TEFSİR MUTAFFİFÎN Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
MUTAFFİFÎN SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

MUTAFFİFÎN Suresi 3. Ayet
MUTAFFİFÎN Suresi 3. Ayet
Mutaffifin Sûresi Nuzül

Mushaftaki sıralamada seksen üçüncü, iniş sırasına göre seksen altıncı sûredir. Ankebût sûresinden sonra, Bakara sûresinden önce Mekke’de inmiştir; Mekke döneminde inen son sûredir. Medine’de ilk inen sûre olduğuna ve bir kısmının Mekke’de bir kısmının ise Medine’de indiğine dair rivayetler de vardır (bk. Şevkânî, V, 461; İbn Âşûr, XXX, 187).

Mutaffifin Sûresi Hakkında

Mutaffifîn sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 36 âyettir. İsmini, birinci âyette geçip “ölçü ve tartıda hîle yapanlar” mânasındakiاَلْمُطَفِّف۪ينَ (mutaffifîn) kelimesinden alır. Mushaf tertîbine göre 83, iniş sırasına göre ise 86. sûredir. Kur'ân-ı Kerim'in seksen. üçüncü sûresi. Otuz altı âyet, yüz doksan dokuz kelime ve yedi yüz otuz harften ibarettir. Mekkî sûrelerden olup, Ankebut sûresinden sonra nâzil olmuştur. Adını ilk âyetinde geçen ve "ölçü, tartıda eksiklik yapanlar" anlamına gelen "Mutaffıfin" kelimesinden almıştır.

Mutaffifin Sûresi Konusu

Ölçü ve tartıda hîle yapanların kıyâmette başlarına gelecek felaketlere dikkat çekilir. Zira bu tür günahlar, pek büyük bir gün olan âhirete imansızlığın bir göstergesidir. Sûrede ağırlıklı olarak mü’min ve kâfirlerin âhirette karşılaşacakları mükâfat ve cezadan bahsedilir. Mü’minlerin, kendilerini dünyada alaya alıp üzerlerine gülen kâfirlerin âhiretteki perişan hallerine gülecekleri haber verilir.

Bu sure bize, İslama davetin ilk günlerinde Mekke'de meydana gelen pratik bir olayı aksettirmekte; kalpleri uyarmakta, duygulan harekete geçirmekte; yeni yeni hükümler, nizamlar getiren bu semavi risaletin yeryüzünde gerek Arap toplumu ve gerekse bütün insanlığın hayatında yerleşmesini hedef almaktadır.

Sure dört bölümden oluşmuştur. Birinci bölüm, alışverişte dürüst davranmayanlara savas açmakla başlamaktadır: "İnsanlardan birsey ölçüp alırken, tam alan, onlara bir seyi ölçüp veya tartarken de eksik veren hilekarların vay haline! Yoksa onlar, büyük bu gün için diriltileceklerini sanmıyorlar mı? O gün, insanlar, Alemlerin Rabbi olan Allah'in huzurunda dururlar" (1-6).

İslam'ın çıkışı sırasında Mekke'de yasayan müsrik toplumu, ticaret hayatını ellerinde tutuyordu. Bunların içinde güçlü ve nüfuzlu bir kesim, halka istediği gibi baskı yapmakta, alırken fazlasıyla almakta, satarken eksik vermekteydiler. Bunlar kervanlarıyla kışın Yemen'e, yazın Sam'a giderek Hicaz'a mal sevkediyor ve büyük servetlere sahip bulunuyorlardı. Aslında Mekke'de inen sureler, daha çok akideye ait genel prensiplere yer verirken, bu surede muamelatı ilgilendiren ticaret konusuna el atılması, bu yeni dinin sosyal ve ekonomik alanda Medine döneminde gerçeklestireceği reformlara bir baslangçtır. Diger yandan ticaret hileleri bir yönüyle ahlak konusuna girer.

