M.N > İsLami Fıkıh AnsikLopedisi (Alfabetik) >

ceylannur

Yeni Üyemiz
MÜSTEAR(ÖDÜNÇ ALINAN MAL)

Ödünç alınan mal
İslâm hukukunda akitlerden biri iare akdidir Bu akit Türkçe'de "ödünç verme"nin tam karşılığıdır Âriyet, ödünç akdinde ödünç olarak verilen iğreti malın adıdır Bu işleme "iare" adı verilir Bu akdin İslâm hukukunda tarifi de şöyledir: "Karşılıklı rıza ile bir şahsın, herhangi bir malını, istifade etmesi için diğer şahsa karşılıksız olarak ödünç vermesidir" Bu akidle ilgili kullanılan ifadeler şunlardır:
Ödünç verilen mala, "ariyet" "muâr veya müstear" denir Malı ödünç veren yani mal sahibi "muîr" kelimesi ile ifade edilir "Müsteîr" ise "malı ödünç alan" demektir İstiâre de "âriyet alma" anlamındadır İare bir nevi emanettir İğreti olarak verilen mal olduğu, karşılıksız verildiği, verilen şeyin sadece kullanım hakkından istifade edildiği ve malın bizzat kendisi sahibine geri verildiği için emanet, icare ve borç akdinden ayrılmaktadır
İare meşru olup İslâm dininin teşvik ettiği ahlakî hareketlerdendir İslâm başkalarının yardımına gerek canla ve gerekse malla koşmayı müslümanlara daima tavsiye etmiştir (bk Müsteir mad)
Muir dilediği an akde son verme yetkisine sahip olduğu için, iare akdi gayri lazım akitlerdendir Fakat verdiği sözde durması ve "Şu zaman alacağım" dediği zamandan önce almaması hem insanı hem dini bir görevdir Musteir, iare akdi yapıldıktan sonra karşılıksız olarak müstearın menfaatına sahip olur
Müstear, müsteirin elinde emanettir Dolayısıyla müstear emanet ahkâmına tabidir Ödünç alınan malda ödünç alan kişinin kusuru olmaksızın bir kusur meydana gelirse ödünç alan sorumlu olmaz Kusurlu hareket edecek olursa zararı tazmin eder (Geniş bilgi için bk Ariyet, Müsteir mad)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MÜSTEHAP:
Kelime anlamı hoş karşılanan ve güzel görülen demektir Daha az kuvvetli sünnetler ve Peygamberimizin az zaman yaptığı şeylerdir Sünnetlere ve müstehaplara aynı zamanda "nâfile" de denir Bu terim bizim dilimizdeki "boşuna" anlamında değil, kendi anlamında, yani "ilâve, ek fazlalık" anlamında kullanılır Yani, sünnet kılan birisi, asıl görevine güzel bir ek ve bir fazlalık yapmış demektir Tıpkı; bir yetkilinın meselâ Ahmed'e, "Abdullah fakir bir insandır, ona bir takım elbise ver", dediğinde Ahmed'in Abdullah'a takım elbise yanında gömlek, kazak ve çorap da vermesi gibi
Farz, vâcip, sünnet ve müstehabı bir ömekle açıklayabiliriz: Bir insanın başı ve gövdesi farz, kolları ve bacakları vâcip, kulakları, saçları ve tinakları kuvvetli sünnet, kasları ve tüyleri az kuvvetli sünnet, renginin temiz ve sadeligi de müstehap yerindedir Bu örneğe vurduğumuzda ibadeflerin şartları ve rükünleri de farz gibidir Yani başı olmayan insan, nasıl insan olarak kalamazsa, şartı, meselâ abdesti ve rüknü, meselâ secdesi olmayan namaz da namaz olmaz
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MÜSTEÎR(ÖDÜNÇ İSTEYEN KİŞİ)

Ariyet alan şahıs; başkasından herhangi bir malı ödünç isteyen, bir malın kullanımını, o malı geri vermek üzere meccanen (karşılıksız) taleb eden kimse; "isteâre" fiilinin ism-i faili
İnsan sosyal bir varlıktır Çevresindeki insanlarla çok yakın alâkası vardır Kişi ne kadar zengin olursa olsun, dünyadaki makamı ne kadar yükselirse yükselsin, yine başkasına muhtac olur Çeşitli hallerde başkasının kendisine yardım etme ihtiyacını hisseder Onun için İslâm dini yardımlaşmaya son derece önem vermiştir Müstaîr'leri (kullanmak üzere başkasından geçici olarak herhangi bir şeyi isteyenleri) reddetmemeyi emretmiş ve onlara yardımda bulunmaktan kaçınanları tenkid etmiştir:
"Şu namaz kılanların vay haline, ki onlar namazlarından yanılmaktadırlar (kıldıkları namazın değerini bilmez, ona önem vermezler) Onlar gösteriş (için ibâdet) yaparlar En ufak bir yardımı esirgerler" (el-Mâun, 107/4,5,6,7)
Buna göre gerçek din, yalnız dil ile "inanıyorum" demek değildir İhlas ve samimiyetle, bilinçli bir şekilde ibâdet yapmakla beraber, müsteir'lere yardımda bulunmak, onların isteklerini reddetmemek İslâmî ahlâk'ın gereğidir
Hz Peygamber (sas), Mekke'nin fethinden sonra Hevazîn kabileleriyle savaşa giderken Safvan b Ümeyye'den ödünç silah almak istemiş ve ona: "Safvân! Yanında silah var mı?" diye sormuş Safvân; "Zorla mı, yoksa iğreti, ödünç olarak mı almak istiyorsun?" diye sorunca, Hz Peygamber (sas) "İğreti, ödünç olarak" diye cevap vermiş Safvân Rasûlüllah(sas)'e otuz küsûr kalkan vermiş Ondan sonra Peygamberimiz (sas) Huneyn savaşına katılmış, müslümanlar üstün gelip müşrikler yenildikten sonra, Safvân'ın kalkanları toplatılmış ve bir kaç tanesinin eksik olduğu tespit edilmiştir Hz Peygamber (sas), Safvan'a kalkanlarını geri verdiği zaman; "Kalkanlarından bazılarını kaybettik, ücretlerini ödeyecek miyiz?" diye sorunca, Safvan; "Hayır ya Rasûlallah! Bu gün size kalkanları verdiğim gündeki gibi değilim" diye cevap vermiştir (Ebu Davud, Büyu', 88) Safvan, Hz Peygamber (sas)'e kalkanları verdikten sonra müslüman olmuştu (İmam Malik, Muvatta, Nikâh: , 44; Ebu Atiyye Muhammed Şemsu'l-Hakki'l-Azîm Âbâdî, Avnu'l-Ma'büd Şerhu Sünen-i Ebi Davûd, Medine 1969, IX, 477)
