TEFSİR MU'MİNÛN Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
MU'MİNÛN SURESİ OKUNUŞU VE TEFSİRİ

MU'MİNÛNSuresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri
MU'MİNÛNSuresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri
Mü'minûn Sûresi Hakkında

Mü’minûn sûresi Mekke’de inmiştir. 118 âyettir. İsmini ilk âyette geçen الْمُؤْمِنُونَ (el-Mü’minûn) kelimesinden alır. Mushaf tertîbine göre 23, iniş sırasına göre 74. sûredir.

Mü'minûn Sûresi Konusu

Mekke döneminin sonlarına doğru indiği anlaşılan sûre, ebedî kurtuluşa erecek mü’minlerin vasıflarının tanıtımıyla başlar. İnsanı, önce kendi esrarengiz yaratılışı, sonra da yedi kat gök, belli ölçülerde yağıp canlıların ihtiyacı için yerde depolanan yağmur, onunla neşv ü nemâ bulan bitkiler ve kendilerinden faydalandığımız hayvanlar üzerinde tefekküre davet eder. Önceki peygamberlerin kavimleriyle mücâdeleleri ve neticede peygamberlerin kurtulup inkârcı toplumların helak edilişi, Resûlullah (s.a.s.)’i teselli ve münkirleri tehdit sadedinde hatırlatılır. Nübüvvet, tevhid ve âhiret esaslarına vurgu yapılarak; mizanda tartısı ağır gelenlerin mutlu sonlarına, tartısı hafif gelenlerin ise hüzün, hasret ve pişmanlık dolu acı hallerine temas edilerek sûre sona erdirilir.

Mü'minûn Sûresi Nuzül

Mushaftaki sıralamada yirmi üçüncü, iniş sırasına göre yetmiş dördüncü sûredir. Enbiyâ sûresinden sonra, Secde sûresinden önce Mekke’de inmiştir.

Mü'minûn Sûresi Fazileti

Hz. Ömer’den rivayet edilen bir hadise göre Resûlullah, bir ara olağan üstü vahiy hallerinden birini yaşarken kıbleye dönüp ellerini kaldırarak, “Allahım! Bize nimetini arttır, eksiltme; bizi onurlandır, alçaltma; bize ihsan et, mahrum etme; bizi seçkin kıl (düşmanlarımıza karşı) zayıf duruma düşürme; bizden hoşnut ol ve bizi senden hoşnut kıl!” diye dua ettikten sonra, “Şu anda bana on âyet indi; kim bu âyetlerin gereğini yaparsa cennete girecektir” buyurmuş, ardından da bu sûrenin ilk on âyetini okumuştur (Müsned I, 34).1 – 11

MÜ'MİNUN SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

1. Mü’minler, gerçekten kurtuluşa ermişlerdir.

Hz. Ömer şöyle anlatıyor:

“Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.)’e vahy indiği zamanlarda etrafında arı vızıltısı gibi bir ses işitilirdi. Bir gün yine vahiy inmeye başladı, bir süre öylece bekledik. Bu hâli geçip açılınca kıbleye döndü ve ellerini kaldırarak şöyle dua etti:

«Allahım! Bize çok ver, azaltma; bizi şerefli kıl, alçaltma; bize ver, bizi mahrum bırakma. Bizi gözet, başkalarını bize tercih etme. Bizi hoşnut et ve bizden de hoşnut ol!” Sonra da: “Bana şimdi on âyet nâzil oldu. Kim bu âyetleri okuyup gereğini yerine getirirse cennete girer» buyurdu ve bu sûrenin ilk on âyetini okudu.” (Tirmizî, Tefsir 23/1; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I,34)

Mü’minûn sûresinin baş tarafında, önceki Hac sûresinin son âyetleriyle yakından alâkalı olarak mü’minlerin vasıfları sayılmaktadır. Hac sûresinin bu âyetlerinde Cenâb-ı Hak mü’minlere rükûyu, secdeyi, Rabbe kulluğu, hayırlı işler yapmayı ve Allah yolunda cihâdı emretmişti. müslümanlardan diğer insanlara karşı örnek bir şahsiyet sergilemelerini, bunun gerçekleşmesi için de namazı kılmalarını, zekâtı vermelerini ve Allah’a sımsıkı sarılmalarını tavsiye buyurmuştu. Hemen peşinden gelen bu sûrede ise Allah’ın bahsedilen emirlerini harfiyen yerine getiren kâmil mü’minlerin “felâha erecekleri” müjdelenir. “Felâha ermek”; murada ulaşmak, sonsuz bir hayrı elde etmek, selamete ermek, huzur bulmak mânalarına gelir ki bunun ilk şartı “mü’min olmak”tır. Ebedi kurtuluşun temelinde mutlaka sağlam bir iman bulunmalıdır. Sonra da böyle bir imanla irtibatlı olarak şu güzel vasıflara sahip olunmaya çalışılacaktır:

İmandan sonra “namaz” gelir:

2. Onlar namazlarında tam bir tevazu, teslimiyet ve derin bir saygı içindedirler.

Namaz dinin direğidir. Fakat onu, dinin direği olacak şekilde kılmak şarttır. Bu sebeple mü’minlerin ilk vasfı olarak, “namazda huşû” sayılır. اَلْخُشُوعُ (huşû‘); bir yönden korku, çekingenlik gibi kalbî fiilleri, bir yönden de sallanmayı bırakıp sükûnet içinde olmak gibi dış azalara ait fiilleri ifade eder. Kalbin huşûu, korkmak ve güçlü bir şahsın karşısında heybet hissine kapılmaktır. Bedenin huşûu ise, böyle bir şahsın huzurunda baş eğmek, boyun bükmek, bakışları aşağı çevirip sesi alçaltmaktır. Bu bakımdan huşû, kökleri kalpte, görüntüleri bedende olmak üzere her iki mânayı da içinde bulundurur. Bunun kalbe ait tarafı; Rabbin azamet ve celâli karşısında kendi küçüklüğünü göstererek nefsi Hakk’ın emrine baş eğdirip söz dinlettirecek ve edep ve tâzimden başka bir şeye yönelmeyecek biçimde kalbin son derece güçlü bir saygı duygusu hissetmesidir. Dış görünüşle ilgili yönü ise, bu duygunun kalpte yerleşmesiyle birlikte vücut organlarında bir sükûnet meydana gelmesi, gözlerinin önüne, secde yerine bakıp, sağa sola, şuna buna iltifat etmemesidir. Bundan dolayı, huşûun aslı namazın şartlarından olan niyetin samimiliği ile; tezahürleri de namazın adâb ve diğer şartlarıyla alakalıdır. Rivayete göre Resûlullah ve ashâbı namazda gözlerini gökyüzüne kaldırırlardı, bu âyetin inmesi üzerine önlerine eğdiler. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XVIII, 4) Dolayısıyla namazda hem kalbin, hem de bedenin huşû içinde olması istenmektedir ki namazın özü de budur.

Gerçek mü’minlerin kalpleri, namazda Allah’ın huzurunda bulunmanın heybeti ile titrer, derinden ürperir. Bu ürperti oradan azalara, duygu ve hareketlere akseder. Ruhları, Allah’ın huzurunda O’nun azamet ve yüceliğine bürünür. Zihinlerini kurcalayan tüm meşguliyetler yok olur. Allah’ın yüceliğinin idrakine vardıkları, O’na kulluğun verdiği huzuru hissettikleri için başka bir şeyle uğraşmazlar. Bu yüce huzurdayken, çevrelerinde bulunan, akıllarında yer eden her şeyden bir kenara çekilirler. Allah’tan başkasını görmezler. Dikkatlerini sadece namazdaki sözlerin anlamlarını düşünmeye teksif ederler ve namazdan derin bir zevk alırlar. Vicdanları her türlü kirden arınır. İşte bu noktada boşlukta yüzen zerre, ana kaynağıyla buluşur. Şaşkın ruh yolunu bulur, ürkek kalp sığınağını tanır. Bu anda Allah’ın dışındaki bütün değerler, eşyalar ve şahıslar gözlerinde küçülür.

Hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur: “Bir mümin güzelce abdest alır, sonra da başından sonuna kadar kalp-beden âhengi içinde tam bir huzur ve huşû ile iki rekat namaz kılarsa cennet ona vâcip olur.” (Müslim, Tahâret 17)

Bahâüddîn Nakşibend (k.s.)’a sordular:

“–Bir kul, namazda nasıl huşûa erer?” O da cevâben:
“–Dört şeyle!” buyurup şunları beyân etti:
“Helâl lokma,
Abdest sırasında gafletten uzak durmak,
İlk tekbîri alırken kendini huzurda bilmek,
Namaz dışında da Hakk’ı aslâ unutmamak, yâni namazdaki huzur, sükûn ve mâsiyetten uzakta durma hâlini namazdan sonra da devam ettirebilmek.” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 561)

Böyle bir namaz için, Hak’tan gayrı her şeyin hattâ insanın kendi nefsinin bile gözden ve gönülden düşmesi gerekir. Böyle bir namaz hakkında Süleyman Dârânî (k.s.) şu açıklamayı yapar:

“İki rekat namaz kılmak ile Firdevs cennetine girmek arasında muhayyer bırakılsam, iki rekat namazı tercih ederim. Çünkü Firdevs cennetine girmek nefsin hoşlanacağı bir istektir. Fakat iki rekat namaz kılarsam Rabbimle beraber bulunmuş olurum.”

Sahâbe-i kirâmdan Abdullah b. Şıhhîr (r.a.), Allah Resûlü (s.a.s.)’in namazdaki hâlini şöyle tasvîr eder: “Resûlullah (s.av)’i namaz kılarken gördüm. Ağlamaktan dolayı göğsünden tencere kaynamasına benzeyen bir ses duyuluyordu.” (Ebû Dâvud, Salât 156-157; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 25)

Hz. Ali, namaza durduğunda benzi sararır, kendi varlığı dâhil her şeyden sıyrılırdı. Bir savaşta mübârek ayağına batan okun çıkarılması için namaza durmuştu. Zira bu takdirde okun çıkarılışındaki ızdırâbı hissetmeyeceğini biliyordu. İşte bu ölçüde dünya ile alâkayı keserek namaz kılmaya çalışmak lazımdır.
Gerçek bir mü’min şahsiyetinde huşu ile namazdan sonra “faydasız her türlü söz ve davranışlardan yüz çevirme” özelliği vardır:

Ümmü Ruman (r.a.) şöyle anlatır: “Namazımda sallanıyordum. Ebû Bekir (r.a.) gördü, beni öyle bir azarladı ki, az daha namazdan çıkacaktım. Sonra da Resûlullah (s.a.s.)’ın şöyle buyurduğunu işittiğini söyledi: «Biriniz namaza durduğunda her tarafı sakin olsun, yahudiler gibi sallanmasın. Zira namazda azaların sükûneti namazın tamamındandır.»” (Alûsi, Ruhu’l-me‘ânî, XVIII, 3)

3. Onlar her türlü boş söz ve faydasız işlerden yüz çevirirler.

اَللَّغْوُ (lağv), sözlük anlamıyla saçma, boşuna ve kişinin hayattaki gayesine ulaşmasında hiçbir yararı olmayan şeylerdir. Müminler böylesi faydasız şeylere hiç önem vermezler, en küçük bir eğilim ve ilgi duymazlar. Bu tür şeylere dalındığını gördüklerinde hemen uzaklaşır, titizlikle bunlardan kaçınır, ya da bunlara tümüyle ilgisiz kalırlar. Onların bu üstün şahsiyet özellikleri: “...Boş bir söz ve davranışa rastladıklarında ise yüz çevirip vakar içinde oradan geçip giderler” (Furkan 25/72) şeklinde beyân edilir.

Mümin her an omuzlarında sorumluluğunun yükünü hisseden kişidir. Dünya onun için bir imtihan yeri ve hayat da bu imtihan için ayrılmış sınırlı bir süredir. Tüm zihni, bedeni ve ruhuyla imtihan kağıdına eğilen bir öğrenci gibi, bu duygu da mümini tüm hayatı boyunca ciddi bir sorumluluk duygusu içinde davranmaya yöneltir. İmtihan salonundaki öğrenci her anının geleceği için ne kadar önemli ve etkili olduğunun nasıl bilincindeyse ve bu bilinçle en küçük bir anını bile boşa harcamak eğilimi göstermezse, aynı şekilde mümin de hayatının her anını faydalı, hedefine yaklaştırıcı ve neticede memnun kalacağı işlerle geçirir. Şâirin dediği gibi:

“Misâl-i bahr derûnunda saklayup güherin
Hüner-nümâlığa meyletme vâr ise hünerin.”
(Münîb, Hoca Mustafa)

“Bir hüner ve mârifete sahipsen mevsimli mevsimsiz, yerli yersiz onu ortaya koyup gururlanma. Sînesinde inciler barındıran, fakat onları gizlemesini bilen denizlere benzemeye çalış.”

Bu bakımdan gerçek mü’minler, boş sözlerden, faydasız tutum ve davranışlardan, anlamsız alaka ve düşüncelerden kaçınan kimselerdir. Çünkü onu hiçbir yararı olmayan oyundan, eğlenceden, gereksiz ve yakışıksız şeylerden alıkoyacak her zaman ve mekana uygun yapılması gereken iyilikler, güzel işler ve sâlih ameller bulunur. Allah’ı zikretmek, O’nun kudretinin azametini tasavvur etmek, O’nun iç ve dış âlemde yer alan ayetlerini kavramaya çalışmak gibi mühim vazifeleri vardır. Kâinattaki ilâhî azamet sahnelerinin ve kudret akışlarının her biri, insan aklını bütünüyle kaplayacak ve onu hayran bırakacak keyfiyettedir. Bunlar, insanın düşüncesini ciddi mânada meşgul edecek ve vicdanını harekete geçirecek özelliktedir. Ayrıca insanın kalbini arındırmak, ruhunu ve vicdanını temizlemek gibi vazifeleri de vardır. İnsanın gücü ve enerjisi ise sınırlıdır. Bu güç ve enerji ya insan hayatını iyileştiren, geliştirip kalkındıran bir yönde harcanacak ya da gereksiz şeyler uğruna, boşu boşuna, oyun ve eğlence için harcanacaktır. Oysa mü’min, inancının gereği olarak bu enerjiyi yapıcı bir maksatla hem İslâm adına dünyanın kalkınması ve ıslahı, hem de âhiretini imar ve tezyini için harcamak zorundadır. Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.s.) buna teşvik sadedinde şöyle buyurur:

“Kendisini doğrudan ilgilendirmeyen şeyi terk etmesi, kişinin iyi müslüman olduğunu gösterir.” (Tirmizî, Zühd 11; İbn Mâce, Fiten 12)

“Allah’a ve âhirete iman eden kişi ya faydalı söz söylesin veya sussun!” (Buhârî, Edeb 31; Müslim, İman 74, 75)

Şâir de âdetâ bu hadis-i şerifin izahı sadedinde şöyle der:

“Söyler isen hayır söyle, sözünden ibret alsınlar.
Söylemezsen sükût eyle, seni insan sansınlar.”


Gerçek mü’minler “zekâtı” vaktinde ve tam olarak verirler:

4. Onlar zekâtı vermek, iyilikleri artırmak ve nefisleri temizlemek için sürekli faaliyet hâlindedirler.

اَلزَّكٰوةُ (zekât) aslında “nefsi kötü sıfatlardan temizlemek” mânasına gelen زَكٰي (zekkâ) fiilinden isimdir. Daha sonra bu kelime mecâzen “Allah rızâsı için mal vermek” mânasında kullanılmıştır. Zira Allah için mal vermekten maksat, yine nefsin kötü vasıflardan temizlenmesine yardımcı olmaktır. “Zekât”ın, gelişme, büyüme, bir şeyin düzenli olarak artması ve herhangi bir engelle karşılaşmadan büyümesine yardım etmek gibi mânası da vardır. Nitekim zekât şeklinde yapılan harcamalar, o harcamayı yapan kişinin malını telef olmaktan koruyup bereketinin artmasına sebep olduğu için “zekât” ismiyle ifade edilir. İslâmî bir kavram olarak zekât, hem serveti arındırmak için ondan alınan pay, hem de bizzat arındırma eylemini ifade eder. Dolayısıyla zekât hem kalbin hem de malın temizliğini ilgilendirir. Bu vesileyle kalp, cimrilikten temizlenir, bencillikten kurtulur ve şeytanın fakirlik konusunda verdiği vesveseleri yenecek bir kuvvet kazanır. Allah huzurunda elde edeceği karşılık ve mükafata elindeki maldan daha çok güvenir. Zekât aynı zamanda mal için de temizliktir; malın geri kalanının temiz ve helâl olmasını sağlar.

