Mesnevi Deryasından Ab'ı Hayat Katreleri

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
mevlana.jpg

ÖNSÖZ
Bütün insanların sulh, sükûn ve huzuru için gerekli mükellefiyetleri tanzim eden İslâm hukûku, iki fârik husûsiyeti hâizdir:

a. Hükümlerinde daha ziyâde akla ağırlık verip hikmete istinâd etmek.
b. Adâlet ve merhamet-i ilâhiyye îcabı olarak emir ve nehiylerinde toplumun en alt kademesinde bulunan asgarî tâkatlileri, yani zayıfları esas almak.
Çünkü bir pehlivanın taşıyacağı yükü, çocuk seviyesindeki bir kimseye teklif; adâlet ve merhamete aykırı olacağından, yâni zulüm teşkil edeceğinden her çeşit muhatabın durumunu göz önünde bulundurmak, bir lutuf mâhiyetindedir.
Şu iki vasıf, toplumun her kesimi için hakkâniyete ve maslahata uygundur. Ancak “havass”, yani rûhen mâneviyâta daha istîdâtlı kişilerin daha yüksek mânevî seviyeler katedebilmeleri için İslâm’ın üst âlemlere açılan rûhânî kapısının her zaman açık tutulması da gerekmektedir. Aksi hâlde mâneviyâta teşne nice kabiliyetli gönüllerin ufku kapatılmış olur.
İşte bu gerçek sebebiyledir ki, İslâm tarihinin her safhasında tasavvufî akımlar daima alâka ve revaç bulmuştur. Çünkü aşk ve muhabbet merkezi olan gönle, akıldan ziyâde ağırlık verilmesinden doğmuş olan tasavvufî akım ve üslûplar, denilebilir ki, her türlü hâricî tesirden korunmak için inşa edilmiş olan bir binayı, dört duvardan ibâret bırakmayıp onu güzelce tahkim ve sonra da tezyin etmek faaliyetidir.
Bu faaliyet ve gayret içinde olan mâneviyâta teşne, kabiliyetli ve istîdâdlı kişiler, elde ettikleri olgunluk sayesinde artık bütün hâdisâtı hem akıl, hem de gönül ikliminin derûnî hâlleri ile telakkî ederler. Böylece ibtilâ ve musîbetler karşısında tevekkül ve mukâvemetleri daha ziyâde olur. Çünkü tasavvuf, öncelikle ilâhî takdir ve tasarruftaki hikmet ve sırları idrak etmeyi ve bununla tesellî, tatmin ve huzur bulmayı talim eder.
Dolayısıyla İslâm dünyasında buhran ve sıkıntıların had safhaya ulaştığı zamanlarda tasavvufî cereyanlar, her zamankinden daha fazla revaç bulmuştur. Bilhassa tasavvufun özünü teşkil eden “Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakış” ufku; zor dönemlerde şifalı bir sevgi, muhabbet ve şefkatin derinleştirdiği bir hissiyât ile zayıf, mağdur ve mazlûmlar için en müstesnâ bir sığınak, barınak ve âdeta bir ana kucağı vazîfesi görmüştür.
Bu hakîkat, İslâm tarihinin en dehşetli safhalarını teşkil eden Moğol istilâları dönemlerine bakıldığında daha bâriz anlaşılır. Moğol istilâları, İslâm dünyasını yakıp yıkmış ve toplumun büyük çoğunluğunu kanadı kırık bir kuş gibi acze sürüklemişti. O devirde tasavvuf, umûmî ıstıraplara bir melce’ ve merhem olarak huzur, rûhâniyet ve tesellî sundu. Bir mıknatıs gibi insanları kendisine cezbederek bir câzibe merkezi hâline geldi. Kanayan yaralara devâ, bunalan yorgun gönüllere ise tesellî oldu. Böylece o buhranlı devirlerde bereketli, ruhlara şifâ tevzî eden ve tesiri günümüze kadar devam eden Yunus Emre ve Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî gibi Hak dostları zuhur etti.
Fakat maalesef tasavvufun tesir ve güzelliğinin azaldığı dönemlerde ise, toplumda çöküntüler yaşanmıştır. Nitekim 19. asırdan îtibaren su yüzüne çıkan “İslâm’dan inhiraf” temâyülleri gitgide gelişip büyüyerek günümüz toplumunda büyük bir buhran meydana getirmiştir. Nefsânî arzularına râm olan günümüz insanları, maddenin cenderesinde rûhânî hayatını zaafa uğratmış ve Moğol istilâlarından daha beter bir mânevî yıkıma uğramıştır. Zîrâ toplum, gayr-i ahlâkî bir anaforun içinde selde yüzen kütükler gibi meçhûl bir âkıbete doğru sürüklenmektedir. Bu büyük buhran karşısında ayakta kalabilmek için yine gerçek bir sığınak ve barınak olarak tasavvufun sunduğu sükûn ve huzur limanına sığınmak zarûreti vardır.
Bu sebepledir ki, zamanımızda maddenin pençesinde zaafa uğrayan akıl yerine, hâdisâtı gönül gözüyle ve hikmet nazarıyla değerlendirmek, hayâtî bir zarûret hâline gelmiştir. Biz, yeniden Bahaeddin Nakşibendî, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, Abdülkâdir Geylânî ve emsâli Hak dostlarının ibretli, hikmetli ve sırlı nasihatlerine gönül vermek ve onların rûhânî nefhasından istifâde etmek mecburiyetindeyiz.
Böyle bereketli bir istifâde niyet ve niyazıyla “Mesnevî Bahçesinden Bir Testi Su” isimli eserimizi te’lif etmiştik. Bu eserin gördüğü rağbet, binbir buhranın girdabında kıvranan insanımıza tasavvufun şifâ verici bir iksir mâhiyetinde olduğunu tekrar gösterdi. Dolayısıyla bizi yine Mesnevî’nin diriltici nefhasından istifâde ederek ikinci bir eser kaleme almaya teşvik etti. Bu bakımdan elinizdeki bu yeni eser, rûhâniyet ve huzura ihtiyaç duyan toplumumuza, Hazret-i Mevlânâ’nın Mesnevî’sinden âdeta ikinci “Bir Testi Su” makâmındadır.[SUP]1[/SUP]
Bu vesileyle ifâde etmek gerekir ki, sadece milletimize değil, bütün insanlığa yüzyıllardır ölümsüz bir ilham kaynağı olan Mesnevî, Cenâb-ı Hakk’ın Mevlânâ -kuddîse sirruh-’a lutfettiği bir mânâ ve sır deryâsıdır. Aynı zamanda derin sırlarla dolu bir esrar kitabıdır. İnsanın keşfi ve insan ruhunun kelimelerle çizilmiş resmidir.
Mesnevî’de Hazret-i Mevlânâ, insan ruhunun derinliklerine inmiş, insanın içyüzünü gerçek kimliği ile müşâhede etmiş ve âh u figanlarla derdini açacak bir gönül aramıştır.
Tasavvufî hakîkatleri ve ruhun inceliklerini, Mesnevî kadar derinlemesine ifâde eden eserler nâdirdir. Mevlânâ Hazretleri, beşer müfekkiresi ile zor kavranan tasavvufî mevzûları, rûhânî ifâdeler ve hikmetli hikâyeler yoluyla ehl-i irfânın gönlüne zerketmektedir.
Rabbimiz, Hazret-i Mevlânâ’ya lutfettiği o hikmet dolu gönül ummânından ve onu vasıta kılarak bizlere de âcizane ona âid duyuşlarla bu kitabı derlemeyi nasib etti. Bizler ancak bir daktilo mâhiyetinde olup kendimize âid her türlü iddiâdan teeddüb eder, Cenâb-ı Hakk’a sığınırız.
Yüce Mevlâmızdan, bu mütevâzı esere teselsül bereketi niyaz eyler ve te’lifinde yardımcı olan Ömer Faruk Demireşik ve diğer bütün kardeşlerimizin samîmî gayretlerinin bir sadaka-i câriye olmasını dileriz.
Rabbimiz, hâlis niyet ve teşebbüslerimizi katında kabul buyursun ve meçhul kişilere gönderilen bir mektup hükmündeki bu eseri, maddî-mânevî buhranlarla bunalan bütün ruhlara, yorgun gönüllere teneffüs ve huzur imkânı hâsıl eden mânevî bir pencere kılsın. Âmin.
Muvaffakiyet, Allâh’tandır.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
NEY’İN HİKÂYESİ
Mevlânâ’nın eserlerinde geçen ney, aslında “insan-ı kâmil”i temsil etmektedir. Sazlıktaki bir kamışın ney hâline gelene kadar geçirdiği devreler, insanın olgunlaşmasını, yani “nefsi tezkiye ve kalbi tasfiye” basamaklarını ifâde eder.
Ney başlangıçta kamış olarak bulunduğu sazlıktan ayrılmış ve bu ayrılık, onun nasıl acı acı feryadına sebep olmuşsa; ruhlar âleminden gelip balçıktan yaratılmış bedene, yani ten kafesine giren “kâmil insan”da da o rûhânî âleme hasret başlamıştır. Bu hasreti; riyâzât, murâkabe, tefekkür, ilâhî aşk ve çilelerle yoğrulan insan olgunlaşır, seviye bulur; nihâyet “kâmil” hâle gelir.
Sazlık içindeki kamışlar arasından çıkarılan ney, usta bir el tarafından usûlüne uygun şekilde kesilir. İçi boşaltılıp, kurutulur. Daha sonra, ateşle delinerek baş ve son kısmına demir boğumlar yerleştirilir. Bir müddet bu hâlde bekletildikten sonra ney; neyzenin nefesinden üflenen nefha ile dinleyenlerin kalbî seviyelerine göre[SUP]2[/SUP] güzel sesler, hayret ve hikmetler yaymaya başlar.[SUP]3[/SUP]
İnsan da kemâl yolunda hep bu safhalardan geçer. İnsan-ı kâmiller, diğer insanlar arasından belli kıstaslarla seçilirler. Nitekim peygamberlerin en büyük özelliklerinden birisi onların «seçilmiş» olmalarıdır. Daha sonra, çeşitli terbiye usûlleriyle onun içi fânî dünyevî bağ ve endişelerden boşaltılır. Seyr ü sülûk yolunun sabrı gerektiren meşakkat, ibtilâ ve imtihanlarıyla karşılaşır ve “vahy”in izini takip etme netîcesinde olgunlaşır. Sonunda Allâh’ın sanat, hikmet ve kudretinin tecellî ettiği bir vâsıta hâline gelir. İnsanlar ondan sâdır olan derûnî hikmetlere râm olur ve vuslat yolunda mesâfe almaya başlarlar.
İnsanlarla ortak kaderi paylaşan ney’in ortaya çıkışı ve onlar tarafından keşfedilişi hakkında, Mevlevî kaynaklarda şu temsîlî hikâye nakledilir:
Peygamber Efendimiz, Allâh’ın kendisine ihsan ettiği esrar ve hikmet denizinden bir damlasını, ilmin kapısı Hazret-i Ali’ye de emânet eder ve:
“–Bu sırları sakın ifşâ etme!” diye sıkı sıkı tenbihler.
Hazret-i Ali, kendisine tevdî edilen bu emânete tahammül edemez, altında iki büklüm olur. Sahralara düşer. Derûnunda sakladığı esrarı bir kör kuyuya döker. Vaktolur kuyu suyla dolup taşar. Kuyudan taşan bu sular, çevresini zamanla bir sazlık hâline çevirir ve burada kamışlar biter. Bu sazlığın rüzgarda hoş nağmeler çıkardığını farkeden bir çoban, bunlardan bir tanesini keser ve ondan “ney” yapar. Fakat ney’den çıkan bu ses, o kadar içli ve yanıktır ki, herkes bu sesin derin, duygulu ve yakıcı nağmelerine meftûn olur. Onunla ağlar, onunla gülmeye başlar. Çobanın ünü kısa zamanda yayılır ve Arap kabileleri bu çobanı dinlemek için etrafında toplanmaya başlarlar. (Ahmed Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, II, 440)
İşte Mevlânâ’nın Mesnevî’si, kulaklardaki bu hoş nağmelerin ve taşıdığı esrarın yazıya dökülmüş şeklidir. Bu yüzden Mesnevî’yi okuyanlar, mânâlar içinde derinleştikçe pek çok esrar ve hikmet ihtiva ettiğini ifâde etmek mecbûriyetinde kalmışlardır.[SUP]4[/SUP] Engin bir deryâyı sadece bir damlada seyredebilen Hazret-i Mevlânâ, her biri bir damla mâhiyetindeki bu beyitlerde bizlere vüs’atımıza göre âdeta birer deryâ, hattâ okyanus sergilemektedir. Bu kadar derin mânâlar ve hikmetler ihtivâ ettiği hâlde Mevlânâ sırrını arzu ettiği ihâtada ortaya dökememenin feryadı içindedir. Bu istikâmette Mesnevî’nin ilk muhatabını düşünerek bir keresinde:

“–Ben, bu Mesnevî’yi Hüsâmeddin’e göre yazdım!” demişler; bir keresinde de:
“–Ben, Mesnevî’yi hülâsâ olarak yazdırdım. Eğer esrar ve hikmetleri biraz daha şerh edecek olsaydım, onu kırk merkep zor taşırdı.” buyurarak Allâh’ın ilim ve hikmet denizinin nihâyetsizliğine işaret etmişlerdir.
Mevlânâ âşığı bir mütefekkir, ondaki derûnî hâllerin idrâkinde insanların ekserisinin acziyet içinde olduğunu ifâde sadedinde şöyle der:
“–Biz, Mevlânâ Celâleddîn’in vecdinin feryatlarını dinledik. Daldığı huzur denizinin derinliklerini görmemize imkân yok. Denizin tâ dibinden sıyrılıp, suyun yüzüne ne vurdu ise onu görüyoruz. Biz Hazret-i Mevlânâ’nın aşkını değil, sadece aşkının dile gelen feryatlarını elde ettik. Peltek dilimizle anlatmaya çalıştığımız, bütün bundan ibâret. Huzur denizine yalnız o daldı. Bize vecdinin fırtınasından çıkan sesler kaldı. Heyhât! Onu Mevlânâ zannediyoruz.”[SUP]5[/SUP]
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
(Mesneviye göre) İnsan-ı Kâmilin Gönül Sadâsı -NEY’İN FERYÂDI-
Mesnevî: “Rızıklar denizini, bir testiye dökecek olsan, ne kadarını alır? Ancak onun istiâbı kadar… Yani her mahlûkun ancak kendine takdir olunan nasibi…” (c.1, 20)
Rızkı, her mahlûk için ihtiyâcı kadar takdir eden Cenâb-ı Hak’tır. Onun temini için hırslı olmak abestir. Zîrâ hadîs-i şerîfte, “Ecelin kula ulaşması gibi rızık da kula ulaşır.” (İbn Hibbân, Sahih, VIII, 31) buyrulmuştur. Bunun mânâsı, hiçbir mahlûkun hayatı, kendisine takdir olunan rızkı tüketmeden nihayete ermez demektir. Cenâb-ı Hakk’ın diğer takdirleri gibi rızk takdiri de sebeplere yapışmak ile gerçekleştiğinden, gayret ve faaliyette bulunmak hem şart, hem vazîfe ve hem de zarûrîdir. Lâkin hâsıl olan netîceyi, yani rızkı Rabb’i unutarak kendinden bilmek katmerli gaflettir. Sebepler, uygunluğu kadar netîce verir. Öyleyse âkil insan, rızkı, peşinde koştuğu sebeplerden değil, sebepleri halk eden Cenâb-ı Hakk’tan, yani O’nun takdirinin bir netîcesi olarak bilir.
Rızkı gönderen O’dur. Biz bu rızkı gönderen Rezzâk’ın peşinde koşmalıyız. Âyet-i kerîme’de “…Biz senden rızık istemiyoruz. Bilakis senin rızkın Bize aittir…” (et-Tâhâ, 132) buyrulmaktadır.
Mesnevî: Harîslerin, yani dünyayı çok sevenlerin göz testileri hiç dolmaz. Sadef de kanaat edici olmayınca, içi inci ile dolmaz.” (c.1, 21)
İhtiras her yaratılmışın fıtratında derece derece, ama mutlaka vardır. İki çocuğun eline aynı oyuncakları verseniz, biri diğerinin elindekine, fıtratındaki meyil kadar hased eder. Bu meylin kontrol altına alınıp asgarîye indirilmesi de ancak nefis terbiyesi ile mümkündür. Bundan dolayıdır ki, Kur’ân-ı Kerîm’de “Kendisini tezkiye eden, (kötü temâyüllerden arındırıp temizleyen) kurtuluşa erer.” (el-A’lâ, 14) buyrulmuştur. Toplum hayatında huzurun ve saâdetin birinci şartı, Allâh’ın bizim için takdir ettiğine râzı olmaktır. Zîrâ bu takdir, kader-i mutlak icabıdır. Kaderse bir sır ummânıdır. Onda gizli olan hikmetlerin künhüne vâkıf olmak aslâ mümkün değildir. O hâlde, Allâh’ın takdirine râzı olup o takdirdeki hikmete itimad etmek şarttır. Bu hâle muvaffak olamayanlar, içinde her türlü iştihanın tuğyan ettiği bir gayyâ kuyusu anaforunda perişan olurlar.
Mesnevî: “İlâhî aşk sayesinde nefsâniyetten kurtulan, benlik elbisesinden sıyrılan kimse; hırstan, her türlü ayıp ve çirkinlikten tamamıyla temizlenir.” (c.1, 22)
Rûhunu besleyip îmânın lezzetine ulaşanlar, can ve mal endişesinden kurtulduğu gibi bunları Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetine vâsıl olmak için bir vesile ve vâsıta hâline getirirler. Ancak bu, öyle kolayca gerçekleşebilen bir olgunluk değildir. Bunun için sabır, sebat, ibâdet, duâ ve mücâhede-i nefsiyye ile daimî bir sûrette gayret gereklidir. Toprak bile kışın meşakkatine tahammül ettiği için baharın nimetleriyle zînetlenir. Sadef de bu sûretle bağrında bir incinin vücûd bulması saâdetine erer.
Mesnevî: Topraktan yaratılmış olan bedenimiz, aşk sâyesinde göklere yükseldi, ulvîlik kazandı.” (c.1, 25)
İnsanın bedeni, turâbîdir; yani toprağa mensuptur. Bu vasfı îtibariyle diğer mahlûkâttan farkı yoktur. Bütün canlılar gibi o da topraktan yaratılmıştır; toprağın tahavvülü ile vücûda gelen gıdalarla beslenir ve âkıbet yine toprağa dönüp orada fânîleşir. Rûhânî vasfımızsa Allâh’a mensuptur. Gerçekten âyet-i kerîmede, “Ona ruhumdan (kudretimden) üflediğim zaman…” (el-Hicr, 29; es-Sâd, 72) buyrulmaktadır. Zîrâ Cenâb-ı Hak, kendisine doğru yücelebilmesi için kuluna birtakım istidâd ve temâyüller lutfetmiştir. Menfî, beşerî temâyülleri bertaraf ederek kemâl yoluna girenler, ilâhî vuslata doğru mesafeler katetmeye başlarlar.
Hazret-i Mevlânâ:
“Teni aşırı besleyip geliştirmeye bakma! Çünkü o, sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen, asıl gönlünü beslemeye bak! Yücelere gidecek ve şereflenecek olan odur.”
“Bedenine yağlı ballı şeyleri az ver. Çünkü onu gereğinden fazla besleyen, nefsânî arzulara düşüyor ve sonunda rezîl olup gidiyor.”
“Rûha mânevî gıdâlar ver. Olgun düşünüş, ince anlayış ve rûhî gıdâlar sun da, gideceği yere sonsuzluk seyyahı olarak güçlü, kuvvetli gitsin.” buyuruyor.
Mesnevî: “Sadece kendi diline ve gönlüne âşinâ olanlar, onun dilini konuşan ve meramını anlayanlardan uzak düşerse; yüzlerce dil, yüzlerce nağme bilse, yine dilsiz olur, susar.” (c.1, 28)
Peygamber Efendimiz “İnsanlara anlayışlarına göre söz söyleyiniz.” (bkz. Buhârî, İlim, 49) buyurmuştur. Muhâtabın anlayışını aşan söz ve ifâdeler, ne kadar yüksek seviyede olurlarsa olsunlar bir fayda hâsıl etmezler. Bu bakımdan, gönülden sâdır olan derin ve ince hisler için hitab edilecek kimselerin ehl-i gönülden olması icab eder. Zîrâ günah kirlerine batmış olanlarla oturup kalkmak baş ve gönül gözünü kör eder. Ahmak ve nâdânlara sarfedilen sözlere ne yazıktır ki, bunlar, kaldırım kenarlarında açan, ayaklar altında çiğnenip can vermeye mahkûm, nâdide çiçekler gibidir.
Mevlânâ hazretleri aynı zamanda hem avâmın, hem de havassın istifâde edebileceği bir orta yol tutarak büyük eseri Mesnevî’yi vücûda getirdiği hâlde:
“–Anlayışlı adam hasretiyle öleceğim!..” buyurmuştur.
Diğer taraftan telkinin muhatapta arzu edilen tesiri husûle getirmesi için, aynı zamanda aralarında muhabbet olması şarttır. Muhabbet öyle bir sihirli cereyan vâsıtasıdır ki, kelâma inkılap etmeden bile o kanalla, gönülden gönüle intikal edebilir. Mutasavvıfların her türlü telkin ve irşad zemininde muhabbeti kullanmaları, işte bu sebepledir.
Allâh için gerçek dostluk, bedenleri ayrı olan iki varlığın bir kalpte yaşamasıdır. Diğer bir ifâde ile dostların, birbirini yıkayan iki el hâline gelmesidir. Tıpkı muhâcir ve ensar gibi…
Mesnevî:
“Gülün tarâveti (tazeliği) bozulup, gül bahçesi hazân mevsimine girince, artık bülbülün hoş nağmeleri ve feryatları işitilmez olur.” (c.1, 29)
İnsanın insanla muhabbeti ve bu muhabbetin meyvesi olan âşıkâne sohbet de gül ve bülbülün mâcerâsına benzer. İnsanlardan ekseriya, muhatabın istîdâd ve rûhî taleplerine uygun söz ve fikirler sâdır olur. Konuşan kalptir, dil sanki kalbin tercümânıdır. İfâdeler, âdeta yanık bir ney nağmesidir. Dinleyense onu üfleyen bir neyzen… O neyi üfleyen acemiyse, o meclis hazan mevsimine girmiş bir gül bahçesine benzer.
Mesnevî: “Kendi fânî varlığından uzaklaşıp nefsânî benliğinden kurtulmuş olanlara, yani ölümsüzlere muhatab olan ve bağlanan kişi ne bahtiyardır. Yazıklar olsun, o diriye ki, ölü ile oturmuş ve kendisi de mânen ölmüştür.” (c.1, 1513)
Cenâb-ı Hak, “Ey îmân edenler! Allâh’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun!” (et-Tevbe, 119) buyurmaktadır. Gerçek saâdet, Hak dostlarının gönlünden sâdır olan feyz ve rûhâniyete muhatab olup güzel ahlâkla mücehhez hâle gelmekle mümkündür. Zîrâ onların bu güzel hâli, beraberliği icab ettiren muhabbet sayesinde gönülden gönüle sirâyet eder ve insanı olgunlaştırır. Ashâb-ı kirâm buna ne güzel bir misaldir. Geçmişleri vahşetle dolu, kız çocuklarını diri diri toprağa gömen, hak ve hukuk tanımayan bu câhiliye insanları, Peygamber Efendimize muhabbet ve ona yakınlık sayesinde ahlak ve faziletin zirvelerine yükselmişlerdir. Allâh dostları da derece derece hep aynı durumdadırlar.
Bu hâl, Mevlânâ’nın diliyle âdeta şöyle ifâde edilmektedir:
“Ey dost!.. Peygamber Efendimize yetişip de aynı istifâdeyi sağlayamadım diye üzülme!.. O mübârek varlığın vârisi olan sâdıklarla beraber ol, aynı nasipten istidâd ve iştihân kadar rızıklanırsın.”
En büyük beşerî felâket ise “…Zâlimler topluluğu ile oturma!” (el-En’âm, 68) emrine ters hareket ederek nefsânî arzularının sultası altında yaşayan kimselerle beraber olmaktır. Böylelerine muhabbet ise her türlü menfîliğin kalpten kalbe in’ikasıyla müthiş bir hüsran sebebi olur.
Dâima sâlihlerle beraber olan, sâlihleşir; zâlimlerle beraber olan da zâlimleşerek onların zulüm ve cürüm ortağı olurlar. Mevlânâ, bu hakikati başka bir yerde şu mısralarla açıklar:
“Mânâ ehli ile düş kalk da, onlardan hem lutuflar, ihsanlar elde et, hem de mânevî güç kazan, ilâhî muhabbetle genç, zinde ve dinç kal.
Şu, ten içinde bulunan rûh, mânâdan, aşktan habersiz ise, o, kın içindeki tahta kılıç gibidir. O tahta kılıç, kınında bulundukça, görünüşte kıymetli, işe yarar sanılır; kınından sıyrılıp dışarı çıkınca, ancak yanmaya yarar.
Eğer o tahtadan ise, git, başka bir kılıç ara. Eğer elmastan ise, sevinerek, iştahla ileri atıl. Elmas kılıç, velilerin silâhlığındadır. Onları görmek size kimyadır. Mânevî güçtür.
Sen, kaskatı bir taş veya mermer parçası olsan dahî, bir gönül sahibine erişebilirsen, işte o zaman cevher, yani zümrüd, pırlanta, elmas olursun. Temiz erlerin sevgisini gönlüne yerleştir. Âriflerin muhabbetinden başka bir şeye gönül verme.”
,
Mesnevî: “Aşkın sesi gelince ölmüş rûhlar kanat çırpmaya, ölüler beden kabrinden baş kaldırmaya başladılar.” (c.4, 840)
Peygamber ve velîler, bir âb-ı hayattır. Onlarla katılaşmış ölü ruhlar dirilir, zindeleşir.
Mesnevî:Ey heveskar insân! Şunu iyi bil ki, rahmet-i ilâhiyyenin en büyük eseri, gönüldür. Onun dışındakiler, bu büyük eserin gölgesi mesâbesindedir.” (c.4, 1362)
“Ağaçlar arasında bir dere akıp gider. Onun berrak suyunda iki tarafın ağaçlarının akislerini görürsün.”
“Su içine aksedip görülenler, hayâlî bir bağ-bahçedir. Asıl bağ ve bahçeler, gönüldedir. Çünkü gönül, nazargâh-ı ilâhîdir.” (c.4, 1364-1365)
Kalbin, bir nazargâh-ı ilâhî olduğunu unutmamak lâzımdır. Zîrâ rivayete göre Cenâb-ı Hak, “Yere ve göğe sığmam; ancak Ben mü’min (bir) kulumun gönlüne sığarım.” buyurmuştur. (Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, II, 195) Yûnus Emre bu gerçeği ne güzel şerh eder:
Gönül, Çalabın tahtı
Çalab gönüle baktı
İki cihan bedbahtı
Kim gönül yıkar ise
Mesnevî: “Velîlerde, Hakk tarafından ihsan edilmiş öyle bir kudret vardır ki, onlar atılmış, yaydan çıkmış oku yoldan geri çevirirler.”
“Bir velî, bir hadisenin meydana gelmesinden huzursuz olursa, o hadiseyi meydana getiren sebep kapısını, Hakk’ın kudret eliyle kapar.” (c.1, 1669-1670)
Hak dostlarının Cenâb-ı Hakk’ın katında sâhip bulunduğu kıymet ve mazhariyet, bir hadîs-i kudsîde şöyle ifâde buyrulur:
“Her kim Benim velî bir kuluma düşmanlık ederse, Ben ona karşı harb îlân ederim. Kulum, kendisine emrettiğim farzlardan daha sevimli herhangi bir şeyle Bana yakınlık sağlayamaz. Kulum, Bana (farzlara ilâveten işlediği) nâfile ibâdetlerle de durmadan yaklaşır; nihâyet Ben onu severim. Kulumu sevince de Ben onun (âdeta) konuşan lisânı, akleden kalbi, işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Ben’den ne isterse mutlaka veririm, yardım istediğinde yardım ederim, bana sığınırsa onu korurum…” (Buhârî, Rikâk, 38)
Diğer bir hadîs-i şerîfte, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Allâh’ın kullarından birtakım insanlar vardır ki, nebî değildirler, şehîd de değildirler, fakat kıyâmet gününde Allâh katındaki makamlarından dolayı onlara nebîler ve şehîdler imrenerek bakacaklardır.”
Ashâb-ı kirâm:
“–Bunlar kimlerdir ve ne gibi hayırlı ameller yapmışlardır? Bize bildir de biz de onlara sevgi ve yakınlık gösterelim, yâ Rasûlallâh!” dediler.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:



“Bunlar öyle bir kavimdir ki, aralarında ne akrabâlık, ne de ticâret ve iş münâsebeti olmaksızın, sırf Allâh rızâsı için birbirlerini severler. Vallâhi yüzleri bir nûrdur ve kendileri de nûrdan birer minber üzerindedirler. İnsanlar korktukları zaman bunlar korkmazlar, insanlar mahzûn oldukları zaman bunlar hüzünlenmezler.” buyurdu ve peşinden şu âyeti okudu:


“Bilesiniz ki, Allâh’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de. Onlar ki, Allâh’a îmân etmişlerdir ve hep takvâ ile (de) korunur dururlar. Onlara dünya hayatında da, âhiret hayatında da müjdeler vardır. Allâh’ın sözlerinde değişiklik yoktur. İşte bu, en büyük kurtuluştur.” (Yûnus, 62-64) (Hâkim, Müstedrek, IV, 170)



Hazret-i Mevlânâ yukarıdaki mısralarını diğer mısraları ile şöyle tefsir eder:
“Allâh; nebîleri ve velîleri âlemlere rahmet olarak dünyaya göndermiştir. Bu yüzden halka bıkmadan, usanmadan nasihatte bulunurlar. Bu nasihatleri dinlemeyip kabul etmeyenler için de; “Yâ Rabbi! Sen bunlara acı, rahmet kapısını bunlara kapatma!” diye yalvarırlar.
Sen aklını başına al da, velîlerin öğütlerini canla başla dinle! Dinle de, üzüntüden, korkudan kurtul, mânevî rahata kavuş, eminliğe eriş!
Fırsatı kaçırmadan ve tereddüde düşmeden, bu fânî âlemin aldatmacalarından sıyrılmış, kendini tamamıyla Hakk’a teslim etmiş olan kâmil insanın eteğini tut ki, âhir zamanın, şu bozulmuş dünyanın fitnelerinden kurtulasın!
Velîlerin sözleri âb-ı hayatla dolu, saf, dupduru bir ırmak gibidir. Fırsat elde iken, ondan kana kana iç de gönlünde mânevî çiçekler, güller açılsın.”
Mesnevî: “Cenâb-ı Hak, Hazret-i Âdem’e, kendi esmâ ve sıfatlarını bizzat bildirdi. Başkalarına ise, o esmâyı Âdem vasıtasıyla açığa vurdu.” (c.1, 1943)
“Allâh’ın nûrunu ister Allâh’tan al, ister kâmil insandan. Aşk şarabını, ister küpten iç, ister testiden.” (c.1, 1944)
“Bir mumdan yakılan mumu gören, gerçekten de asıl mumu görmüş olur.”
“Böylece, o mumun ışığı, yüz muma nakledilse, o mumdan yüzlerce mum yakılsa, sonuncu mumun aydınlığını gören bile asıl ilk mumu görmüş olur.”
“İstersen, aradığın hidayet nûrunu, aşk nûrunu son mumdan al; istersen bizzat ondan, can mumundan al; aralarında hiçbir fark yoktur.” (c.1, 1947-1949)
Yukarıda ifâde edilmiş gerçekler sebebiyledir ki, “veresetü’l-enbiyâ”, zühd ve takvâ yolunda, zâhiriyle birlikte kalb âlemini de rûhânî tecellîlerle kemâle erdirmiş, idrâk ve ihâtasını genişleterek îman lezzeti ve ince bir duyuşa ulaşmış mâneviyat ricâline denir.
Cenâb-ı Hak ile aralarındaki nefsânî engelleri bertaraf etmeye çalışan Hak dostları, Hazret-i Peygamber ve O’nun ashâbını göremeyenler için tâbî olunabilecek fiilî ve müşahhas numûnelerdir. Bu Hak dostlarının örnek yaşayışları ve irşâdları, nebevî ahlâkın zamanları aşan zirve tezâhürleridir.
Onlar, îmân ehli olup da istîdâdlı bulunan kimseler için bir mıknatıs gibi câzibe merkezleri olduklarından, toplumun bütün kesimlerine bir şefkat ve muhabbet kucağıdırlar. Zîrâ, onları Cenâb-ı Hak sevdirir. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:
“Îmân edip de sâlih amellerde bulunanlara gelince, onlar için çok merhametli olan Allâh, (gönüllerde) bir sevgi yaratacaktır.” (Meryem, 96)
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
(Mesneviye göre) DOSTLUĞUN HAKÎKATİ
Mesnevî:

“İnsan, âdeta sırf gözden, yani derûnî idrâkten ibârettir. Geriye kalansa deridir, ceseddir. Hakikî göz ise, ancak dostu gören, yani onu idrak etmiş olandır. Dostu görmeyen gözü, sen göz sayma!” (c.1, 1406)
Göz, düşünce ve his dünyasına açılan bir penceredir. Gerçekten insanın görmüş olduğu iyi veya kötü her şey, onun kalbinde ve zihninde akisler, çağrışımlar meydana getirir.
Tefekkür ve tahassüste ilk adım, etrafa ibret nazarıyla bakmaktır. Allâh, Kur’ân-ı Kerîm’de kullarını böyle ibretleri kavramaya medâr olacak bir basîretle bakmaya davet etmiş ve çeşitli âyetlerde:
“Onlar deveye, buluta, yağmura, dağlara, yeşil bitkilerin kışın ölüp baharda dirilmesine, geçmiş kavimlerden kalan eserlere… bakmazlar mı?” buyurmuştur.
Diğer taraftan yine Kur’ân-ı Kerîm’de Allâh’ın nimetleri sayıldıktan sonra, insanlara defalarca ( n’r Gƒodh[SUP]o[/SUP]CG Énj ) yani “Ey bakış, görüş (idrâk) sahipleri!..” diye hitap edilmiş; onlardan kâinâta basîret gözüyle bakmaları istenmiştir. Bu istikâmette benzer pek çok âyet-i kerîmede de ( n¿hoôsµnØnànj nÓnanG ; n¿ƒo∏p≤r©nj nÓnanG ; n¿h[SUB]o[/SUB]ôsHnónànj nÓnanG
) “Düşünmezler mi? Akletmezler mi? İdrâk etmezler mi?” buyrularak âdemoğlunun kâinâtı boş, kavrayışsız bir nazarla değil; hikmeti idrâk edecek bir dirâyetle müşâhede etmesi lâzım geldiği ifâde edilmiştir.
Böyle bir dirâyetle kâinâtı müşâhede edenler, onun yüce Yaratıcısına, o Yaratıcının akılları âciz bırakan san’atına beşer tâkâti nisbetinde nüfûz ederler.
Kâinât, ilâhî neşvenin kaynağıdır. İnsan denilen bu icad bedîası (sanat harikası) ilâhî neşvenin bir tecellîsidir. Gören gözler, duyan kalpler, yeryüzünde ilâhî neşveden başka bir şey duymaz ve görmezler.
İnsan, şafak vakti başını kaldırıp doğan güneşe doğru şöyle bir bakmalı ve ufukta çizilen rengârenk, çeşit çeşit tabloları görmelidir. Bir ressamın tablosu karşısında hayran kalan bizler, kâinâtın ilâhî sanatkârının her ân ve her şeyde ayrı ayrı çizdiği şaheser tablolar karşısında nasıl bîgâne ve vurdumduymaz kalabiliriz?
Bir laleye, bir menekşeye bakın! Bu renkleri acaba kara toprağın neresinden buldular? Ya o kırmızı dut? Güneşin ışığında oynaşan şu çiçeğin mavisi, pembesi… Ve saymakla bitmeyecek diğer güzellikler… Duygu derinliğine sahip bir kalp için, her yer harikalar sergisi… Bir çiçeğin işvesine, arı ve kelebeğin raksına, pervanenin yanışına, bülbülün feryâdına bir de dönüp kendinize bakın. Bütün hepsi, bütün güzellikler, güzeller güzeli Rabbimizin cemalinin hüsnünden sızan bir akis pırıltısından ibarettir.
Şafak sökerken, ilk ışıklarıyla eşyayı aydınlatan güneş, başlayan yeni günün selâmını getirerek, bize, âdeta:
“–Uyan!” demekte ve şöyle bir muhâsebe iklimine sokmaktadır:
“–Bak, sana bu sabah da hayat defterinden yepyeni bir sayfa hediye edildi. Kıyâmette önüne konacak bu sayfayı nasıl dolduracaksın? «Oku kitabını, bugün sana hesap sorucu olarak nefsin kâfîdir!» deneceği o dehşetli gün için, bugün ne hazırlamayı düşünüyorsun?”
Akşam olup, gökyüzü önce kızıla, sonra dalga dalga siyaha boyandığında ise, gece, hâl lisânıyla insana:
“–Bir günün daha geçti. Ölüme bir adım daha yaklaştın. Artık beyhûde âh u figân etmeye gerek yok. Ne kadar gayret edersen et, geçen günü geriye getiremezsin. Şimdi sen de ölümün kardeşi olan uykunun kollarına kendini teslim edeceksin. Ne yaptın? Ne yapmalıydın? Yaptıklarını ve yapmadıklarını önüne koy ve düşün!.. Belki bir daha sabahın ışıklarını göremeyeceksin!..” demektedir.
Kâinâta bu şekilde tefekkür ve tahassüsle yönelen ruhlar, netîcede hakîkî bir ma’şuk ve dost olarak Allâh’ı bulurlar. İnsanın, bu ibret ve hikmet dolu yönelişinde en büyük yardımcısı, beşerî tefekkür ve tahassüse yön veren vahye râm olması ve Hakk’a dost olmuş sâlihlerle arkadaşlık, yani gönül beraberliği te’sîs etmesidir. Böyle sâlih arkadaşlara “dost” denilmesi mecâzîdir. Hakîki dostluk, Allâh’a muhabbetle teveccüh ise de ona vâsıl olmadan önce; Allâh’a yakın kimselerle ünsiyet elde etmek, mutlak aşk ve dostluğu mecâzen ve bir ilk safha olarak gerçekleştirmek, beşerî acziyetin bir zarûretidir. Çünkü mânevî irtifâ ânî olarak değil, tedrîcen gerçekleşebilir. Bu sebepledir ki, Allâh’a dostluk için gerekli olan beşerî dostluklar, bu yolculukta zarûrî olan bir ilk lâzımedir.
Mevlânâ bu hakikati başka mısralarıyla şöyle anlatır:
“Yalnız kaldığın ve danışacak bir akıl sahibi bulamadığın için, ümitsizliğe düşersen hakîkat güneşine mensup bir dostun gölgesi altına girersin.
Yürü, çabucak kendine bir Hakk dostu ara; böyle yaparsan, Allâh senin dostun olur, yardımcın olur.
Halvete girmek, yalnız kalmak, yabancılara karşı olur, dosta karşı değil. Kürk kış içindir, bahar için değil.
Selîm akıl, bir başka selîm akılla, yani vahiyle terbiye edilmiş akılla birleşince güçlenir, nûru çoğalır, yolunu iyi görür.
Nefs ise bunun aksine, bir başka nefsle sırf nefsânî tatminkârlık arzusuyla dost olmaktan hoşlanır, böyle olunca o yolda karanlık artar; hakîkat görünmez olur.”
Mesnevî: “Ey gönül! Senin içini aydınlatan yere, sana yakın olan olgun insanların bulundukları yere git ki; onlar sana gelecek belalara karşı siper olurlar.”
“Onlar; senin kötülüklerini mâzur görürler de canlarının içinde sana yer verirler.” (c.2, 2576-2577)
Gerçekten, kötü hareketlere karşı ceza verilerek kötülüklerin önlenmesini sağlamak, bütün hukuk sistemlerinde kabul edilmiş umûmî bir kâidedir. Şeriat da “caydırıcılık” gerçekleşsin diye bu yolu tercih eder. Mutasavvıflar ise, bir suçluyu -işlenen suçu mâkul ve makbul telakkî etmemekle beraber- “bir kötülüğe sürüklenmeye karşı kendini korumaktan âciz kalmış bir kimse” telakkî ederek telâfî edecek bir metot kullanırlar. Ve onu kanadı kırık bir kuş olarak telakkî ederler. Onu hemen cezâlandırmak yerine tedâvî çarelerine yönelirler. Tıpkı tabâbet sahasında olduğu gibi… Hiçbir doktor hastasına:
“–Neden kendini koruyamadın da, şu trafik kazasına maruz kaldın veya kendini üşüttün!” diye sual sormaz, onu muâheze etmez.
Aksine kendisini, karşısına gelen insandaki hastalığı tedâvî etmekle mükellef bilir. Mutasavvıflar da kusurlu insanlara, aynen doktorların bu üslûbuyla muâmele ederler. Zîrâ tamirciye bozulan eşya götürülür. Tamircinin mahareti ise, tamir edilen eşyanın mükemmeliyeti nisbetindedir. Hazret-i Mevlânâ “Onlar; senin kötülüklerini mâzur görürler de canlarının içinde sana yer verirler.” mısraı ile bu gerçeği ifâde etmektedir.
Mesnevî: “Her şeyi anlayan, idrak eden akıl bile, dostların ayrılığı ile yayı kırılmış okçu gibi şaşırır, kalır.” (c.3, 3693)
Akıl, İslam’da, “akl-ı nâkıs” olarak yâd edilir. Bunun mânâsı, aklın tek başına Hakk’a ve hayra ulaşmaya kifâyet edememesidir. Bu gerçek, Cenâb-ı Hakk’ın akılla techiz eylediği kullarına, bir de peygamberler göndermek sûretiyle yardım etmesi ile sâbittir. Akıl, bir ferdin mes’ul tutulması için evveliyetle şarttır. Gerçekten, her hukuk sisteminde, aklı olmayan biri cinâyet işlese mâzur görülür. Böylelerine ceza verilmez. Cezaya çarptırılan her suçlu akıl ve şuuru tam kabul edildiğinden, bu muâmeleye mâruz kalır. Bu bile, aklın, insanı yanlış hareket etmekten koruyacak bir mükemmelliğe sahip olmadığını gösterir.
Bu eksikliği sebebiyle, akıl, diğer selîm akıllarla takviye edilmelidir. Zîrâ bir darb-ı mesel olarak zikredilen “Akıl, akıldan üstündür.” düsturu, ehliyet ve liyâkat sahibi insanlarla istişârenin de lüzûmunu göstermektedir. Ferd ve toplum hayatındaki tekâmüle yardımcı olmak cihetiyle istişâre, Kur’ân-ı Kerîm tarafından da muhtelif âyetlerle emredilmiştir.
“…İşleri onlarla istişâre et!..” (Âl-i İmrân, 159)
“…Onlar işlerini şûrâ (istişâre) ile yürütürler …” (eş-Şûrâ, 38)
Mesnevî: “Evlâdım; her kimi Allâh tâlibi (Allâh’ı isteyen) görürsen, onun dostu ol, onun önünde saygı ile eğil!”
“Allâh’ı isteyenlerin, Allâh dostu olanların komşusu olursan, sen de Hakk’ı isteyenlerden olursun; onların sâyesinde, sen de nefs savaşını kazanırsın.” (c.3, 1446-1447)
Türkçemizde “Üzüm üzüme baka baka kararır.” diye bir darb-ı mesel vardır. Bu gerçek, tasavvufta “Hâl sârîdir.” yani “Hâl insandan insana geçer.” sûretinde ifâde edilir. Kimi sever ve onunla beraber olursan, onun hâli ile hâllenme istikâmetinde bir değişikliğe maruz kalırsın. Bundan dolayıdır ki, Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de “…Sâdıklarla beraber olunuz!” (et-Tevbe, 119) buyurmaktadır. Zîrâ insan, muhabbet ettiği kişinin kaderinden pay alır; onunla temayül ve duygularda müştereklik kazanır. Bu şekilde sâlihlerle beraberlik, müsbet yönde terakkîye vesîle olur.
Mesnevî: “Şunu iyi bil ki, bu dünyadaki fânî ve yalancı dostlar, sahte sevgililer, sonunda hepsi sana düşman olacaktır. Baş kesen düşman kesilecektir.”
“Hâlbuki sen, feryatlar içinde mezarda: «Ya Rabbi, beni yalnız bırakma!» diye Allâh’a yalvaracaksın.” (c.5, 1523-1524)
Dünya hayatında insanlar bir çok şeyle kalbî ünsiyet ve muhabbet peydâ ederler. Lâkin bekâ âlemine yolculuk sırası geldiğinde, onları terk etmek mecbûriyetinde kalırlar da bu şekilde dünyada iken sevilmiş ve bel bağlanılmış olan şeyler, hiçbir fayda sağlamaz. Dünyada sevilecek şeylerin zirvesini mallar ve evlatlar teşkil ettiği için, Cenâb-ı Hak, onların dahî bekâ âleminde bir fayda sağlamadığını “O gün mal ve evlatlar bir fayda sağlamaz. Ancak Allâh’a götürülen kalb-i selîm müstesnâ.” (eş-Şuarâ, 88-89)
buyurmaktadır. Bu gerçeği ifâde için şâir de:
Sanma ey hâce ki senden zer ü sîm isterler
“Yevme la yenfeu” da kalb-i selîm isterler
(Ey Hoca, «hiçbir şeyin fayda vermeyeceği o gün»de senden altın ve gümüş isteneceğini sanma!.. (O gün, tek geçer akçe, Allâh’ın huzuruna takdim edilen) selîm (arınmış) bir kalbdir.) demiştir.
Mesnevî: Kimin bir ölüye, yâni fânî bir varlığa sevdâsı varsa, o sevdâyı canlı ve diri varlığa kavuşmak için besler. Böylece fânî bir varlığı sevmek, aşka bir köprü olur da, onu ilâhî sevgiye ulaştırır.” (c.3, 545)
“Ey Hakk yolcusu, sen öyle bir diriye kavuşmak için, ona kavuşmayı umarak çalış çabala ki, o gönül verdiğin diri, bir müddet sonra cansız bir hâle gelip toprağa gömülmesin.”
“Hislerine kapılıp da bir saman çöpünü, yâni fânî bir güzeli, kendine yakın bir dost olarak seçme. Çünkü, ondaki sevgi ve yakınlık duygusu iğretidir. Sen kalıcı dostu ara.”
“Eğer Allâh’tan başka senin gönül verdiklerinde vefâ ve bağlılık olsaydı, senin en vefâlı yakının olan annen ile babanın dostluğu (şimdi) nerede?” (c.3, 547-549)
“Gönül verdiğin şeyin yaldızı, aslına gidip de o şey çirkinleşince, bakırı meydana çıkınca, yâni sevdiğin güzelliğini kaybedince, tabiatın ona doyar, ondan hoşlanmaz, onu boşlayıverir.” (c.3, 555)
“Fânî varlıklarda görülen güzellik, ilâhî güzelliğin iğreti olarak onlara aksetmesinden ibârettir. Akseden o nûr, günün birinde aslına geri dönecektir. Bu yüzden ey sâlik, iğreti/geçici güzelliklere bakma da, sen onun aslını, yâni o güzelliği vereni ara!”
“Güneşin duvara düşen nûru, yine güneşe gider. Sen duvara düşen nûra değil de, o nûru düşürene, yâni güneşe git; sana lâyık olan odur.”
“Mâdem ki oluktan su akmadı, yâni güzellerden vefâ görmedin; bundan sonra suyu, sen göklerden elde et.” (c.3, 558-560)
İnsandaki sevme meyli, aslında paha biçilmez bir hazinedir. Onun, olur olmaz yere sarfedilerek israf edilmesinin netîcesi, hüsrandır. Bu âlemde Allâh’dan gayri sevgiye mazhar olacak bütün dostlar, mutlak bir sûrette fânîdir. Bu yüzden sevginin, aşkın, vefâ ve dostluğun asıl hedefi Cenâb-ı Hak olmalıdır. Allâh -celle celâlühû- bir taraftan aklın kavrayamayacağı derecede uzak ve idrak ötesi (müte’âl); diğer taraftan kuluna şahdamarından daha yakın bir dost ve yardımcıdır. Kul, kalbî hayatı ile Rabbine yaklaşma gayreti içinde olursa; Cenâb-ı Hak da onun “Gören gözü, işiten kulağı, tutan eli olacağını…” (Zübdetü’l-Buhârî, 1107) müjdelemiştir. Bu hâl ile ilgili olarak; “…Allâh bize yeter; O ne güzel dost ve ne güzel yardımcıdır.” (Meselâ bkz. Âl-i İmrân, 173) denmiştir.
Bununla beraber meşrû beşerî aşk, yani Allâh’tan gayri bir varlıkla kalbî ünsiyet ve bağlılık geçici bir merhale olarak yaşandığı takdirde, bu hoş görülür. Zîrâ bu takdirde o, muhabbetullâha giden yolda bir merhale olur. Ancak kalb, o fânî varlığa takılıp kalırsa, muhatap putlaşır ve ilâhî vuslata engel olur. Eğer Mecnûn gibi, “Leylâ diye diye Mevlâ’yı buldum.” diyebilir ve fânî bir varlığa teveccühle başlayan meşrû muhabbeti, o fânî varlığa takılıp kalmayarak ilâhî aşka bir basamak olarak kullanabilirse ne mutlu!.. Yani aslolan “mutlak cemâl”dir. Onun tâlibi olmak, dünya hayatındaki en büyük ve en ulvî gâyedir.
Mesnevî: “Herkesin, her şeyin Kendisine muhtaç olduğu, lâkin kendisinin hiç bir şeye ihtiyacı bulunmayan Allâh’ın tertemiz Zât’ına yemin ederim ki, kötü yılan, kötü dosttan iyidir!”
“Kötü yılan, insanın canını alır. Fakat kötü dost, insanı ateşe atar, yakar yandırır!”
“İnsan, konuşmasa bile, kötü arkadaşından huy kapar! Gönül gizlice onun ahlâkını alır, benimser; onun kötü ahlâkını kendisine ahlâk edinir!”
“Doğruluktan nasibi olmayan, sermayesi bulunmayan arkadaş; sana gölgesini düşürür, senin sermayeni de alır gider!” (c.5, 2634-2637)
Yukarıda da söylediğimiz gibi, “hâl, sârî” yani “insandan insana geçici” olduğundan; iyi insanla beraberlik iyi tesire, kötü insanla beraberlik de kötü tesire mâruz kalmaya sebep olur. Bunu bir misâlle anlatan Peygamber Efendimiz:
“İyi ve kötü arkadaşın hâli güzel koku satanla körük çeken (demirci)nin hâline benzer. Misk satan, ya sana güzel kokusundan bir miktar meccânen verir ya da sen satın alırsın. (Yahud onunla bulunduğun sürece) onunla güzel koku koklamış olursun. Körük çeken kimse ise ya elbiseni yakar veya körüğün kötü kokusundan rahatsız olursun.” (Buhârî, Zebâih, 31) buyurmuştur.
İmam-ı Rabbânî hazretleri de kötülerle arkadaşlığın insana ne gibi felâketlere sürükleyeceği husûsunda şöyle bir misal vermiştir:
“Kumarbazlarla oturup kalkan kimse belki kumar oynamaz. Böylece kendisini kirlenmemiş hisseder. Ama onlarla bulunduğu müddetçe kumar oynamayı hoş görmeye başlar. Bu ise mânevî yıkımdır.”
Çünkü insanın herhangi bir günahtan korunmak için zarûrî olan böyle bir siper-i sâikayı, bilerek veya bilmeyerek terk etmiş bulunması, her ân o günaha düşme tehlikesini de beraberinde getirir. Zîrâ ham ve nâdân kişilerle beraberlik, nihayetinde onlara “zihnî yakınlık” peydâ eder. Bu yakınlık, zaman içinde “kalbî beraberlik”e döner ve insanı adım adım helâke doğru sürükler.
Mesnevî: Münafıklarla dost olmanın uğursuzluğu, mü’mini de onlar gibi çirkinleştirir ve âsî kılar.” (c.2, 2892)
Kötü ahlâklılığın en son haddi, nifaktır. İslâm’da münafıklığın derecesi; “kendi hâlinde bir kâfir”den daha beterdir. Çünkü başkalarını yanıltması îtibariyle zararı, müteaddî olmayan (başkalarına küfrünü aşılamaya çalışmayan) kâfirden bile fazladır. Bu bakımdan dostluk ve beraberlikten en çok zarar görenler, münafıkları dost edinenlerdir. Zîrâ zihnî alâka, zamanla kalbî akrabalığa döner. Bu da mü’minin iflas ve hüsrânına sebebiyet verir. Hazret-i Mevlânâ yukarıdaki beyitte bu gerçeğe işaret etmektedir.
Mesnevî: “Madem ki, bizim görüşümüzde bir çok hastalıklar vardır. O hâlde, git kendi görüşünü, dostun görüşünde yok et.”
“Bizim görüşümüze karşılık dostun görüşünü elde edebilmek, verilenin yerine alınan ne güzel bir karşılıktır. Onun görüşünde, bütün dilekler bulunur.” (c.1, 921-922)
Dostlar, acı da olsa hakîkati söylemeye çalışır. Dostunun kalıcı bir zarar görmesindense geçici olarak kırılmasını tercih ederek, doğruları söylemekten vazgeçmez. Mevlânâ, başka beyitlerinde kendisine danışmak isteyen birine, yardımcı olamayacağını söyleyen bir kişinin dilinden bu hakîkati şöyle anlatır:
“Adamın biri, bir türlü karar veremediği bir mesele hakkında, kat’î karara varmak, tereddütten kurtulmak için birisine danışarak onun fikrini almak istedi.
Danışmak istediği kişi dedi ki: “Bana güvenerek, bana danışmak için başvurman hoşuma gitti. Ama ben, senin dostun değilim ki! Sen benden başkasını bul da, danışacağını ona danış!
Ben, sana dost değilim; bana danışma! Dost olmayanın vereceği akıl ile başarıya ulaşılmaz!
Git; sana dost olan birini ara! Dost, şüphe yok ki, dostun hayrını ister!
Ben dost değilim; benim gibi birisinden sana fayda gelmez! Ben; eğri büğrü yürürüm, sana yanlış şeyler söylerim!
İyi insanlarla dost olup onlarla oturan kişi, külhanda bile olsa, gül bahçesinde oturuyor sanılır.
Fakat bahçede dost zannettiği kötü düşmanla beraber oturan kişi, külhanda oturuyor gibidir!
Aklını başına al da, benliğe kapılarak o samîmî dostu küçük görme, onu incitme!”
Mesnevî: “Gönül, her dosttan bir gıda alır. Gönül, her bilgiden bir mânevî zevk, bir safa, bir arınma elde eder.” (c.2, 1089)
“Buluştuğun herkesten mânevî bir gıda alırsın, mânevî bir şey yersin. Kavuştuğun her güzel dosttan da bir şeyler alırsın.” (c.2, 1091)
Yukarıda da ifâde ettiğimiz gibi, dost olacağımız kimseyi iyi seçmemiz gerekir. Mevlânâ’nın bu beyti, iyi insanlarla dost olmanın sağlayacağı faydaya işaret etmektedir. Zîrâ evvelce de söylediğimiz gibi hâller sirâyet eder. Hâlin akış kanalı ise muhabbettir. İnsan beraber olduğu bir kimseye duyduğu muhabbet nisbetinde onun hâliyle hâllenir. Nefret bu rûhî alış-verişi önlerken, muhabbet kendisindeki şiddet kadar kalbî alış-verişin hızlanıp çoğalmasına sebep olur.
Mesnevî: “Sen, kaskatı bir taş veya mermer parçası olsan, bir gönül sahibine erişebilirsen cevher olursun.”
“Temiz erlerin sevgisini gönlüne yerleştir. Âriflerin muhabbetinden başka bir şeye gönül verme.”
“Ümitsizlik tarafına gitme, ümid kapıları vardır. Karanlıklar semtine varma, güneşler parlamaktadır.”
“Gönül, seni gönül ehlinin, âriflerin mahallesine doğru çeker, ten ise seni su ve çamur hapsine koymak ister.”
“Aklını başına al da, bir gönül arkadaşının sohbeti ile gönlüne gıda ver.” (c.1, 722-726)
Nefs, insanı süflî istikâmetlere sevkeder. Bunun için azgın bir atı terbiye eden sahibi gibi onu; ilim, ibâdet ve Allâh yolunda yürüyenlerin mânevî ikliminde terbiye edip sâlih hâle getirmek lâzımdır.
Bu iş için ilim lâzımdır, ama yeterli değildir. İlim ehli, ilmini irfâna çevirmeli, hâl ve davranış olgunluğuna erişmelidir. Böylece akıl ve kalbin fonksiyonları müşterek ve âhenkli bir şekilde hareket etmiş olur. Aksi hâlde kuru ilim de insanı, gurur, benlik ve helâke sürükleyebilir.
Nefsin birçok merhalesi vardır. Hiç terbiye görmemiş bir nefs, “emmâre”dir. Bu, sahibine daima kötülüğü emreder, ancak o terbiye edile edile “levvâme”, “mülhime” ve “mutmainne” derecesine kadar yükselir, o zaman bu azgın nefis, sahibine itaatli bir at gibi onu menzil-i maksuduna ulaştırır. Gerçek kulluk kendini bu merhalede gösterir. Allâh’ın -celle celâlühu- izni ile daha da ötelere tekâmül ettikçe “râdıyye”, “merdıyye” ve “kâmile” makamlarına ulaşır. Bu hâle ulaşabilmenin temel sâiklerinin başında, Allâh dostlarıyla beraberlik ve onlara kalbî muhabbet gelir. Ham nefs bunu arzu etmez. Başlangıçta insanı süflîlerle beraber olmaya zorlar. Lâkin her güçlükte bir kolaylık olduğu gibi bu işte de bir kolaylık vardır. Elverir ki, o yola tevessül edilsin. Diğer taraftan, insanın -icabında- melekten üstün bir mevkîye yükselebilmesi terbiye edilmiş nefs sayesindedir. O derecede ki, Âdem -aleyhisselâm-’a ilk yaratılışında meleklerin secde etmesi yönündeki ilahî emir de insanın nefse mâlikiyeti sebebiyledir. Çünkü melek, hiçbir engele mâruz kalmadan Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ettiği hâlde, insanoğlunun bunu başarabilmesi nefs engelini aşabilmesiyle mümkün olmaktadır. Bu sebeple insanın Allâh’a vâsıl olmakla elde ettiği zafer, bu güçlük sebebiyle meleklerinkinden daha fazla takdir ve mükâfâtı icab ettirmektedir.
Mesnevî: “Bir dosta, dostun cefâsı nasıl ağır gelir? Cefâ ve ızdırap bir şeyin içi gibidir. Dostluk onun kabuğuna benzer. Dostluğun belirtisi belâlardan, âfetlerden, mihnetlerden hoşlanmak değil midir? Dost altın gibidir. Belâ ise ateşe benzer. Hâlis altın ateş içinde saf bir hâle gelir.” (c.2, 1459-1461)
Eskilerin bir tabiri vardır: “İnsanın asili mihnette, madenin asili ateşte belli olur.” derler. Gerçekten lutuf gibi kahır da bizim içindir. Lâkin bu iki tecellîye de muhatab olanlarda ayak kayması gibi müthiş bir tehlike vardır. Kahır tecellileri karşısında sabredip esbâba tevessül şartıyla rızâ göstermek, onlardan istifâdeyi, yani rızâ-yı ilâhîyeyi netîcelendirdiği hâlde, isyan etmek helâke götürür. Lutuf da bir mânâda böyledir. Lütfu Allâh’tan bilip şükretmek, büyük bir feyz ve berekete sebep olduğu hâlde, onu kendi gücünden zannedip kibir ve gurura kapılmak da helâkle netîcelenir.
Hak dostları, yani büyük ruhlar; idrak ve iz’ânlarını öylesine vahiyle terbiye etmişlerdir ki, onlar kahırdan da, lutuftan da kârlı çıkar, zarara uğramazlar. Onun için böyleleri, “Kahrın da hoş; lütfun da hoş!” diyebilirler. Rabbimizin lütfuyla biz de öyle olmaya çalışmalıyız. Kahırdan da, lutuftan da gerçek istifâde, ön plandaki sebeplere değil, “müsebbibu’l-esbab” yani en kökteki sebebi kavrayarak Allâh’tan râzı olmaya bağlıdır. Bunu yapabilenler “rızâ” makamına ererler ki, Hazret-i Mevlânâ yukarıdaki beyitlerle bunu ifâde etmektedir.
Mesnevî: “Başımıza gelen belaların rüzgârı çok sert esmede, ömrümüzün mumu ise sönmek üzere; çabuk olalım, çabuk davranalım da ömrümüzün mumundan bir başka mum uyandıralım, bir başka mum elde edelim.”
“O iki mumdan birini rüzgâr söndürürse, bari öbürü ile yolumuza devam edelim.” (c.6, 3108-3109)
Hazret-i Mevlânâ yukarıdaki beytinde de aynı gerçeği ifâde etmekte ve hiçbir zaman ümitsizliğe düşmemeyi telkin etmektedir. Bilhassa ayak kaydıran hâl ve davranışlara karşı teyakkuz hâlinde bulunmalıdır. Çünkü Cenâb-ı Hak, her kul için son nefese kadar affına mazhariyeti va’d buyurmuştur. Yeter ki, gerçek mânâsıyla bir nedamet yaşanabilsin.
Mesnevî: “Âh, tabiatı bize uymayan dostun verdiği ıztıraplardan!.. Âh, onların kalbimizde açtığı derin yaralardan! Ey ulu kişiler, ey büyük insanlar; aklınızı başınıza alın da kendinize iyi dostlar, uygun arkadaşlar arayınız!” (c.6, 2950)
“Kendine gel de, görünüşe kapılma, güzel sûrete tapma; öyle bir söz de söyleme! Aynı cinsten oluşu görünüşte, sûrette arama!” (c.6, 2953)
Dostluk, müsbet veya menfî vasıflardaki ortaklıktan kaynaklanır. Gerçek dostluk ise yalnız samîmî ruhlarda barınır. Bu vasfa, insan şahsiyetinin en yüksek kademelerinde rastlanır. Her hâdise karşısında, iki kişinin aynı duygulara sahip olması ile dostluk yaşatılır. Gerçek dostluk, iki gönül arasındaki cereyan hattıdır. Bu cereyanla, yani muhabbet akışı netîcesinde, sevilenin her hâli sevene sirâyet eder. Gönüldeki aşk deryaları coşmaya ve sevda güneşleri tutuşmaya başlar. Bu îtibarla, müşterek duygulara sahip olmayanların, arkadaşlık ve kardeşlik gibi zahirî ve tesâdüfî yakınlıklarının dostlukla alâkası yoktur. Zîrâ Ebû Leheb, Hazret-i Peygamberin öz amcası olduğu hâlde, O’na en uzak düşen bedbahtlardan biriydi.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
DOSTLUĞUN HAKÎKATİ
Muhabbet, iki kalb arasında bir cereyan hattıdır. Sevenler, hiçbir zaman sevdiklerini gönüllerinden ve dillerinden düşürmezler. İmkânlarını sevdiklerine cömertçe sunmak sûretiyle, ömür boyu bu fedâkârlıklarının huzûru içinde yaşarlar.
Umûmî mânâsıyla dostluk, şahıslar arasındaki müsbet veya menfî berâberlik ve müşterekliklerden kaynaklanır. Hakîkî dostluk ise, yüksek şahsiyetlerin samimî ruhlarında barınır. Dostluğun zirve seviyede yaşanması da, her hâdise karşısında, iki kişinin aynı duygulara sâhip olması, âdeta iki bedende bir yürek hâline gelmesiyle mümkündür.
İnsan, gönül verdiğine meftun ve hayran olur. Muhabbet akışı netîcesinde, sevilenin her hâli sevene sirâyet eder. Gönüldeki aşk deryâları coşmaya ve sevdâ güneşleri tutuşmaya başlar. Netîcede kendi irâde ve ihtiyârını terk edip sevdiğini taklide yönelir. Bu îtibarla bir mü’min, her husustaki gayretlerinde «muhabbet» iksirini kullanmasını iyi bilmelidir.
Hakîkî bir muhabbet, zahmetleri rahmete inkılâb ettirdiği için, sevilenin kahrı da lutfu gibi hoş karşılanır. Bir kimsenin muhabbetinin hakîkî olup olmadığını anlamak ve seviyesini ölçmek için, sevdiğinin kahrına ne kadar tahammül gösterebildiğine bakmak kâfîdir.
Hazret-i Mevlânâ, hakîkî muhabbet ve dostluğun, ancak dosttan gelen ezâ ve cefâyı dahî hoş karşılamakla, ona rızâ ve teslîmiyet göstermekle mümkün olabileceğini aşağıdaki hikâyede şöyle anlatır:
“Bir efendiye, ziyârete gelen yakın dostları hediye olarak kavun getirmişlerdi. O da sevdiği, gönüldaşı, derin duygulu sâdık hizmetkârı Lokman’ı çağırttı.
Lokman gelince, efendisi kavundan bir dilim kesip, ona ikrâm etti. Lokman o dilimi sanki bal gibi, şeker gibi yedi. Öyle hoşlanarak öyle zevkle yemişti ki, onu görenlerin de iştahları kabarıyor, ona âdeta imreniyorlardı. Efendisi ona ikinci bir dilim daha verdi. Zîrâ efendisi, Lokman’ın duyduğu bu lezzet karşısında huzur buluyordu. Derken kavundan son bir dilim kaldı. O zaman efendisi:
“–Bunu da ben yiyeyim de ne kadar tatlı bir kavun olduğunu anlayayım!” dedi.
Efendisi o dilimi yer yemez, kavunun acılığından ağzını bir ateş kapladı. Dili uçukladı, boğazı yandı. Kavunun acılığından kendinden geçti. Ondan sonra Lokman’a:
“–Ey benim cânım hizmetkârım! Ey benim cihânım!” dedi. “Böyle bir zehri, nasıl oldu da tatlı tatlı yedin? Böyle bir kahrı, nasıl oldu da lutuf saydın? Bu ne sabırdır? Kim bilir, şimdiye kadar ne acılara katlandın ve sabrettin? Yoksa sen tatlı canına düşman mısın? Neden bir şey söylemedin? Neden; «Beni mâzur görün, şimdi yiyemem!» demedin?”
Lokman dedi ki:
“–Ben, siz efendimizin elinden o kadar tatlı yemekler yedim, maddeten ve mânen o kadar nâdide gıdalar aldım ki, size, bunlar için mukâbelede bulunamadığımdan dolayı utancımdan iki büklüm olmuşumdur. Elinizle sunduğunuz bir şeye, nasıl olur da «Bu acıdır, yenilemez.» diyebilirim?!. Hem, sizin elinizle gelen her acı, bana tatlı gelir. Çünkü bedenimin her hücresi, sizin nîmetlerinizle perverde olmuştur.”
Sonra Lokman, heyecan ve muhabbet dolu sözlerle içini dökmeye şöyle devâm etti:
“–Efendim! Sizden gelen bir acıdan feryâd edersem, başıma yüzlerce defa toprak saçılsın. Lutufkâr elinin tadı, bu kavunda nasıl acılık bırakır? Muhabbetten acılar tatlılaşır, muhabbet yüzünden bakırlar altın olur. Muhabbet ile tortular durulur, arınır. Muhabbetten, dermansız dertler şifâ bulur. Muhabbetten ölüler dirilir. Muhabbet yüzünden pâdişahlar kul olur. Muhabbetten zindanlar gül bahçelerine döner. Muhabbet yüzünden karanlık evler aydınlanır, nûrlanır. Muhabbet yüzünden nâr, nûr olur. Muhabbet yüzünden, çirkin bile hûri kesilir. Muhabbetten kederler, üzüntüler neşe olur, sevinç olur. Muhabbet yüzünden, yoldan çıkaran, yol kesen, yol gösterici ve saâdet rehberi olur. Muhabbet yüzünden hastalık, sıhhat ve âfiyete çevrilir. Muhabbetten kahır rahmet olur.”
Muhabbet, yaratılıştan gelen kalbî bir temâyüldür. Ancak kalbdeki muhabbetin seviyesi, muhabbet duyulanın ulviyyetine münâsip derecede olmalıdır. Bu îtibarla, kalbdeki muhabbet istîdâdının nihâî muhâtabı, Allâh -celle celâlühû-’dur. Lâkin kalbin Allâh muhabbeti gibi son derece yüksek bir muhabbete muktedir olabilmesi için, daha önce tâkat getirebileceği bâzı mecâzî muhabbet temrinleriyle merhale kat etmesi îcâb eder.
Varılacak nihâî gâye olan “Hakk’a vuslat”ı unutarak; mal, mülk, mevkî, servet, âile ve evlâd gibi fânî muhabbet merhalelerinden birinde takılı kalmak, gönül âleminin zaafa uğratılıp ziyân edilmesi demektir. Bundan kurtulmak için bütün fânî muhabbetlerin “muvakkat” merhaleler olduğunu hatırdan çıkarmayıp onlara karârınca değer vermek ve onları ilâhî muhabbete vâsıta kılmak zarûrîdir. Esâsen onlar, kalbin Allâh muhabbetini taşıyabilecek bir istîdâd kazanması için gerekli merhalelerdir. Fânî muhabbetlerin ilâhî muhabbete basamak olması, îmânın bir lezzet hâline gelmesine vesîle teşkîl eder. Beşerî endişe ve takıntılarını aşarak kâmil bir îmân ile âkıbetini düşünen her idrak sâhibi kolayca anlar ki; sonsuz isteklere, zevk u safâlara, gel-geç fânî sevdâlara bir sınır çizerek muhabbeti, ilâhî maksada yönlendirmek, yaratılış gâyesinin muktezâsıdır.
Fânî varlığının nefsânî arzularından sıyrılarak ilâhî varlığa râm olan kul, ölümsüzlüğe kavuşur. Böylece fânî varlığının toprak olmasından sonra da ömrü devâm eder. Bunun en tipik misâli, Leylâ’ya duyduğu mecâzî aşkı gönül âleminde tekâmül ettirerek Mevlâ aşkına ulaşan Mecnûn’dur. Eğer Mecnûn, Leylâ’da takılıp kalsaydı, fânî muhabbetlerin binlerce emsâllerinden biri olurdu. netîcede ismi asırlarca anılmaya lâyık olmaz, mâzîde gömülü kalırdı.
Hak ve hakîkatler, sadece satırlardan okunarak değil, sadırlardaki, yâni gönüllerdeki muhabbetle tanınır. Kalb, fânîlere duyulan muhabbet kademelerini aşıp Hak muhabbeti ile dolarsa, işte o zaman bütün sırlar, hakîkatler ve güzellikler gönüllere akseder. Bu bakımdan kişiyi ebedî saâdete götürecek hakîkî dostluk, “Hak ile kurulabilen dostluk”tur.
Aşağıdaki hikâyede, efendi ile köle arasındaki şu mükâleme, Hak ile dostluğun hakîkatini ne güzel ifâde eder:
Adamın birisi bir köle satın almıştı. Köle, dîn ve salâh ehlinden, takvâ sâhibi bir mü’min idi. Efendisi onu alıp evine götürünce, aralarında şöyle bir konuşma geçti:
Efendi:
“–Benim evimde neler yemek istersin?”
Köle:
“–Ne verirsen onu.”
Efendi:
“–Nasıl elbiseler giymek istersin?”
Köle:
“–Nasıl elbise giydirirsen onu giyerim.”
Efendi:
“–Evimin hangi odasında kalmak istersin?”
Köle:
“–Hangi odada kalmamı istersen orada.”
Efendi:
“–Evimin hangi işlerini yapmak istersin?”
Köle:
“–Hangi işleri yapmamı istersen onları.”
Bu son cevâbın ardından, efendi bir müddet tefekküre daldı ve gözlerinden süzülen yaşları silerken şöyle dedi:
“–Keşke, ben de Rabbimle böyle (dost) olabilseydim. O zaman ne mutluydu bana!..”
Bu arada köle dedi ki:
“–Ey benim efendim! Efendisinin yanında, kölenin irâde ve ihtiyârı olur mu?..”
Bunun üzerine efendi:
“–Seni âzâd ediyorum. Allâh için hürsün. Fakat, benim yanımda kalmanı da arzu ediyorum. Tâ ki canım ve malımla sana hizmet edeyim…” dedi.
Kim ki, Allâh’ı hakkıyla tanır ve ona gerçek bir muhabbetle yönelirse onda ne irâde kalır, ne de ihtiyâr. (Bu durumda) o yalnız şöyle der:
“–Allâh’tan istekte bulunmak benim neyime?!.”
Hakk’ı seven bir mü’min, hakîkatte hiçbir şeye mâlik olmadığının idrâk ve şuurunda olmalıdır. Zîrâ sevdiğine her şeyini teslîm etmesi îcâb eder. Muhabbet, fedâkârlık gerektirdiği için mâlikiyet ile imtizâc etmez. Muhabbet, gönülde tabiî olarak maddî ve mânevî bir ikram meyli doğurur. Bu da muhabbetin şiddeti nisbetinde gerçekleşir. Bu sebepledir ki, insanlar en büyük bedelleri, muhabbet duygusu mukâbilinde öderler. Bu, muhabbetin şiddetine bağlı olarak, sevilen uğruna hayat nîmetinden vazgeçmeye kadar varabilen bir fedâkârlık tablosu şeklinde tezâhür eder. Nitekim Yüce Mevlâmız bir âyet-i kerîmede bu husûsu şöyle te’yid eder:
(En) sevdiklerinizden infak etmedikçe birre (gerçek iyiliğe) ulaşamazsınız!..” (Âl-i İmrân, 92)
Bu bakımdan Rabbini seven ve sevgisinin hakîkatine sâdık olan kişi, “nefsini, her türlü imkânlarını ve âkıbetini” O’na teslîm eder. Zîrâ Allâh ve Rasûlü’nün dostluk ve muhabbeti, her bir mü’minin ona sahip olduğunu iddiâ edeceği kadar kolay kazanılacak bir seviye değildir.
Hakîkî dostluğun ve muhabbetin şartı, sevdiğinin yanında, sevenin hiçbir irâdesinin bulunmamasıdır. Hazret-i İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın, Hak dostluğunun zirvesini teşkil eden şu hâli ne kadar ibretlidir:
Hazret-i İbrâhîm -aleyhisselâm-, Nemrud tarafından ateşe attırılırken kendisine yardım etmek üzere gelen meleklere:
“–Ateşi (esas) yakan kimdir? O benim her hâlimi biliyor. Sizden bir talebim yok! (Dost’la Dost’un arasına girmeyin.)” buyurmuştur.
O’nun, Rabbine olan teslîmiyeti netîcesinde, dağ gibi ateş, bir gülistan hâline döndü.
Daha sonra Hazret-i İbrâhîm -aleyhisselâm-, neslinden bir peygamber gelmesi için duâ etti, Cenâb-ı Hak ona ihtiyar yaşında bir evlâd ihsân eyledi. Hazret-i İbrâhîm -aleyhisselâm- onu çok sevdi. O mâsum, İbrâhim -aleyhisselâm-’ın kalbinde taht kurdu. Dostluğun nişânesi ve bir imtihânı olarak, onu da Dost’una fedâ etmesi îcâb etti. Lâkin evlâdına duyduğu engin muhabbet, onu, gördüğü rüyâ hakkında tereddüde düşürdü. Tâ ki, aynı rüyayı üç sefer görünce, gönlü itmi’nâna erdi. Bu hususta vesvese vererek yolunu kesmeye kalkan iblisi taşladı.
O, fânî muhabbetini Bâkî olan Dost’unun muhabbeti uğrunda kurbân etmeye götürdü. Bâkî Dost’u da, ondaki bu kararlılığı gördükten sonra, bir koç indirerek yavrusunu ona bağışladı ve onun bu dostluk nişânesi mukâbilinde şöyle buyurdu:
“…Ey İbrâhîm, rüyâna sadâkat gösterdin, Biz, ihsan sâhiplerini böyle mükâfatlandırırız. Bu gerçekten çok ağır bir imtihandır.
Biz, oğluna bedel ona büyük bir kurban verdik. Geriden gelecekler arasında ona iyi bir nâm bıraktık. İbrâhîm’e selâm, dedik.” (es-Sâffât, 104-109)
Böylece, Hazret-i İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın Hak ile dostluğu bütün bir beşeriyete tescil edildi.
Hak ile dost olanlar, Hakk’ın mahlûkâtıyla da dost olurlar. Hakk’ın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı kazanırlar. Dostluğun şâhikasında bulunan Fahr-i Kâinât Efendimiz de, Taif’te taşlanırken hakîkî dostu olan Rabbine, o beldenin halkı için duâ ediyordu.
Yine Hak dostlarından, ağır bir dostluk imtihanına tâbi tutulan Hallâc-ı Mansûr, kesif tecellîler altında kalmış, vecdine hâkim olamayıp ağyâre, mahrem olan sırları fâş etmişti. Bu sebeple, onun muhatab olduğu mânevî hâllerden habersiz halk tarafından taşlanırken:
“Yâ Rabbî! Benden evvel beni taşlayanları affet. Çünkü onlar benim yaşadıklarımı bilmiyorlar. Bana da ancak din gayreti ile saldırıyorlar.” diyerek, insanlara karşı af ve merhametin nasıl olması gerektiğini gösteriyor; aynı zamanda Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzının şaheser nümûnelerinden birini sergiliyordu.

