Kıpçaklar 3

TÜRKOĞLU

Aktif Üyemiz
Kavimler göçü temsili
Kavimler göçü temsili
KIPÇAKLAR , Türklerin ve Büyük Bozkırın Kadim Tarihi

KAVİMLER GÖÇÜ

Türk kavimlerinin Bozkırlara doğru harekete geçmeleri insanlık tarihinde çok muhteşem ve olağanüstü bir olaydır. Bu “Göç” büyük olarak adlandırılmıştır. Çünkü, bu göç II. asırda Altay’dan Avrupa yönüne doğru yol almaya başlamış ve üç yüz yıldan fazla sürmüştür. Türk aileleri önceden de kitle halinde Hindistan’a, İran’a ve Orta Asya’ya göç etmişlerdi; ama bu hareketler kısmî bir olaydı. İskitlerin Bozkıra açılmasına da Büyük Göç denmiyordu. Çünkü Türklerin nüfusu o zaman hem çok azdı ve hem de o kadar güçlü değillerdi.

Üç yüz yıl… Çok uzun bir süre. Ancak, yeni yerlere yerleşmek daha hızlı da olamazdı. Kıpçaklar o dönemde muhteşem buluşlar ve keşifler yapmışlardır. Bu icatlar Türk halkının zor bozkır şartlarında yaşamasına büyük ölçüde yardımcı olmuştu.

Mesela, briçka üzerine çadır kurmayı icat etmişlerdi. Böylece tekerlekler üzerindeki ev tipi doğmuştu. Bu tekerlekli evlere kibitka deniliyordu. Kibitka keçe ile kaplanınca bu defa buna “izbe” deniliyordu. İzbenin içi kışın sıcak, yazın da serin olurdu.

İzbeler, gece için daire şeklinde diziliyordu. Böylece tekerlekler üzerinde bir şehir ortaya çıkıyordu. Bu şehir sayılı saniyeler içinde kurulabiliyordu. Bu, savunma maksatlı bir kale ve aynı zamanda da insanların yaşama mekanı idi.

Türkler, keçilerden elde edilen tiftiği, inşaat malzemesi olarak da kullanmaya başladılar. Çünkü bu önemli keşif, kışın içerideki sıcağı; yazın ise serinliği muhafaza etmek için kullanılan çok önemli bir tecrit ve koruma malzemesi oluşturmuştu. Tiftikten yapılan malzemeler yağmurda ıslanmıyor, su damlaları, hav üzerinden aşağı akıyordu. Türkler keçi tiftiğinden güzel kilimler ve çizmeler de yapıyorlardı. Keçi kılı ve yün, Türk milletinin kartvizitidir, kabiliyetin ve zekânın göstergesidir.

Tekerlekli izbelerin zemini kilim döşeli; yolculuk sırasında su kaynatmaları veya yemek hazırlıklarında kullanılması için, onun üzerinde semaver vardı. Gerçi bu semavere şimdi “Rus semaveri” diyorlar; ama bu da Kavimlerin Büyük Göçü sırasında icat edilmiş tekerlekli arabalar gibi, Türk keşfidir.
Dağlar eskiden olduğu gibi yine insanların yüreklerinde yaşıyor ve onların rüyalarına giriyordu. Dağları görmemiş yeni nesiller, dağlar hakkında büyüklerinden duyduklarıyla, onlara hürmet ediyorlardı. Bunun neticesinde, insan eliyle yapılan, dağların benzeri olan “Kurganlar” ortaya çıktı. Kurganlar, göze hitap eden Altay geleneklerinin bir devamıdır.

Kurganlar, Han’ın veya tanınmış bir önderin mezarının bulunduğu yerlerde kuruluyordu. Bu yerler kutsal sayılıyordu. Kurganların yanında Bozkırlı Kıpçaklar Tanrı’ya dua ediyorlardı. Ayinler daha önce kutsal dağlarda dua etmiş ataların vasiyetlerine tam bir uyum içinde düzenleniyordu. Arkeologlar, kurganları araştırırken, bunların birer mühendislik eseri olduğunu gördüler.

Kadim Altay’da ölüler genel olarak toprağa gömülmüyor, “gökyüzüne” veriliyordu. Altay’da yalçın kayalıklarla kaplı dağlarda veya daima buzla kaplı olan yerlerde mezar kazabilmek mümkün değildi. Altaylılar, beyaz kefene sarılı cesedi dağlarda kutsal sayılan yere çıkarıyor, büyük bir taşın üzerine yatırıyorlardı. Yanına dizdikleri yağlanmış kuru dallardan bir ateş yakıyorlardı. Dumanlar sanki yan dağlardan yabanî ve vahşî kuşları cenaze merasimine davet ediyormuş gibi işaret veriyordu… Merasim sonunda veda taşında sadece gri lekeler ve kemikler kalıyordu.

Türkler, ölümün yeni bir hayatın doğuşu olduğuna inanıyorlardı. Ölümden sonra da ruh asla ölmez; yeni bir insan veya hayvana dönüşürdü. Kadim Altaylılar nadir de olsa bazı durumlarda cesedi toprağa da veriyorlardı; ancak genel olarak sadece dağın zirvesinde… Bu durumda toprakta tomruktan yapılmış duvarlarla çevrili bir mezar, yani bir “ölü evi” hazırlanıyordu. Arkeologlar, böyle mezarları “kesme” mezar olarak adlandırmaktadır. “Kesme” mezarlar tabutların atasıdır. Şimdi Avrupa halklarının büyük çoğunluğu son yolculuğa böyle tabutlarda uğurlanıyorlar.

…Altay’da böyle idi. Ama bozkırın tabiat şartları farklıdır. Bu sebeple cesetleri doğrudan toprağa vermeye başlamışlardır. Ulu kişiler için “kesme” mezarlar inşa ediyorlar ve kurganlar hazırlayarak onun tepesine bir anıt dikiyorlardı. Bu anıtlar, yabanî kuşların konduğu eski veda taşlarına benziyordu.
Kurganın içindeki kesme odaya, cesedin yanına yemek, ölünün silâhları, değişik eşyaları, öldürülmüş atı, ve köleler bırakılıyordu. Sadece bazı azizlerin türbelerinde, defin odasına ulaşan bir yer altı geçidi vardı. Kurganlar, çok uzaktan göründükleri ve yol üzerinde inşa edildikleri için mevki belirlemeye de yarıyordu. Bugünlerde de bozkırların mezarlıkları yol üzerinde bulunmaktadır.

III. asırdan itibaren, kurganların giriş tarafına büyükçe bir meydan yapılmaya başlandı. Bu meydan bölgesine “hram”7 ismi verilmekteydi. Bu bölgede konuşmak yasaktı, sadece dua edilebilirdi. Kurganın tepesinde ise, ilk başlardaki gibi bir anıt dikmek yerine çadıra benzeyen tuğladan bir bölüm inşa ediyorlardı.

Bu ne idi? Acaba bozkırlı insanlar bu yapıyla kutsal Kaylas Dağı’nın çizgilerini mi yansıtmak istediler? Eğer tahminimiz doğruysa, IV. asıra doğru “haram” veya “hram” denilen ilk tapınakların ortaya çıkma sebepleri anlaşılmaktadır. Azizlerin gücü hramda muhafaza ediliyordu ve insanlar da hramda dua ediyorlardı. Kıpçaklar, bu tapınakları “Kaylas” kelimesinden türetilmiş olan “kilisa” kelimesiyle adlandırıyordu. Yani “kilise”…

Çadır kutsal Kaylas Dağı’nın çizgilerini taşır ve bu çizgiler, tapınak mimarisinde vazgeçilmez özellik olarak, daha o zamanlardan beri kalıplaşmaya başlamıştır.