Zekâtla ilgili diğer âyetlerde çoğunlukla “zekâtı verirler”, “zekât veriniz” ifadeleri geçerken, burada لِلزَّكٰوةِ فَاعِلُونَ (li’z-zekâti fâilûn) şeklinde farklı bir üslup kullanılması, bazı ince mânalara işaret eder:

Birincisi; buradaki “zekât”tan maksat nefsi temizlemeye yarayan, övgüye değer her türlü iş ve davranıştır ki mal infâkı da bunlardan biridir. Yani o mü’minler, bütün faaliyetlerini, yaptıkları her işi başka maksatla değil, sadece nefislerini, kalplerini ve mallarını temizlemek, onları her türlü çirkinliklerden arındırmak için yaparlar. Hayatlarını hep bu istikamette tanzim eder ve bu gâyelerine hizmet etmeyecek her türlü düşünce, söz ve amelden uzak dururlar. Bütün işlerini ilâhî murakabe altında ve rabbânî kameralar önünde yaparlar. Verdikleri her nefeste Rablerine kavuşacak olmanın heyecanını yaşarlar. Nitekim onların bu vasfı şu âyet-i kerîmede daha açık bir şekilde dile getirilir:

“O mü’minler, yaptıkları her iyiliği ve işledikleri her ameli, kalpleri her an Rablerine dönüyor olmanın haşyetiyle ürpererek yaparlar.” (Mü’minûn 18/60)

İkincisi; insan nefsi, mal toplayıp onu üst üste yığmaya pek düşkündür. “Malı mülkü de sınırsız bir sevgiyle seviyorsunuz” (Fecr 89/20) âyet-i kerîmesi bunu ifade eder. Bu yüzden nefiste iyice kökleşmiş olan hırs ve tamaha karşı pek şiddetli bir mukâvemet gerekir. İnsanın, şeytanın mal hırsını ve fakirlik korkusunu telkin eden vesveselerinden kurtulabilmesi için bu mukâvemet ve mücâhede şarttır. İşte zekât ibâdetini hakkıyla edâ etmek, kalbi bencillik ve cimrilikten temizler; malı da lüzumsuz yere birikmekten kurtarır. İşte ayette فَاعِلُونَ (fâilûn) ifadesinin kullanılmasının bir hikmeti de budur. Çünkü bu ifadede, nefiste iyice kök salıp yerleşmiş olan bencillik, hodgamlık, cimrilik gibi kötü sıfatların üstesinden gelmek üzere “şiddetli ve aşırı bir mücâhede içine girme” mânası vardır. Âyet-i kerîmede: “Şunu bilin ki, kim nefsinin cimriliğinden ve mala düşkünlüğünden kendini kurtarırsa, dünyada da âhirette de kurtuluşa erecek olanlar, işte bunlardır” (Haşr 59/9) buyrulur. Nitekim zenginlerden biri, zekât verme zamanı geldiğinde hizmetçilerini çağırır ve: “Ellerimi bağlayın ve beni bir yere hapsedin. Sonra mallarımın bulunduğu depoya gidin ve oradan zekât verilecek kadarını alın. Zira şu azgın nefsim, elimi uzatıp da oradan mal çıkarmaya müsaade etmiyor” dermiş.

Gerçek mü’minler, “iffetlerini” ve mahrem yerlerini her türlü gayr-i meşrû ilişkiden korurlar:

5. Onlar iffetlerini ve harama karşı mahrem yerlerini titizlikle korurlar.

6. Sadece kendi eşleri ve sahip oldukları câriyelerle yetinirler. Çünkü bunlarla olan münâsebetlerinden dolayı kınanmazlar.


7. Her kim bunun ötesinde bir şey aramaya yeltenirse, işte onlar Allah’ın koyduğu sınırları aşanların tâ kendileridir.

Mü’minler, kelimenin tam anlamıyla iffet ve namus sahibidirler. Her türlü cinsî sapıklık ve aşırılıktan uzaktırlar. Öylesine iffetlidirler ki, ilâhî kanunun başkaları önünde açılmasını yasakladığı yerlerini de örterler. müslüman şahsiyetin ayrılmaz parçası olan bu özellikte ruhun, yuvanın ve çevrenin temizliği; nefsin, ailenin ve toplumun arınması vardır. Bu temizlik ve arınma; mahrem yerleri helâl olmayanların bulaşıp kirletmesine, kalbin helâl olmayan şeylere ilgi duymasına, toplumda şehvet ve arzuların hesapsız bir şekilde başını alıp gitmesine, aile ve neslin bozulmasına karşı korunmakla sağlanır. Burada Kur’ân-ı Kerîm cinsi ilişkilerde helâl olan yolları da göstermektedir: “Sadece kendi eşleri ve sahip oldukları cariyelerle yetinirler. Çünkü bunlarla olan münâsebetlerinden dolayı kınanmazlar.” (Mü’minûn 23/6) Bizzat cinsî arzuların ve onu özellikle dindar ve takvâ sahibi kişiler için meşrû yollarla gidermenin de yerilmiş olduğu gibi yanlış bir anlama olmasın diye ara cümlesi olarak bu ifadeler yer almıştır. Yalnızca müminlerin gizli yönlerini titizlikle korudukları ifadesiyle yetinilmiş olsaydı, bu durumda onların rahip ve münzevî bir hayat içinde yaşayan kişiler gibi evlenmeden “terk-i dünya” bir hayat sürmeleri gerektiği anlamı çıkarabileceğinden bu tür yanlış anlamalar pekişebilirdi. Bunu önlemek için, cinsî arzuların meşrû yollarla giderilmesinde sakınca olmadığını böyle bir ara cümleyle belirtme gereği duyulmuştur. (Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, III, 401-402) “Her kim bunun ötesinde bir şey aramaya yeltenirse, işte onlar Allah’ın koyduğu sınırları aşanların ta kendileridir” (Mü’minûn 23/6) âyeti, cinsî arzuların zina, eşcinsellik, hayvanlarla temas ve bunlar gibi daha başka yollarla giderilmesinin haram olduğunu belirtir.

Gerçek mü’minler, uhdelerine verilen “emanetleri korur ve sözlerini tutarlar”:

8. O mü’minler, kendilerine tevdî edilen her türlü emâneti korur ve verdikleri sözleri tastamam yerine getirirler.

Fert ve toplum olarak emanetlerine ve sözlerine bağlı kalırlar. “Emanet” yalnız mal, para ve eşyalara ait bir durum değildir. Bütün şer’î teklifler, Allah’ ait haklar, kullara ait haklar, vekâletler, velâyetler, memuriyetler de emanetlerdendir. Ahid de, gerek Allah’a ve Peygambere, gerekse insanlara karşı olan anlaşmaları ve taahhütleri içine alır. Mü’minler en geniş anlamıyla tüm emanetleri gözetirler ve fıtratlarının bu doğrultudan sapmasına izin vermezler. Onlar anlaşmalarını ve verdikleri sözleri de yerine getirirler. Öncelikle Allah’a verdikleri kulluk sözünü hakkiyle ifa ederler. Allah adına kullara verdikleri sözlerin ifasına da dikkat gösterirler.

Hz. Ömer (r.a.) şöyle der:

“Bir kimsenin iyi biri olduğunu anlamak için kıldığı namaza, tuttuğu oruca bakmayın;
Konuştuğunda doğru söylüyor mu,
Kendisine bir şey emânet edildiğinde emânete riâyet ediyor mu,
Dünya ile meşgul olurken helâl-haram gözetiyor mu, ona bakınız.” (Beyhaki, es-Sünenü’l-Kübrâ, VI, 288)

Görüldüğü üzere ayeti kerîme sözü kısa ve tüm emanet ve sözleşmeleri kapsayacak şekilde genel tutmaktadır. Mü’minleri emanetlerine ve antlaşmalarına bağlı kimseler olarak tasvir etmektedir. Bu onların her zamanki karakter özellikleridir. Sıhhatli bir toplum düzeni oluşturmak için bunlar temel prensiplerdir. Emanetlerin yerine getirilmediği, antlaşmaların gözetilmediği toplumlarda anarşi ve anlaşmazlıklar had safhada olur. Bu temel kaideler, sosyal hayatın temeli olarak görülmediği sürece toplum hayatı doğru ve sağlıklı bir görünüm arzedemez. Bu bakımdan, güven ve huzurun yaygınlaşması için bu ilkelere bağlılık bir zorunluluktur.

Son olarak mü’minlerin ayrılmaz özellikleri olarak tekrar namaza dikkat çekilerek bu güzel vasıflara sahip olan mü’minlere verilecek mükafat bildirilir:

9. Onlar namazlarını vaktinde, bütün şartları ve rükünleriyle birlikte kılar, hiç geçirmezler.

10. İşte onlar vâris olacakların tâ kendileridir.

11. Evet onlar, muhteşem nimetlerle bezenmiş Firdevs cennetlerine vâris olacak ve ebediyen orada yaşayacaklardır.


Mü’minler, namazlarını dikkatli bir şekilde eda eder, aksatmaksızın kılar, namazı kılma konusunda ihmalkâr davranmazlar. Namazı nasıl kılınması gerekiyorsa öyle kılarlar, namazı kısaltmazlar. Tam vaktinde, farzıyla, sünnetiyle, adabıyla eksiksiz kılarlar. Bütün kuralları, bütün hareketleri yerine getirirler. Canlı, dikkatli bir şekilde ve gönüllerini bütünüyle namazın mânasıyla doldurarak kılarlar. Görüldüğü üzere bu sürede mü’minlerin özellikleri namazla başlayıp namazla bitmektedir. Bu da namazın iman binasındaki yerinin önemini göstermektedir.

İşte bu seçkin ve güzel özellikleri kendilerinde bulunduran müminler, “Firdevs” cennetlerine varis olacaklar ve orada ebedî kalacaklardır. “Firdevs”, hemen hemen bütün dillerde kişinin evine bitişik, duvarlarla çevrili ve içinde de her türden meyve, özellikle üzüm bağları bulunan geniş bahçe anlamındadır. Kelimenin “sevimli kuşlar ve hayvanlar içerme” anlamı da vardır. Dolayısıyla Firdevs, çok sayıda bahçeler, bağlar, her çeşitten meyveler ve nimetler içeren geniş yerler, cennetlerdir. Bu cennetler, dünya hayatında güzel bir kulluk süren hakiki mü’minler için hazırlanmıştır. Ebediyet yolcusu olan insan, nereden gelip nereye gittiğini fark ederek böyle ulvî bir gayeye ulaşması için yaratılmıştır:

12. Gerçek şu ki biz insanı çamurdan, süzülmüş bir özden yarattık.

سُلَالَةٌ مِنْ ط۪ينٍ (sülâletün min tîn) ifadesinde, ط۪ينٌ (tîn) kelimesi çamur anlamını, سُلَالَةٌ (sülâle) ise öz, hülâsa, bir başka şeyden çıkarılmış öz ve bir şeyin en iyi parçası mânalarını ifade eder. Bu âyetin devamındaki âyetleri dikkate aldığımız takdirde buradaki “çamurdan bir öz”ün, embriyonun oluşmasında birinci derecede etkin rolü olan “nutfe”yi oluşturan madde olduğu anlaşılacaktır. “Allah sizi de yerden bitki bitirircesine bitirip büyüttü. Sonra sizi tekrar toprağa döndürecek ve yeniden diriltip tekrar oradan çıkaracaktır” (Nûh 71/17-18) ayetinin “sizi yerden bitki olarak bitirdi” kısmı da bu toprak faslına işaret etmektedir. Hâsılı Kur’ân-ı Kerîm’de Âdem’in yaratılışı için sözkonusu edilen toprak safhaları, aynı zamanda bütün zürriyeti için de geçerlidir. Görüldüğü üzere her insan, ana rahminde oluşuma başlayışının ilk merhalesini teşkil eden “nutfe” safhasına gelinceye kadar, o toprak safahatını yaşamakta, nutfe haline gelip sağlam ve emniyetli bir karargâh olan ana rahmine yerleştirildikten sonra da oradaki gelişimi devam etmektedir.

Rahim için kullanılan قَرَارٌ مَك۪ينٌ (karârun mekînun) tâbiri, “oldukça sağlam ve güvenli bir yer” mânasında olup, rahmin, hiçbir dış ve iç etkiye maruz kalmadan döllenmiş yumurtayı koruyup yetiştirebilecek özellikte sağlam ve güvenli bir yer olduğunu ifade etmektedir. Bugün insan anatomisiyle ilgilenen bilim dalı da rahmin, dıştan gelebilecek tehlikelere maruz kalmaktan korunması kolay olan bir boşluğa yerleştirildiğini, sağlam yapılı kaslarla bu boşluğa tutturulmakla, gebelik süresince normal hacminin 3000 katı fazla büyümeye imkân vermekte olduğunu ve annenin aldığı vücuda zararlı maddelerin pek çoğundan cenini koruyabildiğini söylemektedir. (Arısan, Kazım, Doğum Bilgisi, s. 86 vd.) Her iki kaynağın verdiği bilginin, birbiriyle ne kadar uyum arzettiği hiçbir şüpheye meydan bırakmayacak şekilde açıktır. Üstelik Kur’an’ın bu bilgiyi çok önceleri vermiş olması da onun vahiy mahsülü ilâhî kelam olduğunu açıkça göstermektedir.

İnsanın anne rahminde geçirdiği diğer safhalara gelince:

13. Sonra onu bir nutfe hâlinde son derece sağlam ve emniyetli bir karargâha yerleştirdik.

سُلَالَةٌ مِنْ ط۪ينٍ (sülâletün min tîn) ifadesinde, ط۪ينٌ (tîn) kelimesi çamur anlamını, سُلَالَةٌ (sülâle) ise öz, hülâsa, bir başka şeyden çıkarılmış öz ve bir şeyin en iyi parçası mânalarını ifade eder. Bu âyetin devamındaki âyetleri dikkate aldığımız takdirde buradaki “çamurdan bir öz”ün, embriyonun oluşmasında birinci derecede etkin rolü olan “nutfe”yi oluşturan madde olduğu anlaşılacaktır. “Allah sizi de yerden bitki bitirircesine bitirip büyüttü. Sonra sizi tekrar toprağa döndürecek ve yeniden diriltip tekrar oradan çıkaracaktır” (Nûh 71/17-18) ayetinin “sizi yerden bitki olarak bitirdi” kısmı da bu toprak faslına işaret etmektedir. Hâsılı Kur’ân-ı Kerîm’de Âdem’in yaratılışı için sözkonusu edilen toprak safhaları, aynı zamanda bütün zürriyeti için de geçerlidir. Görüldüğü üzere her insan, ana rahminde oluşuma başlayışının ilk merhalesini teşkil eden “nutfe” safhasına gelinceye kadar, o toprak safahatını yaşamakta, nutfe haline gelip sağlam ve emniyetli bir karargâh olan ana rahmine yerleştirildikten sonra da oradaki gelişimi devam etmektedir.

Rahim için kullanılan قَرَارٌ مَك۪ينٌ (karârun mekînun) tâbiri, “oldukça sağlam ve güvenli bir yer” mânasında olup, rahmin, hiçbir dış ve iç etkiye maruz kalmadan döllenmiş yumurtayı koruyup yetiştirebilecek özellikte sağlam ve güvenli bir yer olduğunu ifade etmektedir. Bugün insan anatomisiyle ilgilenen bilim dalı da rahmin, dıştan gelebilecek tehlikelere maruz kalmaktan korunması kolay olan bir boşluğa yerleştirildiğini, sağlam yapılı kaslarla bu boşluğa tutturulmakla, gebelik süresince normal hacminin 3000 katı fazla büyümeye imkân vermekte olduğunu ve annenin aldığı vücuda zararlı maddelerin pek çoğundan cenini koruyabildiğini söylemektedir. (Arısan, Kazım, Doğum Bilgisi, s. 86 vd.) Her iki kaynağın verdiği bilginin, birbiriyle ne kadar uyum arzettiği hiçbir şüpheye meydan bırakmayacak şekilde açıktır. Üstelik Kur’an’ın bu bilgiyi çok önceleri vermiş olması da onun vahiy mahsülü ilâhî kelam olduğunu açıkça göstermektedir.

