TEFSİR MUDDESSİR Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
MUDDESSİR SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

MUDDESSİR Suresi 56. Ayet
MUDDESSİR Suresi 56. Ayet
Müddessir Sûresi Hakkında

Müddessir sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 56 âyettir. İsmini birinci âyette geçen ve “örtüsüne bürünmüş” mânasına gelen اَلْمُدَّثِّرُ (müddessir) kelimesinden alır. Müshaf tertibine göre 74, iniş sırasına göre 4. sûredir.

Kur'an-ı Kerim'in yetmiş dördüncü sûresi. Elli altı âyet, iki yüz elli beş kelime ve bin on harften ibarettir. Fasılası elif, he, nûn, dal ve ra harfleridir. Mekkî sûrelerden olup, Alâk sûresinden sonra nâzil olmuştur. Kur'an'ın ilk nâzil olan sûresi olduğu rivâyet edildiği gibi, Müzzemmil sûresinden sonra nâzil olduğu da rivayet edilmektedir. Ancak ilk nâzil olan âyetlerin, Alak sûresinin birinci bölümünü oluşturan ayetler olduğu ittifakla kabul edilmiştir (İbn Kesîr, Tefsirü'l-Kur'ani'l-Azim, İstanbul 1985, VIII, 277-278). Adını ilk ayetinde geçen, örtüye bürünen anlamındaki "müddessir" kelimesinden almıştır.

Müddessir Sûresi Nuzül

Mushaftaki sıralamada yetmiş dördüncü, iniş sırasına göre dördüncü sûredir. Müzzemmil sûresinden sonra, Fâtiha sûresinden önce Mekke’de inmiştir. Müzzemmil sûresinden önce indiğini söyleyenler de vardır (bk. İbn Âşûr, XXIX, 292).

Alak Sûresinin ilk âyetleri nâzil ol duktan sonra vahiy kesilmişti (fetretü'l-vahy)* Rasûlüllah (s.a.s), buna çok üzülmüş ve adeta ne yapacağını şaşırmıştı. Cabir İbn Abdullah (r.a.), vahyin gelmediği o dönemden sözederken Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle söylediğini rivayet eder: "Bir gün yolda yürüyordum. Aniden gökten bir ses işittim. Başımı kaldırdığımda, daha önce Hira mağarasında gördüğüm o meleği, yerle gök arasını dolduran bir kürsüde oturur vaziyette gördüm. Dehşete kapılarak, hemen eve döndüm. "Beni örtün, beni örtün"diye bağırıyordum. Evdekiler beni örttüler. Bunun üzerine Allah tarafından bu; "Ey örtünen" ayetiyle başlayan süre nâzil oldu. "

Müddessir Sûresi Konusu

Resûlullah (s.a.s.)’e, kalkıp insanları uyarması vazifesi verilir. Bunu yapabilmek için sahip olması gereken ahlâkî vasıflar telkin edilir. Sonra Kur’an’ı inkâr edip Peygamber’e karşı gelenlerin kalbî, zihnî ve ahlâkî yapıları tasvir edilerek, bunları cehennemde bekleyen azap hatırlatılır.

Mekke müşriklerinin Peygamber (s.a.s)'e karşı tavır koyarken içinde bulundukları açmazı ilginç bir şekilde ortaya koyan diğer bir rivayet de şöyledir:

Hac günleri gelmiş, tüm Arap yarımadasından topluluklar Mekke'ye gelmeye başlamıştı. Mekkeli müşrikler telaş içerisinde, insanları Hz. Peygamber (s.a.s)'den nasıl uzak tutacaklarının yollarını arıyorlardı. Kendileri, Kur'an-ı Kerim'in çarpıcı ilâhî uslubu karşısında çaresiz kaldıkları için, bu ilâhî mesajı duyan insanların etkilenip Peygamber'e uyacaklarından endişe ediyorlardı. Bunun üzerine Mekkeli müşriklerin ileri gelenlerinden olan Ebu Leheb, Ebu Süfyan, Velid İbn Muğire, Nadr İbn Haris vb. Daru'n Nedvede toplandılar. Aralarında şu konuşma geçti. "Hac günleri geldi. Arap kabilelerinin elçileri gelmeye başladı. Üstelik onlar, hakkında bir şeyler duydukları Muhammed'in söylediklerini soruşturup duruyorlar. Siz ise, onun hakkında farklı farklı şeyler söylüyorsunuz. Kimi deli, kimi kâhin, kimi de şairdir diyor. Ancak her Arab bilir ki, bunların hepsinin bir tek kimsede bulunması mümkün değildir. Onun için, herkesin kullanacağı tek bir kelime üzerinde karara varalım. Onlardan birisi kalkıp; "şairdir diyelim" dedi. Velid buna itiraz ederek şöyle dedi: "Ben bir çok şâir dinledim. Muhammed'in hiç bir sözü onlara benzemiyor" "Öyleyse kâhindir diyelim" dediler. Velid; "kâhin bazan doğru söyler, bazan da yalan söyler. Muhammed asla yalan konuşamaz" diyerek yine itiraz etti. Bu defa akıl hastasıdır diyelim dediler. Velid tekrar itiraz ederek şöyle dedi: "Akıl hastaları insanlara saldırır. Muhammed asla böyle bir şey yapmadı".

Velid ayrılarak evine gitti. Oradakiler Velid'in şirkten döndüğünü zannettiler. Bunun üzerine Ebu Cehil, doğruca Velid'in evine giderek ona; "Abdu'ş-Şems! Sana neler oluyor! Kureyş bir şeyde ittifak ediyor, sen karşı çıkıyorsun. Onlar da senin, delil getirerek dininden döndüğünü zannettiler" dedi. Velid; "Benim bu iş için delile ihtiyacım yoktur" dedi ve ekledi: "Ben iyice düşündüm, o neden bir sihirbaz olmasın? Çünkü onun, babayla oğlun, kardeşle kardeşin, karıyla kocanın arasını açtığını, onları birbirinden ayırdığını duydum ve onun mutlaka bir sihirbaz olduğuna karar verdim". Bu sözü Mekke'de yaydılar. Bunu duyan halk; "Muhammed sihirbazdır" diye bağırmaya başladı. Rasulullah (s.a.s), bu söylenenleri duyunca üzüntü içerisinde eve döndü ve elbisesinin içine büzülerek yattı. Bunun üzerine; "Ey örtülere bürünen " ayeti nâzil oldu (Bu rivayetler için bk. el-Kurtubi, el-Câmi Li Ahkâmi'l-Kur'an, Beyrut 1967, XIX, 59-61).