Kıpçakların, Kafkasya ve Roma İmparatorluğu hudutlarına ulaşabilmesinden önce tam beş nesil geçmiştir. Bu büyük hadiseyi Aktaş Han gerçekleştirdi. Batıyı ilk o gördü.

AKTAŞ HAN

Süvari, birden nehir kıyısına ulaşmıştı ve büyülenmiş gibi olduğu yere çakılı kalmıştı. Bozkırlılar, debisi bu kadar çok bir nehri uzun zamandır görmemişlerdi. Bu nehre İdil (Volga) adını vermişlerdi. Buralarda anlaşılmayan bir dilde konuşan insanlar olduğunu gördüler. Bu şekilde veya belki de farklı bir şekilde doğu ve batı, yani Türkler ve Avrupalılar karşılaştılar. İdil Nehri, o dönemde bugün denize döküldüğü yerden tam üç yüz kilometre daha güneyde Hazar Denizi’ne dökülüyordu. Türklerin ulaştığı bu nehir havzasında kimin yaşadığı belli değildi. Kadim şehirler hakkında da bugün çok bilgi edinemeyiz; çünkü bu şehirler genel olarak saman ve toprak karışımından yapılan kerpiçten inşa edilmişti. Kerpiç, yağmur ve ayazın tesiriyle eriyordu. Ancak tuğladan inşa edilmiş yapıların temeli korunmuştur.

Arkeologlar, bu yapılar sayesinde usta inşaatçı Türkleri tanımışlardı. Bir alelâde tuğlanın veya ocakta pişirilmiş toprağın tecrübeli ve meraklı arkeologa ne kadar çok bilgi verdiği şaşkınlık yaratıyor. Meselâ, Türklerde mevcut olan uzunluk ölçü birimleri tuğladan çıkarılmıştır. Onlar Altay’ da arşın ve sajen kullanıyorlardı. Tuğlanın uzunluğu 26-27 santim, kalınlığı ise 5-6 santimdi. Eni uzunluğun yarısı oluyordu ve bu bir erkeğin avucuna rahatça sığıyordu.
Baykal kıyısından Batı Avrupa’ ya kadar binlerce konut bu çeşit tuğladan inşa edilmişti. Bazı tuğlalarda yapan ustanın özel bir damgası da bulunuyordu.
Küp şeklinde de tuğlalar vardı; ama onlar da her yerde aynıydı: 26-27 santim. Yedi buçuk tuğlanın boyu, harç payı dikkate alınırsa bir sajen ediyordu., yani 1 sajen 3 arşın ediyordu. Türk mimarisi böyle bir ölçü (!) sistemiyle başlamıştı. Ustanın önünde bir projenin bulunduğu apaçıktır.

Arkeologlar, bir birine benzeyen kadim yapıların izlerine İdil (Volga) havzasında, Ural’da Altay’da, Kazakistan’da, Dağıstan’da, Don’da Ukrayna’da ve Orta Avrupa’da rastlamışlardır. Türklerin Büyük Göçüne ait bazı anıtlar da bu topraklarda çok iyi korunmuştur.

Bunlar yollar üzerindeki taşlardır; hemen her taşın üstünde bir geyik resmi vardır. Bunun için arkeologlar, bu taşlara “geyik taşları” demişlerdir. Geyik taşı Tanrının bir işaretidir. Türkler haçı tanımadan uzun zaman önce bu ongunu biliyorlardı.

Geyik taşları, yolcular için bir danışma hizmeti veriyordu, doğru yol bulmaya yardımcı oluyordu. “Sağa gitsen saraya çıkarsın; sola gitsen bir şey bulamazsın…”Bu bir belgedir; ama bu belgeyi herkes okuyamazdı. Ancak “run” yazıtlarını bilenler okuyabilirdi. Türklerin törelerinde yolcuya yardımcı olmak niyeti de ortadadır.

Sağa, sola, doğru, geri – bu gizli bir yönlendirmedir: Sağa, güneye demektir. Sola, kuzeye demektir. Doğru, doğuya demektir… Yolcu bu işaretleri okuyarak, kendisini nelerin beklediğini bilip hazırlıklı olurdu.

7 Hram – Türkçe “haram” kelimesinden gelmektedir. “Hram” kelimesi şimdi Rusça’ da “tapınak” anlamında kullanılmaktadır. Bu durumda “ a” harfi Rus fonetik kaidelerinin özelliği olarak düşmüş.

Bozkırlarda rastlanan kayalar üzerinde mektuplar yazılıydı. Şiir satırları da vardı. Elbette, bu da eski bir Altay geleneğiydi. Bu gelenek asırlarca bozkırlarda da tutuldu.

Türkler, Büyük Göçleri hakkında şiirler ve rivayetler yazıyorlardı. Meselâ, eski “Aktaş” efsanesini şimdi farkı bir şekilde aktarıyorlar. Başkurtlar Aktaş’ın Başkurt olduğunu, Tatarlar ise Tatar olduğunu söylüyor. Kumuklar da onun Kumuk olduğundan bahsediyorlar…

Dağıstan’da bir Aktaş Nehri vardır. Onun yüksek kıyılarında kadim bir şehrin yıkıntıları mevcuttur. Rivayete göre, bu şehrin temelini meşhur bir han atmıştı… Kendi başkentini… Aktaş Han İdil’ de bir ülke kurdu. O dönemde bu ülke “Deşt-i Kıpçak” diye adlandırılmıştır. Şimdiki Kumuklar, Başkurtlar ve Tatarlar: Kıpçaklar idi, yani bütünlüğü olan bir halktı. Hiçbir şey onları bugünkü gibi ayırmıyordu. Aktaş Han zamanlarında, yani III. Yüzyılda büyük Türk Hanedanlığı ayağa kalkmıştı. Bu Kavimler Göçü’ nün neticesi idi.

Deşt-i Kıpçak bugün, “Kıpçakların Ovası” yani Bozkırlara göç eden Türklerin yurdu olarak tercüme ediliyor; fakat bu tercüme çok şeyi açıklamaktadır. “Deşt” veya “daşt” kelimesi, Türklerin kadim zamanlarında “bozkır” değil “gurbet” anlamına gelmekte idi.

İDİL


Aktaş Han, İdil’de köyler, kasabalar ve şehirler kurmuştu. Her şeyden evvel Aktaş Han bir Türk kahramanıdır ve Ural’da, Kafkasya’da pek çok kahramanlık izleri bırakmıştır. Türkler beyaz atlarını, İdil boylarında kuzeye veya güneye, istedikleri yöne yönlendiriyordu. Bu büyük nehir havzasındaki ilk şehirlerin temelleri daha III. Asırda atılmıştır. Bu şehirler bugün de unutulmadı, onlar hâlâ yaşamaktalar. Mesela Sumeru (Samara)8. Bu şehir, kutsal Altay Üç Sümer Dağı’nın hatırasıdır. Tam bilinmemekle birlikte bu şehirde dağı, dağlardaki bitkileri veya başka bir şeyler hatırlatan bazı şeyler mutlaka olmalıdır. Çünkü Türkler hiçbir zaman hiçbir adı rastgele koymuyordu.

Bir aziz kişinin mezarının yanı başında Simbir (“yalnız mezar” anlamına gelmektedir) adlı bir şehir kurulmuştu; Kum Dağı’nda da Sarıtau (Sarı dağ), şimdiki adıyla Saratov… İdil Nehrinin Kama, Oka, Adigel kolları boyunca da şehirler inşa ediliyordu: Ural’da Çelyaba (Çelyabinsk), Tagil, Kurgan ve diğerleri… Bütün bu adlar Türk kökenlidir ve her adın da mutlaka bir anlamı vardır.

