TEFSİR NAHL Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
NAHL SURESİ OKUNUŞU VE TEFSİRİ

NAHL Suresi 2. Ayet
NAHL Suresi 2. Ayet
Nahl Sûresi Hakkında

Nahl sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 128 âyettir. İsmini 68. âyetinde geçen ve “bal arısı” mânasına gelen اَلنَّحْلُ (Nahl) kelimesinden alır. Mushaf tertîbine göre 16, nüzûl sırasına göre 70. sûredir.

Nahl Sûresi Konusu

Nahl sûresi, peygamberlere gönderilen vahyin esas hedefinin tevhîd inancı yani “Allah’tan başka ilâh yoktur. Yalnızca O’na kulluk edilmeli ve sadece O’ndan korkulmalıdır” anlayışı olduğunu vurgulayarak başlar ve ağırlıklı olarak tevhidin delilleri üzerinde durur. Bununla beraber sûrede kâfirlerin bir kısım itirazlarına cevaplar verilir, iddiaları çürütülür ve şüpheleri ortadan kaldırılır. Resûlullah (s.a.s.)’in getirdiği dinin insan hayatında yapmayı hedeflediği değişim ve dönüşümler açıkça ortaya konur. Bu bağlamda adâlet, ihsan, sözünde durma, yemin ve anlaşmalara riâyet, haramlar-helâller ve tevbe gibi ahlâk ve muâmelâtla ilgili esaslar belirlenir. Yeri geldikçe öldükten sonra dirilme, hesap verme, cennet ve cehennem konularına temas edilir. Son olarak Peygamberimiz ve ona tâbi olanlara, kâfirlerin düşmanlık ve işkencelerine karşı nasıl bir tavır takınmaları gerektiği; zaman, mekan ve muhatabın durumunu dikkate alarak İslâm’ı nasıl tebliğ etmeleri lâzım geldiği hatırlatılır.

Nahl Sûresi Nuzül

Mushaftaki sıralamada on altıncı, iniş sırasına göre yetmişinci sûredir. Kehf sûresinden sonra, Nûh sûresinden önce Mekke’de nâzil olmuştur. Sondan üç âyetin Medine’de indiği yolunda rivayetler vardır. Hicretten bahseden 41. âyet ve sonrasının Medine’de indiği yolundaki görüş zayıf bulunmaktadır (41. âyetin tefsirine bk.).

NAHL SURESİ TEFSİRİ

1. Allah’ın azap emri ha geldi ha gelecek. Artık onun çarçabuk gelmesini isteyip durmayın! Allah, onların koştukları ortaklardan çok uzak ve çok yücedir.

“Allah’ın emri”nden maksat, kâfir ve müşrikleri uyardığı “azap emri”dir. “Gelmesi” ise “yaklaşması” mânasındadır. Allah’ın hükmüne ve takdirine bağlı olarak gelmesi kesin olduğundan dolayı burada sanki gerçekleşmiş, olup bitmiş gibi beyân buyrulmuştur.

Âyetin iniş sebebiyle ilgili bir rivayet şöyledir:

Müşrikler Resûlullah (s.a.s.)’le alay ediyor ve ilâhî tehdidi yalanlamak maksadıyla, kendilerine geleceği söylenen azabın geciktiğini ileri sürüyor ve: “Azabın gelmesiyle ilgili söylediklerin doğru olsa bile, putlar bizim için şefaat eder ve bizi o azaptan kurtarır” diyorlardı. Âyet bu hâdise üzerine nâzil oldu. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XIX, 174)
“Allah’ın emri”nin “kıyâmet” mânasında olması da mümkündür. Nitekim şu rivayet de bu mânayla alakalıdır:

Abdullah b. Abbas (r.a.) şöyle anlatıyor: “Kıyâmet yaklaştı ve ay yarıldı” (Kamer 54/1) âyeti inince, kâfirler şöyle dedi: “Bu adam, kıyametin yaklaştığını iddia ediyor. O halde yaptıklarınızın bazılarından uzak durun.” Uzak durdular ve beklediler. Ancak, herhangi bir şey görmeyince, bu sefer: “Biz bir şey görmüyoruz” dediler. Bunun üzerine: “İnsanların hesap verme vakti iyice yaklaştı” (Enbiyâ 21/1) âyeti nâzil oldu. Bundan da korkup çekindiler ve kıyametin yaklaşmasını beklediler. Geçen günler uzayıp durunca tekrar, “Biz bir şey görmüyoruz” dediler. Bunun üzerine: “Allah’ın azap emri ha geldi ha gelecek” (Nahl 16/1) âyeti indi. Resûlullah (s.a.s.) de, müslümanlar da bundan dolayı korkuya kapıldılar. Hemen peşinden: “Artık onun çarçabuk gelmesini isteyip durmayın!” buyruğu inince kalpleri yatıştı ve huzur buldular. Peygamberimiz (s.a.s.): “Ben ve kıyamet, şu ikisi gibi gönderildim” diyerek şehâdet parmağı ve onun yanındaki parmağıyla işarette bulundu (Buhârî, Rikâk 39; Müslim, Cuma 43) ve: “Az kalsın kıyamet benim gelişimden önce kopacakken, ben ondan önce gönderildim” buyurdu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 284)

Kıyâmet böylesine açık ve yakın bir gerçek, kıyâmet sonrası olaylar ise son derece korkunç ve dehşet verici olduğu için Yüce Allah kullarını vaktinde uyarmak üzere peygamberler göndermiştir:

2. Allah, melekleri kendi tarafından bir vahiyle kullarından dilediğine indirir ve peygamberlerine insanları şöyle uyarmalarını emreder: “Benden başka ilâh yoktur; bana karşı gelmekten sakının!”


