Kur'ân-ı Kerim'deki 5 büyük kıssa

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
Allah kelamı Yüce Kur’an’da hiçbir söz, hiçbir kelime boşuna değildir. Akıl ve ruh sahiplerine fıtratı ve yaşam ile sonrasını tanıtan, doğruyu öğreten ve sınavı adil kılan Kur’an hem insanlar ve hem cinler için, hem Kur’an’a tabi olanlar hem olmayanlar için Allah dini İslam’ın tek ve değişmez kaynağıdır.

Kur-an-Kerim-de-anlat-lan-k-ssalar-n-o-nemi-nedir.jpg


Yüce Kur’an bu görevini eskiyi kıssalarla anlatarak, şu anın doğrularını tanıtarak, gayba dair ipuçları vererek yapar. Kıssaların asli görevi hikaye formunda, anlamayı kolaylaştıracak tarzda ve fakat geçmişteki güzel ve çirkin hadiseleri tanıtarak bulunulan zamana ışık tutmaktır.

Kıssaların görevi bu kadarla da sınırlı değildir. Münafıklar zümresi aksini savunsa da hiçbir kıssa bir kişi veya zamanla alakalı değildir aksine kıyamete dek sürecek insanlık serüveni boyunca geçerli bir derstir, tüm zaman ve mekanlar içindir. O kıssayı bir kişi veya sadece bir olay ile kısıtlamak ise ayeti değiştirmek, Kur’an’a yalan söyletmektir.

Yani her bir kıssa insanlığın ilelebet akılda tutması gereken ibretlik öykülerdir ve sayıları pek çoktur. Lakin özellikle beş meşhur kıssa vardır ki adeta dinin özeti durumundadır.

İMAN işte bu kıssaları anlayıp tevbe ile Allah’a sığınmak ve göz yaşı dökmektir.

Hz. Musa (as) ve Firavun kıssası
Hz. Musa (as) ve Firavun kıssası
Hz. Musa (as) ve Firavun kıssası

“Sonra onların ardından Mûsâ’yı, apaçık mucizelerimizle Firavun’a ve onun ileri gelen adamlarına peygamber olarak gönderdik de onları (mucizeleri) inkâr ettiler. Bak, bozguncuların sonu nasıl oldu.” (A’raf 7/103)

Kur’an’da Firavun kelimesi en çok tekrar eden (74 kez) kelimelerdendir ve azmış Firavun’a gönderilen Hz. Musa (as) kıssası satır bazında ve tekrar sayısı olarak da en çok yer tutan izah, ihbar ve ikazdır.

Servet ve kudretle şımarıp, kendi şeytani dinini tesis eden, zulümden çekinmeyen, nefsi arzularıyla güzele ve hakka düşman olan Firavun’un ve etrafındaki yalakaların, mevki ve makamını korumak için yapageldiklerine dur demek için gönderilen Musa Peygamber ve kardeşinin bu devasa kudret ve hükümranlığa Allah emri ile ve korkusuzca cihat ilan etmesi, ölümü göze almak pahasına ikaz görevini yerine getirmeleri ve mazlum halkları kurtarmak için sayısız acı ve eziyete rıza göstermeleri, nihayette ise mazlumları kurtarmaları ve zalim firavunun gelecek nesillere ibretlik ölümü ile sonlanan kıssada anlatılan ana tema; servetle şımarıp haktan uzaklaşanların zulümleri, haksızlıkları, kaçınılmaz acı sonları, hak ve adaletin galip geleceğidir.

Tume Bin Ubeyrık kıssası

Tume bin Ubeyrık kıssası hak ve adaletin, herkes ve her zaman için lazım olduğunu, doğrunun elbet tecelli edeceğini ve en yakınlarımız dahi olsa adaletten sapmamamnın gereğini anlatan muazzam bir kıssadır. Yine münafıklar güruhu bunu sadece bir münafıka mal etmeye çalışsa da gerçek öyle değildir ve kıssa tüm insanlar ve tüm zamanlar içindir.

Çünkü olayda hırsızlık yapan Tume sahabelerdendir (henüz münafıklığı belli değildir, sonradan kafir olmuştur), sahabeler masum Yahudi komşuyu karalamak pahasına sözde Müslüman diye Tume’den yana yalancı şahitlik dahi yapmışlardır ve nihayet gerçek anlaşılınca Tume kaçmış, dinden çıkmış ve nihayet bir başka hırsızlık yaparken çöken duvarın altında kalarak gebermiştir.