Medine'ye hicret edilince, orada da Yahudi tüccarlari ticaret hilelerinde becerikli idiler. Ashab-i kiram ticaret konularına İslami bir yaklaşımla el atınca, dürüst bir ticaret başladı. Piyasada güven sağladılar. Ekonomi ve para gücü giderek onların eline geçti. Artık ayet ve hadislerle yapılan yeni ekonomik düzenlemelerde, hilekarlarin güç kazanmasına imkan bırakılmıştı. Ayetlerde söyle buyurulur: "Ölçüyü ve tartiyi adaletle yapın" (el-En'am, 6/152). "Bir şeyi ölçerken tam ölçün, tartarken de doğru teraziyle tartın" (el-Isra, 17/35). Cenab-ı Hak, ölçü ve tartida hile yapmaları sebebiyle Suayb peygamberin kavmini helak etmistir (İbn Kesir, Muhtasaru Tefsiri İbn Kesir, thk. M. Ali es-Sabuni, 1402/1981 Beyrut, 111, 613). Ahirette karşılaşılabilecek sıkıntı için de; "Yoksa onlar, büyük bir gün için diriltileceklerini sanmıyorlar mı? " (el-Mutaffifin, 83/4,5) buyurulur.

Ebû Hureyre'den (Ö. 57/676) rivayet edildiğine göre; Hz. Peygamber bir gün pazar yerinden geçerken, elini bir zahire yığının içine sokmuş, alt kısmının ıslak olduğunu görünce sebebini sormuştur. Satıcının; yağan yağmurun ıslattığını söylemesi üzerine söyle buyurmuştur: "Bu ıslaklığı herkesin görmesi için zahirenin üzerine çıkarman gerekmez miydi? Hile yapan benden değildir" (Müslim, İman, 164; Ebu Davud, Buyu', 50; Tirmizi, Buyu', 72).

Surenin ikinci bölümünde inkarcıların ve azgınların durumuna yer verilir. Allah'ın emrinden dışarı çıkanların "siccin" adlı kitapta yazılı olduğu, bunların Kur'an-ı Kerim ayetlerine "öncekilerin masalları" dedikleri ve ahirette Cehennem'e girecekleri belirtilir. Üçüncü bölümde, kötülere karşılık iyilerin durumu, yüksek makamları kendileri için hazırlanan nimetler, kıyamet gününde koltuklara oturarak içecekleri güzel şerbetler tasvir edilir.

Son bölümde ise, iyilerin bu aldatıcı ve batıl azgın ve sapıklardan gördükleri kötü muameleler anlatılır: "Suçlular, süphesiz, inananlara gülerlerdi. Yanlarından geçerken birbirlerine göz kırparlardı. Evlerine neşe içinde dönerlerdi Mü'minleri gördükleri zaman, "doğrusu bunlar sapık kimselerdir" derlerdi. Halbuki kendileri, inananlara gözcü olarak gönderilmemişlerdi. Kıyamet gününde de inananlar inkarcılara gülerler." Sure şu ayetle sona erer: "Mü'minler, kıyamet günü tahtlar üzerinde, inkarcıların yaptıkları şeylerin karşılığının nasıl verildigini seyredecekler" (36).
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
MUTAFFİFÎN SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

1. Ölçü ve tartıya hîle karıştıranların vay hâline!

2. Onlar, insanlardan bir şey ölçerek aldıkları zaman tastamam alırlar.

3. Fakat kendileri başkalarına bir şey satarken, eksik ölçüp tartarlar.

4. Sahi onlar, yeniden diriltileceklerini hiç akılarına getirmezler mi?

5. O büyük günde?

6. Öyle bir günde ki, bütün insanlar kabirlerinden kalkıp, hesap ve ceza için Âlemlerin Rabbinin huzurunda divan dururlar!


İnsanlar arasında hak ve adâletin sağlanıp içtimâi nizamın tesisi için ölçü ve tartının düzgün tutulması, temel esaslardan biridir. Bu sebeple sûrenin girişinde bu mevzu ele alınmakta, ölçü ve tartıda haksızlık yapanlar şiddetli bir şekilde uyarılmaktadır.

