TEFSİR KUREYŞ Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

RasuleHasret

Yeni Üyemiz
KUREYŞ SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

KUREYŞ Suresi 3-4.Ayet
KUREYŞ Suresi 3-4.Ayet
Kureyş Sûresi Nuzül

Mushaftaki sıralamada yüz altıncı, iniş sırasına göre yirmi dokuzuncu sûredir. Tîn sûresinden sonra, Kåria sûresinden önce Mekke’de inmiştir.

Kureyş Sûresi Hakkında

Kureyş sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 4 âyettir. İsmini, birinci ayette geçen قُرَيْشٌ (Kureyş) kelimesinden almıştır. Kureyş, Resûlullah (s.a.s.) mensup olduğu, İslâm’ın tebliğine ilk muhatap olan ve Kur’an’da adı geçen bir kabiledir. Sûre hususi olarak Kureyş’ten bahsettiği için bu ismi almıştır. Mushaf tertîbine göre 106, iniş sırasına göre ise 29. sûredir. Kur'ân-ı Kerim'in yüz altıncı sûresi. Âyetlerin sayısı Hicazlılara göre beş, diğerlerine göre dörttür. On yedi kelime ve yetmiş üç harften ibarettir. Âyetlerin sonlarına ahenk veren fâsılaları, te, şîn ve fe harfleridir. Sûre adını ilk âyette geçen, "Kureyş" kelimesinden almıştır.

Kureyş Sûresi Konusu

Bu sûre ile önceki Fîl sûresi arasında konu itibariyle çok derin bir irtibatın olduğu anlaşılır. Allah Teâlâ, Kâbe’nin Ebrehe tarafından yıkılmasını önleyerek Kureyş’e pek büyük bir ihsanda bulunmuştu. Çünkü onlar, diğer milletler nezdindeki bütün itibarlarını Kâbe sayesinde elde etmişlerdi. Bu sûrede de Kureyş kabilesi, aynı şekilde Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine olan büyük ihsan ve ikramları hatırlatılarak sadece Beytullâh’ın Rabbi Allah’a kulluğa çağrılır.

Dahhâk ve Kelbî, bu sûrenin Medenî olduğunu söylemişlerdir. Ama müfessirlerin çoğunluğu sûrenin Mekke'de nâzil olduğu üzerinde müttefiktirler. Sûrenin Mekkî olduğuna "rabbe haze'l-beyt" âyeti delil gösterilmiştir. Seleften bazıları bu sûrenin içeriğinden dolayı Fil sûresinin devamı gibi göründüğünü söylemiş ve bu iki sûreyi tek sûre olarak kabul etmişlerdir. Fakat ashabın çoğunluğunun kanaati ve Hz. Osman'ın İslâm dünyasının merkezlerine gönderdiği mushaflarda da bu iki sûre arasında Besmele'nin konulması, bunların iki ayrı sûre olduğuna kesinlik kazandırmıştır (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, VII, 6146 vd; Mevdudî, Tefhîmü'l Kur'ân terc. Heyet, İstanbul 1988 s. 274 vd.).

Bu sûre muhteva olarak Fil sûresinin bir devamı mahiyetindedir. Allah (c.c.)'in Kureyşlilere Fil olayındaki ihsânı hatırlatıldığı gibi, bu sûrede de kışın ve yazın yaptıkları seyahat nimeti ve elde ettikleri bol kazançları hatırlatılmaktadır. Kureyşlilerin yaşadıkları yerler çorak ve verimsiz arazilerdir. Ama Kâbe'nin kudsiyeti Kureyşliler için bir özellik taşımaktaydı. Bu yüzden önlerine geniş rızık kapıları açıldığı, huzur ve emniyet içerisinde rızıklarını elde ettikleri ima edilmektedir. Kış ve yaz yapılan bu ticarî seyahatlere alıştıkları ve âdeta bir gelenek haline getirdikleri vurgulanmaktadır. İlk âyette geçen "îlâf", sevmek, dağıldıktan sonra bir araya gelmek, bir şeyi âdet haline getirmek manâsını taşır. Ticarî ilişkilerinden dolayı, çevredeki kabileler ve devletler, Kureyşlilere "ashâb-ı îlâf" (ülfet ilişkisi olanlar) demekteydiler.

Bu hâdîse sûrede şöyle anlatılmaktadır.

