyetini okursa deccâlin fitnesinden korunur” (Müsned, VI, 446); “Kim, Kehf sûresini indirildiği gibi okursa sûre, kıyamet gününde onun için bir nûr olur (Beyhak^, Sünen, III, 249).

KEHF SURESİ TEFSİRİ


1. Hamd o Allah’a mahsustur ki, kuluna kitabı indirdi; onda hiçbir eğrilik, çarpıklık ve tutarsızlığa yer vermedi.

Allah Te’âlâ Kur’ân-ı Kerîm’in bütün çarpıklık, eğrilik, dolambaçlılık, yalan ve yanlışlıktan uzak olduğunu bu âyetteki “onda hiçbir eğrilik, çarpıklık ve tutarsızlığa yer vermedi” (Kehf 18/1) ifadesiyle, bir diğer âyet-i kerîmede de “Onu her türlü çelişkiden ve gerçeğe aykırı bütün unsurlardan uzak, dosdoğru Arapça bir Kur’an olarak indirdik; belki gittikleri yolun yanlışlığını anlayıp Allah’a karşı gelmekten sakınırlar diye” (Zümer 39/28) ifadesiyle beyân eder. Bu mânayı ifade için kullanılan kelime, “ivec” kelimesidir. اَلْعِوَجُ (‘ivec), “istikametten, düz ve dik halden sapmak ve meyletmek; eğrilik, karışık, çapraşık” demektir. Kur’ân’da ne göze ne de kalbe takılacak hiçbir eksiklik ya da eğrilik yoktur. Onda ne bir kimsenin anlayamayacağı kadar karışık ve karmaşık şeyler vardır, ne de gerçeği bulmak isteyen bir kimseyi kararsız bırakarak doğru yoldan saptıran bir nokta bulunmaktadır. Yine onda lafzın dil yönünden bozuk olması, fesâhat ve belâğata aykırı olması, mânalarının çelişkili olması, gerçek olmayan şeyler ihtiva etmesi, Allah’tan başka şeylere kulluğa davet etmesi gibi eğrilik ve çarpıklık sayılacak bir şey bulmak mümkün değildir. (Zemahşerî, el-Keşşâf, II, 471) İşte kendisinde eğrilik bulunmayan bu Kur’ân’ı Yüce Allah dosdoğru bir kitap kılarak, onu en emîn ve en sâdık bir insan olan kulu Hz. Muhammed (s.a.s.)’e indirmiştir.

Kur’an’ın indiriliş gayesi ise şöyle açıklanmaktadır:

2. Allah bu tutarlı ve dosdoğru kitabı, inanmayanları kendi katından gelecek şiddetli bir azapla uyarmak, sâlih ameller işleyen mü’minleri de güzel bir mükâfat ile müjdelemek için indirdi;

3. Hem de içinde ebedî kalmak üzere…

4. Bu ilâhî kelâmı, aynı zamanda “Allah çocuk edindi” diyenleri uyarıp korkutmak için indirdi.

5. Bu konuda ne Allah’a çocuk isnat edenlerin dayandıkları kesin bir bilgi vardır, ne de aynı iddiayı taşıyan atalarının! Ağızlarından çıkan o söz, ne kadar korkunç bir küfür sözüdür! Onlar, başka değil, ancak yalan söylüyorlar.


Kur’an’in indiriliş gâyesi ilk olarak umûmî mânada bütün insanları uyarmak, onlara dikkatli davranmadıkları takdirde istikbalde mutlaka karşılaşacakları korkunç hâdiseleri haber vermektir. İkinci olarak iman ve itaatle davetine uyan mü’minleri fevkalade güzel bir mükâfat olan ebedî cennetlerle müjdelemektir. Üçüncü olarak da müşrikler, yahudiler ve hıristiyanlar başta olmak üzere çeşitli inanç grupları arasında müzmin bir hastalık halinde yaygınlaşan ve aynı zamanda büyük bir küfür ifadesi olan “Allah çocuk edindi” diyenleri cehennemle korkutarak, onları bu tür yanlışları bırakmaya çağırmaktır. Yalnız bu vazifeyi yerine getirirken aşırılıktan uzak durup itidalli olmaya zaruri ihtiyaç vardır:

6. Rasûlüm! Onlar bu Kur’an’a inanmıyorlar diye arkalarından üzülerek neredeyse kendini helâk edeceksin! Hayır böyle yapma!

Âlemlere rahmet olarak gönderilen ve insanlara karşı nihâyetsiz bir merhamet ve şefkat sahibi olan Allah Resûlü (s.a.s.), onların doğru yolu bulmasını çok arzu ediyor ve bu uğurda gece gündüz bütün gücünü harcıyordu. Hatta o (s.a.s.), kendisinin ve ashâbının gördüğü eziyetlerden ziyâde kavminin imansızlıkta ve sapıklıkta ısrar etmelerine üzülüyordu. Çünkü bu gidişâtın sonunda helâk olacaklarını ve ebediyen Allah’ın azabına uğrayacaklarını biliyordu. En büyük üzüntü sebebi işte bu korkuydu. Bu sebeple dinin tebliğinde gerçekten tahammül ötesi bir gayret gösteriyordu. Muhatapları ise, âdeta Allah’ın azabının başlarına inmesini istercesine inat ediyorlardı. Resûlullah (s.a.s.)’in şu ifadeleri onun içinde bulunduğu bu hâli ne güzel gözler önüne sermektedir:

“Benimle sizin durumunuz şuna benzer: Bir adam ateş yakar. Ateş etrafı aydınlatınca pervâneler ve aydınlığı seven bir kısım hayvanlar bu ateşe kendilerini atmaya başlarlar. Adamcağız onlara mânî olmaya çalışır. Ancak hayvanlar galebe çalarak pek çoğu ateşe düşerler. Ben, ateşe düşmemeniz için sizi belinizden yakalıyorum, ancak siz ateşe atılmak için koşuyorsunuz!” (Buhârî, Rikâk 26; Müslim, Edeb 82; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 244)

Bu âyette aynı zamanda Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.)’i teselli eden bir yön de bulunmaktadır. Çünkü onun vazifesi insanları imana zorlamak değil, sadece tebliğ etmek; müjdelemek ve korkutmaktır. Bilmelisiniz ki Peygamber’in tebliğine insanlığın zaruri ihtiyacı vardır. Çünkü oldukça kısa ve fâni dünya hayatı bütünüyle imtihandan ibarettir:

7. Şüphesiz biz, insanların amel bakımından hangisinin daha güzel olduğunu deneyip ortaya çıkaralım diye yeryüzünde bulunan her şeyi ona mahsus bir zînet ve imtihan için bir malzeme yaptık.

8. Doğrusu biz, yeryüzünde bulunan her şeyi vakti gelince kupkuru bir toprak hâline getirmekteyiz.


Allah Teâlâ hayatı ve ölümü insanların amel bakımından hangisinin daha iyi olduğunu belirlemek için yarattığı gibi (bk. Mülk 67/2), dünya üzerinde bulunan canlı cansız her türlü varlığı da birer imtihan malzemesi ve sorusu olarak var etmiştir. Oradaki sayısız nimetleri; malı, mülkü, evlat ve serveti dünyanın bir zineti olarak yaratıp çekici kılmıştır. Buna mukâbil insanları da iyiyi kötüden ayırabilecek, yaptıklarından sorumlu olacak akıl, irade ve diğer melekelerle donatmıştır. Bunların hepsinin yaratılış maksadı imtihan sırrıdır. Yoksa hâşâ Yüce Allah bunları bir oyun ve eğlence olsun diye yaratmamıştır. Nitekim âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Biz göğü, yeri ve aralarında bulunan şeyleri oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. Eğer biz eğlence edinmek isteseydik, bunların hiçbirini yaratmadan, onu kendi katımızda edinirdik. Fakat biz böyle bir şey yapmayız.” (Enbiyâ 21/16-17)

“Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. Biz onları gerçek bir sebep ve hikmete bağlı olarak yarattık. Ne var ki insanların çoğu bunu bilmez.” (Duhân 44/38-39)

O halde fırsat eldeyken bu nimetleri Allah Teâlâ’ya kulluk yapıp O’na yakınlaşmak yolunda kullanmak gerekmektedir. Değilse Cenâb-ı Hak, dünya üzerindeki bütün nimetleri ve varlıkları vakti gelince yok etmekte, kurumuş toprak haline getirmektedir. Bu yok oluş ve toprak haline geliş her an durmadan devam etmektedir. An be an canlılar ölmekte; insanların, hayvanların ve bitkilerin bedenleri toprağa karışıp toprak olmaktadır. Evler, saraylar, hanlar, hamamlar, milletler, devletler, kültürler ve medeniyetler için de aynı ilâhî kanun hükmünü icrâ etmektedir. Kıyamette ise bu durum son olarak, en muhtevalı ve her şeyi kuşatacak şekilde vuku bulacak, ardından yepyeni bir hayat başlayacaktır. Dolayısıyla dünyada dâimî hiçbir şey yoktur; her şey fanîdir. Yalnız Allah bâkîdir. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Yeryüzünde bulunan herkes fanîdir. Yalnız sonsuz büyüklük ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâki kalacaktır.” (Rahmân 55/26-27)

İşte insanın üzerinde durması ve düşünmesi gereken asıl mes’ele budur. Şimdi, Allah’a ve âhirete imanın kalbi nasıl tesir altına alıp zorluklara karşı insana nasıl bir tahammül gücü kazandırdığını muşahhas halde göstermek ve yüzyıllarca uyutulduktan sonra yeniden uyandırılmak suretiyle âhiretin varlığına apaçık bir delil olarak sunulmak üzere Ashâb-ı Kehf’in son derece dikkat çekici kıssasına giriş yapılmaktadır:

9. Rasûlüm! Yoksa sen sadece Ashâb-ı Kehf ve Ashâb-ı Rakîm’in mi ibrete şâyan âyetlerimizden olduğunu sandın? Öyle sanma; başka nice ibretâmiz âyetlerimiz var!

اَصْحَاب الْكَهْفِ (Ashâbu’l-Kehf), Allah’tan başkasına tapmaya zorlandıkları için Rablerine sığınarak mağaraya çekilen, ilâhî kudret eliyle uyutulup orada uzun bir süre kalan ve âhiretin varlığına açık bir delil olmak üzere tekrar uyandırılan bir grup genç yiğitlerdir. Buradan itibâren 26. âyete kadar onların çok ibretli kıssaları anlatılmaktadır. اَلرَّق۪يمِ (Rakîm), bu yiğitlerin isimlerinin yazıldığı belge veya bunların bulundukları yerin ismidir. Bir diğer görüşe göre ise “Ashâb-ı Rakîm”, yolculuk esnâsında tutuldukları yağmurdan kurtulmak için bir mağaraya sığınan, o sırada düşen bir kayanın mağaranın ağzını tamâmen kapatması sebebiyle içeride mahpus kalan, sonra yaptıkları sâlih amelleri vesile kılıp Allah’a dua ederek kayanın yavaş yavaş yana kaymasıyla oradan kurtulma imkânı bulan üç arkadaştır. (bk. Buhârî, Enbiyâ 52; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 274)

Bunlar her ne kadar Allah Teâlâ’nın nihâyetsiz kudretini gösteren birer işaret olsa da, O’nun kâinatta akılları daha da dehşete düşürecek nice âyetleri, delilleri, kudret ve azamet tecellileri vardır. Bunu görmek için bütün ecrâmiyle göklerin ve tüm tefrişâtıyla yeryüzünün yaratılışına; gece ile gündüzün peş peşe gelişine; insanların, hayvanların, bitkilerin ve cansız varlıkların hallerine; Cenâb-ı Hakk’ın her an ölüden diri, diriden ölü çıkarmasına ibretle bir kez bakmak yeterlidir. Daha fazla düşünülecek olursa, sınırlı akıl terâzisi, sınırsız ilâhî kudret akışlarının ağırlığını çekemez, altında ezilir, kalır.

Şimdi isterseniz dikkatleri tekrar Ashâb-ı Kehf dediğimiz o gençlere çevirelim de bakalım neler yapıyorlar:

10. Hani o genç yiğitler mağaraya sığınıp: “Rabbimiz bize katından bir rahmet ver, bize yardım et; şu işimizde doğru ve rızâna uygun olan ne ise onu bize nasip eyle!” diye niyâz etmişlerdi.

11. Bunun üzerine biz de onları sığındıkları o mağarada yıllarca sürecek derin bir uykuya daldırdık.

12. Sonra iki fırkadan; Ashâb-ı Kehf ve düşmanlarından hangisinin bekledikleri gayeyi daha iyi hesap etmiş olduğunu ortaya çıkarmak için onları tekrar uyandırdık.


Bu yiğitler, Rablerine öyle yürekten bağlı idiler ki, mağaraya çekilir çekilmez niyâza başladılar. Allah’tan kendilerine rahmetini, nimet ve yardımını lütfetmesini; en güzel ve en doğru bir çıkış yolu göstermesini ve giriştikleri bu davada kendilerini başarılı kılmasını istediler. Cenâb-ı Hak da derhal dualarını kabul ederek haklarında hayırlı olacak bir süreci başlattı. Hemen kulaklarına bir perde vurup onları mağarada uyuttu. Senelerce orada o şekilde kaldılar. Belki yüzyıllarla ifade edilebilecek uzun bir müddet sonra onları tekrar uyandırdı. Böyle yapmasındaki maksat, Ashâb-ı Kehf’in mi, yoksa onlara düşmanlık edenlerin mi hedefledikleri gâye itibariyle haklı olduğunu ortaya koymaktı. Daha sonra gelecek âyetlerde de belirtileceği üzere (bk. Kehf 18/19-21) Ashâb-ı Kehf uyandıkları zaman işlerinde başarılı olduklarını, gâyelerinde isâbet ettiklerini gördüler ve Allah’ın rahmetine kavuştular. Buna karşılık Kur’an, onlara düşmanlık yapanların feci akıbetlerini bahse değer bile görmemiştir.

Kıssanın tafsilâtı şöyledir:

13. Şimdi biz, onların başından geçen ibretli hâdiseyi bütün gerçekliğiyle sana anlatacağız: Hiç şüphesiz onlar Rablerine iman etmiş genç yiğitlerdi; biz de onların imanlarını daha da artırdık.

Ashâb-ı Kehf, Rablerine yürekten inanmış genç yiğitlerdi. Onlar imanlarında samimi oldukları için, Allah da onların doğru yola olan iman ve bağlılıklarını daha da artırdı. Onlara bâtıla boyun eğmekten sakınıp canları pahasına da olsa hak yolunda sabır ve sebat etme kuvveti verdi. Kalplerini iman, sabır ve metânetle iyice pekiştirdi, kuvvetlendirdi. İman ve itminân hali âdeta onların hücrelerine ve iliklerine işledi. Öyle ki putlara ibâdeti reddetmek üzere kralın karşısına dikildiklerinde veya bulundukları şirk ortamını terk etmeye karar verip harekete geçtiklerinde kalplerine yerleşen tevhid inancını şu ifadelerle dile getirdiler:

“Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbi olan Allah’tır. Biz O’ndan başkasını ilâh kabul edip tapmayız. Böyle bir şey yaparsak, yemin olsun ki gerçek dışı, pek saçma bir iddiada bulunmuş oluruz.” (Kehf 18/14)

Gerçek imanın bu olduğunu; kavimlerinin içine saplandığı putperestlik inancının ise herhangi bir delile dayanmayan asılsız bir anlayış olduğunu açıklamaktan çekinmediler. Nihâyetinde imanlarını tehlikeden koruyabilmek için, Allah’tan rahmet ve kolaylık umarak mağaraya sığınmalarının artık zaruret hâline geldiğini anladılar. Sâdık bir dost gibi peşlerini bırakmayan köpekleriyle birlikte mağaraya sığındılar ve orada ilâhî kudret eliyle uykuya daldırıldılar.

Bu âyetlerde Allah’ın haram kıldığı şeylerden ve haramların işlendiği ortamlardan uzaklaşmanın önemine dikkat çekilir. Gerçekten de Allah’ın dışındaki varlıklardan gönlen uzaklaşmak, Allah’a kavuşmayı kolaylaştırır. Belki, Allah’ın dışındaki şeylerden uzaklaşılmadığı müddetçe Allah’a kavuşma gerçekleşmez, demek daha doğrudur. İşte Ashâb-ı Kehf ne zaman ki Allah’ın dışında tapınılan putlardan uzaklaştılar, Hak Teâlâ onları riâyet mahfazası içinde korudu, onlar için inâyet mağarasında güzel bir yer hazırladı. Dolayısıyla bütün söz, fiil ve davranışlarında şahsî arzulardan soyunup Allah’ın iradesine teslim olan, her halinde Allah’a yönelişi dürüstlük ve samimiyet içinde olan ve yine her durumda sadece Allah’tan yardım isteyen kişilere Rabbimiz büyük lutuflarda bulunacak, onların tüm ihtiyaçlarını karşılayacak ve onlara çok güzel bir gelecek hazırlayacaktır. Cenâb-ı Hakk’ın Ashâb-ı Kehf’e olan yardım ve ikramı bunun açık bir misalidir:

اَلْفِتْيَةُ (fitye) genç yiğitler demektir. Bu kelimeden hareketle tasavvuf ve ahlâk ıstılâhında “fütüvvet” diye bir kavram oluşmuştur. Fütüvvetin başı imandır. Fütüvvet; mevcudun karşılıksız verilmesi, eziyetin önlenmesi, şikâyetin terk edilmesidir. Yine fütüvvet, haramlardan kaçınmak ve üstün ahlâkî faziletleri ifâ etmede eli çabuk tutmaktır.

14. Kalplerine tam kuvvet ve metânet verdik de zâlim krala karşı kıyâm ettiklerinde şöyle dediler: “Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbi olan Allah’tır. Biz O’ndan başkasını ilâh kabul edip tapmayız. Böyle bir şey yaparsak, yemin olsun ki gerçek dışı, pek saçma bir iddiada bulunmuş oluruz.”

15. “Şu bizim halkımız ise tuttular, Allah’tan başka ilâhlar edindiler. Madem öyle, onların gerçek ilâh olduklarına dair açık bir delil getirmeleri gerekmez mi? Artık Allah adına yalan uydurandan daha zâlim kim olabilir?”
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
16. İçlerinden biri şöyle dedi: “Madem ki siz onları ve onların Allah’tan başka taptıklarını terkettiniz, o halde mağaraya sığının ki Rabbiniz üzerinize rahmetini yaysın, işinizde size kolaylık ve fayda ihsân etsin.”

Ashâb-ı Kehf, Rablerine yürekten inanmış genç yiğitlerdi. Onlar imanlarında samimi oldukları için, Allah da onların doğru yola olan iman ve bağlılıklarını daha da artırdı. Onlara bâtıla boyun eğmekten sakınıp canları pahasına da olsa hak yolunda sabır ve sebat etme kuvveti verdi. Kalplerini iman, sabır ve metânetle iyice pekiştirdi, kuvvetlendirdi. İman ve itminân hali âdeta onların hücrelerine ve iliklerine işledi. Öyle ki putlara ibâdeti reddetmek üzere kralın karşısına dikildiklerinde veya bulundukları şirk ortamını terk etmeye karar verip harekete geçtiklerinde kalplerine yerleşen tevhid inancını şu ifadelerle dile getirdiler: “Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbi olan Allah’tır. Biz O’ndan başkasını ilâh kabul edip tapmayız. Böyle bir şey yaparsak, yemin olsun ki gerçek dışı, pek saçma bir iddiada bulunmuş oluruz.” (Kehf 18/14) Gerçek imanın bu olduğunu; kavimlerinin içine saplandığı putperestlik inancının ise herhangi bir delile dayanmayan asılsız bir anlayış olduğunu açıklamaktan çekinmediler. Nihâyetinde imanlarını tehlikeden koruyabilmek için, Allah’tan rahmet ve kolaylık umarak mağaraya sığınmalarının artık zaruret hâline geldiğini anladılar. Sâdık bir dost gibi peşlerini bırakmayan köpekleriyle birlikte mağaraya sığındılar ve orada ilâhî kudret eliyle uykuya daldırıldılar.

Bu âyetlerde Allah’ın haram kıldığı şeylerden ve haramların işlendiği ortamlardan uzaklaşmanın önemine dikkat çekilir. Gerçekten de Allah’ın dışındaki varlıklardan gönlen uzaklaşmak, Allah’a kavuşmayı kolaylaştırır. Belki, Allah’ın dışındaki şeylerden uzaklaşılmadığı müddetçe Allah’a kavuşma gerçekleşmez, demek daha doğrudur. İşte Ashâb-ı Kehf ne zaman ki Allah’ın dışında tapınılan putlardan uzaklaştılar, Hak Teâlâ onları riâyet mahfazası içinde korudu, onlar için inâyet mağarasında güzel bir yer hazırladı. Dolayısıyla bütün söz, fiil ve davranışlarında şahsî arzulardan soyunup Allah’ın iradesine teslim olan, her halinde Allah’a yönelişi dürüstlük ve samimiyet içinde olan ve yine her durumda sadece Allah’tan yardım isteyen kişilere Rabbimiz büyük lutuflarda bulunacak, onların tüm ihtiyaçlarını karşılayacak ve onlara çok güzel bir gelecek hazırlayacaktır. Cenâb-ı Hakk’ın Ashâb-ı Kehf’e olan yardım ve ikramı bunun açık bir misalidir:

اَلْفِتْيَةُ (fitye) genç yiğitler demektir. Bu kelimeden hareketle tasavvuf ve ahlâk ıstılâhında “fütüvvet” diye bir kavram oluşmuştur. Fütüvvetin başı imandır. Fütüvvet; mevcudun karşılıksız verilmesi, eziyetin önlenmesi, şikâyetin terk edilmesidir. Yine fütüvvet, haramlardan kaçınmak ve üstün ahlâkî faziletleri ifâ etmede eli çabuk tutmaktır.

17. Rasûlüm! Orada bulunsaydın güneşin doğduğu zaman onların mağaralarını sağ taraftan dolaştığını, battığı zaman ise onları sol taraftan makaslayıp geçtiğini, böylece üzerlerine doğup onları rahatsız etmediğini görürdün. Onlar mağaranın genişçe bir yerinde idiler. Onların bu şekilde korunmaları, Allah’ın kudretini gösteren delillerden biridir. Allah kimi doğru yola erdirirse, işte gerçekten doğru yola ermiş kimse odur. Kimin de yoldan sapmasına fırsat verirse, artık sen ona doğru yolu gösterecek bir yardımcı bulamazsın.

18. Onlar uykuda oldukları halde sen onları uyanık sanırdın. Tek yanlarına yatıp zarar görmemeleri için biz onları kâh sağa kâh sola çeviriyorduk. Köpekleri de mağaranın girişinde ön ayaklarını uzatmış yatmaktaydı. Eğer onları bu halleriyle görseydin dönüp kaçardın ve onlar yüzünden için korkuyla dolardı.


Bu iki ayette dikkat çekici ve hayret verici bir üslupla gençlerin mağaradaki durumları aktarılmaktadır. Hadise, oradaki manzaraları aksettiren hareketli bir film şeridi gibi gözümüzün önünde canlandırılmaktadır. Mağaranın üzerine güneş doğuyor, fakat güneşin ışınları mağaranın içine sızmadan sanki şuurlu olarak yana sapıyor. Güneş batarken de ışınları onların sol taraflarına kayıyor. Onlarsa, mağaranın geniş tabanına dağılmış durumda yatmaktalar. Kendilerine rüzgârın serinliği ve temiz hava ulaşmaktadır. Ashâb-ı Kehf mağarada uyuyarak geçirdikleri zamanda herhangi bir değişikliğe uğramamışlardır. Güneş doğduğunda mağaranın sağ tarafında; battığında da solunda oluyordu. Böylelikle güneşin ışığı, mağaranın içine giremiyor, ama oradakilere uygun temiz hava içeri girebiliyordu. Güneş ışınları tam üzerlerine düşüp onları yakmıyor, çok uzaklarına düşerek de rutubetten çürümelerine yol açmıyordu. Allah Teâlâ onların, bozulmadan, çürümeden kalabilmelerini sağlayacak bir zemin hazırlamıştı.

