Lemeât

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Her tarafta yükselip hem de hâkim olacak. İ'câzının beyânı zamanı da gelecek. O sâile cevaben dedim: "İ'câz-ı Kur'ânî, yedi menâbi-i külliyeden tecellî, hem yedi anâsırdan terekküb eder.
Birinci menba: Lâfzın fesâhatinden selâset-i lisânı, nazmın cezâletinden, mânâ belâgatinden, mefhumların bedâatinden, mazmunların berâatinden, üslûbların garâbetinden birden tevellüd eden bârika-i beyânı,
Onlarla oldu mümtezic, mizâc-ı i'câzında acîb bir nakş-ı beyân, garip bir san'at-ı lisânı. Tekrarı hiçbir zaman usandırmaz insanı.
İkinci unsur ise, umûr-u kevniyede gaybî olan esasât, İlâhî hakâikten gaybî olan esrardan, gaybî-i âsumânî.
Mâzide kaybolan gaybî olan umûrdan, müstakbelde müstetir kalmış olan ahvâlden birden tazammun eden bir ilmü'l-guyûb hızânı.
Alemü'l-guyûb lisânı, şehâdet âlemiyle konuşuyor erkânı, rumuz ile beyânı, hedef nev-i insanî, i'câzın bir lem'a-i nurânî.
Üçüncü menba ise, beş cihetle hârika bir câmiiyet vardır: Lâfzında, mânâsında, ahkâmda, hem ilminde, makâsıdın mîzanı.
Lâfzı tazammun eder pek vâsi' ihtimâlât, hem vücûh-u kesîre ki, herbiri nazar-ı belâgatta müstahsen, Arabiyece sahih, sırr-ı teşriî lâyık görüyor anı.
Mânâsında, meşârib-i evliyâ, ezvâk-ı ârifîni, mezâhib-i sâlikîn, turuk-u mütekellimîn, menâhic-i hükemâ, o i'câz-ı beyânı
Birden ihâta etmiş, hem de tazammun etmiş delâletinde vüs'at, mânâsında genişlik. Bu pencere ile baksan, görürsün, ne geniştir meydanı.
Ahkâmdaki istiâb; şu hârika şeriat ondan olmuş istinbat, saadet-i dâreynin bütün desâtirini, bütün esbâb-ı emni.
İçtimâî hayatın bütün revâbıtını, vesâil-i terbiye, hakâik-ı ahvâli birden tazammun etmiş onun tarz-ı beyânı.
İlmindeki istiğrak: hem ulûm-u kevniye, hem ulûm-u İlâhî, onda merâtib-i delâlât, rumuz ile işârât, sûreler surlarında cem' etmiştir cenânı.
Makâsıd ve gâyâtta, muvâzenet, ıttırad, fıtrat desâtirine mutâbakat, ittihad, tamam mürâât etmiş, hıfz eylemiş mîzanı.
İşte lâfzın ihâtasında, mânânın vüs'atinde, hükmün istiâbında, ilmin istiğrakında, muvâzene-i gâyâtta câmiiyet-i pürşânı!
Dördüncü unsur ise, her asrın derece-i fehmine, edebî rütbesine, hem her asırdaki tabakâta, derece-i istidad, rütbe-i kabiliyet nisbetinde ediyor bir ifâza-i nurânî.
Her asra, her asırdaki her tabakaya kapısı küşâde. Güyâ her demde, her yerde taze nâzil oluyor o kelâm-ı Rahmânî.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İhtiyarlandıkça zaman, Kur'ân da gençleşiyor. Rumuzu hem tavazzuh eder, tabiat ve esbâbın perdesini de yırtar o hitâb-ı Yezdânî.
Nur-u tevhidi, her dem her âyetten fışkırır. Şehâdet perdesini gayb üstünde kaldırır. Ulviyet-i hitâbı, dikkate dâvet eder o nazar-ı insanı,
Ki, o lisân-ı gaybdır; şehâdet âlemiyle bizzat odur konuşur. Şu unsurdan bu çıkar: Hârika tazeliği bir ihâta-i ummânî.