"(Eğer Allah'ın başka ni'metlerinden dolayı kulluk etmiyorlarsa hiç değilse) Kureyş'in (güvenini sağlayıp) onları kış ve yaz yolculuğuna alıştırdığı için (ibadet etsinler)" (1, 2).

Sûrede Allah'ın bu lutfu hatırlatıldıktan sonra, onların bu ni'mete şükretmeleri gerektiği belirtilerek şöyle devam edilmektedir: "Bu evin Rabbine ibadet etsinler. Ki O, kendilerini açlıktan kurtarmış ve korkudan da emin kılmıştır" (3, 4).

O evin sahibi ve Rabbi, onları açlıktan kurtarıp doyurmuş ve korkudan da emin kılmıştır. Allah onlara emniyet ve ruhsat nimetini verdiğinden dolayı yalnız O'na ibadet etmeleri ve ondan başka ilahları O'na ortak ve denk kabul etmemeleri gerektiği anlatılmaktadır. el-Ankebût sûresinin altmış yedinci âyetinde o zamanki asâyişi ve Kureyş'in durumu şöyle belirtilmektedir: "Çevrelerinde insanların zorla kapılıp götürülmesine rağmen orayı harem yaptığımızı onlar görmediler mi?" Cahiliyye döneminde hiç bir kabilenin korkudan emin olmadığı bir ortamda, Kureyş kabilesi her türlü tehlikeden korunmuş bir şekilde yaşamlarını sürdürdüklerini kendileri de biliyorlardı. Kureyş'in taşıdığı "Kâbe'nin hizmetçileri" sıfatından dolayı, hiç kimse onlara dokunmazdı. Herhangi bir saldırı esnasında; Kureyşlilerin "Biz Haremliyiz" veya "Biz Allah'ın haremindeniz" demeleri saldırganı durduruyordu. Tüm bu ni'metlerden dolayı Kâbe'nin Rabbine ibadet etmeleri istenmektedir.

Kureyş sûresinin faziletiyle ilgili bir hadis-i şerifte Rasûlüllah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Allah Teâlâ Kureyşlileri yedi özellikle üstün kılmıştır? Ben onlardanım; nübüvvet onlardadır; Mekke'nin hâcibliği onlardadır; Mekke'nin su dağıtma işlemi (sikâye) onlardadır; Allah, fil ordusuna karşı onları muzaffer kılmıştır; onlar, kendilerinden başkası Allah'a ibadet etmezken, sürekli Allah'a ibadet etmişlerdir; Allah onlar hakkında Kur'ân'da bir sure indirmiştir" Rasûlüllah sonra Kureyş sûresini okumuştur. (İbn Kesir, Tefsîru'l Kur'âni'l-Azîm, terc. Bekir Karlığa, Bedrettin Çetiner İstanbul 1987, XV, 8603-8685).

Böylece Kureyş Sûresi'nde; Rasûlüllah (s.a.s) gönderildiği zaman herkes tarafından bu olaylar bilindiği için ayrıca açıklamaya gerek duyulmamıştır. Onun için dört kısa âyetle bu beytin (Kâbe) putlara değil, sadece Allah'a ait olduğuna inandıklarına, Allah'ın bu Beyt'e, dolayısıyla kendilerine emân bağışlayıp ticarette ilerleme lütfettiğine ve açlıktan kurtararak refah nasib ettiğine göre; Kureyş'in sadece bu Beyt'in Rabbine ibadet etmeleri gerektiği beyan edilmiştir.
 

RasuleHasret

Yeni Üyemiz
KUREYŞ SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

1. Kureyşi, bir araya getirip anlaştırdığı için,

2. Onları ticâret yapmak üzere kış ve yaz yolculuğuna alıştırdığı, başkalarıyla ısındırıp yakınlaştırdığı için,

3. Artık onlar da bu Beyt’in Rabbine kulluk etsinler!

4. Öyle bir Rab ki, onları açlıktan kurtarıp doyurmuş ve korkudan emin kılmıştır.


Kureyş, Resûlullah (s.a.s.)’in kabîlesidir. Mekke’de Kur’ân-ı Kerîm’e ilk muhatap olan kimselerdir. Aralarından Peygamberimiz (s.a.s.) gibi bir insanın çıkmış olması aslında onlar için en büyük bir şereftir. Resûl-i Ekrem (s.a.s.), “Sen, önce yakın akrabanı uyar!” (Şuarâ 26/214) âyeti nâzil olunca ilk defa önce kendi akrabaları olmak üzere bu kabileyi İslâm’a davet etmiştir. Fakat bir kısmı iman etmekle birlikte, çoğu Efendimiz (a.s.)’ın davetini reddettiler, ona inanmadılar. Hatta neticesi kanlı savaşlara varan çok şiddetli bir mücâdeleye giriştiler. Bu mücâdele Mekke’nin fethine kadar sürdü. Mekke’nin fethiyle birlikte Kureyş’in düşmanlığı da tamamen ortadan kalktı. Bundan itibaren, İslâm’ın dünyaya yayılması için Kureyş hep ön saflarda mücadele vermiştir.