Dinci tayfası bunu münafık bir yalancı diye anlatsa da, sahabelerin yalancı tanıklıklarını gizlemeye çalışsa da gerçek budur ve bu kıssa tüm insanlık geleceğine, dindeki Allah ile aldatanları tanıtan, adaletten sapanların acı sonunu bildiren muazzam bir kıssadır.

“(Ey Muhammed!) Biz sana Kitab’ı (Kur’an’ı) hak olarak indirdik ki, insanlar arasında Allah’ın sana öğrettikleri ile hüküm veresin. Sakın hainlerin savunucusu olma. Allah’tan bağışlama dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. Kendilerine hainlik edenleri savunma. Zira Allah, hiçbir haini, hiçbir günahkârı sevmez. Bunlar, insanlardan gizlenmeye çalışırlar da Allah’tan gizlenmezler. Hâlbuki Allah, geceleyin, razı olmayacağı sözleri kurarlarken onlarla beraberdir. Allah, onların yaptıklarını (ilmiyle) kuşatmıştır. İşte siz öyle kimselersiniz (ki, diyelim) dünya hayatında onları savundunuz. Ya kıyamet günü onları Allah’a karşı kim savunacak, yahut kim onlara vekil olacak? Kim bir kötülük yapar, yahut kendine zulmeder, sonra da Allah’tan bağışlama dilerse, Allah’ı çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici bulur. Kim bir günah kazanırsa, onu ancak kendi aleyhine kazanmış olur. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. Kim bir hata işler veya bir günah kazanır da sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa, şüphesiz iftira etmiş, apaçık bir günah yüklenmiş olur. (Ey Muhammed!) Eğer Allah’ın sana lütuf ve merhameti olmasaydı, onlardan bir grup seni saptırmaya çalışırdı. Hâlbuki onlar, ancak kendilerini saptırırlar, sana hiçbir zarar veremezler. Allah, sana kitabı (Kur’an’ı) ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah’ın sana lütfu çok büyüktür.” (Nisa 4/105-113)

İfk (İftira) kıssası
İfk (İftira) kıssası
İfk (İftira) kıssası

Hz. Aişe (ra)’ye atfedilen bu ağır iftira iki yönlüdür ve detaylarda görüleceği üzere hem iftira boyutu ve hem de nasihat ve delil arama görevini yerine getirmeyip kötü zanda bulunanlara ikaz manası vardır. Yani bir iffetli ve masum kadına atılan iftira vardır ve bunu yapan yani elebaşısı bir münafık/kafir olsa da tüm sahabelerin o yalana inanması, hatta Hz. Aişe’nin ailesinin bile bu durumdan etkilenmesi, iftiranın uzunca bir süre (ayet nüzul olana dek) toplumda etkin ve egemen olması Kur’an imanına yakışmayan bir durumdur ve Hz. Peygamber’i dahi etkileyen bu gerçek dışı şüphe neticesi masum bir kadın derin acılara mahkum edilmiştir.

Sonrasında Allah ayeti ile durum anlaşılmış ve beraat gerçekleşmiştir ama beraatı bildiren ayetler aynı zamanda bir başka acı gerçeği dile getirmiştir ki bu o yalan haberi duyanların delil aramaması ve yalan uyduranlara dur dememesidir. Çünkü konu gerçek dahi olsa ki değildir sahebelere düşen açık ve ayıp aramamak, aşırı ve kötü zanda bulunmamak, gerçek anlaşılana kadar masumiyet karinesine zarar vermemektir. Oysa tüm sahabeler o münafıkın kışkırtmasıyla bir Peygamber eşine çamur atmakta dahi sakınca görmemişlerdir.