Bu olay, Mekke müşriklerinin ve sonraki çağlarda hayatlarını İslâm düşmanlığına adamış inkârcıların içinde bulundukları çelişkili ruh yapılarını ortaya koyması açısından ilginçtir. Görüldüğü gibi Velid b. Muğire; "Muhammed asla yalan konuşmaz" dediğinde bunu, oradaki herkes susarak onaylamıştı. Bu aynı zamanda Peygamber (s.a.s)'in getirdiği ilâhî mesajın da tasdik edilmesi anlamını taşır. Bir kimsenin yalan söylemesinin imkansızlığını kabul etmek, söylediklerine inanmayı zorunlu kılar. O halde, müşriklerin inkarlarında ısrar etmelerinin sebebi nedir? Bir kimse, zâhiren ne kadar katı bir şekilde inkarda bulunursa bulunsun; Allah'ın takdir ettiği dünyevî ve uhrevî gerçeklerin somut olarak kuşatması altında olduğu hissinden kendini asla kurtaramaz. Öyleyse o, Allah'a karşı, bir ölçüde bilinçli bir başkaldırı içindedir. Kâfirlerin bir takım dünyevi çıkarlardan dolayı inkar ederek isyanda bulunmaları, onların birer zalim olmalarına sebeb olmuş; bu da İslâm'la aralarına onu anlamalarını engelleyen bir perde oluşturmuştur.

Onların, küfürlerinde ısrar edişlerinin sebebi, İslâm'ın gerçekliği hakkındaki şüphelerinden kaynaklanmıyordu. Riyaset ve zenginlikleri, böbürlenmelerine, kendilerini diğer insanlardan üstün görmelerine sebeb oluyordu. Toplumun akıllarınca en şereflileri kendileri olduğuna göre, Allah Teâlâ'nın peygamberlik gibi yüce bir görevi kendilerinden birine vermesi gerekirdi.

Câhiliyye yaşamının pisliklerinin körelttiği akılları, Muhammed (s.a.s) gibi zenginliği ve riyaset iddiası olmayan mütevâzi birine risâletin verilmesini idrak edemiyordu. Ona karşı olan hased ve kıskançlıkları, sapıklıklarında inad etmelerine sebeb oluyordu. Bu, Kur'an-ı Kerim'de şöyle ifade edilir: "Hayır! (Onların inanmaları anlamadıklarından değil) her biri kendilerine ayrı ayrı sahifeler verilmesini ister" .

Sûre daha başlangıçta, insanları şirkin ve zulmün karanlığından, zorbaların tahakkûmünden kurtarıp hidayete ulaştırmak için Cenab-ı Allah'ın peygamber olarak seçtiği o nezih kulun şahsında bütün mü'minlere sesleniyor: "Kalk ve insanları uyar" . Bu hitap kıyamete kadar mü'minlerin kulağında çınlayacaktır. Allah Teâlâ, müslümana daldığı derin uykudan, büründüğü örtüden sıyrılıp, cehenneme doğru sürüklenen insanları Allah'ın dinine döndürmek için cihada ve mücadeleye girişmeyi, bu yolda karşılaşılacak meşakkatlere hazır olmayı emrediyor.

Bu işe başlamadan önce, bedenî ve ruhî bir ön hazırlığın olması gereklidir. Allah Teâlâ, bu terbiyeyi ihtiva eden emirleri verirken vurguladığı noktalar, bir müslümanın cihad yolculuğunda yaşaması gereken hayatın üzerine bina edileceği temel unsurları da bize sunmaktadır: "Rabbini yücelt! Elbiseni temizle! Azaba götürecek şeylerden sakın! Yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma! Rabbin(in rızası) için (müşriklerin eziyet ve sıkıntılarına şimdilik) sabret!" .

Daha sonra, inkarcıların Allah Teâlâ'nın verdiği nimetlere karşılık nankörlük göstererek, açık delillere inadla direnmeleri zikredilip kâfirler için çok çetin bir gün olan diriliş gününde yaptıkları herşeyin hesabının kendilerinden sorulacağı haber veriliyor: "Ben onu sarp yokuşa (cehennemdeki saûd azabına) sardıracağım" .

Bundan sonra gelen ayetlerde, kafirler, Peygamber (s.a.s)'i yalanlarken yapmış oldukları akıl dışı hesaplar kınanarak, ilâhi lânetle lânetlenmektedirler. Onlar, Peygamber (s.a.s)'e akıllarınca bir sıfat yakıştırıp Kur'an-ı Kerim'i de insan sözü olarak nitelediler. Bu tipler için öteki kâfirlerden farklı olarak özel bir cehennem hazırlanmıştır: "Ben onu Sekar'a sokacağım". Allah Teâlâ, kasem ederek onun azabını kimsenin yalanlayamayacağını cehennemin, yaşayışında geri kalan veya ileri gidip azgınlaşan kimseler için bir uyarı aracı olduğu vurgulanarak, Âhirette cennetle ödüllendirilenlerin, cehennemliklere, bu duruma düşmelerine neyin sebeb olduğu yolundaki sorusuna verilen cevaplar gözler önüne serilmek suretiyle gaflet içerisinde olanlar uyarılmak isteniyor. Onlar bu soruya şöyle cevap verirler: "Biz namaz kılanlardan değildik. Yoksullara bir şey yedirmezdik" (Muhammed hakkında kötü sözler söylemeyi) dalanlarla birlikte dalardık. Ta ki ölüm bize gelinceye kadar (bu halde kaldık)".

İnkarcıların İslâm'a karşı cinneti andıran davranış biçimlerinin tutarsızlığı anlatılır ve onlar için hiç bir kurtuluş ümidinin olmadığı belirtilerek, Kur'an'ın, aklını kullanabilenler için bir öğüt olduğu ve insanların ondan öğüt alıp almamakta serbest davranabilecekleri bildirilir: "Kim dilerse ondan öğüt alsın" . Sûreyi, Allah Teâlâ, insanın kaderinin kendi elinde olduğunu, İslâm'a karşı büyük cürümler işleyenlerin hidayet olunmayacakları; doğru yola iletilenlerin ise buna layık oldukları için, İslâm'la nimetlendirildikleri gerçeğini bütün çıplaklığı ile ortaya koyan şu ayet-i kerime ile bitiriyor: "Allah dilemedikçe de öğüt al(a)mazlar. İşte o (öğüt alan, Allah tarafından) korunmaya da layık olandır".
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
MUDDESSİR SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

1. Ey örtüsüne bürünen Rasûlüm!

2. Kalk ve insanları Allah’ın azabıyla uyar.

3. Yalnız Rabbini büyük tanı; O’nun sonsuz büyüklüğünü ilan et!

4. Elbiseni tertemiz tut.

5. Maddi-manevî her türlü pislik ve kötülükten uzak dur.

6. Yaptığın iyiliği çok görüp başa kakma.

7. Rabbin rızâsı için sabret.

8. Sûra üflendiği zaman,

9. İşte o gün, gerçekten pek çetin bir gün olacak!