Aktaş Han’ın atlıları İdil boylarında İskitlerin, yani bir zamanlar Altaylardan göç etmiş diğer bir Türk boyunun yerleştiği bölgeye rastlamıştı.
Bugün bu insanlar Çuvaş olarak adlandırılmaktadır. Çuvaşlar bugün de Türk halkının kadim inancını muhafaza etmektedirler. Ancak aynı zamanda onlar Tanrı’ya da inanıyorlar ve Tanrı’yı Tura olarak adlandırıyorlar. Çuvaşlar, Türk Dünyası’nın çok esrarlı bir hazinesidir; tamamen bir müze halktır.
İdil boylarında kanlı çatışmalar da oluyordu. Çok zorlu ve azimli savaşçılar olan Alanlar karşısında Roma lejyonerleri bile geri adım atıyorlardı. Alanlar Türklerin Don kıyısına yaklaşmasına, hatta atlarını sulamalarına bile izin vermediler. Bu durumda Aktaş Han, sonuç alamadan geri döndü. İdil Nehri’nin ağzında, Hazar Hanlığı’nın gelecekteki başkenti Semender şehrinin temelini attı. Böylece İdil Nehri’nin ebediyen bir Türk nehri kalması sağlanmış oldu.
O dönemde bozkırların keşfi ve iskânı sanki geçici olarak durdurulmuştur. Çünkü güçlü bir askerî destek olmadan burada kalmak tehlikeliydi. Avrupa düşmanlığını zaten gizlemiyordu. Bunun üzerine Aktaş Han, askeri ile birlikte Kafkas Dağlarında kök salmak üzere yola çıktı.

Aktaş Han, bir dağın yanı başında, bir nehir kenarına yerleşti ve buraya şehrin ilk temelini attı. Aslında bu, kuzey Kafkasya’da ve bütün Avrupa’da kurulan ilk Türk şehri idi. Şimdi bu şehrin yerinde sadece yıkıntılar kaldı. Bazı tuğla duvarlar ve toprak yıkıntıların izleri var; yanı başında ise, Aktaş Nehri… Bu nehrin arkasında Endirey adlı bir Kumuk Köyü bulunmaktadır. Kumuklar, kadimliğinden dolayı bu yere karşı derin bir hürmet ve heyecan duymaktalar !

8 Sumeru (Samara) – Rusya’ da bulunan bir şehirdir. SSCB döneminde bu şehrin adı Kuybişev olarak değiştirilmiş; birlik dağıldıktan sonra tekrar “Samara” adı kullanılmaktadır.

Buralardan, yani şimdi unutulmuş bu şehirden Büyük Göç’ ün yolu güneye doğru açılıyordu, ama bu yol uzun sürmedi. Derbent şehri duvarlarına varınca atlı göçmenler(!) durmak zorunda kaldı…

Bu şehir dağın tepesinde bir kale gibi duruyordu. Bu kaleden deniz kıyısına kadar yüksek bir taş duvar uzanmaktaydı. Bu duvar, İran’ a ve Roma İmparatorluğu’na giden yolu kapatıyordu. Yüksek surlar, üzerinde arabalar gezecek kadar genişti. Bu surun kapıları, ticarî kervanlara ancak para ve mal karşılığı açılıyordu; fakat Türk süvarisi önünde surlar tamamen kapanmıştı. Kafkasya’ da Büyük Göç burada durduruldu.
Dünya denilen gezegen ise, III. yüzyılın ikinci yarısında idi. Türk dünyasında durgunluk ve sessizlik yılları başlamıştı.

KAFKASYA

Derbent surlarının arkasındaki ülke Kıpçakları bilinmezlikleriyle cezp ediyordu. Türkler Avrupa’yı ve Roma İmparatorluğu’nu elbette duymuşlardı; fakat o toprakları hiç görmemişlerdi. Deşt-i Kıpçak yaşamaya devam ediyordu: evler inşa ediyor, demircilikle uğraşıyor, tarım ürünleri ve hayvan yetiştiriyordu. Kafkasya’da yeni Türk köy ve şehirleri meydana geliyordu. Onlardan biri de Hamrin şehri idi. Bu şehir, hemen hemen bütün tarihçilerin söz ettiği Kafkasya’nın kutsal ağacı ile meşhurdu. Bu ağaç “Tanrı Han” diye adlandırılmaktaydı. Türklerde, Büyük Tanrı’nın yarattığı her şeyi birleştiren ve bir araya getiren bu “dünya ağacı” idi.

Hamrin şehrinde önceleri tapınaklar, daha sonraları ise mescitler inşa edilmişti. Buna rağmen hayat ağacı onların asıl kutsal değeri olarak kalmaya devam ediyordu. Şehirde yapılan yeni bir yerleşim plânlaması sonucu, şimdi orada Kayakent Köyü bulunuyor. Yanında ise, mazinin hatırası gibi kutsal “Tanrı Han” bulunmaktadır. Elbette Kumuklar bazı şeyleri unutmuş olabilir, hayat ağacı hakkında birçok şeyi de bilmeyebilirler; fakat Kayakent’te bulunan bu ağaca, özel bir duyguyla hürmet etmeye devam etmektedirler.

O zamanlar, III. asırda dünya büyük olayların eşiğindeydi. Derbent duvarının öbür tarafında hadiseler başlıyordu.
Türkler başlangıçta bu hadisenin içinde değildi… İnanılmaz ama gerçek ! Derbent surları kendi kendiliğinden açılmıştı ! Bozkırlıların baskısı veya katkısı olmadan açılmıştı…

Uzak Kafkasya’da İran’la giriştikleri savaşı kaybetmek üzere olan Ermeniler, Kıpçakların gelişini öğrenmişlerdi. Ermenilere güçlü bir odak taş gerekiyordu ve onlar Hamrin şehrine doğru yola koyuldular, Türk süvarilerinin Derbent’ten geçmesi için her şeyi yaptılar. Ermeni hükümdarı I. Hozroy yanılmamıştı. Kıpçaklar düşmanı tamamen yendiler. Ermenistan İran’ın hakimiyetinden çıkmıştı. Türkler ise, Derbent’i ve Hazar Denizi’nin batı kıyılarını kendi hakimiyetleri altına aldılar.

Şimdiki Azerbaycan’da o şanlı devirlerin izleri kalmıştır. Meselâ, bir Kıpçak ya da Gence Köyü bulunmaktadır. Az bilinen köy ve şehirlerde bile, Kavimler Göçü dönemine ait anıtlar bulunmaktadır. Bugünkü adı Gusar olan şehre dikkatli bakmamız yeterli: şehrin adı büyük ihtimalle Geser kelimesinden türemiştir…

III. yüzyılda Türk Dünyası Kafkasya’ya kök saldı. Kıpçak süvarilerinin gücü ile Türklerin Kafkasya’ya girişi, dünya tarihinde sıra dışı bir olay olmuştur. Kıpçakların ufkunda Avrupa, Yakın ve Orta Doğu gözüküyordu… Türklerin Avrupa’ya gelişi, antik dönemin altını çizip, Orta Çağ dönemini başlatmıştır ! Yeni Avrupa, yani Türk Avrupa’sı çağı başlıyordu !…

Elbette, Kafkasya önceden de dünya siyasetinde önemli rol oynuyordu. İran ve Roma İmparatorluğu’nun menfaatleri burada kesişiyordu. Asırlar boyu buralarda çok kanlı savaşlar sürüp gidiyordu.