Te'nîs-i ezhân için akl-ı beşere karşı İlâhî tenezzülât. Tenzilin üslûbunda tenevvüü, mûnisliğidir mahbub-u ins ü cânı.
Beşinci menba ise, nakil ve hikâyâtında, ihbar-ı sâdıkada, esasî noktalardan hazır müşâhid gibi bir üslûb-u bedî-i pürmaânî
Naklederek, beşeri onunla ikaz eder. Menkulâtı şunlardır: İhbar-ı evvelîni, ahvâl-i âhirîni, esrar-ı Cehennem ve Cinânı,
Hakâik-ı gaybiye, hem esrar-ı şehâdet, serâir-i İlâhî, revâbıt-ı kevnîye dâir hikâyâtıdır hikâyet-i iyânî
Ki, ne vâki' reddeylemiş, ne mantık tekzib etmiş. Mantık kabul etmezse, red de bile edemez. Semâvî kitapların ki, matmâh-ı cihânî.
İttifakî noktalarda musaddıkâne nakleder. İhtilâfî yerlerinde musahhihâne bahseder. Böyle naklî umûrlar bir "ümmî"den sudûru hârika-i zamanî.
Altıncı unsur ise, mutazammın ve müessis olmuş din-i İslâma. İslâmiyet misline ne mâzi muktedirdir, ne müstakbel muktedir; araştırsan zaman ile mekânı.
Arzımızı senevî, yevmî dairesinde şu hayt-ı semâvîdir, tutmuş da döndürüyor. Küreye ağır basmış, hem dahi ona binmiş; bırakmıyor isyanı.
Yedinci menba ise, şu altı menbadan çıkan envar-ı sitte, birden eder imtizâc. Ondan çıkar bir hüsün, bundan gelir bir hads, vâsıta-i nurânî.
Şundan çıkan bir zevktir. Zevk-i i'câz bilinir; tâbirine lisânımız yetişmez. Fikir dahi kâsırdır; görünür de, tutulmaz o nücûm-u âsumânî.
On üç asır müddette meylü't-tehaddî varmış Kur'ân'ın a'dâsında; şevk-i taklid uyanmış Kur'ân'ın ahbabında. İşte i'câzın bir bürhanı.
Şu iki meyl-i şedidle yazılmıştır, meydanda. Milyonlarla kütüb-ü Arabiye gelmiştir kütüphâne-i vücuda. Onlar ile tenzili, düşerse bir mîzanı,
Muvâzene edilse, değil dânâ-i bîmüdânî, hattâ en âmî adam, göz kulakla diyecek: "Bunlar ise insanî; şu ise âsumânî."
Hem de hükmedecek: Şu bunlara benzemez, rütbesinde olamaz. Öyle ise, ya umumdan aşağı-bu ise, bilbedâhe mâlûm olmuş butlânı.
Öyle ise umumun fevkındedir. Mazmunları o kadar zamanda, kapı açık, beşere vakfedilmiş; kendine dâvet etmiş ervâhıyla ezhânı.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Beşer onda tasarruf, kendine de mal etmiş. Onun mazmunları ile yine Kur'ân'a karşı çıkmamış; hiçbir zaman çıkamaz, geçti zaman-ı imtihanı.
Sâir kitaplara benzemez, onlara ma'kîs olmaz. Zîrâ yirmi sene zarfında müneccemen hâcetlere nisbeten nüzûlü, müteferrik, mütekâtı', bir hikmet-i Rabbânî.
Esbâb-ı nüzûlü muhtelif, mütebâyin. Bir maddede es'ile mütekerrir, mütefâvit. Hâdisât-ı ahkâmı müteaddid, mütegayyir. Muhtelif, mütefârık nüzûlünün ezmânı.
Hâlât-ı telâkkîsi mütenevvi', mütehâlif. Aksâm-ı muhatabı müteaddid, mütebâid. Gâyât-ı irşâdında mütederric, mütefâvit. Şu esaslara müstenid binaî, hem beyânî,
Cevabî, hem hitâbî. Bununla da beraber, selâset ve selâmet, tenâsüb ve tesânüd, kemâlini göstermiş. İşte onun şâhidi: Fenn-i beyân-ı maânî.