10. Kâfirlere hiç de kolay olmayacak bir gün!


Allah Teâlâ, bir önceki Müzzemmil sûresinde olduğu gibi bu sûrede de Peygamberimiz (s.a.s.)’e bir vasfını öne çıkararak hitap eder. Bu, اَلْمُدَّثِّرُ (müddessir) vasfıdır. Müddessir, “elbisesine örtünüp bürünen kimse” mânasındadır. Resûlullah (s.a.s.), Hira dağında Cebrâil (a.s.)’ı aslî sûretinde görmüş, çok korkmuş, eve dönüp, “Beni örtün, beni örtün!...” demişti. Bu sebeple Cenâb-ı Hak ona: “Ey örtüsüne bürünen Rasûlüm! Kalk ve insanları ilâhî azap ile korkut!” diye hitap eder. Böylece, artık örtülere bürünmenin, uyumanın, rahat etmenin zamanının geçtiğini; uyanmanın, görünmenin, ilâhî hakîkatleri açıklamanın, zahmetler çekmenin, meşakkatlere katlanmanın, halkı irşat için azimle kalkıp harekete geçmenin zamanı geldiğini haber verir.

Sonra İslâm’ı tebliğ vazifesinde başarılı olabilmesi için lazım gelen imanî ve ahlâkî olgunluğu kazanmanın esasları hatırlatılır:

Birincisi; Allah’ın en büyük olduğunu, O’nun karşısında her şeyin küçük, aciz, hakîr ve değersiz bulunduğunu kalben idrak etmek, bu gerçeğe tam olarak inanmak, bu imanın bir gereği olarak kalbi bütün küçük şeylerin korku ve sevgisinden boşaltarak “En Büyük Olan”a bağlamak, bunu söz ve fiillerimizle dünyaya ilan etmek. Çünkü الله اكبر (Allahu Ekber) demek İslâm’ın özüdür, başta gelen emridir. Mühim bir zikirdir. Risâletin başlangıcında öğretilen bu zikir ezanlarda, namazlarda, hacda, kurbanda, hayatın her alanında devam etmektedir.

İkincisi; elbisenin tertemiz olması. Bu gerçekten çok şumüllü bir ifadedir. Buna göre; giyilen elbise her türlü pislik ve necasetten arındırılmalı, böylece giyim kuşam temiz ve tertipli olmalıdır. Beden her türlü pisliklerden temizlenip el, ayak, saç sakal düzgün olmalıdır. Çünkü Allah’a davet eden kişinin görünüşünün nezih ve pâk olması, insanların kendisine ısınması ve kalbî yakınlık duyması açısından büyük ehemmiyet taşır. Giyilen elbiseler ahlâkî ayıplardan da uzak tutulmalı; helâl kazançla elde edilmiş olmalı; kibirlenme, gösteriş, şan ve şöhret vesilesi olmamalıdır. Allah’a davet eden kişi, öyle bir elbise giymelidir ki, onu gören herkes bu kişinin şerefli bir insan olduğunu ve onun kalbinde hiçbir kötülüğün olmadığını fark etmelidir. “Elbiseni temizle” ifadesi mecazi olarak da, insanın kalbini ve nefsini her türlü günahtan, zulümden, tebliğine mâni olacak kötü ahlâktan sakındırmasını; nasihatlerini kabule yardımcı olacak güzel ahlâk ile ahlâklanmasını öğütler.

Üçüncüsü; maddi-manevî her türlü pislikten uzak durulması. Hülasa olarak akidedeki pislik, düşüncedeki pislik, ahlâkî pislik, amelî pislik, beden ve elbisedeki pislik ve hayatın her alanındaki pislikten uzak durulmalıdır. Buna göre Allah davetçisi, toplumda yaygın olan her türlü pislikten kendini temiz tutmalıdır. Öyle ki, biri kalkıp da: “Bu, başkalarına bir şeyler anlatmaya çalışıyor, fakat kendisi bile bu pisliklerden arınmış değil” dememelidir. Bu ifade, özellikle putlara karşı savaş açılmasını ve onların bertaraf edilmesini de istemektedir.

Dördüncüsü; din adına yapılan iyilik ve hizmetin kesinlikle başa kakılmaması. Burada da yine çok muhtevâlı bir ifade kullanılmıştır. Buna göre öncelikle Peygamberimiz (s.a.s.)’e ve onun şahsında Allah’a davet edecek her müslümana şu tâlimatlar verilmektedir:

Beşincisi; peygamberlik sana Allah’ın büyük bir lutfudur. Senin aracılığınla insanlara hidâyet ulaşmaktadır. Bu yüzden “başka insanlara ihsanda bulunuyoruz” diyerek bir gösterişe kapılma ve bundan şahsî bir çıkar peşinde olma. Aslında yaptığın hizmet, çok büyük bir hizmettir. Fakat sen “ben büyük bir iş yapıyorum” gibi yanlış bir düşünceye kapılma. Bu peygamberlik vazifesini yerine getirmek için canını ortaya koyarak Allah’a bir iyilikte bulunmakta olduğunu zannetme. Çünkü bu yolda gösterdiğin gayretler ve yaptığın iyilikler, tamamen kendi menfaatinedir.

Altıncısı; ihsanda bulun, bağış yap, cömert ol, iyi muamelede bulun. Bunların hepsini sadece ve sadece Allah rızâsı için yap. Bunları yaparken hiçbir dünyevî menfaat bekleme. Yani Allah için ihsan et, kendi menfaatini sağlamak için ihsanda bulunma.