Abdullah b. Abbas (r.a.) diyor ki: “Şayet güneş tam üzerlerine düşmüş olsaydı onları yakacaktı. Onlar mağarada sağa sola da çevrilmemiş olsalardı çürüyeceklerdi.” (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XV, 264)

Kur’ân-ı Kerîm, onların bu hayret verici durumları üzerine bir değerlendirme yaparak bunun Allah’ın âyetlerinden biri olduğunu beyân eder. Hak Teâlâ’nın bu uzun müddet içinde onları mağarada muhafaza edişi, O’nun yüce kudretini ve hikmetini gösteren delillerdendir. Onların mağaranın içinde güneş ışınlarından etkilenmemeleri, güneş ışınlarının sadece yakınlarından geçmesi, ayrıca onların bulundukları yerde ölmeden, fakat hareket de etmeden öylece kalmaları Allah’ın mûcizelerindendir. Allah, bu tür mûcizelere ibretle bakan ve bu vesileyle gerçeği öğrenmek isteyenleri doğru yola kavuşturur. Doğru yola götürecek sebeplere sarılmayanları ise saptırır.

18. âyet, bu hayret verici sahneyi tamamlamak üzere şöyle devam ediyor: Ashâb-ı Kehf uykudalar, fakat görenler onları uyanık zannediyor. Mağarada yıllarca süren uzun uykularında sabit durmuyorlar, ilâhî kudret eliyle bir yandan öbür yana çevriliyorlar. Köpekleri de mağaranın kapısının eşiğine yakın yatmış, ön ayaklarını uzatmış, adeta onlara bekçilik yapıyor. Onlar bu görünümleriyle karşılarına çıkacak birinin içine korku salıyorlar. Çünkü onlar, uyanıkmış gibi uyuyorlar, gâh sağ yanlarına gâh sol yanlarına çevrilip dururlarken uyanmıyorlar. Şüphesiz bu, önceden belirlenen süre dolmadan hiç kimse onları rahatsız etmesin diye yüce Allah’ın takdir buyurduğu mûcizevî bir plandır.

Burada dikkat çeken hususlardan biri, Ashâb-ı Kehf’in köpekleridir. O, büyük bir aşk ve sadakatle o imanlı gençlerin peşine düşmüş, izlerini takip etmiş ve onlara dost olmuştu. Cenâb-ı Hak da bu nasipli hayvancağıza o gençlere yaptığı muameleyi yaptı; onlarla beraber uyuttu, onlarla beraber uyandırdı; âhirette de onlarla beraber cennete girdirecektir. Mevlâna Hazretleri, insanlara bir ibret ve ikaz mâhiyetinde o köpeğin halini şöyle arzeder:
“Ashâb-ı Kehf’in köpeği ki, o cezbe ile, o feyz-i ilâhî sayesinde murdarlıktan kurtuldu. Pâdişâhlar sofrasının başına oturdu. O köpek, Ashâb-ı Kehf’in sohbetini tercih etmiş olduğu için mağara kapısı önünde çanaksız, çömleksiz olarak rahmet-i ilâhîye suyunu ârifler gibi içti.”

“Bil ki, içi ilâhî aşk ve muhabbetle dolu olmayan insan, ne kadar zavallıdır; belki hayvandan daha aşağıdır. Zira Ashâb-ı Kehf’in köpeği dahî aşk ehlini aradı, buldu, ruhanî bir safâya erişti ve o has kullarda fânî olarak cenneti kazandı.”


Şâh-ı Nakşibend (k.s.)’la ilgili şu menkibe gerçekten ibretlidir:

Çocuğun biri mektepten çıkmıştı. Mushaf-ı Şerifi’de elindeydi. Şâh-ı Nakşibend ile karşılaştı, selam verdi. Nakşıbend Efendimiz çocuğun selamına karşılık verdi. Sonra çocuğun mushafını açtı. Kur’an’da 18. sırada yer alan Kehf sûresinin 18. âyetindeki “Köpekleri de mağaranın girişinde ön ayaklarını uzatmış yatmaktaydı” kısmı çıktı. Bu ifadeyi okuduktan sonra:

“- Ben de onun gibi olmak isterdim” dedi. (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 555)

Bir sonraki safhada uyku hâlinde bulunan bu kutlu yiğitlerin birdenbire canlanıp kıpırdanmaya başladıkları görülür:

19. Biz onları uyuttuğumuz gibi, durumlarını aralarında soruşturmaları için öylece de uyandırdık. İçlerinden biri: “Burada ne kadar kaldınız?” diye sordu. Bir kısmı: “Bir gün, belki bir günden de az” diye cevap verdi. Diğerleri ise şöyle dediler: “Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir. Şimdi birinizi şu gümüş parayla şehre gönderin de yiyeceklerin hangisi daha temiz ve daha güzelse baksın, ondan size biraz yiyecek getirsin. Fakat çok nazik ve tedbirli davransın da sakın sizi ve yerinizi hiç kimseye sezdirmesin.”

20. “Çünkü eğer şehir halkı yerinizi öğrenirde sizi ellerine geçirirlerse ya sizi taşlayarak öldürürler veya sizi kendi dinlerine döndürürler. İşte o zaman ebediyen kurtuluşa eremezsiniz.”


Kıssanın bu safhasında gençler uyandırılıyorlar, fakat uykuya daldıklarından bu yana mağarada ne kadar kaldıklarını bilmiyorlar. Uyandıktan sonra içlerinden biri diğerlerine dönüyor ve burada ne kadar kaldıklarını soruyor. Bu soruyu sorarken uzun bir uykunun tesirini üzerinde hissettiği anlaşılmaktadır. “Bir gün ya da daha az bir süre kaldıkları” söyleniyor. Ardından bu meseleyi esas sahibine havale ederek hemen fiilen karşı karşıya kaldıkları bir problemi çözmeye karar veriyorlar. Evet, çok acıkmışlardı. Yanlarında da şehirden çıkarken üzerlerine aldıkları gümüş paralar vardı. İçlerinden birini bu parayla şehre gönderiyorlar ve yemeğin en temizinden getirmesini istiyorlar. Burada, aradan onca zamanın geçmesine rağmen dinî şuurlarının ilk gün gibi canlı olduğu, haram ve helâle çok dikkat ettikleri görülmektedir. Durumlarının açığa çıkmasından, gizlendikleri yerin bilinmesinden, dolayısıyla şehirdeki yöneticilerin, kendilerini yakalayıp tek bir ilâha kulluk etmek suretiyle müşrik bir toplumun dini telakkilerine baş kaldırmaları sebebiyle taşa tutup öldürmelerinden korkuyorlar. Bir taraftan da işkence yapmak suretiyle kendilerini imanlarından dönmeye zorlamalarından çekiniyorlar. Asıl korkuları zaten buydu. Bu sebeple şehre gönderdikleri kişiye uyanık, tedbirli ve nâzik olmasını; kendisini ele vermemesini tavsiye ediyorlar.

Şurası câlib-i dikkattir ki, Ashâb-ı Kehf asırlarca kendilerinden geçip Hakk’ın yanında bulunmak makamında kaldıkları müddetçe nâil oldukları rûhânî gıdâlar sâyesinde dünya yiyeceklerine ve cismânî gıdâlara muhtaç olmadılar. Nitekim Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.)’in hâli de böyleydi. O, hiç iftar etmeksizin günlerce oruç tutar ve: “Rabb’imin katında gecelerim; O beni yedirir, içirir” buyururdu. (Buhârî, Savm 20, 48, 49; Müslim, Sıyam 57 – 58) Hz. Mûsâ da Tûr dağında kırk gün yemedi, içmedi, savm-i visâl tuttu. Fakat ilâhî fuyuzâtın verdiği huzurla bir an bile ne açlık ne de susuzluk hissetti. Hz. Hızır’la buluşmak üzere yola çıktığında ise hemen acıktı ve yanındaki gence: “Şu kahvaltımızı getir de yiyelim artık! Gerçekten bu yolculuğumuz yüzünden hayli yorgun düştük” dedi. (Kehf 18/62) Aynı şekilde Ashâb-ı Kehf de Hakk’ın yanında olmak makamından kendilerinde olmak durumuna dönünce açlıklarını hissettiler ve hemen aralarında azık meselesini konuşmaya başladılar. (bk. Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V, 274)

Ayetlerin akışı burada bize yüzlerce yıl sonra şehre gelen arkadaşın karşılaşacağı tuhaf ve acaip durumu düşünme ve boş kalan o alanı doldurma fırsatı vermektedir. Biz bütün bunları düşünürken Kur’an bu ibretli kıssanın diğer bir safhasını, onların ruhlarını Allah’a teslim ettikleri sahneyi takdim eder:

21. Böylece biz insanları onların durumundan haberdar ettik ki, Allah’ın va‘dinin gerçek olduğunu ve kıyâmetin mutlaka kopacağında hiç şüphe olmadığını bilsinler. Vefatlarının ardından halk, aralarında Ashâb-ı Kehf’in bu fevkalade hallerini tartışmaya başlamışlardı. Bir kısmı: “Üzerlerine bir anıt dikin; onların durumlarını en iyi Rableri bilir” dediler. Onlar için ne yapılacağı konusunda görüşleri ağır basanlar ise: “Hayır, onların yanıbaşlarına mutlaka bir mescid yapacağız” dediler.

Ashâb-ı Kehf’in uzun bir müddet uyutulup tekrar uyandırılmalarından çıkarılacak en mühim ders, muşahhas ve gözle görülür bir misal olarak ölümden sonra dirilişe delil olmasıdır. Âhiret hayatını ve yeniden diriliş meselesini, insanın idrâkine anlaşılır bir tarzda iyice yaklaştırmasıdır. Böylece insanlar, yüce Allah’ın insanların öldükten sonra dirileceklerine ilişkin va’dinin gerçek olduğunu, kıyametin kesinlikle kopacağını, bunda hiçbir şüpheye yer olmadığını öğreneceklerdir.
Bazı kimseler, bu gençlerin naaşlarının mağarada oldukları gibi kalmaları ve ziyaretçiler tarafından rahatsız edilebilecek davranışlardan korunmaları için mağaranın üzerine bir anıt yapılmasını teklif ettiler. Şehrin idârecileri ise mağaranın üstüne bir mâbed yaptıracaklarını bildirdiler. İdârecilerin bu taleplerinin iyi niyetle olabileceği gibi, milleti putperestliğe alıştırmak gibi kötü niyetle de olabileceği yönünde izahlar vardır. Aslında sâlih kimselere tâzim maksadıyla onların kabirleri üzerine mâbed yapmak önceki zamanlarda örf haline gelmişti. Ancak bu nevi uygulamalar neticede insanları putperestliğe götürdüğü için Resûlullah (s.a.s.) bunu yasaklamış, böyle davranan yahudi ve hıristiyanları kınamış (bk. Buhâri, Salât 48; Müslim, Mesâcid 19) ve şöyle buyurmuştur: “İyi biliniz ki sizden önceki ümmetler, peygamberlerinin ve iyi kimselerinin kabirlerini mescid edinmişlerdi. Sakın siz kabirleri mescid edinmeyin; size bunu yasaklıyorum!” (Müslim, Mesâcid 23)

Peki Ashâb-ı Kehf, köpekleriyle birlikte kaç kişiydiler:

22. İnsanlar, bu kıssanın verdiği dersler üzerinde düşünecek yerde: “Onlar üç kişidir, dördüncüleri köpekleridir” diyecekler. “Beş kişidir, altıncıları köpekleridir” diyecekler. Bunların yaptıkları gaybı taşlamaktan ibarettir. Bir grup da: “Onlar yedi kişidir, sekizincileri köpekleridir” diyecekler. De ki: “Rabbim onların sayısını daha iyi bilir. Zâten onlar hakkında doğru bilgi sahibi olan çok az insan vardır.” O halde onlar hakkında Kur’an’da haber verilen açık delillerin dışında kimseyle tartışmaya girme ve onlarla ilgili olarak hiç kimseye bir şey sorma!

Bu safhada Ashâb-ı Kehf’in kaç kişi oldukları ile alakalı münâkaşalar ele alınır ve Yüce Allah’ın bu husustaki emri beyân edilir. İşin hülâsası şudur: Bu gençlerin sayıları hakkında tartışmaya girmenin hiçbir faydası yoktur. Sayılarının üç, beş, yedi veya daha fazla olması farketmez. Onlara ait kesin bilgileri en iyi Allah bilmektedir. Sayıları az olsa da çok olsa da onların kıssasıyla hedeflenen netice ve çıkarılması istenen ibret dersi gerçekleşmektedir.

O gençler Allah’ın velî kullarından olduğu için, onların halini de ancak Allah’ın seçkin kulları ve manevî hal bakımından onlara yakın kimseler bilebilir. Onlar öyle bir ilâhî örtü ve gizlilik içinde bulunurlar ki o hâlin yabancısı olanlar onlara muttali olamazlar. Zira Cenâb-ı Hak dostlarını yabancılardan gizler. Ancak hakikat ehli olan çok az kimse onların durumlarını anlayabilir. Yabancılar, yakın olanları bilemezler. Yakın olanların halleri de yine yakın olanlara kapalı kalmaz. Hatta Allah dostları: “Sûfiler aynı ev halkı gibidir, başkası onların arasına giremez” derler. Bu sebeple, onların hâlinden bigâne olanlara onlardan sual etmek doğru olmaz. Unutmamalı ki, kalbi dostlarının muhabbetine mahal olmayan kişinin lisânı onların zikrini ikrar edici olamaz. (bk. Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, II, 216)

Bu âyette geçmişe ait gaybî hâdiseleri tartışmanın bir önemi olmadığı beyân belirtildikten sonra, bu kez de, gelecek zamanın muhtevasında olan gayb hakkında ileri geri konuşmak ve bu müddet zarfında meydana gelecek hâdiseler hakkında şimdiden bir hüküm vermeye kalkışmak yasaklanmaktadır:

23. Hiçbir şey hakkında: “Ben yarın mutlaka şu işi yapacağım” deme.

24. Ancak: “İnşallah; Allah izin verirse yapacağım” de. Bunu söylemeyi unuttuğun zaman Rabbini hatırla ve: “Umarım ki Rabbim beni bundan daha yakın bir vakitte dosdoğru ve güzel bir başarıya eriştirir” de.


Bu âyet-i kerîmeler hakkında şöyle bir iniş sebebi rivayet edilir: Müşrikler Resûlullah (s.a.s.)’e Ashâb-ı Kehf’in kimler olduğuna dair sual sordular. Peygamberimiz (s.a.s.) de “inşallah” demeyi unutup, sual hakkında vahyin mutlaka geleceği ümidiyle, “yarın size sorularınızın cevâbını bildireceğim” buyurdu. Fakat vahiy on beş gün gelmedi. Bu hem Efendimiz’in zor durumda kalmasına, hem de müşriklerin bir kısım dedikodularına sebep oldu. Sonra bu âyetler nâzil olarak “inşallah” demeden gelecekte herhangi bir şeyi mutlaka yapacağım demeyi yasakladı. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XV, 285)

İnsanın azim ve iradesi bir şeyin meydana gelmesi için yeterli değildir. Allah’ın o şeyin olmasına izin vermesi gerekir. Çünkü Allah’ın izni olmadan hiçbir şeyin vuku bulması mümkün değildir. O halde gelecekte bir iş yapmaya niyet ederken, o işi Allah’ın iradesine bağlayıp “inşallah” demeyi unutmamak lâzımdır. Öncelikle “Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez.” (Lokmân 31/34) İkinci olarak insan ölümlü varlıktır. “Şu işi yarın yapacağım” dediğinde, yarın gelmeden önce ölme; ölmese bile o işi yapmasına bir engel çıkma ihtimali yüksektir. Bu bakımdan eğer o kişi “inşallah” dememiş ise, o takdirde yalancı olma ihtimali doğar. Yalan ise çok kötü bir durum olup, peygamberlere hiç yakışmaz. “İnşallah” dendiğinde ise, elde olmayan sebeplerle o işi yapamadığı takdirde sözünde duramama ve yalancı olma ihtimali ortadan kalkmış olur. Diğer taraftan insan nisyan ile malul bir varlıktır. Peygamberlerin de unutma ihtimali yok değildir. Bu sebeple eğer insan “inşallah” demeyi unutursa, hatırladığı zaman hemen söylemelidir. Bunun dışında tesbih, istiğfar ve diğer zikir lafızlarıyla Allah’ı zikretmeli, Rabbini hatırından çıkarmamaya çalışmalıdır.

Ebû Hamza Bağdâdî (k.s.) şöyle der:

“Muhaldir o şey ki, sevesin sonra unutasın. Muhaldir o şey ki, onu daima anasın, fakat sonunda onu bulamayasın. Şu da muhaldir ki: O’nun zikrini etmekteki tadını alasın, sonra kalkıp O’ndan başkasıyla meşgul olasın…” (Velîler Ansiklopedisi, I, 335)

24. âyetteki “«Umarım ki Rabbim beni bundan daha yakın bir vakitte dosdoğru ve güzel bir başarıya eriştirir» de!” sözüyle Ashâb-ı Kehf kıssasına işaret edilerek, Peygamberimiz (s.a.s.)’in doğruluğu tasdik edilip, İslâm’ı tebliğ ve dünyaya yayma davasında onlardan daha kısa bir sürede ve yakın bir zaman içinde başarıya ulaşacağı hatırlatılmaktadır.
Ashâb-ı Kehf’in mağarada kalış sürelerine gelince:

25. Yine bir kısmı: “Onlar mağaralarında üç yüz sene kaldı” dediler; bir kısmı da buna dokuz sene daha ilâve ettiler.

26. De ki: “Onların ne kadar kaldığını en iyi Allah bilir. Çünkü göklerin ve yerin gaybı Allah’ın elindedir. O ne kadar güzel görür, ne kadar güzel işitir. İnsanların Allah’tan başka hiçbir dostu ve yardımcısı yoktur. Allah, hükmüne ve hâkimiyetinin icrâsına hiç kimseyi ortak etmez.


İnsanlar, Ashâb-ı Kehf’in mağarada ne kadar kaldığı hususunda da çeşitli rakamlar telaffuz etmişlerdir. Kimi 300 sene kaldılar demiş, kimileri de bu müddetin 309 sene olduğunu söylemişlerdir. Sayıları hakkındaki söylentiler gibi, kalış süreleri hakkındaki söylentilerin de ilmî bir kıymeti yoktur. Böyle tartışmaların da bir faydası yoktur. Hemen peşinden zikredilen “Onların ne kadar kaldığını en iyi Allah bilir” (Kehf 18/26) beyânı bunu göstermektedir. Bu kıssanın anlatılmasında hedeflenen hikmet ve maksatlar, uyuyanların sayısı veya mağarada ne kadar kaldıkları değil, hâdisenin öğretmek istediği derslerdir. Bunları şu şekilde hülâsa etmek mümkündür:

Gerçek bir mümin hiç bir şekilde haktan dönmemeli ve bâtıl önünde kesinlikle boyun eğmemelidir.
Bir mümin sadece maddi vasıtalara değil, bilakis Allah’a güvenmelidir. Zahirî şartlar ne kadar kötü görünse de, o Allah’a güvenip dayanmalı ve doğru yoldan gitmelidir.
Allah’ın, Ashâb-ı Kehf ve benzeri hâdiselerde tecelli eden kudret tezâhürlerinin bir “tabiat kanunu” ile sınırlı olduğunu düşünmek tamamen yanlıştır. Çünkü O, umûmî mânada cârî olan sünnetullâha ve uzun tecrübe birikimlerine aykırı bile görünse, dilediği her şeyi yapmaya kadirdir. O dilediği her yer ve zamanda herhangi bir tabiat kanununu değiştirmeye ve alışılmamış bir hârikulâde şeyi meydana getirmeye de kadirdir. Bu sebeple Allah Teâlâ, üç yüzyıldan beri uyuyan bir kimseyi sanki birkaç saatlik uykudan uyandırır gibi, hem de bu zaman zarfında görünüşünde, giyinişinde, sağlığında hiç bir değişiklik meydana getirmeksizin uyandırmaya kadirdir.

Bu kıssa bize Peygamberlerin ve ilâhî kitapların haber verdiği gibi Allah’ın geçmiş-gelecek bütün insanları mahşer günü tekrar diriltmeye kadir olduğunu göstermektedir. (Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, III, 165)

Hâsılı Ashâb-ı Kehf kıssasından öğrenilecek, yukarıda değindiğimiz derslerden anlaşılacağı üzere, akıllı bir insan dikkatini bunlarda yoğunlaştırmalı ve onların sayısı, isimleri, köpeklerinin rengi ve benzeri şeyleri araştırmaya çalışarak hedeften sapmamalıdır. Tam aksine bu gençler gibi sağlam bir iman ve kulluk şuuruna sahip olmak için gayret göstermelidir. Yeniden dirilişi ve huzur-ı ilâhîde hesap verişi aklından çıkarmayarak dikkatli bir hayat yaşamalıdır. Bunun için de Allah Teâlâ’nın doğru yolu göstermek üzere indirdiği Kur’an’ı en güzel şekilde okuyup anlamak lazımdır:

27. Rasûlüm! Rabbinin kitabından sana vahyedileni oku. O’nun kelimelerini değiştirebilecek hiçbir kuvvet yoktur. O’ndan başka bir sığınak da bulamazsın!

Bu âyet münkirlerin: “Ya bize bundan başka bir Kur’an getir veya onu değiştir” (Yûnus 10/15) gibi taleplerine cevap olarak inmiştir. Peygamberin ve mü’minlerin vazifesi Kur’ân-ı Kerîm’i, hiçbir ilâve ve eksiltmeye tâbi kılmaksızın olduğu gibi okumak ve tebliğ etmektir. Zaten hiçbir kuvvetin veya hiçbir kimsenin Kur’an’ın kelimelerini, âyetlerini değiştirmeye gücü yetmeyecektir. Çünkü onun koruyucusu Allah Teâlâ’dır. Bu sebeple onun değiştirilmesini talep edenler veya böyle bir şeye cür’et edenler Allah’ın azabından korkmalıdırlar. Azap geldiğinde Allah’tan başka sığınılacak hiç kimseyi bulmanın mümkün olmayacağını bilmelidirler.

İbrâhim Edhem (r.h.) şöyle demiştir: “Bir gün üzerinde «Beni çevir ki sana faydam dokunsun» yazan bir taşa rastladım. Onu çevirdim, üzerinde şöyle yazıyordu: «Sen bildiğinle amel etmiyorsun. Öyleyse bilmediğini nasıl istersin?»”
Şâir der ki:

Eğer cümle âlemin ilmi senin olsa
Amelsiz bir iddiâcı ve yalancı olursun.


İbrâhim Havvas (k.s.) şöyle demiştir: “Kalbin cilâsı ve devâsı beştir:
Mânasını düşünerek Kur’an okumak,
Mideyi boş tutmak,
Gece ibâdetine kalkmak,
Seher vaktinde Allah’a yalvarmak,
Sâlihlerin meclisinde bulunmak.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V, 283)

Bunları başarabilmek için nefsi İslâm ahlakıyla terbiye ve tezyin etmeye, özellikle nefsin hoşuna gitmese de Allah’ın razı olacağı zor işlere sabretmeye gerek vardır:

28. Sabah akşam Rablerinin rızâsını dileyerek O’na dua ve ibâdet edenlerle beraber olmaya candan sabret! Dünya hayâtının çekiciliğine kapılıp da gözlerini onlardan ayırma! Kalbini bizi anmaktan gâfil kıldığımız, nefsânî arzularına uyan ve işi hep aşırılık olan kimselere itaat etme!