İnsanın anne rahminde geçirdiği diğer safhalara gelince:

14. Sonra bu nutfeyi ‘alaka, ‘alakayı mudğa hâline getirdik. Mudğayı kemikler hâline soktuk ve bu kemiklere et giydirdik. Nihâyet onu bambaşka bir yaratışla güzel bir insan kıvamında ortaya çıkardık. O eşsiz, en güzel yaratıcı olan Allah yüceler yücesidir; bütün nimet ve bereketlerin asıl kaynağıdır!

15. Bütün bunlardan sonra hepiniz mutlaka öleceksiniz.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
16. Sonra da kıyâmet günü hiç şüphesiz tekrar diriltileceksiniz.

İnsanın ana rahminde geçirdiğ اَلنُّطْفَةُ (nutfe), اَلْعَلَقَةُ (‘alaka), اَلْمُضْغَةُ (mudğa) safhaları ile alakalı gerekli açıklamalar, yine aynı konuyu ele alan Hac sûresi 5. âyette yapılmıştı. Yalnız burada, o âyette temas edilmeyen birkaç ayrıntıya yer verilmektedir:

Mudğanın kemik hâline getirilmesi ve kemiğe et giydirilmesi.

Bu safhada “mudğa”nın, bir kısmı iskeleti meydana getiren kemiklere dönüşür, diğer kısmı ise kemiklere et olarak giydirilir. Modern biyolojiye göre ise notochord denilen iskelet mihveri ta alaka döneminde görülmeye başlar. Bu omurgadan önce görüldüğünden omurga öncesi organı olarak da bilinir ve üç merhale geçirir. Birinci merhale doku merhalesi olarak bilinir. Rahim hayatının beşinci ve altıncı haftalarında görülür. Bunu kıkırdak merhalesi takip eder. Bu da kendini altıncı hafta sonlarında gösterir. Daha sonra rahim devresinin yedinci haftasında kıkırdak omurlarda kemikleşme merkezleri görünür. Sekizinci haftada ise omur yaylarında kemikleşme noktaları meydana çıkar ve kaburgalar ilk defa o zaman görülmeye başlar. Sonra da kemiklerin etrafında kaslar oluşur ve âyet-i kerîmede belirtildiği gibi üzerlerine et giydirilir. (Han, Fethullah, Kur’an ve Kâinat Âyetleri, s. 132-133)

Bu açıklamalar, Kur’ân-ı Kerîm’in ve bilimin aynı konularda benzer şeyler söylediğini görmemize yardımcı olur. Fakat kullandıkları dilin ve bu konulardan bahsederken hedefledikleri noktaların birbirinden farklı olduğu da gözden kaçmaz. Kur’an bu gerçekleri Allah’ın büyüklüğü ve yeniden dirilişin gerçekliğini ispat sadedinde ele alırken, bilim sadece doğal bir gerçeği araştırıp anlaşılır hale getirme gayreti içindedir.

Burada şu inceliğe yer vermek faydalı olacaktır. Embriyonun ana rahminde geçirdiği safhaları bildiren Mü’minûn süresindeki ayetlerde, nutfenin rahme yerleşmesinden sonra alaka, mudğa, kemik ve kemiklere et giydirme safhalarını belirten lafızlar, Arapça’da “fa-i takibiyye” denilen bağlaçla birbirlerine bağlanmışlardır. Bu lafızların birbirine “tertip ve takip” ifade eden bağlaçla bağlanmaları, belki de bu safhalar arasında hiç zaman periyodu olmadan; alaka safhası tamamlanır tamamlanmaz mudğa, mudğa safhası tamamlanınca kemik ve kemiklere et giydirilmesi bütün bir zaman dilimi içinde ve peş peşe meydana geldiklerini ifade etmektedir. Aynı ayette kemiklere et giydirilmesini ifade eden kelime ile, cenine ruhun üflenmesi mânasında anladığımız “diğer yaratılışına başladık” cümlesi arasındaki bağlaç “sonra” anlamındaki ثُمَّ (sümme) edatıdır. Bu bağlaç da Arapça’da iki fiil ve oluşum arasında “tertip ve terahi” yani zamanda fasıla mânasını ifade eder. Bu durumda, ceninde iskeletin meydana gelmesiyle ruhun üflenmesi arasında, önceki safhalar arasında mevcut olmayan bir zaman sürecinin mevcudiyetinin sözkonusu olduğu söylenebilir.

Bu kadar uzun süreçten, çeşitli şekil ve görüntülerden geçerek insanın en güzel bir kıvamda yaratılması.

“Nihâyet onu bambaşka bir yaratışla güzel bir insan kıvamında ortaya çıkardık” (Mü’minûn 23/14) kısmı, cenin dört aylık olduktan sonra ona ruhun üflenmesi olarak açıklanmıştır. Bunu açıklayan başka ayetler de bulunmaktadır. Örneğin Secde süresinin 7-9. ayetlerinde “O Allah ki, yarattığı her şeyi en güzel bir şekilde yarattı; insanı yaratmaya da çamurdan başladı. Sonra onun neslini, değersiz bir sudan süzülmüş bir özden yarattı. Ardından onu güzel bir insan şeklinde düzenleyip ona rûhundan üfledi. Böylece size kulaklar, gözler ve kalpler bahşetti. Ne kadar da az şükrediyorsunuz!” buyrularak ruhun üflenmesi sözkonusu edilir. Peygamberimiz (s.a.s.) de: “Her birinizin yaratılışı anne rahminde birinci kırk gün içinde nutfe olarak derlenip toparlanır. Sonra ikinci kırk gün içinde ‘alaka olur. Sonra da bir o kadar zaman içinde mudğa haline gelir. Daha sonra ona bir melek gönderilir ve ona ruh üfler” (Buhârî, Bed’u’l-Halk 6; Müslim; Kader 1) buyurmaktadır.

Demek ki, cenin ana rahminde belli aşamalardan geçip, gelişimi belli bir noktaya gelince ona ruh üflenmekte ve bu da, ceninde iradi hareketlerin başlamasına temel teşkil etmektedir. Modern biyolojiye göre mudğa safhasından sonra kemikler teşekkül edip üzerleri etle kaplanırken bir taraftan da kalp, karaciğer, kol ve bacaklar, kulak, göz ve beyin gibi sistemleri gelişir. Üçüncü ayın sonunda ceninde iradi hareketler başlar. Parmağını emer, göbek kordonunu tutar, çokça hareket eder, rahim içinde döner, uyur, uyanır ve sesleri işitir. Bu ayda insan özellikleri görülür. Yüz hemen hemen gelişmesini tamamlamıştır. Kemikler adele ile kaplanır, adele sinirlerle beslenir. Sinirler beyinden emir ve kumanda alır. Kaslarda istemli hareketler devreye girer. Hatta ceninin yüz ifadesinden halini ve keyfini anlamak bile mümkündür. Bu ayın sonunda cenin işitmeye başlar. İsteği ile hareket eder. Memnun olup olmadığı yüzünden okunabilir. Yine bu ayın sonlarında oğlan mı kız mı olduğu anlaşılabilir. Kendisini diğer insanlardan ayıran özel şahsiyeti ortaya çıkar. (Bk. Muhammed el-Bâr, İnsanın Yaratılışı, s. 150) Bütün bunlar cenine ruh üflendiğini, can verildiğini gösteren işaretler olmalıdır.

Sonra insan bebek olarak dünyaya gelir, dünyada az veya çok bir müddet yaşar. Sonra her insan mutlaka ölümü tadarak bir başka âleme, öte dünyaya intikal eder. Fakat süreç bununla tamamlanmaz. Allah Teâlâ, mahşer günü İsrâfil’in sûruyla beraber bütün insanları yeniden diriltecektir. Demek ki insan boşuna yaratılmıyor, boşuna onun yaratılışına ve yaşamasına bu kadar ihtimam gösterilmiyor. Bunun pek çok sebep ve hikmeti vardır. En önemlisi, dünya hayatında ciddi bir kulluk imtihanından geçirilerek, yeniden dirilince ilâhî huzurda hayatının hesabını vermesi, bu hesabın neticesine göre ya bedbaht veya bahtiyar olmasıdır.

Yüce Allah’ın, bizzat kendi nefislerinizde tecelli eden ulûhiyet ve rubûbiyet nişânelerini seyrettikten sonra, şimdi de dış dünyada gözler önüne serilen muazzam kudret ve azamet işaretlerine bakın:

17. Şu da bir gerçek ki, sizin üzerinizde tabaka tabaka yedi gök yarattık. Şüphesiz biz yaratmaktan da, bütün husûsiyetleriyle yarattıklarımızdan da habersiz değiliz.

Burada kastedilen, üst üste tabakalar hâlinde tanzim edilen veya birbiriyle son derece uyumlu ve âhenk içinde yaratılan yedi göktür. Nitekim âyet-i kerîmelerde buyrulur:

“Yedi kat göğü birbiriyle uyum içinde tabaka tabaka yaratan O’dur. Rahman’ın yaratmasında hiçbir düzensizlik göremezsin. Haydi, çevir gözünü de bak, bir kusur, bir çatlaklık görebilecek misin?” (Mülk 67/3)

“Yedi göğü ve yerden de bir o kadarını yaratan Allah’tır.” (Talâk 65/12)

Bunlara, birbiri üzerinde oldukları ve peş peşe geldikleri için “tarâik” denilmiştir. Nitekim Arapçada bu kelimenin, iki pabucu veya iki elbiseyi üst üste koyma mânasında kullanıldığı görülür.

Bahsedilen yedi yolla alakalı olarak;
Meleklerin inip çıktığı yedi semâvî yol,
Allah’ın emirlerinin inip, şuurlu varlıkların amellerinin yükseldiği yedi yol,
Beş duyu organı, akıl ve vahiy olmak üzere insanın yedi bilgi kaynağı şeklinde yorumlar da vardır.

Nihâyetsiz ilim ve kudret sahibi olan Allah, ne yaratmaktan ne de yarattıklarından asla gafil değildir. Bütün mahlukâtı O yaratır, yönetir, rızık verir, maslahatlarını gözetir, çoğaltır, azaltır, yaşatır, öldürür. Kâinattaki nizamın bütün kanunları öylesine bir irtibat ve âhenk içindedir ki, yaratıcısının Hakîm ve Alîm olduğuna şâhitlik eder.

Sonra dikkatimiz yağmura çevrilir:

18. Gökten belli bir ölçüye göre su indirip, onu yeryüzünde tuttuk ve yeraltında depoladık. Unutmayın ki, bizim onu yok etmeye de elbette gücümüz yeter.

Yağan yağmurlar da Cenâb-ı Hakk’ın kudret nişânelerinden biridir. Allah Teâlâ onu yeryüzüne belli ölçülere göre indirir. Onu ırmaklarda, göllerde, kaynaklarda, kuyularda, havuzlarda, mahzenlerde, toprak içlerinde durdurur ve depolar. Bir diğer âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Görmez misin ki, Allah gökten bir su indiriyor da onu yerdeki bir takım kaynaklara akıtıp depoluyor. Sonra onunla rengârenk, çeşit çeşit ekinler çıkarıyor…” (Zümer 39/21)

Bunu canlıların iyiliği ve onların hayatının devamı için ilâhî bir yardım olarak yapar. Yoksa kurak zamanlarda olduğu gibi o sular kuruyabilir, ısı biraz çoğaltılıverse yeryüzünde sudan eser kalmaz. Çünkü yağmuru indiren Allah’ın, dilerse onu hiç indirmemeye de, indirdiği suları kurutup yok etmeye de elbette gücü yeter. Allah Teâlâ buyurur:

“De ki: «Söyleyin bana: Eğer suyunuz yerin dibine çekiliverse, size kaynağından akıp duran yeni ve tatlı bir suyu kim getirebilir?»” (Mülk 67/30)

Elbette Allah’tan başka kimsenin buna gücü yetmez. Halbuki su hayat kaynağıdır; onsuz hiçbir canlının ve canlılığın olması düşünelemez:

19. Sonra o su ile faydanıza olmak üzere hurmalıklar ve üzüm bağları meydana getirdik. O bağ ve bahçelerde sizin için nice meyveler vardır ki, onlardan yersiniz.

20. Ayrıca Sîna dağı çevresinde yetişen bir ağaç bitirdik ki; bu ağaç, yiyenler için hem katık olacak zeytini, hem de zeytin yağını üretir.


Allah Teâlâ bütün canlı varlıkları sudan yaratmıştır. Canlıların devamı da yine suya bağlıdır. Bu ilâhî kanuna göre, su olmadığı takdirde canlılıktan söz etmek mümkün değildir. Bu sebeple âyetlerde hurma bahçelerinin ve üzüm bağlarının, ilâhî kudret tarafından gökten inen o su ile meydana getirildiği belirtilir. O bağlarda ve bahçelerde hurmalar, üzümler ve bunun dışında daha nice meyve ve sebzeler yetişir. Biz de bunları yeriz ve bunlar vasıtasıyla geçimimizi temin ederiz. Dolayısıyla burada bu bağ ve bahçelerin hem hayati faydaları, hem de iktisâdî faydaları hatırlatılmış olmaktadır. Ayrıca zürriyetimizin devamı için lazım gelen “nutfe” tohumunun teşekkülü de yediğimiz bu ürünlere dayanır.

Burada, insanın beslenmesi ve sağlığı açısından pek ehemmiyetli bir rızık olan zeytine hususi bir yer verilir. Zira o, hem meyvesi hem de yağı itibariyle son derece faydalı bir ağaçtır. Bu önemine binâen Cenâb-ı Hak, onun adına yemin eder. (bk. Tîn 95/1) Resûl-i Ekrem (s.a.s.): “Zeytinyağını yiyiniz. Onunla saçınızı yağlayınız. Çünkü o mübârek bir ağaçtan çıkar” (Tirmizî, Et’ime 43; Dârimî, Sayd 20) buyurur. Zeytinin Sînâ dağı çevresinde yetiştiğine işaret edilmesi, zeytin ağacının ilk defa bu bölgede yetişip, buradan dünyaya yayıldığı izlenimini verdiği gibi, bu bitkinin esas yetişme şartlarının bu bölgede bulunduğunu gösterir. Ayrıca Hz. Mûsâ’nın Cenâb-ı Hak ile konuşma yeri olan mübârek Tûr-i Sînâ’nın zikredilmesiyle zeytinin bereketine bir işaret bulunduğu gibi, bununla insanı ilâhî feyze yönlendirme ve ona ulaştırma hedefinin gözetildiği de anlaşılmaktadır. O bölgede bedenler için besin ve şifa kaynağı olan zeytini yetiştiren Allah, ruhlar için şifa kaynağı olan vahyini de o dağda Hz. Mûsâ’ya indirmiştir. Hz. Muhammed (s.a.s.)’e de ilk olarak Hıra dağında vahyini göndermiştir. Zaten bedeni besleyip hayatta tutmaktan gaye de ilâhî vahye kulak verip, onun istediği bir kulluk yapmak değil midir?

Dünya hayatının önemli bir unsurunu oluşturan hayvanlara gelince:

21. Hayvanlarda da sizin için büyük bir ibret vardır: Onların karınlarından çıkan sütü gıda olarak size içiriyoruz. Onlarda sizin için daha pek çok faydalar da bulunur. Meselâ onlardan bir kısmının etlerini yersiniz.

22. Ayrıca, gerek o hayvanlara, gerekse gemilere binerek ulaşımınızı sağlarsınız.


Hayvanlarda da bizler için, Cenâb-ı Hakk’ın ilim, kudret, hikmet ve azametini gösteren büyük ibretler vardır. Onların karın bölgelerinde süt oluşur, onu sağar ve içeriz. Yoğurt, peynir, yağ gibi çeşitli süt ürünlerinden istifade ederiz. (bk. Nahl 16/66) Etlerini yiyip besleniriz. Binek olarak kullanırız. Bunun dışında onlardan hayatımızın pek çok alanlarında faydalanırız. Denizlerde ilâhî kudretin izniyle kolaylıkla akıp giden gemileri de taşımacılıkta kullanırız. Bunlar, Allah Teâlâ’nın emrimize verdiği ve istifademize âmade kıldığı büyük nimetlerdir. Bu nimetleri vereni tanımak ve ona teşekkür etmek insan olmanın bir gereğidir.