İnsan, ancak nefs engelini aştıktan sonra, ibtilâ ve meşakkatlere lâyıkıyla sabır gösterebilecek ve onları gönderene karşı râzı olabilecek bir dirâyete erişir. Bunlar, mâneviyat yolundaki med-cezirlerin cilveleridir. Onun için büyük mükâfâtlar ve dostluklar, dâimâ büyük mukâvemet, sabır, sebat ve tahammüllerin ardından gelir.
Bu mertebedeki mü’minlerin nazarında, hayatın gam ve sürûru birdir. Zîrâ dünyâdan kalben koptuklarından, hayâtın sevinç ve kederleri onlar için müsâvî hâle gelmiştir. Hayır veya şer, her ne takdîr olunmuşsa hepsini Cenâb-ı Hak’tan bilip râzı olurlar.
Aşağıdaki şu mısrâlar, bu hâli ne güzel ifâde eder:
Hoştur bana Sen’den gelen,
Ya gonca gül, yâhud diken!
Ya hil’at ü yâhud kefen,
Kahrın da hoş, lutfun da hoş!
Gâyet kolaylıkla okunabilen şu kıtadaki gerçeklerin hayata tatbik edilmesi ne kadar azîm bir güçlük taşımaktadır. Ancak “râdıye” makâmında gerçekleşebilen bu veya benzeri sözleri, nefsinde bir varlık vehmine kapılarak veya taklîd hevesiyle, vaktinden önce ve fütûrsuzca terennüm etmekten sakınmak gerekir. Zîrâ bu takdîrde, onlar birer iddiâ mâhiyetini taşırlar ki, Cenâb-ı Hak, kulunun söylediği bu sözde samîmî olup olmadığını imtihan ederse, pek çok kulun bu yolda yaya kalacağından korkulur!
Hâsılı kalbin safâsı, Hakk’tan gelene rızâ göstermekte gizlenmiştir. Bunun aksi hiçbir hareket, fayda getirmez. Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:
“Sen, Allâh’ın verdiklerine râzı olmadıkça, rahat etmek ve kurtulmak ümidi ile nereye kaçarsan kaç, orada karşına bir âfet çıkar; gelecek olan belâ gelir ve yine sana isâbet eder.”
“Bilesin ki, bu fânî cihânın hiçbir köşesi tuzaksız değildir. Hakk’ı gönülde bularak ve O’na sığınarak, O’nun mânevî huzûrunda yaşamaktan başka kurtuluş ve rahat yoktur. Bak; bu fânî âlemde en emin yerlerde yaşayanlar da en güçlü zannedilenler de nihâyet ölümün kucağına düşmüyorlar mı?”
“Sen fânî tuzaklardan emin olmaya değil, Hakk’a sığınmaya bak! O dilerse senin için zehri şifâ yapar, dilerse suyu zehir hâline getirir!”
Yâ Rabbî! Biz âciz kullarını Hak dostlarının gönül iklîminden lâyıkıyla müstefîd eyle!

«لاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُون» “…Onlara herhangi bir korku yoktur ve onlar mahzûn da olmazlar.” (Yûnus, 62)
âyet-i kerîmesinin tecellîsinden bizlere hisseler nasîb eyle!..
Âmîn!..
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
(Mesneviye göre) EZELÎ MUHABBET ve VARLIK NÛRU
Mesnevî: “Gel ey gönül! Hakîkî bayram, Cenâb-ı Muhammed -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e vuslattır. Çünkü cihânın aydınlığı, O mübârek varlığın cemâlinin nûrundandır.” (c.6, 1861)
Ezelde yalnız kendisi var olan Cenâb-ı Hak, insanlar ve cinlerin idrâkleri seviyesinde bilinmeyi (mârifetullâhı) ve bunun bir netîcesi olarak ibâdetlerle kullarının seviye kazanarak kendisine daha yakın olmalarını murâd ettiği için bu cihânı yaratmıştır. Bu yaratılışta ilk vücud bulan “Nûr-i Muhammedî”dir. Bu hususta Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
Âdem, rûh ile cesed arasında iken ben nebî idim.” (Tirmîzî, Menâkıb, 1) buyurmuştur. Öyleyse Peygamber -aleyhissalâtu vesselâm-’ın aslî cevheri olan nûr-i Muhammedî; yaratılışta ilk olmasına mukâbil, beden giydirilerek nebî ve rasûl sıfatıyla bütün bir insanlığa rahmet olarak gönderilişi ile de en sondur. Peygamberlik takvimi, varlığın ilki olan “Nûr-i Muhammedî” ile başlamış; son yaprağı da “Cismâniyet-i Muhammedî” ile tamamlanıp kemâle erdirilmiştir.
Nûr-i Muhammedî, “Hakikat-i Muhammediye”nin özü, aslı ve mayasıdır. Nasıl değerli bir mücevher, çıplak bir sûrette takdim olunmaz ve birtakım nâdide ambalajlarla zarif mahfazalar içine konursa, bütün varlıklar da “Nûr-i Muhammedî” karşısında o mevkîdedir. Onun izzet-i hakkı için yaratılmıştır. Buna göre varlığın ilk sebebi, Cenâb-ı Hakk’ın bizzat kendi varlığı; ikinci sebebi ise “Nûr-i Muhammedî”yi sâir varlıklar ile zarflandırmak ve süslemek gereğidir. Nitekim, diğer bir hadîs-i şerifte şöyle buyrulmaktadır:
“Âdem -aleyhisselâm-, cennetten çıkartılmasına sebep olan zelleyi işlediğinde, hatâsını anlayıp:
“–Yâ Rabbî! Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hakkı için, Sen’den beni bağışlamanı istiyorum.” dedi. Allâh Teâlâ:
“–Ey Âdem! Henüz yaratmadığım hâlde Muhammed -sallallâhu aleyhi ve sellem-’i sen nereden bildin?” buyurdu.
Âdem -aleyhisselâm-:
“–Yâ Rabbî! Sen beni yaratıp bana rûhundan üflediğinde, başımı kaldırdım, arşın sütunları üzerinde “Lâ ilâhe illâllâh, Muhammedü’r-Rasûlullâh” cümlesinin yazılı olduğunu görünce anladım ki, Sen, zâtının ismine, ancak yaratılmışların en sevimlisini izâfe edersin!” dedi.
Bunun üzerine Allâh Teâlâ:
“–Doğru söyledin ey Âdem! Hakîkaten o, Bana göre mahlûkâtın en sevimlisidir. Onun hakkı için Bana duâ et. (Mâdem ki duâ ettin), Ben de seni bağışladım. Şâyet Muhammed -sallallâhu aleyhi ve sellem- olmasaydı seni yaratmazdım!” buyurdu.” (Hâkim, Müstedrek, II, 672; Beyhakî, Delâil, V, 488-489)
Muhabbet, insanda kalbin varlığının ilk alâmetidir. Bu hâlin kemâli ise en lâyıkına, yani muhabbetin hâlıkı, Allâh Teâlâ ve O’nun sevgili Rasûlü’ne duyulan muhabbettir.
Mesnevî:
“Ey oğul! Bütün dünyâyı, ağzına kadar ilimle, güzellikle dolu bir testi bil. Fakat bilesin ki, bu ilim ve güzellik, zuhûru zâtının muktezâsı olan ve zuhûr etmemesine imkân bulunmayan Allâh’ın Dicle’sinden bir katredir. O gizli bir hazîneydi. Marifetine muhabbet etti. Böylece o hazîne, pek dolu olduğundan yarıldı, kendisini izhâr etti. Toprağı, göklerden daha parlak bir hâle getirdi. Gizli bir hazîneyken coştu; toprağı, atlas giyen bir sultan hâline getirdi.” (c.1, 2860-2863)
Allâh, zaman ve mekândan münezzehtir. O, zamansız ve mekânsız bir âlemde, zâtî hakîkati sadece Kendisine mâlum bir sûrette mevcuttur.[SUP]6[/SUP] Cenâb-ı Hakk’ın bu mevcûdiyeti mutlak, diğer yaratılan bütün varlıkların vücûdu ise, izâfîdir.
Buna göre ezelde yalnız Kendi var olan ve var olmak için başka bir var ediciye muhtaç bulunmayan Cenâb-ı Hak, insanlar ve cinlerin idrakleri seviyesinde bilinmeyi ve bu bilginin doğurduğu vicdânî bir zarûretle ibâdetlerle tekrîm olmayı murad eylediğinden, “âlem-i kesret” (çokluk âlemi) denilen bu cihânı yaratmıştır. Bu gerçek, Év«[SUP]p[/SUP]Ørîne Gkõrænc oâræoc
yani “Ben, gizli bir hazineydim…” (İsmâil Hakkı Bursevî, Kenz-i Mahfî) sûretindeki hadis-i kudsî ile bildirilmiştir. Bu hadîs-i şerîf, içinde yaşadığımız âlemin varlık sebebi ve hikmetini kavramak ve o hikmeti gerçekleştirmeye yönelmek üzere, bütün insanlık için en temel bir hayat düstûrudur.
Mesnevî: “Bil ki, içi ilâhî aşk ve muhabbetle dolu olmayan insan, ne kadar zavallıdır; belki hayvandan daha aşağıdır. Zîrâ Ashâb-ı Kehf’in köpeği dahî aşk ehlini aradı, buldu, rûhânî bir safâya erişti ve o has kullarda fânî olarak cenneti kazandı.” (c.2, 1425; 1428)
Ashâb-ı Kehf, Kur’ân’da anlatılan mü’min ve muvahhid gençlerden oluşan küçük bir topluluktur. Bu gençler, içlerinde bulundukları toplumun küfür, fesad ve zulmünden uzaklaşarak, îmânları istikâmetinde yaşamaya gayret etmişler ve bu îmânlarını açıklamaktan çekinmemişlerdir. Ancak o zâlim topluluk arasında can emniyetleri kalmadığı için yaşadıkları şehri terk ederek, bir mağaraya sığınmışlardır. Yolda, bir köpek (Kıtmîr) de onlara katılmış ve mağarada kendilerine bekçilik yapmıştır. Bu îmânlı gençleri takip eden ülkenin kralı Dakyanus ve askerleri, mağaranın ağzına kadar gelmiş, fakat onları kılıçtan geçirmek yerine mağaranın giriş bölümünü taşlarla kapatarak, onları, bu hâl üzre ölüme terk etmiştir. Aradan üçyüz küsur yıl geçmiş, mağaradaki bu gençler Allâh’ın bir lütfu olarak bu süre boyunca uyuyakalmışlar ve nihayet uyanmışlardı.
Hazret-i Mevlânâ, bu îmânlı gençler hakkında Kur’ân-ı Kerîm’de nakledilen (el-Kehf, 9-22. âyet-i kerîmeler) kıssada, Kıtmîr’in hâline dikkat çekerek; gerçek îmân ve aşk ehilleri ile beraberliğin, bir köpeği dahî, “cennet ehli” olmaya kadar varacak bir safâya eriştireceğini bildiriyor. Böyle kimselerle beraberliğin, bir köpeğe bile hayal ötesi bir nimetin takdir edilmesini zikrederek bizi, onun yerinde bulunabilecek bir insan için, nasıl büyük nimetler takdir edileceğini düşünmeye sevk ediyor. Bu sûretle, sâdıklarla ve sâlihlerle beraber olmamızdaki berekete işaret ederek bizleri bu yolda yürümeye teşvik ediyor. Esasen Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de “…Sâdıklarla beraber olunuz.” (et-Tevbe, 119) buyurduğundan bu keyfiyet, aynı zamanda Kur’ânî bir irşaddır.
Nitekim Peygamber Efendimiz, cennette hayvanlar bulunmayacağı hâlde Kıtmîr’in ve fârikalarından dolayı birkaç hayvanın cennete girmeyi hak ettiğini haber vermiştir.
Mesnevî:“Muhabbet, bulanık suları berraklaştırır. Gerçek muhabbet, ölü kalbleri diriltir; pâdişâhları bile kul-köle eyler!..” (c.2, 1530-1531)
Mevlânâ’nın muhabbet için, “Bulanık suları berraklaştırır.” buyurması, aşk ve muhabbetin, insan hayatındaki feyizli netîcelerine işarettir.
Hakîkaten muhabbet tahakkuk edince zahmet, rahmete inkılap eder; güçlükler kolaylığa dönüşür. Bir kimse aşkla yöneldiği bir yolda, karşılaştığı güçlükleri aşmak için muhabbet sâyesinde bir kudret, liyâkat ve dirâyet kazanır. Ferdî ve tabiî hayatta bile karşılaşılan zorluklar, yaptığı işi seven insanlar için, muhabbetinin gücü nisbetinde yok olur veya küçülür, ehemmiyetsizleşir. Nitekim ashâb-ı kirâm, İslâm dinine bağlılıkları, Allâh’a ve Peygamber Efendimize muhabbetleri sebebiyle, bu yüce dinin tebliği için Çin, Semerkand ve İstanbul gibi uzak diyarlara zorlu, çetin ve çileli seferler yapmışlar, ama bu onları yormamıştır. Zîrâ sînelerinde taşıdıkları risâlet nûrunun izleri ve îmân aşkı, bu uzun ve meşakkatli seferlerde çektikleri çileleri kendileri için âdeta bir lezzet hâline getirmişti. Ferhat’a da dağları delmek; mecâzî ve fânî aşkı sayesinde kolaylaşmış ve o, bu güç işin üstesinden zevkle gelmişti.
Muhabbet, yöneldiği varlığın sevilmeye liyâkati ölçüsünde şiddetli olur. Bu bakımdan muhabbetlerin en ulvî ve en feyizlisi, “muhabbetullâh”tır, yani kulun Rabbine karşı olan sevgi ve aşkıdır. Çünkü ondan başka büyük bir aşk ile yönelmeye lâyık hiç bir varlık yoktur ve olamaz. Zîrâ muhabbetin hâlıkı, O’dur. Nitekim âyet-i kerîmede mü’minlerin Allâh’a olan muhabbetleri anlatılırken:
“…Mü’minlerin Allâh’a olan muhabbetleri ise herşeyden daha ileri ve daha kuvvetlidir…” (el-Bakara, 165) buyrulmaktadır.
İnsanlar en büyük bedeli, aşk sebebiyle öderler. Ferhat’a Şirin için dağları delmek; Mecnûn’a Leylâ uğruna çöllerde yaşamak kolay gelmiştir. “Mecâzî aşk” dediğimiz bu gibi sevgilerin, insanları aşkları uğrunda hayat fedâ etme derecesinde dehşetli bir diğergâmlığa sevk edebildiği düşünülürse, “ilâhî aşk” yolunda, binlerce kere can fedâ etmek bile az kalır. Seven, sevilen yolunda, sevdiği nisbette kendi benliğinden fedâkârlık etmeye ve bazen de tamamen vazgeçmeye meyil duyar. Bu sebeple ashâb-ı kiram, canını-malını Allâh ve Rasûlü’nün yoluna fedâ hâlinde yaşamışlar, bu hâli canlarına minnet bilmişlerdir. Nitekim Hazret-i Peygamberin en ufak bir arzusuna, yürekten “Anam, babam, malım ve canım sana fedâ olsun ey Allâh’ın Rasûlü!” diye karşılık vermişlerdir.
Fâtih Sultan Mehmed’in askerleri de “Elbette İstanbul fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir!..” (Ahmed bin Hanbel, IV, 335; Hâkim, IV, 468/8300) hadîs-i şerîfinin şümûlüne girebilmenin canhıraş mücadelesine girmişlerdi. Rum ateşleri ve kızgın yağlar üzerlerine dökülürken Bizans’ın surlarına tırmanıyorlar ve coşkun bir îmân vecd ve heyecanı içinde:
“–Bugün şehid olma sırası bize geldi.” diyorlardı.
Yukarıdaki misallerde de geçtiği üzere beşerî aşklar için yapılan fedâkârlıklar hatırlanırsa; insandaki sevme meylinin zirvesi olan aşk hâlinin, Allâh ve Rasûlü’ne müteveccih bulunmasının, mü’mini, yani bir Hak âşığını ne hâle getireceği hesab edilmelidir. O hâl, kendi fânîliğini tüketmek, gerçek kulluğa ulaşmak, yani Allâh karşısında yok olup hiçliğini idrak ederek kullukta zirveye ulaşmak demektir.
Rûhâniyet iklîmlerinde, ilâhî menbâdan feyizlenen muhabbetler, binbir râyiha ile meltemlenen cennet bahçelerinin çiçekleri gibidir. Onun, zaman zaman yaprakları dökülse, çiçekleri solsa bile, o, yine baharların tebessümü ile feyz ü bereket ve neşv ü nemâ bulur.
Ancak lâyıkını bulamayan muhabbetler ise, fânî hayâtın hazin israflarıdır. Mübtezel ve bayağı menfaatlerin kıskacında kalan muhabbetler, kaldırım kenarlarında açan çiçeklere benzer ki, er-geç çiğnenmeye ve mahvolmaya mahkûmdur. Sokağa düşürülmüş bir pırlanta, ne kadar tâlihsizdir! Liyâkatsiz bir gönle dûçâr olmak, ne hazin bir yıkımdır!
Mesnevî:
“Cesedi yakmadan, ilâhî aşk ve muhabbet lezzetlerine vâsıl olmak mümkün değildir.” (c.1, 22)
Yukarıdaki beyit dolayısıyla ifâde ettiğimiz gibi kul, yaratıcısına muhabbetle yöneldiği ve bu muhabbet, aşk derecesine yükseltilebildiği takdirde, fânî varlık ve ona bağlı bütün imkânlar gözden düşer, ehemmiyetini kaybeder. Ortada “ben” ve “sen” kalmaz. Benlik gider, fânî varlık Allâh’a ait senlikle ihyâ olur.
Bu gerçeği tersinden ifâde etmek istersek, kalbi, dünya ve onun nimetlerinden ve bunlara ait muhabbetten kurtarmadıkça, dünyamızda ilâhî aşkın şimşeği asla çakmaz; ilâhî lutuflar perdelenir. Muhabbetullâh, kalbi dünya muhabbetinden temizlemedikçe tam olarak gerçekleşmez.
Mevlânâ Hazretleri buyurmuşlardır ki:
“Rüzgar ve topraktan korkan damla gibi olma! Zîrâ bu ikisi, damlacığı helâk eder: Rüzgar onu kurutur, toprak da emer! Fakat o damla denize sıçrayabilse, güneşin hararetinden de kurtulur, rüzgârdan ve topraktan da… O damlanın görünen varlığı denizde yok olur, ama zâtı ve hakîkati, daimî bir şekilde o denizin bir cüz’ü olarak kalır!
Fânî bir varlık, kendisini bâkî bir varlığa teslim edince, o da bâkî ve ölümsüz olur! Ey varlık âlemine nisbetle bir damla mesabesinde olan kişi!… Kendine gel de, pişman olmadan gerçek saâdete nâil olabilmek için varlığını Hakk’a ver! Ver de; bir damlacık canına karşılık denize kavuş, o uçsuz bucaksız deniz ol! Kendine gel; varlığını bu yüceliğe fedâ et, denizin avucuna gir de nefsin dehlizlerinde telef olmaktan kurtul!”
Mesnevî:
“Aşk, muhabbet, dostluk gibi hususların cümlesi vefâya bağlıdırlar ve dâimâ vefâlı olan kimseyi ararlar. Onlar, vefâsız bir gönle aslâ yaklaşmazlar.” (c.5, 1165)
Vefâ, insandaki istikrar hâlinin bir netîcesidir. Mayıs böcekleri gibi yanıp sönen muhabbetlerle bir yere varılmaz. Ruhunda istikrar meyli olan insandır ki, bir defa ilâhî aşkın lezzetinden haberdâr olunca, o yoldan dönmez ve fânî varlığından vazgeçinceye kadar bu yolda ilerler. Bu istikrara sahip olmayanların kalbi, muhabbetullâhı uzun süre taşıyamaz. Böyleleri, sahip olduğu nimetin idrakinde eksik kalmış demektir. İdrak tam olsa, tadılan lezzet, sahibinin ölüm ânına kadar devam eden bir vasfı olur.
Bu demektir ki, aşk ve muhabbet, yerleşeceği kalbin zemininde istikrar ve bunun netîcesi olan vefâyı bulmazsa orada barınamaz. Muhabbetullâh ise -şiddeti sebebiyle- yerleşeceği kalplerde bu vasfı bulmadığı takdirde o kalpte tecellî etmez.
Vefâ ve fedâkârlık, kalbin seviyesini gösteren en mühim pusulalardandır. Fedâkârlıktan uzakta kalma ve vefâdan mahrûmiyet, muhabbet ve dostluğa ihanettir.
Mesnevî:
“Denize kavuşan bir nehirde nehirlik biter, girdiği denizin bir parçası olur.” (c.4, 2619)
“Yediğimiz bir ekmek, bünyemiz içinde erir ve vücûdumuzun bir parçası hâline gelir. (Seven bir kimsenin varlığı da, duyduğu muhabbetin şiddeti kadar, sevdiğinde kaybolur.)” (c.1, 3166)
“Aşk olmasaydı, varlık nerden olurdu? Ekmek nasıl olurdu da kendini sana verirdi; gelir, senin vücuduna katılırdı da, sen olurdu?
Ekmek kendini sana verdi, sen oldu! Neden böyle oldu? Aşktan, istekten! Yoksa, ekmeğin senin bedeninde can olmasına yol verirler miydi?
Aşk, ölü ekmeğe bile can bağışlıyor; fânî olan canını sana katıyor, ebedîleştiriyor!” (c.5, 2012-2014)
Muhabbet, seven ile sevileni aynîleştirir veya biri, diğerini benliğinde yok eder.
Muhabbet arttıkça, yöneldiği varlıkla alakalı her şeyi içine almaya başlar ve onlara nüfûz ile sirâyet eder. Mesela bir kimseyi şiddetle seven, onun doğduğu şehre, o şehrin insanlarına veya sevdiği insanın hâllerine benzer hâller taşıyanlara, onun ismini taşıyanlara… ilh. derece derece muhabbet eder. Buna muhabbetin “şuurî derinlik” kazanması da denir. Pakistan’ın meşhur mütefekkiri Muhammed İkbal, Mevlânâ Celâleddin Rûmî’ye o kadar muhabbet hâlinde idi ki, uçağı Türk hava sahanlığına girdiği zaman heyecandan gayr-i ihtiyârî ayağa kalkmış:
“–Şimdi Mevlânâ’nın yurduna girdik!..” demiştir.
Yesrib’i, “Medînetü’n-Nebî” yapıp gönüllerde taht kurmasını temin eden unsur, bağrında şefkatle bastığı âhirzaman Peygamberinin bulunmasıdır. Hazret-i Peygamber ve O’nun şehri “Medîne” anıldıkça, gönüllere ılık bir meltem eser. Yine Uhud’u yüzbinlerce dağdan ayırıp sevimli kılan da Peygamber Efendimizin ona olan husûsî muhabbetidir.
Böyle bir muhabbet, genişleyip bütün varlıkları içine aldığı zaman, onun adı “mutlak aşk” olur. Bütün varlıkların kendisine bağlanabildiği tek varlık ise Cenâb-ı Hakk’tır. Çünkü onların hepsi, Allâh’ın, hâlık (yaratıcı) sıfatından bir nebze alarak “var” olmuşlardır. Öyleyse aşkın insan anlayışına göre zirvesi demek olan gerçek aşk, muhabbetin ancak Allâh’a yönelmesi ile gerçekleşebilir. O derecede ki, Allâh’la irtibatları dolayısıyla bütün varlıklar o muhabbetin içine girerler. Hakk’ın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı başlar. Yılan ürkütücü olmaktan çıkar. Bu ölçüyle bakıldığı zaman mutlak aşk, ancak ve ancak Allâh’a has bir fiildir.
Biz, Allâh’a ait başka sıfatları da çeşitli varlıklara, özellikle insana izâfe ederiz. Mesela bir kimseye “âlim” veya “âdil” deriz. Böyle derken insanın Allâh gibi ilim sahibi veya adâletli olduğunu iddia etmeyiz. Eğer bunu kasdetsek, şirk olurdu. Çünkü biz, bu sıfatları Allâh’tan başkası için kullanırken, Allâh’ın “muhâlefetün li’l-havâdis”, yani yaradılmış olan hiçbir şeye benzememe sıfat-ı ilâhiyyesini hiçbir zaman unutmayız. Bu sözlerimizle âlim veya âdil dediğimiz bir kimsenin, beşerî güç ve kapasitesi kadar bu ilâhî sıfatlardan nasib aldığını ifâde etmek isteriz. Aşk da aynen böyledir. Bu sebeple, gerçekte “âşık” da “ma’şuk” da Cenâb-ı Hakk’tır.
Fânî olan insan; Allâh’ın rahmet, merhamet ve muhabbetiyle kuşattığı kâinâta, bu rahmet ve bereketin tecellîsi olan bir nasiple yönelebildiği kadar “âşık” sayılır. Bu hâle gelenin makamı, “fenâfillâh”tır. Yani o, kendi benliğini Allâh’ta yok etmiş, her türlü iddiadan arınmış, fânîliğin zirvesine ve lezzetine varmış demektir. Damla, deryânın lezzetini tattığı anda rahmet denizinden bir nasîb almış ve deryaya kavuşmuştur.
Hak dostları bu hâli ne güzel ifâde ederler:
“Sen çıkınca aradan