İmam Mâlik'den nakledildiğine göre, Kasım b Muhammed'in hanımı vefat edince, Muhammed b Ka'b el-Kurezî taziyede (baş sağlığında) bulunmak üzere onun yanına gitmiş ve ona şu olayı anlatmıştır: Alim, müctehid, fetva veren bir zatın çok sevdiği hanımı vefat edince, adam son derece üzülmüş ve hiç bir ziyaretçiyi kabul etmeyerek insanlardan ilgisini kesmiştir Bu durumdan haberdar olan bir kadın, onu bu durumdan kurtarmak için evine gitmiş ve her seferinde reddedildiği halde, sormak istediği bir fetvasının olduğunu söyleyerek görüşme isteğinde ısrar etmiştir Nihayet bu alim zatın huzuruna varınca, şu soruyu sormuştur: "Komşumdan bir elbiseyi iğreti olarak ödünç aldım ve bir süre giyip kullandım Sonra benden onu geri istediler Ben onlara bu elbiseyi geri verecek miyim, vermeyecek miyim?" Alim olan kişi, ona; "Evet elbiseyi onlara geri vermen gerekir" deyince, kadın; "Allah sana ariyet, olarak verdiği şeyi geri alınca, üzülmen mi gerekir" demiş Fetvayı veren âlim, kadının bu sözünden ibret alarak etkilenmiş ve içine düşmüş olduğu gafletten kurtulmuştur (İmam Malik, Muvatta', Cenâiz, 43)
Ariyet ve müsteîr'in fıkhî hükümlerine gelince:
Ariyet aynı bakî kalmak üzere, karşılıksız olarak bir malın menfaatinin temlikidir (bk Ariyet maddesi) Bundan dolayı müsteîrin geçerli bir âriyet akdi yapabilmesi için edâ ehliyetine sahip olması gerekmektedir Bu ehliyet şahsın söz ve tasarruflarının şer'an geçerli sayılması yetkisidir ve esası akıldır Edâ ehliyetine sahip olan tek başına hukûkî işlem yapabilme özelliğine sahiptir (Serahsî, el-Usûl, İstanbul 1984, II, 340 vd; A Zeydan, el-Vecîz, İstanbul 1979, s 72; Abdülvehhâb Hallâf, İlmu Usûli'l-Fıkh,İstanbul 1984, s157) Buna göre müsteîrin akıllı, mümeyyiz olması şarttır Deli, gayr-ı mümeyyiz olan çocuk ariyet alamaz Müsteîrin hür ve bülûğa ermiş olma şartı yoktur Kanûnî mümessili tarafından izinli sayılan küçük (me'zûn), âriyet alabilir Küçük mümeyyiz için ise günlük hayatın gereği giriştiği âriyet ilişkilerinde velîsinin izni var sayılır Meselâ, bir ilkokul çocuğu sınıf arkadaşından gerekli kitabı imtihana hazırlık için âriyet olarak alabilir (Kasânî, Bedâyiu's-Sanâyî, Kahire 1327-28/1910, VI, 214; el-Fetâvâ'l-Hindiyye, Bulak 1310, IV, 363; Mecelle, mad 809; SKurtoğlu, İslâm Hukuku Dersleri, İstanbul 1973, II, 297)
Buna karşılık Kur'ân-ı Kerim'in müslüman olmayan birine ariyet olarak verilmesi sahih değildir
Ariyetle verilen müsteâr (ariyet malı) birden fazla ise, müstair'in bunlardan birini seçmede serbest bırakılması gerekir
İâre edilen maldan hasıl olan maddi ve manevi menfaat, müstair'e şer'an mübah olmalıdır Meselâ, erkekler tarafından kullanılması şer'an caiz olmayan altından yapılmış süs eşyalarını, iare yolu ile bir müslüman erkeğe vermek câiz değildir
Müsteîrin âriyet üzerindeki tasarrufları: Ariyet veren (muîr) herhangi bir kayıt koymamış ise müsteîr örf ve âdete göre dilediği yer ve zamanda ariyet aldığı maldan faydalanır Şâyet muîr herhangi bir kayıt koymuş ise imkân dahilinde bu kayda uymak gerekir Ancak konulan kayda uyulduğunda âriyetten elde edilecek faydanın gerçekleşmemesi sözkonusu ise bu şart geçerli değildir Muîr, müsteîre âriyet verdiği malı kendisinin faydalanması şartını koymuş ise bu durumda âriyet bineğe binme, elbiseyi giyme vb gibi farklı kişilerin kullanmasıyla değişen şeylerden ise müsteîr başkasını bundan yararlandıramaz; ariyet alınan bir evde oturma gibi kullananların farklı olmasıyla değişmeyen şeylerden ise müsteîr kendisi bizzat faydalanabileceği gibi başkasını da faydalandırabilir Başkasını oturtmama şartı geçerli değildir Ancak müsteîr, demirci, marangoz gibi çalışması binaya zararlı olanları oturtamaz Müsteîr, yer ve zaman itibariyle konulan kayıtlara uymak zorundadır Müsteîr kullanma şartıyla aldığı âriyeti hapsedemez Aksi takdirde telefi halinde tazmin gerekir Müsteîr yük taşımak için aldığı bir hayvana akitte tayin olunan cins dışında, hayvana zararsız ise ona eşit veya ondan daha hafif bir yük yükleyebilir Belli miktarda pamuk taşımak için âriyet alınan hayvanla aynı ağırlıkta demir taşınamaz Çünkü demirin ağırlığı, hayvanın sırtında bir yere toplandığından pamuktan daha zararlıdır Pamuğun ağırlığı ise hayvanın sırtının tamamına yayılır Müsteîr kendisine izin verilen intifâ(faydalanma)ın fazlasına tecavüz edemez Fakat ona denk veya daha azına muhâlefet edebilir
Muîr ve müsteîr âriyetin müddetinde, yük miktarında, kullanılacak yer konusunda ihtilaf ettiklerinde muîrin sözüne itibar olunur (Serahsî, el-Mebsût, Kahire 1324-31, XI, 124, 137-139,143,145,149; Alâüddîn es-Semerkandî, Tuhfetü'l-Fukahâ', Beyrut 1405/1984, III, 187 vd; Kasânî, age, VI, 215-216; Meydanî, el-Lübâb, Beyrut 1399/1979, II, 203; el-Fetâva'l-Hindiyye, IV, 364, 373; Mecelle, mad 818)
