Hz. Muhammed (sav ) Kurtaran veya saptıran itaatler

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
KURTARAN VEYA SAPTIRAN İTAATLER

Kurtaran veya saptıran itaatler
Kurtaran veya saptıran itaatler
Resulüllah: (Yahudiler) Allah’ı bırakıp bilginlerini; (Hıristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i (İsa’yı) rab edindiler. Halbuki onlara ancak tek ilâha kulluk etmeleri emrolundu. O’ndan başka tanrı yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır. [96] Adiyy b. Hatim: Bu yanlış! Biz hiçbir zaman din adamlarımızı rab edinmedik. Resulüllah: Din adamlarınız Allah’ın helâl kıldıklarını haram, haram kıldıklarını helâl kıldıkları zaman, sizler buna itiraz ediyor musunuz? Bu konularda itirazsız itaat etmiyor musunuz? Adiyy b. Hatim: Evet biz onlara ne derlerse İtaat ederiz. Resulüllah: işte bu sizin din adamlarınızı rabb edinmenizdir.

İslâm, se-li-me fiil kökünden türemiş bir isimdir. Bu fiilin mastarını oluşturan ‘siîm’ selâmette olmak, esenliğe ermek, gizli veya açık felaketlerden uzak olmak, güvende olmak, barış gibi anlamlara gelmektedir, islâm ile aynı kökten türeyen ‘selem’, barış yapmak, anlaşmak; ‘selime’ ise boyun eğmek, itaat etmek anlamlarına geldiği gibi selâmet, kurtuluş anlamına da gelir. ‘Eşlem’ ise hayır ve iyilik demektir. Yine aynı kökten türeyen diğer terimler de yaklaşık aynı anlam dairelerinde yer alırlar ve hepsi esenlik, huzur, saadet, barış, güven anlamları ile yakın ilişki içerisindedirler. Bu anlamlar ise islâm’ın ne olduğunu, neyi istediğini ve neyi hedeflediğini ifade etmesi açısından önemlidir. “İslâm, en kısa anlamıyla, mutlak iradeye teslim olarak elde edilen esenlik, barış, huzur, saadet, güvenlik, iyilik… demektir. ‘Müslüman’ ise, yine en kısa anlamıyla, mutlak iradeye teslim olarak esenliği, barışı, huzuru, saadeti, güvenliği, iyiliği… elde eden/elde etmeye aday olan kimse demektir.

Mutlak iradeye teslim olarak elde edilen esenlik, barış, huzur, saadet, güvenlik, iyilik… anlamındaki İslâm, bu özelliğini Rab-kul arası ilişkide kazanmaktadır. İlişkinin bir tarafında, kendisine kayıtsız şartsız teslim olunan ve bu teslimiyetin gereği olarak kullarına en yetkin anlamıyla esenlik, barış, huzur, saadet, güvenlik ve iyilik bahşeden Rabb; diğer tarafında ise, yegâne Rabbına kayıtsız şartsız teslim olan ve bu teslimiyetinin gereği olarak esenliğe, barışa, huzura, saadete, güvenliğe, iyiliğe kavuşan kul vardır. Şurası çok önemlidir ki, söz konusu ilişkide kendisine itaat edilen Rabb sadece ve sadece Allah’tır. Allah’tan başka hiçbir şey ne Rabb sıfatına sahiptir, ne de bu sıfatta bir ortaklığı bulunmaktadır. Teslimiyeti nedeniyle esenliğe, barışa, huzura, saadete, güvenliğe, iyiliğe kavuşan ‘kul’a gelince, bu çoğu zaman zannedildiği gibi sadece insanlardan bazılarım değil, insanı ve insandan da öte diğer varlıkları ifade eden bir kavramdır. ‘Kul’, en genel anlamıyla bütün yaratılmışlardır; Allah’tan gayrı her şeydir. Özel olarak da, tüm insanlık tarihi boyunca gelmiş olan peygamberi tasdik eden ve bunlardan kendisine zaman ve mekan olarak en yakmdakine itaat edip, bu itaatinin gereklerine titiz bir şekilde teslim olan kişidir. Daha da özel anlamı ise, son peygamberin elçiliğini tasdik eden ve bu tasdiğinin gereklerine teslim olan kişidir. Yani insanlardan bazılarıdır; ilâhî elçiye teslim olup, O’nun bildirdiği ve açıklayıp, gösterdiği gibi yegâne mutlak irade olan Allah’a teslim olanladır