Kur'ân'da bir hâssa var; başka kelâmda yoktur. Bir kelâmı işitsen, asıl sahib-i kelâmı arkasında görürsün, ya içinde bulursun. Üslûb, âyine-i insanî.
Ey sâil-i misâlî! Sen ki îcâz istedin; ben de işaret ettim. Eğer tafsil istersen, haddimin haricinde. Sinek seyretmez âsumânı.
Zîrâ o kırk enva-ı i'câzından yalnız birtekini ki, cezâlet-i nazmıdır, İşârâtü'l-İ'câz'da sıkışmadı tibyânı.
Yüz sahife tefsirim ona kâfi gelmedi. Senin gibi ruhânî ilhamları ziyâde; ben istiyorum senden tafsil ile beyânı.


Ulaşmaz dest-i edeb-i garb-ı hevesbâr-ı hevâkâr-ı dehâdâr
De'b-i edeb-i ebed-müddet-i Kur'ân-ı ziyâbâr-ı şifâkâr-ı hüdâdâr
b900.gif

Kâmilîn insanların zevk-i maâlîsini hoşnut eden bir hâlet, çocukça bir hevese, sefihçe bir tabiat sahibine hoş gelmez,
Onları eğlendirmez. Bu hikmete binâen, bir zevk-i süflî, sefih, hem nefsî ve şehvânî içinde tam beslenmiş, zevk-i ruhîyi bilmez.
Avrupa'dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat, romanvâri nazarla, Kur'ân'da olan letâif-i ulviyet, mezâyâ-i haşmeti göremez, hem tadamaz.
Kendindeki mihengi ona ayar edemez. Edebiyatta vardır üç meydan-ı cevelân; onlar içinde gezer, haricine çıkamaz.
Ya aşkla hüsündür, ya hamâset ve şehâmet, ya tasvir-i hakikat. İşte yabânî edebse, hamâset noktasında hakperestliği etmez.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Belki zâlim nev-i beşerin gaddarlıklarını alkışlamakla kuvvetperestlik hissini telkin eder. Hüsün ve aşk noktasında aşk-ı hakiki bilmez.
Şehvetengiz bir zevki nefislere de zerk eder. Tasvir-i hakikat maddesinde, kâinata san'at-ı İlâhî sûretinde bakmaz,
Bir sıbga-i Rahmânî sûretinde göremez. Belki tabiat noktasında tutar, tasvir ediyor, hem ondan da çıkamaz.
Onun için telkini aşk-ı tabiat olur. Maddeperestlik hissi, kalbe de yerleştirir; ondan ucuzca kendini kurtaramaz.
Yine ondan gelen, dalâletten neş'et eden ruhun ıztırâbâtına, o edebsizlenmiş edeb müsekkin, hem münevvim, hakiki fayda vermez.
Tek bir ilâcı bulmuş, o da romanlarıymış. Kitap gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvât. Meyyit hayat veremez.
Hem tiyatro gibi tenâsuhvâri, mâzi denilen geniş kabrin hortlakları gibi şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz.
Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fâsık bir göz takmış, dünyaya bir âlûfte fistanını giydirmiş, hüsn-ü mücerred tanımaz.
Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktristi kârie ihtar eder. Zâhiren der: "Sefâhet fenadır, insanlara yakışmaz."
Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefâhete öyle müşevvikâne bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz.
İştihâyı kabartır, hevesi tehyic eder; his daha söz dinlemez. Kur'ân'daki edebse, hevâyı karıştırmaz.
Hakperestlik hissi, hüsn-ü mücerred aşkı, cemâlperestlik zevki, hakikatperestlik şevki verir. Hem de aldatmaz.
Kâinata tabiat cihetinde bakmıyor. Belki bir san'at-ı İlâhî, bir sıbga-i Rahmânî noktasında bahseder; akılları şaşırtmaz.
Mârifet-i Sâniin nurunu telkin eder, herşeyde âyetini gösterir. Her ikisi rikkatli birer hüzün de veriyor; fakat birbirine benzemez.
Avrupazâde edebse, fakdü'l-ahbabdan, sahipsizlikten neş'et eden gamlı bir hüznü veriyor; ulvî hüznü veremez.