Muîr âriyeti başkasına vermeme şartı koymadıkça müsteîr âriyetten başkasını yararlandırabilir, âriyet olarak verebilir Ancak maldan faydalanma biçimi müsteîrin şahsına bağlı ise, muîr yasaklamasa da müsteîr bundan başkasını yararlandıramaz Meselâ şoför, ehliyeti olmayan birisine âriyet aldığı arabayı veremez Müsteîr âriyet aldığı malı rehin ve kiraya da veremez (Serahsî, age, XI, 124; Kasânî, age, VI, 214, 215; Damad, Mecmecu'l-Enhur, İstanbul 1328, II, 348; Hamevî, Gamzü Uyûni'l-Besâir, Beyrut 1405/1985, III, 151)
Ariyet alınan mal(müsteâr)'ın masrafları müsteîre âittir Meselâ bu bir hayvan ise nafaka ihtiyacını ve bakımını müsteîr yerine getirir, ariyet aldığı arabanın benzinini koyar
Ariyetin sahibine teslimi masrafı gerektirmesi halinde bunu da müsteîr karşılar Müsteîr ariyeti, kölesi, oğlu veya ailesinden birisiyle muîre teslim edebilir veya evine bırakabılir Ancak âriyet mal kıymetli bir şey ise sahibine bizzat teslim edilmesi gerekir (Serahsî, age, XI, 136, 137, 139, 144; Kasânî, age, VI, 218; Damad age, II, 350-352, Hamevî, age, IV, 337)
Ariyet alınan mal müsteîrin elinde emânettir Bundan dolayı müsteîr kusurlu olduğu durumlardan sorumludur Kusuru olmadıkça malın telefi halinde tazminle mükellef değildir Ancak şu durumlarda müsteîr ariyeti tazmin eder:
1- Ariyet malı bir hırsıza göstermek sûretiyle veya âriyet müddeti dolduktan yahut muîr istedikten sonra vermeyerek onu hakikaten veya manen telef etmiş veya zayi etmiş ise
2- Ariyeti koruma konusunda gerekli titizliği göstermediği takdirde
3- Ariyeti örf ve âdetin gerektirdiği şeklin veya alışılmışın dışında kullanmak suretiyle telef etmiş ise (Serahsî, age, XI,135,148; Kasânî, age, VI, 217-218; Meydânî, age, II, 202; Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî, Dımaşk 1405/1985, V, 68-69; a mlf, Nazariyyetü'd-Damân, Dımaşk 1402/1982, s 141, 156, 244)
Müsteîr âriyet aldığı mal ile zarurî olarak meşgul ise bu meşguliyet sona erinceye kadar muîr, müsteîrden malı alamaz Ancak müsteîr muîrin malı istediği zamandan meşguliyet sona erinceye kadar geçen suredeki değerini öder Meselâ, ziraat için âriyet verilen bir tarla, müsteîr tarafından ekildikten sonra, hasad edilmeden muîr tarafından alınamaz (el-Mevsüatü'l-Fıkhi'l-İslâmî, Kahire 1400, XVI, 22)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MÜSTE'MEN(MÜSADE ALINARAK GİRİLEN DEVLETLER)

İslâm devleti sınırları içine müsaade alarak giren harbi veya yabancı bir ülkeye aynı şekilde müsaade ile giren müslüman ve zimmiler hakkında kullanılan bir İslam hukuku terimi Müste'men, müsaade ile girdiği ülkede canı, malı ve namusu hakkında emniyet altında bulundurulan, kendisine eman verilen kimsedir Buna, müste'min de denilir Bu takdirde, yabancı bir milletin ülkesine girmek için o milletin hükümetinden müsaade isteyen, güven altına alınmasını isteyen kimse demektir Müste'men dört kısımdır: a) Küfür ülkesine müsaade isteyerek giren müslüman, b) Küfür ülkesine eman ile giren zımmî*, c) İslam ülkesine eman ile giren gayrı müslim, d) Bir küfür ülkesinden diğer bir küfür ülkesine giren gayri müslim Müste'men ile ilgili olarak Kur'an'daki hüküm şu âyetle belirlenmiştir: "Ey Muhammed! Müşriklerden biri sana sığınırsa onu güvene al; ta ki Allah'ın sözünü dinlesin Sonra onu güven içinde olacağı yere ulaştır Çünkü onlar bilgisiz bir topluluktur" (et-Tevbe, 9/6) Hudeybiye anlaşmasından sonra Medine'ye gelen Ebu Süfyan'a eman verilmiş ve ona dokunulmamıştır Hz Peygamber (sas), küçük yaşta da olsa müslümanlardan herhangi bir kimsenin eman verme yetkisine sahip olabileceğini "Müslümanların taahhüdü bir bütündür, onu rütbesi en aşağıda olan da taşır" sözleriyle işaret etmiştir
Müste'men, girdiği ülkede kısa bir süre kalabilir Bu süre içinde aşağıda belirlenen bir kısım yetki ve sorumluluklara tabidir:
Yabancı bir ülkeye ticaret vb bir maksatla giden müslüman müste'men, gittiği ülke halkının malına, canına, namusuna tecavüz edemez Oraya girerken alınan giriş izni bir anlaşma hükmündedir Müslüman, ahdine vefa göstermelidir Ancak bulunduğu ülke idareşinin izni ile halkının, müslüman müste'mene yaptığı tecavüze misli ile mukabele edilir Küfür ülkesindeki müslüman müste'men, kâfir birinin malını onun rızasıyla alış-veriş, faiz ve fasit akitlerle alabilir Ebu Yusuf bu görüşte olan Ebu Hanife ve İmam Muhammed'e karşı çıkmış "Müslüman nerede olursa olsun İslâm hukukuna göre hareket etmesi gerekir" ictihadında bulunmuştur Gayrı müslimin malını çalmak, gasbetmek ve aldığı borcu ödememek caiz değildir
İslâm zimmetinde bulunan küfür ülkesindeki zimmî bir müste'men tecavüze uğrar veya esir edilirse bağlı bulunduğu İslâm devletinin onu kurtarmaya çalışması lazımdır Bir zimmînin küfür ülkesine iltica etmesine Hanefi mezhebine göre müsâade edilmez Çünkü böyle bir zimmînin küfür ülkesine ilticası, İslâm devleti aleyhine sonuçlar doğurabilir Ancak ticaret veya sanat öğrenmek için gidip gelmesine müsaade edilebilir Küfür ülkesi vatandaşlarından biri ticaret ve benzeri işler için uzun süre olmamak kaydıyla İslâm ülkesine müste'men olarak gelebilir İslâm ülkesinde bulunan iki müslümandan biri diğerini kasıtlı olarak öldürürse katil hakkında kısas gerekir
