TEFSİR MÂÛN Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
MÂÛN SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

MÂÛN Suresi 6-7. Ayetler
MÂÛN Suresi 6-7. Ayetler
Mâûn Sûresi Nuzül

İniş sırasına göre on yedinci, mushaftaki sıraya göre yüz yedinci sûredir. Tekâsür sûresinden sonra Kâfirûn sûresinden önce Mekke’de inmiştir. 4-7. âyetlerin Medine’de münafıklar hakkında indiğine dair rivayet de vardır (bk. İbn Âşûr, XXX, 563).

Mâûn Sûresi Konusu

Sûrede iki insan tipinden bahsedilir. Biri hesap ve cezaya inanmayan, bu sebeple yetim ve yoksul gibi toplumun muhtaç insanlarına gereken yardım ve ihtimamı göstermeyen kimsedir. Diğeri gösteriş için ibâdet eden, her türlü hayra mâni olan münafık tipidir. Her ikisinde de âhirete iman yoktur. Bundan hareketle sağlam bir müslüman şahsiyetinin oluşması için dünyada yapılan işlerin âhirette mutlaka karşılığının alınacağına inanmanın esas olduğu ve düzenli bir İslâm toplumunun teşkili için de yardımlaşma ve dayanışmanın şart olduğu vurgulanır.

Yedi kısa ayetten meydana gelen bu sûre, küfür ve iman hususunda geçerli olan anlayışı kökünden değiştirebilecek güçte gerçekleri ele almaktadır. Bu din gösteriş ve şekil dini değildir. İbadet ve hareketlerdeki samimiyete ve feragate büyük önem veren İslâm, bu samimiyetin salih amele ve yeryüzünü imar eden bir dinamizme dönüşmesini emreder.

Ayrıca bu din, muhtevası bir birinden ayrı bölük-pörçük gerçeklerden oluşmuş bir din de değildir. İnsan onun bir kısmına uyup bir kısmını terkettiği takdirde görevini yapmış sayılmaz. Bu din mütekâmil bir nizamdır. İbadet ve mükellefiyetleri içiçedir. Ferdi ve içtimaî emirleri birbirini destekler. Hepsinin de gayesi insanları yüce bir hedefe yöneltmektir...

İnsan, diliyle müslüman olduğunu, bu dini tasdik ettiğini söyleyebilir; namaz da kılabilir; namazın dışındaki diğer hükümleri de yerine getirebilir. Bütün bunları yaptığı halde, yine de gerçek imandan ve gerçek tasdikten uzak, hem de çok uzak kalabilir. Çünkü bu gerçeklerin bazı alametleri vardır ki, onlar bu imanın varlığının delilidir. Bu alameti taşımadan insan ne kadar diliyle söylerse söylesin, ne kadar ibadet ederse etsin, gerçek imana ve gerçek tasdike eremez. Asr sûresinde de belirtildiği gibi, iman gerçeği bir kalpte yer edince o kalp o anda harekete geçer ve salih amel şeklinde de imanın varlığını gösterir. Bu hareket olmayınca onun varlığı için bir delil yok demektir. İşte bu surenin ayetleri de aynı gerçekleri dile getirmektedir. Bununla beraber iman ettim diyen her insan, şeriata göre mümindir. Böyle birisine kafir demek asla caiz değildir.

Sureyi iki kısımda ele almak mümkündür.

a) Yetimin hakkını yiyen, ona babasından kalan mirası vermeyen, ayrıca bir yetim, çaresizlik içinde ona gelince onun ihtiyacını karşılamadan onu itip kakarak kovan ve yoksulun açlığı ile ilgilenmeyen kimselerin durumu şiddetli tehdit ifade eden bir üslupla bize bildirilmektedir. Onlar İslâm'ı inkâr eden, hesap gününe inanmayan kimseler olarak takdim edilmektedir: "Gördün mü o, dini yalanlayanı" (1). Dini yalanlamak ahiret günündeki hesaba çekilmeyi ve cezayı inkâr etmek demektir. Kur'an ıstılahında "Dîn" amellerin ahiretteki karşılığı olarak kullanılır:

İşte, o Dini yalanlayan, yetimi itip kakan, yoksulu doyurmaya teşvik etmeyendir. (2-3)

Bu sûrenin; cimrilikleri, yoksullara, düşkünlere eziyet ve onları hor görüp itip kakmaları ile tanınan, as İbn Vâil, Velid İbn Âiz ve Ebû Süfyân hakkında nazil olduğu şeklinde muhtelif rivayetler bulunmaktadır. (el Kurtubî, el-Camiili Ahkâmi'l-Kuran, Beyrut 1967, XX, 210)

Yetimi ve düşkünü horlayarak itip kakan, ona işkence eden kimselerin durumu, Dini yalanlamaktadır. Allaha ve ahiret gününe iman eden bir kimse, Allah Teâlânın bu büyük ithamı karşısında, ürpererek, etrafındaki yetim, yoksul ve ihtiyaç sahiplerinin hukukunu hassas bir şekilde gözetecek, onların ihtiyaçlarını karşılayacaktır. Bu, müminin iman etmekle girmiş olduğu ahlâkî kalıbın gerektirdiği bir hareket tarzıdır.

b) Kıldıkları namazdan gâfil olanlar ve gösteriş için namaz kılanların ahiret gününde karşılaşacakları acıklı azab vurgulanıyor: "Vay o namaz kılanların haline, ki onlar, kıldıkları namazdan habersizdirler; onlar, gösteriş yaparlar"(4, 5, 6).

Bu namaz kılıcılar, nifak içerisinde bulunan tiplerdir. Onların kıldıkları namaz, zahiri bir şekilden ibaret kalmakta, kalplerinde hiç bir manevi iz bırakmamaktadır. Kıldıkları namazlardan gâfil olanlar ibaresi; namazlarını vaktinde kılmayıp tehir eden, halkın huzurunda kıldığı halde, yalnız kalınca namazı terkeden münafıkları haber vermektedir.

Onlar görünürde namazlarını kılarak, müminlerden görünmek suretiyle bir takım dünyevî menfaatler elde etmek isterler. Onlar için namazını dosdoğru kılan, salih insanlar denmesi, hoşlarına gider. Allaha değil de, kendi nefislerine tapınmış olurlar. Bu tiplerin, inanan insanları kandırmaları mümkündür. Çünkü İslâm, zahire göre hüküm vermeyi emreder. Kalplerde olanı ise, yalnız Allah Teâlâ bilir. Namazı kılmak veya terketmek karşılığında bir şey görmeyeceklerini zannedip Allahın dinini kendilerine kalkan yapanların ne kadar büyük bir gaflet ve sapıklık içinde olduğunu Allah Teâlâ bu ayetleri ile bize haber vermektedir. Ayrıca namaz kılan herkes bu vesile ile uyarılmaktadır. Allah Teâlâ nifak içerisinde ibadet edenlerin durumunu şu ayeti kerime ile de açıklığa kavuşturmaktadır: Şüphe yok ki münafıklar güya (akıllarınca zahiren mümin görünüp kalplerinde küfrü gizlemekle) Allah (ü Teâlâ) yı aldatmak isterler. Halbuki O, (oyunlarını ve) hilelerini başlarına geçirendir. Namaza kalktıkları zaman da tembelce kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar ve Allahı ancak (insanların huzurunda) birazcık anarlar" (en-Nisâ, 4/142).

İşte kalpleri nifakla dolu bu insanların en önemli özelliklerinden biri, Allah Teâlâ'nın şu sözü ile ifade edilir: "Onlar, başkasına en ufak yardımı esirgerler" (7).