Müşriklerin zenginleri, fakirlerle birlikte oturmaya tenezzül etmiyor, kendisiyle oturup konuşmaları için Peygamberimiz (s.a.s.)’den fakirlerin bulunmadığı hususi meclisler ayırmasını istiyorlardı. Onların müslüman olmasını çok arzulayan Allah Resûlü (s.a.s.) de dile getirilen bu tür istekleri kabul etmeyi düşünmüştü. Bu âyet bu ve benzeri hâdiseler üzerine inmiştir. Efendimiz (s.a.s.) daha önce de fakir müslümanlarla beraber bulunur, onların tüm dertleriyle meşgul olurdu. Fakat bir işi sebebiyle kalkıp gitmek istediği zaman yanlarından kalkar giderdi. Ne zaman ki Kehf sûresindeki bu âyet-i kerîme indi, artık böyle yapmaz oldu. Bundan sonra sahâbe-i kirâm daha titiz davranmaya başladılar. Birlikte otururken vakit bir hayli geçince Efendimiz’in rahatça kalkıp gidebilmesi için, onlar erken davranır ve onun yanından kalkarlardı. (bk. İbn Mâce, Zühd 7; Taberî, VII, 262-263)

Rivayete göre bu âyet inince, Resûlullah Efendimiz hemen kalkıp, o fakir sahâbîlerini aramaya koyuldu ve onları mescidin arka taraflarında Allah’ı zikrederken buldu. Bunun üzerine; “Canımı almadan önce, ümmetimden bu insanlarla beraber bulunmaya sabretmemi emreden Allah’a hamdolsun! Artık hayâtım da ölümüm de sizinle beraberdir” buyurdu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 304)

Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.) şöyle anlatır: Ben bir grup fakir ve zayıf muhacirle birlikte oturuyordum. Çıplaklıklarından dolayı, birbirlerine siper olmuşlardı. İçlerinden birisi Kur’an okuyordu. Derken, Allah Resûlü (s.a.s.) çıka geldi ve: “Ne yapıyorsunuz?” dedi. Biz de: “Ya Rasûlallah, birisi Allah’ın kitabından okuyor, biz de onu dinliyoruz dedik. Bunun üzerine Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.): “Ümmetimden, kendileri ile oturup kalkmam ve beraberliklerine sabretmem emredilen kimseler nasib eden Allah’a hamdolsun” buyurdu. Sonra da ortamıza oturarak: “Ey fakir muhacirler, kıyamet günü size verilecek mükemmel nurdan dolayı sevinin. Sizler, cennete zenginlerden ellibin sene (Ebû Dâvûd’daki rivayete göre yarım gün, yani beşyüz sene) önce gireceksiniz” buyurdu. (Ebû Dâvûd, İlim 13)

Aynı konuda hakkında En‘âm sûresinde de şöyle buyrulur:

“Sabah ve akşam sadece Rablerinin rızâsını dileyerek O’na dua ve ibâdet edenleri sakın yanından kovma! Çünkü ne sen onların hesabından sorumlusun, ne de onlar senin hesabından. Şu halde onları kovma ki, zâlimlerden olmayasın!” (En‘âm 6/52)

Bu âyetlerin bizden istediği ahlâkî davranışının güzel bir misâlini Hz. Ömer’le ilgili olarak nakledilen şu hâdisede görmek mümkündür:

Hz. Ömer bir grup insanla yolda yürürken ihtiyarlamış olan Havle (r.a.)’ya rastladı. Havle, Ömer (r.a.)’a durmasını söyledi. O da durdu, kadının yanına yaklaştı. Başını Havle’ye doğru eğip onu dikkatlice dinlemeye başladı. Hz. Havle’nin derdini dinleyip arzusunu yerine getirdikten sonra geri döndü. Bir kimse:
“–Ey Mü’minlerin emîri! Kureyş büyüklerini şu ihtiyar kadın için mi beklettin?” dedi. Hz. Ömer kızdı:
“–Yazıklar olsun sana! O kadının kim olduğunu biliyor musun?”
“–Hayır!”
“–O kadın, Allah’ın yedi kat gökler ötesinde dinlediği Havle bint-i Sa’lebe’dir! Allah’a yemin ederim ki, eğer akşama kadar yakamı bırakmasaydı, işi görülmedikçe yanından ayrılmazdım.” (İbn Hacer, el-İsâbe, IV, 290)

Allah’ın samimi kulları olan fakirlerle beraber olmaktan kaçınan, bununla birlikte İslâm’ın kendilerine muhtaç olduğunu zanneden câhillere verilecek cevap şudur:

29. De ki: “Gerçek, Rabbinizden gelmiştir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin. Şüphesiz biz zâlimler için öyle bir ateş hazırlamışızdır ki, duvar gibi yükselen alevleri onları çepeçevre kuşatmıştır. Susuzluktan feryad edip su istediklerinde, kendilerine tıpkı erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su verilir. O su ne fenâ bir içecek; o ateş ne kötü bir barınaktır!

Gerçek, İslâm dinidir. İnsanlığın kurtuluşu için onu gönderen Allah Teâlâ’dır. İslâm karşısında zengin-fakir, güçlü-zayıf, güzel-çirkin, şöhretli-şöhretsiz herkes eşittir. Rabbimiz İslâm’ı ihsan etmiş, fakat ona iman edip etmeme konusunda insanları serbest bırakmıştır. İsteyen inanır, isteyen de onu inkâr eder. Şu kadar var ki, insanlara iman etmeleri için bir baskı yapılamayacağı gibi, Allah’tan gaflete düşmüş kendini bilmezlerin keyfine uyarak da hususiyle fakir müslümanlara da aykırı bir muamelede bulunulamaz. Buraya kadar anlatılan işin dünya tarafıdır. Bir de işin âhiret tarafı vardır ki, orada herkes dünyadaki tercihinin neticesine katlanmak zorundadır.

İslâm’ı reddederek, Kur’an’a inanmayarak en büyük haksızlığı işlemiş zâlimler için orada büyük ve son derece yakıcı bir ateş hazırlanmıştır. Bu öyle bir ateştir ki etrafındaki ateşten oluşan duvarlar o zâlimleri çepeçevre kuşatacak, hiçbir yere kaçmalarına müsaade etmeyecektir. Cehennemlikler o ateşin içinde yanacaklar, susuzluktan kavrulacaklar, “Su!” diye feryat edip yardım isteyeceklerdir. Fakat kendilerine içecek olarak erimiş maden gibi kaynar su verilecek, onu zorla içecekler, yüzlerini haşlayacak ve karınlarında bulunan tüm bağırsaklar parçalanarak arkalarından yere akacaktır. (bk. Muhammed 47/15)

Resûl-i Ekrem (s.a.s.), yine aynı konudan bahseden: “Bu perişanlığın ardından cehennem azabı gelecek; orada onlara kanlı ve irinli su içirilecek. O berbat suyu azar azar yudumlamaya çalışacak, fakat bir türlü boğazından geçiremeyecek...” (İbrâhim 14/16-17) âyetleri hakkında şu izahı yapar: “Su, ağzına yaklaştırılır, ancak ondan tiksinir. Ona, daha da yaklaştırıldı mı, yüzünü kavurur ve başının perçemi düşer. O suyu içince de bağırsaklarını parçalar ve nihayet bağırsakları arkasından çıkar. Nitekim Yüce Allah: “O cehennemliklere kaynar su içirilir de bu onların bağırsaklarını paramparça eder” (Muhammed 47/15) buyurur.” (Tirmizî, Cehennem 4)

Mü’minlere gelince:

30. Buna karşılık iman edip sâlih ameller işleyenlere gelince, hiç şüphesiz biz, güzel güzel amel yapanların mükâfatını asla zâyi etmeyiz.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
31. İşte onlar için altlarından ırmaklar akan Adn cennetleri vardır. Orada altın bileziklerle süslenirler, ince ve kalın ipekten yeşil elbiseler giyerler, tahtlar üzerine yaslanarak otururlar. Bu nimetler ne güzel mükâfat; o cennet ne güzel bir barınaktır!

İmân edip sâlih ameller işleyenlere gelince Allah Teâlâ onların mükâfatlarını asla zâyi etmeyecek ve onlara sayısız nimetlerle dolu cennetleri ihsan edecektir. Burada o nimetlerden bir kısmına yer verilir:

Adn cennetleri, yani durulmaya değer bahçeler,
Alt taraflarından akan ırmaklar,
Süslenecekleri altın bilezikler. Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Mü’minin cennette takınacağı süsler, dünyada iken abdest suyunun ulaşacağı yere kadar ulaşacaktır.” (Müslim, Tahâre 40)
Giyecekleri ince ve kalın ipeklerden dokunmuş yeşil elbiseler,
Kurulup oturacakları tahtlar, koltuklar.
Kâfirlerin varacağı ateş zindanı çok kötü bir yer iken, mü’minlerin nâil olacağı bu nimetler gerçekten çok güzel bir mükâfat, cennet çok güzel bir kalınacak yerdir!

Örnek olarak verilen şu iki insanın hali, mü’minle kâfirin iç dünyalarının derinliklerini gösteren birer projektör vazifesi görecektir:

32. Onlara şu iki adamı örnek ver: Onlardan birine iki üzüm bağı vermiş, bağların etrafını hurmalıklarla donatmış ve aralarına da bir ekin tarlası yerleştirmiştik.

33. Her iki bağ da ürünlerini tam olarak vermiş, verimlerinde herhangi bir azalma olmamıştı. Bağların arasından bir de nehir akıtmıştık.


Allah Teâlâ bu âyetlerde her toplumda her zaman görülmesi mümkün olan iki insan şahsiyetini bir örnekle anlatmaktadır. Bu örnekte iki adamdan söz edilir. Birinin gayet güzel iki bahçesi ve pek çok evlad ü iyali vardır. Bunlara güvenmekte, bunlarla gururlanmakta ve bunların elinden asla çıkmayacağını düşünmektedir. İnsanların ve bütün hayatın mukadderatına hükmeden her şeye kâdir Allah’ı unutmaktadır. Diğeri ise bahçesi, malı mülkü olmayan fakat kendisi mü’min olan sâlih bir kişidir. Allah’a sonsuz güvenmekte, her şeyi O’na bağlamakta ve O’ndan bilmektedir.

Örnek şu şekilde başlıyor ve beş safha halinde takdim edilip tamamlanıyor:

Birinci safhada son derece canlı, güzel ve gür iki tane bahçe manzarası arzediliyor. Bunlara جَنَّتَيْنِ (cenneteyn) ismi veriliyor. Çünkü içlerinde bulunan ağaçlar öyle birbirine girmiş, öyle sarmaş dolaş olmuşlar ki gölgeleriyle bu bahçelerde olan şeyleri gizliyorlar, örtüyorlar. Bu bahçelerde sıra sıra üzüm bağları vardır. Çevreleri de yüksek yüksek hurma ağaçlarıyla çevrilidir. Bu ağaçların ortasında ve üzüm bağlarının arasında kalan geniş düz araziler de ekinliktir. Buralarda ekininden, sebzesinden her türlü ürün yetişiyor. Bu iki bahçe ürünlerini tamtamına veriyor, hiçbir şeyi eksik kalmıyor. Üstelik o iki bahçenin arasından bir de nehir fışkırıp akıyor. Bu son derece güzel, muhteşem, canlı, hayat fışkıran, mal ve nimet coşan bir manzaradır. Bahçe sahibinin ayrıca başka gelirleri de var; mal ve çocukları, altın ve gümüşleri de vardır. Bu kısa tanıtımın peşinden ikinci safhada bahçe sahibinin kişiliği ve karakteri sergilenmeğe başlıyor:

34. Üstelik o kişinin başka gelir kaynakları da vardı. Bu sebeple fakir arkadaşıyla konuşurken ona üstünlük taslayarak: “Benim malım mülküm seninkinden daha fazla, evlâd ü iyâlim de seninkinden daha çok, daha güçlü” dedi.

Bu sahada adam bahçesine bakıyor, içi gurur doluyor, onun gösterişi ve güzelliği kendisini aldatıyor; kibirlenmeye başlıyor. Bahçelerine giderken yolda fakir ama mü’min arkadaşıyla karşılaşıyor. Ona hava atmağa ve üstünlük taslamaya kalkışıyor: “Ben senden daha zenginim, malım mülküm senden daha çok, ehl ü iyalim senden daha fazla” diyerek kalbinde kabaran kibrini dilinden akıtıyor:

35. Kapıldığı gurur ve kibir duygusuyla kendisine böylesine yazık eden bu adam bağına girdi. Şöyle diyordu: “Burasının hiçbir zaman çürüyüp yok olacağını sanmıyorum!”

Üçüncü safhada adam, arkadaşına üstünlük tasladıktan sonra gurur ve kibriyle nefsine zulmederek bahçesine giriyor. Nefsine zulmediyor; çünkü kendisine verilen nimetleri, Allah’ın birliğine bir delil ve O’na bir şükür vesilesi kılacakken, O’nun öldükten sonra diriltmeğe gücü yeteceğini inkâr etmeğe ve nimetlere nankörlükte bulunmağa bir sebep sayıyor. Benliğini saran gurur ve içini dolduran bencillikle Allah’ı unutuyor. Allah’ın kendisine verdiği nimete şükretmeyi aklına bile getirmiyor. Bu bahçesi hiçbir zaman harap olmaz sanıyor. Sonra bu zannı onu, kıyametin kopmayacağı inancına götürüyor. Bu noktada da kalmıyor. Farz-ı muhal kıyamet kopsa bile kendisine ayrı bir muamele edileceğini; bu dünyada bağ bahçe, evlad ü iyâl sahibi olduğu gibi orada da daha üstünlerinin kendisine bahşedileceğini zannediyor. Sanıyor ki, bu dünyada geçerli olan değerler, öteki dünyada da geçerli olacak, bu vesileyle saygı ve hürmet görecek ve kendisine özel bir muamele yapılacak. Fakat, ne yazık ki durum hiç de düşündüğü gibi olmayacaktır:

36. “Kıyâmetin kopacağına da inanmıyorum. Fakat farz-ı muhâl öldükten sonra diriltilip Rabbimin huzuruna döndürülecek olsam bile, hiç şüphesiz orada da bundan daha iyisini bulurum.”

Üçüncü safhada adam, arkadaşına üstünlük tasladıktan sonra gurur ve kibriyle nefsine zulmederek bahçesine giriyor. Nefsine zulmediyor; çünkü kendisine verilen nimetleri, Allah’ın birliğine bir delil ve O’na bir şükür vesilesi kılacakken, O’nun öldükten sonra diriltmeğe gücü yeteceğini inkâr etmeğe ve nimetlere nankörlükte bulunmağa bir sebep sayıyor. Benliğini saran gurur ve içini dolduran bencillikle Allah’ı unutuyor. Allah’ın kendisine verdiği nimete şükretmeyi aklına bile getirmiyor. Bu bahçesi hiçbir zaman harap olmaz sanıyor. Sonra bu zannı onu, kıyametin kopmayacağı inancına götürüyor. Bu noktada da kalmıyor. Farz-ı muhal kıyamet kopsa bile kendisine ayrı bir muamele edileceğini; bu dünyada bağ bahçe, evlad ü iyâl sahibi olduğu gibi orada da daha üstünlerinin kendisine bahşedileceğini zannediyor. Sanıyor ki, bu dünyada geçerli olan değerler, öteki dünyada da geçerli olacak, bu vesileyle saygı ve hürmet görecek ve kendisine özel bir muamele yapılacak. Fakat, ne yazık ki durum hiç de düşündüğü gibi olmayacaktır:

37. Arkadaşı ona şöyle cevap verdi: “Seni aslen topraktan, sonra bir nutfeden yaratan, sonra da seni eli yüzü düzgün bir adam hâline getiren Allah’ı inkâr mı ediyorsun?”

Dördüncü safhada, bahçeleri, mal ve mülkü bulunmayan, ehlü iyali kalabalık olmayan fakir ama bununla birlikte Allah’a inanan ve O’na güvenen arkadaşın, kendisine taslanılan üstünlükler karşısında ezilmediğini, aşağılık duygusuna kapılmadığını, bilakis kendinden gayet emin bir şekilde tatlı ve anlamlı bir dille gururlu arkadaşını ikaz edip onu düşünmeye, aklını başına alıp gerçeği anlamaya çağırdığını görüyoruz:

Önce ona Allah’ı hatırlatıyor; kendisini aslen topraktan sonra bir damla sudan yaratan sonra da ona eli yüzü düzgün adam şeklini veren Allah’ı. Ve bu davranışının, yüce Allah’ı inkâr anlamına geldiğini ihtar ediyor. Tabi bu arada da kendisinin Allah’ı tek Rab kabul eden, O’na asla şirk koşmayan, fakirlik, zenginlik vs. O’nun verdiği her şeye razı olan muvahhid biri olduğunu, bunun kendi nazarında her şeyden üstün büyük bir sermaye olduğunu ifadeden çekinmiyor. Daha sonra arkadaşına, bahçesine girdiği zaman “Mâşallah, Allah dilemiş olmuş! Bütün kuvvet ancak Allah’a aittir” (Kehf 18/39) demesi[1], böylece bütün bunların Allah’ın vergisi olduğunu kabul etmesi ve gururlanmak yerine hamd ve şükran duygularıyla O’na boyun eğmesi gerektiğini bildiriyor. Onu gerçek bir iman ve teslimiyete çağırıyor. Ayrıca onu, tevbe edip durumunu düzeltmediği, kendisini mal ve evlatça üstün görerek böbürlenmeğe devam ettiği, arkadaşını da mal ve evladı az olduğu için hakir gördüğü takdirde Allah’ın, arkadaşına, kendisinin bahçelerinden daha hayırlısını verebileceği, kendisinin bahçelerine de bir felaket göndererek kaypak bir toprak haline getirebileceği veya suyunu, bir daha bulunmayacak şekilde batırıp yok edebileceği ikaz ve tehdidinde bulunuyor. Daha doğrusu bu yolla da onu, Allah’ın gücü ve kuvveti karşısında teslimiyete davet ediyor.

Anlaşılan o ki, gururlu kişi, mü’min arkadaşının bu nasihatlerine pek kulak asmıyor, o da Rabbinden, haksız yere kendisini horlayan ve kendine üstünlük taslayan bu zalime layık olduğu cezayı vermesini talep ediyor da bahçelerin ve sahiplerinin kötü akıbetini sergileyen şu beşinci safha meydana geliyor:

Resûlullah (s.a.s.) Ebû Mûsâ’ya: “Ben sana cennet hazinelerinden olan bir sözü öğreteyim mi?” diye buyurdu. O da: “Buyur, öğret” deyince Efendimiz: “Bu, لَا حَوْلَ وَ لَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ الْعَلِيِّ الْعَظ۪يمِ (La havle ve lâ kuvvete illa billahi’l-aliyyi’l-azim) sözüdür” buyurdu. (Müslim, Zikir 44) Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurur: “Kişi, evinin kapısından çıktığında, onunla birlikte görevli iki melek bulunur. Eğerبِسْمِ اللّٰهِ (Bismillah) derse, melekler ona: «Doğru yolu buldun», derler. لَا حَوْلَ وَ لَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ (La havle vela kuvvete illa billah) derse, «Korundun», derler. «Allah’a güvenip dayandım» derse, «Bunlar sana yeter», derler. Bu sefer ins ve cin şeytanları onunla karşılaşır ve birbirlerine şöyle derler: «Doğru yola iletilmiş, korunmuş ve söyledikleri sözler kendisine yeterli gelmiş bir kimseden ne istiyorsunuz.»” (İbn Mâce, Dua 18) Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.)’in verdiği habere göre:“Kim, bir şey görüp de onu beğenecek olursa , مَا شَاۤءَ اللّٰهُ لَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ (mâşallah la kuvvete illa billah) derse ona hiç bir nazar değmez.” (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, V, 109)

38. “Fakat ben açıkça ilan ediyorum ki, O Allah benim Rabbimdir. Ben Rabbime hiçbir şeyi ortak koşmam!”

39. “Her ne kadar beni mal ve evlat bakımından kendinden daha geri görsen de, bağına girdiğinde: «Mâşallah, Allah dilemiş olmuş! Bütün kuvvet ancak Allah’a aittir» demeli değil miydin?”


Dördüncü safhada, bahçeleri, mal ve mülkü bulunmayan, ehlü iyali kalabalık olmayan fakir ama bununla birlikte Allah’a inanan ve O’na güvenen arkadaşın, kendisine taslanılan üstünlükler karşısında ezilmediğini, aşağılık duygusuna kapılmadığını, bilakis kendinden gayet emin bir şekilde tatlı ve anlamlı bir dille gururlu arkadaşını ikaz edip onu düşünmeye, aklını başına alıp gerçeği anlamaya çağırdığını görüyoruz:

Önce ona Allah’ı hatırlatıyor; kendisini aslen topraktan sonra bir damla sudan yaratan sonra da ona eli yüzü düzgün adam şeklini veren Allah’ı. Ve bu davranışının, yüce Allah’ı inkâr anlamına geldiğini ihtar ediyor. Tabi bu arada da kendisinin Allah’ı tek Rab kabul eden, O’na asla şirk koşmayan, fakirlik, zenginlik vs. O’nun verdiği her şeye razı olan muvahhid biri olduğunu, bunun kendi nazarında her şeyden üstün büyük bir sermaye olduğunu ifadeden çekinmiyor. Daha sonra arkadaşına, bahçesine girdiği zaman “Mâşallah, Allah dilemiş olmuş! Bütün kuvvet ancak Allah’a aittir” (Kehf 18/39) demesi, böylece bütün bunların Allah’ın vergisi olduğunu kabul etmesi ve gururlanmak yerine hamd ve şükran duygularıyla O’na boyun eğmesi gerektiğini bildiriyor. Onu gerçek bir iman ve teslimiyete çağırıyor. Ayrıca onu, tevbe edip durumunu düzeltmediği, kendisini mal ve evlatça üstün görerek böbürlenmeğe devam ettiği, arkadaşını da mal ve evladı az olduğu için hakir gördüğü takdirde Allah’ın, arkadaşına, kendisinin bahçelerinden daha hayırlısını verebileceği, kendisinin bahçelerine de bir felaket göndererek kaypak bir toprak haline getirebileceği veya suyunu, bir daha bulunmayacak şekilde batırıp yok edebileceği ikaz ve tehdidinde bulunuyor. Daha doğrusu bu yolla da onu, Allah’ın gücü ve kuvveti karşısında teslimiyete davet ediyor.

Anlaşılan o ki, gururlu kişi, mü’min arkadaşının bu nasihatlerine pek kulak asmıyor, o da Rabbinden, haksız yere kendisini horlayan ve kendine üstünlük taslayan bu zalime layık olduğu cezayı vermesini talep ediyor da bahçelerin ve sahiplerinin kötü akıbetini sergileyen şu beşinci safha meydana geliyor:

Resûlullah (s.a.s.) Ebû Mûsâ’ya: “Ben sana cennet hazinelerinden olan bir sözü öğreteyim mi?” diye buyurdu. O da: “Buyur, öğret” deyince Efendimiz: “Bu, لَا حَوْلَ وَ لَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ الْعَلِيِّ الْعَظ۪يمِ (La havle ve lâ kuvvete illa billahi’l-aliyyi’l-azim) sözüdür” buyurdu. (Müslim, Zikir 44) Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurur: “Kişi, evinin kapısından çıktığında, onunla birlikte görevli iki melek bulunur. Eğerبِسْمِ اللّٰهِ (Bismillah) derse, melekler ona: «Doğru yolu buldun», derler. لَا حَوْلَ وَ لَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ (La havle vela kuvvete illa billah) derse, «Korundun», derler. «Allah’a güvenip dayandım» derse, «Bunlar sana yeter», derler. Bu sefer ins ve cin şeytanları onunla karşılaşır ve birbirlerine şöyle derler: «Doğru yola iletilmiş, korunmuş ve söyledikleri sözler kendisine yeterli gelmiş bir kimseden ne istiyorsunuz.»” (İbn Mâce, Dua 18) Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.)’in verdiği habere göre:“Kim, bir şey görüp de onu beğenecek olursa , مَا شَاۤءَ اللّٰهُ لَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ (mâşallah la kuvvete illa billah) derse ona hiç bir nazar değmez.” (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, V, 109)

40. “Bakarsın Rabbim bana senin bağından daha hayırlısını verir; senin bağının üzerine ise gökten bir âfet gönderir de o bağ kupkuru, kaypak bir toprak hâline dönüşüverir.”

41. “Yahut o bahçenin suyu yerin dibine çekilir de, senin bir daha onu bulup çıkarmaya gücün yetmez.”