“O ağır iftirayı uyduranlar, sizin içinizden bir güruhtur. Bu iftirayı kendiniz için kötü bir şey sanmayın. Aksine o sizin için bir hayırdır. Onlardan her biri için, işledikleri günahın cezası vardır. İçlerinden (elebaşılık ederek) o günahın büyüğünü üstlenen için ise ağır bir azap vardır. Bu iftirayı işittiğiniz zaman, iman eden erkek ve kadınlar, kendi (din kardeş)leri hakkında iyi zan besleyip de, “Bu, apaçık bir iftiradır” deselerdi ya! Onlar (iftiracılar) bu iddialarına dair dört şahit getirselerdi ya! Mademki şahit getirmediler; işte onlar Allah yanında yalancıların ta kendileridir. Eğer size dünya ve ahirette Allah’ın lütfu ve rahmeti olmasaydı, içine daldığınız bu iftiradan dolayı size mutlaka büyük bir azap dokunurdu!” (Nur 24/11-14)

Fil vakası kıssası
Fil vakası kıssası
Fil vakası kıssası

Fil vakası hikâye tarzında en çok bilinenlerden olsa da detaya ait çoğu Müslümanın ana temaya temas edebildiğine dair şüphe vardır. Olay sadece güçlü bir ordunun çöllerde zayıf bir grup veya coğrafi şartlar ile mağlup edilmesi değildir. Olay dinin ve herşeyin sahibi Yüce Allah’ın mazlumları korumak, iman edenlere gölge olmak, zulme dur demek, yanlışa rıza göstermemek adına irade buyurduğu bir neticedir ki Kutsal Kabe fil ayakları ile yıkılmaktan bu suretle kurtulmuş, Allah’a sonsuz güven duyan yöre insanları devasa fil ordularına karşı mucizevi bir kurtuluş yaşamıştır.

Yine o zalimleri mağlup eden şeyin Allah’ın ordusu olduğu gerçeği, kıyamete dek akıllardan asla çıkmaması gereken şeydir ve bu ahir zaman için zulüm orduları/yönetimleri ne denli güçlü olursa olsun, şeytanlar hakikat ve adalete ne denli güçlü saldırırsa saldırsın kazananın iman ve Allah dostları olacağının da ispatıdır. Bunun tek şartı ise iman kardeşlerinin Allah yolunda cihata mal ve canla razı vaziyette başlamalarıdır ve Allah’ın yardımı sonradan gelecektir. Bu ordu içerisinde ise kuşlardan meleklere, topraktan havaya kadar pek çok şey vardır ki delip geçen taşlar, hastalıklar, depremler buna örnektir.

Bu aynı zamanda şu demektir ki zulüm ordusunun silah ve kuvveti ne olursa olsun kazanan iman sahipleri olacaktır ve o filler nasıl kumda yürüyemediyse şeytan ordusunun teknolojik silah ve uçakları da bu cihatta çalışmaz hale gelecektir. Elbette zalim hükümdarlar ve komutanlar da o kayıpla birlikte sefil ve gafil olarak yok olup gideceklerdir.

“Rabbinin, fil sahiplerine ne yaptığını görmedin mi? Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı? Üzerlerine balçıktan pişirilmiş taşlar atan sürü sürü kuşlar gönderdi. Nihayet onları yenilmiş ekin yaprakları hâline getirdi.” (Fil 25/1-5)

İnsanın yaratılışı ve İblisin ahdi kıssası
İnsanın yaratılışı ve İblisin ahdi kıssası
İnsanın yaratılışı ve İblisin ahdi kıssası

Kur’an’ın en mühim kıssası yaklaşık üç yerde detayıyla anlatılan ve dünya sınavının delillerini ortaya koyan bu kıssadır ve yukarıdaki dört kıssaya da mana katacak şekilde özetle daha insan yaratılması fikir aşamasındayken şeytanın (iblisin) büyüklenme ve cehaletle isyan ederek huzurdan kovulması, lanetlenmesi, akabinde insan yaratıldıktan sonra kendisini insandan büyük görerek kibirle büyüklenmesi ve isyanını sürdürmesi, nihayet cennete konan ilk insan ve eşini yalan ve aldatmayla kandırarak yasak elmayı yedirmek suretiyle ilk günaha sebep olması neticesi cennetten kovulması ve bu arada o günaha aldanan insanın da cennetten kovulması, Adem (as) ve eşi ile iblis ve iblise uyan cinlerin yeryüzüne indirilmesi anlatılır.

Bu satır aralarında ise dünya sınavının mana ve mahiyeti gizlidir ki o da şudur; İblis lanetlenmesi ve cehennem azabına mahkum edilmesi karşısında insandan nefret etmiş, insanı kıskanmış, kıyamete dek aldığı süre zarfında insanları ve cinleri Allah ve iman aleyhine aldatmaya, saptırmaya yemin etmiştir. Yüce Allah ise ahdinde şeytana süre vermiş, onu kandırma konusundaki yeminine sınav gereği rıza göstermiş ve fakat imanlı kulları üzerinde sultası olmayacağını bildirmiştir.