Yedincisi; sadece Allah’ın mükâfat ve rızâsına ermek için sabredilmesi. Çünkü Allah’ın dinin tebliğ, onu yaşama, yaşatma ve yayma yolunda pek çok musibet, eziyet ve sıkıntılarla karşılaşmak mukadderdir. Bunlara göğüs gerip hedefe erişebilmede sabır en mühim şarttır. Sabrın da Allah rızâsı için olması zaruridir. Çünkü başka maksatlarla yapılan sabır, yeterli derecede etkili olmayacaktır. Ancak Allah için gösterilen sabır, kişiye bu dayanma kuvvetini verecektir.

İşte bahsedilen bu mühim esaslar, Allah’ın dinini tebliğ edecek, insanları Allah’a çağıracak her müslümanın sahip olması gereken esaslardır. Bu yolun azığı ve teçhizatı bunlardır. Bu yönden eksiği bulunan insanların, davet yolunda başarı ihtimalleri, eksikleri nispetinde düşük olacaktır. Allah Resûlü (s.a.s.)’de bu esaslar en mükemmel mânada yerleştiği için, Allah’ın izniyle çok kısa sürede dünyada misli görülmemiş büyük bir inkılap gerçekleştirmiştir. Bu esaslar aynı zamanda peygamberliğin, ne kadar sağlam temeller üzerine oturduğunu ve peygamberin davet ettiği yolun ne kadar güzel bir yol olduğunu bütün dünyaya ilan etmektedir. Hiçbir akıl ve insaf sahibi insan bu esaslarda zerre kadar bir yanlışlığın ve eksikliğin olduğunu iddia edemez. Edenler de ancak, küfür ve nankörlüklerinden ederler ki, onları da sûra üfürmekle başlayacak olan gerçekten çok zor bir gün beklemektedir.

Kıyâmet gününe dair âyetlerin haber verdiği güçlükler, burada da belirtildiği gibi kâfirler içindir. Resûlullah (s.a.s.), mü’minlerin durumu hakkında şu müjdeyi vermektedir:

“Canımı kudret altında tutan Allah’a yemin ederim ki, kıyâmet gününün zahmet ve meşakkatleri mü’min için öyle hafifletilir ki, nihâyet, dünyada iken kıldığı bir farz namazdan daha hafif hale gelir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 75)

Şimdi Peygamber’i yalanlayıp Kur’an’ı reddederek o dehşetli günün zorluklarına maruz kalacak bir kâfirin, hem dünyadaki perişân hâli, hem de cehennemde çekeceği azap çok ibretli bir tablo, çok canlı bir filim şeridi halinde arz olunmaktadır:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
11. O azgın inkârcıyı sen bana bırak ki, onu önce âciz, malsız, mülksüz, yapayalnız yarattım.

12. Sonra ona geniş bir servet verdim.

13. Ve gözünün önünde dolaşan, dizinin dibinden ayrılmayan oğullar…

14. Hayatın bütün nimet ve güzelliklerini önüne serdim.

15. Hâlâ da utanmadan hırsla bu nimetleri daha artırmamı istiyor.

16. Hayır! Hiç heveslenmesin! Çünkü o bizim âyetlerimiz karşısında tam bir inatçı kesildi.

17. Ben de onu sarp mı sarp bir yokuşa süreceğim!

18. Zira o Kur’an hakkında ne diyeceğini uzun uzun düşündü, taşındı, ölçtü biçti.

19. Kahrolası nasıl da ölçtü biçti!

20. Hay kahrolası, nasıl, nasıl da ölçtü biçti!

21. Sonra çok önemli bir söyleyecekmiş tavırlarıyla şöyle bir bakındı.

22. Derken suratını astı ve kaşlarını çattı…

23. Sonunda gerçeğe arkasını döndü, kibrine yenik düştü.

24. “Bu Kur’an” dedi, “olsa olsa eski zamanlardan beri büyücülerin nakledegeldiği çok etkili bir büyüden ibarettir.”

25. “Bu bir insan sözünden başka bir şey değildir!”


Rivayete göre bu âyet-i kerîmeler, müşriklerin liderlerinden Velid b. Muğîre hakkında nâzil olmuştur. Ancak sebep bu olsa da, âyet-i kerîmeler Peygamberimiz (s.a.s.) ve Kur’ân-ı Kerîm karşısında kıyâmete kadar aynı inkârcı tavrı sergileyen her kâfiri hedef almaktadır. Velid’le alakalı kaynaklarımızda yer alan şu hâdise, bu âyet grubunun daha kolay ve güzel bir şekilde anlaşılmasını sağlayacak keyfiyettedir:

Velîd b. Muğîre, birgün Resûlullah (s.a.s.)’in yanına gidip kendisine Kur’ân okumasını istemişti. Allah Resûlü (s.a.s.) ona:

“Şüphesiz Allah adâletli davranmayı, iyilik yapmayı ve akrabayı görüp gözetmeyi emreder. Her türlü hayâsızlığı, kötülüğü ve azgınlığı yasaklar. Düşünüp ders almanız için size böyle öğüt verir” (Nahl 16/90) âyetini tilâvet etti. Velîd:
“–Bunu bana bir daha oku!” dedi. Peygamberimiz âyeti tekrar okuyunca, Velîd:

“–Vallahi, bu sözde öyle bir tatlılık, öylesine bir güzellik ve parlaklık var ki, dalları bol yemişli, kökü sulak, yemyeşil bir ağaca benziyor. bir insanın böyle bir söz söylemesi mümkün değildir. Hiç şüphesiz bu söz her şeye üstün gelir. Ona ise hiçbir şey gâlip gelemez, muhâliflerini mutlaka mağlup eder” demekten kendini alamadı. Hayretler içinde kalan Velîd, kalkıp Hz. Ebubekir’in evine gitti ve ona Kur’ân-ı Kerîm hakkında birtakım sorular sordu. Sonra Kureyşlilerin yanına giderek:
“–Ebû Kebşe’nin oğlunun söylediği şeyler, doğrusu hayrete şâyandır! Vallahi o ne şiir, ne sihir, ne de bir deli saçmasıdır! O’nun söylediği, hiç şüphesiz Allah kelâmıdır” dedi. Onun bu sözleri Ebû Cehil’e ulaşınca:

“−Vallahi Velîd dîninden dönecek olursa bütün Kureyş de dîninden döner” dedi ve hemen yanına giderek:

“−Ey amca! Kavmin sana vermek üzere mal topluyorlar. Muhammed’e gitmiş ve ondan bir şeyler istemişsin galibâ” dedi.