Zîrâ sağır tabiat, hem de bir kör kuvvetten mülhemâne aldığı bir hiss-i hüzn-ü gamdâr. Âlemi bir vahşetzâr tanır; başka çeşit göstermez.
O sûrette gösterir, hem de mahzunu tutar, sahipsiz de olarak yabânîler içinde koyar, hiçbir ümit bırakmaz.
Kendine verdiği şu hiss-i heyecanla git gide ilhâda kadar gider, ta'tîle kadar yol verir. Dönmesi müşkül olur; belki daha dönemez.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Kur'ân'ın edebi ise, öyle bir hüznü verir ki, âşıkâne hüzündür, yetimâne değildir. Firâku'l-ahbabdan gelir; fakdü'l-ahbabdan gelmez.
Kâinatta nazarı, kör tabiat yerine, şuurlu, hem rahmetli bir san'at-ı İlâhî onun medâr-ı bahsi. Tabiattan bahsetmez.
Kör kuvvetin yerine, inâyetli, hikmetli bir kudret-i İlâhî ona medâr-ı beyân. Onun için, kâinat vahşetzâr sûret giymez.
Belki muhatab-ı mahzunun nazarında oluyor bir cemiyet-i ahbab. Her tarafta tecâvüb, her cânibde tahabbüb; ona sıkıntı vermez.
Her köşede istînâs, o cemiyet içinde mahzunu vaz' ediyor bir hüzn-ü müştakâne; bir hiss-i ulvî verir, gamlı bir hüznü vermez.
İkisi birer şevki de verir. O yabânî edebin verdiği bir şevk ile nefis düşer heyecana, heves olur münbasıt; ruha ferah veremez.
Kur'ân'ın şevki ise, ruh düşer heyecana, şevk-i maâlî verir. İşte bu sırra binâen, şeriat-ı Ahmediye (a.s.m.) lehviyâtı istemez.
Bâzı âlât-ı lehvi tahrim edip, bir kısmı helâl diye izin verip; demek hüzn-ü Kur'ânî veya şevk-i tenzilî veren âlet zarar vermez.
Eğer hüzn-ü yetimî veya şevk-i nefsânî verse, âlet haramdır. Değişir eşhâsa göre; herkes birbirine benzemez.


Dallar, semerâtı, rahmet nâmına takdim ediyor
Şecere-i hilkatin dalları her tarafta semerât-ı niâmı zîruhun ellerine zâhiren uzatıyor.
Hakikatte bir yed-i rahmet, bir dest-i kudrettir ki, o semerâtı, o dalları içinde sizlere uzatıyor.
O yed-i rahmeti, siz de şükür ile öpünüz. O dest-i kudreti de minnetle takdîs ediniz.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Fâtiha'nın âhirinde işaret olunan üç yolun beyânı
Ey birâder-i püremel! Hayalini ele al, benimle beraber gel. İşte bir zemindeyiz. Etrafına bakarız; kimse de görmez bizi.
Çadır direkleri hükmünde yüksek dağlar üstünde, karanlıklı bir bulut tabakası atılmış. Hem o dahi kaplatmış zeminimizin yüzü,
Müncemid bir sakf olmuş. Fakat altı, yüzü açıkmış; o yüz güneş görürmüş. İşte bulut altındayız; sıkıyor zulmet bizi.
Sıkıntı da boğuyor; havasızlık öldürür. Şimdi bize üç yol var, bir âlem-i ziyâdar. Bir kere seyrettimdi, bu zemin-i mecâzî.
Evet, bir kere buraya da gelmişim, üçünde ayrı ayrı gitmişim. Birinci yolu budur: Ekseri burdan gider. O da devr-i âlemdir, seyahate çeker bizi.
İşte biz de yoldayız, böyle yayan gideriz. Bak şu sahrânın kum deryâlarına, nasıl hiddet saçıyor, tehdit ediyor bizi.
Bak şu deryânın dağvâri emvâcına: O da bize kızıyor. İşte, elhamdülillâh, öteki yüze çıktık. Görürüz güneş yüzü.