Kalır seni Yaradan”

Mesnevî:

“Âşıklık ister nefsânî olsun, ister rûhânî olsun, sonunda bizi ötelere götürecek bir rehberdir.” (c.1, 111)
“O, ölümsüz olan, bâkî olan Allâh aşkını seç ki, o canına can katan mânâ şarabını sana lutfetsin, sana hayat versin.” (c.1, 219)
“Sen öyle büyük bir varlığın aşkını seç ki, bütün peygamberler, O’nun aşkıyla kudret ve kuvvet buldular, şeref ve saâdete erdiler.” (c.1, 220)
Aşkın meşrû olan her türlüsü, insanı fedâkârlığa alıştırdığı ve benliğinden kurtardığı için mûteberdir ve ayrıca insanın ulvîleşmesine de rehberlik eder.
Mal, evlad ve eşler; Allâh’ın sınırlarını tayin ettiği bir ölçü içinde ve Allâh için sevilirse, ulvî gâyelere ulaştıracak bir basamak; ilâhî vuslata erdirecek bir antrenman olur. Ancak Rabbimizin lutfettiği bu sevgiyi, nefsânî arzuların elinde oyuncak yapmak ve kalbinde büyütüp onu âdeta putlaştırmak da aslâ kabul edilemez. Geminin altında bulunan ve onun seyr ü seferine yardımcı bulunan suyu; geminin içine taşımaya kalkmak, onun batışını hazırlamaktır.
Kalbin, Allâh’tan başka hiçbir şeye “aşk” sayılacak bir derecede muhabbet beslemesi, aslında, gerçek bir mü’min olmak için uygun görülmez. Bu fânî aşklar, ilâhî aşka bir istasyon olduğu takdirde hoş görülür. Kalp, Allâh’tan gayri bir varlıkla aşırı bir ünsiyet peydâ eder, ona muhabbetle takılıp kalır ve bu muhabbet, kalpte iyice kökleşip yerleşirse, bu, şirk olur. Âyet-i kerîmede:
“Hevâ ve hevesini ilâh edinen kimseyi gördün mü?” (el-Furkân, 43; ayrıca bk. el-Câsiye, 23) buyrulur.
İlâhî muhabbette bir zemin teşkil etmek ve kalbi, muhabbetullâha istidâtlı kılmak husûsunda bir role sahip olan bu gibi mecâzî aşklarda, yahut şiddetli bağlılıklarda, en ziyâde mala ve evlada yönelik muhabbet tehlike teşkil ettiği için, Kur’ân-ı Kerîm’de “Mallarınız ve evladınız, sizin için fitnedir…” (el-Enfâl, 28) buyrulmuştur. Bu fitne tehlikesi, mal ve evlâda duyulan muhabbetteki meylin şiddeti ve istikrar ihtimalini gösteren bir durumdur. Yoksa gelip geçici bir istasyon olmak şartıyla meşrû hudutlar içerisinde mahlûka muhabbet câizdir. Hatta kalbin muhabbetullaha istîdâd yönünden bir antrenmanı (temrini) demek olduğundan hoş görülüp izin verilmiştir.
Mesnevî: “Ey dost, âşıkların hayatı ölmektedir. Gönül vermeyince, sen gönül bulamazsın.” (c.1, 1751)
Yukarıda ifâde ettiğimiz gibi âşık, mâşukunda fânî olmak meyliyle doludur. Ondan lezzet alır. Ashâb-ı Kirâm, bütün imkânlarını vâsıta telakkî ederek fedâya hazır hâle getirdiler. Allâh Rasûlü’nün en ufak bir arzusuna:
“–Canım, malım senin uğrunda feda olsun, Yâ Rasûlallâh!” dediler. Bu hâlin gerçekleşmesi, kalbin, muhabbetullâha aid arzusunun had safhada tatminidir. Bu keyfiyetten bir zerre miktarı nasib alma bahtiyarlığına eren kelebekler, “pervâne” adını almışlar ve bu ışığa meftunlukları sebebiyle kendilerini yakıp kül ederek aşklarını ispat etmişlerdir. Bu gerçeği Muhammed İkbal bir şiirinde ne güzel anlatır:
“Bir gece, kütüphanemde bir güvenin, pervaneye şöyle dediğini duydum:
«–İbn-i Sînâ’nın kitapları içine yerleştim. Farabî’nin eserlerini gördüm. (Onların bitmek bilmeyen kuru satırları ve o satırlardaki solgun harflerin arasında gezindim ve onları kemirdim. Bu meyanda Farabî’nin faziletliler şehri mânâsına gelen el-Medînetü’l-Fâzıla’sını sokak sokak, cadde cadde dolaştım. Fakat) bu hayatın felsefesini bir türlü anlayamadım. Kâbuslu çıkmaz sokakların hazin bir yolcusu oldum. Bir güneşim yok ki, günlerimi aydınlatsın…»
Güvenin bu feryadına mukabil, pervane, güveye yanık kanatlarını gösterdi:
«–Bak!» dedi. «Ben bu aşk için kanatlarımı yaktım.» Sonra da şöyle devâm etti:
«–Hayatı daha canlı kılan çırpınış ve muhabbetlerdir; hayatı kanatlandıran da aşktır!..»”
Yâni pervâne, güveye yanık kanatlarını göstererek hâl lisanı ile:
“–Sen bu felsefenin müteverrim (veremli) çıkmaz yokuşlarında helâk olmaktan kendini kurtar! Mesnevî’nin aşk, vecd ve feyz dolu mânâ deryasında nasiplenerek vuslata kanatlan!..” demekteydi.
Aşk, çırpınışla başlar. Hayat okyanusunu aşıp vuslata erebilmek, hep bu aşk ve vecd çırpınışlarının feyizli ve bereketli zemininde gerçekleşir.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
(Mesneviye göre) PEYGAMBER AHLÂKI
Mesnevî: “Ben öyle birine âşıkım ki, her şey O’nundur, her şey O’nun mahlûkudur. Benim aklım da, canım da, O’nun habîbine kurban olmuştur.” (c.3, 4136)
Sevme istîdâd ve gücünün had safhası, “aşk” olarak adlandırılır. Had safhada muhabbet, ancak Cenâb-ı Hakk’a müteveccih olursa aşkta kemâle erilir. Bunun yolu ise, kademe kademe “mecâzî aşk” denilen beşerî muhabbetler safhasından geçmekledir. Bu hususta en feyyâz olan, “muhabbet-i Rasûlullâh”tır. Zîrâ O’nu, bütün varlıkların Hâlıkı olan Allâh Teâlâ, cihâna rahmet olarak armağan etmiştir.
Mevlânâ hazretleri de yukarıdaki beytinde “Habîbullâh” olan Rasulullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e aklını da, canını da kurban etmek sûretiyle muhabbetullâha ulaşabildiğini beyân etmektedir. Ashâb-ı kirâm, bunun en mümtaz misâlidir. Allâh Rasûlü’nün en küçük bir ricâsına, “Canım, malım sana fedâ olsun, buyur ey Allâh’ın Rasûlü!..” diyerek karşılık vermişlerdir.
Mesnevî:
“Ey insanlar! Siz hepiniz, birbirinizin sürüsü ve çobanısınız. Peygamber ise hepinizin çobanıdır. Halk sürü gibidir; Peygamber ise, onun güdeni.”
“Çoban, sürüsü ile uğraşmaktan korkmaz. Fakat onları sıcaktan ve soğuktan korur.”
“Çoban eğer sürüye kahırla bağırsa bile, bil ki; bu bağırış, bütün sürüyü sevdiğindendir.” (c.3, 4146-4148)
Mevlânâ hazretlerinin yukarıdaki beyitlerinde insanların “sürü” kelimesi ile ifâde edilmesi, onları aşağılamak maksadıyla değildir. Onların, “idâre edilmek” mevkiinde bulunmak gibi bir vasıflarına dikkati çekmek içindir. Gerçekten bir hadîs-i şerîfte “Siz hepiniz çobansınız ve güttüklerinizden mes’ûlsünüz!” (Buhârî, Cum’a 11, İstikraz 20; Müslim, İmâre 20) buyrulmaktadır. Bu da belli ölçüde herkesin idarecilik sıfatını hâiz bulunduğunu ve bu sıfattan doğan mes’ûliyeti tebârüz ettirmektedir. Çok zaman görürüz ki, çoban geride kalan hasta ve zayıf hayvanı kucağına alarak sürüye yetiştirir. İdarecinin en mümtaz vasfı; merhamet, şefkat, samimiyet sahibi olması ve mes’ûl olduğu kitleyi gönlünde taşımasıdır.
Mesnevî: “Kur’ân-ı Kerîm, peygamberlerin hâl ve evsâfıdır. Okuyup tatbik edersen, kendini peygamberler ile, velilerle görüşmüş farzet!”
“Kur’ân okuduğun hâlde, onun emirlerine uymaz ve Kur’ân ahlâkını yaşamaz isen, peygamberleri ve velîleri görmenin sana ne faydası olur?”
“Peygamber kıssalarını hakkıyla okudukça, ten kafesi, can kuşuna dar gelmeye başlar.” (c.1, 1516-1518)
Kur’ân-ı Kerîm, insanları hidâyete erdirerek, onlara dünyâ ve âhıret saâdetini kazandırmak üzere gönderilmiştir. O, bu maksadı sağlamak için, irşâdını, farklı üslûp ve beyânlarla birçok mevzûya temâs etmek sûretiyle gerçekleştirir. Bu mevzûlar içinde bilhassa peygamberler ve onların gönderildikleri kavimlerle ilgili olarak anlatılan kıssalar ehemmiyetli bir yer teşkil eder. Bu kıssaları okuyan insanlar, Allâh’ın râzı olduğu peygamberlerle sâlihlerin kavuştukları nimetler ve Cenâb-ı Hakk’a isyan eden kâfir ve zâlim gürûhun helâkı hakkında pek çok mâlûmât sahibi olacak ve istikâmet ehli olarak hayatını tanzim edeceklerdir.
Kur’ân-ı Kerîm’de zikrolunan peygamberlere aid bu kıssalardan yeterince istifâde edebilmek için, insanın iç âlemini de buna hazırlaması gerekmektedir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm, âyetlerin derûnî mânâları üzerinde düşünmemenin, kalplerdeki kilitten kaynaklanabileceğini şöyle beyân eder:
“Onlar, Kur’ân’ı inceden inceye düşünmezler mi? Yoksa, kalblerinde kilitler mi var?” (Muhammed, 24)
Âyet-i kerîmenin muhtevâsına göre, Kur’ân-ı Kerîm’i anlamak, kavramak, hissedip duyabilmek ve esrârına vâkıf olabilmek için selîm bir kalbe ihtiyaç vardır. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm, esrârını ancak selîm bir kalbe göre açar. Kur’ân-ı Kerîm’in en büyük müfessiri Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- olduğu için bütün hadîs-i şerîfler, Kur’ân-ı Kerîm’in tefsîri mâhiyetindedir. Hazret-i Peygamber’den sonrakiler arasında en büyük ve gerçek müfessirler, ilmi ile âmil olup Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in kalbî hayâtından hisse alan âlim evliyâullâhdır. Nitekim bu husûsta Mevlânâ hazretleri şöyle buyurur:
“Kur’ân-ı Kerîm’i en iyi anlayanlar, onu yaşayanlardır.”
Kesâfetle buğulanmış ve kararmış kalblerin Kur’ân-ı Kerîm’den alacağı hiçbir şey yoktur. Nitekim İslâm’ı araştıran batılı müsteşriklerde, zâhirî ilim olup kalbî hayât olmadığı için Kur’ân onlara hidâyet vermez ve esrârını açmaz. Allâh Teâlâ buyurur:
“…Onlar, bütün mûcizeleri görseler de îmân etmezler! Doğru yolu görseler de yol edinmezler! Fakat azgınlık yolunu görürlerse, hemen ona saparlar. Bu durum, onların âyetlerimizi yalanlamalarından ve onlardan gâfil olmalarından ileri gelmektedir.” (el-A’râf, 146)
Kur’ân okumaktan maksad, onun ahlâkı ile ahlâklanmaktır. Nitekim Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimizin vefatından sonra, Hazret-i Âişe’ye O’nun ahlâkını sorduklarında:
“–O’nun ahlâkı Kur’ân’dan ibâretti.” (Müslim, Müsâfirîn 139; Nesâî, Kıyâmü’l-leyl 2) buyurmuştur.
Kur’ân’sa, ahlâk bakımından insanı melekten üstün kılmaya âmil hükümler ihtivâ etmektedir. Hazret-i Mevlânâ, zikredilen beyitlerinde, anlayarak Kur’ân okumanın Hazret-i Peygamberin ahlâkı ile ahlaklânmayı te’mîn edeceğini ifâde buyurmaktadır. Kur’ân’daki ahlâk, Peygamber Efendimizin lisanında; “ilâhî ahlâk” olarak tâbir edilmiş ve O muazzez varlık ümmetine, “Allâhu Teâlâ’nın ahlâkı ile ahlâklanınız!” (Münâvî, et-Teârîf, s. 564) buyurmuştur.
İbn-i Abbas’ın şu kıssası, Kur’ân ahlâkına ne güzel bir misaldir. Adamın biri, İbn-i Abbâs’a çirkin sözler söyledi. İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh- ise sükût etti. Adam hayretler içinde, İbn-i Abbâs’a niçin mukâbele etmediğini sordu. İbn-i Abbâs da:
“–Bende üç haslet var ki, bunlar sana cevap vermeme mânîdir.” buyurdu ve o hasletleri şöyle sıraladı:
“–Birincisi, Allâh’ın Kitâbı’ndan bir âyet okunduğunda; keşke bütün insanlar, benim şu duyduğumu bilseler, diye temennî ederim.
İkincisi, müslüman bir hâkimin adâleti tevzî ettiğini duyunca çok sevinirim. Hâlbuki, o hâkimle hiçbir maddî-mânevî alâkam yoktur. (Ben, sadece İslâm’ın güzellikleri neşrolunduğu ve adâlet tevzî olunduğu için sevinirim.)
Üçüncüsü, müslümanların beldesine yağmur yağınca da çok sevinirim, hâlbuki o beldede ne otlayan bir hayvanım, ne de bir arâzim vardır. (Zîrâ din kardeşlerimin sevinci, beni mes’ûd etmeye yeter.)
(Benim gönlüm bu hâldeyken, sana cevap vererek nasıl olur da bir müslüman gönlünü incitebilirim!..) dedi.” (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, c. IX, s. 284)
Mesnevî:
“Peygamberlerin gönüllerinde öyle diriltici nağmeler vardır ki, o nağmeler, Hakk’ı arayanlara kıymet biçilmez bir hayat bağışlar.” (c.1, 1919)
Hayatın değerlenmesi, doğru fikirler ve doğru hareketler ile kâimdir. Bu, hakka ve hayra ulaşmak demektir. Bunun için en mûtenâ ve yegâne rehber, peygamberlerdir. Çünkü Cenâb-ı Hak onları ve hâssaten Peygamber Efendimizi, bütün insanlığa bir “nümûne-i imtisâl” yani örnek olarak göstermektedir. Mevlânâ hazretlerinin yukarıdaki beyti de bu gerçeği terennüm etmektedir.
Peygamber Efendimizin insanlar üzerindeki bu tesirleri ve örnek şahsiyeti, kendi devrinden îtibaren bütün beşeriyeti kuşatmıştır. Ona inanmayanlar bile ahlâk ve üstünlüklerini teslim etmek mecburiyetinde kalmışlar; ona gönül verenler ise içlerindeki duygu ve hisleri yanık nağmeler hâlinde terennüm etmişlerdir. Ashâb-ı kirâm, “Malım, canım, bütün varlığım seve seve sana kurban olsun” diyerek teslîmiyet ve bağlılıklarını beyân etmişlerdir. Ucu kıyâmete kadar uzayan aşk kâfileleri, O’nun sevgi ve heyecânı ile akmaktadır. Cihân, O’nun güneşten daha parlak olan nûru ile aydınlanmıştır. Îmanın lezzetine O’nunla erişilmiştir. O’nu fânîler tariften âciz kalmıştır. Çünkü O, ahlâk ve yaratılışı ile kâinâtın en nâdide cevheridir. Âşıklar, edîbler ve şâirler O’nu senâ etmeye doyamamışlardır. O hak âşıklarının muhrik nağmelerinden muhabbet terennümleri hâlinde mısralara akseden birkaç inci tanesi şöyledir.
Aslen hıristiyan olduğu hâlde, hakîkat-i Muhammediyye’yi idrâkin hazzına ulaşınca, gözü yaşlı bir mü’min ve yanık bir Peygamber âşığı hâline gelerek Yaman Dede adını alan, yakın zamanların içli şâirinin şu mısrâları ne güzeldir:
Susuz kalsam, yanan çöllerde cân versem elem duymam
Yanardağlar yanar bağrımda, ummânlarda nem duymam
Alevler yağsa göklerden ve ben messeylesem duymam
Cemâlinle ferâh-nâk et ki yandım yâ Rasûlallâh
Ne devlettir yumup aşkınla göz, râhında cân vermek
Nasîb olmaz mı Sultânım haremgâhında cân vermek
Sönerken gözlerim âsân olur âhında cân vermek
Cemâlinle ferâh-nâk et ki yandım yâ Rasûlallâh
Son devrin büyük Hak dostlarından Muhammed Es’ad Erbilî Hazretleri, Rasûlullâh’a duyduğu aşkın kavurucu ateşi içinde yanışını ne güzel ifâde eder:
Tecellâ-yı cemâlinden habîbim nev-bahâr âteş!
Gül âteş, bülbül âteş, sünbül âteş, hâk ü hâr âteş!
(Habîbim, Senin güzelliğinin tecellî ederek ortaya çıkmasından (dolayı, sana âşık olan) ilkbahar ateş, gül ateş, bülbül ateş, sünbül ateş, toprak ve diken ateş!..)
Şuâ’-ı âfitâbındır yakan bil-cümle uşşâkı;
Dil âteş, sîne âteş, hem dü çeşm-i eşk-bâr âteş!
(Bütün âşıkları yakan, (o mübârek yüzünün) güneş (gibi parlak) nûrudur… (Bu sebeple) gönül ateş, kalp ateş, (aşkınla) ağlayan (şu) iki göz ateş!..)
Ne mümkün bunca âteşle şehîd-i ışkı gasl etmek?
Cesed âteş, kefen âteş, hem âb-ı hoş-güvâr âteş!
(Bu kadar ateşle aşk şehîdini yıkamak mümkün mü? Cesed âteş, kefen âteş, şehidi yıkayacak tatlı su dahî âteş!..)
Her güzellik, âdeta O’nun güzelliğinden bir akis almış gibidir. Bu hilkat (yaratılış) bahçesi, O’nun yüzü gibi bir gül görmemiştir.
Fuzûlî ise, meşhûr Su Kasîdesi’nde bu hakîkati şöyle ifâde eder:
Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlâre su
Kim bu denlû dûtuşan odlâre kılmaz çâre su
(Ey göz (Allâh’ın yüce Rasûlü’nün muhabbetiyle) gönlümde (tutuşup alevlenmiş) ateşlere gözyaşından su dökme! Çünkü bu (son) derece (aşk harâretiyle) tutuşmuş olan ateşlere su (dökmek) çâre değildir. (Bu aşk ateşi sönmez! Yanan ateşe dökülen su damlası, onun alevini arttırır.)
Suya virsün bağbân gülzârı zahmet çekmesün
Bir gül açılmaz yüzün tek virse bin gülzâre su
(Bahçıvan, gül bahçesini sulamak için (boş yere) zahmet çekmesin! (Zîrâ), bin tane gül bahçesi sulasa, (Yâ Rasûlallâh, yine de) Sen’in yüzün gibi bir gül (hiçbir zaman) açılmaz!..)
Yine Fuzûlî, bu dâsitânî hasreti tek beyte şu şekilde sığdırmaktadır:
Gül-i ruhsârına karşı gözümden kanlı âkar sû
Habîbim, fasl-ı güldür bû akan sûlar bulanmaz mı
Mesnevî:
“Eğer, Peygamber Efendimizin bildiklerini bir kişi bilmiş olsaydı, ne niyaz etmeye, yalvarmaya gönlünde bir güç bulabilirdi, ne bedeninde oruç tutmaya, namaz kılmaya bir kuvvet kalırdı.” (c.2, 1913)
Peygamber Efendimize bildirilen hakîkatler üç kategori teşkil ederler:
Bunlardan birinci kategoriye girenler, Peygamber Efendimiz ile Cenâb-ı Hak arasında “ebedî bir sır” olarak kalmıştır. O yüce Peygamber, bunlardan bir zerresini bile hiçbir ferde nakletmemiştir. Bunu ifâde sadedinde:
“–Allâh’a yemin olsun ki, eğer benim bildiğimi bilseydiniz az güler, çok ağlardınız, yataklarda kadınlarla telezzüz etmezdiniz, yollara, çöllere dökülür, (belânızı def etmesi için) Allâh’a yalvar yakar olurdunuz.” (İbn Mâce, Zühd, 19) buyurmuşlardır.
Çünkü bu kategorideki gerçekler, ancak “nûr-i nübüvvet” ile kavranabilir. O salâhiyet, Hazret-i Peygamber’den gayrisinde mevcut olmadığı için, bu bilgiler, insanlık âlemine ebedî bir meçhul olarak kalmıştır. Bu husus, “meskûtun anhâ”dandır.
Peygamberimize bildirilen gerçeklerin ikinci kategorisinde yer alan bilgiler, insanlar arasında müstesna bir idrak ve iz’âna mâlik olan mahdûd insanlara intikal ettirilmiştir. Bunlar umûm için değildir. Böyle mahdud olan istîdâdlı kimseler için, biz, Hazret-i Ebubekir’le Hazret-i Ali’nin muhatab alındığını bilmekteyiz. Ayrıca Peygamber Efendimizin Ebû Hureyre’ye ve Huzeyfetu’l-Yemân’a da birtakım sırlar tevdî ettiğini bilmekteyiz.
Bu kategorideki fikirler, ledünniyâta aid “tasavvufî bilgiler”dir. Bundan dolayıdır ki, tarîkatlar -silsile îtibariyle- ya Hazret-i Ebûbekir’de veyahut da Hazret-i Ali’de nihayetlenirler. Bu kategorideki bilgiler, “havass” içindir. Bunlar, sadırdan sadıra nakledilegelmişlerdir. Bu keyfiyet, kıyâmete kadar da devam edecektir. Bunların birtakım kitaplara intikal eden kısmı ise bir meyvenin hâricî kabukları mesâbesindedir. Öz, “kâl” değil; “hâl”dir, yani söz değil keyfiyettir.
Peygamber Efendimize Cenâb-ı Hak tarafından bildirilen bilgilerin üçüncü kısmı ise umûm içindir. Bunlar şer’î gerçeklerdir. İşte bu gerçeklerin muhatabı, bütün insanlıktır. Çünkü, peygamberimiz bir kavme veya bir zamana mahsûs olmak üzere gönderilmemiş, bütün insanlığa karşı risâletle me’mur kılınmıştır. Bundan dolayıdır ki, bi’setinden kıyamete kadar bütün insanlık, “ümmet-i Muhammed”dir. Lâkin bunlar da ikiye ayrılır. O muazzez varlığın davetini kabul edenlere “ümmet-i icâbe”; reddedenlere ise “ümmet-i gayr-i icâbe” veyahut “ümmet-i dâvet” denir. Dâvet, bütün insanlığadır.
Mevlânâ da bu gerçeğe yukarıdaki beyitlerinde işaret etmekte ve anlatılan birinci kategorideki bilgilere vukûfiyetin, beşerin tâkatini aşacağını ve bu sebeple onun acze mahkûm olacağını ifâde etmektedir.
Mesnevî:
“Hazret-i Peygamber buyurmuştur ki:
«Ey ashabım! Ey ümmetim! Ben size bir babadan daha şefkatli ve merhametliyim.»” (c.3, 1934)
Peygamber Efendimizin ümmetine muhabbeti, elbette bir babanın evlatlarına muhabbetiyle mukayese edilemeyecek derecede büyük ve şiddetlidir. Siyer kitapları, bu gerçeğin fiilî tezâhürleriyle doludur. Bu konuda zikredilebilecek binlerce misal vardır. O, ümmeti açken yememiş, içmemişti. Hatta karnına taş bağlamak sûretiyle bu açlığını bastırmaya çalıştığı zamanlar olmuştu. Namaz kıldırırken bir çocuğun ağlamaya başladığını duysa, namazı uzatmaz, kısa sûreler okuyarak namazını tamamlardı. En zor zamanlarda, ümmetinin en önündeydi. Uhud’da, Huneyn’de ordu bozguna uğrayıp dağılırken o yerini muhafaza etmiş, hatta zaman zaman düşman hatlarının içinde kalmıştı. Bazı gazvelerde de geride kalarak askerlerin toplanmasına ve birliğe yetişmelerine yardım ederdi. O’nun ümmetine düşkünlüğü, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle beyân edilmiştir:
“Andolsun! Size içinizden (öyle) bir peygamber geldi ki, zahmet çekmeniz O’nu incitir ve üzer. Size çok düşkündür; mü’minlere çok merhametlidir, onlara hayır diler.” (et-Tevbe, 128)
Bu âyette Allâh Teâlâ, Peygamberini, kendine has “Raûf ve Rahîm” isimleriyle taltîf ve takdîm etmektedir.
O, fiiliyle, kavliyle ve ahlâkî yaşayışıyla bütün insanlığı kuşatan bir rahmetti; yol göstericiydi. Hidâyet yolunda her türlü meşakkat ve çilenin en büyüğü, O’nun omuzlarındaydı. O, aldığı ilâhî vazîfeyi, en mükemmel bir şekilde îfâ ediyordu. Bu husûsta öyle bir sabır ve gayretin içindeydi ki, bâzen kendisini harâb etmemesi için îkâz-ı ilâhî sâdır olurdu.
İnsanların selâmeti için Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gösterdiği bu yüksek fazîlet, Kur’ân-ı Kerîm’deki şu âyette ifâdesini bulur:
(Rasûlüm!) Onlar îmân etmiyorlar diye neredeyse kendine kıyacaksın!” (eş- Şuarâ, 3)
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
PEYGAMBER AHLÂKI
İnsanca yaşamanın yegâne şartı din ve ahlâktır. Îmân, hidâyet ve kulluğu yaşayabilmek için Cenâb-ı Hak tarafından beşeriyete takdim edilen zirve, misilsiz yüksek ahlâk numûnesi peygamberlerin îmândan sonra en mühim vazîfeleri, mü’minleri nefsânî vasıflardan kurtarıp ahlâk-ı hamîdeye yükseltmeleridir.