Velîd:

“−Kureyş beni iyi bilir, onların en zengini benim” dedi. Ebû Cehil:

“−O hâlde Muhammed hakkında öyle bir şey söyle ki, senin O’nu inkâr ettiğini ve O’ndan hoşlanmadığını kavmin bilsin” dedi. Velîd:

“–Ne söyleyeyim? Vallahi, içinizde şiiri, recezi ve kasîdeyi benden daha iyi bilen kimse yoktur. O’nun söyledikleri bunlardan hiçbirine benzemiyor. Vallahi, Muhammed’den az önce öyle bir söz dinledim ki, ne insan sözü ne de cin sözüne benziyordu. Onun muhteşem bir tatlılığı ve hoşluğu var” dedi. Ebû Cehil ısrâr ederek:

“−Kavmin, O’nun aleyhinde bir şey söylemediğin müddetçe senden râzı olmayacak” dedi. O da:

“−Bırak beni, biraz düşüneyim” dedi. Sonra da:

“Bu Kur’an olsa olsa eski zamanlardan beri büyücülerin nakledegeldiği çok etkili bir büyüden ibarettir. Bu bir insan sözünden başka bir şey değildir!” (Müddessir 74/24-25) hezeyânında bulundu. (bk. Hâkim, el-Müstedrek, II, 550/3872; Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXIX, 195-196; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 468)

İşte hususiyle 18-25. âyetler onun, gönlündeki gerçek düşünceyi bastırmaya çalışarak Kur’an hakkında karar verip bir şeyler söyleme sürecinde yaşadığı sıkıntılı ruh halini, yüz ve kaş hareketlerini, şekilden şekle girişini son derece tesirli tasvirî bir üslup ile gözler önüne serer. Fakat çektiği bu kadar zihnî, kalbî ve ruhî sıkıntıdan sonra ulaştığı netice çok berbat bir netice olmuş, Kur’an’ın Allah kelamı olduğunu reddederek kendini ebedî bir hüsranın, son derece yakıcı bir ateşin içine yuvarlamıştır:

26. Ben de onu yakında, yanıp kavrulmak üzere Sekar’a tıkacağım.

27. Sekar’ın ne olduğunu sen bilir misin?

28. O, içine atılanı yaktıkça yakar, hepsini yer bitirir; hem de onu eski hâline getirip aynı azabı yapmaktan vazgeçmez.

29. Durmadan derileri yakar, kavurur, simsiyah hâle getirir.


O ateşin ismi “Sekar”dır. Sekar, cehennemin en ağır ceza verilen bir tabakasını ifade eder. Bunun mâhiyetini akılla idrak mümkün olmadığı için, onun durumunu Cenâb-ı Hak bildirir. Öyle bir Sekar ki, bir kere yakaladığı kimseyi, hiçbir zerresi hariçte kalmayacak biçimde yakar, kül eder, tüketir. Fakat onun yakasını yine de bırakmaz. O kişi yeniden yaratılır. Bu sefer yeniden onları yakarak geriye hiçbir şey bırakmaz. Bu durum ebediyen böyle devam eder gider. O öyle bir Sekar’dır ki, insana susamıştır. Kanmak bilmez, doymak bilmez, yakmak için hep insan gözetler, bulunca ona saldırır. Derileri kavurur, simsiyah yapar. Deriler yenilendikçe (bk. Nisâ 4/56) bir daha, bir daha yakar kavurur.

Bu ebedî azap mekanının son derece güçlü ve acımasız bekçilerine gelince:

30. Cehennemde on dokuz bekçi vardır.

Cehennem bekçilerinin sayısı on dokuzdur. Bunların durumu hakkında âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Ey iman edenler! Hem kendinizi hem de ailenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan o müthiş cehennem ateşinden koruyun! Onun başında, Allah’ın emirlerine asla karşı gelmeyen ve kendilerine verilen her emri eksiksiz yerine getiren son derece acımasız, güçlü ve sert tabiatlı melekler vardır.” (Tahrim 66/6)

Bunlar, cehenneme sahip olan, onu koruyan, cehennem ve cehennemliklerle alakalı tüm faaliyetleri yürüten zebânî meleklerdir. Başkanları “Mâlik”tir. (bk. Zuhruf 43/77)

Rivayete göre cehennem üzerinde on dokuz bekçinin olduğunu bildiren âyet-i kerîme inince Kureyş liderleri bu sayı ile alay ettiler. Ebu Cehil:

“- Ben Ebu Kebşe’nin oğlunun[1] size cehennem bekçilerinin on dokuz olduğunu haber verdiğini duyuyorum. Sizler ise demir gibi pehlivanlarsınız. Her on kişiniz onlardan birinin hakkından gelemez mi?” dedi.

İçlerinden pençesi pek kuvvetli ve yırtıcı bir adam olan Ebu’l-Eşed el-Cumahî:

“- Ben sizin yerinize onlardan on yedisinin hakkından gelirim, siz de benim için ikisinin hakkından geliverin” dedi. Bunun üzerine 31. âyet nâzil olup, bunların insan gücü yetecek adamlar değil, melekler olduğu haber verildi. (bk. Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXX, 179)

Kur’ân-ı Kerîm’in cehennemle alakalı verdiği bu gaybî haber karşısında sergiledikleri tavır itibariyle âyet-i kerîme dört grup insana işaret eder:

Ehl-i kitap, cehennemin meleklerden on dokuz bekçisinin olduğu bilgisinin, Tevrat ve İncil’den öğrendikleri bilgiye uygun olduğunu görüp kesin bir şekilde inanırlar.
Mü’minlerin, bu gerçeği duyunca Allah’a ve âhirete olan imanları artar. Zira inen her yeni âyete iman, imanın artmasına sebep olmaktadır.
Her iki grup da, hem Ehl-i kitap hem de mü’minler, Kur’an’ın haber verdiklerinden veya onun Allah’ın kelamı olduğundan şüphe duymazlar.
Kalplerinde hastalık bulunanlar ve kâfirler alaylı alaylı: “Allah bununla ne demek istiyor?” diyerek Kur’an’ın verdiği haberleri inkâr ederler.