Fakat çektiğimiz zahmeti ancak da biz biliriz. Of, tekrar buraya döndük; şu zemin-i vahşetzâr, bulut damı zulmettar. Bize lâzım, revnaktar eder kalbdeki gözü
Bir âlem-i ziyâdar. Fevkalâde eğer bir cesâretin var; gireriz de beraber, bu yolu. Pürhatarkâr. İkinci yolumuzu,
Tabiat-ı arzı deleriz, o tarafa geçeriz. Ya fıtrî bir tünelden titreyerek gideriz. Bir vakitte bu yolda seyrettim de geçtim, bînaz ve pürniyâzı.
Fakat o zaman tabiatın zemini eritecek, yırtacak bir madde var idi elimde. Üçüncü yolun o delil-i mu'cizi,
Kur'ân onu bana vermişti. Kardeşim, arkamı da bırakma, hiç de korkma. Bak, hâ, şurada tünelvâri mağaralar, tahte'l-arz akıntılar beklerler ikimizi.
Bizi geçirecekler. Tabiatta şu müthiş cümûdiyeleri de seni hiç korkutmasın. Zîrâ, bu abûs çehresi altında merhametli sahibinin tebessümlü yüzü.
Radyumvâri o madde-i Kur'ân'ı ışıkla sezmiştim. İşte, gözüne aydın! Ziyâdar âleme çıktık. Bak şu zemin-i pürnazı.
Bu fezâ-i latîf, şirin. Yahu başını kaldır. Bak, semâvâta ser çekmiş, bulutları da yırtmış, aşağıda bırakmış, dâvet ediyor bizi
Şu şecere-i tûbâ. Meğer o Kur'ân imiş. Dalları her tarafa uzanmış. Tedellî eden bu dala biz de asılmalıyız; oraya alsın bizi.
O şecere-i semâvî bir timsâli zeminde olmuş şer'-i enveri. Demek zahmet çekmeden o yol ile çıkardık bu âlem-i ziyâya, sıkmadan zahmet bizi.
Mâdem yanlış etmişiz; eski yere döneriz, doğru yolu buluruz. Bak, üçüncü yolumuz, şu dağlar üstünde durmuş olan şehbâzi,
Hem de bütün cihâna okuyor bir ezanı. Bak müezzin-i âzama: Muhammedü'l-Hâşimî (a.s.m.) dâvet eder insanı, âlem-i nur-u envere. İlzam eder niyaz ile namazı.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Bulutları da yırtmış, bak bu hüdâ dağlarına. Semâvâta ser çekmiş, bak Şeriat cibâline. Nasıl müzeyyen etmiş zeminimizin yüzü gözü.
İşte çıkmalıyız buradan himmet tayyaresiyle. Ziyâ-i nesîm orada, nur-u cemâl orada. İşte buradadır uhud-u tevhid, o cebel-i azîzi.
İşte şuradadır Cûdî-i İslâmiyet, o cebel-i selâmet. İşte Cebelü'l-Kamer olan Kur'ân-ı Ezher; zülâl-i Nil akıyor o muhteşem menbadan. İç o âb-ı lezizi.

b901.gif
-1-
Ey arkadaş! Şimdi hayali baştan çıkar, aklı kafaya geçir. Evvelki iki yolun mağdûb ve dâllîn yolu; hatarları pekçoktur, kıştır dâim güz, yazı.
Yüzde biri kurtulur: Eflâtun, Sokrat gibi. Üçüncü yol sehildir, hem karîb-i müstakîmdir. Zaif, kavî müsâvi; herkes o yoldan gider. En rahatı budur ki: Şehid olmak, ya gâzi.
İşte neticeye gireriz. Evet, dehâ-i fennî-evvelki iki yoldur ona meslek ve mezheb. Fakat hüdâ-i Kur'ânî-üçüncü yoldur onun sırat-ı müstakîmi. İsâl eder o bizi.

b902.gif
-2-


Hakiki bütün elem dalâlette, bütün lezzet imândadır
Hayal libasını giymiş muazzam bir hakikat
Ey yoldaş-ı hüşdâr! Sırat-ı müstakîmin o meslek-i nurânî, mağdûb ve dâllînin o tarîk-ı zulmânî, tam farklarını görmek eğer istersen, ey azîz!