Dahası var: Kafkasya, Batı dünyasında demirin üretildiği ve işlendiği hemen hemen tek yerdir. Söz konusu olan demir, altından da değerli idi. Gerçi buralarda demiri maden ocaklarında işlemiyorlardı; çünkü kalitesi düşük oluyordu, bunun benzerini Karpatlarda Keltler yapıyorlardı. Ama gene de bu demir için mücadele veriyorlardı. Kafkasya’nın demiri olmasaydı, Roma İmparatorluğu ebediyen tunç asrında kalırdı. Roma’ da demir işçiliği henüz bilinmiyordu: Roma lejyonerlerinin zırhları tunçtan yapılıyordu

Kafkasya’nın ötesinde, Türklerin İran askerlerini yendikleri zaman her şey alt üst olmuştu. Asırlar boyu şekillenen dünya siyaseti, bir günde, sessiz bir şekilde yıkılmıştı.

Avrupa’da olanların çoğundan Kıpçak’lar haberdar değildi. Kıpçaklar, zaferin tadını alamadan Kafkasya önlerinden geri çekilmişler; zaferin meyvelerini başkalarına bırakmışlardı. Ermenilere yardım için geldiler; Hazar Denizi kıyılarında yerleşmek için geri çekildiler.

Ve “kimsenin olmayan” Kafkasya’nın ötesinde, kurnaz ve o zamanın en aklı selim sahibi siyasetçisi olan Roma İmparatoru Diocletianus, 297 yılına doğru bütün Kafkasya ötesini kendi hakimiyeti altına almış, sonra zayıflamış İran’a saldırarak, İran’ın en zengin bölgelerini istilâ etmişti. Roma taşkın bir sevinç içindeydi. Artık imparatorluğun yeni “altın asrı” konuşuluyordu. Sadece İmparator, bu zaferin arkasındaki belâyı hissediyordu… Ermenistan’daki isyanı bastırdılar; bu isyanı başlatan Hıristiyanları cezaevine koydular.

Ermeniler, sanki büyülenmiş gibi, Hıristiyan Aziz Grigoriy’in kehanet buyurduğu, gökyüzünde ateş parçaları ve zirvesindeki haçı bekliyorlardı. Ermeniler haçın kurtarıcı gücüne inanıyorlardı. Halbuki, onlar o zaman henüz putperest idi. Ama Kıpçakların haç işaretli bayrakları altında savaştıkları için, haçı çok iyi ve yakından biliyorlardı. Bunun için hayret etmişlerdi. Grigoriy de aynı haçı gökyüzünde görmüştü! Bu, Tanrı’nın bir alametidir ! “Gök Tanrısı Türklere yardım ediyor” diye düşünmüşlerdi. Gökyüzü Tanrısı hakkındaki bu çok güçlü bilgiler, bütün Avrupa’ya rüzgâr hızıyla yayılmaya başlamıştı. Bu haberleri, Hz. İsa’nın dünyayı Roma hakimiyetinden kurtaracak atlılar hakkındaki müjdesini de tekrarlayarak, Hıristiyanlar yaymaktaydılar. Bu kehanet Hıristiyanların esas kitaplarından biri olan Apokalipsis’de yazılıdır !

Şüphesiz, Avrupa’da neler olduğundan Türkler’ in haberi bile yoktu. Ermeni genç bir din adamının gelişinden önce onlar hiçbir şey bilmiyorlardı. Bu din adamının adı Grigoris idi. O, rehber Grigoriy’in torunu idi. O, saygıyla selâm verdikten sonra, bozuk bir Türkçe ile, Kıpçakların hükümdarı ile görüşmek istediğini söyledi.

TÜRKLER VE HIRİSTİYANLIK

Genç Piskopos Grigoris Kıpçaklara niye gelmişti? Bu ziyaretinde Ermenilere savaş sanatını öğretmelerini rica etmek için gelmişti. Onlar, yani putperestler ve ateistler, Türkleri yenilmez kılan Gök Tanrı inancını kabul etmek istiyorlardı. Aslında Grigoris, Geser’in ve Erke Han’ın yaptıkları faaliyetlere aynen devam etmek istiyordu, ama bu sefer Avrupa’ da…

Avrupalıların, Gök Tanrı hakkında hiçbir şey duymamış ve bilmemiş olmalarına dikkat edelim. Her yerde putperestlik, çok tanrılılık ve zulüm hakim olmuştu. Hıristiyanlar ise, hiçbir Tanrı’yı kabul etmiyorlardı. Hıristiyanlar, tanrıları reddediyorlardı ve kendilerini ateist olarak adlandırıyorlardı. Onlar, sadece Gök Tanrısı elçisinin habercileri olan atlıların gelmesini bekliyorlardı… Ve beklenen süvariler nihayet gelmişti.

Kıpçakların, Roma İmparatorluğu’nun hudutlarına kadar gelmiş olması ve İran üzerindeki muhteşem zaferini ilk önce fark edenler Hıristiyanlardır. Yeni gelenler çok farklı idi; Kıpçakların demirden yapılmış zırhları ve silâhları, onları adeta Avrupalıların gözünde başka bir gezegenden gelmiş kişiler olarak gösteriyordu. Onlar, Tanrı’ya ait yüksek ve sonsuz Gökyüzü altında yaşayan aydın bir dünyadan gelmişti. Türk halkına demiri hediye eden Tanrı’ya inanma Avrupalılar için ulaşılmaz bir değerdi.

Bu sözlerin anlamını kavramak için basit bir örnek yeterli olabilir. Demir kılıçla yapılan iyi bir vuruş tunçtan yapılmış kılıcı kolayca ikiye bölüyordu. Roma askerleri Kıpçakların karşısında sopalı yabaniler gibi kalıyordu. Türk Tanrısı demiri, Roma Tanrısı Jüpiter ise tuncu simgeliyordu. Roma İmparatorluğu yıkılmaya mahkûmdu.

Ermeniler, Avrupa’da olayların akışını ilk olarak tahmin edebildiler; böylece ölmeye mahkûm olan, ama hâlâ yaşayan Roma’dan süratle uzaklaşmaya başladılar. Bunun için genç Ermeni piskoposu Grigoris, Derbent’e gelmişti. Piskopos vaftiz olmayı kabul etti. Eski Türk dilinde vaftiz eylemi “arı-sili” veya “arı-alkın” olarak bilinmektedir. Grigoris’i vaftiz etmek için, gümüş haçla kutsanan suya üç defa batırdılar.

Suyla vaftiz etme, Tanrı dininin önemli bir merasimidir. Bu bir Altay töresi idi : Çünkü kadim Altaylarda yeni doğmuş bebekler buzlu suya batırıp çıkartılıyordu.

Böylece, insanoğlu bu merasimle Sonsuz Mavi Gökyüzü dünyasına giriyordu. Kadim Türklerde “arıg” kelimesi kullanılmaktaydı. Bu kelime, manevî açıdan “temiz”, “taze” anlamına geliyordu. Kutsal arınma töreninden geçen insan “arıd” diye adlandırılıyordu. İlk Hıristiyanlarda böyle bir dinî merasimin olması hiç mümkün değildi. Avrupa, bu merasimi ancak Kıpçakların Avrupa’ya gelişinden sonra öğrenmişti. Hıristiyanların vaftiz için kullandıkları havuzları, Avrupalılar ancak IV. asırda inşa etmeye başlamışlardır !

Dahası da var : Tanrı inancının bugün bile muhafaza edildiği Tibet’te, eskiden olduğu gibi arı-alkın ve arı-sili töreleri hâlâ da mevcuttur… Demek ki, Tanrı inancını kabul eden ilk Avrupalı, Ermeni piskoposdur. Grigoris’in vaftiz edildiği gölün adı bugün tam olarak bilinmektedir. Bu göl, Kayakent yakınındadır ve bu gölün adı da Adji, yani “haç gölü” anlamına gelmektedir.