اَلرُّوحُ (ruh) kelimesinden maksat “vahiy”dir. Nitekim bu mânada bir diğer âyet-i kerîmede: “Kendi emrinden olan vahyi kullarından dilediğine indirir” (Mümin 40/15) buyrulmaktadır. Çünkü vahiy, ruhî bir iştir. Ruh da Allah’ın emirlerinden bir emir, Allah’a ait işlerden bir iş olduğundan dolayı vahiy, özel bir ruh mânasını taşır. Allah Teâlâ onu kendi katından görevlendirdiği melekleri vasıtasıyla kullarından dilediği kimseye indirir ve emirlerini haber verir. Cenâb-ı Hak, kulu ve rasûlü Hz. Muhammed (s.a.s.)’i de aynı yolla seçerek ona vahyini ve risâletini göndermiştir.

Görüldüğü üzere peygamberlik, Allah’ın dilediği kullarına lütfettiği bir mevhibesi ve rahmetidir. Peygamber göndermenin esas hedefi de Allah’ın birliğini ve emredip yasakladığı tüm hususlarda O’ndan sakınmayı insanlara öğretmektir. Bunu dinin “tevhid” ve “takvâ” esasları olarak hülasa edebiliriz. Tevhid, ilmî kuvvetin kemâl noktasıdır. Takvâ ise amelî kuvvetin kemâl noktasıdır. Bütün vahiyler temelde bu iki esas üzerine binâ edilir. Buna göre ilâhlık sadece Allah’a mahsustur. O’ndan başka kulluğa layık ikinci bir ilâh yoktur. Başkalarını korkutmaya ve kendisinden korkmaya layık olan da sadece O’dur. Dinin bu temel esaslarının iyice anlaşılıp hazmedilmesi lâzımdır. Çünkü Allah korkusunun dışında ferdin ve toplumun ahlâkî nizamını ayakta tutacak başka bir dayanak noktası yoktur. Ancak her yerde hazır ve nazır olan Allah’ın gazabından ve cezasından, ya da O’na itaatsizliğin sonuçlarından korku kişiyi her türlü günah ve sapıklıktan kurtarabilir. Bu sebeple Allah Teâlâ insanlara: “Yalnız benden korkun!” buyurur.

Evet, yalnız Allah’tan korkup O’na kulluk etmek gerekir. Çünkü:

3. Allah, gökleri ve yeri gerçek bir sebep ve hikmetle yaratmıştır. O, müşriklerin koştukları ortaklardan çok temiz ve çok yücedir.

4. O, insanı küçücük bir nutfeden yarattı. Ama insan, yaratıcısına karşı apaçık bir düşman kesilivermiştir.


Gökler ve yer gerçek bir sebep ve hikmetle, büyük bir nizam içinde yaratılmıştır. Kâinattaki bu nizam, tevhidin doğruluğuna ve şirkin bâtıllığına en büyük şâhittir. Çünkü bunları yaratan nihayetsiz ilim, hikmet ve kudret sahibi Allah’tır. Varlıkların hakkı yaratılmış olmak, Allah’ın hakkı ise yaratıcı. O halde göklerde ve yerde hiçbir varlık Allah yerine konulamaz. Allah’ın sevildiği gibi sevilemez. Allah’tan korkulduğu gibi ondan korkulamaz. Cenâb-ı Hak, bütün şirk unsurlarından ve onun en ince izlerinden bile çok yücedir. Küçültülmüş bir kâinat olan insanı da gözle görülemez küçücük bir nutfeden, atılmış değersiz bir sudan yaratan Allah’tır. Tiksinilecek bir nutfe, hiçbir duygusu ve hareketi olmayan bir nutfe şimdi kendini müdafaa ederek hasımlık yapıyor, çekişiyor. İşte onu o değersiz ve âdi durumdan alıp şimdiki değerli ve mükemmel hâle getiren alîm ve hakîm olan Allah’tır. Buna rağmen insan aslını unutarak, nasıl yaratılıp böyle mükemmel bir varlık haline geldiğini düşünmeden yaratıcısına karşı bile apaçık bir düşman oluvermektedir. O’na ortaklar koşmakta; O’nun irade ve hükmüne karşı akıl ve mantık yürütmekten çekinmemektedir.