Bu sure, gösteriş için inanmadan yapılan ibadetlerin Allah indinde bir değerinin olmadığını, ibadetleri ifâ ederken onların hakikatlarını yaşamanın ve yalnız Allah için yapmanın gerekliliğini tebliğ etmektedir.

Mâûn Sûresi Hakkında

Mâûn sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 7 âyettir. İsmini, son âyetinde geçen ve “zekât, basit bir şey emânet etmek, yardım etmek” gibi mânalara gelen اَلْمَاعُونَ (mâ‘ûn) kelimesinden alır. Sûre اَرَاَيْتَ (Eraeyte), اَرَاَيْتَ الَّذ۪ي (Eraeytellezî), اَلدّ۪ينُ (Dîn), التكذيب (Tekzîb) ve اَلْيَت۪يمُ (Yetîm) isimleriyle de zikredilir. Mushaf tertîbine göre 107, iniş sırasına göre ise 17. sûredir.

Kur'an-ı Kerim'in yüz yedinci suresi. Yedi ayet, yirmi beş kelime ve yüz on beş harften ibarettir. Fasılâsı, nun ve mim harfleridir. Kûfelilerin dışındakiler altı ayet olduğu görüşündedirler. Mekkî veya Medenî olduğu hakkında değişik rivayetler vardır. Surenin tamamı münafıklardan ve riyâkârlardan söz ettiği için Medenî olduğu görüşü daha kuvvetlidir. Mekke döneminde müslümanların gösteriş için namaz kılarak nifakta bulunmaları söz konusu değildir. Çünkü Mekke döneminde müslümanlar, Allah'a ibadet ettikleri için çileli bir hayat yaşıyorlardı. Bu şartlar altında onların namaz kılarak gösterişte bulunabileceklerini düşünmenin bir anlamı yoktur. İslâm, Medine'de hâkim güç olduğu için, bir takım kimseler müslümanların arasında, cemaatle kılınan namazlara katılarak, kendilerinin de müslüman olduklarını göstermek istiyorlardı. ez-Zemahşeri, ilk üç ayetinin Mekkî, kalanının da Medenî olduğu görüşünde olup, Tekâsür sûresinden sonra nazil olduğunu nakletmektedir (ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Beyrut t.y., IV, 803). Adını son ayetinde zekât vermek, yardım etmek, ihsanda bulunmak anlamlarına gelen "maûn" kelimesinden almıştır. Sûre, "Eraeyte" ve "Din" adlarıyla da anılır.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
MÂÛN SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

1. Dini, hesap ve cezayı yalanlayanı gördün mü?

2. İşte o yetîmi şiddetle iter kakar.

3. Yoksulu doyurmaya önayak olmaz.


Âhirete, ilâhî huzurdaki hesap ve cezaya iman, İslâm’ın önemle üzerinde durduğu bir esastır. Dolayısıyla burada geçen “din” kelimesinden maksat, dinin bizzat kendisi olabileceği gibi, daha ziyade “hesap ve ceza” mânası tercih edilir. Kur’an, insanın her türlü inanç, söz ve fiillerini oraya bağlar. Bir gün mutlaka bunların hesabının görüleceğini ısrarla tekrar eder.

İnsanın dünyadaki hal ve hareketleri, hesap ve cezaya inanıp inanmamasına göre şekillenir. Buna inanan kişi, hayatını Allah’ın dinine göre yaşamaya son derece dikkat gösterirken, inanmayan için bağlayıcı bir şey söz konusu değildir. O, kendisini bir kısım haramlardan kaçınmaya ve bir kısım buyrukları yapmaya mecbur tutan dini kabul etmez. Nefsinin istediği gibi yaşamayı arzu eder. Burada âhirete, hesap ve cezaya imanı olmayan kişinin, pek çok yanlışı arasından sadece örnek olması için iki mühim özelliği öne çıkarılır:

Birincisi; din, yetimlerin haklarını korumayı, onlara şefkat ve merhametle muameleyi emrederken, onun yetimlere olan muamelesi çok kötüdür. Yetimin hakkını yer. Babasından kalan mirasa el koyarak yetimi kovar. Yetim ona yardım için gelse merhamet etmez, hatta yanından defeder. Yetim çaresizlik dolayısıyla gitmeyip beklese bu kez iterek kovalar. Yetime zulmeder. Mesela bakmak üzere yetimi evine aldıysa evin bütün işlerini ona yaptırır. Yetim evde herkesin kahrını çekmek zorunda kalır. Böyle davranmak, artık o yalancının çirkin ahlâkı ve mezmûm karakteri olmuştur. Hep böyle davranır. Yaptığı işin kötü olduğunu bile düşünmez. Hiçbir şey hissetmeden bu tavrına devam eder. Yetimin yalnız olduğunu, yardım edeninin olmadığını zanneder. Onun için yetimin hakkını yemekte bir sakınca görmez.

Halbuki yetimlerin hakları konusunda Kur’an’ın beyânı çok keskin ve serttir:

“Yetimlere mallarını verin. Helâli haram olanla değiştirmeyin; onların mallarını kendi malınıza katarak yemeyin. Çünkü böyle yapmanız, gerçekten çok büyük bir günahtır.” (Nisâ 4/2)

“Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, aslında karınlarına sadece ateş doldurmuş oluyorlar. Onlar pek yakında çılgın alevli bir ateşe gireceklerdir.” (Nisâ 4/10)

Peygamber Efendimiz (s.a.s.) de, yetimlere zulmedenleri ikaz ederken, bir taraftan da onlara şefkatle muamele edenleri en büyük mükâfatla müjdeler. Nitekim birgün:

“Yetimi koruyup kollayan kişi ile ben cennete şu ikisi gibiyiz” buyurmuş, aralarını biraz açarak işaret ve orta parmağını göstermiştir. (Buhârî, Edeb 24)

Efendimiz (s.a.s.) yine, ümmetini toplumdaki kanadı kırıklarla meşgul olmaya teşvik ederek şöyle buyurmuştur:

“müslümanlara ait en hayırlı ev; içinde yetime iyi muamele edilen evdir. müslümanlara ait en kötü ev de yetime kötü muamele edilen evdir.” (İbn Mâce, Edeb 6)

“Bir kimse, müslümanların arasında bulunan bir yetimi alarak yedirip içirmek üzere evine götürürse, affedilmeyecek bir suç işlemediği takdirde, Allah Teâlâ onu mutlaka cennete koyar.” (Tirmizî, Birr 14/1917)

Hak dostlarından Dâvûd-i Tâî Hazretleri’nin şu hâli bu konuda pek güzel bir numûnedir:

Hizmetine bakan mürîdi birgün ona:

“– Biraz et pişirdim; buyurmaz mısınız?” dedi ve üstâdının sükût etmesi üzerine eti getirdi. Ancak Dâvûd-i Tâî (k.s.), önüne konan ete bakarak:

“– Falanca yetimlerden ne haber var evlâdım?” diye sordu. Mürîd, durumlarının yerinde olmadığını izhâr sadedinde içini çekip:

“– Bildiğiniz gibi efendim!” dedi. O büyük Hak dostu:

“– O hâlde bu eti onlara götürüver!” dedi. Hazırladığı ikrâmı üstâdının yemesini arzu eden samîmî mürîd:

“– Efendim, siz de uzun zamandır et yemediniz!..” diye ısrar edecek oldu. Fakat Dâvûd-i Tâî Hazretleri kabul etmeyip şöyle buyurdu:
“– Evlâdım! Bu eti ben yersem dışarı çıkar, fakat o yetimler yerse, arş-ı a‘lâya çıkar!..” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 355)