Buradan itibaren bir kısım peygamberlerin kıssalarından ibretli kesitler sunularak, Allah’ın âyetlerine inananlarla inanmayanları nasıl bir sonucun beklediği muşahhas hâle getirilir. İlk örnek, aynı zamanda az önce atıfta bulunulan gemiyi de ilk olarak yapan ve kullanan Hz. Nûh’tan:

23. Biz, Nûh’u kendi kavmine peygamber olarak göndermiştik de onlara: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; çünkü sizin O’ndan başka bir ilâhınız yoktur. Böyleyken, hâlâ iman edip O’nun azabından sakınmayacak mısınız?” demişti.

24. Kavminin ileri gelen kâfirleri şöyle dediler: “Bu da ancak sizin gibi bir insan! Fakat peygamberlik iddiasıyla size üstünlük kurup, başınıza geçmek istiyor. Allah peygamber göndermek isteseydi, gökten melekler indirirdi. Doğrusu biz, geçmiş atalarımızdan da hiç böyle bir şey duymadık.”

25. “O olsa olsa delirmiş bir adamdır. Hele bir zamana kadar onu gözetleyip bekleyin, bakalım!”

26. Nûh: “Beni yalanlamalarına karşı Rabbim sen bana yardım et!” diye yalvardı.

27. Bunun üzerine biz de ona şöyle emrettik: “Gözetimimiz altında ve vahyimiz doğrultusunda gemiyi yap. Nihâyet buyruğumuz gelip de sular kaynamaya başlayınca, her hayvan cinsinden birer çift ile birlikte, boğulacağına dâir hakkında karar verilmiş olanlar dışında âileni gemiye al. O zâlimlerin kurtulması için benden bir dilekte de bulunma. Çünkü onlar boğulmaya mahkûmdur.”


Nûh (a.s.)’ın burada anlatılan kıssası, Hûd sûresi 25-49. âyetlerinde daha ayrıntılı bir şekilde anlatılmış ve kıssayla ilgili gerekli açıklamalar orada yapılmıştı. Ayrıca A‘râf sûresi 59-64. âyetlerinde de bu kıssaya yer verilmişti. Burada ise, sûrenin indiği ortamdaki mevcut şartlarla bağlantılı olarak o dönemdeki problemlere ışık tutacak, hem inananlara hem de inanmayanlara lazım gelen mesajları verecek şekilde yeniden söz konusu edilmektedir. O da şudur:
Bu kıssa ile bir taraftan müşriklerin baskıları, olur olmaz konuşmaları ve iftiraları karşısında daralan Peygamberimiz (s.a.s.) teselli edilirken, bir taraftan da müşriklere öğüt verilmektedir. Bu âyetlerde ifade edildiği üzere Nûh kavminin Nûh’a söylediği sözler, aslında müşriklerin Peygamberimiz (s.a.s.)’e söylediği sözlerdir. Onlar Allah Resûlü (s.a.s.)’in kendilerine üstünlük kurmak için peygamberlik iddia ettiğini, Allah peygamber göndermek istese bunu meleklerden göndereceğini söylüyor; Hz. Muhammed (s.a.s.)’in cinlerle münâsebeti olduğunu, dolayısıyla delirdiğini ve saçmaladığını ileri sürüyorlardı. İşte kıssa burada, bu ortak yönler dikkate alınarak anlatılmıştır ki, müşrikler yaptıkları işin doğru olmadığını anlasınlar, yanlışlarından dönmedikleri takdirde kendilerinin de Nûh kavmi gibi helak olacağını bilsinler.

Kıssada temas edilen şu incelik ise duanın önemini ve mü’minlerin her halükarda dua halinde olmaları gerektiğini vurgular:

28. “Sen ve yanındakiler gemiye binip yerleştiğinizde: «Bizi o zâlimlerin elinden kurtaran Allah’a hamdolsun» de!”

29. “Yine: «Rabbim! Beni güvenli ve bereketli bir yere ulaştır. Çünkü, insanı gideceği yere ulaştıranların en hayırlısı sensin!» de!”


Allah Teâlâ onlara, gemiye bindiklerinde ve inecekleri sırada nasıl dua etmeleri gerektiğini öğretmiştir.

Gemiye binip yerleştiklerinde:

الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذ۪ي نَجّٰينَا مِنَ الْقَوْمِ الظَّالِم۪ينَ

(Elhamdulillahillezî neccânâ minel kavmiz zâlimîn)

“Bizi o zâlimlerin elinden kurtaran Allah’a hamdolsun” demelerini;

İnecekleri sırada da:

رَبِّ اَنْزِلْن۪ي مُنْزَلًا مُبَارَكًا وَاَنْتَ خَيْرُ الْمُنْزِل۪ينَ

(Rabbi enzilnî münzelen mübâreken ve ente hayrul münzilîn)

“Rabbim! Beni güvenli ve bereketli bir yere ulaştır. Çünkü, insanı gideceği yere ulaştıranların en hayırlısı sensin!” demelerini istemiştir. Çünkü her şey ancak Allah Teâlâ’nın muradı, izni, lütfu ve keremiyle gerçekleşir. Bütün iyiliklerin, kurtuluş ve başarının kaynağı O’dur. Bunlar aynı zamanda mü’minlerin yolculuk yaparken ve bir yere yerleşirken yapmaları çok faydalı olan dua örnekleridir.

Onlar bu duayı yapmışlar, Cenâb-ı Hak da dualarına icâbetle:

“Ey Nûh! Sana ve seninle beraber bulunanların neslinden gelecek mü’min ümmetlere vereceğimiz selâmet ve bereketlerle gemiden in” buyurmuştur. (Hûd 11/48)

Hâsılı:

30. Nûh ile kavmi arasındaki olup bitenlerde, hiç şüphesiz, pek çok ibretler ve mesajlar bulunmaktadır. Doğrusu biz, kullarımızı imtihandan geçirmekteyiz.

Gerçekten düşünenler için Hz. Nûh kıssasında alınacak ibretler ve çıkarılacak dersler bulunmaktadır. Allah Teâlâ’nın kudretine dair belgeler, peygamberlerine yardımcı olup düşmanlarını helak edeceğine dair deliller vardır. Allah Teâlâ peygamber göndererek önceki ümmetleri imtihana tabi tutmuş, böylece kimin itaat kimin isyan ettiğini ortaya çıkarmıştır. O’nun fert ve toplumlar için geçerli olan bu imtihanı devam etmektedir. O, geldiği dönemdeki insanları da Hz. Muhammed (s.a.s.)’in risâletiyle imtihana tâbi tuttu. Onlardan sonra kıyamete kadar gelecek insanları da O’nun emanet olarak bıraktığı Kur’an ve sünnete iman ve itaatle imtihan etmektedir.

Hz. Nûh’tan sonra gelen peygamberlerin, gönderildikleri toplumlarla olan mücâdeleleri de pek çok ibretler taşımaktadır:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
31. Sonra bunların ardından başka bir nesil getirdik.

32. Onlara kendi aralarından bir peygamber gönderdik. O da: “Allah’a kulluk edin; sizin O’ndan başka bir ilâhınız yoktur. Artık iman edip ilâhî azaptan sakınmayacak mısınız?” dedi.

33. Kendilerine dünya hayatında bol geçimlikler verdiğimiz halde, âhiret buluşmasını inkâr edip yalanlayan kavmin ileri gelenleri şöyle dediler: “Bu da ancak sizin gibi bir insan! Yediğinizden yiyor, içtiğinizden içiyor.”

34. “Eğer kendiniz gibi bir insana itaat edecek olursanız, hiç şüphesiz kaybeder, büyük bir hüsrâna uğrarsınız.”

35. “Ne o, yoksa o size, ölüp toprak ve kemik yığını hâline geldikten sonra, tekrar diriltilip kabirlerinizden çıkarılacağınızı mı söylüyor?”

36. “Heyhât, heyhât! Size söylenen şey, gerçek olmaktan ne kadar da uzak!”

37. “Gerçek hayat, sadece içinde yaşadığımız dünya hayatıdır. Kimimiz ölür gider, kimimiz bir süre daha yaşarız; bir daha da diriltilecek falan değiliz.”

38. “Bu adam, uydurduğu yalanları Allah’a yakıştıran bir yalancıdan başka bir şey değil! Bu yüzden biz ona kesinlikle inanmayız.”


Nûh kavminden sonra ismi verilmeden kıssası anlatılan kavim, Âd kavmidir. Nitekim A‘râf ve Hûd sûrelerinde de sıralama böyledir. Onlara gönderilen peygamber Hûd (a.s.)’dır. Kavmine olan mesajı, Hz. Nûh’unki ile aynıdır: “Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığını tasdik ve yalnız O’na kulluk etmek.” Bu davete ilk karşı çıkanların yine kavmin ileri gelenleri olduğu görülür. Bu vesileyle peygamberlere karşı çıkan kimselerin şu üç ortak özelliğe sahip olduklarını belirtmek gerekir.

Hepsi de kavimlerinin eşrafı, reisleri ve önde gelenleri idiler.
Âhiret hayatına inanmıyorlardı.
Zengin ve dünya hayatında başarılı idiler. Dünya hayatını seviyorlar; kendilerine zenginlik, şan ve şöhret kazandıran müreffeh hayatlarının yanlış bir çizgide olabileceğini akıllarına bile getirmiyorlardı. Bu sebeple de ölümden sonra bir başka hayattan; dünyada yapılanların hesabının Allah’a verileceğinden söz ederek keyiflerini kaçıran peygamberlere karşı çıkıyorlardı.

Kur’an indiği zaman Mekke’de yaşanan durum da aynen böyle idi. Kendileri gibi yiyip içen bir insana uymanın tamamen aldanmaktan ve kayba uğramaktan başka bir şey olmadığını; ölüp toprak ve çürümüş kemik hâline geldikten sonra dirilmenin boş bir dava olduğunu; hayatın sadece bu dünya hayatından ibaret bulunduğunu; insanların tekrar diriltilmeyeceğini; peygamberin böyle sözleri kendiliğinden uydurup Allah’a mal ettiğini söylüyorlardı.

Âd kavminin sonu şöyle oldu:

39. O peygamber: “Rabbim! Onların yalanlamalarına karşı bana yardım et!” diye yalvardı.

40. Allah da: “Çok geçmeden onlar mutlaka pişman olacaklar” buyurdu.

41. Derken, hak ettikleri o korkunç çığlık, Allah’ın âdilâne bir hükmü olarak onları yakalayıverdi de hepsini selin önündeki çer çöp hâline çevirdik. Böylece o zâlimler gürûhu helâk olup gitti!


Kavminin hidâyete gelmesinden ümidini kesen Hz. Hûd, kâfirlerin helaki ve kendisinin kurtuluşu için Allah’tan yardım istemiş; Allah da, kendilerini kıskıvrak yakalayan o korkunç çığlık ile o zalimleri, sel sularının taşıdığı ve ırmak kenarlarında kalıp çürüyen süprüntü, çer-çöp haline getirmiştir. Zaten zâlimlerin hakkı, ilâhî rahmetten tard edilip bu şekilde helak olmaktan başka nedir ki?

Daha sonra gelen nesillerin durumları da bundan farklı değildi:

42. Bunların ardından da başka nesiller var ettik.

43. Hiçbir ümmet ecelini ne öne alabilir, ne de erteleyebilir.

44. Sonra biz peygamberlerimizi birbiri ardınca gönderdik. Hangi ümmete peygamberi geldiyse, onlar onu yalanladılar. Biz de onları birbiri ardınca devirip, her birini geçmişin birer ibret verici hikâyesi hâline getirdik. Böylece iman etmeyen o kavimler helâk olup gitti.


Âd kavminden sonra, isimleri burada zikredilmeyip sadece işaretle iktifa edilen Semûd kavmi, Lût kavmi, Şuayb kavmi, Eyyûb ve Yûsuf (a.s.)’ın kavimleri gibi kavimler geldi. Bunların dışında Kur’an’da kıssaları anlatılan ve anlatılmayan nice nesiller ortaya çıktı. Bunlara da ardı ardına peygamberler gönderildi, fakat peygamberlerini yalanladıkları için helak edildiler. Ancak helakleri, kendileri için tâyin edilen vakitte gerçekleşmiş; bunda herhangi bir öne alma veya erteleme olmamıştır. Sonunda onlardan ne bir şahıs, ne de bir iz kaldı; sadece dillerde ibretle anlatılan birer efsâne haline geldiler.

Gönderilen o peygamberlerden ikisi de Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn’du:

45. Sonra Mûsâ’yı ve kardeşi Hârûn’u mûcizelerimizle ve apaçık bir delille gönderdik.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
46. Firavun’a ve onun ileri gelen yetkililerine. Fakat onlar, hakkı kabul etmeyi kibirlerine yediremediler. Zâten onlar, kendilerini pek üstün gören zâlimlerdi.

47. Nitekim şöyle dediler: “Yani biz şimdi kalkıp, kendimiz gibi sıradan iki insana mı inanacağız; hem de kavimleri başı yerde, elleri göğsünde bize hizmet eden kölelerimizken?”

48. Bu tavır içinde Mûsâ ve Hârûn’u yalanladılar da, neticede helâk edilenlerden oldular.

49. Daha sonra biz, İsrâiloğulları doğru yola öğrenip izlesinler diye Mûsâ’ya kitabı verdik.[/COLOR]

Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn’un beraberindeki “âyetler”den maksat; asâ, yed-i beyzâ, çekirge, bit, kurbağa, kan, denizin yarılması, kıtlık içinde geçen yıllar ve ürünlerin noksanlaşması gibi mûcizelerdir. “Apaçık bir delil”den kasıt ise, onların en büyük mûcizeleri olan “asâ” mûcizesidir. Çünkü buna asânın yılana dönüşmesi, sihirbazların büyülerini yutuvermesi, denizin yarılması, taşa vurulmak suretiyle gözelerin fışkırması, onun Hz. Mûsâ’ya bekçi olması, ışık olması, meyveli ağaca dönüşmesi gibi pek çok mûcize de taalluk etmektedir. İşte bu üstünlükleri sebebiyle asâ mûcizesi diğerlerinden ayrı olarak özellikle belirtilmiştir. “Apaçık delil”den maksadın, gösterilen mûcizelerin Hz. Mûsâ’nın doğruluğuna delâlet etme keyfiyetleri olabilme ihtimali de vardır.

Firavun ile kavminin ileri gelenleri, Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn’a inanmadılar. Bunun sebebi:

Oldukça kendini beğenmiş, kibirli ve zâlim bir topluluktular.
Dünyevî imkânlar bakımından ileri seviyede idiler. Sayı ve kuvvet bakımından güçlü idiler.
İsrâiloğulları uzun yıllardır onların emrinde köle olarak çalıştıkları için onları hakir görüyorlardı. Köleleri durumunda olan bir toplumun içinden çıkan iki kişinin kendilerine bir şey öğretmeye ve akıl vermeye kalkışmaları onların çok ağırına gitmişti. Bunu gururlarına yedirememişlerdi. Bu sebeple: “Yani biz şimdi kalkıp, kendimiz gibi sıradan iki insana mı inanacağız; hem de kavimleri başı yerde, elleri göğsünde bize hizmet eden kölelerimizken?” (Mü’minûn 23/47) demişlerdi. İnkâr ve yalanlama yolunu tutmaları sebebiyle de netice Kızıl Deniz’in azgın dalgaları arasında helak edilmişlerdi. (bk. A‘râf 7/103-136; Yûnus 10/75-92; Tâhâ 20/9-80)

Kıssanın bu şekilde arz edilmesindeki gâye, Allah Resûlü (s.a.s.)’i kabul ve ona itaate tenezzül etmeyen, kendileri gibi bir insana inanmayacaklarını söyleyen kibirli müşrik liderleri tehdit ve ikaz etmektir.

49. âyette ifade edildiği üzere Hz. Mûsâ’ya Tevrat’ın verilmesiyle doğru yolu öğrenip onu izlemeleri umulan kimseler, İsrâiloğulları’dır. Çünkü Tevrat, Kızıl Deniz’i geçtikten sonra verilmiştir.

Hz. İsa ve annesine gelince:

50. Meryem oğlu İsa ile annesini de kudretimizi gösteren bir mûcize kıldık ve her ikisini barınmaya elverişli, temiz akar sulu bir tepeye yerleştirdik.