İslâm: Tüm Yaratıkların Yegâne Dini

Kendisine itaat edilen ve yegâne rabb olan Allah’a karşılık, itaat eden kullar değişkendir. Bu değişkenlik nedeniyle de ‘islâm’ iki farklı boyutta anlam kazanmaktadır. Bunu iç içe girmiş iki farklı anlam dairesi olarak ifade etmek mümkündür. Bu anlam dairelerinden dışta olanı tüm yaratıklarla ilgilidir ve yaratılışı’ yani ‘fıtratı’ ifade etmektedir, islâm’ın bu anlam boyutunu, daha güncel bir isimlendirmeyle ‘doğallık’ veya yaratılışa uygunluk’ olarak isimlendirmek de mümkündür. Yağmurun yağması, mevsimlerin oluşması, güneşin ısıtması, tohumun yarılıp bitkiye dönüşmesi, tırtılın kelebek olması, insanın anne karnında oluşması ve doğması, çiçeklerin meyveye dönüşmesi, gezegenlerin hareketi, yıldızların ısısı, suyun kaldırması, arının bal yapması, örümceğin ağ örmesi, yerin çekmesi, kalbin kan pompalaması, karaciğerin çalışması, sinir sisteminin uyarımları alması ve beyne iletmesi vs… tüm bunlar Allah’ın yaratıkları için belirlediği, işlettiği ve evrendeki sistemi oluşturan Rabb-kul ilişkisinin bazı tezahürleridir. Bu ilişkide kullar (yaratıklar), yegâne rabb olan Allah’a karşı tam anlamıyla bir boyun eğiş halindedirler. Bu boyun eğişleri, yani teslimiyetleri (Müslümanlıkları) ise yine Allah tarafından takdir edilen ve aksi mümkün olmayan bir süreçte ve biçimde açığa çıkmaktadır. Yaratıkların bu kulluklarına itirazları söz konusu değildir. Bu noktada, itiraz etmelerine vesile olacak iradeleri de yoktur. Şu ayetler, islâm’ın bu anlam dairesini ifade eden bazı bilgileri ve açıklamaları sunmaktadırlar:

Göklerde ve yerde ne varsa, ister istemez hepsi O’na teslim olmuştur.[97]
Göklerde ve yerde bulunan her şey ister istemez sadece Allah’a secde (itaat) ederler. [98]
Allah göğü yükseltti ve mizanı (dengeyi) koydu. [99]
O (Allah) ki her şeyi yarattı ve bir düzene koydu. [100]

İslâm: İnsanların En Doğru Ve En Mükemmel Dini

Kur’an’ın tanımlamasıyla islâm’ın ifade ettiği içteki ikinci anlam dairesini, insanın bilinç ve iradesiyle yegâne rabb olan Allah’a teslimiyeti oluşturmaktadır. Bu ikinci anlamıyla islâm, irade sahibi kılınan ve sonucuna katlanmak şartıyla isterse yanlış, kötü şeyleri de tercih edebilen insanın, inanç ve hayat tarzında sadece Allah’a teslim olup, hayatını Allah’ın belirlediği ilke ve şartlara göre sürdürmesi olarak anlam kazanmaktadır.

‘İslâm’ın iki anlam dairesi birden dikkate alındığında insanla ilgili ilginç ve önemli bir durum açığa çıkmaktadır. Buna göre, her insan istese de istemese de fizyolojik yapısıyla birinci anlam, dairesindeki İslâm’ın mensubudur. Bir başka söyleyişle, her insan fizyolojik yapısıyla ‘Müslüman’dır; zira hiç kimsenin fizyolojik yapısı, Allah’a rağmen veya Allah’ın emir ve yasaklarına aykırı olarak varlığını sürdürememektedir. Fizyolojik yapının bizzat kendisinin veya insanın fizyolojik yapısı adına takip edeceği farklı, alternatif bir yol ve davranış biçimi yoktur; kalp, akciğer, sinir sistemi, beyin, böbrek, deri, göz, kulak… kendilerine ne emredilmişse, ne amaçla yara almışlarsa ona itaat ederler. Hiçbirisinin başka bir görevi/davranışı seçme hakkı yoktur. Fakat inanç ve hayat tarzına gelince durum değişmektedir, insan inanç ve hayat tarzında seçme ‘özgürlüğüne’ sahiptir, inanç ve hayat tarzını, Allah’ın belirlediği bilgilere ve ölçülere göre inşa edebileceği gibi, başka şeylere göre de inşa edebilir. İnsan eğer inanç ve hayat tarzında Allah’a teslim olursa, bedeninin kayıtsız, şartsız teslim olduğu iradeye inanç ve hayat tarzıyla da teslim olduğu için ‘birliği, ‘bütünlüğü’ gerçekleştirmiş, daha doğru bir ifadeyle kendi varlığında ‘tevhid’in gereğini yerine getirmiş olur.

Bunun sonucunda da hem inancıyla ve hem de hayat tarzıyla gerçek anlamda huzur ve saadeti elde eder. Fakat insan böyle yapmaz ve inancında, hayat tarzında rabb olarak Allah’a değil de başka şeylere itaat edese, o zaman bedeniyle Allah’ın, inanç ve hayat tarzıyla sahte başka rabblerin kulu olduğu için ‘tevhidi parçalamış (şirk) ve azabı, kötülüğü, yanlışlığı, zulmü, sıkıntıyı… kendisi için seçmiş olur. Şu ayetler bu durumu dile getirmesi açısından önemlidir: ‘Allah, (sadece Allah’a ibadet edenle, Allah’tan başkalarına ibadet edenlerin durumlarını göstermek için) bir örnek veriyor: (Bunlardan birisi) birbiriyle çekişip duran birçok ortakların sahip olduğu bir adam (köle), (diğeri ise) yalnız bir kişiye bağlı olan bir adam. (Şimdi iyice düşünün bakalım,) bu ikisinin durumu aynı mıdır? Hamd yalnız Allah’a mahsustur. Fakat çokları bilmiyorlar.[101] Yerde ve gökte ayrı ayrı Rabbler olsaydı, ikisi de bozulup giderdi.[102]