İkincisi; din, fakir ve yoksullara yardımı, onları doyurmayı ve ihtiyaçlarını karşılamayı en mühim bir içtimâî ibâdet sayarken, bu inançsız kişi, onları yedirmediği, doyurmadığı gibi başkasını da buna teşvik etmez. Kendi malını vermeye kıyamadığı gibi, başkasının malını da kıyamaz. Cimrilik ve mal hırsı bu kadar onun benliğini sarmıştır. Bu kadar bencil ve hodgâmdır. Âyette اِطْعَامُ الْمِسْك۪ينِ (it‘âmu’l miskin) değil, طَعَامُ الْمِسْك۪ينِ (ta‘âmu’l miskin) tâbiri kullanılır. Eğer "“it’âmu'l miskîn” denilseydi mâna, “yoksullara yemek yedirmeye teşvik etmez” olurdu. Halbuki “ta’âmu’l miskîn” tâbiri ise “Miskinin kendi yemeğini, bizzat onun hakkı olan yemeği vermez” mânasına gelir. O yemek, haddi zâtında yemeği verenlere değil, o yoksula aittir. Çünkü bu, imkânı olanların vermek mecburiyetinde bulundukları yoksulun hakkıdır. Veren, onu bir bahşiş olarak değil, aksine yoksulun hakkı olduğu için zorunlu olarak vermektedir. Bu hususta Hak dostlarından Ubeydullah Ahrar Hazretleri’nin şu örnek davranışı ne güzeldir. O şöyle anlatıyor:

“Birgün pazara gitmiştim. Bir kişi yanıma geldi ve:

«−Açım, beni Allah rızâsı için doyurur musun!..» dedi.

O an, hiçbir imkânım yoktu. Sadece eski bir sarığım vardı. Bir aşhâneye girip aşçıya:

«−Şu sarığımı al. Eski, ama temizdir. Bulaşıklarını kurularsın. Ancak bunun mukâbilinde şu aç insanı doyurur musun?» dedim.

Aşçı, o fakire yemek verdi; sarığımı da bana iâde etmek istedi. Bütün ısrarlarına rağmen kabul etmedim. Kendim de aç olduğum hâlde o fakîr doyuncaya kadar bekledim.”

Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Takvâ sahibi o kullar, mallarından hem yardım isteyen fakirlere, hem de muhtaç olduğu halde iffetinden dolayı dilenmekten çekinen yoksullara pay ayırırlardı.” (Zâriyât 51/19)

Sûrede resmedilen ikinci tip insana gelince:

4. Yazıklar olsun şöyle namaz kılanlara ki,

5. Onlar namazlarını gafletle kılar, ona gereken önemi vermezler.

6. Yaptıkları ibâdetleri gösteriş için yaparlar.

7. Her türlü yardım ve iyiliğe de engel olurlar.


İkinci olarak tasvir edilen insan, birincisi gibi açıktan dini, hesap ve cezayı yalanlamasa da, iman henüz kalbine tam yerleşmemiştir. İbadetlerindeki hal ve tavrı bunun açık tezâhürüdür. Burada onun namaz ve zekât hususunda sergilediği gâfil, riyâkâr ve engelleyici tavır üzerinde durulur:

Birincisi; bu kimseler namaz kılarlar, fakat namazlarından gafildirler. Ona gereken ehemmiyeti vermezler. Bu gaflet ve dikkatsizliği şöyle izah edebiliriz:

Onlar namazın önemini kavrayamadıkları için onu gereği gibi ciddî bir vazîfe olarak yapmazlar.

Kılınıp kılınmadığına aldırmazlar.

Vaktine dikkat etmezler, vaktin geçip geçmediğine aldırmayıp geciktirirler.

Namazın terkinden endişe ve rahatsızlık duymazlar.

Kıldıkları vakit de, Allah için hâlis niyetle kılmayıp dünyevî birtakım maksatlar için kılarlar

İnsanlarla beraber bulunduklarında namaz kıldıkları hâlde, yalnız kaldıklarında kılmazlar; kılsalar bile Hakk’ın huzûrunda imiş gibi bir huşû ve tâzim içinde değil, gösterişle kılarlar.” (bk.Elmalılı, Hak Dîni, VIII, 6168)

Onlar hakkında başka bir âyet-i kerîmede: “Onlar namaza tembel tembel gelirler” (Tevbe 9/54) buyrulur.