Görüldüğü üzere, Kur’ân-ı Kerîm ve onun verdiği bilgiler, bir kısım insanlar için inanma, imanlarını derinleştirme ve doğru yolu bulma vesilesi olurken, diğer bir kesim için küfür ve sapıklık sebebi olmaktadır. Bu, kişinin, Allah Teâlâ’nın insanları uyarmak için gönderdiği ilâhî buyrukları, öğüt ve hatırlatmaları dikkate alıp almamasına, onları samimi bir niyetle ve can kulağıyla dinleyip dinlememesine göre ortaya çıkacak bir neticedir. Zira Allah’ın ordularının sayısını yine O’ndan başka kimse bilemez.[2]Kulun kararına göre o orduların ilgili kısmı Allah’ın izniyle harekete geçer, vazifelerini yapar ve neticeyi ortaya çıkarırlar. Bu sebeple kulun iradesi, o iradenin yöneldiği istikâmet, kalpte oluşan niyet ve karar, aslında onun ebedi hayatının mâhiyetini belirler. Çünkü kulun sorumluluğu, onun cüz’i iradesi üzerine terettüp eder. Bunun için Yüce Rabbimiz bir kısım varlıklara yemin ederek insana bu sorumluluğunu hatırlatmak üzere şöyle buyuruyor:

Peygamberimiz (s.a.s.)’i kastediyor.

Resûlullah (s.a.s.)’in şu hadis-i şerifi, Rabbimizin ordularının çokluğunu ifade açısından çok dikkat çekicidir: “Şüphesiz ben sizin görmediklerinizi görüyor ve biliyorum. Gökyüzü gıcırdayıp inledi; gıcırdayıp inlemekte de haklıdır. Zira gökyüzünde, alnını Allah’a secde için koymuş bir meleğin bulunmadığı dört parmaklık bile boş yer yoktur. Allah’a yemin ederim ki, eğer benim bildiklerimi sizler bilmiş olsaydını az güler, çok ağlardınız. Yataklarda kadınlardan zevk alamazdınız. Yüksek sesle Allah’a yalvararak yollara ve kırlara çıkardınız.” (Tirmizî, Zühd 9; İbn Mâce, Zühd 19)
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
31. Biz cehennem bekçilerini meleklerden seçtik. Onların sayısını da kâfirler için bir imtihan sebebi yaptık. Böylelikle istedik ki, kendilerine kitap verilenler iyice inansın; mü’minler de imanlarında daha da derinleşsin. Ehl-i kitap ve mü’minler şüpheye düşmesin. Kalplerinde hastalık bulunanlar ve kâfirler ise: “Acaba sizin inandığınız Allah bu misâlle ne anlatmak istiyor?” diye sorsun. Allah dilediğini böyle saptırır, dilediğini de doğru yola eriştirir. Rabbinin ordularını kendisinden başka kimse bilemez. Haber verilen bu korkunç cehennem ateşi, insanlık için bir uyarı ve hatırlatmadan ibarettir.

Cehennem bekçilerinin sayısı on dokuzdur. Bunların durumu hakkında âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Ey iman edenler! Hem kendinizi hem de ailenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan o müthiş cehennem ateşinden koruyun! Onun başında, Allah’ın emirlerine asla karşı gelmeyen ve kendilerine verilen her emri eksiksiz yerine getiren son derece acımasız, güçlü ve sert tabiatlı melekler vardır.” (Tahrim 66/6)

Bunlar, cehenneme sahip olan, onu koruyan, cehennem ve cehennemliklerle alakalı tüm faaliyetleri yürüten zebânî meleklerdir. Başkanları “Mâlik”tir. (bk. Zuhruf 43/77)

Rivayete göre cehennem üzerinde on dokuz bekçinin olduğunu bildiren âyet-i kerîme inince Kureyş liderleri bu sayı ile alay ettiler. Ebu Cehil:

“- Ben Ebu Kebşe’nin oğlunun[1] size cehennem bekçilerinin on dokuz olduğunu haber verdiğini duyuyorum. Sizler ise demir gibi pehlivanlarsınız. Her on kişiniz onlardan birinin hakkından gelemez mi?” dedi.

İçlerinden pençesi pek kuvvetli ve yırtıcı bir adam olan Ebu’l-Eşed el-Cumahî:

“- Ben sizin yerinize onlardan on yedisinin hakkından gelirim, siz de benim için ikisinin hakkından geliverin” dedi. Bunun üzerine 31. âyet nâzil olup, bunların insan gücü yetecek adamlar değil, melekler olduğu haber verildi. (bk. Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXX, 179)
Kur’ân-ı Kerîm’in cehennemle alakalı verdiği bu gaybî haber karşısında sergiledikleri tavır itibariyle âyet-i kerîme dört grup insana işaret eder:
Ehl-i kitap, cehennemin meleklerden on dokuz bekçisinin olduğu bilgisinin, Tevrat ve İncil’den öğrendikleri bilgiye uygun olduğunu görüp kesin bir şekilde inanırlar.
Mü’minlerin, bu gerçeği duyunca Allah’a ve âhirete olan imanları artar. Zira inen her yeni âyete iman, imanın artmasına sebep olmaktadır.
Her iki grup da, hem Ehl-i kitap hem de mü’minler, Kur’an’ın haber verdiklerinden veya onun Allah’ın kelamı olduğundan şüphe duymazlar.
Kalplerinde hastalık bulunanlar ve kâfirler alaylı alaylı: “Allah bununla ne demek istiyor?” diyerek Kur’an’ın verdiği haberleri inkâr ederler.

Görüldüğü üzere, Kur’ân-ı Kerîm ve onun verdiği bilgiler, bir kısım insanlar için inanma, imanlarını derinleştirme ve doğru yolu bulma vesilesi olurken, diğer bir kesim için küfür ve sapıklık sebebi olmaktadır. Bu, kişinin, Allah Teâlâ’nın insanları uyarmak için gönderdiği ilâhî buyrukları, öğüt ve hatırlatmaları dikkate alıp almamasına, onları samimi bir niyetle ve can kulağıyla dinleyip dinlememesine göre ortaya çıkacak bir neticedir. Zira Allah’ın ordularının sayısını yine O’ndan başka kimse bilemez. Kulun kararına göre o orduların ilgili kısmı Allah’ın izniyle harekete geçer, vazifelerini yapar ve neticeyi ortaya çıkarırlar. Bu sebeple kulun iradesi, o iradenin yöneldiği istikâmet, kalpte oluşan niyet ve karar, aslında onun ebedi hayatının mâhiyetini belirler. Çünkü kulun sorumluluğu, onun cüz’i iradesi üzerine terettüp eder. Bunun için Yüce Rabbimiz bir kısım varlıklara yemin ederek insana bu sorumluluğunu hatırlatmak üzere şöyle buyuruyor:

Peygamberimiz (s.a.s.)’i kastediyor.