Hz. İsa ve annesi Hz. Meryem ikisi birlikte “bir âyet” olarak takdim edilirler. “Âyet”ten kasıt “mûcize” olup, Hz. Meryem’in oğlu İsa’yı babasız olarak mûcizevî bir şekilde dünyaya getirmesidir. (bk. Âl-i İmran 3/45-49; Meryem 19/16-35; Enbiyâ’ 21/91) Allah, doğumdan sonra onları barınmaya müsait, meyveli, akar sulu yüksekçe bir yere, bir yaylaya yerleştirmiştir. Bu yerin Kudüs’teki İlya, Ramallah, Mısır veya Şam olduğu hakkında farklı yorumlar vardır.

Anlaşıldığı üzere bütün peygamberler hep aynı gerçeği dile getirmişlerdir. Çünkü hepsine verilen ilâhî talimat aynıydı:

51. Ey peygamberler! Temiz ve helâl olan rızıklardan yiyin ve dâimâ sâlih ameller işleyin. Gerçekten ben, yapmakta olduğunuz her şeyi hakkiyle bilirim.

اَلطَّيِّبَاتُ (tayyibât)tan maksat şeriatin yenilmesini ve kullanılmasını helâl kıldığı, temiz, hoş ve sağlığa uygun yiyeceklerdir. Cenâb-ı Hak bunlardan istifadeyi peygamberler için de mubah saymıştır.

Habîb-i Ekrem Efendimiz, bir insanın duasının kabul edilebilmesi için, harâm ve helâle dikkat etmesi gerektiğini vurgulayarak şöyle buyurur:

“Allah Teâlâ temizdir, ancak temiz olanları kabul eder. O, peygamberlerine emrettiği şeyi mü’minlere de emretmiştir. Cenâb-ı Hak peygamberlere:

«Ey peygamberler! Temiz ve helâl olan rızıklardan yiyin ve dâima sâlih ameller işleyin» (Mü’minûn 23/51) buyurmuştur. Mü’minlere de aynı şekilde:

«Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz ve helâl olanlarından yiyin!» (Bakara 2/172) buyurmuştur. Bir kimse Allah yolunda uzun seferler yapıyor. Saçı başı dağınık, toza toprağa bulanmış vaziyette ellerini gökyüzüne açarak: ‘Yâ Rabbî! Yâ Rabbî!’ diye yalvarıyor. Halbuki onun yediği harâm, içtiği harâm, gıdası da harâmdır. Böyle birinin duası nasıl kabul edilir!” (Müslim, Zekât 65)

Dolayısıyla dinin esası tevhid inancından sonra haramı haram helali helal bilip ona göre davranmaktır:

52. Şüphesiz tevhid dini olan İslâm, hepinizin tek dinidir. Ben de sizin Rabbinizim; o halde kalbiniz Allah saygısı ve korkusuyla dopdolu olarak bana karşı gelmekten sakının!

Bütün peygamberler aynı dini tebliğ etmişlerdir. O da tevhid dini olan İslâm’dır. İslâm şirki yasaklayıp bir olan Allah’a ibâdeti emreder. Fakat bir kısım insanlar tevhid akidesinden uzaklaşarak, fikir, düşünce ve yaşayış itibariyle farklı gruplara ayrılmışlardır. Günümüzde de açıkça görüldüğü üzere böylece pek çok din ve mezhep ortaya çıkmıştır. İşin ilginç yanı, hak veya bâtıl olduğuna bakmaksızın herkes kendi görüş, parti, din ve mezhebiyle memnun ve mutlu olmakta, onunla sevinip böbürlenmektedir. Bu durum, insanın bir şeye körü körüne bağlanma zaafiyetinden kaynaklanmaktadır. Bu ise insanın, boyunu aşan bir su gibi, içine daldığı tam bir cehâlet, gaflet, sapıklık ve şaşkınlıktır. Öyle bir cehâlet ve gaflet ki, dünyada sahip oldukları servet ve evlatları kendilerinin tabii bir hakkı sayıyor, -hâşâ- Allah’ın bu şekilde kendilerine ihsanda bulunmasını bir mecburiyet olarak telakki ediyorlar. Halbuki bu geçici menfaatler, onların lehine değil sonuç itibariyle aleyhinedir. Dolayısıyla Allah Teâlâ, o şaşkınlığı içinde devam etmek isteyenleri, ölüm veya azap gelip gözleri açılıncaya kadar öylece kendi hallerine terk etmeyi öğütlemektedir.

Rivayete göre Hz. Ömer’e Kİsrâ’nın bilezikleri getirilmiş, o da onu alıp, Süraka (r.a.)’ın koluna takmış ve bilezik omzuna kadar çıkmıştı. Bunun üzerine Hz. Ömer:

“Allahım! Ben senin peygamberinin senin yolunda harcamak için eline mal geçmesini arzu ettiğini gördüm, biliyorum sen malı onun nazarında değersiz kıldın. Yine, Ebubekir (r.a.)’in de böyle kıymetli malları cömertçe vermekten hoşlandığını da biliyorum. Allahım! Bu, taraf-ı ilâhînden Ömer için bir imtihan olmasın” demiş ve peşine «Onlar, zannediyorlar mı ki, kendilerine verdiğimiz bunca servet ve evlatlarla, üzerlerine hep hayır yağdırmak için can atıp duruyoruz? Hayır! Ama onlar yanıldıklarının farkında değiller!» (Mü’minûn 23/55-56) âyetlerini okumuştur.” (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXIII, 92)

Dolayısıyla ilâhî lutuflara erişmek için böyle yanlış inanç ve düşünceleri terk edip, övülen şu özelliklere sahip olmak lazımdır:

53. Ne var ki, peygamberlerden sonra gelen insanlar, aralarındaki bu din bağını paramparça ettiler. Öyle ki, her grup kendine ait inanç ve görüşle böbürlenir durur.

54. Şimdi sen onları, içine gömüldükleri gaflet ve sapıklık içinde bir süre kendi hallerine bırakıver.

55. Onlar, zannediyorlar mı ki, kendilerine verdiğimiz bunca servet ve evlatlarla,

56. Üzerlerine hep hayır yağdırmak için can atıp duruyoruz? Hayır! Ama onlar yanıldıklarının farkında değiller!


Bütün peygamberler aynı dini tebliğ etmişlerdir. O da tevhid dini olan İslâm’dır. İslâm şirki yasaklayıp bir olan Allah’a ibâdeti emreder. Fakat bir kısım insanlar tevhid akidesinden uzaklaşarak, fikir, düşünce ve yaşayış itibariyle farklı gruplara ayrılmışlardır. Günümüzde de açıkça görüldüğü üzere böylece pek çok din ve mezhep ortaya çıkmıştır. İşin ilginç yanı, hak veya bâtıl olduğuna bakmaksızın herkes kendi görüş, parti, din ve mezhebiyle memnun ve mutlu olmakta, onunla sevinip böbürlenmektedir. Bu durum, insanın bir şeye körü körüne bağlanma zaafiyetinden kaynaklanmaktadır. Bu ise insanın, boyunu aşan bir su gibi, içine daldığı tam bir cehâlet, gaflet, sapıklık ve şaşkınlıktır. Öyle bir cehâlet ve gaflet ki, dünyada sahip oldukları servet ve evlatları kendilerinin tabii bir hakkı sayıyor, -hâşâ- Allah’ın bu şekilde kendilerine ihsanda bulunmasını bir mecburiyet olarak telakki ediyorlar. Halbuki bu geçici menfaatler, onların lehine değil sonuç itibariyle aleyhinedir. Dolayısıyla Allah Teâlâ, o şaşkınlığı içinde devam etmek isteyenleri, ölüm veya azap gelip gözleri açılıncaya kadar öylece kendi hallerine terk etmeyi öğütlemektedir.

Rivayete göre Hz. Ömer’e Kİsrâ’nın bilezikleri getirilmiş, o da onu alıp, Süraka (r.a.)’ın koluna takmış ve bilezik omzuna kadar çıkmıştı. Bunun üzerine Hz. Ömer:

“Allahım! Ben senin peygamberinin senin yolunda harcamak için eline mal geçmesini arzu ettiğini gördüm, biliyorum sen malı onun nazarında değersiz kıldın. Yine, Ebubekir (r.a.)’in de böyle kıymetli malları cömertçe vermekten hoşlandığını da biliyorum. Allahım! Bu, taraf-ı ilâhînden Ömer için bir imtihan olmasın” demiş ve peşine «Onlar, zannediyorlar mı ki, kendilerine verdiğimiz bunca servet ve evlatlarla, üzerlerine hep hayır yağdırmak için can atıp duruyoruz? Hayır! Ama onlar yanıldıklarının farkında değiller!» (Mü’minûn 23/55-56) âyetlerini okumuştur.” (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXIII, 92)

Dolayısıyla ilâhî lutuflara erişmek için böyle yanlış inanç ve düşünceleri terk edip, övülen şu özelliklere sahip olmak lazımdır:

57. Şu kimseler de var ki, onlar Rablerinin korkusundan titrerler.

58. Onlar, Rablerinin âyetlerine sürekli yenilenip derinleşen bir imanla inanırlar.

59. Onlar, Rablerine hiçbir şeyi ortak koşmazlar.

60. Onlar, yaptıkları her iyiliği ve işledikleri her ameli, kalpleri her an Rablerine dönüyor olmanın haşyetiyle ürpererek yaparlar.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
61. İşte onlardır hayırlı işlerde koşuşarak yarışanlar ve onlardır bu işlerde hep önde gidenler!

Önceki âyetlerde bahsedildiği üzere hak dini terk edip bâtıl yollara düşen ve parça parça olanların aksine burada hak dine bağlı gerçek mü’minlerin temel vasıfları belirtilir. Buna göre o mü’minler:

Rablerinin korkusuyla titrer, emirlerini tutar, yasaklarından sakınır; O’nun rızâsını kaybetme ve azabına uğrama endişesiyle kalpleri yerinden oynar.
Rablerinin âyetlerine iman ederler. Hem Allah’tan gelen Kur’an âyetlerine hem de kâinatta Allah’ın varlığını gösteren delillere inanır; onların delâlet ettiği O Yüce Yaratan’ın birliğini ve sadece O’na kulluk yapılmasını kabul ederler.
Bu sebeple Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Açık ve gizli şirki terk ederler. İbadetlerinde ihlâslı olmaya ve yaptıklarını sırf Allah rızâsı için yapmaya çalışırlar.
Her türlü hayırlı işleri, kalpleri Allah’a dönmenin heyecanıyla çarparak yaparlar. Çünkü verilen her nefesin son nefes, kılınan namazın son namaz, verilen sadakanın son sadaka, tutulan orucun son oruç, gösterilen tebessümün son tebessüm ve yapılan bir zikrin son zikir olma ihtimali devamlı vardır. Onlar hayatlarını böyle bir ölüm şuuru, Rabbe dönme heyecanı, korkusu ve iştiyakı içinde geçirirler. Böyle olunca da her türlü hayır işinde koşuşarak yarışır ve hep en önde olmak için gayret gösterirler.

Bişr-i Hafî (k.s.) ne güzel söyler:

“Unutmayın ki, «Dün» öldü… «Bugün» son nefesini vermede… «Yarın» da henüz doğmadı. Zamanınızı bu açıdan görün ve her an yararlı iş yapmaya bakın.” (Velîler Ansiklopedisi, I, 238)

Hz. Âişe (r.a.) der ki:

Resûlullah (s.a.s.)’e, “Onlar, yaptıkları her iyiliği ve işledikleri her ameli, kalpleri her an Rablerine dönüyor olmanın haşyetiyle ürpererek yaparlar” (Mü’minûn 23/60) âyeti hakkında “Acaba bunlar içki içip, hırsızlık eden kimseler midir?” diye sordum. Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“Hayır, ey Sıddîk’ın kızı! Bunlar oruç tutan, namaz kılan ve sadaka veren, bununla birlikte kendilerinden kabul olunmayacak diye korkan ve hayırlarda ellerini çabuk tutan kimselerdir.” (Tirmizî, Tefsir 23/4)

Hasan Basrî (r.h.) der ki: “Biz öyle kimselere yetiştik ki; sizin işlemiş olduğunuz günahlar dolayısıyla azaba uğrayacağınızdan korktuğunuzdan daha fazla, yaptıkları iyiliklerinin kabul edilmeyerek yüzlerine geri çarpılacağından korkuyorlardı.” (Kurtubî, el-Câmi‘, XII, 132)

Allah Resûlü (s.a.s.) biz ümmetini vakit geçirmeden ve fırsatı kaçırmadan hayırlı amellere koşmaya teşvik etmektedir:

“Yedi şey gelmeden evvel hayırlı işler yapmakta acele ediniz. Yoksa gerçekten siz;

İbâdet ve tâati unutturan fakirlik,
Azdıran zenginlik,
Her şeyi bozup perişan eden hastalık,
Saçma-sapan konuşturan ihtiyarlık,
Ansızın geliveren ölüm,
Gelmesi beklenen şeylerin en şerlisi Deccâl ve, Kıyâmetten başka bir şey mi beklediğinizi sanıyorsunuz? Kıyâmet ise belâsı en müthiş ve en acı olandır.” (Tirmizî, Zühd, 3/2306)

Ancak şunu da unutmamak gerekir ki:

62. Biz hiç kimseyi gücünün yetmeyeceği bir şeyle sorumlu tutmayız. Bizim katımızda gerçeği söyleyen bir kitap vardır. Bu bakımdan kimseye bir haksızlık yapılmaz.

Kur’an ve sünnetin yapılmasını istediği ve kaçınılmasını talep ettiği hususların hepsi insanın gücü dâhilinde olan şeylerdir. Cenâb-ı Hak, insanı tâkatinin üstünde olan şeylerle sorumlu tutmasa da, gücünün yettiği amelleri yapmasını istemektedir. İnsanın bu güç ve kuvvetinin, bu istidat ve kabiliyetinin miktarını tam belirleyebilmek de kolay değildir. Dolayısıyla her insanın, bu açıdan kendini ciddi bir tetkikten geçirerek, neyi yapıp neyi yapamayacağını, hangi amellere güç yetirip hangilerine güç yetiremeyeceğini iyi tespit etmesi gerekir. Fakat bu hususta kendini kandırmamaya dikkat etmelidir. Bir sporcu veya herhangi bir sanat erbabı başlangıçta düşük bir performansla çalışırken, mesleğinin üzerine düştükçe ve gereken temrinleri yaptıkça başarısını kat kat artırabilmektedir. İslâm’ı yaşamak ve Allah’ın razı olacağı bir kulluk yapabilmek, dünyada en mühim bir sanattır. İnsan, bu mühim sanatın inceliklerine vakıf olmak ve bunları yerine getirmek üzere ciddi bir irade, arzu ve istekle gayret gösterir, her gün disiplinli bir şekilde temrinlerini yapar ve başarılı olmaya azmederse, şu anki kulluk performansını kat kat artıracağında şüphe yoktur. Hem bunu yapmak da gerekir. Çünkü Allah Teâlâ bunları, hiçbir zaman silinmeyecek bir kitaba en doğru bir şekilde kaydetmektedir. Oraya kaydedilenlerin de mutlaka karşılığını verecek, hiç kimseye en küçük bir haksızlık yapılmayacaktır.

Kur’an’ın bildirdiği gerçekler karşısında kâfirlerin hal ve âkibetlerine gelince:

63. Gerçek şu ki, kâfirlerin kalpleri gerçeği söyleyen bu kitaba karşı derin bir gaflet ve cehâlet içindedir. Üstelik onların bunun dışında işlemeyi âdet hâline getirdikleri nice çirkin işleri vardır.

64. Nihâyet onların hiçbir ahlâkî kaygı ve sorumluluk taşımadan refah ve dünyevî lezzetler içinde şımarık bir hayat sürenlerini azabımızla kıskıvrak yakaladığımızda, işte o zaman feryadı basarlar.

65. Bu gün boşuna feryat edip durmayın! Çünkü bizden asla yardım göremeyeceksiniz.

66. Zamanında âyetlerim size okunuyordu da, hep bir hoşnutsuzluk içinde arkanızı dönüp gidiyordunuz.

67. Kâbe’nin sahipleriyiz diye büyüklük taslıyor, geceleri toplanıp Kur’an ve Peygamber aleyhinde ileri geri konuşuyordunuz.