Dördüncü safhada, bahçeleri, mal ve mülkü bulunmayan, ehlü iyali kalabalık olmayan fakir ama bununla birlikte Allah’a inanan ve O’na güvenen arkadaşın, kendisine taslanılan üstünlükler karşısında ezilmediğini, aşağılık duygusuna kapılmadığını, bilakis kendinden gayet emin bir şekilde tatlı ve anlamlı bir dille gururlu arkadaşını ikaz edip onu düşünmeye, aklını başına alıp gerçeği anlamaya çağırdığını görüyoruz:

Önce ona Allah’ı hatırlatıyor; kendisini aslen topraktan sonra bir damla sudan yaratan sonra da ona eli yüzü düzgün adam şeklini veren Allah’ı. Ve bu davranışının, yüce Allah’ı inkâr anlamına geldiğini ihtar ediyor. Tabi bu arada da kendisinin Allah’ı tek Rab kabul eden, O’na asla şirk koşmayan, fakirlik, zenginlik vs. O’nun verdiği her şeye razı olan muvahhid biri olduğunu, bunun kendi nazarında her şeyden üstün büyük bir sermaye olduğunu ifadeden çekinmiyor. Daha sonra arkadaşına, bahçesine girdiği zaman “Mâşallah, Allah dilemiş olmuş! Bütün kuvvet ancak Allah’a aittir” (Kehf 18/39) demesi[1], böylece bütün bunların Allah’ın vergisi olduğunu kabul etmesi ve gururlanmak yerine hamd ve şükran duygularıyla O’na boyun eğmesi gerektiğini bildiriyor. Onu gerçek bir iman ve teslimiyete çağırıyor. Ayrıca onu, tevbe edip durumunu düzeltmediği, kendisini mal ve evlatça üstün görerek böbürlenmeğe devam ettiği, arkadaşını da mal ve evladı az olduğu için hakir gördüğü takdirde Allah’ın, arkadaşına, kendisinin bahçelerinden daha hayırlısını verebileceği, kendisinin bahçelerine de bir felaket göndererek kaypak bir toprak haline getirebileceği veya suyunu, bir daha bulunmayacak şekilde batırıp yok edebileceği ikaz ve tehdidinde bulunuyor. Daha doğrusu bu yolla da onu, Allah’ın gücü ve kuvveti karşısında teslimiyete davet ediyor.

Anlaşılan o ki, gururlu kişi, mü’min arkadaşının bu nasihatlerine pek kulak asmıyor, o da Rabbinden, haksız yere kendisini horlayan ve kendine üstünlük taslayan bu zalime layık olduğu cezayı vermesini talep ediyor da bahçelerin ve sahiplerinin kötü akıbetini sergileyen şu beşinci safha meydana geliyor:

Resûlullah (s.a.s.) Ebû Mûsâ’ya: “Ben sana cennet hazinelerinden olan bir sözü öğreteyim mi?” diye buyurdu. O da: “Buyur, öğret” deyince Efendimiz: “Bu, لَا حَوْلَ وَ لَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ الْعَلِيِّ الْعَظ۪يمِ (La havle ve lâ kuvvete illa billahi’l-aliyyi’l-azim) sözüdür” buyurdu. (Müslim, Zikir 44) Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurur: “Kişi, evinin kapısından çıktığında, onunla birlikte görevli iki melek bulunur. Eğerبِسْمِ اللّٰهِ (Bismillah) derse, melekler ona: «Doğru yolu buldun», derler. لَا حَوْلَ وَ لَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ (La havle vela kuvvete illa billah) derse, «Korundun», derler. «Allah’a güvenip dayandım» derse, «Bunlar sana yeter», derler. Bu sefer ins ve cin şeytanları onunla karşılaşır ve birbirlerine şöyle derler: «Doğru yola iletilmiş, korunmuş ve söyledikleri sözler kendisine yeterli gelmiş bir kimseden ne istiyorsunuz.»” (İbn Mâce, Dua 18) Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.)’in verdiği habere göre:“Kim, bir şey görüp de onu beğenecek olursa , مَا شَاۤءَ اللّٰهُ لَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ (mâşallah la kuvvete illa billah) derse ona hiç bir nazar değmez.” (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, V, 109)

42. Çok geçmeden o inkârcı kişinin bağı, bahçesi, bütün ürünleri korkunç bir âfetle kuşatılıp yok ediliverdi. Adam, çökmüş asma çardaklarının başında, yaptığı onca masrafa, verdiği emeklere yanıp ellerini ovuşturuyor ve: “Âh! Keşke ben Rabbime hiç kimseyi ortak koşmasaydım!” diyordu.

43. Şimdi ona Allah’tan başka yardım edecek ne bir topluluk vardı; ne de kendisini Allah’ın azâbından kurtarabilecek durumdaydı.

44. İşte orada yardım ve dostluk, hakkın tâ kendisi olan Allah’a aittir. En güzel mükâfatı veren de O’dur, en güzel sonucu nasip eden de!


Beşinci ve son safhada, yok yere kendisine meydan okunan mü’minin duasının Allah Teâlâ tarafından kabul edildiği; birinci safhada özellikleri ve güzellikleri anlatılan iki bahçenin ve bunların gururlu sahibinin pek hazin bir akibete uğradığı görülür:
O inkarcı nankör adamın bütün serveti istilaya uğruyor. Bahçeleri; içlerindeki üzüm bağları, hurmalıklar, meyveler, sebzeler ve bütün ürünleri tamamen yok oluyor. Sağlam ve işe yarayacak bir şey kalmıyor. Çardakları hep yere düşüyor, yıkılıp parçalanıyor. Şimdi bu hazîn manzaranın yanı başında perişan bir halde inleyen bahçe sahibi dikkatleri çekmektedir: Kaybolan malına ve yok olan emeğine üzülüyor, yanıyor, hayıflanıyor, ellerini ovuşturuyor. Allah’a şirk koştuğundan ötürü: “N’olaydı, Rabbime hiçbir şeyi ortak kılmayaydım” diyerek pişmanlığını dile getiriyor. Şu anda O’nun birliğini, tek rab ve tek ilah olduğunu kabul ediyor. Allah’a inanıp O’na güvenmenin dışında bir güç aradığı ve onunla izzet bulmağa çalıştığı için pişman oluyor ve iş işten geçtikten sonra Allah’a sığınıyor.

Şâir ne güzel söyler:

“Mâl ü mülke olma mağrûr, deme var mı ben gibi!
Bir muhâlif yel eser, savurur harman gibi…”


Mühim olan böyle bir kötü âkıbete uğramadan uyanabilmektir. İş olup bittikten sonra pişmanlığın faydası yoktur. Dolayısıyla artık bu noktada o bahçe sahibine Allah’tan başka yardım edecek kimse bulunamamış; kendi kendini de Allah’ın azabından kurtaramamıştır.

Bu örnekle, iman edenle etmeyen kimsenin rûhî durumları ortaya konulur. Allah’a imanın insan rûhuna verdiği huzur ve emniyet; imansızlığın da ruhta meydana getirdiği huzursuzluk ve güvensizlik anlatılır. Bir bakıma Mekke’li zengin müşriklerle fakir müslümanların ruh halleri tasvir edilir. Fakir insanlarla beraber oturmaya tenezzül etmeyen o bedbahtların tavırlarını kınayan ve Peygamberimiz (s.a.s.)’e onların isteklerine uymamasını emreden âyetlerden sonra bu zengin, mal sahibi müşrik ile fakir, aile efradı az olan müslümanın misalinin anlatılması çok mânidar olup, müşriklere, âkıbetlerinin, o bahçe sahibi zenginin feci âkıbetine benzeyeceği ikazında bulunmaktadır.

Kâfirlerin taparcasına sevdikleri ve hiç yok olmayacağını sandıkları dünya hayatının misali şöyledir:

45. Onlara dünya hayatını şu örnekle anlat: Gökten su indiririz de onunla yeryüzünde bitkiler yeşerip gürleşir, sarmaş dolaş olur; sonunda kuruyarak rüzgârın savuracağı çerçöp hâline gelir. Allah’ın her şeyi yapmaya gücü yeter.

Bu misâl, dünya hayatının faniliğini, gelip geçiciliğini ve gönül bağlamaya değmeyeceğini beyân eder. (bk. Yûnus 10/24) Âyette son derece hızlandırılmış bir üslup kullanıldığı görülür: Gökten su iniyor, hemen onunla yeryüzünün bitkileri yeşerip birbirine karışıyor, hemen hiç beklemeden rüzgârların kökünden söküp savurduğu çerçöp hâline geliyor. Âyet içindeki cümlecikleri birbirine bağlayan ف (fe) harfleri bu sürati ifade ediyor. İşte dünya hayatı ve nimetleri de böyledir; kısa sürede zevâl bulmaktadır. İnsan hayatı da böyledir. Bakarsın o dirilik ve tazelikte hoş bir hâle gelir. Ömür bitip ölüm vakti gelince fenâ rüzgârı onun dalını budağını kurutur. Yokluk rüzgârı onun hırs, tama, arzu ve emel harmanlarını savurur.

Şâir Nâilî der ki:

“Bu gülistâna da bir gün eser semûm-i ‘Âdem,
Gider bu neşv ü nümâlar ne gül, ne hâr kalır.”


“Güllerle, çiçeklerle bezenmiş bu gül bahçesine de bir gün yakıp yok edici zehirli bir rüzgâr eser de bu neşeler, bu gösterişler elden gider. O güzelim bahçede ne gül kalır, ne de diken.”

O halde unutmayın ki:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
46. Mal ve oğullar dünya hayatının zînetidir. Asıl kalıcı olan sâlih ameller ise Rabbinin katında hem mükâfat bakımından daha hayırlı, hem de ümit bağlamaya daha lâyıktır.

Dünya hayatının en mühim zîneti mal ve oğullardır. İnsan mal ve servetiyle hayatını idâme ettirir; ondan faydalanır ve ihtiyaçlarını karşılar. Oğullar da onun için kuvvet ve güven kaynağıdır; nesli onlarla devam eder. Fakat bunlar şu hakîr dünya hayatının süsüdür. Bu sebeple onların peşinden koşmaya değmez. Esas önem verilmesi ve gönül bağlanması gereken şey, hiç yok olmayacak, bâki kalacak ve ebediyen insana faydalı olacak sâlih amellerdir. Bunlar; İslâm’ın yapılmasını emrettiği, hoş gördüğü ve insana âhirette faydalı olacak ibâdetler, zikirler, ahlâkî faziletler, iyilik, tebliğ ve cihat gibi her türlü hayırlı işlerdir. Nitekim bir gün Ebu Hureyre (r.a.) ağaç dikmekle meşgul iken Resûl-i Ekrem (s.a.s.) yanından geçti ve: “Ebu Hureyre! Şu diktiğin şey nedir?” diye sordu. O da: “Bir kısım dikilecek fidanlar” dedi. Şöyle buyurdu: “Bu da güzel, fakat ben sana bundan daha hayırlı dikilecek fidanları göstereyim mi: سُبْحَانَ اللّٰهِ وَ الْحَمْدُ لِلّٰهِ وَ لَا اِلٰهَ اِلاَّ اللّٰهُ وَ اللّٰهُ اَكْبَرُ (Subhanallahi vel hamdulillahi ve lâ ilâhe illallahu vallahu ekber) demendir. Bunların her birisi karşılığında cennette senin için bir ağaç dikilir.” (İbn Mâce, Edeb 56)

Ziyâ Paşa der ki:

“Dehrin ne safâ var aceba sîm ü zerinde,
İnsan bırakır hepsini hîn-i seferinde.”


“Dünya hayatının altın ve gümüşünde ne safâ, hangi mutluluk var ki!.. Çünkü insan ölüp öte âleme sefer ettiğinde hepsini geride bırakmaktadır.”

Ancak fâni olmasına rağmen dünya zineti insanları kendine bende etmektedir. Onlardan gönlünü kurtarabilenler azın azıdır. Şu bir hakikat ki, ancak iç âlemini mârifet nûru, muhabbet zıyâsı ve şevk parıltılarıyla süsleyen, dışını da hizmet âdâbı, himmet şerefi ve üstün vasıflarla bezeyen kimse dünyanın câzibesine kapılmaktan kendini kurtarabilir. Bunun için de kişinin dünya süsünün gereksiz olanlarını terk etmesi, bâkiyi fâniye tercih etmesi, kabri ve çürümeyi unutmaması, hele hele yeniden dirilip Rabbinin huzuruna çıkacağı o büyük günü hatırından çıkarmaması lazımdır:

47. O gün dağları yerlerinden söküp yürüteceğiz ve yeryüzünün dümdüz, çırılçıplak hâle geldiğini göreceksin. Biz bütün insanları mahşerde toplayacağız; içlerinden bir tek kişiyi bile geride bırakmayacağız.

Allah Teâlâ kıyâmet günü dağları yerinden sökecek, yürütecek, onları birbirine çarparak un ufak edecek, toz toprak haline getirecektir. Nitekim bununla ilgili diğer âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Dağlar parçalanıp darmadağın edildiği, uçuşan toz zerreleri haline geldiği zaman…” (Vâkıa 56/5-6)

“Artık sûra şiddetli bir üfleyişle üflendiğinde. Yer ve dağlar yerlerinden kaldırılıp, birbirine tek çarpışla çarpılıp paramparça edildiğinde. İşte o gün olacak olur; kaçınılması ve engellenmesi mümkün olmayan kıyâmet kopar.” (Hâkka 69/13-15)

Yeryüzü çırılçıplak, dümdüz olur. Üzerinde onu örtecek ne dağ, ne ağaç, ne ev hiçbir şey kalmaz. Dağları sökülmüş, bitkileri kökten koparılmış, binaları yıkılmış olarak apaçık görünür hâle gelir. Cenâb-ı Hak, hiçbirini eksik bırakmaksızın bütün insanları, cinleri ve diğer sorumlu varlıkları burada toplar. Herkes ilk defa yaratıldığı gibi çırılçıplak, malsız, mülksüz oraya gelir, sıra sıra Rabbinin huzuruna arz olunur ve hayatının hesabını verir. Münkirlerin, âhiretin olmayacağı yolundaki zanları ise boşa çıkar.

Hz. Âişe (r.a.) der ki:

Resûlullah (s.a.s.)’i şöyle buyururken dinledim: “İnsanlar, kıyamet gününde çıplak ayaklı, elbisesiz ve sünnetsiz olarak haşredileceklerdir.” Ben: “Yâ Rasûlallah! Erkekler ve kadınlar birbirlerine bakacaklar, öyle mi?” diye sordum. Efendimiz (s.a.s.): “Ey Âişe! Durum, birbirlerine bakmalarına imkân vermeyecek kadar dehşetli ve ağır olacaktır” buyurdu. (Müslim, Cennet 56)

Hayatlarını günah hasadıyla geçirmiş inkarcı suçlular o gün dehşete düşeceklerdir. Zira:

48. Onlar sıra sıra dizilerek Rabbinin huzuruna çıkarılacak. Onlara: “Yemin olsun ki, sizi ilk defa nasıl yaratmışsak, aynen öyle mal, evlat, makam gibi dünyevî hiçbir şeye sahip olmaksızın bize geldiniz. Oysa siz, yaptıklarınızın hesabını soracağımız belli bir zaman ve mekan tayin etmeyeceğimizi sanmıştınız!” diye nidâ edilecek.

Allah Teâlâ kıyâmet günü dağları yerinden sökecek, yürütecek, onları birbirine çarparak un ufak edecek, toz toprak haline getirecektir. Nitekim bununla ilgili diğer âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Dağlar parçalanıp darmadağın edildiği, uçuşan toz zerreleri haline geldiği zaman…” (Vâkıa 56/5-6)

“Artık sûra şiddetli bir üfleyişle üflendiğinde. Yer ve dağlar yerlerinden kaldırılıp, birbirine tek çarpışla çarpılıp paramparça edildiğinde. İşte o gün olacak olur; kaçınılması ve engellenmesi mümkün olmayan kıyâmet kopar.” (Hâkka 69/13-15)

Yeryüzü çırılçıplak, dümdüz olur. Üzerinde onu örtecek ne dağ, ne ağaç, ne ev hiçbir şey kalmaz. Dağları sökülmüş, bitkileri kökten koparılmış, binaları yıkılmış olarak apaçık görünür hâle gelir. Cenâb-ı Hak, hiçbirini eksik bırakmaksızın bütün insanları, cinleri ve diğer sorumlu varlıkları burada toplar. Herkes ilk defa yaratıldığı gibi çırılçıplak, malsız, mülksüz oraya gelir, sıra sıra Rabbinin huzuruna arz olunur ve hayatının hesabını verir. Münkirlerin, âhiretin olmayacağı yolundaki zanları ise boşa çıkar.

Hz. Âişe (r.a.) der ki:

Resûlullah (s.a.s.)’i şöyle buyururken dinledim: “İnsanlar, kıyamet gününde çıplak ayaklı, elbisesiz ve sünnetsiz olarak haşredileceklerdir.” Ben: “Yâ Rasûlallah! Erkekler ve kadınlar birbirlerine bakacaklar, öyle mi?” diye sordum. Efendimiz (s.a.s.): “Ey Âişe! Durum, birbirlerine bakmalarına imkân vermeyecek kadar dehşetli ve ağır olacaktır” buyurdu. (Müslim, Cennet 56)

Hayatlarını günah hasadıyla geçirmiş inkarcı suçlular o gün dehşete düşeceklerdir. Zira:

49. Herkesin amel defteri önüne konulacak; sen günaha batmış inkârcı suçluların o defterde yazılı olanlardan dolayı ödleri patlayacak şekilde korktuklarını göreceksin. Hayretler içinde: “Yazıklar olsun bize! Bu nasıl defter ki, küçük büyük demeden, hiçbir şeyi dışarıda bırakmadan ne yapmış, ne söylemişsek hepsini saymış dökmüş!” diyecekler. Böylece yaptıkları her şeyi amel defterlerinde bulacaklar. Rabbin hiç kimseye zulmetmez.

İnsan başıboş, sebepsiz ve hikmetsiz yaratılmamıştır. O, kâinatın özü olarak Allah’a kulluk için yaratılmış; bu yüzden onun her türlü söz, fiil ve davranışları, hatta gönlünden geçen düşünceler bile takip altına alınmıştır. Aslında insan; her şeyi bilen, gören, işiten, her şeyden hakkiyle haberdar olan Allah’ın huzurunda, ilâhî kameraların altında bir ömür sürmektedir. Kur’ân-ı Kerîm bu gerçeği ısrarla ve tekrarla açıklamaktadır. Fakat insan bunu anlamakta ve güneş kadar açık bu gerçeği kabullenmekte sıkıntı yaşamaktadır. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Fakat siz dini, hesap ve ceza gününü yalanlıyorsunuz. Oysa yanıbaşınızda sizi sürekli gözetleyenler var. Her söz ve davranışınızı kayda geçiren tertemiz, şerefli melekler… Onlar, yaptığınız her şeyi bilirler.” (İnfitâr 82/9-12)

“O gün bütün ümmetleri zillet içinde diz çökmüş olarak görürsün. Her ümmet kendi hesap defterinin başına çağrılır. O gün, ancak yaptıklarınızın karşılığını göreceksiniz. Onlara: «İşte, sizinle ilgili her şeyi dosdoğru anlatacak olan kayıt defterimiz! Doğrusu biz, yaptığınız her şeyi bir bir kaydediyorduk» denilecek.” (Câsiye 45/28-29)

Bu âyetlerde de bahsedildiği üzere mahşer günü amel defterlerinde küçük büyük yaptıkları her şeyin kaydedilmiş olduğunu gören inkarcı suçlular, bu sebeple hem insanlar huzurunda rezil olmaktan hem de o suçlara verilecek cezadan dehşete kapılıp korkacaklar; pişmanlıklarını ve şaşkınlıklarını gizleyemeyeceklerdir. Herkes yaptığına göre muamele görecek, Rabbimiz kimseye en küçük bir haksızlık yapmayacaktır.

Âyette, büyük günahlardan olduğu gibi küçük günahlardan da sakınmanın gerektiğine işaret vardır. Çünkü bunların da kaydedildiği haber verilmektedir. Bu sebeple Allah Resûlü (s.a.s.):

“Küçük görülen günahlardan da sakının. Çünkü küçük günahların hali şu kavmin yaptığına benzer: Onlar bir vâdiye inerler. Biri bir odun, öteki bir odun getirir ve böylece ekmeklerini pişirirler.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 402) Yani küçük günahlar da birikerek insanın cehennemde yanmasına sebep olur. Onlardan da sakınmalı, onlar için de istiğfar edilmelidir. Nitekim:
لَا صَغ۪يرَ مَعَ الإصْرَارِ وَ لَا كَب۪يرَ مَعَ الإسْتِغْفَارِ
(Lâ sağîra me‘al ısrâr ve lâ kebîra me‘al istiğfâr)

“Yapılmasında ısrar edildiğinde küçük günahlar zamanla büyük günaha dönüşür. Fakat istiğfara devam edildiğinde ise büyük günahlar bile affedilir” sözü bu konuda bir ölçü olmalıdır.

İnsanların âhirette ceza görmelerinde sorumluluk tamamen kendilerine ait olup bu konuda Yüce Allah’a en küçük bir haksızlık bile izâfe etmek doğru değildir. Çünkü Allah insanı kötülüklerden kaçınıp iyilik yapabilecek özelliklerde yaratmış ve dostuyla düşmanını ona tâ işin başındayken tanıtmıştır:

50. Bir zamanlar meleklere: “Âdem’e secde edin!” diye emretmiştik de hepsi secdeye kapanmış, fakat İblîs secde etmemişti. O cinlerdendi ve bu yüzden Rabbinin emrinden dışarı çıkmıştı. Böyle iken siz, beni bırakıp da, size düşman oldukları halde onu ve soyunu mu dost ediniyorsunuz? Zâlimler için bu ne kötü bir değiştirmedir!

51. Ben İblîs’i ve soyunu, ne göklerin ve yerin yaratılışına ne de bizzat kendi yaratılışlarına şâhit tuttum. Ayrıca insanları doğru yoldan saptıranları ben kendime yardımcı da edinmiş değilim!


İblîs, meleklerden değil bu âyetin açık beyânıyla cinlerdendir. Melekler nurdan yaratılmış, Allah’a isyan etmeyen, yemeyen, içmeyen, evlenmeyen, zürriyetleri olmayan varlıklardır. İblîs ise burada Allah’ın emrine karşı gelen, isyan eden ve zürriyeti olan bir varlık olarak tanıtılır. Kur’an’ın beyânıyla İblîs ve onun zürriyeti insanın apaçık düşmanıdır. Onu devamlı olarak ayartmak, doğru yoldan saptırmak ve kötülüklere sürüklemek için çalışır. Buna rağmen insanın, kendini yaratan, yaşatan, rızıklandıran Rabbini bir kenara bırakarak İblîs’i ve zürriyetini dost edinmesi ne kadar ahmakça bir davranıştır! Allah’ın bütünüyle iyiliğe ve güzelliğe dayalı ebedî dostluğu varken, buna karşılık İblîs’in bütünüyle kötülüğe ve çirkinliğe dayalı dostluğunu tercih etmek hem büyük bir zulüm, hem de çok fenâ bir değişmedir. Zira İblîs ve zürriyetinin, düşmanlıktan başka, dost edinilecek bir özelliği yoktur. Göklerin, yerin ve bizzat kendilerinin yaratılışında en küçük bir payları olmadığı gibi, Allah Teâlâ onları bu yaratılışa şâhit bile tutmamıştır. Onlar, kendilerinin mâhiyetini, nereden geldiklerini ve nasıl yaratıldıklarını bile bilmemektedirler. O halde onları dost edinmenin ve peşlerinden gitmenin ne mânası olabilir?

Bu ilâhî uyarılara rağmen İblîs’i dost edinip peşinden gidenleri ve şeytanın tahrikiyle putlara tapanları şu korkunç son beklemektedir:

52. O gün Allah onlara: “Haydi, çağırın bakalım benim ortağım olduğunu sandığınız o varlıkları” buyuracak. Çağıracaklar, fakat onlar kendilerine bir cevap veremeyecek. Çünkü biz kâfirlerle taptıkları arasına aşılması mümkün olmayan derin bir uçurum koymuşuzdur.