Ağırdan alarak namazı son vaktine kadar geciktirmek ve zoraki kalkarak vazîfe savar gibi hemen farzını kılıvermek, Allah muhâfaza buyursun, insanı münafıklığa götüren kötü bir haslettir.

Alâ b. Abdurrahmân anlatıyor:

Bir öğleden sonra Enes bin Mâlik’in yanına gitmiştik. Enes, biz varınca hemen kalkarak ikindi namazını kıldı. Namazını bitirince kendisine namazı erken kıldığını söyledik. O da niçin böyle erken kıldığını anlatarak şöyle dedi:
Resûlullah (s.a.s.)’in şöyle buyurduğunu işittim:

“O münafıkların namazıdır! O münafıkların namazıdır! O münafıkların namazıdır! Onlardan biri oturur, oturur, tam güneş sararıp batmaya yüz tutunca, şeytanın iki boynuzu arasına girince kalkar, kuşun yem toplaması gibi hızlıca dört defâ yatıp kalkar, namazda Allah’ı da pek az zikreder.” (Müslim, Mesâcid 195; Muvatta, Kur’ân-ı Kerîm 46)

Çünkü onların niyeti, Allah rızâsı için ibâdet etmek, namaz kılmak değil, gösteriş yapmaktır. Zâhiren müslümanlarla beraber bulunmaktır. Onlardan gelecek menfaatin devamını sağlamak, bir zarar ihtimali varsa ona da engel olmaktır. Nitekim Hz. Mevlânâ, gösteriş için yapılan amellerin bir fayda sağlamayacağını, Hz. Ömer zamanında Medine’de vuku bulan bir yangın felâketini sözkonusu ederek şöyle anlatır:

Hz. Ömer’in halifeliği zamanında Medine’de bir yangın oldu. Ateş taşları bile kuru odun gibi yakıyordu. Binaları, evleri saran ateş, kuşların yuvalarını, hatta havada uçarken kanatlarını bile tutuşturuyordu. Şehrin yarısı alevlerle sarıldı, su bile bu ateşten korktu da şaşırıp kaldı. Bazı akıllı kişiler, ateşe, kovalarla su ve sirke döküyorlardı. Ateş ise inadına artıyordu. Sanki ona gayb âleminden, ötelerden yardım geliyordu. Halk koşarak Hz. Ömer’e geldiler. “Bu yangın su ile sönmüyor” dediler. Hz. Ömer buyurdu ki:

“- O ateş Allah’ın ayetlerinden, işaretlerindendir. Sizin hasisliklerinizin bir alevidir. Suyu bırakın, yoksullara ekmek dağıtın, eğer benim soyumdan iseniz, hasislikten vazgeçin.” Halk, Hz. Ömer’e:

“- Bizim kapılarımız açıktır. Biz cömert kişileriz, iyilikten, yardım etmekten hoşlanırız” dediler. Hz. Ömer buyurdu ki:

“- Siz verdiğiniz ekmeği, Allah rızâsı için değil de, gösteriş için veriyorsunuz. Geleneğe, göreneğe uyarak iyilik elinizi açıyorsunuz. Siz, övünmek için, gösteriş için verdiniz; Allah’tan çekinerek, korkarak vermediniz.”

Bu kıssayı nakleden Mevlânâ (k.s.) öğüt olarak der ki:

“Allah’ın ihsan ettiği malı nefsine uymuş kötü kişilere vermek, yol kesen eşkiyanın eline kılıç vermek gibidir. Din ehlini, kin ehlinden ayır, Allah’a dost olanı ara, bul; onunla düş, kalk. Herkes kendi huyunda olanlara iyilik eder, yardımda bulunur; kötü kişi de, böylece bir iş yaptım sanır.” (Mevlânâ, Mesnevî, 3707-3720. beyitler)

Şâir Nâbî der ki:

“Ne belâdır bu riyâ bâşına halkın ki eder
Mübtelâsın iki âlemde safâdan mahrûm.”