Gel, vehmini ele al, hayal üstüne de bin. Şimdi seninle gideriz zulümât-ı ademe. O mezar-ı ekberi, o şehr-i püremvâtı bir ziyaret ederiz.
Bir Kadîr-i Ezelî, kendi dest-i kudretle bu zulümât-ı kıt'adan bizi tuttu çıkardı, bu vücuda bindirdi, gönderdi şu dünyaya, şu şehr-i bîlezâiz.
İşte şimdi biz geldik şu âlem-i vücuda, o sahrâ-i hâile. Gözümüz de açıldı, şeş cihette biz baktık. Evvel istîtafkârâne önümüze bakarız.


1- Yaratıcılık mertebelerinin en güzelinde olan Allah'ın şanı ne yücedir . (Mü'minün Suresi.)
Dualarımız ise şu sözlerle sona erer. Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun . (Yunus suresi 10.Ayetten iktibas)
2- Allah'ım, 'Bizi doğru yola ilet. (Fatiha Suresi .6.) *Kendilerine nimet ve ihsanda bulunduğun peygamberlerin ve onlara tabi onlara tâbi olan salih kullarının yoluna ilet, azabına uğrayanların ve sapıtmış olanların yoluna değil. Amin. (Fatiha Suresi :7.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Lâkin beliyyeler, elemler, önümüzde düşmanlar gibi tehâcüm eder. Ondan korktuk, çekindik. Sağa sola, anâsır-ı tabâyie bakarız, ondan meded bekleriz.
Lâkin biz görüyoruz ki, onların kalbleri kâsiye, merhametsiz. Dişlerini bilerler, hiddetli de bakarlar. Ne naz dinler, ne niyaz.
Muztar adamlar gibi, me'yusâne, nazarı yukarıya kaldırdık. Hem istimdâdkârâne, ecrâm-ı ulviyeye bakarız; pek dehşetli tehditkâr da görürüz.
Güyâ birer gülle, bomba olmuşlar, yuvalardan çıkmışlar, hem etraf-ı fezâda pek süratli geçerler. Her nasılsa ki onlar birbirine dokunmaz.
Ger birisi yolunu kazâra bir şaşırtsa, el-iyâzübillâh, şu âlem-i şehâdet ödü de patlayacak. Tesadüfe bağlıdır; bundan dahi hayır gelmez.
Me'yusâne nazarı o cihetten çevirdik, elîm hayrete düştük. Başımız da eğildi, sînemizde saklandık. Nefsimize bakarız, mütâlâa ederiz.
İşte işitiyoruz: Zavallı nefsimizden binlerle hâcetlerin sayhaları geliyor, binlerle fâkatlerin enînleri çıkıyor. Teselliyi beklerken tevahhuş ediyoruz.
Ondan da hayır gelmedi. Şek ilticâkârâne vicdânımıza girdik. İçine bakıyoruz, bir çareyi bekleriz. Eyvah, yine bulmayız. Biz meded vermeliyiz.
Zîrâ onda görünür; binlerle emelleri, galeyanlı arzular, heyecanlı hissiyât, kâinata uzanmış. Herbirinden titreriz, hiç yardım edemeyiz.
O âmâl, sıkışmışlar vücud-u adem içinde; bir tarafı ezele, bir tarafı ebede uzanıp gidiyorlar. Öyle vüs'atleri var; ger dünyayı yutarsa o vicdan da tok olmaz.
İşte bu elîm yolda nereye bir başvurduk, onda bir belâ bulduk. Zîrâ mağdûb ve dâllîn yolları böyle olur. Tesadüf ve dalâlet o yolda nazarendâz.
O nazarı biz taktık, bu hale böyle düştük. Şimdi dahi halimiz ki mebde' ve meâdı, hem Sâni' ve hem haşri muvakkat unutmuşuz.
Cehennemden beterdir, ondan daha muhriktir, ruhumuzu eziyor. Zîrâ o şeş cihetten ki onlara başvurduk; öyle hâlet almışız.