Yani iblis imansızlar üzerinde krallık kuracak ve akıbetlerini karartarak kendisi ile birlikte cehenneme mahkûm edecek, sadece iman sahipleri bu kandırmacadan kurtularak Allah’ın rahmet ve mükafatlarına erecektir. Kananlar şeytanlar ile cehennem ateşlerinde kavrulurken aldanmayanlar cennetlerde gölgelenecektir.

“Andolsun, sizi yarattık. Sonra size şekil verdik. Sonra da meleklere, “Âdem için saygı ile eğilin” dedik. İblis’ten başka hepsi saygı ile eğildiler. O, saygı ile eğilenlerden olmadı. Allah, “Sana emrettiğim zaman seni saygı ile eğilmekten ne alıkoydu?” dedi. (O da) “Ben ondan hayırlıyım. Çünkü beni ateşten yarattın. Onu ise çamurdan yarattın” dedi. Allah, “Şimdi in aşağı oradan. Çünkü senin orada büyüklük taslamak haddine değil! Hemen çık! Çünkü sen aşağılıklardansın” dedi. Şeytan dedi ki: “(Öyle ise) bana insanların tekrar diriltilecekleri güne kadar süre ver.” Allah da, “Sen süre verilenlerdensin” dedi. Şeytan dedi ki: “(Öyle ise) beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki, ben de onları saptırmak için senin dosdoğru yolunun üzerinde elbette oturacağım.” “Sonra (pusu kurup) onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım ve sen onların çoğunu şükreden (kimse)ler bulamayacaksın.” Allah, dedi ki: “Yerilmiş ve kovulmuş olarak çık oradan. Andolsun, onlardan sana kim uyarsa sizin, hepinizi cehenneme doldururum. Ey Âdem! Sen ve eşin cennette kalın. Dilediğiniz yerden yiyin. Fakat şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz.” Derken şeytan, kendilerinden gizlenmiş olan avret yerlerini onlara açmak için kendilerine vesvese verdi ve dedi ki: “Rabbiniz size bu ağacı ancak, melek olmayasınız, ya da (cennette) ebedî kalacaklardan olmayasınız diye yasakladı.” “Şüphesiz ben size öğüt verenlerdenim” diye de onlara yemin etti. Bu sûretle onları kandırarak yasağa sürükledi. Ağaçtan tattıklarında kendilerine avret yerleri göründü. Derhal üzerlerini cennet yapraklarıyla örtmeye başladılar. Rab’leri onlara, “Ben size bu ağacı yasaklamadım mı? Şeytan size apaçık bir düşmandır, demedim mi?” diye seslendi. Dediler ki: “Rabbimiz! Biz kendimize zulüm ettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.” Allah, dedi ki: “Birbirinizin düşmanı olarak inin (oradan). Size yeryüzünde bir zamana kadar yerleşme ve yararlanma vardır.” Allah, dedi ki: “Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan (mahşere) çıkarılacaksınız.” (A’raf 7/11-25)

Son söz ;

Kur’an’ın her bir kelime ve kıssası gayba ışık tutan, imanı hatırlatan, Allah’ın sınırlarına uymayı emreden ayetlerdir ve Kur’an okumak bu nedenle herkese farzdır. Bu okumak ise anlayarak ve hazmederek olmalıdır ki yukarıda bahsedilen bu kıssalardan habersiz bir yaşam sürmek zaten eşek cennetini boylamaktır.

Kur’an bir dua kitabı, ölüler kitabı değil, yaşam rehberidir, din kılavuzudur, hakikate çağrıdır. O muazzam izaha kulak tıkamak, yok saymak, şeytanlara aldanıp manasız okuyuşlarla sevap kazanma yarışına girmek en başta Kutsal Kelamın sahibi Yüce Allah’a ve o vahye aracılıke den Peygamberimize haksızlıktır.

Şeytan ve soyunun Kur’an ayetlerinin anlaşılmadan okunması için gösterdiği gayret kendisi adına zaferdir. Çünkü insanların çoğu beşeri telaşlarla bu hakikatlerden uzak bir hayat yaşamaktadır. Lakin bu mazeret değil aksine helak sebebidir.