Hz. Ömer, vâlilerine şöyle nasihat ederdi:

“Benim katımda en mühim işiniz namazdır. Kim onu koruyup vakitlerine dikkat ederse, dînini korumuş olur, kim de onu yerine getirmeyip yitirirse, dînini de kısa zamanda yitirir.” (Muvatta, Vukûtu’s-Salât 6)

İkincisi; o riyâkâr münafık tip zekât, sadaka ve diğer yardımlar hususunda da ihmâlkârdır. Hesaba ve cezaya inancı olmadığı veya son derece zayıf olduğu için bu tür emirlere gereken ihtimamı göstermez. Mesuliyetini yerine getirmez. Her türlü hayra ve iyiliğe mâni olur.

Âyette geçen اَلْمَاعُونَ (mâ‘ûn) kelimesi çok şümullüdür. “Zekât, sadaka, diğer mâlî mesuliyetler, insanların kendi aralarında ödünç alıp verdikleri eşyalar” gibi mânalar ifade eder. Dolayısıyla bu kelime farz olan zekâttan başlayarak, insanın ödünç olarak verdiği elek, kova ve iğneye kadar her şeye şâmildir. Bundan hareketle “mâûn”u, “kendisinde insanlar için fayda bulunan küçük ve az bir şey” olarak tarif etmek mümkündür. Bu mânada zekât da “mâûn”dur. Çünkü o da çok olan maldan, yoksullara verilen küçük bir paydır. Diğer taraftan umûmî ihtiyaç eşyaları da “mâûn”dur. Bunlar, gerektiğinde alınmasında bir mahzur olmayan, zengin olsa da fakir olsa da insanın ihtiyaç duyduğu eşyalardır. Bu tür eşyaları ödünç vermekte bile cimrilik gösteren kişi, gerçekten ahlâken çok seviyesiz bir davranış yapmış olur. Zira bunlar ödünç verildiğinde onda bir eksiklik meydana gelmeyeceği âşikârdır. Hâsılı, âhirete inanmayan, yaptığı iyiliklerin karşılığını orada fazlasıyla bulacağına imanı olmayan bir kimsenin, bırakalım Allah yolunda candan, maldan geçmeyi, başkalarına böyle en küçük bir fedakârlığı bile göstermeyecek kadar küçük kalpli olduğu belirtilir. İmansızlık ve aşırı cimrilik göstergesi olan bu davranışlar kınanır. Böyle yapanlar ikaz edilir; hesap, ceza ve cehennem azabıyla uyarılırlar.

Bu sebepledir ki, ashâb-ı kirâm, küçük ve önemsiz gibi görülen yardımlardan bile müstağnî kalmazlar, dâimâ birbirlerine infâk etmeye çalışırlardı. İbn Mes’ûd (r.a.) şöyle buyurur:

“Biz, Resûlullah (s.a.s.) zamanında kova, tencere gibi eşyâları ödünç olarak vermeyi insanlara yardım cümlesinden sayardık.” (Ebû Dâvûd, Zekât 32/1657)

Şimdi Mâûn sûresinde zikredilen yalanlamaya mukabil ispat; merhametsizlik ve cimriliğe mukabil cömertçe verip çok hayır yapma; namazdan gaflete mukabil namaza devam; gösterişe mukabil tam bir ihlas ve samiyet; en küçük bir yardımı bile engellemeye mukabil kurban ve fedakârlıkla sadaka verip yoksulları doyurma gibi yüksek dinî vazife ve faziletler öğretilip teşvik edilmek üzere Kevser sûresi geliyor:
 
Üst Alt