53. İnkârcı suçlular cehennem ateşini görecekler, oraya kesinlikle düşeceklerini anlayacaklar; etrafı yoklayacaklar, fakat ondan kaçıp kurtulacak bir yer bulamayacaklar.


Putların, kendilerine tapanlara dünyada bir faydaları olmadığı gibi, âhirette de bir faydaları olmayacaktır. Kendilerine yapılan çağrıları ne duyacaklar, ne de ona bir cevap verebileceklerdir. Buna mâni aralarında büyük bir engel, tabiî bir uçurum olacaktır. Bir takım kuruntular içinde boş yere ömürlerini harcadıkları putlarından bir fayda göremeyen o inkarcı suçlular, cehennem ateşini görür görmez oraya mutlaka düşeceklerini anlayacaklar, sağı solu yoklayıp bir çıkış yolu bulmaya çalışacaklar, fakat nâfile, hiçbir kurtuluş yolu bulamayacaklar ve oraya yuvarlanacaklardır.

Bu konuya ışık tutan başka âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Cehennem onları uzak bir mekândan gördüğü zaman, onun öfkeyle nasıl gürlediğini ve nasıl korkunç homurtular çıkardığını duyacaklar. Zincirlerle elleri boyunlarına kelepçelenmiş, ayakları bukağılı olarak cehennemin dar bir yerine tıkıldıkları vakit, hemen orada ölsek de kurtulsak diye helâk olmak için can atacaklar. Kendilerine: «Bugün bir defa helâk olmayı istemeyin. İsterseniz birçok defa helâk olmayı isteyin; bunun size bir faydası olmaz!» denilecek.” (Furkān 25/12-14)

Eğer onlar, içinde kurtuluş çarelerinin gösterildiği ve her türlü öğüdün verildiği Kur’ân-ı Kerîm’e inanıp bağlansalardı bu feci duruma düşmezlerdi:

54. Yemin olsun ki biz, bu Kur’an’da insanlar için gerekli her konuyu çeşitli üslup ve örneklerle açıkladık. Ne var ki insan, gerçekler karşısında kavga ve tartışmaya pek düşkündür.

Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de insanların ibret alarak doğru yolu bulmalarını sağlayacak çeşitli konulardan, geçmiş ümmetlerin kıssalarından ve kalp gözlerini açacak ilâhî kudret tecellilerinden örnekler vermiş, bu hususları değişik üsluplarla tekrar tekrar açıklamıştır. Meselâ bu sûrede Ashâb-ı Kehf’in ibretli kıssasını, bahçesi olan ve olmayan iki adamın hâlini, dünya hayatının durumunu, kıyâmet sahnelerini ve şeytanın düşmanlığını dikkat çekici bir üslupla ve etkili örneklerle izah etmektedir. Ancak insanın, özellikle inkârcı kimsenin çok mücâdeleci bir yapısı vardır. Eğer o doğru yolu bulamazsa, daha çok bâtıl tarafını tutarak hakka karşı düşmanlık ve mücâdele eder. Bu bakımdan kişi, daha çok kendi nefsinin ayıplarıyla uğraşmalı, gösterişi ve cedeli terk etmeye çalışmalıdır. Çünkü cedelin hedefi, başkasını kötülemek, ayıplamak ve onu perişan etmektir. Bu ise olgun insanın değil, yırtıcı hayvanların özelliklerindendir. Bu sebeple Resûl-i Ekrem (s.a.s.), haklı olduğu halde bile cedeli, münakaşayı terk edene cennetin kenarında bir köşk verileceğini müjdelemektedir. (Ebû Dâvûd, Edeb 7; Tirmizî, Birr 58)

Hz. Ali (r.a.) anlatıyor:

Resûl-i Ekrem (s.a.s.) bir seferinde gelip, ben ve eşim Fatıma içerde bulunuyorken kapımızı çaldı ve: “Namaz kılmaz mısınız?” diye buyurdu. Ben: “Ey Allah’ın Rasûlü! Canlarımız Allah’ın elindedir. O bizi kaldırmak isterse kaldırır” diye karşılık verdim. Bunu işiten Resûlullah (s.a.s.)’in elini baldırına vurarak: “Ne var ki insan, gerçekler karşısında kavga ve tartışmaya pek düşkündür” (Kehf 18/54) buyruğunu okuyup, gittiğini duydum. (Buhârî, Teheccüd 5; Müslim, Müsâfirin 206)

Bu sebeple mü’min, saadete ermenin bir alâmeti olarak, kendisine amel kapısını açmalı ve cedel kapısını kapamalıdır.

Nitekim Mâruf-ı Kerhî şöyle derdi:

“Allah bir kula hayır dilerse, önce ona amel kapısını açar; cidâl ve çekişme kapılarını kapar. Bir kula da şer diledi mi, ona da amel kapılarını kapar; cidâl ve çekişme kapısını açar.” (Velîler Ansiklopedisi, I, 236)

Cidâl ve çekişme kapısını kapatıp ülfetin ve kaynaşmanın kapısını açmak için Hz. Mevlânâ’nın şu davranışı örnek alınmalıdır:
Mevlânâ Hazretleri bir gün bir mahalleden geçiyordu. İki yabancı şahıs birbirleriyle atışıp çekişiyor ve birbirlerine hakâret ediyorlardı. Biri diğerine:

“–Bunu bana mı diyorsun? Allah’a and olsun ki eğer bana bir dersen, benden bin işitirsin!” diyordu. Hz. Mevlânâ bunu işitince ilerledi ve:
“–Hayır hayır, söyleme, buraya gel! Ne diyeceğin varsa bana de! Eğer bana bin desen de benden bir tane bile işitmezsin!” buyurdu. Bunun üzerine o iki şahıs Mevlânâ’nın huzûrunda barıştılar. (Ahmet Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, I, 176)

İşte insanın bu kavgacı yapısı, çoğu zaman onun gerçeklere karşı çıkıp ayaklarının kaymasına yol açmaktadır:

55. Kendilerine hidâyet rehberi geldiğinde insanların inanmalarına ve Rablerinden bağışlanma dilemelerine engel olan şey, sadece, ilâhî kanun gereği önceki toplumların başına gelen helâkin kendilerine de gelmesini yahut âhiret azabının gözlerinin önüne konulmasını beklemeleridir.

56. Halbuki biz peygamberleri helâk için değil ancak müjdeci ve uyarıcı olarak göndeririz. İnkara saplanıp kalanlar ise, bâtıla dayanarak hakkı yerinden kaydırıp ortadan kaldırmak için mücâdele eder, âyetlerimi ve kendilerine yapılan uyarıları alay konusu yaparlar.


Burada insanların kendilerine gelen hidâyet rehberlerine iman etmemelerinin, Allah’ı tanıyıp O’ndan af dilememelerinin iki temel sebebi üzerinde durulur:

Birincisi; Kur’an’da anlatıldığı üzere, değişmez ilâhî kanunlar gereğince önceki ümmetlerin başlarına gelen helak edici musibetlerin kendi başlarına da gelmesini istemeleri. Mesela müşrikler:

“Ey Allah! Eğer bu Kur’an, senin katından gelen gerçek bir kitap ise, hiç durma hemen üzerimize gökten taş yağdır veya bize elem verici bir azap gönder” demişlerdi. (Enfâl 8/32)

İkincisi; âhirette karşılaşacakları azabın şimdiden getirilip karşılarına çıkarılmasını istemeleri.

Halbuki her iki halde de iş bitmiş ve hidâyet imkânı ortadan kalkmış olacaktır. Bu bakımdan Cenab-ı Hak peygamberleri, gönderildikleri toplumun helakine sebep olsunlar diye değil, onlara rahmet olsunlar, onları ebedi saadetle müjdelesinler ve ebedî hüsranla korkutsunlar diye göndermiştir. Ancak kâfirler, hakkı yok etmek, iptal ve izâle etmek, yerinden kaydırmak için bâtıl yollarla mücâdele etmişlerdir. Onlar sihir, şiir, mânasız rüyalar, öncekilerin masalları diyerek Kur’ân-ı Kerîm’i; sihirbaz, kâhin, şâir, mecnun gibi yaftalarla Peygamberimiz (s.a.s.)’i alaya almışlardır. Peygamberin haber verdiği ve kendilerini tehdit ettiği âhiret azabıyla da alay etmişlerdir. Onlar bu mücâdele ve alaylarına aynı şekilde devam etmektedirler.

Oysa tevhid ehlinin delilleri, asla şüphecilerin şüphesi ve alaycıların alayı ile ortadan kalkmaz. Hz. İbrâhim’in yükselttiği Kâbe’yi Ebrehe nasıl yıkabilir?!

Mevlâna der ki:

Kim Allah’ın mumunu üflerse
O mum sönmez, üfleyenin ağzı yanar.


Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Onlar, Allah’ın nûrunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Fakat Allah nûrunu mutlaka tamamlayacaktır; kâfirler hoşlanmasa da!” (Saff 61/8)

Böylesine boş bir sevdanın peşinden koşturan gafiller, Allah’ın âyetlerinden yüz çevirenleri şöyle bir korkunç âkibetin beklediğini unutmasınlar:

57. Kendine Rabbinin âyetleri hatırlatıldığı halde hemen ondan yüz çeviren, üstelik yapmış olduğu günah ve isyanları unutandan daha zâlim kim olabilir? Biz, onların kalplerinin üzerine Kur’an’ı anlamalarına engel perdeler çektik ve kulaklarına da ağırlıklar koyduk. Sen onları doğru yola çağırsan da, imkânı yok, artık onlar ebediyen doğru yolu bulamazlar.

Allah Teâlâ, nihâyetsiz merhametinin bir tezâhürü olarak peygamberler gönderip onlara âyetlerini indirerek, onlar vasıtasıyla insanlara ilâhî hakikatleri hatırlatmaktadır. Böylece O, kendine düşen kısmıyla yapılması gerekeni yapmaktadır. Bundan sonrası o âyetlere muhatap olan insana düşmektedir. Bunları kabul edenler için bir problem yoktur. Fakat bir kimse peygamberin tebliğine karşı inkâr, tartışma, itiraz, çekişme ve mücadele yolunu seçer, bâtıl silahlar ve oyunlarla hakkı yıkmaya çalışırsa, Allah o kimsenin kalbi üzerine gerçeği anlamasına mâni perdeler çeker ve kulaklarına hakkı duymasını engelleyecek ağırlıklar koyar. Tabiî olarak bu davranış onda inatçılık ve katı kalpliliğe sebep olur. Böylece o hidâyet çağrısını duymaz ve kötü âkıbetini bizzat görmeden hatasını anlayamaz bir hale gelir. Çünkü böyle insanlar hiçbir uyarıya aldırmazlar ve cehennem azabına uğramakta ısrar ederler.

Oysa:

58. Rabbin gerçekten çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir. Eğer kazandıkları günahlar yüzünden insanları hemen cezalandıracak olsaydı, hiç beklemez onlara azabı derhal gönderiverirdi. Fakat onlar için azabın geleceği belirli bir vakit vardır ki o vakit geldiğinde, ondan kaçıp sığınacak hiçbir yer bulamazlar.

59. İşte zulmettikleri zaman kendilerini helâk ettiğimiz ülke halkları! Biz, onların helâkleri için de belli bir süre tâyin etmiş, günü gelince de cezalarını vermiştik.


Cenâb-ı Hak çok bağışlayıcı ve merhamet sahibi olduğu için kullarını yaptıkları günahlar yüzünden hemen cezalandırmaz. Gerçeği görüp tevbe edebilmeleri ve hallerini düzeltebilmeleri için onlara mühlet tanır. Fakat kullar bunun farkına varmazlar, günaha devam etseler bile kendilerine bir şey olmayacağını sanırlar. Halbuki, böyle devam ettikleri takdirde, onların helakleri için de tayin edilmiş bir vakit vardır. Bu vakit dünyada ya helak veya ölüm yahut kıyâmet vaktidir. O vakit gelince artık Allah’ın azabından kaçıp kurtulacak, varıp sığınacak bir yer bulamayacaklardır. Daha önce zulmettikleri için helak edilen Nûh kavmi, Âd kavmi, Semûd kavmi gibi toplumların; Firavun ve Karun gibi zâlimlerin hali bu hususta apaçık misallerdir. İbret almak isteyenler onlara bakabilirler. Allah Teâlâ, zulümleri sebebiyle onların helakleri için belli bir süre belirleyip, süreleri dolunca onları helak ettiği gibi, bundan böyle zulmedenler ve hakkı bâtıl yollarla yok etmeye çalışanlar da aynı feci sonuca uğrayacaklardır.

İşin gerçeğini kavrayabilmek için, olayları sadece görünen yönleriyle değerlendirmeyip, bunları başından sonuna kadar dış ve iç yönleriyle bir bütün olarak görmeye çalışmak gerekir. Dış yönüyle hoşumuza gitmeyen şeyler aslında bizim için hayırlı sonuçlar, hoşumuza giden şeyler de aslında bizim için kötü sonuçlar doğurabilir. (bk. Bakara 2/216) İşte Cenâb-ı Hak, meydana gelen olayların arkasında yatan derin hikmetleri açığa çıkarmak için gerçeğin üzerindeki perdeyi biraz aralayacak ve böylece ilk bakışta hoşa gitmeyen bazı olayların esasen nice hayırların anahtarı ve müjdecisi olduğunu görmemizi sağlayacaktır. Bunun en güzel örneklerinden biri hiç şüphesiz Hz. Mûsâ ile Hz. Hızır’ın kıssasında sergilenmektedir:

60. Bir vakit Mûsâ genç yardımcısına: “İki denizin birleştiği noktaya varıncaya kadar hiç durmadan gidecek, gerekirse aradığımı buluncaya kadar senelerce yürüyeceğim” demişti.

Firavun Kızıldeniz’de boğulduktan sonra Hz. Mûsâ, kavmine çok fasîh, belîğ ve heyecanlı vaazlar vermekteydi. Kavmi onun ilim ve mârifetteki derinliğine hayran kaldı; mest oldu. İçlerinden biri:

“–Ey Allah’ın Peygamberi! Yeryüzünde senden daha âlim bir kimse var mı?” diye sordu. Hz. Mûsâ:
“–Böyle bir kimse bilmiyorum!” diye karşılık verdi. O esnâda kendisine vahiy gelerek:
“İki denizin birleştiği yerde bir kulum var ki, nezdimden ona husûsî bir ilim, ilm-i ledün vermişimdir. Ümmetinin seçkinlerinden biriyle ona git!” diye buyruldu. Rivayetlerden anlaşıldığına göre kendisine işaret edilen zât, Hızır (a.s.)’dı. Hz. Mûsâ:

“–O zâtı nasıl bulabilirim yâ Rabbî?” diye niyâz etti. Allah Teâlâ, zenbiline tuzlanmış ölü bir balık koymasını, bu balığın canlanıp denize atladığı, iki denizin birleştiği yerde Hızır’ı bulacağını bildirdi. Mûsâ (a.s.), rivayete göre kız kardeşinin oğlu olan Yûşâ b. Nûn ile Hızır’ı bulmak için derhal sefere çıktı. (bk. Buhârî, Tefsir 18/2; Müslim, Fezâil 170, 172)

Âyet-i kerîmede şu hususlara işaret vardır:

Yolcu, kendisine bir yol arkadaşı bulmalı sonra yola çıkmalıdır.
Yol arkadaşlarından biri imam olmalı, diğeri ona uymalıdır.
Arkadaşına niyetini ve yolculuk maksadını açıklamalı, yolculuk esnâsındaki konaklama sürelerini haber vermelidir. Böylece kişi yol arkadaşının ne yapmak istediğini anlama imkânı bulur. Şâyet gitmeye karar verirse ona güzel bir yol arkadaşlığı yapar.
Sâdık bir müridin niyeti ve beklentileri üstadının arzusu doğrultusunda olmalıdır. Maksûduna ulaşıp muradına erinceye kadar ona uymalı ve ondan ayrılmamalıdır.
Kişi, faydalı ilim tahsil edebilmesi için nefsini türlü meşakkat ve zorluklara alıştırması gerekir. Ayrıca burada, ilim talebesinin bir meseleyi öğrenmek için doğudan batıya kadar bile olsa yolculuk yapmasının yerinde ve makbul bir davranış olduğuna da tenbih bulunmaktadır.

İşaret edilen adap ve erkan içinde Hz. Mûsâ’yla Hz. Yûşâ yolculuğa başladılar:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
61. Birlikte yürüyüp iki denizin birleştiği noktaya varınca balıklarını unuttular. O vakit balık sıyrılmış, denizde bir yol tutup gözden kaybolmuştu.

Mûsâ ve Yûşa (a.s.) iki denizin buluştuğu yere vardılar. Bir kayanın yanına sığınıp istirahat için bir müddet mola verdiler. Yûşâ, Mûsâ (a.s.)’ın uyuduğu bir sırada heybesindeki ölü balığın mûcizevî bir şekilde aniden canlanarak denize atladığını, orada bir yol bulup gittiğini görmüştü. Fakat bunu Hz. Mûsâ’ya söylemeyi unutmuştu. Mûsâ (a.s.) uyanınca:

“–Haydi, yolumuza devam edelim; belki daha çok yolumuz var!..” dedi. Beraberce yola devam ettiler. Uzun bir müddet gittikten sonra nihâyet bir ağaç altında oturdular. Mûsâ (a.s.), yardımcısından kahvaltıyı getirmesini istedi. Bu yolculuk sebebiyle hayli yorgun düştüğünü söyledi. Halbuki yola çıkarken: “İki denizin birleştiği noktaya varıncaya kadar hiç durmadan gidecek, gerekirse aradığımı buluncaya kadar senelerce yürüyeceğim” (Kehf 18/60) demişti. Yine Mûsâ (a.s.), Rabbiyle mülâkat için Tur’a çıktığı zaman kırk gün yememiş, içmemiş, fakat ne acıkmış ne de yorulmuştu. Halbuki bu sefer esnasında o henüz işin başlangıcında hem acıktı, hem yoruldu. Bunun hikmeti şudur: Tûr’daki seyahat Allah’a yolculuk mânasına geliyordu. Bu ise te’dip, ilim talebi, sabır imtihanı ve meşakkatlere tahammül yolculuğu idi.

Hz. Yûşâ, birden hatırladı; balık daha önce canlanıp denize atlamıştı. Fakat bunu Hz. Mûsâ’ya söylemeyi unutmuştu. Bunu unutturan da şeytandan başkası değildi. Halbuki Hızır ile buluşacakları yer, işte tam da orası, yani balığın mûcizevî olarak dirilip denize atladığı yerdi. Yapılacak tek şey tekrar geri dönmekti. İki yol arkadaşı, geldikleri izleri takip ederek gerisin geri döndüler ve daha önce mola verdikleri kayanın yanına geldiler. İşte aradıkları şahsı orada bulacaklardı:

62. Kararlaştırdıkları yeri farkına varmadan geçip bir müddet gittikten sonra Mûsâ genç yardımcısına: “Şu kahvaltımızı getir de yiyelim artık! Gerçekten bu yolculuğumuz yüzünden hayli yorgun düştük” dedi.

63. Genç: “Şu işe bak! O kayanın yanında mola verdiğimiz sırada doğrusu ben balığın canlanıp suya atladığını sana söylemeyi unutmuşum. Onu sana hatırlatmamı bana unutturan da şeytandan başkası değildir. Balık şaşılacak bir şekilde denizde yolunu tutup gittiydi” dedi.

64. Mûsâ: “İşte aradığımız zâten buydu!” dedi. Hemen geldikleri izleri takip ederek gerisin geri döndüler.


Mûsâ ve Yûşa (a.s.) iki denizin buluştuğu yere vardılar. Bir kayanın yanına sığınıp istirahat için bir müddet mola verdiler. Yûşâ, Mûsâ (a.s.)’ın uyuduğu bir sırada heybesindeki ölü balığın mûcizevî bir şekilde aniden canlanarak denize atladığını, orada bir yol bulup gittiğini görmüştü. Fakat bunu Hz. Mûsâ’ya söylemeyi unutmuştu. Mûsâ (a.s.) uyanınca:

“–Haydi, yolumuza devam edelim; belki daha çok yolumuz var!..” dedi. Beraberce yola devam ettiler. Uzun bir müddet gittikten sonra nihâyet bir ağaç altında oturdular. Mûsâ (a.s.), yardımcısından kahvaltıyı getirmesini istedi. Bu yolculuk sebebiyle hayli yorgun düştüğünü söyledi. Halbuki yola çıkarken: “İki denizin birleştiği noktaya varıncaya kadar hiç durmadan gidecek, gerekirse aradığımı buluncaya kadar senelerce yürüyeceğim” (Kehf 18/60) demişti. Yine Mûsâ (a.s.), Rabbiyle mülâkat için Tur’a çıktığı zaman kırk gün yememiş, içmemiş, fakat ne acıkmış ne de yorulmuştu. Halbuki bu sefer esnasında o henüz işin başlangıcında hem acıktı, hem yoruldu. Bunun hikmeti şudur: Tûr’daki seyahat Allah’a yolculuk mânasına geliyordu. Bu ise te’dip, ilim talebi, sabır imtihanı ve meşakkatlere tahammül yolculuğu idi.

Hz. Yûşâ, birden hatırladı; balık daha önce canlanıp denize atlamıştı. Fakat bunu Hz. Mûsâ’ya söylemeyi unutmuştu. Bunu unutturan da şeytandan başkası değildi. Halbuki Hızır ile buluşacakları yer, işte tam da orası, yani balığın mûcizevî olarak dirilip denize atladığı yerdi. Yapılacak tek şey tekrar geri dönmekti. İki yol arkadaşı, geldikleri izleri takip ederek gerisin geri döndüler ve daha önce mola verdikleri kayanın yanına geldiler. İşte aradıkları şahsı orada bulacaklardı:

65. Kayanın yanına vardıklarında, seçkin kullarımızdan kendisine tarafımızdan bir rahmet verdiğimiz ve nezdimizden husûsî bir ilim öğrettiğimiz bir kul buldular.

Rivayete göre bu seçkin kul Hızır (a.s.)’dır. Gayb ricâlindendir. Şu an misâl âleminde yaşamakta ve Allah’ın müsaade buyurduğu kullara yardıma devam etmektedir. Kıyamete kadar da buna devam edecektir. Allah Teâlâ bu kuluna katından bir rahmet vermiş ve ona nezdinden hususi bir ilim öğretmişti. İşte daha çok Tasavvuf’un üzerinde durduğu “ilm-i ledün veya ledünnî ilim” ismi bu âyetten alınmıştır. Ledünnî ilim, fikrî bir gayretle elde edilmeyip Allah tarafından, sırf Allah vergisi olan bir mukaddes kuvvetin tecellisidir. Eserden müessire, vicdandan vücuda doğru giden bir ilim değil, müessirden esere, vücuttan vicdana gelen birinci derecede bir ilimdir. Nefsin gerçeğe ulaşması değil gerçeğin nefiste meydana çıkmasıdır. Doğrudan doğruya bir keşiftir. Hızır (a.s.) ile alakalı olarak âyetlerde verilen misallerden bir neticeye varmak gerekirse şu söylenebilir. “Ledünnî ilim, insanlara verilen vasıtalarla elde edilmeyen, ancak Allah’ın bildirmesiyle bilinen gayb bilgisi veya onun bir çeşididir.” Tasavvufa göre ledünnî ilim, bir kısım ehil zevâta mahsustur; onun özü de zühddür, ihsân duygusuna vâsıl olabilmektir. Hâsılı bu ilim, kalbî hayatla alakalıdır. Bununla birlikte kişinin bu hususta, istîdâd ve kâbiliyeti kadar mesûliyeti de vardır. Kul, kendi selâmeti için bu istîdâdı inkişâf ettirmeye mecburdur. Bu da ancak nefsin tezkiyesi ve kalbin tasfiyesiyle mümkündür. Diğer bir ifadeyle ledünnî ilim, tasavvuf içinde mânevî terbiye sonucu ulaşılan Hakk’ın lütfettiği vehbî bir ilimdir. Zâhirî bilgi ile elde edilemez. Nitekim Cenâb-ı Hak bu âyette Hızır (a.s.) için: “…Biz ona nezdimizden husûsî bir ilim öğrettik!” buyurmaktadır. Bakara sûresinde de bir mânada bu ilme işaretle: “Allah’a karşı gelmekten sakının! Allah size ihtiyaç duyduğunuz bütün hükümleri ve her işte uymanız gereken yolu öğretiyor” (Bakara 2/282) buyrulmuştur.