En son dîn olan İslâm’ın sunduğu ahlâkî zirve ve bütün insanlığa nümûne şahsiyet, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. Cenâb-ı Hak buyurur:
(Ey Rasûlüm!) Şüphesiz Sen, yüce bir ahlâk sâhibisin!..” (el-Kalem, 4)
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kalbî hayatı ve mükemmel ahlâkından nasiplenmek, iki cihan saâdetinin yegâne teminatıdır. Bu vasfa nâil olabilmek de, ancak O’na duyulan muhabbet ve O’nun rûhâniyetine bürünebilmek nisbetindedir.
Cihan, ilâhî muhabbetin tezâhürüdür. Bu tezâhürün öz cevherini de Muhammedî nûr teşkil eder. Dünyâ ve âhiret saâdeti, O’na olan muhabbet sermâyesi ile kazanılabilir. Târih şâhiddir ki, O’na olan muhabbet cevheri ile ziynetlendiğimiz zamanlar, cihânın en üstün ve fazîletli milleti olduk.
Erişilmez incelikler, bediî güzellikler ve dibi görünmez derinlikler istidâdı içinde yaratılan biz insanlar, insânî kıymetimizi, ancak Allâh -celle celâlühû-’ya kul olabildiğimiz ve O’nun Habîbi’nin davranış ve zirve ahlâkından hisse alabildiğimiz nisbetle muhâfaza edebiliriz.
Hazret-i Mevlânâ, asr-ı saâdette insanlığı ve vicdanı kaybolmuş, duyguları dumûra uğramış, kaba-saba bir insanın, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ince, zarif hâlleri ve hidâyet üslûbu ile nasıl îmân ettiğini, kendi öz hikâye üslûbu ile şöyle anlatır:
Birtakım müşrikler, akşam vakti mescide gelip Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e misafir oldular. Dediler ki:
“–Ey bütün dünyadaki insanları mânen misafir eden yüce insan! Biz buraya, Sana misafir olarak geldik. Yiyeceğimiz, içeceğimiz yok. Ayrıca biz çok uzaklardan geldik. Burada tanıyanlarımız da yok. Haydi keremini, ihsânını göster, nûrlar saç, yani faziletinden, kereminden ihsân et. Biz garipleri sevindir, gönüllerimize neşe nûrları saç.”
Peygamber Efendimiz sahabelerine:
“–Ey dostlar!” diye buyurdu. “Bunları pay edin, evlerinize götürün, ikramlarda bulunun, çünkü siz, Benimle bir huyda ve cömertliktesiniz. Benim ahlâkımla dolusunuz.”
Ashâbdan her biri bir misafir seçti, götürdü. Aralarında eşi, benzeri olmayan, iri yarı, kaba-saba biri vardı. Onun pek iri bir cüssesi vardı. Bu fil gibi cüsseli adamı, kimse alıp evine götürmeye cesâret edemedi. Kâsedeki şerbet tortusu gibi mescitte yalnız kalakaldı. Kimsenin götürmediği o iri adamı, Hazret-i Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem- aldı, hâne-i saâdetine götürdü. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sürüde yedi baş süt verir keçisi vardı.
Keçiler yemek vakti sağılmak için evde idi. Kıtlık babası gibi olan o iri misafir, sofrada ekmeği de, yemeği de, o yedi keçinin sütünü de tamamıyla yedi ve içti. Bütün ev halkı bu duygusuz nâdân insana öfkelendi. Çünkü bütün ev halkının gıdası, bu insafsızın midesine inmişti.
O obur adam karnını davul gibi şişirdi, sekiz-on adamın yiyeceğini yalnız başına yedi. Yatma zamanı gelince de bir odaya girdi. Hizmet eden kızcağız, hodgâm yaratılışlı bu insana kızgınlığı sebebiyle kapıyı üstüne kilitledi. Dışardan kapının zincirini taktı. Çünkü ona pek kızmış, onun bu vurdumduymazlığına pek içerlemişti.
Misafirin gece yarısı dışarı çıkması lâzım geldi. Sabaha kadar karnı ağrıdı. Yatağından fırlayıp kalktı. Kapıya doğru koştu. Elini kapıya götürünce, onun kapalı ve zincirli olduğunu anladı. Kapıyı açmak için o obur hileci, çeşit çeşit hileler yaptı, uğraştı, durdu. Fakat kapıyı açamadı. Sıkıştıkça sıkıştı. Oda kendine dar gelmeye başladı. Şaşırdı kaldı. Ne dermanı vardı, ne rahatı… Çare olmak ve sıkıntısını unutmak üzere uyumak için kıvrıldı, uyudu. Rüyasında kendini bir virânede, yıkık bir yerde gördü.
Hatırında yıkık bir ev vardı. Rüyada da kendine orası göründü. Kendisini, tenha bir yıkık yerde görünce, oracıkta abdestini bozuverdi. Uyanıp da yattığı yeri pislik içinde görünce, utancından deli gibi oldu.
“–Bu gece bir geçse de, kapının açılmasını duysam.” diye beklemeye başladı. Bu bekleyiş, böyle pislik içinde görünmemek için, kapı açılınca ok yaydan fırlar gibi kaçmak içindi.
Sabahleyin Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- geldi. Oda kapısını açtı. O yolunu kaybetmiş adama yol verdi. Ancak Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kapıyı açarken o rezil olmuş kişi görüp de utanmasın diye kendisini gizlemişti.
Misafir kaçtı gitti. Fakat hâne halkından biri, pislik bulaşmış yatağı aldı, Peygamberimizin huzûruna getirdi. Sanki “Bak!” diyordu, “Misafirin ma’rifetini gör.”
Âlemlere rahmet olan Peygamber Efendimiz, gülümsedi:
“–Bana o su kabını getir, hepsini kendi elimle yıkayayım.” diye buyurdu.
Orada bulunanların hepsi de yerlerinden fırladılar ve utançlarından dediler ki:
“–Canımız Sana kurban olsun. Sen bırak da pisliği biz yıkayalım. Bu iş, el işidir. Gönül işi değildir. Biz Sana hizmet etmek için yaşıyoruz. Hizmeti Sen yaparsan, biz neyiz? Yâni biz ne işe yararız?”
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdu ki:
“–Bana olan sevginizi biliyorum. Fakat, bunu şimdi benim yıkamamda bir hikmet var.”
Ev halkı, Peygamberin bu sözünü duyunca, bu işin derûnundaki sır meydana çıksın diye beklemeye başladılar. Peygamberimiz o pisliği yıkamakta, Allâh’ın emrine candan uymada idi. Çünkü mübareğin gönlü: “Bunları sen yıka.” diyordu. Bu işte kat kat hikmetler vardı.
O îmânsız misafirin küçük bir putu, bir muskası vardı. Boynuna takıyordu. Onun kaybolduğunu anlayınca kararı kalmadı. Kendi kendine dedi ki:
“–Bu değerli ilâhımı haberim olmaksızın, yattığım odada bırakmış olmalıyım.”
Yaptığı kötü işten utanıyordu ama, boynuna astığı muska puta olan bağlantısı, utancını giderdi. Putunu aramak için koştu geldi. Hazret-i Mustafa’nın odasında putunu gördü. Gördü ama kendisinin pislediği yatağı, Allâh’ın kudret eli ve rahmeti olan Hazret-i Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bizzat yıkadığını gördü.
Putu kalbinde kırdı, onu muhabbetini gönlünden kazıdı. Kendine geldi; ulvî bir cezbeye tutuldu. Yenini yakasını yırttı. İki elini yüzüne, başına vuruyor, kafasını kapı ve duvara çarpıyordu. Başına vuruyor: “Ey akılsız baş!” diyordu. Göğsüne vuruyor: “Ey nûrsuz göğüs!” diye bağırıyordu. Kendi kendine: “Vicdan mahrûmu zavallı!” diyerek secdeye kapanıyor:
“–Ey yeryüzünün şânı, şerefi olan yüce insan! Senin keremine karşı gösterdiğim gafletten utanıyorum.” diyordu.
Muzdarip bir gönülle yeryüzüne sesleniyordu:
“–Ey hikmetlerle dolu yeryüzü! Sen Allâh’ın emrine uyuyor, O’na boyun eğiyor, O’nun aşkı ile dönüp duruyorsun; ben ise senin üstündeki nîmetlerle perverde olan âciz bir kimse olduğum hâlde nefsime mağlûbum. Azıyorum. Sen Allâh’a karşı hor, hakîr oluyor, ondan titreyip zikrediyorsun. Ben ise, onun emirlerine karşı geliyorum. Yazık bana!..”
Her an yüzünü göğe kaldırıyor, Hazret-i Peygamber’e:
“–Ey cihânın kıblesi, Sana bakacak yüzüm yok!” diye feryad ediyordu.
Onun cezbe hâli, titremesi, çırpınması hadden aşınca, Hazret-i Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem- o küfürden kaçmak isteyen zavallıyı can sarayına aldı, huzura kavuşturdu. Onun vîrâne olmuş gönlünü ihyâ etti. Ona ince, derin ve esrarlı sözler söyledi.
Böylece, daha evvel putunun zebûnu olan gâfil kişi, daha önce yabancısı olduğu bu ahlâk ve hassas gönül karşısında, yakın bir dost oluverdi. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, o mânâ padişahının lutuflarından, engin tevâzû sahibi oluşundan şaşırdı kaldı.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona:
“–Bu tarafa gel.” diye buyurdu.
Adam ağır bir uykudan uyanır gibi, uyandı, o tarafa geldi. Dedi ki:
“–Ey Allâh’ın birliğinin şâhidi, bana kelime-i şehâdet öğret… Allâh’ın birliğine îmân ve Senin peygamberliğini tasdîk edip saâdet kervanına katılayım. Ben artık bu kaba varlıktan, bu duygusuz vicdan ve fil bedenimden usandım, artık îmânın sonsuz sahrasına varayım.”
Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, o adama imânı tâlim etti.
O mübarek şehadet kelimesini, yâni “Lâilâhe illallâh Muhammedün Rasûlullâh” demesi, bağlanmış düğümleri çözdü. Hazret-i Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Bu gece de, hem hânemizin, hem gönlümüzün misafiri ol.” diye buyurdu.
Müslüman olan o bahtiyar adam dedi ki:
“–Vallâhi nerede olursam olayım, nereye gidersem gideyim, ebede kadar Senin misafirinim. Ben ölü idim, beni diriltin. Artık ben Senin azadlı kölenim. Senin kapıcınım. Zaten dünya da, âhiret de Senin şefaat sofranın misafirleridir.”
O gece bedevî, Hazret-i Peygamberin misafiri oldu. Bir tek keçiden sağılan sütün, ancak pek azını içti. Sonra şükretti ve sofradan çekildi.
Peygamber Efendimiz:
“–Süt iç, ye.” diye üstüne düştü ise de, o yeni mü’min dedi ki:
“–Vallâhi ben gerçekten de doydum. Bunu ne ağız yapmak, ne utanmak sıkılmak, ne de gösteriş yapmak için söylemiyorum. Artık, Senin feyzinle dolu bir lokma, yüzlerce lokmaya bedel oldu; ben, dün geceki oburca yiyişimden daha fazla doydum…”
Bütün ev halkı:
“–Bu gövdeli kandil, bir damla zeytinyağı ile nasıl oldu da doldu?” diye şaştı kaldı. Aralarında fısıldaştılar:
“–Bir Ebâbil kuşunun gıdası, böyle bir filin karnını nasıl doyurdu? Hayret; fil vücutlu adam, sivrisinek kadar yiyor!”
Hâsılı kâfirlik hırs ve zilletinden kurtulunca, bu ejderha mide, bir karınca gıdası ile doydu, gitti.
Mevlânâ Hazretleri’nin ince bir üslûpla anlattığı bu hâdise, birçok hikmeti muhtevîdir. Öncelikle Hak yolunda rehber olan, yol gösterici kimselere derin bir düstûr vermektedir. Bu düstûru, bizzat kendi nefsinde uygulayarak sergileyen Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hiç kimsenin kabul etmediği îmânsız obur misâfiri evine götürmüş, ona izzet ü ikrâmda bulunmuştur. Üstelik kendi paylarını da ona takdim ederek… Daha sonra o şahsın mecbur kalıp yaptığı çirkin davranışı, yine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bizzat gidermiş ve o kâfiri hayran bırakacak yücelikte bir ahlâk sergilemiştir. Hizmetçilerin bile yapmakta zorlanacağı bir temizliği, berrak sular misâli gerçekleştirmiştir… Bu esnâda kimseyi ayıplamamış, büyük bir olgunlukla âbide bir mü’min gönlü sergilemiştir. netîcede hodgâm, doymaz bir bedenin ve karanlık bir gönlün hidâyet nûrlarıyla dolmasına vesile olduğu gibi o bahtiyar gönlün, ayrıca ahlâk-ı peygamberî ile de dolarak eski huy ve hatâsını da düzeltmesine âmil olmuştur.
İşte peygamber ahlâkı!..
Bu ahlâk ki, kâfiri mü’min eylemiş, obur bir şahsı kanaat deryâsı hâline getirmiştir.
Bu ahlâk ki, nice azgın rûhları birer itâatkâr eylemiş, gözü kanlı, acımasız yürekleri birer merhamet okyanusuna döndürmüştür.
Bu ahlâk, yarı vahşî bir toplumu, beşeriyetin en zirve cemiyeti yapmıştır.
Bu ahlâk, gönülleri bir dergâh hâline getirmiş; muzdaribin barınağı, sığınağı ve kucağı eylemiştir.
Bu ahlâk, kendini bütün menfîliklerden mes’ûl gören insanlar yetiştirmiştir.
Bu ahlâk, insan inşâ eden, hâliyle ve kâliyle hidâyet rehberi olup, cemiyetleri insan isrâfından kurtaran nice kâmil ve has kulların zuhûruna âmil olmuştur.
Bu ahlâk, kötülüğü iyilik ve ihsân ile güzelleştirmeyi öğretmiştir. Çünkü insanlar ihsâna mağluptur. İhsân edildiği kadar düşmanlık azalır. Ortada olan da dost olur.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Sen o kötülüğü, en güzel olan hasletle def’ et!..” (el-Mü’minûn, 96; el-Fussilet, 34)
Bu ahlâk, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i iki cihânın sultanı eylemiştir.
Hâsılı bu ahlâk, Allâh’ı hoşnud eyleyen en yüce bir ahlâk olmuştur. Öyle ki: «Sen hiç şüphesiz yüce bir ahlâk sâhibisin.» (el-Kalem, 4) âyetiyle senâ edilmiştir.
Ne mutlu, bu yüce ahlâk-ı hamîdeden nasîb alabilen bahtiyarlara…
Allâh’ım! Bizlerin ahlâkını, Rasûlü’nün yüce ahlâkıyla güzelleştir. O’nun sonsuz güzelliklerle dolu davranışlarını, sünnet-i seniyyesini yaşamayı bütün ehl-i îmâna müyesser kıl!
Âmîn!..
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
(Mesneviye göre) İNCİTMEMEK ve İNCİNMEMEK
Mesnevî: “Bu gönül evinin içinde kimin bulunduğunu biliyorsanız, bu gönül sahibinin kapısı önünde ettiğiniz terbiyesizlik nedendir?”