Kur’an, insanın, fizyolojik yapısında olduğu gibi, inanç ve hayat tarzında da Allah’a teslimiyetinin önemi ve gereği üzerinde yoğun bir şekilde durmuştur. Bu konuda Rahman sûresinin ayrıcalıklı bir önemi vardır. Bu sûrenin tamamında, inanç ve hayat tarzında da evrendeki yasaların sahibine itaatin gerekliliği anlatılmakta, konuya ilişkin açıklamalar yapılmakta ve uyanlarda bulunulmaktadır. Bu konuda söz konusu sûresinin ilk birkaç ayeti hatırlanacak olursa;

Merhameti çok olan Allah, insana Kur’an’ı öğretti. İnsanı yarattı. İnsana düşünmeyi ve konuşmayı öğretti. Güneş ve Ay, O’nun emri gereği, belli bir hesaba göre yörüngelerinde akıp giderler. Yıldızlar ve bitkiler Allah’a tam bir teslimiyet içerisindedirler; O’na itaat ederler. Göğü yükselten, her şey için ölçüyü koyan O’dur. Ey insanlar! Tüm bunların karşısından ölçü tanımazlık edip, dengeyi bozmayın! Yaptığınız her şeyi adaletle tartın ve hiçbir ölçüyü eksik tutmayın. Allah yeryüzünü bütün canlılar için genişletip yaydı; üzerinde meyveler, salkım meyveli hurma ağaçları, yapraklı ve kabuklu taneler, hoş kokulu bitkiler yarattı. O halde Rabbinizin bunca nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz? O Allah ki, insanı ateşte pişmiş kupkuru bir çamurdan yarattı. Cinleri de dumansız, saf alevden yarattı. O halde Rabbinizin bunca nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz? Allah, mevsimlere göre yer değiştiren, doğu noktalarının da batı noktalarının da Rabbidir. O halde Rabbinizin bunca nimetlerinden hangisini yalanlayabilirsiniz?.[103]

Ayrıca şu bazı ayetler ise evrendeki İslâm ile Peygamberlerin insanların inanç ve hayat tarzında egemen olması için tebliğ ettikleri islâm arasındaki uyumun güzel sonuçlarından veya bu iki islâm’ın birbirinden koparılıp, inanç ve hayat tarzından rabb olarak başka şeylere ve kimselere itaat durumunda (Rahman süresindeki açıklamayla; ölçü tanımazlık yapıp dengenin bozulması durumunda) yaşanacak fesat ve sıkıntılardan bahsetmektedir:

Şayet (dinde) doğru olsalardı, onlara bol su verirdik. [104] Eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i ve Rablerinden onlara indirileni (Kur’an’ı) doğru dürüst uygulasalardı, şüphesiz hem üstlerinden, hem de ayaklarının altından nimetlendirilirlerdi; (yeraltı ve yerüstü servetlerinden istifade ederek refah içinde yaşamaları sağlanırdı).[105] Allah, ilk insandan itibaren, tüm insanlara inanç ve hayat tarzlarıyla sahip olmaları ve uymaları gerekli olan mutlak doğru bilgi, ölçü ve ilkeleri bildirmiştir. Kur’an buna şahitlik yapmaktadır. Ve bu şahitlikle öğreniyoruz ki, tüm peygamberler, insanları ‘tevhid’i parçalamaktan (şirkten) uzak tutmak ve böylelikle gerçek huzur ve saadeti elde etmelerini sağlamakla görevlendirilmişlerdir. Dolayısıyla tüm peygamberlerin dini aynıdır; yani İslâm . Bu noktada hiçbir peygamber diğerinden ayrı tutulamaz; hepsi aynıdır, eşittir. Çünkü hepsi de hidayet rehberidir: ‘Biz, Allah’a ve bize indirilene; îbrahim, îsmail, İshak, Ya’kub ve torunlarına indirilene, Musa ve İsa’ya verilenlerle Rableri tarafından diğer peygamberlere verilenlere, onlardan hiçbiri arasındajark gözetmeksizin inandık ve biz sadece Allah’a teslim olduk deyin.[106] ‘Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene İman etti, müminler de (iman ettiler). Her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. ‘Allah’ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüş sanadır’ dediler.[107]

Dosdoğru bir inanç sistemi ve hayat tarzı anlamıyla İslâm, tüm peygamberlerin dinidir. Her peygamber aynı mesajla, aynı çağrıyla gelmiş ve insanları aynı amaca; gerçek huzur ve saadeti elde etmeye davet etmişlerdir. Ancak burada özel bir durum söz konusudur. Sonuncusu hariç diğerlerinin mesajları, ilahî bir plan ve takdir gereği, zamanla unutulmuş veya tahrif olmuştur. Bilgi, ilke ve ölçüleri unutulmamış ve tahrif olmamış tek mesaj kalmıştır. Dolayısıyla, insanların inanç ve hayat tarzlarıyla uyabilecekleri, ilkeleri Allah tarafından belirlenmiş bulunan islâm’ın bir kaynağı vardır. O da son peygamber Hz. Muhammed’dir. Üstelik bu islâm, diğer peygamberlerin insanlığa tebliğ edip itaate davet ettikleri islâm’ın son peygamberin şahsında kemale ermiş halini temsil etmektedir. Bu İslâm temel ilkeler açısından önceki peygamberlerin tebliğ ve beyan ettikleri İslâm ile uyumlu olmasının yanı sıra, evrendeki ilâhî düzenle de (İslâm) uyum halindedir. Şu ayet ise bu gerçeği ifade eden ilâhî bir bilgi ve hatırlatmadır: ‘Sen yüzünü hanîf olan dine, Allah’ın insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona uygun olan dine çevir. Allah’ın yaratışında değişme yoktur. îşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler.[108]