Şeytanları, müşrik ve münafıkları ayırt etmek ancak Kur’an’ı bilmekle mümkündür. Hz. Peygamber dahi dini Kur’an’dan öğrenmiştir ve dini öğrenmeden, imanı tanımadan, Allah kelamından habersiz bir yaşam cehenneme razı olmaktan başka bir şey değildir.

Yukarıda anılan beş kıssa dahi kula şeytanlardan sakınmanın ve hakikatin ipuçlarını verir ki iman bu dünyada sahip olunması gereken tek şeydir. Çünkü iman, ALLAH RIZASIDIR.

Allah rızasından mahrum kalmak ise yapılabilecek en büyük hatadır!

Müslüman ile mü’min arasındaki fark bu kıssalardaki satır aralarından, akıl ve kalbin, ruh ve vicdanın hakkını vererek … tevhid, tevekkül ve tevbe nimetlerine erebilmektir.

ŞİMDİ HİÇ OLMAZSA BU KISSALARI HATIRLAYARAK YAŞANANLARA VE YAŞADIKLARINIZA BİR DAHA BAKIN VE İMANA DÖNÜN !

KUR’ÂN-I KERİM KISSALARININ GÂYESİ


KUR’ÂN-I KERÎM KISSALARININ EHEMMİYETİ

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’inde önceki peygamberler ve onların ümmetlerinden bizlere naklettiği ilâhî hikmet, ibret ve teblîğ hakîkatlerini beşer idrâki için anlaşılması kolay ve rahat bir üslûb olan kıssa tarzıyla takdîm eder. Bu husus, âyet-i kerîmelerde şöyle ifâde buyrulur:

حْنُ نَقُصُّ عَلَيْكَ أَحْسَنَ الْقَصَصِ بِمَا أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ هَذَا الْقُرْآنَ وَإِن كُنتَ مِن قَبْلِهِ لَمِنَ الْغَافِلِينَ

(Ey Rasûlüm!) Biz, bu Kur’ân’ı vahyetmekle, Sana kıssayı (geçmiş haberleri) en güzel bir şekilde anlatıyoruz.” (Yûsuf, 3)

تِلْكَ مِنْ أَنبَاء الْغَيْبِ نُوحِيهَا إِلَيْكَ مَا كُنتَ تَعْلَمُهَا أَنتَ وَلاَ قَوْمُكَ مِن قَبْلِ هَذَا فَاصْبِرْ إِنَّ الْعَاقِبَةَ لِلْمُتَّقِينَ

(Rasûlüm!) İşte bunlar Sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bundan önce onları ne Sen biliyordun ne de kavmin. O hâlde sabret. Çünkü (en hayırlı) âkıbet (sabredip) sakınanlarındır.” (Hûd, 49)

وَكُلاًّ نَّقُصُّ عَلَيْكَ مِنْ أَنبَاء الرُّسُلِ مَا نُثَبِّتُ بِهِ فُؤَادَكَ وَجَاءكَ فِي هَذِهِ الْحَقُّ وَمَوْعِظَةٌ وَذِكْرَى لِلْمُؤْمِنِينَ

“Peygamberlerin haberlerinden Sen’in kalbini (tatmin ve) teskin edeceğimiz her haberi Sana anlatıyoruz. Bunda Sana gerçeğin bilgisi, mü’minlere de bir öğüt ve bir îkaz gelmiştir.” (Hûd, 120)

KUR’ÂN-I KERÎM KISSALARININ GÂYELERİ

Kur’ân-ı Kerîm kıssaları, tamamen dînî birtakım gâyeleri gerçekleştirmek hikmetine mâtuftur. Bu gâyeler, engin ve geniş bir muhtevâ arzeder. Çünkü kıssaların gâyeleri, hemen hemen bütün Kur’ânî gâyeleri içine almaktadır. Bu çerçevede; vahiy ve peygamberliğin ispatı, Allâh’ın vahdâniyetini ispat, dinlerin esasta birliği, îkâz, müjdeleme, kudret-i ilâhiyyenin zuhûra çıktığı yerler, hayır-şer, sabır-sızlanma, şükür-nankörlük ve daha başka nice dînî gâyeler ve ahlâkî hedefleri içine almış ve bunların ifâde vâsıtası olmuştur.