“Ahmaklar, insan yapısı mescide saygı gösterirler de, gönül sahiplerine bîgâne kalarak onların gönüllerini kırarlar.” (c.2, 3108-3109)
Gönül, Cenâb-ı Hakk’ın nazargâhıdır. Nefsin en büyük cinâyeti bir gönül kırmaktır. Bundan dolayı Mevlânâ hazretleri başka bir beytinde:
“Kâ’be bünyâd-ı Halîl-i Âzer est
Dil, nazargâh-ı Celîl-i Ekber est” buyurmaktadır.
Yani Kâ’be, Âzer’in oğlu Halil İbrâhîm’in inşâ ettiği bir yapıdır. Gönülse o yücelerin yücesi olan Cenâb-ı Hakk’ın nazargâhıdır. Binâenaleyh nazargâh-ı ilâhî olan gönlü yıkmak, Kâ’be’yi yıkmaktan daha büyük bir cürüm olarak görülmüştür.
Yûnus Emre hazretleri de:
Ak sakallı pîr hoca
Bilemez hâli nice
Emek yimesün hacca
Bir gönül yıkar ise
buyurarak, aynı gerçeğe işaret etmişlerdir.
İnsan, eşref-i mahlûkât, yani yaratılmışların en mükemmelidir. Onun kalbi ise nazargâh-ı ilâhîdir. Hadîs-i kudsî olarak nakledilen bir rivâyette, “Ben yere göğe sığmam. Bir mü’min kulumun kalbine sığarım.” (Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, II, 195) buyrulmaktadır. Bütün bunlar, insanın muhterem mevkiini ifâde etmekte ve onun hatırını veya kalbini kırmanın, ne derece ağır bir cürüm olduğunu ifâde etmektedir.
Kalbi kırık insanların, Cenâb-ı Hak nezdindeki îtibar ve mevkileri yüksektir. Rızâ-yı ilâhîye kavuşmak isteyenler, böyle mahzûn gönülleri sevindirmelidirler. Nitekim Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- birgün:
“–Yâ Rab! Seni nerede arayayım?” diye niyazda bulunmuştu. Allâh Teâlâ da:
“–Beni kalbi kırıkların yanında ara!..” (Ebû Nuaym, Hilye, II, 364) buyurdu.
Ebû Hureyre’den nakledilen bir hadis-i kudsîde de Peygamber Efendimiz şöyle buyurmaktadır:
“Kıyâmet günü aziz ve celil olan Allâh şöyle buyuracaktır:
“–Ey âdemoğlu! Ben hasta oldum, Beni ziyâret etmedin!”
Kul diyecek:
“–Ey Rabbim, Sen Rabbü’l-âlemîn iken, ben Seni nasıl ziyâret ederim?”
Cenâb-ı Hak buyuracak:
“–Bilmedin mi, falan kulum hastalandı, fakat sen onu ziyâret etmedin. Bilmiyor musun, eğer onu ziyâret etseydin, yanında Beni bulacaktın!..”
Allâh Teâlâ buyuracak:
“–Ey âdemoğlu!.. Ben senden yiyecek istedim, ama sen Beni doyurmadın!”
Kul diyecek:
“–Ey Rabbim, ben Seni nasıl doyururum?! Sen ki, âlemlerin Rabbisin!”
Cenâb-ı Hak buyuracak:
“–Benim falan kulum, senden yiyecek istedi. Sen onu doyurmadın. Bilmez misin ki, eğer sen ona yiyecek verseydin, onu, ben yanımda bulacaktım.”
Rabbimiz buyuracak:
“–Ey âdemoğlu! Ben senden su istedim, Bana su vermedin!”
Kul:
“–Ey Rabbim, ben Sana nasıl su içirebilirim? Sen ki, âlemlerin Rabbisin!” diyecek. Bunun üzerine Allâh Teâlâ:
“–Falan kulum senden su istedi. Sen ona su vermedin. Bilmiyor musun, eğer ona su vermiş olsaydın, bunu Benim yanımda bulacaktın!” buyurur. (Müslim, Birr, 43)
Zulme mâruz kalmış, gönlü incinmiş her kulun duâsı, imân veya küfür ehli olduğuna bakılmaksızın, Cenâb-ı Hakk’a arzolunur ve en kısa zamanda kabul olunur. Zîrâ mazlûmun duâsı ile Cenâb-ı Hak arasında perde yoktur. Peygamber Efendimiz, ashâb-ı kirâma böyle makbul olan mazlûmların duâsından sakınmalarını şöyle öğütlemişlerdir:
“Mazlûmun duâsından sakınınız. Zîrâ onun duasıyla Allâh Teâla arasında perde yoktur.” (Müslim, Îmân, 29)
“Üç kişi vardır ki, Allâh onların duâlarını reddetmez:
1- İftar edinceye kadar oruçlunun duâsı,
2- Mazlûmun duâsı,
3- Adâletli devlet reîsinin duâsı.” (Tirmîzî, Deavât, 48; İbn Mâce, Duâ, 2)
Cenâb-ı Hakk’ın, kullarının istihkar edilmesine râzı olmadığını, şu hadîs-i şerîf ne güzel ifâde eder:
Rasulullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- buyurdular ki:
“–Bir adam: «Vallâhi, Allâh falancayı mağfiret etmeyecek!» diye kestirip attı.
Allâh Teâlâ Hazretleri de:
«Falancayı mağfiret etmeyeceğim husûsunda, yemin eden de kim? Ben onu mağfiret ettim, senin amelini de iptal ettim!..» buyurdu.” (Müslim, Birr, 137)
Mesnevî: “Bir Hak dostunun, yani bir peygamberin veya velînin gönlü incinmedikçe, Allâh, hiç bir kavmi rezil ve rüsvây etmemiştir.” (c.2, 3112)
Bu beyit, kavimlerin zillete sürüklenmelerinin belli başlı sebeplerinden birinin, peygamber veya bir Allâh dostunu incitmek olduğunu ifâde etmektedir. Allâh katında makbûl olan bir kula ihtiram eden, onun değerini bilip takdir eden şahıs veya zümreler de aksine şeref ve îtibarlarının artmasıyla mükâfâtlandırılırlar, demektir.
Kudsî bir hadîs-i şerifte şöyle buyrulmuştur:
“Her kim Benim velî bir kuluma düşmanlık ederse, Ben ona karşı harb îlân ederim. Kulum, kendisine emrettiğim farzlardan daha sevimli herhangi bir şeyle Bana yakınlık sağlayamaz. Kulum Bana (farzlara ilâveten işlediği) nâfile ibâdetlerle de durmadan yaklaşır; nihâyet Ben onu severim. Kulumu sevince de Ben (âdeta) onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden ne isterse, mutlaka veririm, Bana sığınırsa, onu korurum.” (Buhârî, Rikâk, 38)
Buna tarihten bir misal vermek gerekirse, Firavun’un sihirbazları Hazret-i Mûsâ’nın ulviyet ve rûhâniyetteki kudretini fark ederek:
“–Ey Mûsâ, önce sen mi âsânı atarsın, yoksa biz mi atalım?” diye sordular.
Böylece bir Hak dostuna rüçhâniyet tanıyarak yapılan bu iltifatın bereketiyle hidâyete erdiler. Buna rağmen, bir peygamberle müsâbakaya cür’et etmenin bedeli olarak da cezaya çarptırıldılar, âdeta mânevî kısasa uğradılar. Mâlum olduğu üzere onlar, Firavun’un emriyle, önce işkenceye mâruz kalmış ve sonra da kolları, bacakları çaprazlama olarak kesilerek şehid edilmişlerdi.
Aynı gün içerisinde, bir peygamberle müsâbakaya çıkmak gibi küfrün zirvesinden, Firavun’a meydan okumaya kadar iki zıt kutba erişen sihirbazlar, nihâyet öyle bir îmân vecdine sahip oldular ki, Firavun’un zulüm ve tehdidlerine karşı, bâkîyi (ebedî nîmeti), fânîye (geçici olan dünyaya) tercîh ettiler de:
(Sihirbazlar) dediler ki: «–Bize gelen açık açık mûcizelere ve bizi yaratana, seni tercîh edemeyiz. Dolayısıyla sen, yapacağını yap! Sen, ancak bu dünyâda hükmünü geçirebilirsin!»” (Tâhâ, 72)
Diğer bir âyet-i kerîmede de:
“–Zararı yok! dediler: (Nasıl olsa) hiç şüphesiz ki biz, Rabbimize döneceğiz!” (eş-Şuarâ, 50)
Firavun, ellerini ve ayaklarını kesmek sûretiyle sihirbazları ağır bir işkenceye uğratırken onlar, îmânlarının zaafa uğramasından endişe ederek, Cenâb-ı Hak’dan canhıraş bir şekilde sabır ve îmânda sebât niyâz ettiler:
“…Rabbimiz! Bize bol bol sabır ver (üzerimize sabır yağdır) ve müslüman olarak canımızı al!” (el-A’râf, 126)
Mevlânâ -kuddîse sirruh- bu hâdisenin derûnî veçhesini de şu şekilde tahlil eder:
“Mel’ûn ve zâlim Firavun, sihirbazları, îmânlarından dolayı ölümle tehdîd ederek:
«–Elinizi ve ayağınızı çaprazlama olarak kestireceğim.. Sonra da sizi afvetmeyip astıracağım!» demişti.”
“Firavun, o anda sihirbazların korkacaklarını, ürkeceklerini ve titreyerek kendisine boyun eğeceklerini sanmıştı.”
“Ama Firavun bilmiyordu ki, o sihirbazlar, korku ve endişeden kurtulmuşlar, ilâhî esrar ve hakîkate vâkıf olmuşlardı.”
“Onlar, felek havanında yüz kerre dövülüp un hâline gelseler dahî, artık gölgelerini kendilerinden ayırt etme irfan ve basîretini göstermişlerdi.”
Yâni, ruhun asıl, cesedin ise bir gölge olduğunu anlamışlar ve bir an önce bu gölgeyi feda edip “fenafillâh” makamına ulaşmışlardı.<
“Ey insan, bu dünyâ bir uyku ve rüyâdan ibarettir. Sen oradaki cümbüş ve debdebeye sakın aldanma! Şâyet rüyâda elin kesilse veya vücûdun lime lime doğransa bile korkma! Zîrâ Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«Bu dünyâ, bir rüyâdan ibarettir.» buyurmuştur.”
Mesnevî: “Bazıları peygamberlerle cenk etmeye kalkıştılar. Onların bedenlerini gördüler; onları basit insan sandılar.” (c.2, 3113)
Peygamberleri sadece hemcinsleri olan insanlardan bir fert olarak telakkî edip onlardaki ilâhî tecellî, hikmet ve nasibi görmeyenler, nefislerini edebsizlik ve saygısızlığa sürüklenmekten kurtaramazlar. Bu, tarihte de daima böyle olmuştur. Peygamberleri, ilâhî memuriyetleri ve bunun netîcesi olan mânevî dünyâları îtibariyle kavrayamayanlar, itaat ve teslîmiyet noktasına ulaşamayıp küstahlıkları sebebiyle zelîl olmuşlardır. Ebû Cehiller, Ebû Lehebler, Hazret-i Peygamberi kendileri gibi etten bir kalıp zannettiler de bu idrâk noksanlığının kurbanı olarak helâk edildiler.
Peygamber Efendimizi yakından tanıyan sahâbîler ise, O’nu hayranlıkla seyrettiler. Bu hâlin zirvelerinden biri olan Hazret-i Ebû Bekir ise O’nun (s.a.v.) yanındayken bile O’na hasret içinde kalır ve O iki cihan güneşini hayranlıkla seyrederdi.
Rasûlullâh’ın baş müezzini, Peygamber mescidinin bülbülü Hazret-i Bilâl -radıyallâhu anh-’ın hâli ise çok daha başkaydı. Allâh Rasûlü dünyâyı terkedince sanki dilini yuttu, ağzını bıçaklar açmaz oldu. Koca Medîne kendisine dar geldi.
Halîfe Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Bilâl’e ezan okuması için defâlarca yalvardı. O peygamber âşığı, dertli Bilâl, şu cevâbı verdi:
“–Yâ Ebâ Bekir! Benim arzumu sorarsan, Rasûlullâh’tan sonra ezan okumaya tâkatim kalmadı. Beni zorlama. Ne olursun, beni kendi hâlime bırak!..”
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ise, Rasûlullâh hasretiyle Bilâl’den o güzel demlerin ezânını ısrarla istiyor:
“–Ümmet, Rasûlullâh’tan sonra, bir de O’nun müezzininden de mi mahrûm olsun?” diyordu.
Israrlara dayanamayan Bilâl, nihâyet sabah ezânı için boynu bükük, gözü yaşlı minâreye çıktıysa da boğazına tıkanan hıçkırıklardan, ezanı okuyamadan geri indi. Ebû Bekir -radıyallâhu anh- daha fazla ısrâr etmedi.
Bilâl -radıyallâhu anh-, Allâh Rasûlü’nün aziz hâtıralarıyla dolu Medîne’de daha fazla duramadı, o sabah namazından sonra derhal yola çıktı. Şam’a gitti. Bir an evvel Rasûlullâh’a kavuşmak hasretiyle, serhad boylarında şehâdet peşinde muhârebelere iştirâk ediyor, ancak takdîr-i ilâhî gereği, her defâsında gâzî oluyordu. Bu minvâlde seneler geçti.
Bir gece, rüyasında Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i gördü. Rasûl-i Ekrem şöyle buyuruyordu:
“–Yâ Bilâl! Bu cefâ nedir? Beni ziyâret edecek vakit hâlâ gelmedi mi?”
Hazret-i Bilâl telaşla uyandı. Derhal devesine atlayıp engin çöllere daldı. Yalnız başına günlerce yol aldıktan sonra, nihâyet nûrlu Medîne’ye geldi. Hiç kimseye görünmeden derhal Rasûlullâh’ın kabrine koştu. Mezârın üzerine kapandı. Yüzünü gözünü mezarın toprağına sürerek, gözyaşları içinde:
“–Geldim Yâ Rasûlallâh, geldim işte!” dedi.
Tam bu esnâda, Rasûl-i Ekrem’in torunları Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin çıkageldi. Onları gören Bilâl, mezarın üzerinden kalkarak:
“–Aah! Rasûlün nûr-i dîdeleri (göz nûrları)!” dedi ve hasretle onları kucakladı.
Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh-:
“–Yâ Bilâl! Senden bir şey ricâ etmek istiyorum, yapar mısın?” dedi. Hazret-i Bilâl -radıyallâhu anh-:
“–Söyle cânımın cânı, söyle!” deyince:
Hasan -radıyallâhu anh-:
“–Rasûlullâh’a Mescid-i Şerîf’te okuduğun ezana hasretiz. Onu işitmek istiyoruz. Okur musun?” dedi.
Bilâl -radıyallâhu anh- da:
“–Sizin için okurum.” dedi.
Öğle vakti Hazret-i Bilâl, Mescid-i Nebevî’de eskiden ezan okuduğu yere çıktı.
Dertli ve yanık bağrından öyle bir “Allâhü Ekber, Allâhü Ekber!” dedi ki, koca Medîne Allâh Rasûlü’nün tedâisinden zangır zangır titredi. Dağlar taşlar bu yanık sadâ ile inledi.
“Eşhedü en lâ ilâhe illâllâh”a gelince Medîne çalkalandı.
“Eşhedü enne Muhammeden Rasûlullâh!” da ise artık bütün halk sokaklara dökülmüştü.
“–Ne oldu, Rasûlullâh dünyayı yeniden mi teşrîf etti.” diye birbirine soranlar, ağlayanlar, hıçkıranlar…
Hazret-i Bilâl ise, boğazına saplanan hıçkırıkları zaptetmeye ve ezân-ı Muhammedî’yi tamamlamaya çalışıyordu. Fakat ne mümkün… Neredeyse hıçkırıktan boğulacak. Kendisini tutamadı, bitkin ve gözü yaşlı bir hâlde, olduğu yere bir külçe gibi yığıldı kaldı.
Yine cennet hanımlarının efendisi Fâtımâ annemiz, mübârek babaları Rahmet Peygamberi’nin fânî ayrılığından o kadar mahzûn oldular ki:
“–Fahr-i kâinâtın ukbâ âlemini teşrîfleri ile benim üzerime öyle bir musîbet geldi ki, karanlığın üstüne gelse, karanlığın rengi değişirdi.” buyurdular.
Rabbimiz, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in, sahâbe-i kirâmın ve onların izinden yürüyen evliyâullâhın muhabbetiyle gönüllerimizi nurlandırsın! Peygamber Efendimizi yakînen tanımayı, ahlâk ve şahsiyetinden lâyıkıyla istifâdeyi nasîb eylesin. Onun ulvî muhabbetini kalbimize hiç tükenmeyen, durmadan ziyâdeleşen bir azık eylesin!.. Âmin…
Mesnevî: “Sen hiddete kapılıp, gönüller kırmış, onlara ateş düşürmüş isen, o ateş senin için cehennem ateşinin mayası olur.”
“Senin öfke ateşin bu dünyada bile seni yakar, yani zillete düşürür. Ondan doğan cehennem ateşi ise bu zilletin netîcesi olarak seni âhirette de ebedî olarak yakar.”
“Senin hiddet ateşin, burada, insanlara kasteder. Bu kasdının eseri olarak doğan cehennem ateşi ise sana âhirette ve ebedî olarak saldıracaktır.” (c.3, 3472-3474)
Kâmil insan, o kadar mükemmel bir ahlâk ve tabiata sahip olmuştur ki, -Allâh için müstesnâ- hiç kimseye kızmaz, hiç kimseden kırılmaz. O:
“O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allâh için infâk ederler; öfkelerini yutarlar ve insanları afvederler. Allâh da (bütün hâl ve ibâdetlerinde bu şekilde) ihsân sahibi olanlara muhabbet eyler.” (Âl-i İmrân, 134) sırrına ermiştir.
Rivâyete göre Câfer-i Sâdık Hazretleri’nin bir kölesi vardı. Kendisinin yakın hizmetlerini görürdü. Birgün köle, getirmiş olduğu içi çorba dolu bir kâseyi, kazârâ Câfer Hazretleri’nin üzerine döktü. Üstü başı çorbaya bulanan Câfer Hazretleri de, öfke ile kölenin yüzüne baktı.
Bunun üzerine köle:
“–Efendim! Kur’ân’da: « وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ » -öfkelerini yenenler- takdîr buyuruluyor!” dedi.
O zaman Câfer-i Sâdık Hazretleri:
“–Öfkemi yendim!” dedi.
Bu sefer köle:
“–Kur’ân’da aynı yerde: « وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ » -insanların kusurlarını bağışlayanlar- da takdîr buyuruluyor!” dedi.
Câfer Hazretleri:
“–Haydi bağışladım seni!..” dedi.
Bu defâ da köle:
“–Âyetin sonunda: « وَاللّهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ » -Allâh ihsânda bulunan, iyilik eden kimseleri sever!- buyruluyor!” dedi.
Bunun üzerine Câfer-i Sâdık Hazretleri:
“–Haydi git, hürsün artık; seni Allâh için âzâd ettim!..” dedi.
Hayat kitabının öfke faslı, bir fâcia târihidir. Bu vahim tehlikeden kurtuluş çaresi, bu hoşa gitmeyen feveran karşısında kardeşlik ve sabır gücünü kullanmak, muvâzeneyi bozmadan sükûnete bürünmektir.
Ebû Derdâ -radıyallâhu anh-, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e:
“–Bana cennete götürecek bir şey öğret!” deyince; Fahr-i Kâinât Efendimiz:
“–Öfkelenme!” (Buhârî, Edeb, 76; Tirmizî, Birr, 73) buyurdu.
Yine aynı şekilde bir kişi, Peygamber Efendimiz’e:
“–Yâ Rasûlallâh! Çok şey belleyecek gücüm yok! Bana, saâdetime mûcib olacak kısa bir şey buyur!” deyince, ona da:
“–Öfkelenme!” (Buhârî, Edeb, 76; Tirmizî, Birr, 73) buyurdu.
Diğer hadîs-i şerîflerde de:
“Allâh Teâlâ, öfkesini tutanın ayıbını örter!” (İhyâ, III, 372)
“Allâh indinde rızâya nâiliyet için bir kulun öfke yudumunu yutmasından daha sevaplı bir yudum olmaz!” (İhyâ, III, 392)
“Güçlü ve kuvvetli pehlivan herkesi sallayıp yere yatıran değildir. Asıl kahraman kişi, öfke zamanında kendini tutandır.” (Buhârî, Edeb, 102; Müslim, Birr, 106-108) buyrulmaktadır.
Mesnevî: “Yeryüzünde bir zayıf, bir zavallı emân diyecek, Hakk’tan yardım isteyecek olursa, gökyüzü ordusuna (meleklere) bir gürültü düşer.” (c.1, 1315)
“Ey insan, başkalarından gördüğün zulümler, kötülükler, senin kendi kötü huyunun onlardan aksetmesidir, görünmesidir.” (c.1, 1318)
Hadîs-i şerîfte, mazlûmun âhından korkulması tavsiye edilmiş, mazlumun bedduâsının bâr-gâhı ulûhiyete vâsıl olmasına hiçbir şeyin engel teşkil edemeyeceği bildirilmiştir. Bu sebeple zulümden içtinâp etmek lâzım gelir. Buna rağmen mazlum da, mâruz kaldığı zulüm ve kötülüklerin kendi kötü huyunun bir başkasında akis ve tecellisi ile karşılaştığını düşünmelidir. Nitekim Mevlânâ, insanın iç ve dış dünyasındaki huzur ve huzursuzluğu diğer beyitlerinde şöyle ifâde etmektedir:
“Eğer sana bir diken batmış ise, bil ki o dikeni sen dikmişsindir! Şâyet yumuşak ve latîf kumaşlar içinde isen, o kumaşı da sen dokumuşsundur!”
“Sen, kendi huyunun, tabiatının derinliklerine inseydin, kötülüğün, ahlâksızlığın senden, kendinden olduğunu anlardın.
Eğer sen, Allâh nûru ile baksaydın, kötülük husûsunda başkasını ayıplar, başkasının kusurlarını görür de gaflete düşer mi idin?”
Gerçi bir insanın mâruz kalacağı ibtilâlar ve sû-i muâmeleler, her zaman onun vâkî bir hatasının netîcesi değildir. Öyle olsaydı, ma’sumiyet sıfatı olan enbiyâ, hiçbir kötü muâmeleye mâruz kalmazdı. Bu ibtilâlar, kimi zaman imtihân âlemi olan dünya hayatının iktizâsı, kimi zaman da kişinin mânevî tekâmülüne yardımcı olmak gayesine mâtuftur.
Lâkin karşılaşılan kötülüklerin bir kısmı da, yukarıda zikredildiği gibi muhâtabın istihkâkı ile gerçekleştiğinden böyle hâdiselerde nefsi yoklayıp kendini hesaba çekmek lâzımdır. Bu sebeple konuşmadan evvel ağzımızdan çıkacak lafızlara dikkat etmelidir. Zîrâ maksad, kalplere hançeremizden dökülen dikenler saplamak değil; kalpleri kalbimizin içinde saklamak olmalıdır. Davranışlarımız da sözlerimizi te’kîd etmeli ve her hâlimizden çevremize güzellikler yansımalıdır.
Mesnevî: “İnsanı inciten kişinin, Allâh’ı incittiğinden haberi yoktur. O bilmiyor ki, bu küpün suyu, Hakk ırmağının suyu ile birleşmiştir.” (c.1, 2520)
Allâh’ın bir mahlûkunu rencide eden bir muâmelenin, o mahlûktan önce Cenâb-ı Hakk’ın gadabını tevlîd edeceğini düşünmek gerekir. Çünkü Allâh, mahlûkâtına muhabbette harîstir. Bundan dolayıdır ki, günahkâr, yani Rabbine âsî olan bir kulun bile günah ve kusurunun zikredilip şüyû bulmasını menetmiş ve bunu “gıybet” nâmıyla, ağır günahlardan biri olarak ilân buyurmuştur.
Cenâb-ı Hak, “…Ona rûhumdan (kudretimden) üfledim…” (el-Hicr, 29; Sâd, 72) buyurarak kendisine yaklaşmak için insana istidât vermiş ve onu en güzel şekilde “ahsen-i takvîm” sırrıyla yaratmıştır. Bu yüzden Rabbimiz, kulunun istihkar edilmesinden, küçük görülüp incitilmesinden bile râzı olmaz. Rivâyet edilir ki, Muhyiddin-i Arabî hazretleri bir sahilden geçerken, testiyi başına dikip şarap içen bir genç gördü. Aynı genç bir yandan da yanındaki bir kadına taşkınlık ediyordu. Muhyiddin-i Arabî içinden şöyle geçirdi:
“–İnsan, mahlûkât içinde kendisini en aşağı bilmeli, mütevâzî olmalı; ama ben herhalde şu günahkâr gençten daha üstünüm. Şarap da içmiyorum, laubâli hareketler ve ahlâksızlıklar da yapmıyorum.”
Tam o sırada denizden bir feryad duyuldu:
“–Batıyoruz, İmdâd!..”
Bu sesi duyan genç, elinden testiyi atarak kaşla göz arasında denize fırladı ve birkaç dakika içinde boğulmak üzere olan dört kişiyi kurtararak sahile taşıdı. Sonra da olan biteni hayretler içinde izleyen İbn-i Arabî hazretleri, biraz önce aklından geçen tereddütlerine cevap buldu ve:
“–Bak, o küçümsediğin, günahkâr ve hakîr gördüğün genç, dört kişiyi birden kurtardı. Ya sen ne yaptın!? Bir kişi bile kurtaramadın!..”
Bu kıssada da anlatıldığı üzere, zâhirî davranışlarını gördüğümüz birtakım kişilerde, göremediğimiz bazı kabiliyet ve cevherler olabilir. Peygamberlerin dışında, hiç bir kimsenin son nefes garantisi yoktur. Bu bakımdan tasavvuf ehli, Allâh’ın kullarını istihkarı, kalbin cinâyeti olarak kabul etmişlerdir.
Mesnevî: “Her zahmete kızmada, öfkelenmede, her terbiyesize kin gütmedesin. Peki ama, cilalanmadan nasıl ayna olacaksın?” (c.1, 2980)
İnsanı olgunlaştıran, meşakkatler ve mahrûmiyetlerdir. Her külfetten kaçınmak tembellik, bencillik ve irâdesizliktir. Doğru olan, katlanılan külfetle elde edilecek netîce arasında bir muvâzenenin mevcut olup olmadığına dikkat etmektir.
Bu ölçüyle layık olmadığı bir muâmeleye mâruz kalan insan, hemen öfkelenmek ve mukabelede bulunmak yoluna gitmeden, kendisine yönelen tarize müstahak olup olmadığını idrak edebilmek için nefsini hesaba çekmelidir. Eğer mâruz kaldığı kötü muâmele, ona müstahak olmadığı hâlde vâkî oluyorsa, bu yolda sabretmek olgunlukta bir basamaksa, şükredip bu haksız muâmelenin fâiline acımak son merhaledir. Bu ise kolay olmadığından, böylesi pehlivanlar nâdirdir.
Zayıfa, fakire, sefile, yalnıza acımak ve onlara yaklaşmak, merhamet muktezâsıdır. Lâkin;
-Zulüm pençesi altında mazlumları inim inim inleten “zâlimin vicdânına”,
-Geniş imkânlarını, “fânî ve taşkın zevk saltanatına esir eden
sefil rûhlara”,
-Hakkın ve hukûkun yok olduğu bir düzende, “merhamet fukarası
hodgâmların rezil ruhuna” daha çok acımalıdır. Zîrâ onlar, âkıbette, yani ebedî âhiret âleminde en büyük kaybedenler olacaktır.
Yasin-i Şerif’in ikinci sayfasının sonunda (13-27. âyet-i kerîmelerde) belirtilen Habîb-i Neccâr hâdisesi, bu hâlin kahramanlığını ifâde eden ne güzel bir misaldir. Habib-i Neccar, halkına hakkı tavsiye etmesinden dolayı taşlanarak şehid edildi. Kur’ânî ifâdeyle hayata vedâ ederken ilâhî perdeler açıldı:
“–Âh, keşke kavmim, Rabbimin beni bağışlayıp ikramlara garkettiğini bilseydi!” dedi. (Yâsîn, 26-27)
Hak dostluğunun bir nişânesi olarak, kendini şehid eden kavminin gafletine ve zavallığına acıdı.
Mesnevî: “Önemli olan gül tabiatlı olabilmektir. Yâni bu dünya bahçesinde, dikenleri görüp, onlardan incinip dikenleşmek değil, araya kış gibi çileler girse bile onları bahar iklimiyle kucaklayarak, bütün âleme bir gül olabilmektir.” (c.3, 3259)
İnsanın gül olması, “mahz-ı hayır” ile hâllenmesi demektir. Böyle olanlar yılana bile baksa onu uysallaştırabilirler.[SUP]7[/SUP] Çünkü Hak dostları, Allâh’ın hiçbir mahlûkuna kin ve nefretle nazar etmezler. Kötülüklere karşı tabiî olarak vâkî olan buğzları bile muhâtabı aşan bir sırrîliğe mazhardır. Böylesine, “buğz-ı fillah” yani “Allâh için kızmak” denilir.
Fakat bu âlemde olup biten hâdiseler karşısında, bu kadar hayırhâh bir nazara ve hissiyâta mâlik olmak kolay değildir. Bunun için, “nefs-i emmâre”den başlayan yolculukta, zirve olan “nefs-i kâmile”ye doğru bir hayli yol katetmek lâzımdır.
Mevlânâ hazretleri, gül ile âdeta şöyle hasbihâl eder:
“Gül, o güzel kokuyu diken ile hoş geçindiği için kazandı. Bu hakîkatı gülden de işit. Bak, o ne diyor:
Dikenle beraber bulunduğum için neden gama düşeyim, neden kendimi kedere salayım? Ben ki gülmeyi, o kötü huylu dikenin beraberliğine katlandığım için elde ettim. Onun vesîlesiyle, âleme güzellikler ve hoş kokular sunma imkânına kavuştum…”
Bir mü’min, muhatabına tesir edebilmek için hâliyle, lisânıyla bir olgunluk kazanmalıdır ki, karşısındakinin yaptığı hatadan kendisini mes’ûl addetsin. Bir doktorun vazifesi, hastaya kızmak değil, hastalığın tedâvî çarelerini bularak onun şifaya kavuşmasına yardım etmek olduğu gibi; ehl-i tasavvuf, günahkâra kızmak yerine onu kanadı kırık bir kuş gibi telakkî eder, onları gönül saraylarına alırlar ve günaha olan nefretlerini günahkâra taşırmazlar.
 