Resûlullah (s.a.s.)’in şu hadis-i şerifi, Rabbimizin ordularının çokluğunu ifade açısından çok dikkat çekicidir: “Şüphesiz ben sizin görmediklerinizi görüyor ve biliyorum. Gökyüzü gıcırdayıp inledi; gıcırdayıp inlemekte de haklıdır. Zira gökyüzünde, alnını Allah’a secde için koymuş bir meleğin bulunmadığı dört parmaklık bile boş yer yoktur. Allah’a yemin ederim ki, eğer benim bildiklerimi sizler bilmiş olsaydını az güler, çok ağlardınız. Yataklarda kadınlardan zevk alamazdınız. Yüksek sesle Allah’a yalvararak yollara ve kırlara çıkardınız.” (Tirmizî, Zühd 9; İbn Mâce, Zühd 19)

32. Hayır! Yemin olsun aya.

33. Dönüp gitmekte olan geceye.

34. Ağarmakta olan sabaha ki!

35. O Sekar denilen ateş, belâların en büyüklerinden biridir.

36. İnsanlar için en büyük uyarıcıdır:

37. İçinizden iman ve sâlih amel yolunda ileri gidip önde yer almak isteyen için de, küfür ve günahlarla geri kalmayı tercih eden için de.


Ay, gece ve gündüz Allah’ın kudretinin büyük işaretleri olduğu gibi, cehennem de aynı şekilde Allah’ın kudretinin büyüklüğünün bir nişânesidir. Ayı, gece ve gündüzü eşsiz bir nizam içerisinde peşi sıra getiren kudret-i ilâhî, cehennemi de yaratmıştır ve haber verdiği şekilde kâfirleri oraya atacaktır. Dolayısıyla ayın doğuşu, gece ile gündüzün gelip gidişiyle alay etmek, ne kadar tuhaf ve akıl dışı bir hareket ise, cehennem veya onun bekçileri ile alay da o kadar tuhaf ve akıl dışı bir harekettir. Yüce Allah indirdiği âyetler, gönderdiği peygamberler ve gösterdiği kudret nişâneleri ile insanları uyarmaktadır. İsteyen bunlara inanıp, günahlardan sakınarak doğru yola gider; isteyen doğru yoldan yüz çevirir.

Burada “ay, gece ve sabah” kelimeleri, ilk olarak kendi hakiki mânalarında kullanılmakta ve ilâhî orduların görüldüğü parıltılara işaret etmektedir. Bununla birlikte itina ile seçilen bu kelimelerin ve onlarla alakalı kullanılan açıklayıcı ifadelerin, dünyanın karanlıklara boğulduğu cahiliye devri içinde peygamberlik nurunun doğuşu ve o karanlık gecenin yok olmaya yüz tutuşu ve parlamak üzere bulunan hayır ve hakikat sabahının yaklaşışı anlarıyla İslâm güneşinin doğuşu anına da işaret ettikleri anlaşılmaktadır. Hatta asıl ifade edilmek istenenin bu olduğu söylenebilir.

Esasen mühim olan, bu hayır ve hakîkat sabahının kişinin gönül âleminde doğmaya başlamasıdır. Bu ise, kişinin bizzat kendi irade ve gayretine bağlıdır:

38. Her bir fert, kazandıklarına karşılık Allah katında tutulan bir rehindir.

39. Ancak amel defterleri sağdan verilen uğurlu ve mutlu kimseler başkadır.

40. Onlar cennetlerdedir. Aralarında soruşurlar:

41. Hayatları günah hasadıyla geçmiş inkârcı suçlular hakkında. Sonra suçlulara dönerek:

42. “Nedir sizi şu Sekar’a sürükleyen?” derler.

43. Onlar da şöyle cevap verirler: “Biz namaz kılanlardan değildik.”

44. “Fakirleri, yoksulları doyurmazdık.”

45. “Boş şeylere dalanlarla birlikte biz de dünyanın aldatıcı zevklerine dalar giderdik.”

46. “Hesap ve ceza gününü yalanlardık.”

47. “Böyle gaflet içinde yaşayıp giderken kaçınılması mümkün olmayan ölüm gerçeği geldi çattı.”

48. Artık şefaat edenlerin şefaati onlara bir fayda vermeyecektir.


Dünyada insan hür iradesiyle ister hak, isterse bâtıl yolu tutabilir. Bu hususta Cenâb-ı Hak onu özgür bırakmıştır. Fakat kıyamet günü her can yaptıklarına karşılık rehin alınır, bağlanır, tutuklanır. Saadet veya felaketi kazancına bağlıdır. Sorumluluk ferdîdir. Her insan dünyadaki iman ve taatine yahut inkâr ve isyanına göre mükâfat veya ceza görür. Hâsılı insana ebedî kurtuluşu sağlayacak olan da, onu ebedî felâkete sürükleyecek olan da, onun dünyada tuttuğu yola ve o yolun Allah’ın rızâsına uygun olup olmamasına bağlıdır. Eğer bir insanın imanı bâtıl ve ameli bozuksa, onu en yakın dostlarının bile kurtarması mümkün değildir. Neticede Kur’an’ın “ashâb-ı yemîn” dediği; dünyada Allah’ın râzı olduğu itikat, ibâdet, ahlâk ve muâmelât çerçevesinde bir hayat yaşayıp, o imanla âhirete göçen ve mahşerde de amel defteri sağ elinden verilen bahtiyarlar, nefislerini rehin olmaktan kurtaracak ve cennete gireceklerdir. (bk. Vâkıa 56/8, 27-40; Hakka 69/19-24) Bunların dışındakiler ise “ashâb-ı şimâl” olup amel defterlerini sol taraftan alacaklar ve cehenneme atılacaklardır. (bk. Vâkıa 56/9, 41-56; Hakka 69/25-37)

Bu arada cennetliklerle cehennemlikler arasında vuku bulan bir konuşma dile getirilerek, cehennemliklerin oraya atılma sebepleri haber verilir. Bunun hedefi, dünyadaki kâfirlere âhiretteki durumlarını anlatmak, bu yaptıklarından orada pişman olacaklarını gösterip onları uyanmaya ve doğru yola sevk etmektir. Bu sebepler şunlardır:

Namaz kılmamak,
Fakirlere, yoksullara, muhtaçlara yemek yedirmemek,
Bâtıla, boş şeylere dalanlarla birlikte dalıp gitmek,
Hesap ve ceza gününü yalanlamak.