Kıssaların bilhassa mühim ve vâzıh gâyeleri hakkında şunları söylemek mümkündür:
  1. Îmân esaslarını ispat ve açıklama.
  2. Vahiy ve risâletin ispatı.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ümmî idi. Okuma yazma öğrenmemişti. O’nun, yahudî ve hristiyan papazlarıyla oturup sohbet ettiği de görülmemişti. Buna rağmen ona Kur’ân’da hristiyan ve yahudîleri de şaşırtan kıssalar nâzil oldu. Hele bâzısında mevzûlar son derece derin ve hassâs bir şekilde beyân edilmişti: İbrâhîm, Yûsuf, Mûsâ ve Îsâ -aleyhimüsselâm- kıssalarında olduğu gibi. Bunların Kur’ân’da beyânı, onun vahy-i ilâhî olduğuna delil teşkîl etti. Kur’ân, bâzı kıssaların başında veya sonunda bu gâyeleri açıkça tasrîh eder:

وَمَا كُنتَ بِجَانِبِ الْغَرْبِيِّ إِذْ قَضَيْنَا إِلَى مُوسَى الْأَمْرَ وَمَا كُنتَ مِنَ الشَّاهِدِينَ. وَلَكِنَّا أَنشَأْنَا قُرُونًا فَتَطَاوَلَ عَلَيْهِمُ الْعُمُرُ وَمَا كُنتَ ثَاوِيًا فِي أَهْلِ مَدْيَنَ تَتْلُو عَلَيْهِمْ آيَاتِنَا وَلَكِنَّا كُنَّا مُرْسِلِينَ. وَمَا كُنتَ بِجَانِبِ الطُّورِ إِذْ نَادَيْنَا وَلَكِن رَّحْمَةً مِّن رَّبِّكَ لِتُنذِرَ قَوْمًا مَّا أَتَاهُم مِّن نَّذِيرٍ مِّن قَبْلِكَ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ

“Mûsâ’ya emrimizi vahyettiğimiz vakit (Habîbim) Sen batı tarafında değildin, (o hâdiseyi) görenlerden de değildin. Fakat biz (Mûsâ’dan sonra) daha birçok nesiller yarattık da ömürleri (uzadıkça) uzadı. Sen Medyen ahâlisi içinde ikâmet edici olup da âyetlerimizi onlardan okuyarak öğrenmiş de değilsin. Ancak (geçmişlerin haberlerini Sana) gönderen Biz’iz. Mûsâ’ya nidâ ettiğimiz vakit de Sen «Tûr»un yanında değildin. Fakat Sen Rabbinden bir rahmet olarak (gönderildin). Tâ ki Sen’den önce kendilerine uyarıcı (bir peygamber) gelmemiş olan bir kavmi uyarasın. Belki onlar iyice düşünüp öğüt alırlar.” (el-Kasas, 44-46)
  1. Âdem -aleyhisselâm-’dan Peygamber Efendimiz’e kadar dînin Allâh’tan geldiğini, bütün mü’minlerin bir ümmet olduğunu, bir olan Allâh’ın hepsinin Rabbi olduğunu îzâh.
  2. Allâh’ın peygamberlerine ve seçkin kullarına ihsân buyurduğu nîmeti beyân.
  3. İnsanoğlunu, ezelî düşmanı olan şeytana karşı îkâz.
Allâh Teâlâ buyurur:

يَا أَيُّهَا النَّاسُ كُلُواْ مِمَّا فِي الأَرْضِ حَلاَلاً طَيِّباً وَلاَ تَتَّبِعُواْ خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُّبِينٌ. إِنَّمَا يَأْمُرُكُمْ بِالسُّوءِ وَالْفَحْشَاء وَأَن تَقُولُواْ عَلَى اللّهِ مَا لاَ تَعْلَمُونَ

“Ey insanlar! Yeryüzündeki temiz ve helâl şeylerden yiyin, şeytana ayak uydurmayın, zîrâ o sizin için apaçık bir düşmandır. Muhakkak size, kötülüğü, hayâsızlığı, Allâh’a karşı da bilmediğiniz şeyi söylemenizi emreder.” (el-Bakara, 168-169)