Müste'menliğin sona ermesi, Hanefi mezhebine göre, o kimsenin İslâm ülkesinden çıkıp düşman ülkesine girmesiyle olur Hanbelîler ise, geri gelmemek üzere çıkmış olmayı şart koşarlar Bu mezhebe göre, İslâm ülkesinden çıkıp bir süre sonra dönen kişinin müste'menliği devam eder
Bulunduğu İslâm ülkesinde bir yıl ve daha fazla ikamet eden gayri müslim bir müste'men, zimmet ehli olmayı kabul etmiş olur ve kendisinden cizye alınmaya başlanır Haracî ve öşrî araziden bir miktar yer alan müste'men, İslâm ülkeşinin zimmi vatandaşı kabul edilir ve kendisinden cizye alınır Haracî bir araziyi icara tutan bir müste'men zimmet ehli kabul edilmez Zimmetin sabit olması için haracın tahakkuku gerekir Kitap ehli bir müste'men kadın, İslâm ülkesinde müslümanla veya zimmet ehli birisiyle evlenirse kendisi de kocasına bağlı olarak zimmet ehli olur Ancak erkek olan müste'men bu durumda zimmet ehli sayılmaz Zimmeti kabul eden bir müste'menin kâfirlere iltihak etmek için küfür ülkesine gitmesine müsaade edilmez Zimmeti kabul etmiş bulunan İslâm ülkesindeki bir müste'menin malı, rızasıyla da olsa, faiz ve fasid akidlerle alınamaz, esir edilemez, eza ve cefaya uğratılamaz, hiç bir surette kendisine zulmedilmez
Müste'menler için verilen izinler; özel, genel, anlaşmalı, örfe dayalı izinler ve müste'menden dolayı yakınına hükmen verilmiş olan izinlerdir
Müste'men olan bir müslüman küfür ülkesinde oranın vatandaşından birini öldürse veya malını telef edip sonra İslâm ülkesine gelse, hakkında İslâm hükümleri tatbik edilemez, ancak manevi sorumluluğu gerektirir İslâm ülkesinde bir kâfiri öldüren müslüman veya zimmiye kısas tatbik edilmez Ancak öldürülen şahıs müste'men olursa diyet ödenmesi gerekir İslâm ülkesinde bulunan iki müste'menden biri diğerini kasıtlı olarak öldürürse, katil de kısas edilir Müste'menin, kul hakkı dışında işlediği suçlara ceza verilmez İmam Ebu Yusuf'a göre sadece içki cezası tatbik edilebilir İslâm ülkesinde zimmeti kabul eden müste'men hakkında zimmet ehli hükümleri uygulanır
Casusluk yaptığı ortaya çıkan müste'men, hakkında verilen devlet güvencesi (emanı) kaldırılmış olur ve çaprazlama uzuvları kesilerek (salbedilerek) öldürülür
İslâm ülkesinde vefat eden bir müste'menin yanındaki malları küfür ülkesinde veya İslâm ülkesindeki varisleri adına muhafaza edilir Mirasçısı bulunmayan müste'menin malı (terekesi) devlet hazinesine kalır
slâm ülkesindeki müste'menlerin devletin idarî makamlarında bulunmaları siyasî sakıncadan dolayı caiz değildir Müste'menlere, zımmiler hakkında tatbik edilen hukuk uygulanır Ancak İslâm hukukunun haklarında tanıdığı haklar müslümanların ve İslâm devletinin menfaatlerini zedeleyici nitelikte olursa bu hakları kısıtlanır Buna bağlı olarak müslümanları zayıflatıp İslâm düşmanlarını güçlendireceği için müste'menlerin savaş malzemesi alıp ülkelerine götürmeleri fakihlerce caiz görülmemiştir İslâm ülkesine ticaret için gelen müste'men tacirler devletin himayesi altındadırlar Hz Ömer devrinde kendilerinden onda bir (1/10) nisbetinde ticaret vergisi alınmasına karar verilmiştir Yabancılar ülkesinde ticaret yapan müslümanlardan alınan vergi nisbetine göre alınması kararlaştırılan bu vergi Hanefiler tarafından benimsenmiştir İmam Malik ve İmam Ahmed, her ne olursa olsun onda bir (1/10) nisbetini sabit kılmışlar; İmam Şafiî ise ticaret vergisi alınması şart koşulmayan yabancıdan bu verginin alınmaması gereğinde ictihad etmiştir Ancak genel manâda ağırlıklı görüş, İslâm devletinin ve müslümanların menfaatinin gerektirdiği şekilde vergi almak ve almamak devlet reisine aittir Alınacaksa da bir yılda bir maldan bir defa vergi alınması yine Hz Ömer'in ictihadı ile sabit olmuştur
İslâm ülkesine giren bir müste'men kâfirin şahsî hukuku koruma altındadır İzinsiz giriş yaparsa esir muamelesine tabi tutulur İslâm ülkesine gelen karı koca yabancıdan biri müslüman olursa yanlarındaki küçük çocuklarına da müslüman muamelesi yapılır; çocuk büluğ çağında ise müslüman sayılmaz Ancak küfür ülkesine müste'men olarak gelen kâfir karıkocadan birinin müslüman olmasıyla yanındaki küçük çocuğun da müslüman olduğu kabul edilmez Müslüman ülkede İslâm'ı seçen kâfir müste'menin köleşinin sahibi tarafından müslümanlara satılması lâzımdır Çünkü müslüman, kâfire köle olamaz Müste'men kendi ülkesine döneceği zaman şahsi eşyalarını da götürebilir Ancak silah ve benzeri müslümanlara zarar veren eşyasını götüremez İmam Şâfii'ye göre ise düşmanın kuvvetini artıracak elbise, yiyecek gibi her türlü eşyanın kendi malı da olsa küfür diyarına götürmesine müsaade edilmez
Küfür ülkesinde bulunan iki müslüman müste'menden biri diğerini kasıtlı olarak öldürürse, katil hakkında kendi malından diyet ödemesi gerekir; kısas edilmez Hata ile öldürülmüş ise hem diyet ödemesi ve hem de keffaret vacip olur Yine böyle bir müslüman müste'men, küfür ülkesinde esir bulunan bir müslüman veya müslüman olmuş o ülke halkından birini öldürürse kısas ve diyet lâzım değildir Ancak öldürme hata yoluyla olursa keffaret gerekir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MUT'A NİKAHI NE DEMEKTİR İSLAM DİNİNDE YERİ NEDİR?