Türk din adamları, temiz ve arınmış Grigoris’i Hamrin şehrine götürerek, ona dünya ağacının sırrını açtılar. Grigoris, Türklerin kutsal metni olan “Tanrı Emri” ni de böylece görmüş oldu. Ancak bundan sonra Grigoris’e sağ elinin başparmak ve yüzük parmaklarını birbirinin üzerine koymasına izin verildi. Bu işaret, ilâhi huzuru ve barışı simgeliyordu. Doğu’da kenetlenmiş iki parmakla Gökyüzüne sadakat böyle belirtiliyordu. Onları alın, göğüs, sol omuz ve sağ omuza değdiriyorlardı… Türkler, bu hareketleriyle Gök Tanrısı’ndan himaye istiyorlardı. Bu duruma göre haç çıkartan ve Gök Tanrısı’ndan himaye dileyen ilk Hıristiyan da piskopos Grigoris idi.

“Tanrı Emri” ndeki satırlarda Geser’e ithaf edilen çok kısa bir dua vardır : “Geser’ i size hediye ettik. Tanrı’ ya dua et”. Bugün de bu dua, Kuran’ın 108. sûresi… Doğu’ da bu sözler ve bu dua bugüne keder unutulmadı. Halbuki, “Geser” (Kavsar veya Kevser) kelimesinin anlamını oralarda da çoğu kimse artık hatırlamıyor.

Grigoris, ayin sırlarını uzun süre düşünüyor ve idrak etmeye çalışıyordu. Derbent’te ilk Hıristiyan Kilisesini kurması için Grigoris’e yardım ettiler. Böylece Avrupa’ da ilk kiliseyi, 301 yılında Ermenistan kurmuş oldu. Ermenistan Tanrı’yı ve O’nun haçını kabul etmişti. Ermeniler, ayin törenlerini de Türklerden öğrenmişlerdir; çünkü Hıristiyanlarda henüz kendilerine has bir ayin töreni yoktu; onlar Yahudi dininin kaidelerine göre Sinagoglarda dua ediyorlardı.
Roma İmparatoru Diocletianus, yeni Hıristiyanlara karşı, o bilinen takipler, sürgüne göndermeler, ve idam cezalarından bir sonuç alamıyordu. Türk Manevî Kültürünün tohumları putperest Roma’nın taş tapınaklarında bile filiz veriyordu.

Roma İmparatorluğu’ndaki halklar artık korkmadan Jüpiter’den yüz çeviriyor, Merkür heykellerini ve putları yıkıyorlardı. Roma da nihayet bunu anlamıştı. Diocletianus, çaresizlik içinde tahtını bırakıp, saraydan kaçmıştı. Aklı selim sahibi bir siyasetçi olan İmparator, Türklere yenildiğini hissetmişti…

AVRUPA TAPINAKLARI ÜZERİNDEKİ HAÇ

Ermenistan, Arnavutluk, sonra da İveriya (bugünkü Gürcistan), Suriye ve Mısır birbirleriyle yarış edercesine Kıpçakları davet ediyorlardı. Tanrı’nın haçı her yerde kabul ediliyordu; bu arada Türk manevî kültürü de benimseniyordu. Türk usulü yeni Hıristiyanlık onları Roma hakimiyetinden tamamen kurtararak, hürriyete kavuşturuyordu.

Kıpçak’lar, bu devletler için Derbent’te Patrik tahtını kurmuşlardı. Bu Batı dünyasına özgü manevî bir okuldu. Burada ilk din adamları yetiştirildi. Kafkasya, uzun müddet Avrupa’nın aydınlanma merkezi olmaya devam etti. Burada, Derbent’te dünyanın ilk Hıristiyan Kilisesi inşa edilmişti. Tapınaklara girme yasağı Kilise için de uygulanıyordu.

Arkeologlar, kale kazıları sırasında bu kiliseyi tesadüfen bulmuşlardır. Türkler kendi tapınaklarını, binanın üst kısmı eşkenarlı bir haçı anımsatır şekilde inşa ediyorlardı.

Derbent’teki tapınak da böyle idi. Ölçüleri çok büyük değildi; duvarlar, tuğladan yapılmıştı; yani her şey bozkırlarda olduğu gibi idi. Aynı kiliseler Ermenistan’da, İveriya’da ve Kıpçakların odaktaşları olan diğer memleketlerde de meydana çıkmıştır. Bu kiliselerin Türkler tarafından yapılmış olduğu, ustalarının kilise duvarlarına işlediği özel işaretlerle de görülmektedir.

Bilim adamları, bu anlaşılmayan işaretlerin ne olduğunu uzun uzun düşünüyorlardı. Halbuki her şey çok basitti. Bu bir damga idi. Türk soylarının hemen hepsinde var olan bir özel arma idi. Bu Avrupa’da “geraldik” geleneğini başlatan simgeler ve şecereler bilimidir.

Kadim kiliselerin duvarlarında asırlar boyu susan bu yazılar, sahibini bulduktan sonra susmaktan vazgeçtiler ! Meselâ, bilim adamları Ermenistan’da şöyle bir yazıya rastlamıştı : “Bu hediyeyi rahipler camiası için kabul edin”. Bu yazının yanında da hediye edenlerin adlarının ilk harfleri bulunmaktadır. Bu sözlerin yazıldığı tarihin üzerinden yaklaşık 1700 yıl geçmiş. Bu sözler, kadim Türk dilinde yazılmıştır. Ermenistan halkı, yeni dini kabul etmelerinin şerefine Kıpçaklar tarafından böyle tebrik edilmiş ve kendilerine hediyeler verilmişti.

III. Blajenıy’ ın Vaçagan şapelinin yanındaki tapınakların birinde, kadim bir usta eliyle taş üzerine din adamı giysili bir süvari resmi yapılmıştır. Binici, Türk usulüne uygun bir şekilde, ata ayakları serbest, yani üzengisiz biniyordu. Bu da tarihin bir bilmecesi mi? Kesinlikle hayır. Ancak din adamları, bozkırda böyle geziyorlardı. Onlara üzengi gerekli değildi; çünkü üzengi ancak askerler için şarttı.

312 yılının 10 Kasım günü, Ermenistan için çok şanlı ve muhteşem bir gündü: Tanrı’nın haçı Avrupa’nın ilk kiliseleri üzerinde yükseliyordu. Grigoris’i süvarilerin koruması altında, Han’ın arabasıyla Derbent’ten uğurladılar. Grigoris, Türk dünyasından mukaddes emaneti götürüyordu, yani yeni Avrupa’nın remizi olan eşkenarlı haçı götürüyordu.

Türkler, kilisesinin başındaki Grigoris’i çok yüksek mertebeli bir makamda kabul etmiş, konumunu “katılık” olarak ilân etmişlerdir. “Katılık” kelimesi Türk dilinde “Odaktaş” veya “Katılan” anlamına geliyordu. Ermeni Kilisesi’nin başında olanlara verilmiş olan bu unvan, bugüne kadar muhafaza edilmiştir. Katolikos unvanı (Yunanca’ daki os eki sonradan eklenmişti) bugün de mevcuttur. Suriye, Mısır ve Bizans’taki Hıristiyanlık cemaatları, Hıristiyan dünyasının ilk hakiki mürşidi, Tanrı’nın sevilen kulu Grigoris’in önünde diz çökmüşlerdir.

Ermenistan’ın itibarı o yıllardan başlayarak hızla yükseldi. Batı alemi, Türk Dünyası’nın hazinelerini benimsemeye başladı. “Aydınlık doğudan başlar”. Ama Avrupa o dönem için doğu hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Avrupa’nın Türk dünyası ile irtibatı çok az oluyordu. Romalılar bu durumu kendi lehlerine çok iyi kullanmışlardır. Romalılar, Kıpçakları zalim ve yabani barbarlar olarak tanıtarak, insanları korkutup, Kıpçaklardan uzaklaştırarak hakimiyetlerini arttırmak ve süresini uzatmak istemişlerdir.