İşte böyle bir inkâr ve günah hali üzere ölenlere o gün hiçbir şefaatçinin şefaati fayda vermeyecektir.

Öyleyse, bu gerçekler karşısında insanın uyanıp kendine gelmesi ve yürüdüğü yanlış yolları bırakıp doğru yolu tutması gerekmez mi? Bu yüzden şöyle soruluyor:

49. Ne oluyor onlara da, bir öğüt, bir uyarı olan Kur’an’dan yüz çeviriyorlar?

50. Onlar, ürküp kaçan yaban eşekleri gibidir;
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
51. Aslandan korkup kaçan!

52. Onlar bu öğütle yetinmiyor, hatta istiyorlar ki, her birine okunmaya hazır açılmış sahifeler verilsin!

53. Hayır! İşin aslı şu ki, onlar âhiretten korkmuyorlar.


Kâfirler, Kur’an’dan öğüt almak istemez, bilakis bundan yüz çevirirlerdi. Efendimiz (s.a.s.) tebliğde bulunurken ve Kur’an tilavet ederken gördüklerinde ürküp kaçarlardı. Allah Teâlâ onların bu durumlarını aslandan ürküp kaçan yabani merkeplere benzetir. Burada şöyle bir tablo canlandırılır:

Sahnede yabanî eşekler bulunmaktadır. Şimdi onların bir ormanda kendi hallerinde dolaşmalarını, yayılmalarını izliyoruz. Rahatları iyi, keyiflerine diyecek yok. Aniden bir ses duyuyorlar. Evet bu bir aslan sesi!.. Keyifleri kursaklarında kalıyor. Kalplerini müthiş bir korku sarıyor. Son derece ürküp kaçmağa başlıyorlar. Şimdi biz o eşeklerin iniş-yokuş, dere-tepe demeden, arkalarına bile bakmadan kaçışlarını seyrediyoruz. İşte kâfirlerin Kur’an’dan kaçışlarının acı ve hakîr manzarası böyledir. Halbuki o zavallı yabanî eşeklerin kaçmaları bir zayıflık alameti olmakla beraber yine tehlikeden kaçmaktır. Onda belki bir kurtuluş ve bir fayda söz konusudur. Öğütten kaçan bu ahmaklar ise tehlikeden değil kurtuluştan, kendilerini ebedî cehennem azabından kurtaracak olan şeyden kaçmaktadırlar. Faydalarını bırakıp helake koşmaktadırlar. Bunun iki mühim sebebi vardır:

Birincisi; Peygamberimiz (s.a.s.)’e inanmamak için ipe sapa gelmez bahaneler ileri sürmeleridir. Rivayete göre bir grup müşrik, Resûlullah (s.a.s.)’e hitaben: “Allah’tan, her birimizin adına yazılmış olup, sana uymamızı emreden bir kitap, bir belge getirmedikçe sana iman etmeyiz” demişlerdi. (bk. Zemahşerî, el-Keşşâf, VI, 183) Nitekim onlar, inanmak için peygamberlere verilen âyetlerin kendilerine de verilmesini (bk. En‘âm 6/124); Efendimiz’den, yerden göze fışkırtmasını, altundan bir evinin olmasını, göğe çıkmasını ve oradan kendilerine okuyacakları bir kitap getirmesini istemişlerdi. (bk. İsrâ 17/90-93)

İkincisi; âhirete imanlarının ve cehennem korkularının olmamasıdır.

Öyleyse şunu unutmayın ki:

54. Ancak bu Kur’an bir hatırlatma ve bir öğüttür.

55. Dileyen onu okur, düşünür ve öğüt alır.

56. Ama Allah dilemedikçe onlar düşünüp öğüt de alamazlar. İyi bilin ki, gönülden saygı duyulup, kendisinden sakınılması gereken de Allah’tır, günahları bağışlamaya tek yetkili olan da!


Kur’ân-ı Kerîm, bir hatırlatmadır, bir öğüttür. İsteyen ondan öğüt alıp, doğru yolu tutabilir. Fakat kulun dilemesi bile Allah’ın dilemesine bağlı olduğu için, kul kendine güvenmeyip, bütün kalbiyle Allah’a yönelerek her hususta O’ndan yardım istemelidir. Çünkü kendisine karşı saygı duyulmaya, korkulmaya layık olan da, günahları bağışlayacak olan da yalnız O’dur. Kullar O’nun azabından korkup sakınmalı, günahlarını bağışlamasını yalnız O’ndan istemelidir. Allah’tan korkmayan ne âhirette ne dünyada hiçbir şeyden korkmaz, korunmaz. Allah’tan başkası da ne günahları bağışlayabilir, ne koruyabilir. Bu sebeple her hikmetin başının, Allah korkusu ve Allah sevgisi olduğu anlaşılmaktadır.

Rivayet edildiğine göre Resûl-i Ekrem (s.a.s.), “İyi bilin ki, gönülden saygı duyulup, kendisinden sakınılması gereken de Allah’tır, günahları bağışlamaya tek yetkili olan da!” (Müddessir 74/56) âyetini okuyup şöyle dedi:

“Yüce Allah buyurdu ki: «Ben korkulacak, korkulup himayesine sığınılacak olanım. Benimle beraber başka bir ilâha tapılmasın. Her kim benden korkar da benimle beraber başka bir ilâh edinmezse onu bağışlayacak olan benim.»” (Tirmizî, Tefsir 74/4)

Resûlullah (s.a.s.) buyuruyor:

“Yüce Allah:

«- Kulum bana iki elini kaldırır dua ederse ben o elleri bağışlamadan geri çevirmekten utanırım» buyurdu. Melekler:

«- Ey bizim ilâhımız! O, bağışlanacak kişilerden değil» dediler. Yüce Allah:

«- Fakat korkulacak olan da, bağışlayacak olan da benim. Şâhit olun, ben onu bağışladım» buyurdu.”
(Hakim Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl, s. 138)

Rabbimiz! Bizleri de o koruduğun ve bağışladığın bahtiyâr kulların arasına kat. Çünkü koruyacak olan da sensin, bağışlayacak olan da!..

Korkunç cehennem manzaralarıyla kâfirleri uyaran ve kurtuluş vesilesi olarak Allah’a gönülden saygı duyup O’na itaatsizlikten sakınmayı, O’nun affına sığınıp bağışlanma dilemeyi öğreten Müddessir sûresini, kıyâmete yeminle başlayıp o günün dehşetli sahnelerine yer veren Kıyâmet sûresi takip edecektir:
 
Üst Alt