Ki, yapılmış o hâlet, hem havf ile dehşetten, hem acz ile ra'şetten, hem kalâk ve vahşetten, hem yütm ve hem yeisten mürekkeb vicdansûz.
Şimdi her cihete mukabil bir cepheyi alırız, def'ine çalışırız. Evvel, kudretimize mürâcaat ederiz. Vâesefâ görürüz
Ki âcize, zaife. Sâniyen, nefiste olan hâcâtın susmasına teveccüh ediyoruz. Vâesefâ, durmayıp bağırırlar görürüz.
Sâlisen, istimdâdkârâne, bir halâskârı için bağırır, çağırırız; ne kimse işitiyor, ne cevabı veriyor. Biz de zannediyoruz:
Herbir şey bize düşman, herbir şey bizden garip. Hiçbir şey kalbimize bir teselli vermiyor; hiç emniyet bahşetmez, hakiki zevki vermez.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Râbian, biz ecrâm-ı ulviyeye baktıkça, onlar nazara verir bir havf ile dehşeti. Hem vicdânın müz'ici bir tevahhuş geliyor akılsûz, evhamsâz.
İşte, ey birâder! Bu dalâletin yolu, mahiyeti şöyledir. Küfürdeki zulmeti bu yolda tamam gördük. Şimdi de gel kardeşim, o ademe döneriz.
Tekrar yine geliriz. Bu kere tarîkımız sırat-ı müstakîmdir, hem imânın yoludur. Delil ve imamımız, inâyet ve Kur'ân'dır, şehbâz-ı edvârpervâz.
İşte Sultan-ı Ezelin rahmet ve inâyeti vaktâ bizi istedi, kudret bizi çıkardı, lütfen bizi bindirdi kanun-u meşîete etvâr üstünde perdâz.
Şimdi bizi getirdi, şefkat ile giydirdi şu hilat-ı vücudu. Emanet rütbesini bize tevcih eyledi; nişanı, niyaz ve namaz.
Şu edvâr ve etvârın, bu uzun yolumuzda birer menzil-i nazdır. Yolumuzda teshilât içindir ki, kaderden bir emirnâme vermiş sahifede cephemiz.
Her nereye geliriz, herhangi tâifeye misafir oluyoruz; pek uhuvvetkârâne istikbâl görüyoruz. Malımızdan veririz, mallarından alırız.
Ticaret muhabbeti, onlar bizi beslerler, hediyelerle süslerler, hem de teşyi' ederler. Gele gele, işte geldik, dünya kapısındayız, işitiyoruz âvâz.
Bak, girdik şu zemine, ayağımızı bastık şehâdet âlemine. Şehrâyin-i Rahmân, gürültühâne-i insan. Hiçbir şey bilmeyiz; delil ve imamımız,
Meşîet-i Rahmân'dır. Vekil-i delilimiz, nâzenin gözlerimiz. Gözlerimizi açtık, dünya içine saldık. Hatırına gelir mi evvelki gelişimiz?
Garip, yetim olmuştuk; düşmanlarımız çoktu. Bilmezdik hâmimizi. Şimdi nur-u imânla o düşmanlara karşı bir rükn-ü metînimiz,
İstinâdî noktamız, hem himâyetkârımız, def' eder düşmanları. O imân-ı billâhtır ki ziyâ-i ruhumuz, hem nur-u hayatımız, hem de ruh-u ruhumuz.
İşte kalbimiz rahat, düşmanları aldırmaz, belki düşman tanımaz. Evvelki yolumuzda, vaktâ vicdâna girdik; işittik ondan binlerle feryâd ü fîzâr ve âvâz.
Ondan belâya düştük. Zîrâ âmâl, arzular, istidad ve hissiyât dâim ebedi ister. Onun yolunu bilmezdik. Bizden yol bilmemezlik; onda fîzâr ve niyaz.
Fakat, elhamdülillâh, şimdi gelişimizde bulduk nokta-i istimdâd ki, dâim hayat verir o istidad, âmâle; tâ ebedü'l-âbâda onları eder pervâz.
Onlara yol gösterir, o noktadan istidad. Hem istimdâd ediyor, hem âb-ı hayatı içer, hem kemâline koşuyor o nokta-i istimdâd, o şevkengiz remz ü naz.