Hz Ali’den şöyle bir rivayet vardır:

“Bâtınî ilim, Allah Teâlâ’nın sırlarından bir sır ve hikmetlerinden birtakım hikmetlerdir ki, o ilmi, kullarından dilediklerinin kalbine verir.” (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, II, 52)

Rivayete göre Mûsâ (a.s.), kendisine vahiyle işaret edilen zâtı, bir kayanın üstünde hırkasına bürünmüş olarak gördü ve selâm verdi:

“–Ben Mûsâ’yım!” dedi. Hızır (a.s.) da cevâben:
“–Demek Benî İsrâîl peygamberi olan Mûsâ sensin!” dedi. Hz. Mûsâ:
“–Bana Allah tarafından bildirilen, insanların en âlimi sen misin?” diye sordu. Hızır (a.s.) cevâben:
“–Yâ Mûsâ! Allah bana bir ilim vermiştir, o sende yoktur. Sana da bir ilim vermiştir, o da bende yoktur” dedi. (Buhârî, Tefsir 18/2, 3, 4; Enbiyâ, 27; Müslim, Fezâil 170-172)

Hızır (a.s.), bu ifadeleriyle hem kendi durumu hakkında bilgi veriyor hem de Hz. Mûsâ’ya kulun Rabbi huzurunda takınması gereken edep ölçülerini öğretiyordu. Nitekim ilim bakımından insanın haddini bilmesi hakkında şu misal pek mânidârdır:
İmâm Ebû Yûsuf’a bir gün Halîfe Hârûn Reşîd bir mesele sorar. Ebû Yûsuf:
“–Bilmiyorum” diye cevap verir. Halîfenin yardımcısı Ebû Yûsuf’a:
“–Maaş ve tahsîsâtınız varken bilmiyorum diyorsunuz!..” der. Ebû Yûsuf da cevâben:
“–Benim maaşım ilmime göredir. Bilmediklerim için de verilecek olsa hazine yetmezdi...” der.
Allâme İmâm Gazâlî de:

“Bildiklerime nisbetle bilmediklerimi ayaklarımın altına alabilseydim, başım göklere değerdi” demektedir.

İşte Mûsâ (a.s.), Hz. Hızır’dan bahsi geçen bu ilmi telâkkî edebilmek için ona tâbi olma, onunla beraber bulunma arzusunu şöyle dile getirdi:

66. Mûsâ ona: “Allah’ın sana öğrettiği bu hayırlı ilim ve hikmetten bana da öğretmen için seninle birlikte gelebilir miyim?” diye sordu.

Mûsâ (a.s.) zâhiren akılla anlaşılması mümkün olmayan, kendisine acâib ve garâib görülen bazı hakîkatlerin hikmetini Hızır’dan öğrenecekti. Fakat Hızır (a.s.), Hz Mûsâ’nın ilmî seviyesi ve psikolojik durumu hakkında ilk keşfi yapmış, hiç tereddüt göstermeden, onun bu hâliyle kendisiyle beraberliğe sabra güç yetiremeyeceğini bildirmişti. Her ne kadar Mûsâ (a.s.), “inşallah sabrederim” dese de, Hz. Hızır’ın yaptığı bu tespit sonunda gerçekleşecekti. Bu beraberlikten Hz. Mûsâ’nın alacağı hisse kendi konumunu, haddini, durumunu bilmek ve bir sabır dersi almaktı. Yâni Hz. Hızır Mûsâ (a.s.)’a hâl diliyile: “Benimle beraberliğe sabretmek, senin elinden gelmez. Sen bu hususta mâzursun. Çünkü bu ilmin kemâli, henüz sana verilmemiştir” demekteydi. Yine de kendisine tâbi olduğu takdirde şu şarta dikkat etmesini: “Yapacağı işler hakkında, bizzat kendisi ona bir açıklama yapmadığı sürece bir şey sormamasını, sukût etmesini” istedi.
Sonra sırlarla dolu esrârengiz yolculuk başladı:

67. Hızır şöyle cevap verdi: “İyi de, sen benimle beraber bulunmaya asla katlanamazsın!”

68. “Hem içyüzünü tam olarak kavrayamadığın ve zâhiren yanlış gibi görünen şeylere nasıl sabredebilirsin ki?!”

69. Mûsâ: “İnşallah benim sabırlı olduğumu göreceksin, sana hiçbir konuda karşı gelmeyeceğim” dedi.

70. Hızır ise: “Eğer benimle geleceksen, o halde yapacağım şeyler hakkında, ben sana gerekli açıklamada bulununcaya kadar, bana hiçbir şey sormayacaksın!” dedi.


Mûsâ (a.s.) zâhiren akılla anlaşılması mümkün olmayan, kendisine acâib ve garâib görülen bazı hakîkatlerin hikmetini Hızır’dan öğrenecekti. Fakat Hızır (a.s.), Hz Mûsâ’nın ilmî seviyesi ve psikolojik durumu hakkında ilk keşfi yapmış, hiç tereddüt göstermeden, onun bu hâliyle kendisiyle beraberliğe sabra güç yetiremeyeceğini bildirmişti. Her ne kadar Mûsâ (a.s.), “inşallah sabrederim” dese de, Hz. Hızır’ın yaptığı bu tespit sonunda gerçekleşecekti. Bu beraberlikten Hz. Mûsâ’nın alacağı hisse kendi konumunu, haddini, durumunu bilmek ve bir sabır dersi almaktı. Yâni Hz. Hızır Mûsâ (a.s.)’a hâl diliyile: “Benimle beraberliğe sabretmek, senin elinden gelmez. Sen bu hususta mâzursun. Çünkü bu ilmin kemâli, henüz sana verilmemiştir” demekteydi. Yine de kendisine tâbi olduğu takdirde şu şarta dikkat etmesini: “Yapacağı işler hakkında, bizzat kendisi ona bir açıklama yapmadığı sürece bir şey sormamasını, sukût etmesini” istedi.

Sonra sırlarla dolu esrârengiz yolculuk başladı:

71. Böylece birlikte yola koyuldular. Nihâyet gidip bir gemiye bindiler. Hızır bu gemiyi deliverdi. Mûsâ dayanamayıp: “İçindeki yolcuları suda boğmak için mi onu deldin? Gerçekten çok tehlikeli bir iş yaptın!” dedi.

72. Hızır: “Sana, «Benimle beraber bulunmaya asla katlanamazsın!» uyarısında bulunmamış mıydım?” dedi.

73. Mûsâ da: “Ne olur, unuttuğum bir şeyden dolayı beni sorguya çekme ve seninle arkadaşlığımda bana güçlük çıkarma!” diye özür diledi.


Buhâri ve Müslim’de geminin delinme kıssası şöyle anlatılır:

Hızır ve Mûsâ (a.s.) denizin kıyısında yürümeye koyuldular. Bir gemi geçti, kendilerini gemiye almak üzere sahipleriyle konuştular. Hızır’ı tanıdıklarından ücret almaksızın onları gemiye bindirdiler. Gemiye bindikten sonra, Mûsâ Hızır’ın, gemi tahtalarından birisini keserle yerinden söküp çıkarmakta olduğunu gördü. Ona: “Bunlar bizi ücretsiz olarak taşıdılar, sen kalktın içinde bulunan yolcular suda boğulsun diye onların gemilerini deliverdin” dedi. Sonra aralarında bu âyetlerde haber verilen konuşma geçti.

Resûlullah (s.a.s.) buyuruyor ki:

“Böylece Hz. Mûsâ’dan ilk unutma vâkî oldu. Bu sırada bir serçe gelip geminin kenarına kondu ve ardından su içmek üzere gagasını denize daldırdı. Bunun üzerine Hızır (a.s.) Hz. Mûsâ’ya: «Allah’ın ilmi yanında senin, benim ve bütün mahlûkâtın ilmi, şu kuşun denizden gagasıyla aldığı su kadardır» dedi.” (Buhârî, Tefsir 18/2-4; Müslim, Fezâil 170)

Hızır (a.s.), Hz. Mûsâ’nın özrünü kabul buyurdu. Beraberlikleri devam etti. Fakat Mûsâ (a.s.)’ın şimdi karşılaşacağı hâdise bir öncekiyle kıyaslanmayacak kadar tahammül üstü bir şey olacaktı:

74. Tekrar yola koyuldular. Nihâyet bir erkek çocuğa rastladılar. Hızır bu çocuğu hemen öldürüverdi. Mûsâ dayanamayıp: “Öldürdüğü bir cana karşı kısâsen olmaksızın masum ve günahsız bir cana kıydın, öyle mi? Gerçekten sen, çok fenâ bir iş yaptın!” dedi.

Buhâri ve Müslim’de anlatıldığı üzere “Mûsâ ile Hızır (a.s.) gemiden çıktılar. Kıyıda yürüyorlarken orada oynayan çocuklar gördüler. Hızır onlardan birinin kafasını eliyle tuttu ve koparıp öldürdü. Bunun üzerine Mûsâ (a.s.) ile Hızır arasında bu âyetlerde haber verilen konuşma geçti.” (Buhârî, Tefsir 18/2; Müslim, Fezâil 170)

Bu arada Hızır, Mûsâ’ya şöyle demiştir:

“Ben Allah tarafından öyle bir ilim sahibiyim ki, senin onunla amel etmen uygun değildir. Çünkü sen onunla amele me’mûr değilsin. Sen de Allah tarafından öyle bir ilim sahibisin ki, benim onunla amel etmem uygun değildir. Çünkü ben onunla amele me’mur değilim.” (bk. Buhârî, Enbiyâ 27)

Hızır’ın yaptığı bu iş, birincisinden daha büyük ve daha kabul edilemez cinsten bir şeydi. Bir önceki, geminin yan tarafından bir delik açmak olup, kapatmak suretiyle telâfi edilebilirdi. Fakat öldürmenin böyle bir telâfisi mümkün değildi. Fakat önceki hâdise hakkında kötü ve tehlikeli mânasında kullanılan اِمْرًا (imren) kelimesinin, burada kullanılan نُكْرًا (nükren) kelimesinden daha ağır olduğu söylenmiştir. Çünkü bir kişiyi öldürmek, gemideki yolcuların tamamını boğmaktan daha hafiftir.

Hızır’la Mûsâ (a.s.)’ın arkadaşlıklarına son noktayı koyan olay ise şöyle gerçeşti:

75. Hızır: “Sana, «Benimle beraber bulunmaya asla sabredemezsin!» uyarısında bulunmamış mıydım?” diye çıkıştı.

Buhâri ve Müslim’de anlatıldığı üzere “Mûsâ ile Hızır (a.s.) gemiden çıktılar. Kıyıda yürüyorlarken orada oynayan çocuklar gördüler. Hızır onlardan birinin kafasını eliyle tuttu ve koparıp öldürdü. Bunun üzerine Mûsâ (a.s.) ile Hızır arasında bu âyetlerde haber verilen konuşma geçti.” (Buhârî, Tefsir 18/2; Müslim, Fezâil 170)

Bu arada Hızır, Mûsâ’ya şöyle demiştir:

“Ben Allah tarafından öyle bir ilim sahibiyim ki, senin onunla amel etmen uygun değildir. Çünkü sen onunla amele me’mûr değilsin. Sen de Allah tarafından öyle bir ilim sahibisin ki, benim onunla amel etmem uygun değildir. Çünkü ben onunla amele me’mur değilim.” (bk. Buhârî, Enbiyâ 27)

Hızır’ın yaptığı bu iş, birincisinden daha büyük ve daha kabul edilemez cinsten bir şeydi. Bir önceki, geminin yan tarafından bir delik açmak olup, kapatmak suretiyle telâfi edilebilirdi. Fakat öldürmenin böyle bir telâfisi mümkün değildi. Fakat önceki hâdise hakkında kötü ve tehlikeli mânasında kullanılan اِمْرًا (imren) kelimesinin, burada kullanılan نُكْرًا (nükren) kelimesinden daha ağır olduğu söylenmiştir. Çünkü bir kişiyi öldürmek, gemideki yolcuların tamamını boğmaktan daha hafiftir.

Hızır’la Mûsâ (a.s.)’ın arkadaşlıklarına son noktayı koyan olay ise şöyle gerçeşti:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
76. Mûsâ: “Bunu da affet! Eğer bundan sonra sana bir şey daha soracak olursam artık benimle arkadaşlık yapma! Çünkü senden bir daha özür dileyecek hâlim kalmadı” dedi.

Buhâri ve Müslim’de anlatıldığı üzere “Mûsâ ile Hızır (a.s.) gemiden çıktılar. Kıyıda yürüyorlarken orada oynayan çocuklar gördüler. Hızır onlardan birinin kafasını eliyle tuttu ve koparıp öldürdü. Bunun üzerine Mûsâ (a.s.) ile Hızır arasında bu âyetlerde haber verilen konuşma geçti.” (Buhârî, Tefsir 18/2; Müslim, Fezâil 170)

Bu arada Hızır, Mûsâ’ya şöyle demiştir:

“Ben Allah tarafından öyle bir ilim sahibiyim ki, senin onunla amel etmen uygun değildir. Çünkü sen onunla amele me’mûr değilsin. Sen de Allah tarafından öyle bir ilim sahibisin ki, benim onunla amel etmem uygun değildir. Çünkü ben onunla amele me’mur değilim.” (bk. Buhârî, Enbiyâ 27)

Hızır’ın yaptığı bu iş, birincisinden daha büyük ve daha kabul edilemez cinsten bir şeydi. Bir önceki, geminin yan tarafından bir delik açmak olup, kapatmak suretiyle telâfi edilebilirdi. Fakat öldürmenin böyle bir telâfisi mümkün değildi. Fakat önceki hâdise hakkında kötü ve tehlikeli mânasında kullanılan اِمْرًا (imren) kelimesinin, burada kullanılan نُكْرًا (nükren) kelimesinden daha ağır olduğu söylenmiştir. Çünkü bir kişiyi öldürmek, gemideki yolcuların tamamını boğmaktan daha hafiftir.

Hızır’la Mûsâ (a.s.)’ın arkadaşlıklarına son noktayı koyan olay ise şöyle gerçeşti:

77. Tekrar yola devam ettiler. Nihâyet bir kasabaya varıp halkından yiyecek bir şeyler istediler. Fakat hiç kimse onları ağırlamaya yanaşmadı. Derken orada yıkılmağa yüz tutmuş bir duvar gördüler; Hızır hemen duvarı düzeltiverdi. Mûsâ yine dayanamayıp: “Dileseydin, elbet buna karşılık bir ücret alırdın” dedi.

Resûlullah (s.a.s.)’in beyânıyla bu kasaba âdi ve bayağı kimselerin bulunduğu bir köydü. (Buhârî, İlim 44; Müslim, Fezâil 170) Öyle ki kendilerine biri peygamber, diğer veli Allah’ın iki seçkin kulu geliyor, onlara misafir olmak istiyor, fakat onları misafir etmek istemiyorlar. Hatta bu konuda diretip ısrar ediyorlar. İşin dikkat çeken tarafı, bütün bu olan bitene rağmen, kendileri de aç ve yorgun oldukları halde, Hızır (a.s.) orada gördüğü yıkılmakta olan bir duvarı hemen düzeltiveriyor. Bir mânada kötülüğe iyilikle mukabele ediyor. Ancak Mûsâ (a.s.), bu olay karşısında da yine bildiği kadarıyla şer’î ölçüler içinde hareket ederek, ihtiyaçları da olduğuna göre, en azından yaptığı bu iş karşılığında Hızır’ın bir ücret talep etmesinin yerinde olacağını söylüyor. Yiyecek istemek gibi zaruri bir ihtiyacın olduğu bir anda, mümkün olan bir kazancı bırakıp boşu boşuna bir iyilik yapmaya kalkışmak Mûsâ (a.s.)’a anlamsız görünüyor ve sabır kabı bir daha taşıyor. Aslında şer‘î çizgiler itibariyle Mûsâ (a.s.)’ın bu müdahalesinde çok anormal karşılanacak bir yön de yoktur. Fakat o, son bir defa daha Hızır’ın yaptıklarına sabredip itiraz etmeyeceğine dair söz vermişti ve bu davranışıyla sözünde duramamış oldu. Böyle Hızır’la arkadaşlığın sonu da gözüktü.

Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Allah’ın rahmeti bizim ve Mûsâ’nın üzerine olsun. Eğer acele etmemiş olsaydı, hayret edilecek daha nice şeyler görürdü. Fakat o, arkadaşından utandı; sabretmiş olsaydı hayret edecek şeyler görecekti.” (Müslim, Fezâil 172)

Artık arkadaşlıkları sona ererken Hızır ile Mûsâ (a.s.) arasında şöyle bir konuşma geçtiği nakledilir:

Hz. Mûsâ: “Halkını boğmak için mi?” dediği zaman Hızır: “Sen denizde değil miydin? Bebekken Nil nehrine bırakılmadın mı? Bir gemi olmadığı halde boğulmadın” karşılığını verdi. Mûsâ’nın: “Öldürdüğü bir cana karşı kısâsen olmaksızın masum ve günahsız bir cana kıydın, öyle mi?” demesi üzerine de Hızır: “Sen suçsuz olduğu halde kıptiyi öldürmemiş miydin?” dedi. Yine Hz. Mûsâ: “Dileseydin, elbet buna karşı bir ücret alırdın” deyince Hızır: “Sen, Şuayb’ın kızları yerine, onların davarlarını ücretsiz suladığını unuttun mu?” dedi. Yine rivayete göre Mûsâ (a.s.), “Dileseydin, elbet buna karşı bir ücret alırdın” sözünü söyleyince bir ceylan gelip aralarında durdu. İkisi de açtı. Hz. Mûsâ’nın tarafı kızarmamış, Hızır’ın tarafı ise kızarmıştı. Çünkü Hızır, bir karşılık beklemeden duvarı onarmış, Mûsâ ise onun bu işten ücret almasını istemişti. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V, 335)

Peki, Mûsâ (a.s.)’ın dayanamayıp itiraz ettiği olayların içyüzünde neler vardı, ne tür hikmetler gizliydi:

78. Hızır şöyle dedi: “İşte böylece birbirimizden ayrılma noktasına gelmiş olduk. Şimdi sana bir türlü sabredemediğin o hâdiselerin iç yüzünü haber vereceğim:”

79. “Önce gemiden başlayalım. O, geçimlerini denizden sağlayan bir takım yoksul kimselere aitti. Ben ona kasten bir miktar hasar vermek istedim. Çünkü güzergâhları üzerinde her sağlam gemiyi zorla gaspeden zâlim bir kral vardı.”


Yaptığı açıklamayla Hızır’ın gemiyi niçin delip hasarlı hâle getirdiği kolaylıkla anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bu davranış, bir ilâhî rahmet tecellisi ve o yoksullara yapılmış çok büyük bir iyiliktir. İşte Allah’ın hüküm ve fiillerinde dış görünüşe göre böyle zararlı gibi görünen bir kısım şeylere rastlanır ki, Allah katındaki sırları bilinirse, onların zarar değil fayda olduğu anlaşılır. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olabilir. Hoşlandığınız bir şey de sizin için kötü olabilir. Gerçeği Allah bilir, siz bilemezsiniz.” (Bakara 2/216)

Acaba günahsız bir çocuğun öldürülmesinde nasıl bir hikmet olabilir:

80. “Öldürdüğüm çocuğa gelince, onun ana-babası mü’min insanlardı. Fakat o çocuğun ileride onları azgınlığa ve küfre sürüklemesinden korktuk.”

81. “Böylece Rablerinin kendilerine, onun yerine daha temiz, daha hayırlı, onlara karşı daha merhametli ve daha itaatkâr bir çocuk vermesini istedik.”


Erkek çocuğun öldürülmesiyle ilgili iki ihtimal vardır:

O, göründüğü gibi masum, günahsız ve suçsuz değildi. Büluğ çağına erişmiş azgın bir kâfirdi. Mü’min olan ana-babasını da küfür ve azgınlığının istilası altına almak üzere bulunuyordu.

اَلْغُلَامُ (ğulâm) kelimesinin Arapça’da daha ziyade “bülüğa ermemiş erkek çocuk” mânasında kullanılmasından hareketle, bahsedilen kişi henüz çocuk ise de son derece küfür ve azgınlığa kabiliyetliydi. Öyle ki, ilm-i ilâhîye göre, sağ kaldığında ileride ana-babasını bile azıtacak, onları da küfre sürükleyecekti. Halbuki o ana-babanın imanlarındaki samimiyeti Allah tarafından böyle bir kötülükten korunmaya layıktı. Dolayısıyla onun çocuk yaşta ölmesi hepsi hakkında hayırlı idi. Hızır’ın çocuğu öldürmesiyle o sâlih ana-babaya üç rahmet kapısı açılmış olacaktı. Hem o azgın çocuk yüzünden görecekleri kötülükten kurtulacaklar, hem onun ölümüyle duyacakları acıya karşılık daha sevimli bir evlada erişecekler, hem de o çocuk yaşta öldüğü için ebedi azaptan kurtulacaktı. Kader planında her üç hayırlı netice de o azgının ölümüne bağlıydı.

Rivayete göre Allah Teâlâ onun yerine, bunlara bir kız çocuğu vermiş, bu kız bir peygamber annesi olmuş ve o peygamber eliyle nice insanlar hidâyete ermiştir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXI, 137)

Yıkılmaya yüz tutmuş duvara gelince:

82. “Doğrulttuğum duvar ise o şehirdeki iki yetim çocuğa aitti. Altında da o çocuklara ait gömülü bir hazine bulunuyordu. Babaları da sâlih bir kişiydi. Böylece Rabbin o iki çocuğun olgunluk çağına ulaşıp kendilerine ait o hazineyi çıkarmalarını istedi. Bunların her biri Rabbinden birer rahmet tezahürüdür; yoksa bunları kendiliğimden yapmış değilim. İşte sabretmeye tahammül gösteremediğin hâdiselerin iç yüzü bundan ibarettir.”

Duvarın altında saklanmış olan hazine, şehirde yaşayan iki yetim çocuğa atti. Bu onlara babalarında miras kalmıştı. Babaları ise sâlih bir kimseydi. Demek ki, o paraları helâl yolla kazanmış ve evlatlarına miras bırakmıştı. Bundan hareketle Cenâb-ı Hakk’ın şu üç sebeple o hazineyi, gerçek sahiplerine ulaşması için Hızır eliyle koruma altına aldığı söylenebilir:

Çocukların henüz kendi işlerini göremeyecek, bakıma muhtaç yetim olmaları. Çünkü Allah Teâlâ’nın yetimlere ayrı bir şefkat ve merhamet nazarı vardır.
Babalarının sâlih bir insan olması. Onun iyiliği çocuklarına bile fayda vermektedir.
hazinedeki paraların helâl yollarla kazanılmış olması. Bu netice, onları kazanan kişinin sâlih bir kimse olması karinesinden anlaşılmaktadır. Çünkü Allah’ın sâlih olduğunu bildirdiği insanların haramla iştigal etmeleri mümkün değildir. Dolayısıyla burada Allah Teâlâ’nın helâl olan kazancı koruduğu ve koruyacağı müjdesi vardır.