Mut'a nikahı, ücret mukabilinde belli bir süre için kadınla evlenmektir Cahiliyette mübah olduğu gibi İslam'ın ilk günlerinde de mübahtı Sonra nesh edilip yürürlükten kaldırırdı Tirmizi şöyle diyor: "Mut'a nikahı İslam'ın ilk günlerinde idi Adam bir şehre gittiğinde kimse ile tanışmadığından orada kalacağı süre kadar bir kadınla evlenebilir O da eşyasına bakar, muhafaza eder, işini düzene kordu" Mut'a nikahının haram olduğuna dair ittifak vardır Rafiziler ile Şiiler hariç bütün ulema haram olduğunu kabul ediyor
İbn Abbas, mut'a nikahının uzun zaman nesh edilmediğini söylüyordu Bilahare mensuh olduğunu kabul ederek ilan etti
Bir gün İbn al-Zubeyr ile İbn Abbas arasında mut'a nikahı hususunda ihtilaf oldu İbn Zübeyr, İbn Abbas ta'rizen: "Ne oldu bazı kimselerin gözü kör olduğu gibi basireti de kapandı Mut'a nikahının helal olduğunu söylüyor" dedi Çünkü İbn Abbas hayatının sonuna doğru gözlerini kaybetmişti İbn Abbas, İbn Zübeyr'e cevaben: "Ne kadar kabasın! Müttakilerin önderi olan Allah'ın Resulü'nün mut'a nikahına cevaz verdiğini gördüm" dedi Bundan anlaşılıyor ki İbn Abbas neshden habersizdi, nesh durumunu öğrenince görüşünden döndü Sa'id bin Cübeyr'den şöyle rivayet edilmiştir: "İbn Abbas bir gün bir hutbe okudu dedi ki: Mut'a nikahı leş, kann ve domuz eti gibidir" (al-Fıkh ala'l-Mezahib al-arba'a)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MÜTEVELLİ

Vakfiyedeki şartlara ve şer'i hükümlere göre vakfın işlerini idâre etmek üzere tayin olunan kimse
Genel olarak İslâm hukukçuları mütevelliyi iki kısma ayırmışlardır Birincisi, vâkıf(malı vakfeden kişin)in kurmuş olduğu vakfın idaresini yürütmek üzere tayin ettiği kişidir Vakfeden kişi, kimi mütevelli olarak tayin etmişse, fakihlerin ittifakına göre onun mütevelliliği kabul edilir Diğeri ise, vâkıf tarafından mütevelli tayin edilmediği takdirde, kurulan o vakfın mütevellisi hâkim veya hâkim'in tayin ettiği kişidir (İbn Abidin, Reddü'l-Muhtar, IV, 421; Ömer Nasûhî Bilmen, Hukuki İslâmiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, İstanbul 1976, V, 287)
Mütevelli birden fazla olduğu zaman, mütevelli heyetini oluştururlar Mütevelli'ye "kayyım" "mütekellim alel-vakf (vakf'ın idâresi hakkında söz sahibi)" ve "nâzır" da denmektedir "Mütekellim ale'l-vakf" tabirinin "mütevelli"nin eş anlamlısı olduğunda ihtilâf yoktur Diğerleri ise tartışılmıştır (İbn Abidin, IV, 458; Ahmet Akgündüz, İslâm Hukukunda ve Osmanlı tatbikatında Vakıf Müessesesi, Ankara 1988, s 225)
İslâm hukuk âlimleri, mütevelli olacak kişilerde bazı vasıfların bulunmasını şart koşmuşlardır Bu vasıfları, özet halinde şöyle sıralamamız mümkündür:
1- Âkil olması
Bir kimsenin mütevelli olabilmesi için, âkil (mümeyyiz) olması gerekir İyi ile kötüyü birbirinden ayırdedemeyen delilerin mütevelli olarak tayin edilmeleri caiz değildir Başlangıçta âkil olduğu halde, sonradan akli dengesini kaybedenlerin mütevelliliğine son verilir (Muhammed Kadri Paşa, Kanunü'l-Adl ve'l-İnsaf li'l-Kadâ Alâ Müşkilâti'l-Evkâf, Mısır 1932, md 145)
Bir de, hâkim tarafından tayin edilen mütevellilerin bulûğa ermiş olma şartı, bütün İslâm hukukçuları tarafından kabul edilmiştir Vakfeden kişinin tayin ettiği mütevellinin baliğ olması ise, alimler arasında farklı yorumlanmıştır (İbn Abidin, IV, 380; Ahmed Akgündüz, Vakıf Müessesesi, s 239)
2- Âdil ve emin (güvenilir) olması
Bütün alimler mütevellide âdil ve emin olma vasfını şart koşmuşlardır Ancak adalet ve güvenilirliğin ölçüsü hakkında değişik açıklamalarda bulunmuşlardır (Bahauddin Muhammed b Bahadır ez-ZerkeŞî, el-Mansûr fi'l-Kavaid, Kuveyt 1982, II, 374 vd; Muhammed Ebu Zehra, Muhadarât fi'l Vakf, Mısır 1971, s 320 vd)
3- Vakıf işlerini yürütebilecek iktidara sahip olması
Mütevelli olacak kişide aranan şartlardan biri de, bu şahsın vakıf işlerini bizzat idâreye muktedir olmasıdır Fıkıh kitaplarında buna "kifâyet" denir İslâm hukukçuları, kifâyet şartında ittifak etmişlerdir (Muhammed b Ahmed eş-Şirbinî, Muğni'l-Muhtâc, Beyrut (ty) II, 292)
4- Müslüman olması
Hanefi mezhebi hukukçuları ve Osmanlı bilginleri, mütevelli tayininde müslüman olma şartını aramamışlar ve müslüman olmayanların da mütevelli olabileceklerini kabul etmişlerdir
Diğer bütün mezhep hukukçuları ise, mütevelli olarak tayin edilecek kişinin müslüman olmasını şart koşmuşlardır (İbni Abidin, IV, 380)
Mütevellilerin vakıflarla ilgili çeşitli vazifeleri vardır Herşeyden önce mütevelli, vekildir Hanefilerden İmam Muhammed ve Hanbelilere göre mütevelli, vakıftan yararlananların vekilidir Zira bunların yararlarını korumak için tayin edilmiştir Hanefilerden Ebu Yusuf, Mâliki ve Şâfiî hukukçular ile Osmanlı uygulamasına göre mütevelli, kendisini tayin eden şahsın yani vâkıfın veya hakimin vekilidir (Fetâvâyı Hindiyye, II, 412; Burhaneddin İbrahim b Musa et-Trablusî, el-İsâf fi Ahkâmi'l-Evkâf Mısır 1292, s 41 vd)
Bu şekilde önemli bir görevi üstlenmiş bulunan mütevelli, vakıfları tamir eder, korur, gerektiğinde vakıfların bir kısım akarlarını kiraya verir, kira paralarını toplar veya toplatır; vakıfların hukukunu korumak için icâbında dava açar, vakıfların gelirlerini şart koşulan yerlere dağıtır ve ulaştırır Mütevelliler, kendi selâhiyetleri dahilinde bulunan işleri bizzat yapar veya yaptırırlar Hâkimin reyine bırakılan hususları ise ona götürürler Hâkim bunların ifâsı için, isterse mütevelliye salâhiyet verebilir (Ahmet Akgündüz, Vakıf Müessesesi, s 250)
"Külfet nimete ve nimet külfete göredir" (Mecelle, md 88) kaidesi gereği, vakıf işlerinden yapılması mûtad olanları yapmakla yükümlü olan mütevellilerin bu külfet karşılığında bazı nimetlere sahip olmaları gerekir İşte bu nimetlerin başında, mütevelliye vakıf mallar üzerinde tanınan tasarruf yetkisi ile bu görevi karşılığında hak ettiği ücret gelmektedir