Önceki peygamberlerin insanlığa sunduğu inanç ve hayat tarzı olan islâm’ın zamanla unutulması veya tahrif olması, son peygamberin elçiliğini yaptığı islâm’ı tüm insanlar için esenliğin yegâne yolu kılmıştır. Son peygamberin zamanı dahil olmak üzere sonraki zamanlarda yaşayan tüm insanlar için bu İslâm alternatifsiz bir şekilde insanlığın yaratılışına, varoluşuna ve varlığına uygun tek din olma özelliği kazanmıştır. Böyle olunca tüm insanların inanç ve hayat tarzlarında son peygamberin şahsında anlam kazanan İslâm’a teslim olmaları, onun gereklerini yerine getirmeleri ve ancak böylelikle esenlik, barış, huzur, saadet, güvenlik, iyilik, güzellik elde edebilecekleri anlaşılmış olmaktadır. Şu bazı ayetler bu gerçeği dile getirmektedir:

Allah katında hak din İslâm’dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler. Allah’ın âyetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki Allah’ın hesabı çok çabuktur. [109]

Kim, islâm’dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır.[110] Müşrikler istemeseler de dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamberini hidayet ve hak ile gönderen O’dur. [111]
İslâm: Doğru Teslimiyetin Yolu ve Yöntemi

İslâm teslim olarak elde edilen barış ve esenliktir, huzurdur, güvendir, saadettir, her türlü zarar ve kötülükten kurtuluştur. Ancak söz konusu teslimiyet herhangi bir teslimiyet değildir. Kime teslim olunacağı ve bu teslimiyetin nasıl olması gerektiği konunun özünü teşkil etmektedir. Teslimiyet, özü itibarıyla ve mutlak anlamıyla sadece Allah’adır. Bu durum Allah’ın ilâh, rabb, melik oluşunun gereği ve olmazsa olmaz şartıdır. Zira O’ndan başka ilâh, rabb, melik yoktur. Teslim olunmaması gereken şeye teslimiyet islâm’ı değil, islâm’ın karşıtı olan küfrü, şirki ifade etmektedir. Küfür ve şirk ise azaptır, zulümdür, kötülüktür, korkudur, sıkıntıdır, sapkınlıktır…

Allah’a teslimiyetin nasıl olması gerektiğine gelince, bu da herhangi bir tarzda gerçekleştirilen herhangi bir teslimiyet değildir. Allah, genel olarak bütün elçileri ve özel olarak da son elçisi ile olması gereken teslimiyetin ilke, biçim ve şartlarını bildirmiştir. Son peygamberin şahsında Allah’a teslimiyetin ilke, biçim ve şartlarının kaynağı ise Kur’an’dır. Kur’an’ın bildirdiklerinin dışında, üstelik Kur’an’a rağmen hiçbir gerekçe ve şartta Allah’a teslim olunduğundan ve bu teslimiyetin doğru olduğundan bahsedilemez. Böylesi teslimiyet iddiaları sadece aldatıcı birer söylemden başka bir şey olmaz. Şu ayetler bu gerçeği dile getirmektedirler:

İşte bu (Kur’an), kendisiyle uyarılsınlar, Allah’ın ancak bir tek ilâh olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri iyice düşünüp Öğüt alsınlar diye insanlara (gönderilmiş) bir bildiridir. [112]

Biz bu Kitab’ı sana sırf hakkında ihtilafa düştükleri şeyi insanlara açıklayasm ve iman eden bir topluma da hidayet ve rahmet olsun diye indirdik. [113] Rızasını arayanı Allah onunla (Kur’an’la) kurtuluş yollarına götürür ve onları iradesiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır, dosdoğru bir yola iletir. [114]

Rablerinin emrine uyanlar için en güzel (mükâfatlar) vardır. Ona uymayanlara gelince, eğer yeryüzünde olanların tümü ile bunun yanında bir misli daha kendilerinin olsa, (kurtulmak için) onu mutlaka feda ederler. İşte onlar var ya, hesabın en kötüsü onlaradır. Varacakları yer de cehennemdir. O ne kötü yataktır! [115]

Esenliğe erişmek, huzur ve güvene ermek için Allah’a teslimiyetin olmazsa-olmaz bir şart oluşu ve bu teslimiyetin yegâne referansının Kur’an oluşu, Kur’an’ın elçisine itaati zorunlu kılmaktadır. Zira Peygamber, sadece Kur’an’ın insanlık katına inişinin ‘aracısı’ değil, daha da önemlisi Kur’an’ın yaşayan bedenidir. O, Kur’an’ın insanlık katında ilk indiği, ilk uygulamaya dönüştüğü yerdir. Kur’an’la bildirilen ve açıklanan teslimiyetin uygulamadaki en ideal modelidir. Üstelik, Peygambere güven olmadan Kur’an’a güven olmaz, olamaz. Bu güven olmayınca da Allah’a itaat olmaz. Bu nedenle peygamberi dışlayarak veya atlayarak Allah’a teslimiyet iddiası geçerli değildir; olumlu bir anlam ifade etmez. Şu bazı ayetler bu gerçeği dile getirmektedir:

Kim Resûl’e itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince, seni onların başına bekçi göndermedik! [116]Muhakkak ki sana biat edenler ancak Allah’a biat etmektedirler. Allah’ın eli o sana biat edenlerin ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah ile olan ahdine vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir. [117]

Biz her peygamberi -Allah’ın izniyle- ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik.[118]
Aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Resulüne davet edildiklerinde, müminlerin sözü ancak işittik ve itaat ettik’ demeleridir. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir. [119]
Allah’a itaat edin, Peygambere de itaat edin. Yüz çevirirseniz bilin ki, elçimize düşen apaçık bir duyurmadır. [120]
De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir [121]
Allah işlerinizi düzeltir ve günahlarınızı bağışlar. Kim Allah ve Resulüne itaat ederse büyük bir kurtuluşa ermiş olur. [122]
Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygambere itaat edin. İşlerinizi boşa çıkarmayın. [123]
Allah’a ve Resulüne itaat edin ki rahmete kavuşturulasmız. [124]
Yol Ayrımı

Mutlak doğru inanç sistemi ve hayat tarzı anlamıyla İslâm’ın özünü Allah’a ve Resul’üne itaat oluşturmaktadır. Kişiyi dünya ve ahiret esenliğine ulaştıracak olan teslimiyet budur. Ancak bunlara ek olarak toplumsal hayatın gerektirdiği başka teslimiyetlerden de bahsedilebilir. Cahilin alime, bilmeyenin bilene, askerin komutanına, yönetilenin yönetene, çocuğun ebeveynine itaati, toplumsal hayatın, yaşamanın gerekli ve hatta çoğu zaman zorunlu kıldığı itaat alanlarıdır. Ancak bu aşamada insan bir yol ayrımmdadır. Söz konusu alandaki bu bazı itaatler, Allah’a ve Resul’e itaatle çatışıp sahibini esenlik yolunun yolcusu olmaktan çıkararak cehenneme sürükleyeceği gibi, esenlik yolunun yolcusu oluşunu kolaylaştıran ve sağlamlaşman itaatler de olabilirler. Bu ayrımda temel ölçü, hiçbir itaatin Allah’a itaatin referansı olan vahiyle (Kur’an’la) çatışmaması şartıdır. Yegâne ölçü Kur’an’dır. Peygambere itaat de dahil olmak üzere hiçbir itaat vahye (Kur’an’a) rağmen gerçekleşmemelidir. Bu açıdan Hz. Peygamberin kendi konumunu sürekli belirtmesi ve kendisine itaatin Allah’a rağmen gerçekleşen bir itaat olmayacağına dikkat çekmiş olması önemlidir. Şu da önemlidir ki peygamber de bir insan olarak kendisine vahyolunana aynen diğer insanlar da olduğu üzere kayıtsız şartsız teslim olmak ve gereklerine göre davranmak zorundadır. Bu durum Hz. Salih’in dilinden şöyle ifade edilmiştir: ‘Ey kavmim! Eğer ben Rabbimden (verilen) apaçık bir delil üzerinde isem ve O bana kendinden bir rahmet (peygamberlik) vermişse, buna ne dersiniz? Bu durum karşısında O’na âsi olursam beni Allah’tan (O’nun azabından) kim korur? O zaman siz de bana ziyan vermekten fazla bir şey yapamazsınız.[125]

Vahye (Kur’an) ve peygambere itaatin dışında yer alan ve üstelik Kur’an’m itaat edilmesini emrettiği mercilerden birisini de ’emir sahiplerine/yetkililere’ itaat oluşturmaktadır. Konuyla ilgili ayet şöyledir: ‘Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e ve sizden olan emir sahiplerine/yetkililere de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz Allah’a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız onu Allah’a ve Resûl’e götürün (onların talimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.[126]

Ayette ilk dikkat çeken özellik emir sahiplerine/yetkililere itaat şartının Allah’a, peygambere itaat şartlarına bağlı olarak ifade edilmiş olmasıdır. Üstelik kendilerine itaat edilmesi gerekenler Allah ve Resulüne itaat eden emir sahipleri/yetkililerdir. Çünkü ayette ‘Ey iman edenler!., sizden olan emir sahiplerine/yetkililere de itaat edin’ denmektedir.

Buna göre itaat dairelerinin en dış halkasını Allah’a itaat, bir içteki daireyi peygambere itaat, en içteki daireyi ise ‘iman eden’ vasfına sahip ’emir sahiplerine/yetkililere’ itaat oluşturmaktadır. Eğer olur ki emir sahiplerine/yetkililere itaatte bir problem çıkarsa, problemin çözümü için Allah (Kur’an) ve Resulüne (Sünnet) gidilecektir.
Bu aynı zamanda Allah’a ve Peygambere rağmen emir sahiplerine/yetkililere itaat edilemeyeceği gerçeğini dile getiren bir uyarıdır.