İçine iman nûru sızmayan münkir kalpler, Kur’an’ın getirdiği hakikatler karşısında derin bir gaflet ve cehalet içindedir. Allah’tan, âhiretten, hesap ve azaptan habersiz bir şekilde oyalanır, her türlü günahı işler dururlar. Halbuki hem ölüm ve savaş gibi dünyevî felâketler, hem de âhiret azabı onları izlemekte, her an inmek üzere başlarında dolaşıp durmaktadır. Aslında “mütref”, dünyada mal-mülk sahibi olup başıboş yaşayan ve diğer kullara da hak tanımayan şımarık kimselerdir. Gelen azaptan en çok etkilenecekler de bunlardır. Allah Teâlâ bunları ya Bedir savaşında olduğu gibi dünyada veya kaçınılmaz bir şekilde âhirette azap ile kıskıvrak yakaladığı zaman, feryadı basacaklar, âdetâ acıdan böğüren sığır gibi böğüreceklerdir. Fakat bu feryat onlar için hiçbir merhametin celbine yaramadığı gibi onlar yardım da göremeyecek ve o azaptan kurtulma imkânı bulamayacaklardır.

Onların böyle feci bir âkıbete uğramalarının sebebi şudur:

Kendilerine Allah’ın âyetleri, Kur’ân-ı Kerîm okunuyor, tebliğ ediliyordu. Dolayısıyla onlar Kur’an’ın nasıl bir kitap olduğunu ve ne demek istediğini çok iyi biliyorlardı.
Buna rağmen ökçeleri üzere geri dönüyor, ona sırt çeviriyor ve kaçıyorlardı.
Kâbe’nin sahipleri olmakla övünüyor, mal mülkleriyle gurura kapılıp Peygamberimiz ve mü’minlere karşı kibirleniyorlardı.
Geceleri bir araya geliyor, Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamberimiz (s.a.s.) hakkında ileri geri konuşuyor, saçmalıyor, hezeyanlar savuruyorlardı.

Bunların her biri kâfirliğin ve din düşmanlığının açık alâmetleri idi.

Halbuki onlar, Kur’an’ın nasıl bir kitap ve Peygamber (a.s.)’ın nasıl bir insan olduğunu düşünselerdi, gerçeği anlayabilirlerdi:

68. Onlar Kur’an üzerinde hiç düşünmezler mi? Yoksa kendilerine, geçmişteki atalarına gelmeyen bir şey mi geldi?

69. Yoksa peygamberlerini, onun doğruluk ve dürüstlüğünü tanımıyorlar da, bu yüzden mi onu inkâr ediyorlar?

70. Veya onun deli olduğunu mu söylüyorlar? Halbuki Peygamber onlara gerçeği getirmiştir. Fakat onların çoğu gerçeği sevmiyorlar.


Burada Yüce Allah, müşriklerin Peygamberimiz (s.a.s.)’e inanmama bahanelerini bir bir ortadan kaldırarak ona iman etmenin gerekliliğini ispat eder:

Birincisi; اَلْقَوْلُ (kavl) “söz”den maksat, yegâne gerçek söz olan Kur’an’dır. O, anlaşılır bir dille gerçekleri haber vermektedir. Âyetlerini okuyup üzerinde akl-i selîm ile biraz düşünen kişi, hemen onun ne demek istediğini anlayacak ve gerçeği görecektir. Âyet-i kerîmede buyrulur: “Acaba Kur’ân üzerinde hiç düşünmüyorlar mı? Şayet o, Allah’tan başkasının sözü olsaydı, elbette onda pek çok tutarsızlık ve çelişki bulurlardı.” (Nisâ 4/82) Dolayısıyla müşrikler, Kur’an’ın ne demek istediğini çok iyi anlıyorlar, fakat işlerine gelmediği için anlatılanlara uymak istemiyorlardı. Bu sebeple onu reddedip karşı çıkıyorlardı.

İkincisi; Kur’an, daha önce hiç duyulmayan, bilinmeyen bir mesaj da getirmiş değildir. Cenâb-ı Hak her ümmete bir peygamber göndermiş ve davetini onlara bildirmiştir. Kur’an gökten gelen ilk kitap, Peygamberimiz (s.a.s.) de insanlığa gönderilen ilk peygamber değildir. Bunlar beşeriyete ihsan edilen ilâhî kitap ve nübüvvet silsilesinin son halkasıdır. Zaten Kur’ân-ı Kerîm, kendinden önceki peygamberlerden ve kitaplardan çokça bahsetmekte, onlardan nakillerde bulunmakta, onların bir devamı ve tamamlayıcısı olduğunu hatırlatmaktadır. Bununla birlikte Araplar, yakın bölgelere peygamber gönderilip tek Allah’a ibâdeti emreden Hz. İbrâhim, Hz. İsmâil, Hz. Hûd, Hz. Sâlih ve Hz. Şuayb’ı da tanıyorlardı. Dolayısıyla inkârlarının sebebi, bilgisizlik değil tamamen inat ve düşmanlıkları idi.

Üçüncüsü; peygamber olduğunu söyleyen Hz. Muhammed (s.a.s.)’i de çok iyi tanıyorlardı. Çünkü o, aralarında doğup büyümüştü. Güzel ahlâkına, faziletine, doğruluk ve dürüstlüğüne, hayâ ve iffetine, güvenilirliğine herkes şâhitti. Ona “Muhammedü’l-Emîn” vasfını bizzat kendileri vermişti. O son derece adâletli, haklının yanında, haksızın karşısında, sözünde ve işinde doğru, cana yakın, yoksulların hâmisi, zayıfların yardımcısı, gariplerin yoldaşı, kimsesizlerin kimsesi idi. Nübüvvetten önce böyle idi; nübüvvetten sonra da aynı ahlâkî erdemleri ısrarla tebliğe devam etti. Neyi emrederse onu öncelikle kendisi yapıyor, neyi yasaklıyorsa öncelikle kendisi ondan uzak duruyordu. Sözü ile ameli arasında hiçbir tezat olmuyordu. O, tebliğ ettiği Kur’an’ı bütün yönleriyle hayatında canlı bir şekilde tatbik ediyor ve tüm insanlığa örnek oluyordu. Bunu da inanan ve inanmayan herkes görüyordu. Dolayısıyla kâfirlerin inanmaması onu tanımadıklarından değil, getirdiği hayat tarzının işlerine gelmemesi ve nefs-i emmârelerine ağır gelmesi sebebiyle idi.

Dördüncüsü; onlar, Resûlullah (s.a.s.)’in cinlerle irtibat kurduğunu, dolayısıyla cinlendiğini, delirdiğini iddia ediyor, getirdiklerinin de deli saçması olduğunu söylüyorlardı. Halbuki onda deliliğin hiçbir emâresi yoktu. Getirdiği Kur’an gerçeğin ta kendisiydi. O, bütün esaslarıyla hak dini, tevhidi beyân ediyordu. Dolayısıyla bu tür bahanelerin arkasına sığınarak gerçeği yalanlamanın bir anlamı yoktur. Doğrusu onlar, sadece kıskançlıklarından, haddi aştıklarından ve geçmişlerini taklit ettiklerinden dolayı haktan hoşlanmıyor ve onu reddediyorlar.

Halbuki:

71. Eğer gerçek onların nefsânî arzularına uysaydı göklerde, yerde ve oralarda yaşayanlarda dirlik ve düzen kalmaz, hepsi bozulur giderdi. Aslında biz onlara, içinde şanları, şerefleri ve uymaları gereken öğütler bulunan Kur’an’ı getirdik; fakat onlar bizzat kendi şereflerinden ve mahza faydalarına olan öğütlerden yüz çeviriyorlar.

اَلْحَقُّ (hak), gerçek söz olan Kur’ân-ı Kerîm’dir. Kur’an’ın getirdiği kanun ve kaideler işlerine gelmediği için müşrik liderler ona karşı çıkıyorlardı. Bu sebeple Peygamberimiz (s.a.s.)’e: “Ya bize bundan başka bir Kur’an getir veya onu değiştir” (Yûnus 10/15) diyorlardı. İşlerine gelmeyen kısımların Kur’an’dan çıkarılmasını istiyorlardı. İşte kâfirler, işlerine gelmeyen hükümler taşıdığı için hak sözü kabul etmiyorlar diye, hak söz, onların keyiflerine uysa, onların istediği hükümleri getirse gökler, yer ve içinde bulunanların düzeni bozulur. Çünkü bunların düzeni, insanların birbiriyle çelişen ve her an değişen arzularına göre değil, Hakk’ın değişmez kanunlarına bağlı olarak devam etmektedir.

Allah’ın onlara getirdiği zikir, şan ve şereften maksat, buna vesile olan Kur’an’dır. Kur’an, insana hem dünyada hem de âhirette şeref ve onur kazandıracak yegâne rehberdir. Nitekim İslâmiyetten önce Arapların hâkimiyetleri Yarımada’nın sınırlarını aşmazken, Kur’ân-ı Kerîm ve bu yüce kitabı onlara getiren Hz. Muhammed (s.a.s.) sayesinde büyük ve ihtişamlı bir dünya devleti kurmuşlar ve isimlerini ebedileştirmişlerdir. Aynı şekilde Kur’an yoluna gönül verip, onu baş tacı yapan nice milletler de bu sayede cihanın en büyük ümmetlerinden biri olma şerefine yücelmişlerdir.

Yüce Rabbimiz, böyle bir şerefe yücelmemizi sağlayacak Kur’an ve Peygamber nimetini bize meccanen bağışlamıştır:

72. Rasûlüm! Yoksa sen tebliğine karşılık onlardan bir ücret mi istiyorsun? Halbuki Rabbinin vereceği mükâfat her bakımdan daha hayırlıdır. Çünkü O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.

73. Gerçekten sen onları dosdoğru bir yola dâvet ediyorsun.

74. Fakat, şu da bir gerçek ki, âhirete inanmayanlar o yoldan ısrarla sapıyorlar.


Resûl-i Ekrem (s.a.s.), önceki peygamberler gibi tebliğine karşı insanlardan en küçük bir ücret talep etmemiştir. Böyle bir talebi olsaydı belki insanlar inanmamalarına bunu bahane yapabilirlerdi. O, hem dünyada hem de âhirette Allah Teâlâ’nın kendisine ikram edeceği nimetlerin daha hayırlı olduğuna inanmış; O’nun vereceği mükâfata gönül bağlamıştır. Çünkü Allah, rızık, nimet ve mükâfat verenlerin en hayırlısıdır. Bu inanç ve kararlılıkla insanları doğru yol olan İslâm’a davet etmiştir. Ancak âhirete inanmada sıkıntı yaşayanlar bu yola gelmekte ve bu yolda yürümekte başarılı olamamışlardır. Dolayısıyla İslâm yoluna girmenin ve o yolda sapmadan yürüyebilmenin en mühim şartlarından biri âhirete; hesaba, cennet ve cehenneme imandır. Bu iman olmayınca, azgınlaşma kendiliğinden harekete geçecektir:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
75. Ne zaman biz onlara merhamet edip içine düştükleri sıkıntıyı giderecek olsak, derhal önceki azgınlıklarına dalar, orada bocalayıp dururlar.

76. Gerçek şu ki biz onları azap ile kıskıvrak yakaladık. Buna rağmen onlar yine de Rablerine boyun eğmediler, yalvarıp yakarmadılar.

77. Nihâyet üzerlerine şiddetli bir azabın kapısını açınca, işte o zaman çaresizlik içinde bütün ümitlerini kaybediverirler.


Bir sıkıntı ile karşılaştığında Allah’a yalvarması, sıkıntıdan kurtulur kurtulmaz tekrar eski azgınlığına dönmesi, münkir insanın bir özelliği olarak Kur’ân-ı Kerîm’de tekrar edilir. Onun, ölmeyip dünyada yaşadığı müddetçe bu şekilde davranma imkânı vardır. Hatta başına bir takım büyük felaketler geldiğinde, nasıl olsa öncekiler gibi bu da gelir geçer düşüncesiyle Allah’a boyun eğmeyebilir, O’na yalvarmayabilir de. Fakat âhirette cehennemin şiddetli azabıyla karşılaştıklarında, artık bundan kurtuluş imkânının olmadığını anlayacak ve bütün ümitlerini kaybederek, sınırsız bir pişmanlık içinde kalacaklardır.
Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Benim ve sizin durumunuz, bir ateş yakıp da bu ateşe cırcır böcekleri ve pervaneler düşmeye başlayınca, onlara engel olmaya çalışan adamın hâline benzer. Ben sizi ateşten korumak için kuşaklarınızdan tutuyorum, siz ise tıpkı o cırcır böcekleri ve pervaneler gibi benim elimden kurtulup, ateşe girmeye çalışıyorsunuz.” (Buhârî, Rikâk 26; Müslim, Fezâil 19)

Artık kurtuluş fırsatları son bulup böyle iş işten geçmeden tüm insanlık Yüce Allah’ın davetine uymaya çağrılarak buyruluyor ki:

78. Ey insanlar! Rabbinizin emrine uyun. Çünkü sizin için kulaklar, gözler ve kalpler yaratan O’dur. Ne kadar da az şükrediyorsunuz?

79. Sizi yaratıp yeryüzünde yayan da O’dur. Nihâyet yine O’nun huzurunda toplanacaksınız.

80. Hayat veren de O, öldüren de O’dur. Gece ile gündüzü aksamadan peş peşe getiren de O’dur. Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?


Cenâb-ı Hak insana verdiği büyük nimetleri hatırlatarak ondan şükretmesini ister. Birinci sırada insanı diğer varlıklardan ayıran ve onu insan yapan nimetler gelir. Bunlar hakikati duymasını sağlayacak kulaklar, görüp ibret almasına yardımcı olacak gözler, duyup gördüklerinden mânalar çıkarıp gerçeği idrak etmesini sağlayacak kalplerdir. İnsan ancak bu şekilde üzerindeki nimetlerin farkına varabilir ve onlara şükredebilir. İkinci olarak insan neslinin dünyada yaratılıp çoğaltılmasıdır. Eğer Allah Teâlâ sadece Âdem’i ve Havva’yı yaratsaydı, onlara çoğalma istidadı vermeseydi veya bunu birkaç nesille sınırlandırsaydı, bizler dünyaya gelme imkânı bulamayacak ve insan olma nimetinden mahrum kalacaktık. Halbuki insan nesline böyle bir hususiyet verilmiştir ve kıyamete kadar da bu yayılıp çoğalma devam edecektir. Üçüncü olarak, Cenâb-ı Hakk’ın hayat verme ve öldürme fiilleri devamlı tecelli halindedir. Bu tecelli tüm canlı varlıklarda görüldüğü gibi, insanlar üzerinde de her an cereyan etmektedir. Her an bir kısım insanlar hayata merhaba derken, bir kısım insanlar da hayata vedâ edip öte âleme gitmektedirler. Bu durum, kimsenin dünyada ebedi kalmayacağına, bir başka âleme intikal edeceğine ve bir gün ilâhî huzurda toplanacağına delâlet etmektedir. Yalnız bu nihâî toplanış, hayatın ve ölümün mânasına vâkıf olup Allah’a kulluk edenler için bir nimet olurken, bundan gaflet içinde bulunanlara bir azap olacaktır. Dördüncü olarak, gece ile gündüzün peş peşe gelmesi nimetine yer verilir. Bu da mühim bir kudret tecellisi, aynı zamanda dünyada insanın yaşamasına elverişli şartların oluşmasının en mühim âmillerinden biridir. Aklını çalıştıran kişiler, bu nimetleri verenin ne kadar büyük bir Allah olduğunu anlar, O’na severek gönül bağlayıp kulluk eder ve O’na şükürden bir nefes bile geri durmaz.

Buna rağmen kâfirler, özellikle öldükten sonra dirilişin olmayacağına dâir inkâr sözlerini her devirde aynı inat ve ısrarla tekrarlayıp durmuşlardır:

81. Akıllarını başlarına almak yerine onlar da kalkıp, kendilerinden önceki inkârcıların söylediklerine benzer şeyler söylediler.

82. Şöyle dediler: “Ölüp toprak ve çürümüş kemik yığını hâline geldiğimiz zaman mı, yani biz o halde iken mi yeni bir yaratılışla tekrar diriltileceğiz?”