İşte Cenâb-ı Hak bu sûreyi indirip, Kureyş’e olan büyük ihsanlarını hatırlatarak, risâletin henüz ilk zamanlarında onları şirki terk edip yalnız kendine kulluğa davet etmektedir.

Burada Kureyşe verilen dört büyük nimete dikkat çekilir:

Birincisi; Allah, Kureyşi bir araya getirip anlaştırmış, birbirine ülfet ettirip sevdirmiştir. Âyette ا۪يلَافٌ (îlâf) kelimesi kulanılır. “Îlâf”, “ülfet etmek, ısınmak, alışmak, ünsiyet etmek, uyuşup kaynaşmak, anlaşmak, antlaşmak, ahitleşmek” gibi mânalar taşıyan şümullü bir kelimedir. Burada ise “Kureyşi alıştırmak, ısındırmak; Kureyşin birbiriyle veya başkalarıyla ahidleşmesi, antlaşması, anlaşması, îtilâf etmesi veya ettirmesi” mânalarını da ifade eder. Nitekim tarihî bilgilerden öğrendiğimize göre Kureyş, dedeleri Kilab oğlu Kusay zamanında Hicaz’ın her yerinde dağınık durumdaydılar. İlk defa Kusay onları Mekke’de topladı. Geldiler, Beytullah’ın hizmetini ellerine aldılar. Kusay’a bu hizmetinden dolayı “toplayıcı” lakabı verilmiştir. Bu şahıs Mekke’de bir şehir devleti kurmuş, Arabistan’ın her yanından gelen hacılara hizmet için en iyi idareyi tesis etmişti. Bundan dolayı Kureyş, Arap kabileleri arasında ve her yerde güven sağlamıştır. Daha sonra Kâbe’nin de insanlar nezdindeki itibarını kullanarak Kureyş çevre bölge ve ülkelerle münâsebetlerini geliştirmiştir. Çevredeki kabileler ve devletler, kendileriyle olan bu yumuşak, sıcak ve uyumlu ilişkilerinden dolayı Kureyşlilere اَصْحَابُ الإيلَافِ (ashâbu’l-îlâf) yani “ülfet eden, ülfet edilen güzel insanlar” diyorlardı. Cenâb-ı Hak öncelikle onlara bu nimetini hatırlatıyor. Eğer isteseydi onları bir araya getirmez, aralarına fitne fesat girer, kendi aralarında boğuşurken çevrede hiçbir itibarları kalmaz ve dünya ile bu ülfet ve anlaşma hâli gerçekleşmezdi.

İkincisi; özellikle ticaret yapıp geçimlerini sağlamak için onlara kış ve yaz yolculuklarını kolaylaştırmış, onları buna alıştırıp ısındırmıştır. Mekke dağlık ve çöllük bir şehirdi. Geçimlerini sağlayacak ne ziraat, ne hayvancılık, ne de başka bir şeye müsaitti. Kureyş kış ve yaz yaptıkları ticaret kervanlarıyla geçimlerini sağlıyorlardı. Onların kervanları kış aylarında güneydeki Yemen’e, Kızıl Deniz’in karşı yakasındaki Somali ve Habeşistan’a; yaz aylarında da kuzeyde bulunan Şam’a, Mısır’a, hatta Irak’a ve İran’a gidiyorlardı. Buralardan ticarî eşya ve erzak getirip Hicaz bölgesinde satıyorlardı. Bir kısım Kureyş tüccarları, komşu ülkelerden ticâret serbestisi almışlardı. Oralara rahatlıkla giderler, kendilerine engel olunmazdı. Yolda kendilerine karşı koyan olursa: “Biz Allah’ın hareminin halkıyız” derler; artık kimse onlara dokunmazdı. Özellikle Kâbe’yi yıkmaya gelen Fil ordusunun mûcizevî bir felâkete maruz kalarak Kâbe’yi yıkma teşebbüslerinin başarısızlıkla sonuçlanması üzerine Kureyşlilerin hem çevre kabileler, hem de bu mûcizevî hâdiseyi duyan tüm bölge halkları nezdindeki saygınlıkları iyice arttı. Hatta emirler, krallar, sultanlar onlara saygı gösterir olmuşlardı. Bu sebepledir ki, başkaları çöllerde haydutların saldırılarına uğrarken, Kureyşliler büyük bir emniyet içinde yukarıda bahsedilen seferlerini ve ticaretlerini yaparlardı.