اَلْمُطَفِّف۪ينَ (mutaffifîn), اَلْمُطَفِّفُ (mutaffif) kelimesinin çoğuludur. Mutaffif, şu iki asıldan türemiş olabilir:
اَلطَّفَافُ (tafâf): Kaba doldurulan şeyin, tam kabın ağzına varmayıp biraz aşağıda kalması demektir. Buna göre “mutaffif”, kabı tam doldurmayan, onu biraz aşağıda bırakan demek olur.
اَلطَّف۪يفُ (tafif): Az, cüz’i bir şey demektir. Buna göre اَلتَّطْف۪يفُ (tatfîf), az bir şey eksiltmek, çalmak; “mutaffif” ise az bir şey eksilten, çalan anlamına gelir.

Âyet-i kerîmelerde belirtildiği üzere mutaffifler, başkalarından bir şey aldıkları zaman dolgun ölçerler. İnsanların zararına ve kendi iyiliklerine olacak şekilde hareket eder, haklarını tam olarak almak isterler. Hatta güçleri yetse, alacaklarını tepe tepe almak için insanlar üzerinde baskı kurmaya çalışırlar. Fakat kendileri başkalarına bir şey ölçtükleri veya tarttıkları zaman eksik ölçüp tartarlar. Ya eksik ölçek ve tartı ile tartarlar veya ölçüşte ve tartışta eksik yapar, insanlara zarar ettirirler. İşte böyle yanlışlık içinde olanları helak ve cehennem azabı beklemektedir. Böyle az bir şey çalanlar azaba müstahak olurlarsa, işi gücü çalıp çırpmak olanların nasıl bir azaba düçar olacaklarını tasavvur etmek gerekir.

Her türlü günahta olduğu gibi, eksik ölçüp tartmada da asıl sebep insanda âhirete, bütün insanların yeniden diriltilip Allah’ın huzurunda hesap verecekleri o büyük güne imanın olmayışıdır. Bırakalım kâmil bir imanı, insanın bu büyük günün geleceği ve dehşetiyle alakalı en küçük bir zannı bile olsa, onu günah işlemekten, hele Allah’ın affetmeyeceğini haber verdiği kul hakkına girmekten, insanları zarara uğratmaktan mutlaka engeller. Dolayısıyla âhirete kesin olarak inanan insan, hiç Allah Teâlâ’nın “veyl olsun, yazıklar olsun” buyurduğu, cezası son derece ağır günahları işlemeye cür’et edebilir mi?

Resûlullah (s.a.s.), 6. âyette haber verildiği şekilde insanların Âlemlerin Rabbinin huzuruna çıkacağı günle alakalı şu açıklamayı yapmıştır:

“İnsanlar hesaba çekilmek üzere Âlemlerin Rabbinin huzuruna çıktıkları günde o kadar bekleyecek ve terleyecekler ki, onlardan bir kısmı kulaklarının yarısına kadar kendi teri içinde kaybolacaktır.” (Buhârî, Tefsir 83; Müslim, Cennet 60)

O halde Allah’tan korkan ve hesaptan çekinen insan, kendi hakkını koruduğu gibi başkalarının haklarına da saygılı olmalı, başkalarına karşı olan sorumluluklarını büyük bir titizlikle yerine getirmeli, hakka konu olan her hususta hak ve adâlet ölçülerine ciddiyetle riayet etmelidir.
Çünkü:

7. Gerçek şu ki, doğru yoldan sapmış kâfirlerin defteri Siccîn’dedir.

8. Bilir misin nedir Siccîn?

9. O, kâfirlerin amellerinin yazıldığı, rakamlanıp mühürlendiği bir defterdir.


Âhiret mutlaka vuku bulacak ve herkes yaptığının hesabını verecektir. Çünkü herkesin yaptıkları kayda geçirilmektedir. Bu sebeple inkâr ve günahlardan uzak durulmalı, aleyhte delil olacak şeylerin kayda geçmemesi için dikkat edilmelidir. Buna rağmen insanların bir kısmı, âhirete inanmayıp kötülük yolunu tutarlar. Bunlar اَلْفُجَّارُ (fuccâr)dır. Bunların yazısı, amellerinin kaydedildiği defter veya kıyamet günü haklarında verilecek mahkeme kararı سِجّ۪ينٌ (siccîn)dedir. “Siccîn”, hapis mânasındaki “sicn”den mübâlağa sigası veya zindana atmak mânasındaki “secn”den bir sıfat olabilir. Anlaşılan o ki kelimenin hapis, zindan, yerin dibi, cehennem gibi kelimelerle yakın bir alakası vardır. Demek ki, âhirete imanı olmayan kötü kimselerin defteri, sahibinin cehennemde ebedi hapsine sebep olduğu için siccînde yani zindanda bulunmaktadır. Zira mahkûmların kayıtları hapishanede olur. Mahşer yeri mahkumlarının kayıtları da oranın hapishanesi olan Siccîn’de bulunmaktadır.

Zâten Cenâb-ı Hak bu Siccîn’i, “rakamlanıp mühürlenmiş bir kitap” (Mutaffifîn 83/9) olarak tanıtıyor. Bundan Siccîn’in, fâcirlerin işlerinin yazılıp sıralandığı, rakamlanıp mühürlendiği bir kitap olduğu anlaşılır. Burada geçen مَرْقُومٌ (merkum) kelimesine beş mâna verilir:

Açık, tam ve sağlam yazılı, yanlış ihtimali yok,
İşaretli, yani “gereğince cehenneme” diye buyruk işareti yazılmış,
Tüccarın kumaşına koyduğu gibi işaretli, kayıtlı,
Mahkeme ve benzeri şeylerin belge ve defterlerinde olduğu gibi mühürlü, damgalı, sayılı, ünvanlı ve resmileştirilmiş,
Kumaşın rakmesi, yani desen ve nakışları gibi çizilmiş ve sabitleştirilmiş silinmez bir kitap.

Demek ki, her türlü şüpheden uzak, bozma ve yakıştırmadan kurtulmuş, her görenin anlayacağı şekilde kendilerine verilecek olan kitapları ve belgeleri böyle sağlam bir sicilde yazılıdır. Burada yazılanların gereği ne ise yapılacak ve buradan çıkarılan neticeler hiç şaşmadan icra edilecektir. Bunun içindir ki, Kur’an’ın hesap ve ceza günüyle alakalı verdiği haberleri yalanlayanlar da, büyük bir hüsran ve azapla karşılaşacaklardır.

Doğru yoldan sapmış kâfirlerin âhireti yalanlamalarının elbette bir kısım sebepleri vardır:

10. Gerçeği yalanlayanların o gün vay hâline!
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
11. Onlar, hesap ve ceza gününü yalanlıyorlar.

12. Oysa onu, ancak hiçbir sınır tanımadan haddini aşan ve günaha dalan kimse yalanlar.

13. Kendisine âyetlerimiz okunduğu zaman: “Bunlar eskilerin masalları!” der geçer.


Burada bu sebeplerin üç tanesine temas edilir:
İmânî hususlarda haddi aşmaları, hak yoldan sapmaları, azgın ve saldırgan bir tavır takınmaları.
Durmadan günah işlemeleri.
Kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğunda bunlara “eskilerin masalları” demeleri; yâni Kur’an’ı ve Peygamber’i inkâr etmeleri.
Böyle kimseler, şehvetlerine düşkün, keyiflerince hareket ederek sonunu düşünmeyip Allah’ın ve kullarının haklarına tecavüz etmeye alışmış olduklarından dolayı cezaya ve ceza gününe inanmak hoşlarına gitmez. Ona inanmak keyiflerini kaçıracağı için ancak “o ceza gününün aslı yoktur” derler, kendilerini bu yolla teskin ve tatmin etmeye çalışırlar.
Peki, onların bu yaptıkları ne kadar doğrudur:

14. Hayır, gerçek hiç de öyle değil! Aslında onların işledikleri günahlar, kalplerini bütün bütün paslandırmıştır.

İşlenen günahlar, bir pas tabakası gibi kalbi kaplayıp karartır. Böylece insanın düşünce ve duygularını menfi yönde etkileyerek onun gerçekleri anlamasına engel olur. Bu gerçeği Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle izah buyurur:
“Kul bir günah işlediği zaman kalbine siyah bir nokta vurulur. Şâyet o günahı terk edip istiğfâra sarılarak tevbeye yönelirse kalbi cilâlanır. Böyle yapmaz da tekrar günahlara dönerse, siyah noktalar artırılır ve neticede bütün kalbini kaplar. İşte Hak Teâlâ’nın:

«Hayır, gerçek hiç de öyle değil! Aslında onların işledikleri günahlar, kalplerini bütün bütün paslandırmıştır» (Mutaffifîn, 14) diye zikrettiği durum budur.” (Tirmizî, Tefsir, 83/3334)

Bir defasında Resûlullah (s.a.s.) Efendimiz:

“–Kalbler, demirin paslandığı gibi paslanır” buyurmuştu. Sahâbe-i kirâm:
“–Onun cilâsı nedir ey Allah’ın Rasûlü?” diye sordular. Allah Resûlü (s.a.s.):

“–Allah’ın kitâbını çokça tilâvet etmek ve Allah’ı çok çok zikretmektir” cevâbını verdi. (Ali el-Müttakî, Kenzu’l-ummâl, II, 241)
Bu hususta Ahmed Yesevi (k.s.) hazretlerinin şu öğüdü ne güzeldir:

“Mâsiyetnin jengârını bağlap gönül
Hak’nın yâdı ol jengârı açar derler.”


“Bir gönül çeşitli günahlar yüzünden paslanmış bir hâl alırsa, onun bu kit ve pasını ancak Allah’ın adı silebilir. Böyle bir insanın yapacağı tek iş, dâimâ Allah’ı anmak ve O’nun adını dilinden düşürmemek, yâni Allah’ı hiçbir zaman unutmamaktır.”
Hasan-ı Basrî (r.h.) nasihatlerinde şöyle buyurur:

“Kalbler altı şeyden dolayı çürür ve bozulur:

Tevbe ederim ümîdiyle günah işlemek.
İlim öğrenip mûcibince amel etmemek.
Hareket ve davranışlarda içten ve samîmî olmamak.
Allah’ın verdiği nimetlerden faydalanıp şükretmemek.
Allah’ın yarattıkları arasında paylaştırdığı rızka râzı olmamak.
Ölüleri defnedip onlardan ibret almamak.”

İmam Rabbânî (k.s.), kalbin bu şekildeki manevî hastalığını giderme üzerine şöyle demektedir:

“Kalp hastalığını gidermek, bu sırada çok zikirle mümkündür. Bu iş şu anda ve her zaman önemlilerin en önemlisidir. Bu kısa sürede manevî illete çare bulmak en büyük gâye olmalı. Bir kalp ki, Yüce Hakk’ın zâtına yabancı şeylerle derde düşer; ondan hayır umma. Buna göre, bundan sonraki durumlarda kabul edilecek olan sadece kalp selâmetidir; ruhu kurtarmaktır. Dolayısıyla biz her zaman ruhu kurtarmaya, kalbi selâmete çıkarmaya çalışıyoruz; bunları sağlayacak sebeplerin peşindeyiz…” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 750)

Zira kalb, içinde bulunduğu ortamın tesiri altında kalır. Hayırlara ve güzelliklere muhâtab olursa güzel in’ikâslarla nurlanır. Bunun aksine, kötülük ve çirkinliklere mâruz kalırsa, kötülükler sirâyet edip onu karartır. Günahla kararan gönüllerin ise akıbeti ise son derece feci olacaktır:

15. Heyhât! Gerçek şu ki, o gün onlar Rablerinin yakınlığından, O’nun rahmetinden ve O’nu görmekten mahrum kalacaklardır.