İnsan olarak bizim de başımıza gelen çeşitli olaylar ve karşılaştığımız türlü türlü hâdiseler olmaktadır. Aslında Mûsâ-Hızır kıssası olayları değerlendirirken bize apayrı bir bakış açısı kazandırmakta, adeta gözlerimize hadiselerin derinliklerine nüfûz edebileceğimiz ilâhî bir dürbün takmaktadır. İnsan olayları bu açıdan değerlendirdiğinde, Allah’a kulluğun gereklerini yapmayıp O’nun rızâsını ve sevgisini kaybetme dışında gerçek mânada bir kötülük olmadığını anlayacak, böylece hiçbir zaman çaresiz bir yılgınlık ve ümitsizlik girdabına düşmeyecektir. Zira Allah Teâlâ’nın lütfu, keremi, yardım ve inayeti bizim tasavvur edemeyeciğimiz kadar büyük ve sonsuzdur. Şimdi bunun muşahhas bir örneği olarak Zülkarneyn kıssası anlatılmaktadır:

83. Rasûlüm! Sana Zülkarneyn’den soruyorlar. De ki: “Onun hakkında size öğüt ve hatırlatma olacak bazı bilgiler okuyacağım:”

ذُو الْقَرْنَيْنِ (Zülkarneyn), kelime olarak “iki karn sahibi” demektir. Karn ise; “asır, boynuz, aynı zamanda yaşayan topluluk, bir toplumun başı, efendisi” gibi anlamlara gelir. Dolayısıyla “Zülkarneyn” terkibinde şu mânalar mülâhaza olunabilir:

Zülcenâheyn vasfına benzer, “iki kanatlı” yani işin zâhiri ve batınıyla her yönüne vâkıf, dâhi, kemâl sahibi kimse.

Görünene ve görünmeyene sahip, dünyanın doğusuna da batısına da hâkim, dolayısıyla cihangir bir padişâh. Nitekim burada anlatılan kıssasında Zülkarneyn (a.s.)’ın batıya, doğuya ve dünyanın başka yerlerine seferler yaptığı zikredilmektedir.

Hz. Zülkarneyn’in peygamber olup olmadığı tartışmalı olmakla birlikte, iyi bir mü’min ve muvahhid olduğu konusunda görüş birliği vardır. Allah Teâlâ ona büyük bir saltanat, kudret ve hâkimiyet lütfetmiştir. Ona, istediği her işi yapıp başarabilecek vasıtalar ve imkânlar vermiştir. Hz. Nûh’un oğlu Yâfes’in soyundandır. İbrâhim (a.s.) zamanında yaşadığı, hattâ onunla birlikte haccedip duasını aldığı söylenir. Kâfirlerle mücâdele etmiş, ezilen toplumlara yardım da bulunmuş ve tevhidi yaymaya çalışmıştır.

Nakledildiğine göre yeryüzünün tamamına Sadece dört kişi hâkim olabilmiştir. Bunların ikisi mü’min, ikisi kâfirdir. Mü’min olanlar, Hz. Zülkarneyn ile Hz. Süleyman; kâfir olanlar ise Nemrûd ve Buhtünnasr’dır. Hükmünü bütün dünyaya icrâ edecek beşinci bir şahıs da bu ümmetten olacaktır. O da; “Allah, İslâm’ı bütün dinlere üstün ve hâkim kılacaktır.” (Tevbe 9/33) âyeti mûcibince Mehdî (a.s.)’dır. (Kurtubî, el-Câmi‘, XI, 47-48)

Zülkarneyn (a.s.)’ın yeryüzünün doğularına ve bâtılarına ulaşmaya nasıl güç yetirebildiği sorulunca Hz. Ali şu cevâbı vermiştir: “Bulutlar boyun eğdirilir, lâzım olan her şey emrine verilir, nûrlar ona açılır da geceyle gündüz kendisi için eşit olurdu.” (İbn İshâk, es-Sîre, s. 185)

Âyetlerin iniş sebebiyle ilgili şu hâdise nakledilir:

Resûlullah (s.a.s.), Mekke’de yaşamış olan eski kavimlerin başından geçen ibretli hâdiseleri anlatırken yahudiler ve İranlılar da, geçmiş ümmetlerin hikâyelerini kendilerine göre anlatmaya başladılar. Bu arada Medine’de, âhir zamanda gelecek peygamberin kendi içlerinden çıkacağına inanan yahudiler vardı. Bunlar, Mekkeli müşriklere:

“Orada bir peygamber çıkmış, eğer o gerçek bir peygamberse kendisine Ashâb-ı Kehf, Zülkarneyn ve rûhun mâhiyeti hakkında mâlumat sorun! Şâyet Ashâb-ı Kehf ile Zülkarneyn için tam, rûhun mâhiyeti hakkında da kısmen cevap verirse, gerçekten peygamberdir; kendisine tâbî olun! Fakat o, bu üç şeyden haber veremezse, yalancıdır!” dediler. Mekkeli müşrikler de Peygamberimiz (s.a.s.)’e gelerek: “Ashâb-ı Kehf ve doğu ile batıya sefer yapan Zülkarneyn kimdir? Rûhun mâhiyeti nedir?” diye sordular. Bunun üzerine Kehf Sûresi nâzil olarak orada Zülkarneyn’den bahseden bu âyetler de inmiş oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 306; Âlûsî, Rûhu’l-me‘ânî, XVI, 24)

Bahsedildiği üzere maddi ve manevî imkanlarlaa donatılan Zülkarneyn (a.s.) seferlerine başlıyor. İlki batı tarafına:

84. Gerçekten biz onu yeryüzünde iktidar ve hâkimiyet sahibi kıldık. Ve onu hedeflerine ulaşmak için lâzım gelen akıl, ilim, kuvvet ve idarecilik gibi vasıflarla ve imkânlarla donattık.

ذُو الْقَرْنَيْنِ (Zülkarneyn), kelime olarak “iki karn sahibi” demektir. Karn ise; “asır, boynuz, aynı zamanda yaşayan topluluk, bir toplumun başı, efendisi” gibi anlamlara gelir. Dolayısıyla “Zülkarneyn” terkibinde şu mânalar mülâhaza olunabilir:
Zülcenâheyn vasfına benzer, “iki kanatlı” yani işin zâhiri ve batınıyla her yönüne vâkıf, dâhi, kemâl sahibi kimse.

Görünene ve görünmeyene sahip, dünyanın doğusuna da batısına da hâkim, dolayısıyla cihangir bir padişâh. Nitekim burada anlatılan kıssasında Zülkarneyn (a.s.)’ın batıya, doğuya ve dünyanın başka yerlerine seferler yaptığı zikredilmektedir.

Hz. Zülkarneyn’in peygamber olup olmadığı tartışmalı olmakla birlikte, iyi bir mü’min ve muvahhid olduğu konusunda görüş birliği vardır. Allah Teâlâ ona büyük bir saltanat, kudret ve hâkimiyet lütfetmiştir. Ona, istediği her işi yapıp başarabilecek vasıtalar ve imkânlar vermiştir. Hz. Nûh’un oğlu Yâfes’in soyundandır. İbrâhim (a.s.) zamanında yaşadığı, hattâ onunla birlikte haccedip duasını aldığı söylenir. Kâfirlerle mücâdele etmiş, ezilen toplumlara yardım da bulunmuş ve tevhidi yaymaya çalışmıştır.

Nakledildiğine göre yeryüzünün tamamına Sadece dört kişi hâkim olabilmiştir. Bunların ikisi mü’min, ikisi kâfirdir. Mü’min olanlar, Hz. Zülkarneyn ile Hz. Süleyman; kâfir olanlar ise Nemrûd ve Buhtünnasr’dır. Hükmünü bütün dünyaya icrâ edecek beşinci bir şahıs da bu ümmetten olacaktır. O da; “Allah, İslâm’ı bütün dinlere üstün ve hâkim kılacaktır.” (Tevbe 9/33) âyeti mûcibince Mehdî (a.s.)’dır. (Kurtubî, el-Câmi‘, XI, 47-48)

Zülkarneyn (a.s.)’ın yeryüzünün doğularına ve bâtılarına ulaşmaya nasıl güç yetirebildiği sorulunca Hz. Ali şu cevâbı vermiştir: “Bulutlar boyun eğdirilir, lâzım olan her şey emrine verilir, nûrlar ona açılır da geceyle gündüz kendisi için eşit olurdu.” (İbn İshâk, es-Sîre, s. 185)

Âyetlerin iniş sebebiyle ilgili şu hâdise nakledilir:

Resûlullah (s.a.s.), Mekke’de yaşamış olan eski kavimlerin başından geçen ibretli hâdiseleri anlatırken yahudiler ve İranlılar da, geçmiş ümmetlerin hikâyelerini kendilerine göre anlatmaya başladılar. Bu arada Medine’de, âhir zamanda gelecek peygamberin kendi içlerinden çıkacağına inanan yahudiler vardı. Bunlar, Mekkeli müşriklere:

“Orada bir peygamber çıkmış, eğer o gerçek bir peygamberse kendisine Ashâb-ı Kehf, Zülkarneyn ve rûhun mâhiyeti hakkında mâlumat sorun! Şâyet Ashâb-ı Kehf ile Zülkarneyn için tam, rûhun mâhiyeti hakkında da kısmen cevap verirse, gerçekten peygamberdir; kendisine tâbî olun! Fakat o, bu üç şeyden haber veremezse, yalancıdır!” dediler. Mekkeli müşrikler de Peygamberimiz (s.a.s.)’e gelerek: “Ashâb-ı Kehf ve doğu ile batıya sefer yapan Zülkarneyn kimdir? Rûhun mâhiyeti nedir?” diye sordular. Bunun üzerine Kehf Sûresi nâzil olarak orada Zülkarneyn’den bahseden bu âyetler de inmiş oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 306; Âlûsî, Rûhu’l-me‘ânî, XVI, 24)

Bahsedildiği üzere maddi ve manevî imkanlarlaa donatılan Zülkarneyn (a.s.) seferlerine başlıyor. İlki batı tarafına:

85. O da ilk olarak batıya doğru bir yol tuttu.

86. Nihâyet güneşin battığı yere, batı sahillerine varınca onu kızgın, kara, balçıklı bir gözede batıyor buldu. Orada azgın bir topluluğa rastladı. Ona: “Ey Zülkarneyn! İstersen bunları cezalandırırsın veya onlara güzel davranıp affedersin, bu hususta muhayyersin” dedik.

87. Zülkarneyn şöyle dedi: “Kim zulmederse onu cezalandıracağız; sonra o Rabbine döndürülecek, Rabbi de ona benzeri görülmedik bir şekilde azap edecektir.”

88. “İman edip sâlih ameller işleyene gelince, içte onun için pek güzel bir mükâfat vardır. Ona emrimizden kolay olanı söyleyeceğiz.”


Zülkarneyn (a.s.), memleketinin sınırlarını genişletip devletini güçlendirdi. Allah’ın buyruklarını dünyaya tebliğ etmeye başladı. Mü’minlerden meydana gelen ordusuyla ilk önce batıya doğru ilerledi. Uğradığı her yerde kâfirleri tevhîd inancına davet etti. Batının son noktasına kadar ilerledi. Artık karalar bitmiş, engin denizlerin kıyılarına ulaşmıştı. Güneş, sanki kara bir balçık gözesine batıyor gibiydi. Orada kâfir bir kavme rastladı. Onların bir kısmı iman etti. İmân etmeyenlerle savaşarak hepsini mağlûb etti. Sonunda onlar da tevbe edip topluca tevhîd inancını kabul ettiler. Kendisine uyanlar kurtuluşa erdiler, iman etmeyenler de cezalarını gördüler.

Zülkarneyn’in ikinci büyük seferi doğuya oldu

89. Sonra doğuya doğru bir yol tuttu.

90. Nihâyet güneşin üstüne ilk doğduğu yere varınca, onu öyle bir kavim üzerine doğuyor buldu ki, biz onlar için güneş ışınlarına karşı korunacakları hiçbir siper yapmamıştık.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
91. İşte Zülkarneyn’in durumu bundan ibarettir. Şüphe yok ki biz onun bütün yaptıklarından ve sahib olduğu ilim ve salâhiyetten haberdardık.

Zülkarneyn (a.s.), batıdan sonra doğuya sefer yaptı. Üzerlerine güneşin ilk doğduğu yerlere vardı. Zülkarneyn’in, arka arkaya ülkeler fethederek doğu tarafına ilerlediği, nihâyet medenî yaşayışın sona erdiği, ibtidâî, evsiz barksız bir halde yaşayan insanların bulunduğu en uzak doğu bölgelerine ulaştığı anlaşılıyor. Topraklarında kendilerini güneşin sıcağından koruyabilecek ağaç veya herhangi bir bitki örtüsü de bulunmuyordu. Buradaki insanlar, güneş vurunca mağaralara veya denize girerlerdi. Ancak güneşin şiddetli sıcağı geçince ihtiyaçlarını karşılamak üzere mağaralarından dışarı çıkarlar, geçimlerini temin için çalışırlardı. Zülkarneyn, onları da hak dîne davet etti.

Zülkarneyn (a.s.), yaptığı seferlerden birinde, ölüm endişesi ve nefs engelini aşmaya çalışan bir kavme uğradı. Oradaki insanların dünya serveti nâmına altın, gümüş gibi hiçbir şeyleri yoktu. Rızıklarını sebzeden te’mîn ederlerdi. Sebzelerini korumaya çok ihtimam gösterirlerdi. Ayrıca bu kavimde herkes, kendi mezarını kazar, her gün onu temizler ve ibâdetlerini burada yapardı. Zülkarneyn (a.s.), bunların hükümdarlarını çağırttı. Hükümdar:

“–Ben kimseyi istemiyorum. Beni isteyen de yanıma gelir!” dedi. Zülkarneyn bu söz üzerine hükümdarın yanına giderek:
“–Ben seni davet ettim, niye gelmedin?” diye sordu. Hükümdar:
“–Sana bir ihtiyacım yok, olsa gelirdim” cevâbını verdi. Bunun üzerine Zülkarneyn:
“–Bu hâliniz nedir? Sizdeki bu hâli kimsede görmedim!” deyince, Hükümdar:
“–Evet biz, altın ve gümüşe kıymet vermiyoruz. Çünkü baktık ki bir kimsenin eline bunlardan bir miktar geçince, bu sefer daha fazlasını isteyerek huzûru bozuluyor... Onun için dünyalık peşinde değiliz” dedi. Zülkarneyn (a.s.):
“–Bu mezarlar nedir? Neden bunları kazıyor ve ibâdetlerinizi burada yapıyorsunuz?” diye sordu. Hükümdar:
“–Dünyalık peşinde koşmamak için bunu böyle yaptık. Mezarları görüp de oraya gireceğimizi hatırlayınca, her şeyden vazgeçeriz” dedi. Hz. Zülkarneyn:

“–Niçin sebzeden başka yiyeceğiniz yok? Hayvan yetiştirseniz; sütünden, etinden istifade etseniz olmaz mı?” dedi. Hükümdar:
“–Mîdelerimizin hayvanlara mezar olmasını istemiyoruz. Bitkilerle geçimimizi sağlıyoruz. Zâten boğazdan aşağı geçtikten sonra hiçbirinin tadını alamayız!” diye cevap verdi.

Bu kıssayı dünyaya karşı zahid ve müstağni olma bakımından değerlendirmek ve o açıdan yaptığı telkini dikkate almak gerekir. Çünkü şer’î bakımdan Allah Teâlâ’nın helâl kıldığı hayvanların etinden yemenin hiçbir mahzuru yoktur. Burada bahsedilen, o kavmin kendisine mahsus bir tercihidir.

Zülkarneyn (a.s.)’ın diğer bir ibretli kıssası da şöyledir:

Birisi Zülkarneyn (a.s.)’a:

“–Bana imanımı ve yakînimi kuvvetlendirecek bir şey öğret!” dedi. O da:

“Öfkelenip kimseye kızma! Zira şeytanın insana en çok musallat olup zarar vereceği an öfke ânıdır. Sakın acele etme! Acele ettiğin zaman, nasîbini zâyî edersin. Akraban olsun olmasın yakın uzak herkese karşı mülâyim ol! İnatçı, inkârcı ve zâlim olma!” diye cevap verdi.

Zülkarneyn (a.s.) ölmeden önce şöyle vasiyet etmiştir:

“–Beni yıkayın, kefenleyin! Sonra bir tabuta koyun! Yalnız kollarım dışarıya sarkık kalsın! Hizmetkârlarım arkamdan gelsin! Hazînelerimi de katırlara yükleyin! Halk, benim son derece ihtişamlı bir saltanat ve dünya mülküne rağmen eli boş gittiğimi, hizmetkârlarımın da, hazînelerimin de bu dünyada kalarak benimle beraber gelmediğini görsün! Bu yalancı ve fânî dünyaya aldanmasın!..”

Söyledikleri aynen yapıldı. Âlimler bu vasiyeti şöyle tefsîr etmişlerdir: “Arkamdan gelen ordular ile doğu ve batıya hâkim oldum. Maiyyetimde birçok hizmetçi ve sayısız asker vardı. Hiçbiri emrimden dışarıya çıkmadı. Dünya, baştanbaşa benim idârem altında idi. Sayısız hazînelere sahip oldum. Fakat dünya nimetleri kalıcı değildir. İşte gördüğünüz gibi mezarıma eli boş gidiyorum! İşte dünya malı dünyada kaldı. Sizler âhirette faydalı olan işleri yapın!..” Nitekim Resûlullah (s.a.s.) de Zülkarneyn (a.s.)’ın vasiyetiyle işaret ettiği hakîkati şöyle beyân buyurmuştur:

“Ölüyü kabre kadar üç şey tâkip eder: Çoluk-çocuğu, malı ve ameli. Bunlardan ikisi geri döner, biri kalır. Çoluk-çocuğu ve malı geri döner, ameli kendisiyle kalır.” (Buhârî, Rikak 42; Müslim, Zühd 5)

Hz. Zülkarneyn üçüncü seferini yüksek dağlar arasında bulunan bir bölgeye yaptı:

92. Sonra bir yol daha tuttu.

93. Nihâyet karşılıklı iki büyük set gibi yükselen dağların arasına ulaşınca, onların önünde neredeyse hiçbir söz anlamayacak kadar konuşma bilmeyen bir topluluğa rastladı.


Zülkarneyn (a.s.) daha sonra kuzeye doğru sefer yaptı. Yabancı dille konuşan, neredeyse hiçbir söz anlamayan ve anlatamayan bir kavme rast geldi. Tercüman vâsıtasıyla konuşuyorlardı. Bu insanlar, Zülkarneyn (a.s.)’a Ye’cûc ve Me’cûc diye isimlendirdikleri hak hukuk tanımaz kabilelerin kendilerini rahatsız ettiklerinden şikâyette bulundular. Ondan kendilerini bu zararlı yaratıklardan koruyacak bir set yapmasını istediler. Bunun üzerine “Sedd-i Zülkarneyn” yapıldı. Bu kavim de, hidâyet yolunu seçip müslüman oldu.

Rivayete göre, Ye’cûc ve Me’cûc, kötü ve belâlı iki millettir. Yüzleri yassı, gözleri küçük, kulakları çok büyük, boyları kısa, sayıları çoktur. Kıyâmete yakın yeryüzüne yayılacaklardır. Ye’cûc ve Me’cûc kavminde ânî doğumlar olacak, böylece birden bire artacaklardır. Nasıl sinekler pislikler üzerinde birden çoğalıyorlarsa, onlar da öyle çoğalacaklardır. Şu an bulundukları yer Hak Teâlâ’nın ilminde gizlidir. Allah Resûlü (s.a.s.) bir hadîs-i şerîflerinde bu zâlim kavmin cehenneme atılacağını şöyle haber vermektedir:

“Azîz ve Celîl olan Allah kıyâmet günü:

«–Ey Âdem!» diye seslenir. Âdem (a.s.):
«–Buyur Rabbim! Emrindeyim, bütün hayırlar senin elindedir» der. Âdem (a.s.)’ a şöyle bir nidâ ulaşır:
«–Allah sana, cehennem ehlini çıkarmanı emrediyor!» Hz. Âdem sorar:
«–Ey Rabbim! Cehennem ehli ne kadardır?»
«–Her binden dokuzyüz doksandokuzu!»
İşte hamilelerin çocuğunu düşürdüğü, çocukların ihtiyarladığı, insanların sarhoş olmadıkları hâlde azâbın şiddetinden sarhoşa döndüklerini göreceğin zaman bu zamandır.”


Bu haber ashâb-ı kirâma çok ağır geldi. Öyle ki yüzlerinin rengi değişti. Efendimiz şöyle devam etti: “Ye’cûc ve Me’cûc’dan binde dokuzyüz doksandokuz, sizden ise binde bir cehenneme girecektir. Şunu da bilin ki; siz insanlar arasında, beyaz bir öküzde siyah bir kıl veya siyah bir öküzde beyaz bir kıl kadarsınız.” (Buhârî, Tefsir 22/1; Enbiyâ 7)

Zülkarneyn’in burada karşılaştığı kavmin başında büyük bir bela vardı. Bu yüzden:

94. Onlar: “Ey Zülkarneyn! Ye’cûc ve Me’cûc dediğimiz hak hukuk tanımaz kabileler, iki dağın arasındaki şu geçitten bize sürekli saldırarak bu ülkede bozgunculuk yapıp duruyorlar. Sana bir miktar vergi versek de, bizimle onların arasında aşamayacakları bir set yapsan olmaz mı?”

95. Zülkarneyn şöyle cevap verdi: “Rabbimin bana bahşettiği nimet ve imkânlar, sizin vereceğiniz vergiye ihtiyaç bırakmayacak kadar çok, yeterli ve benim için daha hayırlıdır. Haydi siz bana bedenî kuvvetiniz ve iş gücünüzle yardım edin de sizinle onlar arasında aşılmaz sağlam bir set yapayım.”

96. “Bana demir kütleleri getirin!” Zülkarneyn iki dağın arasını demir kütleleriyle doldurtup dağlarla aynı seviyeye getirince: “Şimdi ateş yakın ve körükleyin!” dedi. Demir yığınlarını kor ateş hâline getirince de: “Bana erimiş bakır getirin de üzerine dökeyim” dedi.

97. Artık Ye’cûc ve Me’cûc ne seddi aşabildiler, ne de onda bir delik açabildiler.

98. Zülkarneyn: “Bu set, Rabbimin kullarına bir rahmetidir. Fakat Rabbimin belirlediği vakit gelince onu yerle bir edecektir. Çünkü Rabbimin va‘di haktır ve mutlaka gerçekleşecektir” dedi.


O kavim, kendilerini Ye’cûc ve Me’cûc belâsından kurtaracak bir set yapması karşılığında Zülkarneyn’e, istediği takdirde bir çeşit vergi vermeyi bile teklif ettiler. Fakat Zülkarneyn (a.s.), Allah Teâlâ’nın kendine lütfettiği mâlî kuvvet ve diğer vasıtaların yeterli derecede olduğunu, dolayısıyla onlardan alacağı vergiye ihtiyacı bulunmadığını bildirdi. Bir mânada, idâreci olarak düşmanların saldırılarından onları korumanın kendisinin bir vazifesi olduğunu, bu sebeple onlardan bu gaye ile fazla bir vergi almasının doğru olmayacağını söyledi. Allah’ın kendine verdiği hazinelerin bunu yaptırmaya yeteceğini, fakat sadece iş gücü olarak kendisine yardım etmelerinin gerekeceğini bildirdi.

Onlardan büyük demir kütleleri getirmelerini istedi. Onlar da getirdiler. Bunları iki dağın veya iki tepenin arasına, tepelerle aynı seviyeye gelinceye kadar doldurdu. Karşılıklı iki uç arasını düzeltince bu demir kütlelerini körüklemelerini söyledi. Körüklediler ve o dev demir yığını tam bir kor ateş haline geldi. Bunların üzerine de erimiş bakır döktü. Böylece son derece sağlam bir set yapılmış oldu. Öyle ki Ye’cûc ve Me’cûc bir daha onu ne aşabildiler, ne de delip geçmeye güç yetirebildiler. Fakat bu set bu haliyle sonsuza dek sürecek değildir. Allah’ın dilediği kadar sağlam kalacak ve O’nun vaadi geldiğinde paramparça olacaktır. O zaman dünyadaki hiçbir güç onu koruyup, muhafaza edemeyecektir.

“Allah’ın va‘di”yle iki şey kastedilmiş olabilir:

Dünyada insan hayatı devam ederken bu seddin yıkılacağı belli bir zaman,
Her şeyin yıkılıp yok edileceği kıyamet vakti. Nitekim bu mânaya işareten âyet-i kerîmede: “Nihayet bir zaman gelecek, Ye’cûc ve Me’cûc’un seddi açılacak, her tepeden yığın yığın akın etmeye başlayacaklar” (Enbiyâ 21/96) buyrulur. Bir gün gelecek bu âyetin sırrı belirip Ye’cûc ve Me’cûc çıkacak, yeryüzünün düzeni bozulacak, sonra kıyâmet kopacaktır.

Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Ye’cûc ve Me’cûc, Zülkarneyn’in yaptığı seddi her gün oyarlar. Tam delecekleri sırada başlarında bulunan reis:
«–Bırakın artık, delme işini yarın yaparsınız» der. Onlar bırakıp gidince
Allah seddi daha sağlam bir şekilde eski hâline getirir. Böylece günler geçer, kendilerine takdir edilen müddet dolar ve onların insanlara musâllat olmalarının murâd edildiği vakit gelir. O zaman başlarındaki reis:
«–Haydi dönün! Yarın inşallah seddi deleceksiniz» der -ve ilk defa inşallah tâbirini kullanır-.”


Allah Resûlü (s.a.s.) devamla şöyle buyurdu:

“O gün dönüp giderler. Ertesi gün geldikleri vakit seddi ne hâlde bırakmışlarsa öyle bulurlar ve o günkü çalışma sonunda delerler. Açılan delikten insanların üzerine boşanırlar. Önlerine çıkan suları içip kuruturlar. İnsanlar onlardan korkup kaçar. Ye’cûc ve Me’cûc göğe bir ok atar. Bu ok kana bulanmış olarak kendilerine geri döner. Bunun üzerine şöyle derler:
«−Yeryüzünde olanları ezim ezim ezdik, gökte olanları da alçaltıp alt ettik...»
Allah onları enselerinden yakalayacak bir kurtçuk gönderir. Bu kurt, onları toptan helâk edip, herbirini parçalanmış hâlde yere serer. Muhammed’in nefsini elinde tutan Zât’a yemin ederim ki, yeryüzünde bütün hayvanlar onların etinden yiyerek canlanır, sütlenir ve semirir.”
(Tirmizî, Tefsir 18/6; İbn Mâce, Fiten 33/4080)

Fahr-i Kâinat (s.a.s.), yine ümmetini bütün fitnelere karşı, özellikle de Ye’cûc ve Me’cûc belâsına karşı îkâz etmiştir. Zeyneb bint-i Cahş (r.a.) şöyle anlatıyor:

“Resûlullah (s.a.s.), bir gün korkulu bir vaziyette odaya girdi. Şöyle diyordu:

«Lâ ilâhe illâllâh, yaklaşan bir belâdan dolayı Arab’ın vay hâline!” Baş parmağı ile şehâdet parmağını halka yaparak gösterdi ve: “Bugün Ye’cûc ve Me’cûc’ün seddinden şöyle bir gedik açıldı» dedi. Ben:
«–Ey Allah’ın Rasûlü, yâni içimizde sâlih kimseler olduğu hâlde toptan helâk mi olacağız?» dedim.
«–Evet, fenâlıklar artarsa öyle olur!» buyurdu.” (Buhârî, Enbiyâ 7; Müslim, Fiten, 1/2880)

Hadîs-i şerîfte, “Yaklaşan bir belâdan dolayı Arab’ın vay hâline!” buyrularak “Arab” isminin zikredilip diğer milletlerin isimlerinin zikredilmemesinin hikmeti, o gün için müslümanların hemen hemen tamâmını Araplar’ın teşkîl etmesi gerçeğidir. Bu bakımdan buradaki ifade, bütün toplulukları içine almaktadır.

Şimdi de hem Ye’cûc ve Me’cûc’un, hem diğer kâfirlerin kıyâmet günündeki hallerinden bir takım manzaralar sunulmaktadır:

99. O gün biz insanları salıvereceğiz, deniz dalgaları gibi birbirine çarparak çalkalanacaklar. Sûra üflenecek ve insanların hepsini bir araya getireceğiz.

100. O gün biz cehennemi bütün dehşetiyle kâfirlere sunacağız.

101. O kâfirler ki, kalp gözleri bizim zikrimize karşı perdelidir ve onların Kur’ân-ı Kerîm’i dinlemeye tahammülleri yoktur.


Kıyâmet günü geldiğinde Allah Teâlâ, Ye’cûc ve Me’cûc’u salıverecek, bunlar büyük ve kalabalık bir topluluk oluşturacaklar ve deniz dalgaları gibi birbirine karışacak, âdetâ deniz gibi çalkalanıp duracaklardır. Böyle müthiş bir manzara arzedeceklerdir. Peşinden sûra üflenecek, kıyâmet kopacak, Allah Teâlâ bütün insanları diriltecek, Ye’cûc ve Me’cûc ile birlikte hepsini mahşer yerinde toplayacak ve hesaba çekecektir. Dünya hayatında gözlerini ilâhî hakikatlere, basîretlerini Allah’ın zikrine karşı perdeleyenler, bu gerçekleri görmezden gelenler ve Kur’ân-ı Kerîm’in cehennemle ikaz eden âyetlerini dinlemeye tahammül edemeyen bedbahtlar, mecburi giriş istikâmeti olarak cehennemle yüz yüze getirileceklerdir.

Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur:

O gün cehennem getirilir. Onun yetmiş bin yuları vardır. Kıyâmet gününde her yuların başında Allah’ın onu yarattığı yerden çeken yetmiş bin melek vardır. Cehennem öyle bir yere konur ki, cennete geçebilmek için sırat köprüsünden başka bir yol kalmaz.” (Müslim, Cennet 29; Tirmizî, Cehennem 1)

Hak dostlarından biri, âyetin “onların kalp gözleri bizim zikrimize karşı perdelidir” (Kehf 18/101) kısmını şöyle izah eder:
“Onların baş gözleri, gaflet perdesiyle ibretle nazar kılabilmekten perdelenmiştir. Kalp gözleri, dünya muhabbeti ve şehvet perdeleriyle âhiretin derecelerini ve derekelerini görmekten perdelenmiştir. Sır gözleri, dünya ve âhirete iltifat perdesiyle Yaratıcı’nın âyetlerini müşâhededen perdelenmiştir. Ruh gözleri, mâsivallah perdesiyle Allah Teâlâ’yı zikirden perdelenmiştir. Şu bir hakikat ki, bâtın gözü müşâhedeyle, zâhir gözü ise ibret nazarıyla açılır. Yine zâhirdeki işitme vâsıtası olan kulak, batın kulağına tâbidir. Resûlullah (s.a.s.)’in sünnetlerini ve sâlihlerin sîretlerini dinlemek de, Hak kelâmını dinlemeye dâhildir.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V, 359)

Dolayısıyla âhirette karşılaşılacak o feci âkıbetten kurtuluş için, şimdi fırsat varken gözlerimizi ve gönüllerimizi Allah’ın zikrine; kulaklarımızı da Allah’ın kelâmına açmamız; onları saran kalın perdeleri kaldırmamız gerekmektedir. Aksi takdirde iyi şeyler yaptığımızı zannettiğimiz halde, mahşer günü amelleri boşa çıkmış nâdanlardan olma tehlikesi vardır:

102. Yoksa o kâfirler, beni bırakıp da kullarımı kendilerine dost edinerek onların şefaatlarıyla kurtulacaklarını mı sandılar? Şüphesiz ki biz, cehennemi kâfirler için en münâsip bir konaklama yeri olarak hazırlamışızdır.

Bu âyette, yegâne ilâh, rab ve yaratıcı olan Allah Teâlâ’yı bırakıp da O’nun yarattığı kulları; meselâ bir kısım sâlih insanların sembolleri olan putları, melekleri, şeytanları, Hz. İsa’yı ilâh edinenler azarlanmaktadır. Çünkü Allah’tan başka hiçbir varlık ilâh olmaya lâyık değildir. Bunlar, kendilerine tapanlara mahşer günü hiçbir fayda sağlayamayacak, onların cehenneme yuvarlanmasına mâni olamayacaklardır. Onlara konaklama yeri olarak cehennem hazırlanmıştır. Âyetteki نُزُلٌ (nüzül) kelimesi, misafirler için hazırlanan yer ve sığınak demektir. Bu mânaya göre kâfirler alaya alınmaktadır.

Yaptıkları ameller ve bunlara karşılık bekledikleri neticeler itibariyle en çok zarara uğrayacak kişiler şu durumda olan zavallılardır:

103. Rasûlüm! De ki: “Yaptıkları ameller yüzünden en çok zarara uğrayacakları haber verelim mi?”

104. “Onlar, güzel şeyler yaptıklarını zannetmelerine rağmen, dünya hayatında yaptıkları çalışmalar boşa giden kimselerdir.”

105. İşte onlar, Rablerinin âyetlerini ve O’na kavuşmayı inkâr etmişler de bu yüzden bütün amelleri boşa gitmiştir. Tartılacak şeyleri kalmadığından kıyâmet günü onlar için artık bir terâzi koymayacak, onlara hiçbir kıymet vermeyeceğiz.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
106. İşte inkâr etmeleri, âyetlerimi ve peygamberlerimi alaya almaları sebebiyle onların cezası cehennemdir!

Bahsedilen gafiller, dünyada yaşarken iyi işler yaptıklarını sanmaktadırlar, fakat âhirete vardıklarında o amellerin hepsinin boşa gittiğini ve kendilerine hiçbir fayda sağlamayacağını göreceklerdir. Bu, ya kâfirlerin yaptıkları okul, hastane, su ve yol gibi zâhiren sadaka-i câriye gibi görünen işlerin ve sıla-i rahim, fakirleri doyurma, köle âzâdı gibi iyi amellerin hazin âkıbetini haber vermektedir. Ya da aslında kötü olmakla birlikte kâfirlerin iyi zannettikleri ve sevabına nâil olmayı umdukları kötü amellerin acı âkıbetini beyân etmektedir. Onlar:

“Gül ister iken sataştı hâre
Nûr ister iken tutuştu nâre”
(Fuzûlî)

beytinde ifade edildiği gibi “gül dereyim derken gülün dikenlerine dolanan, ışık elde edeyim derken ateşe tutuşan” kişi gibi oldular. Bu yüzden kâfirler, Allah’ın âyetlerini ve bu hayattan sonra Allah’ın huzuruna çıkıp yaptıklarından hesap vermeyi inkâr ettikleri için dünyadaki bütün amelleri boşa çıkacaktır. Yaptıkları iyilikler âhirette terâziye konmayacak, hesaba alınmayacak, onların bir ağırlığı ve bir kıymeti olmayacaktır. Onlar, inkâr ettikleri, Allah’ın âyetlerini ve peygamberlerini alaya aldıkları için böyle cezalandırılacaklardır. Hâsılı insanlar, yaptıkları ve bunun sonuçları hakkında nasıl bir kuruntu ve hayal peşinde olurlarsa olsunlar, makbul bir imana bağlı bulunmayan amellerin hiçbiri ukbâda geçerli olmayacaktır.

Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Kıyamet gününde iriyarı, oldukça şişman bir adam gelecek de sivrisineğin kanadı kadar bir ağırlığı olmayacaktır. Arzu ederseniz: «Tartılacak şeyleri kalmadığından kıyamet günü onlar için artık bir terâzi koymayacak, onlara hiçbir kıymet vermeyeceğiz» âyetini okuyun.” (Buhârî, Tefsir 18/6; Müslim, Munâfikîn 18)

Mahşer günü terâzi; hem iyilikleri hem de günahları olan mü’minlerin tâat ve mâsiyetlerini tartmak, bunlardan hangisinin ağır ve hangisinin hafif geleceğini belirlemek, netice itibariyle bunların affedilip edilmeyecek olanlarını tespit edip kişinin âkıbeti hakkında karar vermek için kurulacaktır. Daha kısa bir ifadeyle terâzi, yalnız tevhid ehli için ve kemiyet yâni amellerin miktarını belirleme açısından olacaktır. Küfür ise iyilikleri kemiyet değil, keyfiyet açısından yok edeceği için kâfirlerin amellerini tartmak üzere terâzi kurulmayacaktır.

et-Te’vîlâtü’n-Necmiyye’de şu izah yapılır: Kıyâmet gününde amellerin tartılması, sahiplerinin sıdk ve ihlâsına göre olur. Kimin ihlâsı çoksa, tartısının ağırlığı da artar. İhlâsı olmayan kimselerin amellerinin de bir tartısı ve ağırlığı olmaz. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Biz kıyâmet günü onların yaptıkları bütün amellerin üzerine varıp, hepsini toz duman edeceğiz.” (Furkân, 25/23) Böyle hebâ olup dağılmış bir amelin bir ölçüsü ve kıymeti olabilir mi? (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V, 361-362)

İman edip sâlih ameller işleyenlerin ebedî saadet ve selamet dolu sonlarına gelince:

107. İman edip sâlih ameller işleyenlere gelince, onların konaklama yerleri Firdevs cennetleridir.

اَلْفِرْدَوْسُ (Firdevs), cennetin en yüksek, en üstün, en güzel ve en yüce yeridir. Bununla alakalı olarak Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Kim Allah’a ve Rasûlü’ne iman eder, namazı dosdoğru kılar, ramazan orucunu tutarsa yüce Allah onu cennete gönderir. O kişi ister Allah yolunda cihâd etsin, isterse de doğduğu toprakta otursun.” Oradakiler: “Ey Allah’ın Resûlü, bunu insanlara müjdelemeyelim mi?” dediklerinde şöyle buyurdu: “Cennette yüz derece vardır. Yüce Allah bu dereceleri Allah yolunda cihad edenler için hazırlamıştır. Her iki derece arası gök ile yer arası kadardır. Bu sebeple yüce Allah’tan isteyeceğiniz vakit Firdevs’i isteyin. Firdevs cennetin en orta ve en yüce yeridir. Onun üstünde de Rahman’ın arşı vardır. Cennet ırmakları oradan kaynar.” (Buhâri, Cihad 5; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 335)

Firdevs cennetine giren iman ve sâlih amel sahibi o bahtiyarlar, orada ebedi kalırlar ve oradan hiç ayrılmak istemezler. Çünkü orada nimet ve huzur içinde olacaklar, hiç usanmayacaklardır. Bu ifade, cennetin çok mükemmel bir şekilde tanzim ve tezyin edildiğine delâlet etmektedir. Zira insan, dünyada kendisine huzur ve saadet bahşeden bir mevkiye varınca, daha yükseğine tamah eder.

Cennetin derecelerinin ve güzelliğinin sonu olmadığı halde onu ve her şeyi yaratan, zatını anlamak mümkün olmayan, isim ve sıfatlarının tecellisinin nihayeti bulunmayan Allah’ın kelimelerine bir son belirlemek mümkün olabilir mi:

108. Onlar orada ebedî olarak kalacaklar; usanç duyup da oradan bir an olsun ayrılmak istemeyeceklerdir.

اَلْفِرْدَوْسُ (Firdevs), cennetin en yüksek, en üstün, en güzel ve en yüce yeridir. Bununla alakalı olarak Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Kim Allah’a ve Rasûlü’ne iman eder, namazı dosdoğru kılar, ramazan orucunu tutarsa yüce Allah onu cennete gönderir. O kişi ister Allah yolunda cihâd etsin, isterse de doğduğu toprakta otursun.” Oradakiler: “Ey Allah’ın Resûlü, bunu insanlara müjdelemeyelim mi?” dediklerinde şöyle buyurdu: “Cennette yüz derece vardır. Yüce Allah bu dereceleri Allah yolunda cihad edenler için hazırlamıştır. Her iki derece arası gök ile yer arası kadardır. Bu sebeple yüce Allah’tan isteyeceğiniz vakit Firdevs’i isteyin. Firdevs cennetin en orta ve en yüce yeridir. Onun üstünde de Rahman’ın arşı vardır. Cennet ırmakları oradan kaynar.” (Buhâri, Cihad 5; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 335)

Firdevs cennetine giren iman ve sâlih amel sahibi o bahtiyarlar, orada ebedi kalırlar ve oradan hiç ayrılmak istemezler. Çünkü orada nimet ve huzur içinde olacaklar, hiç usanmayacaklardır. Bu ifade, cennetin çok mükemmel bir şekilde tanzim ve tezyin edildiğine delâlet etmektedir. Zira insan, dünyada kendisine huzur ve saadet bahşeden bir mevkiye varınca, daha yükseğine tamah eder.

Cennetin derecelerinin ve güzelliğinin sonu olmadığı halde onu ve her şeyi yaratan, zatını anlamak mümkün olmayan, isim ve sıfatlarının tecellisinin nihayeti bulunmayan Allah’ın kelimelerine bir son belirlemek mümkün olabilir mi:

109. Rasûlüm! De ki: “Rabbimin kelimelerini yazmak için denizler mürekkep olsa, hatta bir o kadar daha ilâve yapsak, Rabbimin kelimeleri tükenmeden o denizler tükenir.”

“Allah’ın kelimeleri”nden maksat O’nun ilim ve hikmetidir. Kur’ân-ı Kerîm ve ondan önce inen ilâhî kitaplar o ilâhî ilmin bir tecellisidir. Allah’ın ilim ve hikmeti nihâyetsizdir; yazmakla bitmez. Rabbimiz bu gerçeği bizim kolaylıkla anlayabileceğimiz bir misalle beyân buyurmaktadır. Çünkü biz denizi, mürekkebi, kalemi ve yazıyı biliriz. Bu misâle göre denizler bütünüyle mürekkep olsa, ona bunun bir misli daha ilâve edilse, bununla Allah’ın kelimeleri; ilim ve hikmeti yazılsa, bu mürekkepler biter fakat Allah’ın kelimeleri bitmez. Nitekim bu hakikati tekid sadedinde Lokmân sûresinde şöyle buyrulur:

“Eğer yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem, denizler de mürekkep olsa, arkasından buna yedi deniz daha eklense, imkânı yok, Allah’ın kelimeleri yazmakla bitmez. Muhakkak ki Allah, kudreti dâima üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.” (Lokmân 31/27)

Sûrenin bütün mâna ve muhtevasının bir hülasası olarak:

110. De ki: “Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Şu farkla ki bana, ilâhınızın bir tek ilâh olduğu vahyedilmektedir. Artık kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, sâlih ameller işlesin ve Rabbine kulluk ederken hiçbir şeyi O’na ortak koşmasın!”

Resûlullah (s.a.s.)’in tebliğ buyurduğu İslâm’ın esası şudur: Allah’tan başka ilâh yoktur. Herkesin tek ilâhı O’dur. Dünya hayatından sonra yeniden dirileceğine, Rabbinin huzuruna dönüp hayatının hesabını O’na vereceğine inanan kişi sâlih ameller işlemeli, bunu sadece Allah rızâsı için yapmalı, ibâdetinde hiçbir kimseyi Allah’a ortak koşmamalıdır. Hülâsa bizden istenen makbûl bir iman ve sırf Allah için yapılan bir kulluktur. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm, yüzlerce âyette “iman ve sâlih ameli” birlikte tekrar tekrar telkin buyurmaktadır.

Âyet-i kerîmenin şöyle bir iniş sebebi vardır:

Rivayete göre Cündeb b. Züheyr el-Âmirî, Resûlullah (s.a.s.)’e:

“- Ey Allah’ın Rasûlü, ben yüce Allah için bir amelde bulunuyor ve sadece O’nun rızâsını diliyorum. Fakat başkası tarafından da bilinecek olursa bu beni sevindiriyor” dedi. Peygamberimiz (s.a.s.):

“Muhakkak Allah temiz ve güzeldir. Ancak temiz ve güzel olanı kabul eder, O ihlasla yapılması gerektiği halde kendisine ortak koşulan hiçbir şeyi kabul etmez” buyurdu ve bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Vâhidi, Esbâbu’n-nüzûl, s. 307)

Kur’ân-ı Kerîm şirki kesinlikle yasaklamış ve onun Allah’ın affetmeyeceği büyük bir günah olduğunu haber vermiştir. (bk. Nisâ 4/48, 116) Şirkin açığı olduğu gibi gizlisi de vardır. Allah’tan başkasına tapmak, onları Allah’ı sever gibi sevmek, Allah’tan korkar gibi onlardan korkmak, onlardan yardım dilemek, ilâhmış gibi onlara itaat etmek, korumasına sığınmak ve benzeri davranışlar açık şirke misaldir. İbadetleri gösteriş için yapmak ise gizli şirke misaldir.

Resûlullah (s.a.s.) ümmetini hem açık hem de gizli şirkten sakındırır. Nitekim bir hadis-i şerifte:

“Sizin hakkınızda en çok korktuğum şey küçük şirktir” buyurunca Ashâb-ı kirâm (r.a.): “Ey Allah’ın Rasulü! Küçük şirk nedir?” diye sormuşlar, Efendimiz de: “Riyâdır” diye cevap vermiş, sonra da şöyle buyurmuştur:

“Kıyamet gününde Allah Teâlâ insanlara amellerinin karşılığını vereceği zaman, riyakârlara: «Dünyada kendilerine gösteriş yaptığınız kimselere gidin, bakın bakalım onların katında herhangi bir mükâfat bulabilecek misiniz?» diye seslenecektir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 428)

Şâir ne güzel söyler:

“Hâlıkı’nı isteyen nâ murâd olmuş değil,
Halka gönül bağlayan sonra peşiman olur.”
(Sultan Veled)

“Yaptığı işlerde, ibâdet ve kullukta sadece Yüce Rabbinin hoşnutluğunu arayan kişi, mutlaka istediği neticeye ulaşır. Onun arzusunun boşa çıkması mümkün değildir. Buna karşılık gönlünü Yaratan’ından koparıp halka bağlayan, işlerinde insanların takdir ve değerlendirmelerini hesaba katan kişi sonunda pişman olur.”

Şu ibretli kıssa Allah’a vuslat arzusunun kulun gönlünü bütünüyle kaplamasını ne güzel anlatır:

Rivayet edildiğine göre Yûnus (a.s.), bir defasında Cebrâil (a.s.)’a:


“–Bana yeryüzünün en âbid kimsesini gösterir misin?” dedi.

O da, bir adam gösterdi ki, elleri ve ayakları cüzzamdan dolayı çürümüş bir vaziyetteydi ve gözünü de kaybetmişti. Fakat şöyle demekteydi:

“Allahım! Bana bu eller ve ayaklar vâsıtasıyla ne vermiş isen, ancak sen verdin. Neden uzaklaştırmış isen de, ancak sen uzaklaştırdın. Allahım! Benim içimde Sadece bir arzu bıraktın ki, o da yalnızca sana vuslat arzusudur.”

Mü’minde Allah’a vuslat arzusunun oluşması için dünya nimetlerini oldukçu ölçülü kullanmanın, özellikle açlık, az yeme ve az uyumanın önemi çok büyüktür. Nitekim Muhammed b. el-Yemân, altı farklı meslek grubundan altı şey sorduğunu söyleyip şunları ifade etmiştir:

“Doktorlardan ilaçların en şifa verenini sordum. Onlar: «En şifa verici ilaç açlık ve az yemektir» dediler.
Hikmet ehlinden, hikmeti aramak hususunda en lüzumlu şeyi sordum. Onlar: «Açlık ve az yemektir» dediler.
İbadet edenlerden, Allah’a ibâdet etmek hususunda en faydalı şeyi sordum. Onlar: «Açlık ve az yemektir» dediler.
Âlimlerden, ilmi hatırda tutmak için en iyi şeyin ne olduğunu sordum. «Açlık ve az uyumaktır» dediler.
Padişahlardan en iyi yemekleri sordum. Onlar: «Açlık ve az yemektir» dediler.
Âşıklardan insanı sevgiliye en çok ulaştıran şeyi sordum. «Açlık ve az yemektir» dediler.” (Ahmet Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, I, 474)

Kehf sûresinin, Peygamberimiz (s.a.s.)’in kendisine vahyedilen bir “beşer” oluşuna temasla sona ermesi, İsrâiloğullarının Îsâ (a.s.) konusundaki sapmalarından bahseden Meryem sûresine geçiş bakımından güzel bir hazırlık teşkil etmektedir. Şimdi ise bir kısım peygamberlere ait harikulâde olayları naklederek bunlar üzerinden insanlığı irşad etmek üzere Meryem sûresi gelmektedir:
 
Üst Alt