Üçüncüsü; onlar aç idi, Allah Teâlâ onları doyurdu. Mekke bir zamanlar kuş konmaz kervan geçmez dağlar arasında suyu, toprağı, bitkisi, ziraati olmayan kurak bir şehir iken, Hz. İbrâhim’in duası ve Kâbe’nin hürmeti ile bereketlendi. O dua âyet-i kerîmelerde şöyle bildirilir:

“Rabbimiz! Ben zürriyetimden bir kısmını senin her türlü hürmete lâyık Mukaddes Evin’in yanında ekin bitmeyen bir vâdiye yerleştirdim. Rabbimiz, namazı dosdoğru kılsınlar diye böyle yaptım. Sen de insanlardan bir kısmının gönlünü onlara yönlendir ve onları çeşitli ürünlerle rızıklandır ki sana şükretsinler.” (İbrâhim 14/37)

“Bir de İbrâhim: «Rabbim! Burayı emniyetli bir belde kıl; halkından Allah’a ve âhiret gününe iman edenleri de çeşit çeşit mahsullerle rızıklandır!» diye yalvarmıştı.” (Bakara 2/126)

İbrâhim (a.s.) bu dualarının bereketi ve Beytullâh’ın hürmeti ile yukarıda arz edildiği gibi Allah Teâlâ Kureyşi, yaz ve kış ticaret seferlerine alıştırmış, ısındırmış, böylece onları, o muhitte tabiî olması lazım gelen açlıktan korumuştur.

Dördüncüsü; onlar büyük bir korku içinde idiler; Allah onları emniyete kavuşturdu. Bundan da maksat, ilk olarak Fil ashâbının kendilerinden defedilmiş olan korkusudur. Bununla beraber Cenâb-ı Hak Mekke’yi emniyetli bir bölge kılmıştı. Bu bölgeye “Harem” denmekteydi. Mekke’nin ismi اَلْبَلَدُ الأم۪ينُ (el-Beledü’l-Emîn)di. Etraftaki şehirler, bölgeler anarşi ve terörle sarsılırken, insanlar haksız yere yakalanıp öldürülürken, malları gasp edilirken Mekke’de Kureyş büyük bir emniyet içinde yaşıyorlardı. Âyet-i kerîmede bu durum şöyle haber verilir:

“Çevrelerindeki insanlar yakalanıp götürülürken ve malları yağma edilirken, yaşadıkları Mekke’yi can ve mal emniyeti bakımından güvenilir ve mukaddes bir Harem bölgesi kıldığımızı görmezler mi? Buna rağmen onlar hâla saçma ve asılsız inançlar peşinde koşarak, Allah’ın nimetlerine karşı nankörlüğe devam mı edecekler?” (Ankebût 29/67)

Cenâb-ı Hak onlara lütfettiği bu büyük nimetlere bir şükür olmak üzere Kureyşi, çok iyi bildikleri, hürmet ve bereketinden faydalandıkları Beytullah’ın Rabbi sıfatıyla yalnızca kendisine kulluğa davet etmektedir. Putperestliği terk edip tevhidi kabule çağırmaktadır. Peygamber (s.a.s.) ve Kur’an’a itaat davet etmektedir. Onlardan, Beytullâh’a ve Belde-i Emîn’e layık insanlar olabilmeleri için Allah’ın birliğini tanıyarak onun yolunda ve onun emirlerini yerine getirme uğrunda mücahede etmelerini, O’na layık kul olmaya çalışmalarını, tevhid dini olan İslâm’a kamil iman, sıdk u sadakatle sarılmalarını istemektedir. Zira şimdi gelmekte olan Mâûn sûresinde de açıklanacağı üzere, tam bir teslimiyet ve samimiyet içinde yapılmayan, içerisinde merhametsizlik, cimrilik ve gösteriş gibi hakiki imana aykırı manevî hastlıklar barındıran bir kuluk insana faydadan çok zarar getirecektir:
 
Üst Alt