83. “Doğrusu, böyle tehditler bize yapıldığı gibi, bizden önce atalarımıza da yapılmıştı. Fakat bu, öncekilerin masallarından başka bir şey değil!”


Müşrikler, âhiretin varlığına inanmıyor, ölüp toza toprağa karıştıktan sonra dirilmeyi akıllarına sığdıramıyorlardı. Bu sebeple de Kur’ân-ı Kerîm’in bu istikâmetteki telkinlerini “öncekilerin masalları”; eskiden beri anlatılıp gelen, fakat aslı olmayan şeyler olarak nitelendiriyorlardı. Onların en büyük handikapları bu idi. Bu yüzdendir ki Kur’an, onların bu problemlerini sık sık tekrarlamakta; Allah’ın ölüleri diriltebilecek kudret ve kuvvete sahip olduğunu ısrarla vurgulamaktadır:

84. Rasûlüm! Onlara: “Yeryüzü ve içindekiler kimindir? Biliyorsanız söyleyin!” diye sor.

85. Elbette, “Allah’ındır” diyecekler. Sen de: “Öyleyse neden düşünüp ders almıyorsunuz?” de.

86. Onlara: “Peki, yedi kat göğün Rabbi ve büyük arşın sahibi kimdir?” diye sor.

87. Elbette, “Bunlar da Allah’ındır” diyecekler. Sen de: “O halde hiç O’na karşı gelmekten sakınmayacak mısınız?” de.

88. Onlara şunu da sor: “Tüm kâinatın hükümranlığını elinde tutan ve her şeyi koruyup gözeten, fakat kendisi korunmaya muhtaç olmayan kimdir? Haydi, biliyorsanız buna da cevap verin!”

89. Yine “Bunlar da Allah’ındır” diyecekler. Sen de: “Öyleyse nasıl oluyor da büyülenmişçesine gerçeklerden böylesine uzaklaşıyorsunuz?” de.


Resûlullah (s.a.s.) ve müşrikler arasında geçtiği anlaşılan bu konuşma, bir kısım gerçekleri anlamamıza yardımcı olmaktadır. Öncelikle Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve azamet tecellilerine temas edilerek O’nun ölüleri diriltmeye güç yetirebileceği gösterilmektedir. İkinci olarak müşriklerde Allah inancının varlığı anlaşılmaktadır. Onlar yeryüzünün, içindekilerin, göklerin, arşın sahibi, onları yaratan ve devam ettiren, her şeyin hâkimiyetini, tasarruf ve yönetimini elinde tutan Allah’ın varlığına inanıyorlardı. Fakat bunun birlikte putperest idiler. Kendilerini aracısız olarak Allah’a yalvarabilmekten aciz görüyorlar, bu yüzden Allah’tan başka bir takım putlara tapıyorlar, dualarının kabulü ve Allah’a yaklaşabilmeleri için onların aracı olduklarını sanıyorlardı. (bk. Yûnus 10/18; Zümer 39/3) İşte İslâm, hangi düşünce ve yaklaşımla olursa olsun, hiçbir surette Allah’tan başkasına tapmayı, Allah ile kul arasında yardımcı ve aracı tutmayı kabul etmez. Kulluk sadece Allah’a aittir. O’ndan başkasına yalvarmak ve taparcasına saygı göstermek şirktir. İslâm’ın ilk hedefi açık ve gizli tüm şirk unsurlarını ortadan kaldırmak, kulun iç âlemini her türlü şirk kalıntılarından kurtararak onu hâlis bir tevhid inancı ve tertemiz bir kulluk bilinciyle Rabbine bağlamaktır. İslâm’ın getirdiği gerçeğin iç yüzü işte budur:

90. Hayır! Biz onlara gerçeğin tâ kendisini getirdik; fakat onlar pervasızca yalan söylüyorlar.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
91. Allah asla çocuk edinmemiştir. O’nunla birlikte başka bir ilâh da yoktur. Eğer olsaydı, o takdirde her bir ilâh kendi yarattıklarını yanına alır ve mutlaka biri diğerine üstünlük kurmaya çalışırdı. Allah, onların uydurduğu noksan sıfatlardan münezzehtir.

92. O, duyuların kapsama alanına girmeyeni de gireni de bilir. Şu halde Allah, onların koştukları ortaklardan çok uzak ve yücedir.


Kâinatın varlığı ve nizamındaki mükemmellik, onu yaratan Allah’ın da varlık, birlik, ilim, hikmet ve kudretinin de en açık delilidir. O’nun bir çocuk edindiği veya yanında başka bir ilâhın varlığı varsayıldığında, bu nizamın bu hâliyle var olması ve devam etmesi mümkün değildir. Çünkü çocuk mülkiyet talep edecek, diğer ilâhlar da, tıpkı dünya hükümdarlarının yaptıkları gibi, hâkimiyet sahalarını genişletmek için yarattıklarını yanlarına alarak diğer ilâhlarla savaşacaklardır. Böylece bir nizamdan söz etmek şöyle dursun, ortalığı kaos ve anarşi dolduracaktır.

O halde:

93. De ki: “Rabbim! Eğer onların tehdit edildiği azabı bana gösterecek, ben hayattayken onları cezalandıracaksan;

94. “O zaman beni o zâlimler gürûhunun içinde bırakma, Rabbim!”

95. Bizim, onları tehdit ettiğimiz azabı sana göstermeye elbette gücümüz yeter.

96. Onlar ne yaparsa yapsınlar sen yine de kötülüğü en güzel bir yolla sav. Biz, onların Allah ve din hakkında ne asılsız isnat ve iftirâlarda bulunduklarını elbette çok iyi biliyoruz.


Allah Resûlü (s.a.s.), küfür ve şirkten bir türlü vazgeçmeyen kavminin başına bir azap inecek olursa, Yüce Allah’ın kendisini o zalimler arasında bırakmayacağını elbette biliyordu. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın peygamberlerine, onlara yardım edeceğine ve onları kurtaracağına dair teminatı vardı. (bk. Sâffât 37/171-173; Mü’min 40/51) Bununla birlikte, mükâfatının artması, her an Rabbini hatırında tutması ve kıyamete kadar gelecek bütün mü’minlere örnek olması için ona böyle dua etmesi emredilmiştir. Herkes Allah’ın azabından korkmalı, gelmemesi için Allah’a dua etmeli, hatta azaba uğramaktan korkarak yaptığı hataları terk etmelidir. Allah dostlarından Zünnûn Mısrî, zaman zaman Mısır’ın dışına çıkar, “Ya Rabbi! Benim işlediğim günahlar sebebiyle insanlara azap etme!” diye dua ederdi. Çünkü azap geldiğinde yalnız günahkârları helak etmekle kalmaz, dindarları da içine alabilir. Bu bakımdan şerli, günahkâr ve kötü bir toplum içinde yaşamak zorunda olanlar, her zaman dua ve yakarış hâlinde Allah’a sığınmalıdırlar.

Nitekim Resûlullah (s.a.s.) şöyle dua ederdi:

“Allahım! Bir toplumu fitneye düşürmek istediğinde, bu belaya uğramadan benim canımı al!” (Tirmizî, Tefsir 38/4; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 66)

Bununla birlikte Cenâb-ı Hak, imansızları her an helak edecek güç ve kudrete sahiptir. Meselâ tebliğin ilk yıllarında, müşriklerin Efendimiz (s.a.s.)’e karşı geldikleri sırada hemen onları cezalandırabilirdi. Fakat nihâyetsiz sabır ve hilim sahibi olan Rabbimiz, hemen cezalandırmayı değil, kulların düşünmelerine fırsat tanımak için mühlet vermeyi murad etmiştir. Bu bakımdan Peygamberimiz (s.a.s.) ve onun şahsında tüm mü’minlere olabildiği kadar kötülükleri en iyi yollarla savmalarını, affetmeyi, tahammül göstermeyi ve iyilik yapmayı tavsiye etmektedir.

Şeytanın vesvese ve tahriklerine karşı da şu dularla kendine sığınmamızı öğütlemektedir:

97. De ki: “Rabbim! Şeytanların vesvese ve tahriklerinden sana sığınırım.”

98. “Onların yanımda bulunup beni tesir altına almalarından da sana sığınırım!”


Bu âyetler, Resûlullah (s.a.s.)’e şeytanların vesvesesinden, günaha tahriklerinden, yanına girmelerinden ve huzurunda bulunmalarından Allah’a sığınmasını emretmektedir. Burada ya şeytanların bizzat Efendimiz (s.a.s.)’e vesvese vermeleri veya ayartmış oldukları kimselerin gelip Allah Resûlü (s.a.s.)’i rahatsız etmeleri kastedilmiştir. Bu sebeple Efendimiz (s.a.s.), şeytanların şerrinden Allah’a sığınırdı. Kendisi ismet sıfatına sahip olmakla birlikte, hem mânevî derecesinin yükselmesi, hem de ümmetine örnek olması için böyle yapardı. Hasen Basrî (r.h.)’nin naklettiğine göre:

“Resûlullah (a.s.) namaza başlarken üç defa:

لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ (Lâ ilâhe illallah)

Üç defa اَللّٰهُ اَكْبَرُ (Allahu ekber) ve ardından

اَللّٰهُمَّ اِنّ۪ى اَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاط۪ينِ مِنْ هَمْزِهَا وَنَفَثِهَا وَنَفْخِهَا وَاَعُوذُ بِكَ رَبِّ اَنْ يَحْضُرُونِ

(Allahumme innî e‘ûzü bike min hemezâtiş şeyâtîn min hemzihâ ve nefesihâ ve nefhihâ ve e‘ûzü bike rabbi en yehdurûn)

«Allahım! Şeytanların vesvese ve kışkırtmasından, tahrik etmesinden, tükürmesinden ve üfürmesinden sana sığınırım. Onların yanımda bulunmalarından da sana sığınırım»…”
derdi. (Ebû Dâvûd, Salât 121; İbn Mâce, İkame 2)

Rivayet edilir ki bir kimse kendisini uyku tutmamasından şikayet etti. Bunun üzerine Peygamberimiz (a.s.) ona: “Uyumak istediğin zaman şöyle de

اَعُوذُ بِكَلِمَاتِ اللّٰهِ التَّامَّاتِ مِنْ غَضَبِه۪ وَعِقَابِه۪ وَمِنْ شَرِّ عِبَادِه۪ وَمِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاط۪ينِ وَاَنْ يَحْضُرُونِ

(E‘ûzü bi kelimâtillâhit tâmmeti min gadabihî ve ‘ıkâbihî ve min şerri ‘ibâdihî ve min hemezâtiş şeyâtîni ve en yehdurûn)


Allah’ın gazabından, cezalandırmasından, kullarının şerrinden, şeytanların tahriklerinden ve yanımda bulunmalarından Allah’ın tam kelimelerine sığınırım
» buyurdu. (Ebû Dâvûd, Tıb 19; Tirmizî, Deavât 94)

Hadis-i şerifte geçen “Allah’ın tam kelimeleri”inden maksat, peygamberlerine indirdiği kitapları veya izzet ve kudret gibi Allah’ın sıfatlarıdır. Bunlar, eksiklikten beri olup Allah Teâlâ’dan ayrı düşünülemeyeceği için de “tam” olarak vasfedilmiştir.

İnsan inancıyla, ibâdetiyle, duasıyla ölüm gelmeden önce âhiret için gerekli hazırlığını yapmalıdır. Çünkü ecel gelince artık tekrar geri dönüş imkânı kalmayacaktır:

99. Nihâyet o kâfirlerden birine ölüm geldiği zaman şöyle der: “Rabbim, ne olur, beni hayata geri döndür!”

Meleklerin darbeleri altında canlarını veren kâfirler, hayattayken inkâr ettikleri âhiret gerçeğini yakînen gördükleri ve Allah’ın va‘dettiği cennet veya cehennemin kaçınılmaz bir netice olduğunu kesinlikle anladıkları için tekrar dünyaya dönerek iman edip salih ameller yapmayı temennî edeceklerdir. Dünyada boşa geçen günlerine yanacaklardır. Fakat ölüm, kıyamet günü gelip yeniden dirilinceye kadar tekrar dünyaya dönmeye en büyük engeldir. Öldükten sonra artık bu engeli aşıp tekrar dünyaya dönmek mümkün olmayacaktır. Bu sebepledir ki hikmet ehli bir zat bize şu nasihati verir:

“Yâdında mı doğduğun zamanlar,
Sen ağlar iken gülerdi âlem.
Bir öyle ömür sür ki olsun,
Mevtin sana hande, halka mâtem.


Veysel Karânî (k.s.) da şöyle der:

“Yattığında, ölümü yastığın altına koy, kalktığında göz önüne getir. Günahın küçüklüğüne bakma, kendisine karşı günah işlediğin zatın büyüklüğüne bak.” (Tezkiretü’l-Evliyâ, I, 62)

Ölüm anında duyulan pişmanlığı dile getiren bir diğer âyet-i kerîme de şöyledir:

“Sizden birine ölüm gelip de: «Rabbim! Ne olurdu ecelimi biraz daha erteleseydin de sadaka verip iyi kullardan olsaydım!» diye yalvarmadan önce size verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcayın. İyi bilin ki Allah, eceli geldiğinde hiç kimsenin ölümünü bir an geri bırakmaz. Allah, bütün yaptıklarınızdan hakkiyle haberdardır.” (Münafıkûn 63/10-11)

Gelelim sûra üfürüldükten sonraki olacaklara:

Yâdında mı: Hatırlıyor musun. Hande: Gülücük, sevinç, neşe. Mâtem: Üzüntü, keder.

100. “Döndür de, yaşarken yanlış yaptığım ve yapmam gerekirken yapmadığım her hususta sâlih ameller işleyeyim.” Ne mümkün! Bu temennî, onun ağzından çıkan boş bir lâftan ibarettir. Kaldı ki, onların önlerinde, tekrar diriltilecekleri güne kadar geri dönmelerine imkân tanımayan bir engel vardır.

Meleklerin darbeleri altında canlarını veren kâfirler, hayattayken inkâr ettikleri âhiret gerçeğini yakînen gördükleri ve Allah’ın va‘dettiği cennet veya cehennemin kaçınılmaz bir netice olduğunu kesinlikle anladıkları için tekrar dünyaya dönerek iman edip salih ameller yapmayı temennî edeceklerdir. Dünyada boşa geçen günlerine yanacaklardır. Fakat ölüm, kıyamet günü gelip yeniden dirilinceye kadar tekrar dünyaya dönmeye en büyük engeldir. Öldükten sonra artık bu engeli aşıp tekrar dünyaya dönmek mümkün olmayacaktır. Bu sebepledir ki hikmet ehli bir zat bize şu nasihati verir:

“Yâdında mı doğduğun zamanlar,
Sen ağlar iken gülerdi âlem.
Bir öyle ömür sür ki olsun,
Mevtin sana hande, halka mâtem.”

Veysel Karânî (k.s.) da şöyle der:

“Yattığında, ölümü yastığın altına koy, kalktığında göz önüne getir. Günahın küçüklüğüne bakma, kendisine karşı günah işlediğin zatın büyüklüğüne bak.” (Tezkiretü’l-Evliyâ, I, 62)

Ölüm anında duyulan pişmanlığı dile getiren bir diğer âyet-i kerîme de şöyledir:

“Sizden birine ölüm gelip de: «Rabbim! Ne olurdu ecelimi biraz daha erteleseydin de sadaka verip iyi kullardan olsaydım!» diye yalvarmadan önce size verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcayın. İyi bilin ki Allah, eceli geldiğinde hiç kimsenin ölümünü bir an geri bırakmaz. Allah, bütün yaptıklarınızdan hakkiyle haberdardır.” (Münafıkûn 63/10-11)

Gelelim sûra üfürüldükten sonraki olacaklara:

Yâdında mı: Hatırlıyor musun. Hande: Gülücük, sevinç, neşe. Mâtem: Üzüntü, keder.

101. Sûra üfürüldüğü zaman, işte o gün, aralarındaki bütün akrabalık bağları kesilecek ve birbirlerinin hâlini bile soramayacaklar.

102. O gün kimin iyilikleri tartıda ağır gelirse, işte onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir.

103. Buna karşılık kimin de iyilikleri tartıda hafif gelirse, işte onlar kendilerine yazık edenlerdir. Onlar cehennemde ebedî kalacaklardır.