Avrupalılar, Geser’in kahramanlıklarını hatırlatan Grigoris’in samimî hizmetlerini görüyor, genç adamı Tanrı’nın elçisiyle kıyaslıyorlardı. Roma hükümdarları, Kıpçaklar hakkındaki hakikatin açığa çıkmasından korkuyorlardı: Kıpçakların Avrupa’ya gelmesinden korkuyorlardı. Romalılar, Grigoris’in İran soyundan bir asil olduğunu öğrenince, İranlıları kullanarak, ona iftiralar atmışlardır. Grigoris’ in günahkâr ve ahlâken zayıf olduğunu yaymışlardır.

Grigoris için çok acı bir gündü… Grigoris ne diyeceğini bile bilemiyordu. Herkes ona karşı idi. Türkler onu çok korkunç ve vahşi bir şekilde idam ettiler. Derbent’te, meydanda genç adamı yabanî bir atın kuyruğuna bağladıktan sonra, hakimler hükmü okudular. Ama ölümün eşiğinde bile Grigoris merhamet dilemedi; çünkü kendisini aklamak içini bir sebep göremiyordu. Sadece Gökyüzüne baktı ve sessizce “Tanrı’nın yazdığından kaçamazsın” dedi.
Şaşıran hakimler önce ne olduğunu anlayamadılar. Kendilerine geldikleri zaman, at denizin kıyısında ve çok uzaklarda koşuyordu. Bu defa idamlık mahkûmu kurban olarak kabul ettiler. Kahraman ve günahsız kurban Grigoris’in ruhunun Kıpçakların hamisi olması için dua etmeye başladılar. Kahramanlardan hamilik beklemek; bu da Altay’ın eski geleneklerinden biri idi. Bundan sonra piskopos Grigoris’e, bir Türk adı verdiler. Onu Djargan (çok atılgan) ismiyle çağırmaya başladılar.

O ruhen Türk olmuştu. Kıpçaklar onu kendi cemaatlerine dahil etmişlerdi. Definin 9. gününde bir mucize gerçekleşti. Mezarın yanında bir pınar doğdu. İnsanlar bu kutsal mezarı ziyaret etmek için gelmeye başladılar. Kısa zamanda burada bir yerleşim bölgesi oluştu. Artık bu yerde kutsal beldenin bekçileri yaşıyordu. Onlar nesilden nesile aktararak, şifalı su bulunan pınarı da muhafaza ettiler. İnsanlar eskiden olduğu gibi, bu günlerde de buraya gelmeye devam etmektedirler.

TÜRKLER VE BİZANS

Her halkın hafızasında tarih farklı şekilde muhafaza ediliyor. Halk bazı şeyleri unutsa bile, önemli şeyleri unutmuyordu. Bilgi hafızada yaşamaktadır… Kültür de bir hafıza hazinesidir. Medeniyeti olmadan bir millet ve onun geçmişi olamaz.

Rivayetler, masallar ve şiirler tembellikten veya can sıkıntısından yazılmazdı. Her eserin mutlaka çok derin bir anlamı vardır. Türkler, her efsane kahramanını çok pahalı bir inci gibi koruyorlardı. Ad, elbise, silâh… her şeyin mutlaka bir anlamı vardı., tesadüfen olan hiçbir şey yoktu. Meddah onlarca rivayeti hatırlıyordu. Eğer bir âşık bir efsaneyi anlatırken bir kahramanın adını veya herhangi bir teferruatı unuttu ise, bundan sonra bu efsaneyi anlatmaya hakkı olamazdı.

Derbent surlarının yanında gerçekleşen o hadiseyi Türkler elbette ki unutmamışlardır. Azeriler, Kumuklar ve Tatarlar, bugün de bir doğu şehrine büyük Ejderha’nın gelişini hatırlamaktadır. Ejderha, pınarı ele geçirmiş; şehrin genç kızlarını istiyordu. Hükümdarın kızını bir genç asker kurtardı. O asker, Ejderha’yı silâhla değil, duaları ile yenmişti. Böylece herkes sözün silâhtan daha kuvvetli olduğunu gördü. Çünkü bu söz “Bog” idi. Rusça’ da bu kelime “Tanrı” anlamına gelmektedir.

Asırlar boyunca efsane değişikliklere uğruyordu. Meselâ, askere yeni ad veriliyordu: Hızır veya Hızır İlyas, Keder veya Kederles ve Corcis; fakat farklı isimlendirmelere rağmen, o her zaman hayat pınarının genç bekçisi olarak ebedî kalmaya devam ediyor.

Avrupa’da da bu efsane uzun zamanlardan beri biliniyordu. Bu genç askeri, Aziz Georgiy (veya Georg, Corc, Egoriy, Yuriy, İrji… gibi onlarca ad) olarak adlandırmışlardı. Bazı dinî ve siyasî sebeplerle onu bölmüşlerdi; başka bir deyişle, farklı kişiler olarak gösterdiler… Siyasetçiler, sık sık çekinmeden kültüre karışıyorlardı ve müdahale ediyorlardı.

Roma, Türk Djargan efsanesini kabul etmedi. Kabul edemezlerdi ! Roma piskoposları korktular; çünkü bu efsanenin metni Batı Kilisesi’nin gizli sırrını açıklıyordu. Onlar, 494 yılında Hıristiyanlara Grigoris (Djargan) adının telâffuz edilmesini bile yasaklamışlardı. Türk azizini önce çilekar, sonra da katil olarak değiştirdiler: ata bindirdiler, Türklerin mukaddeslerinden sayılan Ejderha’yı “öldürmeye gönderdiler”.

Bunların hepsi Grigoris’ in gerçek kahramanlığının sırrı kimse tarafından öğrenilmesin diye yapılmıştır. Gök Tanrı tasavvurunun Avrupa’ya Türklerden geldiğinin öğrenilmemesi için yaptılar. Roma İmparatorluğu’nun yıkılışından sonra Avrupa’ya yerleşen Hıristiyan kültürünün doğuşunun temelinde Türklerin olduğunun öğrenilmemesi için yaptılar.

Demek ki, efsaneyi değil, Türk milletinin tarihini kötü bir niyetle kasten değiştiriyorlardı. Buna Kıpçaklara karşı asırlar boyu süren Batı Kilisesi’nin oluşturduğu siyaset sebep olmuştur… Ama hakikat her zaman hakikat olarak kalmaktadır. Gerçekler hiçbir zaman değişmez; çünkü gerçekler mantığa dayanmaktadır. İşte mantık (deliller hakkında en ciddî bilim dalı) bazı hadiselerin gerçekte nasıl olduğunu tekrar canlandırmaya imkân sağladı.
…Olayların gerçeği şöyle idi : Yunan Hıristiyanlar Derbent’te 311 yılında ortaya çıkmıştır.Onlar oraya hayırlı bir iş için gelmemişlerdir. Yunanlar, izleri bugüne kadar dahi ustalıkla gizlenmiş ve inanılması zor bir oyunu plânlamışlardı.

O tarihte eski Roma İmparatorluğu topraklarında büyük bir kargaşa yaşanıyordu. Taht için yedi aday savaşıyordu. İnsanlar da artık eski Roma Tanrıları’nın güçsüzlüğünü açıkça dile getiriyorlardı. Her yerde kaos hakimdi. Avrupalılar arasında siyasetin en eski ve en önemli bir kaidesini ilk olarak Yunanlar hatırlamışlardı: Tanrı kimde ise veya başka bir deyişle Tanrı kimin ise, hakimiyet onundur.