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
İNCİTMEMEK ve İNCİNMEMEK
Peygamber Efendimiz’in müezzinlerinden Abdullah İbn Ümm-i Mektûm -radıyallâhu anh- zaman zaman Rasûlullâh Efendimiz’in yanına gelir:

“–Yâ Rasûlallâh! Allâh’ın Sana öğrettiklerinden bana da öğret!” diye yalvarırdı.
Peygamber Efendimiz de; o temiz yürekli sahâbîsini kırmaz, tatlılıkla bütün sorularına cevaplar verirdi.
Birgün, Kureyş’in ileri gelenlerinden birkaç kişi, Peygamberimiz’in yanında bulunuyorlardı. Hazret-i Peygamber de: «Belki bu Kureyş’in ileri gelenleri îmâna gelirler de maiyyetindekiler de hidâyet bulurlar.» ümidi içindeydi. Bu sırada, doğuştan âmâ olan müezzin Abdullah İbn Ümm-i Mektûm yine geldi. Âmâ olduğu için Rasûlullâh’ın yanında kimlerin bulunduğunu bilmiyordu. Bundan dolayı, her vakitki ricâsını tekrarladı. Misafirlerin yanında bu yersiz suâlden Hazret-i Peygamber üzüldü ve sıkıldı. Başını öte tarafa çevirdi. Alâka göstermedi. Bu durumdan, Abdullah İbn Ümm-i Mektûm’un gönlü hafifçe incindi. Bunun üzerine Abese Sûresi’nin başında bulunan iki âyet nâzil oldu:
“Rasûlullâh, âmâ geldi diye yüzünü buruşturdu ve başını çevirdi.” (Abese, 1-2)
Bu hâdiseden sonra, Rasûlullah Efendimiz Abdullah İbn Ümm-i Mektûm’u ne zaman görse:
“–Ey kendisi için Rabbimin Bana sitem ettiği zât, merhaba!” (Vâhidî, Esbâbu Nüzûli’l-Kur’ân, s. 471) diye buyururlardı.
Hiç şüphesiz bu hâdise, ümmeti irşâd için Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şahsında sergilenmiş ilâhî bir örnektir. Bununla, bütün ehl-i îmâna, böyle mevzûlarda takip etmesi gereken istikâmet gösterilmiştir. Dolayısıyla Hak dostları, bu mesele üzerinde, yâni incitmeme husûsunda titizlikle durmuşlar ve gönülleri birer nazargâh-ı ilâhî, yâni bir bakıma mânevî kâbetullâh olarak addetmişlerdir. Zîrâ, kim gönül kâbesine zarar verirse, hakîkatte onun sahibini incitmiş olur. Bu îtibarla denir ki:
«Allâh, gönlü kırıklarla beraberdir.»
Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“Mûsâ -aleyhisselâm- Cenâb-ı Hakk’a bir ilticâsında:
«– Yâ Rab! Seni nerede arayayım?» dedi.
Allâh Teâlâ buyurdu ki:
«– Beni, kalbi kırıkların yanında ara.»” (Ebû Nuaym, Hilye, II, 364)
Hazret-i Mevlânâ’nın naklettiği şu hikâye, bu gerçeği ne kadar güzel yansıtır:
Bir gemide bir derviş vardı. Yükü ve eşyâsı yoktu. İyi huylarından, mertlik ve insanlıktan bir yastığa dayanmıştı. Gemi suların üzerinde akıp giderken, bir ara gemide bir kese altın kayboldu. Derviş ise o sırada uyumuştu. Herkesi aradılar, bulamadılar; biri de o dervişi gösterdi. Ve:
“–Şu uyuyan fakiri arayalım.” dedi.
Para sahibi, derdinden dolayı, yok yere onu uyandırdı. O mâsum dervişe itham dolu bakışlarla:
“–Bu gemide bir kese altın kayboldu. Herkesi aradık; bulamadık. Sıra sende! Hırkanı çıkar, soyun da, halkın şüphesi kalmasın.” dedi.
Derviş:
“Ya Rabbî! Mâsum kulunu suçlu buluyorlar, hâlimi Sana arzediyorum!” diyerek Hakk’a iltica etti.
Gemidekiler, dervişe gönül kırıcı bir şekilde davranmışlardı. O temiz gönlün sahibi, yâni Hak Teâlâ ise, onun kırılmasına râzı olmadığından, balıklara emretti ve o anda denizin her tarafından sayısız balık başını çıkardı. Her birinin ağzında, çok kıymetli iri bir inci vardı. Her birinin ağzında bir inci vardı ama ne inci… O incilerden her biri, bir memleket geliri değerinde idi. Allâh tarafından lutfediliyordu. Kimsenin o incilerde hakkı yoktu.
Derviş balıkların ağzından birkaç inci alıp geminin ortasına attı. Kendisi de sıçrayıp havada iskemleye oturur gibi oturdu. Padişahların tahtlarına oturdukları gibi bağdaş kurmuş, havada duruyordu. Gemi de onun önünde gitmede idi. Gemidekilere seslenerek dedi ki:
“Haydi gidin; gemi sizin olsun Hak benim olsun! O, ne beni hırsızlıkla suçlar, ne de beni kusurlarımı açığa vuran birisinin eline bırakır.”
Gemide bulunanlar:
“–Ey ulu kul! Sana bu yüce makamı ne yüzden verdiler?” diye seslendiler.
Derviş:
“Mânâ sultanlarına saygı gösterdiğim için verdiler. Yoksullara karşı da hiç kötü zanna kapılmadım. O latîf ve nefesi hoş yoksullar yok mu; “Abese” Sûresi, onları yüceltmek için geldi. Onların yoksulluğu dünyalık için veya dünyaya sarılmak için değildir. Onların dünyada Hak’tan başka hiç bir şeyi olmadığından, onlar yoksulluğu benimsemişlerdir.” dedi.
Şâir diliyle bu incelik şöyle anlatılmıştır:
Fukarâ kalbine her kim dokuna
Dokuna sînesi Allâh okuna
Bu kıssadan hisse çıkaran Hazret-i Mevlânâ şöyle ifâde buyurur:
“İnsanı inciten kişinin, Allâh’ı incittiğinden haberi yoktur. O bilmiyor ki bu küpün suyu, Hak ırmağının suyu ile birleşmiştir.”
“Bilgisizliğimiz, körlüğümüz yüzünden, Hakk’ın velîlerini hor görmek, onları incitmek istiyoruz.”
“İbtilâ, belâya uğrayış bir hastalıktır, belâya uğrayan kişiye acırlar, ama ahmaklık öyle bir hastalıktır ki başkalarını da yaralar ve incitir.”
“Ahmaklar, insan yapısı mescide saygı gösterirler de, gönül sahiplerinin gönüllerini kırmaya çalışırlar.”
“Bu gönül evinin içinde kimin bulunduğunu biliyorsanız, bu gönül sahibinin kapısı önünde ettiğiniz terbiyesizlik nedendir?”
“Oysa bir Allâh adamının, yani bir peygamberin veya velînin gönlü incinmeyince, Allâh hiç bir kavmi rezîl ve rüsvây etmemiştir.”
Dolayısıyla tasavvuf, incitmemek bahsi üzerinde ziyadesiyle durur. Öyle ki, incinmemek derecesinde…
Sâmi Efendi Hazretleri, Daru’l-Fünûn Hukuk Fakültesi’ni yeni bitirmişti. Onun güzel hâlini ve tertemiz sîretini pek beğenen bir Allâh dostu:
“–Evlâdım, bu tahsîl de güzeldir ama, sen asıl tahsîli ikmâl etmeye bak. Seni irfân mektebine kaydedelim, orada da gönül ilimlerini ve âhiret sırlarını öğren!..” dedi.
Ardından da ekledi:
“–Evlâdım, o mektebde nasıl eğitim yaparlar, ne öğretirler bilemem. Ama bildiğim bir şey var ki, bu tahsîlin ilk dersi incitmemek, son dersi de incinmemektir…”
İncitmemek, nispeten kolaydır. Ama incinmemek elde değildir. Zîrâ o, bir gönül işidir. Dolayısıyla incinmemek, ancak fânîlerden gelen ve kalblere saplanan zehirli okların tesirsiz kalması ile mümkündür. Bu da, nefs tezkiyesi ve kalb tasfiyesinin kemâlindeki seviye nisbetindedir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Tâif’te taşlanıp hakâret gördüğünde melekler:
“– Ey Allâh’ın Rasûlü! Dilersen, şu iki dağı birbirine çarpıp buranın zâlim halkını helâk edelim.” demişlerdi.
Ancak o âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan yüce Peygamber, meleklerin bu teklifini kabul etmediği gibi şefkat ve merhamet duyguları içerisinde, mübârek yüzünü Tâif tarafına çevirdi ve ahâlisinin hidâyet bulmaları için duâ eyledi. (Bkz. Buhârî, Bed’u’l-Halk, 7; Müslim, Cihâd, 111)
Bir Peygamber âşığı olan Hallâc-ı Mansûr da taşlanırken:
“–Allâh’ım! Bunlar bilmiyorlar, benden evvel onları affet!” diye duâ etmiştir.
Bu, gerçek tahsîl ile, yâni mânevî terbiye netîcesinde elde edilen kalb-i selîme âit bir hâldir.
Ebu’l-Kâsım el-Hakîm’e, kalb-i selîmin sıfatlarını sorduklarında şunları söylemiştir:
“Kalb-i selîmin üç vasfı vardır:
Birincisi, incitmeyen bir kalb,
İkincisi, incinmeyen bir kalb,
Üçüncüsü de iyiliği Allâh’ın rızâsı için yapıp karşılığını beklemeyen bir kalb…
Zîrâ bir mü’min, Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna, hiç kimseye eziyet etmeyince verâ ile; kalbini Rabbe yöneltip kimseden incinmeyince vefâ ile; yaptığı sâlih amellere herhangi bir fânîyi ortak etmeyince de ihlâs ile gelir…”
Şâir ne güzel söyler:
Cihân bâğında ey âkil, budur makbûl-i ins ü cin;
Ne kimse senden incinsin ne sen bir kimseden incin!..
İncitmemek ve incinmemekte en mühim hususlardan biri de, kusur ve kabahat örtmektir. Bu güzel ahlâkı gerçekleştirmek için Belh meşâyıhından Hâtem Hazretleri, işitmesine rağmen “esamm”, yâni sağır lakâbını almıştır. Şöyle ki:
Birgün, kendilerine ma’ruzâtta bulunmak üzere dertli bir kadıncağız geldi. Tam merâmını anlatmaya başlamıştı ki, kadından gayr-ı irâdî olarak, kazâ ile gaz sancısı netîcesinde çirkin bir ses sâdır oldu. Kadın bir mum gibi eridi, âdeta mahvoldu. Hâtem Hazretleri ise, kadının mahcûb olup müşkil durumda kalmaması için hiçbir şey duymamış gibi kendisini işitmezliğe verdi ve elini kulağına götürerek:
“–Bacım, kulağım zor işitiyor; biraz yüksek sesle söyle! Duyamadım…” dedi.
Böylece kadıncağız, gayr-i ihtiyârî vâkî olan kusurunun gizli kaldığını düşünerek rahatladı. Merâmını yüksek sesle tekrar anlatmaya başladı.
Bu olaydan sonra, Hâtem hazretleri, “Hâtem-i Esamm” (Sağır Hâtem) diye yâdedildi.
Bu misâldeki inceliği ve ahlâkî seviyeyi, sâdece kitaplardan edinilen mâlumatlarla hayâta geçirmek elbette ki mümkün değildir. Hâtem Hazretleri’nin sergilediği bu nezâket ve incitmeme duygusu, onun Cenâb-ı Hakk’ın Rahmân, yâni merhamet ve “Settâru’l-uyûb” yâni “ayıpları örtücü” sıfatından aldığı hisseyi, ancak ahlâka inkılâb ettirebilmiş olmasıyla îzâh edilebilir. Böyle davranışlar, özellikle tasavvufta “Allâh’ın ahlâkıyla ahlâklanma” şeklinde tâbir olunmuştur.
İncitmemek husûsunda hadîs-i şerîfte buyrulur:
“İnsana günah olarak, müslüman kardeşini küçük görmesi yeter…” (Müslim, Birr, 32)
İncinmemek husûsunda hadîs-i şerîfte buyrulur:
“Size iyilik yapanlara karşı iyilik yapmak, fenâlık yapanlara da fenâlık yapmak meziyet değildir. Asıl meziyet, size fenâlık yapanlara karşı aynı şekilde mukâbelede bulunmayıp iyilik yapabilmektedir.” (Tirmizî, Birr, 63)
Hak Teâlâ buyurur:
“Rahmân’ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara lâf attığında, (incitmeksizin) «Selâm!» derler (geçerler).” (el-Furkân, 63)
Bu yüksek hâller, bir firâset meselesidir. Yoksa insan, farkına varmadan nice çamlar devirir. Yâni öz olarak ille firâset, ille firâset…
Firâset nedir?
Firâset, peygamberlerin sıfatlarından bir cüzdür. İnce bir zekâ ile muhatabın aklının seviyesine göre davranmaktır. Zîrâ bir kimseyi sevindiren bir davranış, diğer bir kimseyi üzebilir. Dolayısıyla insan terbiyesi, onun psikolojik durumunu tespit edebilmek ve hâdiselerin iki-üç merhale sonrasını hesap edebilmekten geçer.
Firâsetin şaheseri, ölüm bilmecesini halletmenin gayreti içinde olmakla başlar. Zîrâ fânî âlemde sırlara ve hakîkate ârif olabilmek, ancak “ölmeden evvel ölebilmekle” mümkündür. Yâni nefsânî ve dünyevî arzulardan vazgeçebilmek zarûrîdir. Hak dostları, bu hususta şu düstûrlara riâyet ederler:
İki şeyi unutma:
1. Allâh’ı ve
2. Ölümü.
İki şeyi de unut:
1. Sana yapılan fenalıkları
2. Yaptığın hayır ve iyilikleri.
Bize yapılan fenâlıkları unutmak, affetmek olarak gerçekleştirildiği takdirde, bu daha büyük bir fazîlettir. Çünkü kul, affede affede ilâhî affa mazhar olur. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
(Rasûlüm!) Sen af yolunu tut, iyiliği emret ve câhillerden yüz çevir.” (el-A’râf, 199)
“Bir iyiliği açıklar yahut gizlerseniz veya bir kötülüğü (açıklamayıp) affederseniz, şüphesiz Allâh da ziyâdesiyle affedici ve kâdirdir.” (en-Nisâ, 149)
“…Allâh’ın sizi affetmesini istemez misiniz?..” (en-Nûr 22)
İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- anlatıyor:
“Bir adam Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek:
«–Hizmetçiyi ne kadar affedeyim?» diye sordu. Aleyhissalâtu vesselâm Efendimiz susup cevap vermedi. Adam tekrar:
«–Ey Allâh’ın Rasûlü! Hizmetçimi ne kadar affedeyim?» diye sordu.
Bu defâ Fahr-i Kâinât Efendimiz (kesretten kinâye olarak):
“–Her gün yetmiş defa affet!” cevabını verdi. (Ebu Dâvud, Edeb, 123-124/5164; Tirmizî, Birr, 31/1949)
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in dünyâya vedâ ânında, fem-i muhsinlerinden sâdır olan şu son sözleri ne kadar mânidardır:
“Namaz! Namaza dikkat ediniz! Mâlik olduğunuz (köleler, kadınlar ve çocuklar) hakkında Allâh’tan korkunuz!” (Ebû Dâvûd, Edeb, 123)
Bir başka hadîs-i şerîfte Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyururlar:
“İnsanlara borç para veren cömert biri vardı. O kişi, hizmetçisine:
«–(Borç verdiğimiz) fakire (borcu almak için) varırsan (ödeme imkânı temin edememişse), ondan vazgeç ve onu affediver (alacağımızı hibe et)! Umarım Allâh da bizi affeder.» derdi.
Sonunda adam Allâh’a kavuştu ve Allâh da onu affetti.” (Buhârî, Enbiyâ, 54; Müslim, Müsâkât, 31)
İşte bu, firâsettir. Bizim de böyle davranmamız için Âlemlerin Efendisi tarafından gönüllerimize takdim edilmiş yüce bir hâldir. Bu hâle erenler, Allâh dostu olurlar. Onun için hiçbir Allâh dostu, ahmak olmaz. Hiçbir ahmak da Hak dostluğuna yükselemez.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bir kimse methedildiği zaman:
“–Onun aklı nasıl?” buyururlardı.
Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmelerde sık sık:
“Akıl etmezler mi? Düşünmezler mi?” buyurur.
Yâni Allâh Teâlâ, kullarına, kalbe bağlı olarak aklı kullanmaları husûsunda ısrar etmektedir.
En büyük firâset, istikbal bilmecesini çözmektir. Onu çözen kimse de artık hiçbir fânîden incinmez, hiç kimseyi de incitmez. Her hâdisedeki murâd-ı ilâhîyi ve ezel-ebed sırrını sezer. Hak rızâsına göre davranır.
Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri buyurur:
“Rabbine karşı dâima edebi muhâfaza et! Hâdiselerin, Cenâb-ı Hakk’ın takdîriyle meydana geldiğini unutma. Arada vâsıta olan ne varsa, sadece birer izâfî sebepten ibârettir.”
Ehl-i gönül buyurur:
“İnsanlar arasında kendini bilenler, şu üç vasfa sahip olanlardır:
1. Rüzgârı bile incitmeyenler,
2. Kendi ad ve sıfatlarını söylemekten edeb edenler,
3. Hâlık’ın mahlûkuna merhamet ve şefkat ile nazar edenler.”
Hâsılı incitmeme ve incinmeme husûsunda kalbî seviyemiz: “Seni öldürmeye gelen, sende dirilsin.” düstûrunu gerçekleştirebilecek bir kıvamda olmalıdır.
Cenâb-ı Hak, bu yüksek hâli, yâni ince, zarif ve rakîk bir gönle sahip olabilmeyi cümlemize ihsân buyursun.
Âmîn…
 
Üst Alt