Saptıran İtaatin iki Örneği

İnsanı esenliğe ve güvene sahip kılacak itaat ile olmaması gereken itaatler dahilinde ifade edilen tüm bu açıklamaların uygulamadaki karşılığını, Resulüllah’ın diliyle açıklamalarını, risâlet sürecinde yaşanan iki ayrı örnekte olanca açıklığıyla görmek mümkün olabilmektedir. Bunlardan birisi, Resulüllah ile bir Hıristiyan jolan Adiyy b. Hatîm arasında geçen konuşmayla ilgilidir. Diğeri ise, komutan Abdullah b. Huzâfe’nin, emrindeki Müslümanlardan bir isteğiyle ve Resulüllah’ın bu istekle ilgili açıklamasıyla ilgilidir. Her iki olayın ve Resulüllah’ın o olaylarla ilgili açıklamalarının ayrıntıları şöyledir:

Yetkililerini Rabb Edinenler

Mekke’nin fethinden ve Mekke’deki farklı topluluklara ait putların tamamının imha edilmesinden sonra, Resulüllah diğer bölgelerdeki putları da imha etmeleri için bazı Müslümanları görevlendirmiş ve böylelikle Hicaz bölgesi tamamen denecek şekilde putlardan temizlenmişti. Tayy kabilesinin putu ise en son imha edilen putlardan birisi oldu. Tayy kabilesine mensup insanların bir kısmı İslâm davetini kabul etmiş olmasına rağmen, büyük çoğunluğu şirkinde ısrarcıydı. Bu nedenle el-Füls isimli putları hâlâ duruyor, ona tapmaya devam ediyorlardı. Resulüllah, Mekke’nin fethinden kısa bir süre sonra Hz. Ali’yi 150 kişiden oluşan birliğin komutanı tayin ederek el-Füls putunu imha etmekle görevlendirdi. Tayyhlar putlarının imha edilmesini kabul edemediler. Müslümanlara direndiler. Ancak Hz..Ali komutasındaki birlik, hem putu imha etti ve hem de çok sayıda esir alarak Medine’ye döndü.

Tayyhlardan bir kısmı putlarını imha etmek için gelen Müslümanlar karşısında kaçmayı tercih etmişti. Kaçanlardan birisi de Tayy’m eşrafından Adiyy b. Hatîm idi. Adiyy, çoktandır Hıristiyanlığı kabul etmiş birisiydi. Mutaassıp bir Hıristiyan ve katı bir İslâm düşmanıydı. Kabilesinin putperestliğinden rahatsız olmuyor, ancak gün geçtikçe daha da güçlenen, Arap yarımadasının büyük bir kesimine hükmeden Müslümanlardan rahatsız oluyor, İslâm’a derin bir düşmanlık hissediyordu. Adiyy, Şam’a kaçtı. Fakat kız kardeşi Seffâne başta olmak üzere birçok yakını Müslümanlar tarafından esir alındı. Seffâne akıllı, bilgili bir kadındı. Medine’ye esir olarak, götürüldükten sonra Müslümanları izlemeye ve durumlarını anlamaya, dinlerini öğrenmeye çalıştı. Gördüklerinden ve işittiklerinden etkilendi. Kısa bir süre içinde durumunu gözden geçirip, Müslüman olmaya karar verdi. Resulüllah, Müslüman olan Seffâne’ye birçok hediyeler vererek serbest bıraktı. Seffâne Müslüman olmuş ve Müslümanlığında da samimi birisi olarak Şam’da bulunan ağabeyi Adiyy’in yanma gitti. Ağabeyine İslâm’ı ve Müslümanların her türlü övgüyü fazlasıyla hak eden özellikleri hakkında gördüklerini, bildiklerini anlattı. Adiyy, öncelikle kız kardeşine karşı gösterilen iyi davranıştan dolayı memnun oldu. Ayrıca kardeşinin islâm ve Müslümanlar hakkında anlattıklarından da etkilendi. Hem teşekkür etmek ve hem de İslâm’la ilgili öğrenmek istediği bazı konuları Resulüllah ile konuşmak için Medine’ye gitmeye karar verdi.

Adiyy, Medine’ye geliş amacının din değiştirmek olmadığının bilinmesini istiyordu. Bu nedenle dininden memnun bir Hıristiyan olduğunu göstermek için boynunda bir haçla Medine’ye girdi. Doğruca Resulüllah’ın yanına gitti. Hiçbir zaman alışıldık devlet adamları, krallar, emirler, valiler gibi koruma ordusu tarafından kuşatılmamış, kendisine kolayca ulaşılamayacak saraylarda yaşamayan; her isteyenin rahatlıkla kendisine ulaşabileceği ve görüşebileceği şekilde sıradan bir insan olarak yaşayan, her zaman tek başına veya bazı arkadaşlarıyla birlikte mescitte, sokakta, çarşıda bulunan Resulüllah’ı kolaylıkla buldu ve Öncelikle kardeşine yönelik iyi davranıştan dolayı teşekkür etti. Daha sonra da İslâm’la ilgili merak ettiği bazı şeyleri sormaya başladı. Adiyy her şeyi soruyor, Resulüllah cevaplıyordu. Resulüllah, İslâm’a ilgisinden ve samimi sorularından dolayı konuşma aralarında Adiyy’e üç defa Müslüman olmasını teklif etti. Adiyy, Resulüllah’ın isteğine her seferinde “Benim bir dinim var. Dinimden memnunum’ diye cevap verdi. Adiyy’in mensup olduğu Hıristiyan mezhebinin özelliklerini iyi bilen Resulüllah, Adiyy’e inancı ile ilgili bazı bilgileri aktarıp, Adiyy’in bizzat kendisinin dininin gerekleri konusundaki yanlışlarına dikkat çekerek ‘Senin dinini senden daha iyi bilirim’ diye karşılık verince Adiyy şaşırdı.