104. Ateş onların yüzlerine vurup yakacak da, dudakları çekildiği için orada dişleri sırıtmış, suratları çirkin ve gülünç bir halde kalıverecekler.


İsrâfil (a.s.) birinci kez sura üfleyince herkes ölecek ve kıyamet kopacak; ikinci kez üflediğinde ise herkes dirilip mahşer yerine toplanacaktır. İşte burada insanlar kendi derdine düşecek; dünyada olduğu gibi nesebin, akrabalığın, soyun ve sopun hiçbir faydası olmayacaktır. Hatta insan, belki kendinden bir hak talep ederler korkusuyla en yakınlarından bile kaçacaktır. Allah Teâlâ buyurur:

“O gün insan kaçar kardeşinden, annesinden, babasından, karısından ve oğullarından! O gün onlardan her birinin başından aşkın bir işi, kendine yetecek bir derdi ve belâsı vardır.” (Abese 80/34-37)

Hatta kaçmak bir tarafa, günahkâr insan kendini azaptan kurtarabilmek için en yakınlarını fidye vermek isteyecektir. Bu durum, âyet-i kerîmelerde şöyle haber verilir:

“Öyle ki, o günün dehşetinden dost dostun hâlini sormaz. Oysa onlar birbirlerine de gösterilirler. Fakat inkârcı suçlu ister ki, mümkün olsa da o günün azabından kurtulmak için fidye olarak verse oğullarını! Eşini, kardeşini! Kendisine kol kanat geren bütün sülâlesini! Yeryüzünde kim varsa hepsini! Bunları verse de, sonra kurtarsa kendisini!” (Meâric 70/10-14)

Bu çetin günde ve böyle bir hengâmede kimse kimsenin ne hâlini, ne de nesebini sormaya mecal bulabilecektir. Çünkü herkes kendi derdiyle meşguldür. Sonra ameller tartılacak; sevapları fazla gelenler kurtulacak; sevapları hafif gelenler ise kendilerine yazık etmiş olarak cehenneme girecek ve ebedî hüsrâna uğrayacaklardır.

Burada onların cehennemdeki hallerinden korkunç ve iğrenç bir manzara arzedilir. Ateşin yakmasıyla yüzlerinin, dudaklarının ve dişlerinin alacağı durum resmedilir. اَلْكَلُوحُ (kelûh), iki dudağın büzüşüp dişlerden uzaklaşması mânasına gelir. اَلْكَالِحُ (kâlih) ise derisi soyulmuş, dişleri ve çene kemikleri açığa çıkmış yüz demektir. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Ateş onu yakacak ve üst dudağı başının ortasına varıncaya kadar geri çekilecek, alt dudağı ise göbeğine değinceye kadar gevşeyecektir.” (Tirmizî, Cehennem 5)

O gün kâfirlerin ve zâlimlerin pişmanlıkları arttıkça artacak, bunları ilâhî azarlar takip edecektir:

105. Âyetlerim size okunuyordu da, siz onları hep yalanlıyordunuz, değil mi?

اَلشِّقْوَةُ (şikve) şekâvet, bedbahtlık demektir. Burada bedbahtlık zikredilerek ona sebep olan dünyevî zevklere ve nefsânî arzulara düşkünlük kastedilmiştir. Demek ki, kâfirlerin Allah’ın ayetlerini yalanlamaları, samimi araştırmalara, akla ve mantığa uygun fikirlere değil, tamamen çıkar hesaplarına dayanmaktaydı. Bu gerçeği orada itiraf etmek mecburiyetinde kalacaklar, bu büyük yanlışın telâfisi için tekrar dünyaya dönme arzularını yineleyeceklerdir.

Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“İnkâra saplanmış olanlara gelince, onlar için cehennem ateşi vardır. Ne haklarında ölüm kararı verilir ki ölüp de azaptan kurtulsunlar. Ne de tattıkları azaptan en küçük bir eksiltme ve hafifletme olur. Biz, Allah’ı ve nimetlerini inkâr eden her nankörü işte böyle cezalandırırız. Orada avazlarının çıktığı kadar yüksek sesle feryat edecekler: «Rabbimiz! Ne olur, bizi buradan çıkar ve dünyaya geri gönder de, daha önce yaptıklarımızın yerine sâlih ameller işleyelim!» Allah da onlara: «Size, düşünüp öğüt alacak bir kişinin, düşünüp öğüt alabileceği bir ömür vermedik mi? Hem size uyarıcı bir peygamber de gelmişti. O halde tadın azabı! Artık zâlimler için hiçbir yardımcı yoktur» buyuracak.” (Fâtır 35/36-37)

Cenâb-ı Hak, onların konuşmalarına müsaade etmeyecek ve susmalarını veya huzurundan defolup cehenneme yıkılmalarını emredecektir:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
106. Şöyle diyecekler: “Rabbimiz! Biz azgınlığımızın ve taşkınlığımızın kurbanı olduk da doğru yoldan sapmış bir topluluk hâline geldik.”

107. “Rabbimiz! Bizi bu ateşten çıkar. Eğer tekrar küfre dönersek, o takdirde biz gerçekten kendimize zulmetmiş kimseler oluruz.”


اَلشِّقْوَةُ (şikve) şekâvet, bedbahtlık demektir. Burada bedbahtlık zikredilerek ona sebep olan dünyevî zevklere ve nefsânî arzulara düşkünlük kastedilmiştir. Demek ki, kâfirlerin Allah’ın ayetlerini yalanlamaları, samimi araştırmalara, akla ve mantığa uygun fikirlere değil, tamamen çıkar hesaplarına dayanmaktaydı. Bu gerçeği orada itiraf etmek mecburiyetinde kalacaklar, bu büyük yanlışın telâfisi için tekrar dünyaya dönme arzularını yineleyeceklerdir.

Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“İnkâra saplanmış olanlara gelince, onlar için cehennem ateşi vardır. Ne haklarında ölüm kararı verilir ki ölüp de azaptan kurtulsunlar. Ne de tattıkları azaptan en küçük bir eksiltme ve hafifletme olur. Biz, Allah’ı ve nimetlerini inkâr eden her nankörü işte böyle cezalandırırız. Orada avazlarının çıktığı kadar yüksek sesle feryat edecekler: «Rabbimiz! Ne olur, bizi buradan çıkar ve dünyaya geri gönder de, daha önce yaptıklarımızın yerine sâlih ameller işleyelim!» Allah da onlara: «Size, düşünüp öğüt alacak bir kişinin, düşünüp öğüt alabileceği bir ömür vermedik mi? Hem size uyarıcı bir peygamber de gelmişti. O halde tadın azabı! Artık zâlimler için hiçbir yardımcı yoktur» buyuracak.” (Fâtır 35/36-37)

Cenâb-ı Hak, onların konuşmalarına müsaade etmeyecek ve susmalarını veya huzurundan defolup cehenneme yıkılmalarını emredecektir:

108. Allah da şöyle buyuracak: “O ateş içerisinde aşağılık bir şekilde kalın ve sesinizi kesin. Bana bir tek kelime bile olsun söylemeyin!”

Böyle feci bir âkıbete uğramalarının sebebi şöyle beyân buyrulur:

Bunlar dünyada, Allah’a iman edip O’na kulluk yapmaya çalışan, bu yolda bilerek veya bilmeyerek yaptıkları hatalarını bağışlamasını ve kendilerine merhamet etmesini Rablerinden niyaz eden samimi müslümanlarla alay etmişlerdi. Sanki yapılacak başka mühim işler yokmuş gibi bunu kendilerine meslek edinmişlerdi. Bu işe kendilerini o derece vermişlerdi ki, Allah’ı unuttular, O’nun emir ve yasaklarını akıllarına getiremez oldular. Üstelik namaz kılan, oruç tutan, İslâm’ın tesettür emrine uyan, hayatının her safhasında haram ve helâle dikkat eden, imkânları ölçüsünde Allah yolunda fedakârlık yapmaya çalışan müslümanlara gülüyorlardı. Onları akılsızlıkla, beyinsizlikle suçlayıp, küçük görüyorlardı. Fakat müslümanlara düşman olmanın Allah’ın gazabını celbedip, başlarına böyle ebedî bir felâketin gelmesine sebep olacağını hiç düşünmemişlerdi. Şimdi ise o bedbahtlar cehennemi doldururken, bir taraftan kulluğun zorluklarına bir taraftan da kâfirlerin ezâ ve cefâlarına katlanan mü’minler, bizzat Rablerinden beratlarını alarak ebedî kurtuluş müjdesinin huzur ve surûru içinde cennetlerdeki makamlarına yerleşeceklerdir.

Sonra Yüce Allah, ebedî âhiret hayatının mezrası olan ve fakat boşa geçirdikleri dünya hayatının kısalığını beyân etmek üzere inkâr edenlere:

109. “Zira kullarımdan: «Rabbimiz! Biz iman ettik, günahlarımızı bağışla ve bize merhamet et. Şüphesiz sen merhametlilerin en hayırlısısın» diyen bir grup vardı.”

110. “Ama siz onları hep alaya alırdınız. Sonunda bu tutum ve davranışlarınız size beni anmayı unutturdu; çünkü hep onlara gülüp duruyordunuz.”

111. “Ben de, sabretmelerine karşılık onları bugün mükâfatlandırdım. Evet onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir.”


Böyle feci bir âkıbete uğramalarının sebebi şöyle beyân buyrulur:

Bunlar dünyada, Allah’a iman edip O’na kulluk yapmaya çalışan, bu yolda bilerek veya bilmeyerek yaptıkları hatalarını bağışlamasını ve kendilerine merhamet etmesini Rablerinden niyaz eden samimi müslümanlarla alay etmişlerdi. Sanki yapılacak başka mühim işler yokmuş gibi bunu kendilerine meslek edinmişlerdi. Bu işe kendilerini o derece vermişlerdi ki, Allah’ı unuttular, O’nun emir ve yasaklarını akıllarına getiremez oldular. Üstelik namaz kılan, oruç tutan, İslâm’ın tesettür emrine uyan, hayatının her safhasında haram ve helâle dikkat eden, imkânları ölçüsünde Allah yolunda fedakârlık yapmaya çalışan müslümanlara gülüyorlardı. Onları akılsızlıkla, beyinsizlikle suçlayıp, küçük görüyorlardı. Fakat müslümanlara düşman olmanın Allah’ın gazabını celbedip, başlarına böyle ebedî bir felâketin gelmesine sebep olacağını hiç düşünmemişlerdi. Şimdi ise o bedbahtlar cehennemi doldururken, bir taraftan kulluğun zorluklarına bir taraftan da kâfirlerin ezâ ve cefâlarına katlanan mü’minler, bizzat Rablerinden beratlarını alarak ebedî kurtuluş müjdesinin huzur ve surûru içinde cennetlerdeki makamlarına yerleşeceklerdir.

Sonra Yüce Allah, ebedî âhiret hayatının mezrası olan ve fakat boşa geçirdikleri dünya hayatının kısalığını beyân etmek üzere inkâr edenlere:

112. “Yeryüzünde kaç yıl kaldınız?” diye soracak.

113. Onlar da: “Bir gün veya bir günden daha az bir süre kaldık; istersen sayanlara sor” diye cevap verecekler.
114. Allah şöyle buyuracak: “Doğrusu siz, çok az bir süre kaldınız. Keşke bunu vaktiyle bilseydiniz!”

115. “Yoksa bizim sizi boşuna yarattığımızı, sonunda bizim huzurumuza geri döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?”


Âhiretin zaman ölçülerine göre dünya hayatı çok kısadır. İnsan, içinde bulunduğu sırada bunu fark edemese bile öldüğünde bunu anlayacak, koca bir ömrün bir gün, günün bir kısmı, bir akşam veya bir kuşluk vakti (bk. Nâziât 79/46) yahut bir saat (bk. Rûm 30/55) kadar kısa olduğunu fark edecektir. Eğer insan dünyada bunu fark edecek olsa, hiçbir gününü, hiçbir saatini, hatta hiçbir nefesini zayi etmeyecek şekilde kendini Allah’a kulluğa adar, bir anının bile gafletle geçmesine müsaade etmez. Çünkü Allah, varlıkların en şereflisi olan insanı boşuna, oyun ve eğlence olsun diye yaratmamıştır. Bilakis onu, tüm imkânları emrine âmade kılarak kulluk imtihanına tabi tutmak için var etmiştir. O, sınırlı ve belirli ömrü içinde bu imtihanı verecek ve neticede Rabbinin huzuruna dönecektir. Unutulmamalıdır ki Allah, boş ve mânasız bir iş yapmaz:
116. Mutlak hâkim ve yegâne gerçek olan Allah yüceler yücesidir. Ondan başka ilâh yoktur. O, çok şerefli arşın sahibidir.

117. Kim, hakkında hiçbir delil bulunmadığı ve bulunması mümkün olmadığı halde Allah’tan başka bir ilâha yalvarırsa, bunun hesâbını Rabbinin huzurunda mutlaka verecektir. Gerçek şu ki, kâfirler asla kurtuluşa eremezler.


Kâinatın yegâne hâkimi, hükümdârı ve mutasarrıfı olan, varlığı gerçeğin ta kendisi olan ve yok olması düşünülemeyen Allah Teâlâ, her türlü evlattan, ortaktan, benzerinin ve denginin bulunmasından, abes bir şey yaratmaktan, hâsılı şânına yaraşmayan tüm noksan sıfatlardan pak ve yücedir. O’ndan başka ilâh yoktur. Çünkü O’nun dışında yok olmayıp bâkî kalacak hiçbir varlık yoktur. Her türlü rahmet, hayır ve bereketin kaynağı olması hasebiyle çok değerli ve şerefli olan arşın Rabbi de O’dur. Dolayısıyla ibâdete lâyık yegâne Ma’bud, işte üstün vasıfları beyân edilen o Allah’tır. Gerçek bu iken, Allah’ı bırakıp başka sahte tanrılara yalvaranlar, küfre düşmüş olacaklarından kurtuluş ümitlerini kaybedecek ve feci bir âkıbetin mahkumu olacaklardır.

O halde:

118. Rasûlüm! De ki: “Rabbim! Günahlarımızı bağışla, bize merhamet et. Merhamet edenlerin en hayırlısı sensin!”

Kurtuluşa erecek mü’minlerin mümtaz vasıflarıyla başlayan sûre, yine onlara kurtuluşun yollarını gösteren bir dua ile sona ermektedir. O da imanla birlikte, merhametlilerin en merhametlisi olan Allah Teâlâ’dan mağfiret ve rahmet niyazıdır. Bu dua mühimdir; çünkü insan hata ve günah işlemekten beri değildir. Günahlarla cennete girmek imkânsız iken, günahları bağışlayacak olan da sadece Allah Teâlâdır. (bk. Âl-i İmran 3/135) Bu sebeple dâima istiğfar halinde bulunup O’ndan bizi bağışlamasını istememiz tavsiye edilmektedir. Diğer taraftan en büyük kurtuluş cennete girebilmektir. Cennet ise Cenâb-ı Hak’ın mü’min kullarına en mühim rahmet tecellisidir. Hatta, ilâhî rahmet dünyada mü’min-kâfir herkesi kuşatmışken, âhirette sadece mü’minlere rahmet edecektir. Bu sebeple de O’ndan rahmet istemememiz telkin edilmektedir:

“Rabbim! Günahlarımızı bağışla, bize merhamet et. Merhamet edenlerin en hayırlısı sensin!” (Mü’minûn 23/118)

Mü’minûn suresi 115. âyet insanın abes yaratılmadığını ifade buyurmuştu. İnsanın abes yaratılmaması Allah’ın rahmetinin bir tezahürüdür. Bu rahmetin gereği olarak imanlı bir şekilde kabre girenler ebedi cenneti kazanacaklardır. Bu sebeple sûre “merhamet edenlerin en hayırlısı sensin” (Mü’minûn 23/118) diyerek son buldu. Peşinden gelen Nûr suresi ise boşa yaratılmayan insanların uyması gereken hükümleri beyân ederek başlamaktadır. Bu da insanlar için Allah’ın bir lütfudur. Onlar sorumluluklarını yerine getirerek Allah’a ibâdet edecekler, bu hükümler sayesinde aralarındaki anlaşmazlıklar engellenecek, kötülüklerin önü alınacaktır. Çünkü şefkat ve merhamet, insanların kalplerinin huzurunu temin etmeyi gerekli kılmaktadır:
 
Üst Alt