Mütevellinin ücretini, ya malını vakfeden vâkıf veya kadı (hâkim) tayin eder (Muhammed Ebu Zehrâ, Muhâderât fi'l-Vakf, Mısır 1971, s 334)
Vakıf mütevellilerini teftiş edecek ve muhasebesini yürütecek makam, genellikle hâkimlerdir Bir vakfın mütevellisi mevcut iken, hâkim o vakfın tasarrufuna karışamayacaktır Mütevelli, İslâm esasları dahilinde vakıf üzerindeki tasarrufunu kullanacaktır Kendi ihmal ve kusuru sonucu olmaksızın telef ve zayi olan vakıf mallarından sorumlu tutulmaz Beklenmeyen sebepler veya önüne geçilmesi mümkün olmayan hadiseler sonucu meydana gelen zarardan, mütevelli sorumlu değildir Ancak vakıf hakkında hıyânet ve suistimalleri bazı emârelerle hissolunduğu takdirde, hakim derhal vakfa dair işlemlerini teftiş ve muhasebesini isteyebilir Hainliğini veya suistimalini yakaladığı takdirde, mütevelli, vâkıfın kendisi bile olsa, hâkim onu mütevellilik görevinden alabilir Mütevelli, kendi kusur ve ihmali sonucu meydana gelen zararları tazmin etmekle yükümlüdür İhmal ve kusuru vakıf malların idâresinde olabildiği gibi, bu malların korunmasında da olabilir Mütevellinin tazminle yükümlü olduğu diğer bir durum ise, vekil olarak yetkisi dışına çıkarak vâkıfın şartlarına aykırı olarak tasarruflarda bulunması ve yetkili olmadığı bazı işleri yürütmesidir Şer'î bir cevâz olmadığı halde vâkıfın şartlarına aykırı hareket edip de bundan dolayı vakfa bir zarar gelirse, mütevelli meydana gelen zararı tazmin etmekle yükümlüdür (İbn Abidin, IV, 380 vd)
Mütevelli, görevinden istifa edebilir Gerektiğinde vâkfı veya hâkim onu, hıyânet, sefahat, ihmal ve benzeri durumlarından dolayı azledip görevinden alabilir (Ebû'l-Ulâ Mardin, Ahkâm-ı Evkâf 1339-1340 ders yılı takrirleri, İstanbul, s 182 vd)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MÜZÂBENE(KABALA SATMAK)

Müdâfaa etmek; bir şey ölçüp tartmadan kabala satmak; ağacın üzerindeki miktarı belli olmayan meyveyi, miktarı belli kuru veya olgun meyve ile mübadele etmek, anlamında bir İslam hukuku terimi Bu akit, taraflardan birisinin aldanma riski bulunduğu için hadisle yasaklanmış, ancak ticaret amacıyla olmaksızın sadece aile fertlerinin yemesine yönelik az miktardaki ariyye denilen mübadeleye izin verilmiştir
Sehl b Hasme'den şöyle dediği nakledilmiştir: "Rasûlüllah (sas) taze hurmayı kuru hurma karşılığında satmayı yasaklamış ve "Bu ribâdır, bu müzâbenedir" buyurmuştur Yalnız ariyyeye, yani iki ağaç hurmanın yemişini kuru hurma karşılığında satmaya ruhsat vermiştir Onu bir hane halkı kuru hurma ile takdir ederek taze taze yerlerdi" (Müslim, Buyû', 67) Sa'd b Ebî Vakkas'tan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Rasûlüllah'a kuru hurmanın yaş hurma karşılığında satın alınması sorulduğunda çevresinde bulunanlara, "Yaş hurma kuruyunca azalır mı?" diye sormuş, "evet" cevabını alınca da, böyle yapmayı yasaklamıştır" (Ebû Davûd Buyû', 18; Tirmizi, Buyû', 14; Nesaî, Buyû', 36)
Müzabene satışı da diğer satışlar gibi, tarafların ihtiyacından doğmuştur Elinde kuru hurma veya üzümü olan bunu tazesiyle değiştirmek ister Ancak ağaç üzerindeki yaş meyve ne ölçü, ne tartı ve ne de sayı bakımından tam olarak bilinemediği için, meyveler hasat edilince taraflar arasında çoğu zaman anlaşmazlık çıkar Birisi satım akdini feshetmek, diğeri ise devam ettirmek ister İki taraf da haklarını savunur Nitekim bu konuda Hz Peygamber'e sık sık şikâyet gelmesi üzerine müzâbene'yi yasaklamıştır Ancak halkın ve özellikle yoksul ziraatçıların bu konudaki ihtiyaçları devam ediyordu Bir süre sonra Medine'de yoksul müslümanlar Allah Rasûlüne başvurarak; "Siz taze hurma ile kuru hurmayı mübadele etmeyi yasakladınız Elimizde nakit para bulunmadığı için, ihtiyacımız olan kuru erzağı satın alamıyoruz" dediler Bunun üzerine Hz Peygamber (sas), sadece aile ihtiyaçlarını karşılamak üzere, belli bir ağacın hurmasını kuru hurma ile mübâdeleye (ariyye) izin verdi (Kamil Miras, Sahih-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Tercemesi, Ankara 1984, VI, 482, 485) Diğer yandan ariyyenin bir tondan daha az (beş vesak) miktardaki meyvenin mübadelesini kapsadığı nakledilmiştir (eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, el-Matbaatü'l-Osmaniyye el-Mısriyye, V, 200; ez-Zeylaî, Nasbu'r-Râye, Mısır, IV,13)
Müzâbene satışı Hanefilere göre fasittir Ağaçtaki, kuruyunca azalacak olan meyvenin miktarını tam olarak tahmin etmek mümkün olmadığından, bunda taraflar için aldatma söz konusudur İslâm hukukunda prensip olarak riskli satışlar yasaklanmıştır (İbn Mâce, Ticârât, 23 H 2194, 2195) Ancak, fasit akitte mal teslim edilmiş olursa artık akit kesinleşir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MUZARAA(ZİRAAT ORTAKLIĞI)

Ziraat Ortakçılığı
Ziraat yapmak, toprağı ekip biçme ve çiftçiliğin gerektirdiği diğer işlemleri yapma anlamına gelir Ziraat ortakçılığı ise, iki ve daha çok kişinin, tarım alanında ortaklaşa iş yapması demektir Bir terim olarak şöyle tarif edilebilir: Bir taraftan arazi, diğer taraftan çalışma, emek konulmak suretiyle çıkacak ürünün belirli nisbet dahilinde paylaşılması şartı ile yapılan bir ortaklık anlaşmasıdır (Mecelle, madde,1431) bu ortaklığa "müzârea veya muhabere" denir Meyve ağaçları üzerinde yapılan ortakçılığa ise "müsâkât" adı verilir
İslâm hukukçularının çoğunluğu ziraat ortakçılığını meşru sayarlar Hz Peygamber (sas), Hayber fethedildiği zaman, o yörede oturan Yahudileri topraklarında bırakmış ve onlarla, çıkacak ürünün yarısı karşılığında müzâraa ve müsakat akdi yapmıştır Abdullah b Ömer (Ranhümâ)dan şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Hz Peygamber (sas), "Hayber topraklarından elde edilecek meyve veya ekin ürünlerinin yarısı Hayber halkına ait olmak üzere anlaşma yaptı Rasûlüllah (sas) bu ürünlerden seksen ölçeği (1 ölçek 200 kg) hurma, yirmi ölçeği arpa olmak üzere toplam yüz ölçeği hanımlarına veriyordu" (Buhârî, Hars, Müzâraa)