Çünkü, açıklama ve eleştirilerinden Sabiiliğin etkilerini taşıyan bir Hıristiyan mezhebi olan Rekûsilik inancı hakkında Re-sulüllah’ın gerçekten ayrıntılı bilgiye sahip olduğunu anladı. O ana kadar Resulüllah ile konuşmasının gündemini hep İslâm oluşturmuştu. Adiyy, islâm’la ilgili kuşkularını dile getiren sorular soruyor ve Resulüllah ise onun kuşkularının yersiz olduğunu gösteren, açıklayan cevaplar veriyordu. Gündeme özel olarak Rekûsilik, genel olarak da Hıristiyanlık gelince, bu sefer Resulüllah, Adiyy’in inancı, inancındaki çelişkiler, yanlışlıklar üzerinde durmaya ve bu konularda açıklamalarda bulunmaya başladı. Bir ara Kur’an’dan bir ayet okudu. Okuduğu ayette Hıristiyan ve Yahudilerin ortak bir yanlışından bahsediliyor ve onların Allah’a rağmen din adamlarını kendilerine rabb edindiklerinden bahsediliyordu. Resulûllah’ın Adiyy’e okuduğu ayet şöyledir: ‘(Yahudiler) Allah’ı bırakıp bilginlerini; (Hıristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i (İsa’yı) rab edindiler. Halbuki onlara ancak tek ilâha kulluk etmeleri emrolundu. O’ndan başka tanrı yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır.[127] Adiyy, ayeti duyunca anında itiraz etti. Aradığı fırsatı bulmuş ve islâm’ın yanlışını gösterebileceği bir konuyu yakaladığına inanmıştı.

Hemen büyük bir keyifle söz konusu ayetin yanlış bilgi verdiğini, kendileri Hıristiyan kimseler olarak hiçbir zaman din adamlarını rabb edinmediklerini, rabb olarak sadece Allah’ı kabul ettiklerini bildirdi. Resulüllah’in, Adiyy’in itirazına cevabı itaatin olması ve olmaması gereken biçimlerini açıklamak ve itaatin ne kadar önemli olduğunu ifade etmek biçiminde gerçekleşti: ‘Din adamlarınız Allah’ın helâl kıldıklarım haram, haram kıldıklarını helâl kıldıkları zaman, sizler buna itiraz ediyor musunuz? Bu konularda itirazsız itaat etmiyor musunuz?’ Adiyy ‘Evet biz onlara, her ne derlerse itaat ederiz’ dedi. Resulüllah ‘İşte bu sizin din adamlarınızı rabb edinmenizdir [128] diyerek yanlışlığın nerede olduğuna dikkat çekti. Adiyy gerçeği fark etmişti. Bir şeyi rabb edinmenin, onu rabb ismiyle isimlendirmek olmadığını; esasen Allah’ın bildirdiklerini dikkate almaksızın bir kişinin, o kişi her kim olursa olsun, her dediğini ölçü kabul etmenin o kişi veya kişileri rabb kabul etmek olduğunu anlamıştı, itiraz edemedi. Kendisi de biliyordu ki söylenen doğruydu, ama o zaman kadar bu yanlışını fark etmemişti. Resulûllah’ın açıklaması üzerine yanlışını fark etti ve Müslüman olmaya karar verdi. Hayatının sonuna kadar da iyi bir Müslüman olarak yaşadı.

Girilince Çıkılamayan Ateş

Bir kişinin inanç ve hayat tarzıyla bir başka kişiye itaatinin sınırını belirlemesi, yanlış itaatin insanı nerelere sürükleyebileceğini göstermesi açısından önemli bir örnek olan Abdullah b. Huzâfe ile ilgili olay şöyledir: Hicretin dokuzuncu yılıydı. Topluluk temsilcilerinin Müslüman olduklarını bildirmek için Medine’ye akın ettikleri bir zamandı. Bir grup Habeşlinin yağmacılık amacıyla, denizi geçerek Mekke’ye yakın Şuaybe (Cidde) sahillerine çıktıkları haberi alındı. Resulüllah, Alka-me b. Mücezziz komutasında üç yüz kişiden oluşan birliği bölgeye gönderdi. Müslümanlar Şuaybe’ye gittikleri zaman hiç kimseyi göremediler. Bölge insanlarından edindikleri bilgilere göre Habeşliler bir adada toplanmışlardı. Müslümanlar bölge insanlarından edindikleri sallarla adaya hareket ettiler. Bu, Müslümanların denizde savaş amaçlı ilk yolculuklarıydı. Adaya varınca bulmayı umdukları kimseleri göremediler. Ortada ya bir yanlış anlama vardı, ya da Habeşliler memleketlerine gitmişlerdi. Müslümanlar fırtına çıkacağını anlayınca tekrar sallarına binerek Şuaybe’ye döndüler. Komutan Alkame b. Mücezziz’in niyeti bir süre bölgede kalmaktan yanaydı. Fakat bazı adamlar görevlerini yaptıklarını söylüyor ve Medine’ye dönmek istiyorlardı. Alkame b. Mücezziz, bölgede kalmayıp, Medine’ye dönmek isteyenlere müsaade etti. Medine’ye dönen grubun başına da Abdullah b. Huzâfe’yi komutan tayin etti. Çünkü, Müslümanların küçük bir grup halinde bile olsa yolculuk yaptıkları zaman, muhtemel karışıklıkları, çekişmeleri önlemek için içlerinden birisinin lider olması gerektiğini Resulüllah’tan işitmişti.