Yunanlar bu şuurla ve kurnazlıkla Gök Tanrı’yı çalmak ve böylece Avrupa üzerinde hakimiyetlerini kurmak maksadıyla Türklere gittiler. Yedi imparator adayından biri Yunan Konstantin idi. Konstantin de, diğerleri gibi bir “çıplak” imparator idi. Askeri yoktu, ancak bir unvana sahipti. Orta Deniz’e, yani Akdeniz’e, Macsentsius hakim durumda idi, yani gerçek imparator.

Macsentsius’un Roma’ da askeri vardı. İlk bakışta sıkıntıyı ve belâyı akla getirecek hiçbir şey görünmüyordu.

Ama aniden, nereden geldikleri bilinmeyen akıncı süvariler ortaya çıkmıştı. Ellerinde Avrupalıların önceden görmedikleri haçlı bayraklar dalgalanıyordu. Saldırılar ani ve sertti.

312 yılında Mulvi Köprüsü’nün yanında – yenilmez Roma’nın duvarları altında ! – Macsentsius’ un askeri tamamen dağılmış ve ordusu paramparça olmuş; kendisi de canından olmuştu. Konstantin ise, zaferini ve başarısını ilan etmek için acele ediyordu. Savaşı Türk süvarileri kazanmış, ama zafer, askeri bile olmayan Yunanlara mal olmuştu. Haçlı bayraklar taşıyan Kıpçak askerleri Roma ordusunu çok kolay yenmişti. Bunu da Gökyüzü’nün, yani Tanrı’nın bir işareti olarak kabul etmişlerdir.

Konstantin çok kurnaz bir siyasetçiydi. O, hemen yeni Tanrı inancını da kendi üzerine almasının, O’nu ve Türkleri de kendisine ait olarak göstermesinin çok önemli olduğunu anlamıştır.

Konstantin, Litsinius’ dan hemen sonra, Kafkasya’da yeni doğmuş olan Hıristiyanlığı kabul etmek istediğini bildirdi. Kıpçaklarla ittifak kurmak Konstantin’in işine geliyordu.

Bazı âlimler, tarihi yazdıkları zaman siyasetçilerin emri ile bazı şeyleri reddediyor, bazı bilgileri gizliyor veya hiç söylemiyorlar. Yunanlar, Tanrı inancını ilk defa Konstantin zamanında kabul ettiler. Bunu da kimse reddetmiyor; ama bu inancı Türk din adamlarının telkinleriyle kabul etmişlerdir ! Ancak tarihçiler işte bunu nedense gizliyorlar. Yunanların, Tanrı inancını Kıpçaklardan aldıkları tartışmasızdır.

Türklerin dini üzerinde Doğu’da Budizm; Batı’da ise, yeni Hıristiyanlık oluşmuştur. Avrupalılar Tanrı’yı kabul ettiler. Tanrı inancı ile birlikte Türklerin dinî kültürünü de kabul etmiş oldular. Bunu gizlemek mümkün değildir ! Konstantin’in Tanrı’yı kabul etmediğini gizleyemediği gibi… Konstantin bütün hayatı boyunca, daima putperest olarak kalmıştı.

Çünkü Konstantin’i inanç değil, hakimiyet ilgilendiriyordu.

Konstantin, Romalılar üzerinde kazanılan zafer için bedeli cömertçe ödedi; hediyeler göndermek hususunda, Türk askerlerini daha fazla yanında tutabilmek için hiçbir şeyden kaçınmıyordu. Ve süvariler Konstantin’in yanında kalmıştı. Sonradan bunları “Federat” olarak adlandırmışlardır. “Federat” kelimesi Latince “antlaşma” anlamına gelmektedir.

Konstantin, Kıpçaklara elinden geldiğince ihtimam gösteriyordu; meselâ, yeni takvim ihdas etti: Türklerde olduğu gibi tatil gününü Pazar günü olarak tayin etti. İnsanların kiliseye gitmesini ve yeni Gök Tanrı’ya dua etmelerini mecburî kılmıştı.

Dikkat edelim, 325 yılına kadar Yunanlar ancak Tanrı’ya dua ediyorlardı ve Türklerin ilâhi metinlerini ve dualarını okuyorlardı. Olağanüstü, ama maalesef unutulmuş bir olgu. Bu olay, Avrupa tarihinin karanlıkta kalmış bazı kara lekelerini iyice aydınlığa kavuşturdu…

Bizans, demir sikkelerinin üzerine Güneş amblemi basıyordu, daha doğrusu “güneş” amblemli eşit kenarlı haçlar… “Güneş işaretleri”. Konstantin hakkında ise, sadece “güneş gücüne tapan” biri olduğu söyleniyordu. Acaba neden ? Dahası var : Türk dili uzun zamanlar boyunca Bizans ordusunun kullandığı dil idi : bu dili “asker” dili olarak adlandırıyorlardı. Binlerce Bozkır ailesi Yunan eline taşınmışlardır. Onlara en iyi yerler veriliyordu. Onların taşınması için Deşti Kıpçak hanlarına büyük miktarda altın veriliyordu.

Avrupa’nın doğusundaki en güçlü devlet olan Bizans’ı zaten Kıpçaklar kurmuşlardır. Üç nesilden sonra burada, iki halkın birliğinin meyvesi sayılan Bizans kültürü oluşmuştur. Uzmanların ifadesine göre, gene de Doğu’nun üstünlüğü ortadadır. Şaşıracak bir şey yoktur. Kuşan Hanlığı’nın hikâyesi tekrarlanmıştır. Ancak bir fark vardı : Bizans hükümdarları Türkler değil, Yunanlardı. Ama iki kültürün kaynaşması meydandadır.

…Konstantin’in artık düşmanları yoktu. Konstantin, kolay inanan ve ikna edilebilen Kıpçakları kullanmaya devam ediyordu; bunun için hiçbir fedakârlıktan çekinmiyordu. İmparator, 324 yılında yeni başkentin, yani Konstantinopolis’in temelini atmıştı. Bu işi de Türk ustalarına havale etmişti. Yeni başkenti Roma’nın aksine doğu usulünde inşa etmelerini istedi… Kurnaz Konstantin, olabilecek her şeyi tahmin edebilmişti. Böylece Bizans doğdu.

KONSTANTİN’ İN ZULÜMÜ

Konstantin, 325 yılında Nikea (İznik) şehrinde bütün Hıristiyan din adamlarını toplamıştır. Bu I. Ruhban Toplantısı idi. Bu toplantı İznik Konsülü olarak bilinmektedir. Konsül’ün tek bir gayesi ardı, bu hedef gizlenmiyordu. İmparator Konstantin, Hıristiyan Kilisesi’nin Türk usulüyle değil, Yunan inanç usulüne göre tanzim edilmesini istiyordu. Konstantin’in hedef ve planına göre, Yunan tarzı Kilisede, Tanrı ve Hristos aynı sıfatla, daha doğrusu tek Tanrı olarak birleştirilecekti…

Yunanlar kendi kiliselerini kurup Tanrı inancını benimserken, Türklerin dualarını, törelerini, tapınaklarını ve Türklere ait bütün manevî değerleri de sahipleniyorlardı. Türklerin asırlar boyunca biriktirdikleri miras bu yeni teşebbüsle Bizans’a ve Bizans Kilisesi’ne geçiyordu… Bu Türk milletine karşı işlenmiş bir suç sayılmaz mı? Yoksa bu suç özenle gizleniyor mu? İznik Konsülü sırasında Konstantin’in neler emrettiğini ilk başta kimse doğru dürüst anlayamadı bile. Ama anladıktan sonra da isyan ettiler.

Tanrı’yı ve insanı karıştırmak, bir araya koymak ve eşit görmek çok büyük bir günahtır; bu mukaddesatı tahkir etmek demektir.