16. Sonra onlar, kesinlikle o kızgın alevli cehenneme gireceklerdir.

17. Sonra da kendilerine: “İşte budur sizin yalanlayıp durduğunuz azap!” denecektir.


Bu bedbahtların işledikleri günahlar, kalpleri üzerine pas tutup, gönül gözlerini kör ederek basîretlerini kapadığı için onlar, âhirette Rablerinden perdeleneceklerdir. Dolayısıyla Allah’ı göremeyeceklerdir. “Yüzler var, o gün mutluluktan ışıl ışıl parlayacak. Sonsuz bir huzur ve saadet içinde Rablerinin cemâline bakacak” (Kıyâmet 75/22-23) âyetlerinin haber verdiği üzere, gönül gözü açık olan mü’minler sevinçli sevinçli Rablerine bakıp, bunun nihâyetsiz hazzını yudumlarken, suçlular O’na bakmaktan, O’nu görmekten mahrum olacaklardır. Çünkü onlar da ne Rabbi görecek bir göz vardır, ne de böyle bir ulvî makama sahiptirler. Zira kalpleri kör olduğu gibi, kendileri de aşağıların aşağısında bulunan alevli ateşe, cehenneme gireceklerdir. Azap, pişmanlık ve hasretlerini artırmak üzere de kendilerine: “İşte dünyada yalanlayıp durduğunuz; “efsânedir, uydurmadır” dediğiniz azap budur! Şimdi yalanladığınızın ne olduğunu görün ve cezanızı çekin” denilecektir.

Aralarında mukayese yapıp gerçeği daha kolay anlamaya yardımcı olması bakımından, kötülerden sonra söz hemen iyilere intikal ettirilmektedir:

18. Hayır! Hayır! Şüphesiz iyilik, ihlas ve fazilet sahibi kişilerin defteri İlliyyûn’dadır.

19. Bilir misin nedir İlliyyûn?

20. O, iyilerin amellerinin yazıldığı, rakamlanıp mühürlendiği bir defterdir.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
21. Allah’a en yakın has kullar onu görür ve incelerler.

İyilerin defterleri عِلِّيُّونَ(‘illiyyûn)dadır. “İlliyyûn”, yükseklik mânasındaki اَلْعُلُوُّ (‘ulüvv)den gelir. Bunda, Siccîn’ın tam zıddı olarak “pek yüksek ve yüce yer” mânası vardır. İlliyyûn, Allah’a yaklaştırılmış meleklerin şâhit oldukları yer olan ve iyiliklerin yazıldığı divanın ismidir. Bu divan da açık, tam ve güzel yazılmış, hususi işaretlerle işaretlenip mühürlenmiştir. Burada yazılanların gereği ne ise yapılacak ve buradan çıkarılan neticeler hiç şaşmadan icra edilecektir.

İlliyyûn’daki kayıtların neticesi çok parlak olacaktır:

22. İyilik, ihlas ve fazilet sahibi kimseler, ebedî cennet nimetleri içindedirler.

23. Koltuklar üzerine oturmuş, sevinçle etrafı seyrederler.

24. Öyle ki, onları saran nimetlerin sevinç ve parıltısını yüzlerinden okursun.

25. Onlara, her türlü zarara karşı ilâhî teminat mührü taşıyan hâlis bir içecekten içirilir.

26. Bir içecek ki, içimi bittiğinde ağızda misk kokusu bırakır. İmrenip yarışacak olanlar, işte bu cennet devleti için yarışsınlar!