İkinci kutb-u İmân ki, tasdik-i haşirdir. Saadet-i ebedî o sadefin cevheri. İmân bürhanı, Kur'ân; vicdan, insanî bir râz.
Şimdi başını kaldır, şu kâinata bir bak, onun ile bir konuş. Evvelki yolumuzda pek müthiş görünürdü. Şimdi de mütebessim, her tarafa gülüyor, nâzeninâne niyaz ve âvâz.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Görmez misin: Gözümüz arı-misâl olmuştur, her tarafa uçuyor. Kâinat bostanıdır, her tarafta çiçekler. Her çiçek de veriyor ona bir âb-ı leziz.
Hem ünsiyet, teselli, tahabbübü veriyor. O da alır getirir, şehd-i şehâdet yapar. Balda bir bal akıtır o esrarengiz şehbâz.
Harekât-ı ecrâma, ya nücûm ya şümûsa nazarımız kondukça, ellerine verirler Hâlık'ın hikmetini, hem mâye-i ibreti. Hem cilve-i rahmeti alır, ediyor pervâz.
Güyâ şu güneş bizlerle konuşuyor. Der: "Ey kardeşlerimiz! Tevahhuşla sıkılmayınız. Ehlen sehlen, merhaba, hoş teşrif ettiniz. Menzil sizin; ben bir mumdâr-ı şehnâz.
"Ben de sizin gibiyim; fakat sâfî, isyansız, mutî bir hizmetkârım. O Zât-ı Ehad-i Samed ki, mahz-ı rahmetiyle hizmetinize beni musahhar-ı pürnur etmiş. Benden hararet, ziyâ; sizden namaz ve niyaz."
Yahu, bakın kamere. Yıldızlarla denizler, herbiri de kendine mahsus birer lisânla, "Ehlen sehlen, merhaba," derler. "Hoş geldiniz, bizi tanımaz mısınız?"
Sırr-ı teâvünle bak, remz-i nizamla dinle. Herbirisi söylüyor: "Biz de birer hizmetkâr, rahmet-i Zülcelâlin birer âyinedarıyız. Hiç de üzülmeyiniz, bizden sıkılmayınız.
"Zelzele na'raları, hâdisât sayhaları sizi hiç korkutmasın, vesvese de vermesin. Zîrâ onlar içinde bir zemzeme-i ezkâr, bir demdeme-i tesbih, velvele-i naz ü niyaz.
"Sizi bize gönderen o Zât-ı Zülcelâl, ellerinde tutmuştur bunların dizginlerini." İmân gözü okuyor yüzlerinde âyet-i rahmet, herbiri birer âvâz.
Ey mü'min-i kalb-i hüşyar! Şimdi gözlerimiz bir parça dinlensinler. Onların bedeline hassas kulağımızı imânın mübârek eline teslim ederiz, dünyaya göndeririz. Dinlesin leziz bir saz.
Evvelki yolumuzda bir mâtem-i umumi, hem vâveylâ-i mevtî zannolunan o sesler, şimdi yolumuzda birer nevâz ü namaz, birer âvâz ü niyaz, birer tesbihe âğâz.
Dinle, havadaki demdeme, kuşlardaki civcive, yağmurdaki zemzeme, denizdeki gamgama, ra'dlardaki rakraka, taşlardaki tıktıka birer mânidar nevâz.
Terennümât-ı hava, naarât-ı ra'dıye, nağamât-ı emvâc, birer zikr-i azamet. Yağmurun hezecâtı, kuşların seceâtı birer tesbih-i rahmet, hakikate bir mecâz.
Eşyada olan asvât, birer savt-ı vücuddur; "Ben de varım" derler. O kâinat-ı sâkit, birden söze başlıyor: "Bizi câmid zannetme, ey insan-ı boşboğaz!"
Tuyûrları söylettirir ya bir lezzet-i nimet, ya bir nüzûl-ü rahmet. Ayrı ayrı seslerle, küçük âğâzlarıyla rahmeti alkışlarlar. Nimet üstünde iner, şükür ile eder pervâz.
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst Alt