Ebû Hanife, Hayber Yahudilerinden alınan bu ürünlerin, gayri müslimlerden alınan bir haraç vergisi niteliğinde olduğunu söyler
Diğer yandan sahabenin en önde gelenleri topraklarını ziraat ortakçılığı yoluyla işletmiş ve onlara karşı çıkan bulunmadığı için bu konuda icma meydana gelmiştir
Kays b Müslim, Ebû Cafer'den şöyle dediğini nakletmiştir: "Ehl-i beytten Medine'ye hicret eden hiç bir kimse yoktur ki, ürünün üçte biri veya dörtte biri toprak sahibine ait olmak üzere ziraat ortakçılığı yapmış olmasın" (Buhârî, müzâraa) Ashâb-ı kirâmdan Hz Ömer, Osman, İbn Mes'ud ve Sa'd b Ebî Vakkas gibi zatlar, topraklarının üçte bir veya dörtte bir nisbetinde ürün karşılığında ortaklığa vermişlerdir (Ali Şafak, İslâm Arazi Hukuku ve Tatbikatı, İstanbul 1977, s 301, 302)
İmam Ebû Yusuf ziraat ortakçılığını "müdârebe" ortaklığına kıyas eder Müdârebe, bir kimsenin ticâret yapabilecek birisine sermaye olarak nakit para veya ticaret eşyası vererek kâra ikide bir veya üçte bir nisbetinde ortak olmasıdır Bu çeşit ortaklıklar Kitap ve Sünnetle câiz görülmüştür Bu duruma göre bir arazi hakkında yapılacak ziraat ortakçılığı da müdârebe akdine benzemektedir Bu konuda ekin arazisi ile ağaçlı ve bahçeli topraklar arasında bir fark yoktur
Toprağın nakit para karşılığında kiralanması da câizdir Ancak bu çeşit kiralama Hz Peygamber devrinde nakit para darlığı nedeniyle yaygın değildi Hatta Allâh'ın Elçisi, ihtiyaç fazlası toprağı mü'min kardeşine, ekip biçmek üzere meccânen vermesini tavsiye etmiştir
Ziraat ortakçılığının rüknü, icab ve kabul olup aşağıdaki hususları kapsaması gerekir
1) Ortakçının işini bizzat yapması veya adamlarına yaptırması,
2) Üzerinde ortakçılık sözleşmesi yapılan toprak,
3) Ziraat işinde kullanılacak tarım âletleri,
4) Toprağa ekilecek tohum
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MÜZÂYEDE(BAŞKASINA KARŞI BİR ŞEYİN FİATINI ARTIRMA)

Arttırma, başkasına karşı bir şeyin fiatını arttırma "Fâele" babından "zâyede" fiilinin masdarıdır
Müzâyede bir satış akdi olup iki çeşittir Biri Hz Peygamber (sas) tarafından benimsenmiş ve bizzat uygulanmış diğeri ise yasaklanmıştır
Enes b Malik'ten rivayet edildiğine göre, Ensârdan biri Hz Muhammed(sas)'e gelip dilenmiş, O'ndan bir şeyler istemiş, Hz Peygamber (sas); "Evinde hiç birşey yok mu?" diye sorunca, adam, bir çul ile bir kap olduğunu söylemiş Hz Peygamber (sas)'in emri üzerine adam onları getirmiş Rasûlüllah (sas), çul ile kabı eline alarak; "Kim bunları satın alacak?" dedikten sonra, ashaptan biri: "Ben onları bir dirheme alacağım" demiş Peygamber (sas) iki üç defâ; "Kim arttıracak? Artıran yok mu?"dedikten sonra bir başka sahabi iki dirhem vereceğini söylemiş Hz Peygamber (sas) malı ona satıp, parayı Ensâriye vermiş ve bu paranın bir kısmı ile evine yiyecek almasını, diğer kısmı ile bir balta alıp getirmesini emretmiştir Adam baltayı alıp getirdikten sonra Hz Peygamber (sas) kendi eliyle baltaya bir sap takmış ve adama onunla odun kesip pazarda satmasını söylemiş; bu şekilde rızkını kazanmasının dilenmekten daha hayırlı olduğunu buyurmuştur (Ebu Davud, Zekât, 26)
Bu hadiste görüldüğü şekilde Hz Muhammed (sas) müzâyede (açık artırma) yolu ile alış veriş akdini benimsemiş ve kendisi bunu tatbik etmiştir
İslâm âlimlerinin çoğunun görüşüne göre, müzâyedeli satışlarda fiyat süren yani arttırma yapan kişi verdiği sözüne bağlıdır; teklif ettiği fiyattan dönemez Mal sahibi ise muhayyerdir İsterse satar, istemezse satmaz Ancak satıcı veya onun yerine malı pazarlayan kişi "sattım" dediği zaman açık artırması yapılan mal son teklif edilen fiyat üzerinden son arttırmayı yapan kişiye satılır Bu mal daha az ücret teklif edene satılabilir diyen alimler olmuşsa da, tercih edilen görüşe göre ihâleyi, daha az verene devretmek mümkün değildir En fazla ücreti kim vermişse veya ihâlede satıcı en son hangi ücret teklifi için malı "sattım" demişse, ihâle ona yapılır Makbul olan bu görüşe göre ikinci teklif birinci teklifi iskât eder Bağlayıcı olan teklif, en son yapılan tekliftir (Ebu Abdillâh el-Hattâb, Mevâhibu'l-Celîl Şerhu Seyyidi Halîl, Mısır 1308, IV, 237)
Bu çeşit müzâyedede açık arttırmaya katılan müşterilerden birinin, diğerini herhangi bir şekilde ikna edip müzayededen çekilmelerini veya belli bir fiyattan arttırmamalarını sağlayarak malı istediği fiyata alması câiz değildir Mal sahibi bunun farkına vardığı zaman dilerse bu alış veriş akdini kabul eder; dilerse akdi bozar, malını geri alır Eğer mal elden çıkarılmışsa, mal sahibi onun gerçek değeri üzerinden ücretini alır (Abdullah el-Hırşî, Şerhu Muhtasari Seyyidi Halil, Mısır 1316, V, 83)
Hz Peygamber(sas)'in benimsemediği ve İslâm dininin yasakladığı müzâyede ise iki kişinin arasında yapılan akdi bozmak için yeni bir fiyat teklif etmek, başkasının satın alıp henüz teslim almadığı malı daha cazip bir fiyatla almaya kalkışmaktır Bu, iki kişinin pazarlığı sırasında müşterinin, satıcının istediği fiyata razı olmasından sonra başka bir müşterinin gelip birincinin yaptığı pazarlığa müdahale etmesi, aynı fiyata veya fazlasına malı satın alması şeklinde olmaktadır Bu türlü muameleler, İslam'da hoş karşılanmamış, mekruh kabul edilmiştir Nitekim Hz Muhammed (sas) bu hususta şöyle buyurmuştur:
"Bir kimse din kardeşinin pazarlığı üzerine pazarlık ve evlenme teklifi üzerine teklif yapmasın" (el-Buhârî, Büyû' 58, Nikâh, 45; Ebu Davûd, Nikâh, 17)