27. Ona biraz da, cennetin en yüksek mevkiinden kaynayan Tesnîm pınarından katılmıştır.

28. Tesnîm bir pınardır ki, ondan sadece Allah’a en yakın has kullar kana kana içer.


İlliyyûn’daki kayıtlara göre, ömrü iyi ve güzel amellerle geçmiş iyilik, ihlas ve fazilet sahibi bahtiyarlar cennette, nimetler içinde olurlar. Güzel ve yumuşak koltuklar üzerinde oturup, nihâyetsiz bir huzur ve sürûr içinde etrafı seyrederler. Kendilerine ikram edilen nimetlerden memnuniyetleri yüzlerinden belli olur. Bakanlar bunu yüzlerindeki parıltıdan ve gözlerindeki ışıltıdan anlarlar. Onlara, her türlü zararlı maddeye karşı ağzı mühürlenmiş şarap testisinden, tertemiz, güzel kokulu bir içecek ikram edilir. Bu içeceğin neşesi ve lezzeti çok, sersemlik ve baş ağrıtma özelliği yoktur. Âyet-i kerîmede,
AYET-İ KERiME
“Duru mu duru; içenlere pek hoş gelir, lezzet verir. İçinde zararlı ve sersemletici hiçbir şey bulunmaz; ondan içmekle sarhoş da olunmaz” (Sâffat 37/46-47)
diye vasfedilen “beyaz içecek” işte budur. Bunun hitâmı misktir. Yani içildikten sonra ağızda misk kokusu bırakır. İçilen içecekten tadılan lezzetin mükemmelliğinin devam etmesi, tadın bozulmaması için misk kokusu içimin sonunda duyulmaya başlar. İçildiği zaman sonsuz sefasından dolayı gerek içenlerde ve gerek bulunduğu kapta bir keder, bir tortu bırakmaz, yalnız bir misk kokusu bırakır. Yahut üzerine kapatılan kapak miskten yapılmıştır. O içeceğe cennetin en yüksek yerinden şarıl şarıl akan “Tesnîm” adlı bir kaynaktan karıştırılmıştır. Cennetliklere içirilecek bu içecekler boldur, bitip tükenmez. Nitekim Hz. Muhammed sûresi 15. âyette bu içeceklerin akan ırmaklar halinde bol olduğu haber verilir. İşte yarışmak isteyenler, geçici dünya menfaatleri ve gel geç sevdâlar için değil, bu güzel ve ebedî nimetler için yarışmaya davet edilmektedir. Nitekim Sâffat sûresinde de yine eşsiz güzellikteki cennet nimetleri sayıldıktan sonra:
AYET-İ KERiME
“Çalışacak olanlar, işte böyle bir başarıya ulaşmak için çalışsınlar!” (Sâffat 37/61) buyrulur.

Cennet içecekleri içinde özellikle اَلتَّسْن۪يمُ (tesnîm)e dikkat çekilmiştir. “Tesnîm”, “suyu yukarıdan aşağıya akıp duran kaynak anlamına gelir. O, cennet pınarlarından bir pınarın ismidir. Cennet içeceklerinin en yükseğidir. Onu rütbesi yüksek olanlar içer, o da kendinden içenleri yükseltir. Nitekim burada onu اَلْمُقَرَّبُونَ (mukarrebûn) grubu, yani Allah’a en yakın has kulların içeceği beyân edilmektedir. Bunlar, içine hiçbir şey karıştırılmaksızın bu Tesnîm kaynağından içerler. “Mukarrebûn” kulların derecesinde olmayan “ebrâr”, “ashâb-ı yemîn” denilen ve amel defterleri sağlarından verilen diğer kullara ise içecekleri bu kaynaktan karıştırılarak sunulur. Buna göre Tesnîm’in, ebrâra sunulan o mühürlü saf şaraptan daha üstün ve güzel olduğu anlaşılır.

Burada şöyle bir işârî mânaya yer verilebilir:

Cennete girenler faziletçe birbirinden farklı olduğu gibi, cennetteki nehirler ve kaynaklar da, fazilet bakımından farklıdırlar. Nitekim “Tesnîm”, cennet nehirlerinin en faziletlisi; mukarrebûn grubundan olanlar da cennettekilerin en üstünüdür. Ruhânî cennette “Tesnîm”, Allah’ı tanıma ve onun yüce zatına bakma lezzetidir. “Rahiyk” ise varlıklar âlemini tefekkür edip seyrederek sevinip neşelenmektir. Mukarrebun grubundan olanlar “Tesnîm”den başkasını içmezler. Yani ancak Allah’ın zatına bakıp düşünmekle meşgul olurlar. Kitapları sağlarından verilenlerin içkileri ise karışık olur. Bakışları bazan Allah’a, bazan onun mahlukâtına olur. (bk. Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXXI, 91)

Mü’minlerle dünyada alay eden inkârcı suçluların fecî âkibetine gelince:

29. Günahlara dalmış inkârcı suçlular, dünyada iken mü’minlerle alay edip, onlara gülüyorlardı.

30. Yanlarından geçerken kaş göz hareketleriyle onları küçümsüyorlardı.

31. Dostlarının yanına dönerken, yaptıkları bu densizliğe sevinip övünerek dönüyorlardı.

32. Mü’minleri gördükleri zaman da: “Bunlar gerçekten sapıtmış tipler!” diyorlardı.

33. Oysa onlar, mü’minler üzerine gözcü ve denetleyici olarak görevlendirilmiş değillerdi.


Müşrikler, bir kısım fakir müslümanlarla alay ediyorlar, üstlerine gülüyorlar, o mü’minler yanlarından geçerken kaş göz işaretleriyle onlarla alay ediyorlar ve onları küçümsüyorlardı. Evlerine dönerlerken, bugün müslümanlarla nasıl alay ettik, küçük düşürerek onlarla nasıl eğlendik, diye seviniyorlardı. müslümanların, sadece Resûlullah (s.a.s.)’in âhiretten, cennet ve cehennemden söz etmesinden korkarak aptallaştıklarını ve önlerine serilmiş bunca dünyevî zevkten vazgeçtiklerini söylüyorlar; onları sapıklıkla suçluyorlardı. Tüm bunları sadece boş bir ümit için yaptıklarını iddia ediyorlardı. Onların, dünyanın nimetlerinden vazgeçerek, uzak bir ümit için çile çektiklerini, güya cehennem diye bir yer varmış da, onlar oradaki azaptan korkuyor olduklarını düşünüyorlardı. İşte bu âyetlerin bu gibi durumların üzerine indiği anlaşılmaktadır. (bk. Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXXI, 92) Fakat kâfirlerin bu halleri sadece Asr-ı Saadet’e mahsus değildir. Her dönemde din düşmanları, fakir olsun, zengin olsun müslümanlarla alay etmekte, değişik sebeplerle onlara gülmekte, gözleriyle ve sözleriyle onları küçümsemektedirler. Halbuki böyle düşünen, böyle konuşan inkârcılar, o günahkâr suçlular, müminlerin üzerlerine Allah tarafından bekçi olarak gönderilmemişlerdir. Kendileri, sonlarını düşünmeyerek günah içinde yuvarlanırken, onlara acıyorlarmış gibi doğru veya sapık yolda olduklarına hakemlik ve tanıklık etmeye onların hiçbir hakları yoktur. Bunu sadece kendi kendilerine vazife edinmişlerdir. Tamamen boş ve anlamsız bir işle meşgul olmaktadırlar. Âyetler, hali böyle olan tüm inkârcılara hitap etmektedir.

Mahşer günü roller değişecek:

34. İşte bu gün de, iman edenler o kâfilere gülerler.

35. Koltuklar üzerine oturmuş, onların cehennemdeki hallerini seyrederken!

36. Nasıl, buldu mu o kâfirler yaptıklarının tam karşılığını?


Her şeyin gerçek yüzüyle ortaya çıkacağı mahşer günü, roller yer değişecek, bu kez mü’minler kâfirlerin perişan hallerine güleceklerdir. Cennette koltuklar üzerine oturacak, bir taraftan cennetin güzelliklerini temâşa ederken, bir taraftan da o kâfirlerin, dünyadaki kibir ve gururdan, zevk ve eğlenceden sonra cezalarını çekmek üzere cehenneme girdiklerini seyredip güleceklerdir. Acaba kâfirler, yaptıklarının cezasını buldular mı diye bakacaklardır. Burada “sevap” kelimesi ile çok latif ve ince bir ifade kullanılmıştır. Çünkü kâfirler müslümanlara eziyet ederek sevaba girdiklerini zannediyorlardı. Âhiret gününde mü’minler cennette keyif ve refah içindeyken, kâfirler kendilerini ateşin içinde yanar bulacaklar ve mü’minler için için sevinerek, “bekledikleri sevabı gerçekten bulmuşlar” diyeceklerdir.

Şimdi ise, kıyametle başlayan süreçte amel defterleri sağ veya solundan verilenleri bekleyen sonuca farklı bir açıdan ışık tutmak üzere İnşikâk sûresi geliyor:
 
Üst Alt