  1. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ve bütün mü’minlere tesellî verip gönüllerini pekiştirme, Allâh’ın nihâyette peygamberlerine yardım edip yalancıları helâk edeceğini beyân.
Bu da Peygamberimizi takviye etmek ve onun îmâna dâvet ettiği kimselerin rûhlarına tesir etmek maksadını taşır.
  1. İnsanın tedricî olarak terbiye ve tezkiye edilmesini sağlamak.
Kıssaların daha başka pek çok gâyeleri mevcuttur. Bunlar arasında Allâh’ın sonsuz ve eşsiz harikalara muktedir olduğunu beyân etmek ve bunu izhâr etmek de mühim gâyelerdendir. Meselâ Hazret-i Âdem’in yoktan yaratılması ve Îsâ -aleyhisselâm-’ın babasız dünyâya getirilmesi, bu cümledendir.

ALLAH, KUR’ÂN’DAKİ KISSALAR İLE İNSANLARA TÂLİMDE BULUNUR

Hâsılı Kur’ân-ı Kerîm’deki kıssalar vesîlesiyle Cenâb-ı Hak, insanoğluna gizli ve âşikâr sayısız ulvî tâlimlerde bulunur. Ayrıca her peygamberde farklı bir husûsiyeti öne çıkararak onu beşer dimağ ve idrâkine yerleştirir. Şöyle ki:

Peygamberler içinde Hazret-i Nûh -aleyhisselâm-’ın hayatına bakıldığında öncelikle; îmân dâveti, tahammül, sabır ve netîcede de küfre ve küfür erbâbına karşı şiddetli bir buğz göze çarpar.

Hazret-i İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın hayatı, şirke karşı amansız bir mücâdele ve putperestliği yok etme uğrunda geçmiş, ayrıca Nemrud’un ateşlerini gül bahçelerine çeviren Hakk’a teslîmiyet, tevekkül ve îtimâd husûsunda müstesnâ bir nümûne olmuştur.

Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’ın hayatı, zâlim Firavun ve avanesi ile mücâdele hâlinde geçmiş, daha sonra getirdiği hukuk ile mü’minler için ictimâî bir nizam tesis etmiştir.

Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-’ın tebliğâtının fârik vasfı, insanlara karşı şefkat ve merhametle dolu bir kalbî rikkattir. O’nun mümtaz vasıfları arasında insanlara af ile muâmele ve tevâzû gibi yüksek hâller dikkat çeker.

Hazret-i Süleyman -aleyhisselâm-’ın dillere destan olan o göz kamaştırıcı saltanatına rağmen, tevâzû ve şükür ile kalbî tavrını muhâfaza ederek Allâh’a kullukta yücelmesi hayranlık vericidir.

Hazret-i Eyyûb -aleyhisselâm-’ın hayatında belâlara sabrın ve her ahvâlde Allâh’a şükrün yüksek tezâhürleri mevcuttur.

Hazret-i Yûnus -aleyhisselâm-’ın hayatı, Allâh’a yönelip bağlanmanın ve kusurundan dolayı nedâmet gösterip tevbeye sarılmanın kâmil bir misâlidir.

Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm-, esâret hâlindeyken dahî Hakk’a bağlılık ve dâvetin zirvesini yaşamıştır. O; servet, şöhret ve şehvet sâhibi güzel bir kadının “haydi gelsene bana” diyerek nefsi cezbedici bir teklifte bulunduğu zamanda bile büyük bir iffet sergilemiştir. Onun yüksek bir takvâ ile müzeyyen gönlü, davranış mükemmelliklerinin muhteşem menbaı hâlindedir.

Hazret-i Dâvud -aleyhisselâm-’ın hayatı, ilâhî azamet karşısındaki ibret sayfalarıyla doludur. O’nun da, haşyetullâh içinde, gözyaşı dökerek hamd ü senâ ve zikredişi, tazarrû ve niyâz hâlinde Allâh’a yönelişi pek ibretlidir.

Hazret-i Yâkub’un sîreti ise, insanın gözünde dünya karardığı zaman bile ye’se düşmeyip, sabr-ı cemîl ile Allâh’a bağlanmak ve O’nun rahmetinden ümid kesmemek lâzım geldiğine dâir büyük bir örnektir.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayâtı ise hepsini şâmil bir yücelik ve mükemmelliktedir ki, anlatmakla bitmez.
 
Üst Alt