Bu hususla ilgili diğer bir hadis de şöyledir:
"Bir müslüman, diğer müslüman kardeşinin alış verişine müdahale etmesin" (Müslim, Büyû', 9)
Bu Hadislerde yasaklanan müzâyede, fiyatı arttırarak veya başka herhangi bir yolla satılmakta olan malı ele geçirmeyi ifâde ettiği gibi; pazarlığa müdahale ederek, müşteriye başka mal gösterip ona satmayı da kapsamaktadır Bu türlü muameleler de, aynı şekilde dinimizce yasaklanmıştır
Bir de İbn Ömer'den rivâyet edildiğine göre, Hz Muhammed (sas), "neceş* "i de nehyetmiştir (el-Buhârî, Büyû, 60; İbn Mace, Ticâret, 14; el-Muvatta', Büyû, 97)
İslâm hukukunda mal sahibinin birisi ile anlasarak malın fiyatını yükseltmek maksadiyle onun fiyatı arttırmasını sağlamasına "neceş" veya "münaceşe" denir Bu durumda, mal sahibi ile anlasarak açık arttırmaya giren kişi satın alma niyetini taşımamakta; pazarlığı kızıştırmak, fiyatı artırmak ve müşterileri kandırmak için müzayede'ye (açık arttırmaya) katılmaktadır Bu türlü hareketler de, İslâm'ın yasakladığı hususlardır Bu gibi akitlerin câiz olup olmadığı hususunda âlimlerin farklı ictihadları vardır Cumhurun (fakihlerin çoğunluğunun) görüşüne göre bu akit câizdir Ancak işe hile karıştırıldığı için satıcı ve alma niyeti olmadığı halde artıran kişi günahkâr olur (İbnü'l-Humam, Fethu'l-Kadir, V,239; Halid İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid Nihâyetü'l-Muktesid, II, 136; el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanayi', V, 232; Mansûr Ali Nâsıf, et-Tac el-Camiu'l- Usul, II, 207)
İslâm dininin benimsemeyip reddettiği müzâyede türü hile ve aldatma ile yapılanıdır Rasulullah (sas), "Hile yapan cehennemliktir Bizim sünnetimize muhâlefet edip yanlış hareket edenin ameli batıldır" (Buhârî, Büyü', 60) buyurarak, müzâyede ve benzeri durumlarda hile yapıp haktan ayrılanları tenkit etmiştir
Diğer bir hadiste de "Bizi aldatan, bizden değildir" (Müslim, İmân, 146; et-Tirmizî, Büyû', 72; Ebu Davud, Büyû', 50; İbn Mace, Ticâret, 36) buyurmuş ve her türlü aldatmayı reddetmiştir
Diğer çeşitli muamelelerde olduğu gibi, burada söz konusu olan bazı müzâyedelerin yasaklanması, kişilerin hak ve hukukunu korumaya yöneliktir İslâm dini, hiç bir tarafın zarara girmesine rıza göstermez Onun için, Rasulullah alıcı veya satıcının mağduriyetine sebep olabilecek her türlü muameleyi hoş karşılamamış ve yasaklamıştır
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
MÜZİK DİNLEMEK VE TELEVİZYON SEYRETMEK HAKKINDA BİLGİ VERİR MİSİNİZ?
Müzik konusu Islâm âlimlerini çok meşgul eden bir konudur Çünkü bu mesele bir çırpıda cevap verilecek bir mesele değildir Zamana, zemine, dinleyene ve dinletene göre değişebilen esnek bir meseledir Bu yüzden Gazalî bu meseleyi bütün bu itibarları hesaba katarak "Ihyâ"sında uzun uzadıya anlatmıştır Birkaç cümle ile özetlemek istersek şunları söyleyebiliriz: Müzik bütünüyle haram olmadığı gibi, bütünüyle de helâl değildir Fıtrat da bütünüyle haram olmamasını gerektirir Tabiatta kendiliğinden var olan ahenkli şırıltılar, kuş sesleri ve yanık Kur'ân okuyuşlarının haram olduğunu kimse söylememiştir Düğünlerde, bayramlarda işin içine biraz eğlence de karışsa, def gibi aletlerle çalıp söylemek ve eğlenmek genellikle helâl görülmüştür Yabancı kadının türkü söylemesini erkeğin dinlemesi genellikle haram görülmüş ve kadının sesi avret olmasa bile, nameli türkü ve şarkısı kalplerde fitnenin uyanmasına sebep olur denmiştir
Kadının kadından, erkeğin erkekten müzik dinlemesine gelince; haram şeylerin tasvir edildiği türkü ve şarkılar, ittifakla haram görülmüş, bunun dışındakiler ayrıma tabi tutularak, dinleyende kötü duygular uyandıranı haram, iyi duygular uyandıran mübahtır denmiştir Harplerde cesaret vermek için, ruh hastalarını tedavi etmek için müzik bazı çeşitleriyle helâl sayılmış ve kişinin tek başına iken yalnızlığını gidermek için birşeyler terennüm etmesi mübahtır denmiştir Günümüzde müziğin ideolojik silah olarak kullanılma özelliği hesaba katıldığında müslümanlar tarafından da silah olarak kullanılabileceği söylenebilir Bazı tarîkat mensuplarının def vs ile semâ ve raks yapmalarını, Imam Rabbani'nin de içinde bulunduğu birçok Islâm âlimi ağır bir dille tenkit etmiş ve bunun kötü bir bid'at olduğunu söylemişlerdir
Ancak müzigi, herşeye rağmen yerenlerin savunanlardan çok olduğu, yerilirken haram yani günah olduğunun söylenmesi, savunulurken ise ancak mübah olduğunun söylenmesi, yani, sevap olduğunun söylenmemesi de hesaba katılmalıdır Televizyona gelince; kastedilen müzik ise onun için söylenecek şeyler de aynıdır Ne var ki, bir kıyaslama yapılırsa canlının cansızdan daha etkili olduğu ve mahzurunun bir derece daha fazla olacağı da açıktır Yani direkt olarak görülmesi haram olmayan şeylerin ve manzaraların, ekrandan görülmesi de öncelikle harâm değildir EIbette haram olanınki de, az önce söylediğimiz bir derece farkını hesaba katarak haramdır Televizyonun esas sakıncalı yani, şu anda müslümanlar aleyhine bir beyin yıkama ve ahlâkı tahrip aracı olarak kullanılması ve çok hayırlı işlere sarfedilecek zamanların boşa geçmesini sağlamasıdır Gerçi bu son etkisi, kötü işler yapacak olan insanlar hesaba katıldığında faydalı bir sonuçtur ama, tersi için de kötü bir sonuçtur Ayrıca televizyon aile ve fert bazında da laik, yani hiçbir hareketini dine göre ayarlamayan bazı standartlarını ölçü alıp, devamlı onların hayatını "normal" olarak empoze ettiği için, asıl zararı şu anda Islâmî inanç ve âile düzenini yıkma işlevi görmesidir Bu, izleyenleri farkında olmadan damla damla yuttukları öldürücü bir zehirdir (Geniş bilgi için bk Ibn Âbidîn; Fetâvâ N/298-99; Dürrû'I-Münteka N/553; Nemenkânî N/214 vd)
 
Üst Alt