Abdullah b. Huzâfe genç, heyecanlı, duygularını kontrol edecek olgunluğa erişmemiş birisiydi. Komutan olmasının verdiği gururla, arkadaşlarına emirler veriyor ve emirlerinin yerine getirilmesinin imanî bir sorumluluk olduğunu söylüyordu. Yolculukları sırasında emrindeki arkadaşlarıyla arasındaki tartışmaların boyutu büyüdü. Bir ara mola verdiler. Abdullah b. Huzâfe, istediği gibi kendisine itaat etmedikleri için arkadaşlarına kırgın ve kızgındı. Mola yerinde arkadaşlarından yakmak için odun toplamalarını istedi. Odun toplayınca yiyeceklerini pişirmek ve ısınmak için ateş yaktılar. Komutanlığı konusunda kendisine istediği gibi itaat etmeyen arkadaşlarına kızgm ve kırgın olan Abdullah b. Huzâfe ‘Ben Allah’ın Resulünün komutanı tarafından size komutan tayin edilmiş kişiyim, değil mi?’ diye sordu. Bu sorusuyla komutanlığını Resulüllah ile ilişkilendirmek istiyordu. Arkadaşları ‘Evet öyledir. Sen bizim komutanımızsın’ dediler. Abdullah ‘O halde ben ne dersem bana itaat etmeniz gerekiyor, değil mi?’ diye sordu. O bu sorusuyla muhtemeldir ki ulu’l emre itaatle ilgili ayeti kendisine referans alıyor ve ulu’l emr/yetkili olduğu için kendisine itaatin imanı bir sorumluluk olduğuna vurguda bulunuyordu. Arkadaşları ‘Evet sana itaat etmek bizim sorumluluğumuzdur’ dediler, istediği cevabı alan Abdullah b. Huzâfe ‘O halde emrediyorum. Hepiniz şu yanan ateşe gireceksiniz’ dedi.

Arkadaşları şaşırdılar. Bu emri yerine getirmeyeceklerini, itaat sorumluluklarının böylesi emirleri yerine getirmeyi gerektirmediğini söylediler. Abdullah b. Huzâfe emrinde ısrarcıydı. Her ne olursa olsun kendisine itaat edilmesi gerektiğini iddia ediyordu. Müslümanlar, bütün ısrarlara rağmen, komutan Abdullah b. Huzâfe’nin emrini yerine getirmediler; ateşe girmediler. Fakat içlerinde de bir kuşku da oluştu. Bu itaatsizlikleri ile imanları zedelenmiş, yanlış bir iş yapmış mıydılar? Medine’ye gidince hemen ResulüUah’ın yanına vardılar. Harekâtı rapor ettikten sonra komutanlarıyla ilgili olarak aralarında geçen tartışmayı ve ateşe girme emrine uymamakla durumlarının ne olduğunu sordular.

Resulüllah’ın cevabı gayet açık ve kesindi: ‘Yanlış işlerde, Allah’ın yasakladığı şeylerde hiç kimseye itaat olmaz. Her kim Allah’ın emrine muhalif istekte bulunursa ona itaat edilmez. Eğer sizler o ateşe girseydiniz ebediyen o ateşten çıkamazdınız.[129]

[96] Tevbe, 9:31
[97] Al-i îmran, 3:83
[98] Rad, 13:15
[99] Rahman, 55:7
[100] Al’a, 87:2
[101] Zümer sûresi, 39:29
[102] Enbiyâ, 21:22
[103] Rahman: 55:1
[104] Cin, 72:16
[105] Maide, 5:66
[106] Bakara, 2:136
[107] Bakara, 2:285
[108] Rûm, 30:30
[109] Al-i Imran, 3:19
[110] Al-i Imran, 3:85
[111] Saff, 61:9
[112] İbrahim, 14:52
[113] Nahl, 16:64
[114] Maide, 5:16
[115] Rad, 13:18
[116] Nisa, 4:80
[117] Fetih, 48:10
[118] Nisa, 4:64
[119] Nûr, 24:51
[120] Teğabün, 64:12
[121] Al-i Imran, 3:31
[122] Ahzâb, 33:71
[123] Muhammed, 47:33
[124] Al-i Imran, 3:132
[125] Hüd, 11:63
[126] Nisa, 4:59
[127] Tevbe, 9:31
[128] Tirmizî, Tefsir- Tevbe 10; Fahreddin Razı, Tefsîr-i Kebîr, XI/485, 486; Es-Sabunî, Safvetü’t Tefasir, 11/472, 473.
[129] Ahmed, Müsned, 1/82; İbn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, IV/289; Vakıdî, Meğazi, III/983, 984; İbn Sâ’d, et-Tabakatü’l-Kübra, 11/163.
 
Üst Alt