Tanrı adının korunması için ilk çıkışı yapan kişi Mısır Piskoposu Ariy idi. Tanrı ile insanı eşit kabul edemeyiz dedi. Çünkü, Tanrı ruh, insan ise Tanrı’nın yarattığı bir kul : ancak Tanrı’nın yazgısı ile dünyaya gelir ve dünyadan gider. Ariy, aydın ve bilgili bir insandı. O, kendisine güveniyor ve insanları ikna ediyordu. Ermeni, Arnavut, Suriye ve diğer kiliselerin piskoposları da Ariy’i destekliyordu. Piskoposlar, Hristos’u, yani Hz.İsa’yı reddetmiyordu; ama aynı zamanda kimse Hristos’u Tanrı ile eşit mevkiye de koymuyordu. Çünkü gökyüzünden gelecek büyük cezadan korkuyorlardı.

Çok ilginç, ama Türk hanları İznik Konsülü’nü sanki fark etmemişlerdir. Yunanların yaptıkları bu sefer de kabul görmüştü. Yunanlar, kendilerini aklamak için “Yeni Vasiyeti”, yani Hristos’ un öğrencilerinden birinin notlarını bulduklarını ifade ederek, Hristos’un faaliyetini, hayatını ve soyunu yazmışlardır. Yunanların yalanları sınır tanımazdı. Yunan editörleri, Tanrı’nın oğlu Geser’in kahramanlıklarının bir kısmını Hristos’a mal ettiler, bazı şeyleri de açıkça Buda’nın hikayesinden aldılar. Böylece Hıristiyanlığın ilk kitabı, dinden çok uzak olan siyasetçiler tarafından yazılmıştı.

Konstantin, kendi kilisesini kurmak için uygun bir zaman seçmişti. Kıpçakların o zaman Alanlarla ilişkileri çok gergindi. Yunanların gerçekleştirdikleri bu yenilikleri düşünecek durumda değillerdi. “Eğer ikisi bir birine düşman ise, birisi ölür” diyorlar Doğu’ da.

DON NEHRİ İÇİN MÜCADELE

Doğu’nun her zaman kendine has kavrayışı ve kendine has değerleri olmuştu. Doğu affediyor, ama unutmuyor.
Alanlar ve Türkler arasında Don* Nehri için mücadele uzun sürmüştü. Aktaş Han’dan sonra da bu mücadele bitmedi.
Don Nehri, o yıllarda Avrupa’nın doğu hududunu çiziyordu.

Kıpçaklar, Avrupa’ ya girme hakkını kazanmak için savaşıyorlardı. Kıpçaklara engel olan Alanlar değildi; Alanlara gizli yardım eden ve açıkça Türkleri sadece iş gücü olarak görmek isteyen Yunanlar ve Romalılar idi. Kıpçaklar için Don havzasına ve Avrupa bozkırlarına çıkış önemli idi; çünkü Kıpçak nüfusunu artması sebebiyle onların yeni topraklara ihtiyaçları vardı.

“Dört çocuk aile sayılmaz” diyordu Kıpçaklar. O zamanlarda şekillenmiş geleneklere göre, küçük erkek evlât, baba evinde kalıyor, anne ve babasına hizmet ediyordu. Büyük oğullar ise askerlik yapıyor ve yeni diyarlara gidiyordu. Devlet evlâtları için vardı: Eğer ailede sadece bir erkek çocuk var ise, o gencin kulağına bir küpe takıyorlardı. Askerde komutan, kulağı küpeli eri tehlikeli işlere göndermiyordu. Soyunun son erkek evlâdı ise, bu defa kulağına iki küpe takılıyordu. Bunlar özellikle korunuyordu.

Herkes askerlik yapıyordu. Askerlik bir erkek için şarttı ve çok şerefli bir işti. Eğer genç askerliğini yapmamışsa, evlenmesi de yasaklanıyordu. Ordu mensuplarına çok hürmet ediliyordu. Bir genç, askere gitmeden önce bir tay besliyordu. Askere giderken kendi yetiştirdiği atı ve kendi silâhıyla gidiyordu. Bu yüzden Deşti Kıpçak’ ta her zaman için esas vurucu gücün süvari olması insanı şaşırtmıyor.

Ama Alanlarla savaşmak için bu yetenekler azdı. Alanlar savaşı çok iyi hesaplayarak yapıyorlardı. Alan askeri önce bir dörtgen oluşturuyordu; sonra bakırdan yapılmış kalkanlarıyla ciddî bir şekilde korunarak uzun mızraklarıyla hücum ediyorlardı. Neticede Kıpçaklar bir yol buldular. Kıpçaklar ağır yayı keşfettiler. Bu silâh tarihe de “Türk tipi ağır yay” olarak geçti. Bu yayı her delikanlı geremezdi. Çünkü bu yayın boyu bir buçuk metre idi ! Ağır demirden uçlu oku bu yay ile herkes atamazdı… Bu ağır yay, müthiş bir öldürme gücüne sahipti. Türk ustalar daha önce çığlık sesi çıkartan oklar keşfetmişti. Bu da çok başarılı bir askerî icat idi. Ok, uçarken korkutucu bir ses çıkartıyordu.

Nihayet 370. yıl gelmişti… Balamir Han, Don’ a çıkmıştı. Alanlar, Türk silâh ustalarının yeniliklerini bilmedikleri için, eskisi gibi savaş dörtgenini kurmuşlar, sessizce saldırıyı bekliyorlardı. Tuhaf bir şey, Türkler bu sefer acele etmiyorlardı. Balamir Han önce bayrağı öptü, yemin ettikten sonra, eski Türk geleneklerine uyarak, askerlerini Tanrı işaretiyle kutsadı. Ve asker düşmana karşı hareket etti.

Düşman saflarının önünde de süvariler durmaktaydı. Bir şarkı duyuldu. Okçular öne çıktılar. Çığlık sesi çıkartan okların gürültüsü düşmanın yüreğine korku salmıştı.

Sanki Alanların başındaki kötü ruhlar belâyı ve felâketi çağırıyormuş gibiydi. Bu hücum başarıyla sonuçlanmıştı. Kahraman okçular savaşa devam etti. Ağır oklar düşmanı acımasızca öldürüyordu. Bakırdan yapılmış zırhlar, Alanları ancak yumurta kabuğu kadar koruyordu. Türk okları zırhları tamamen deliyordu. Alanlarda panik başladı. Savaşın akışı tam Kıpçakların istedikleri yönde gelişti. Kılıçlar havaya kalkıyor ve her inişte kesiyor, kesiyordu. Kandan dolayı nehir kıpkızıl akıyordu.

Türkler bu savaştan muzaffer çıktılar. Onlar iki sene boyunca kızıl akan Don’ a dönmediler. Toprağın, kendisine gelmesi için zamana ihtiyacı vardı. Ancak 372 yılında öncüler, bu sefer şehir ve kasabalara uygun yer seçmek için gelmişlerdi… Arkeologlar, Don havzasında bulunan bütün eski şehirlerin o yıllara ait olduğunu kesin olarak tespit etmişlerdir. Bu şehirler Kıpçaklar tarafından kurulmuştu.

Tanais Nehri’nin bu tarihten sonra adı Don olarak değişmişti. “Don” kelimesi Türk kökenli bir sözdür ki, eski zamanlarda “tepeli bölge” anlamına gelmişti. Araştırıldığında, Kadim Altay’da Don-Terek, Don-Hotan gibi başka benzer isimlerin de olduğu görülür… Demek ki, Türkler bu kelimeyi biliyorlar ve kullanıyorlardı. Bu ad, nehrin düz bozkırlardan değil, engebeli bozkırlardan geçtiğini vurgulamaktadır.

Murat ADJİ – (3/4.bölüm)
 
Üst Alt