İsterseniz bir de size uysal hizmetçiler kılınan hayvanlara bakın:

5. Hayvanları da O yaratmıştır. Onlarda sizin için elbise yapılıp ısınmanızı sağlayan deri, yün, kıl gibi şeyler ve daha başka pek çok faydalar vardır. Ayrıca onların bir kısmının da etlerini ve ürettikleri yiyecekleri yersiniz.

اَلْاَنْعَامُ (en‘âm), daha ziyâde koyun, keçi, sığır ve deve olmak üzere dişisi ve erkeğiyle birlikte sekiz çifti ifade eden bir isimdir. (bk. En‘âm 6/143-144) Bunları da yaratan ve insanın hizmetine veren Yüce Allah’tır. Hayatın devamı ve ihtiyaçların temini açısından bu hayvanlarda insanın hem beden hem de ruh dünyasına hitap eden büyük faydalar ve eşsiz güzellikler vardır. Şöyle ki:

İnsanın giyinmeye, barınmaya, sıcaktan ve soğuktan kendini korumaya ihtiyacı vardır. Bunun ham maddesini oluşturan deri, yün ve kıllar, bahsedilen hayvanlardan temin edilir.

Bunlar yavrulayıp çoğalmaları, sütleri, binek oluşları, kendileriyle çiftçilik yapılması, satılıp paralarının alınması, kiraya verilmeleri gibi yollarla da insana pek çok faydalar sağlarlar.

İnsanın vazgeçilmez ihtiyaçlarından biri de yemektir. Bu açıdan da bahsi geçen hayvanların insana sağladığı fayda açıktır. Onların etlerinden istifade ederiz. Vücutlarından veya hizmetlerinden meydana gelen ürünleri yer ve yaşarız.

İnsanın ihtiyaçları sadece bedenî ve fizikî ihtiyaçlarla sınırlı değildir. Onun ruhî ihtiyaçları da vardır. Bu sebeple Cenâb-ı Hak göze hitap edip seyredilmesine izin verdiği nice güzel manzaralar, kulağa hitap edip dinlemeye müsaade buyurduğu nice güzel nağmeler var etmiştir. Bu güzellikler vasıtasıyla insan ruhu sevinir, huzur bulur. İşte hayvanların yaratılmasında insanın bu ruhî ihtiyaçları da dikkate alınmıştır. Sabahleyin otlamaya gidişlerinde, akşamleyin karınları tok, memeleri dolu eve dönüşlerinde, yavrularıyla karşılaşıp meleşmelerinde, yine yayılmaya giderken koşuşup oynaşmalarında insan için seyredip zevk alacağı çok güzel manzaralar vardır.

Bunlar bizim taşıma ihtiyacımıza da yardımcı olurlar. Develer, öküzler ve mandalar hem bizi hem de yüklerimizi istediğimiz yere taşırlar. Halbuki o yükleri oraya kendimiz götürecek olsak ne kadar zorlanırız; takatimiz kesilir, neredeyse canımız çıkar. Yine de tam olarak muvaffak olamayız. Fakat o hayvancağızlar itiraz etmeden, seslerini çıkarmadan bu hizmetimizi de görürler. Bu ihsanlar, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına olan engin şefkati ve sonsuz merhametinin açık tezâhürleridir.

Peki atlar, katırlar ve eşekler:

6. Akşamleyin ağıllara getirirken ve sabahları otlaklara salıverirken onlarda sizin için muhteşem bir güzellik ve doyumsuz bir zevk vardır.

اَلْاَنْعَامُ (en‘âm), daha ziyâde koyun, keçi, sığır ve deve olmak üzere dişisi ve erkeğiyle birlikte sekiz çifti ifade eden bir isimdir. (bk. En‘âm 6/143-144) Bunları da yaratan ve insanın hizmetine veren Yüce Allah’tır. Hayatın devamı ve ihtiyaçların temini açısından bu hayvanlarda insanın hem beden hem de ruh dünyasına hitap eden büyük faydalar ve eşsiz güzellikler vardır. Şöyle ki:

İnsanın giyinmeye, barınmaya, sıcaktan ve soğuktan kendini korumaya ihtiyacı vardır. Bunun ham maddesini oluşturan deri, yün ve kıllar, bahsedilen hayvanlardan temin edilir.

Bunlar yavrulayıp çoğalmaları, sütleri, binek oluşları, kendileriyle çiftçilik yapılması, satılıp paralarının alınması, kiraya verilmeleri gibi yollarla da insana pek çok faydalar sağlarlar.

İnsanın vazgeçilmez ihtiyaçlarından biri de yemektir. Bu açıdan da bahsi geçen hayvanların insana sağladığı fayda açıktır. Onların etlerinden istifade ederiz. Vücutlarından veya hizmetlerinden meydana gelen ürünleri yer ve yaşarız.

İnsanın ihtiyaçları sadece bedenî ve fizikî ihtiyaçlarla sınırlı değildir. Onun ruhî ihtiyaçları da vardır. Bu sebeple Cenâb-ı Hak göze hitap edip seyredilmesine izin verdiği nice güzel manzaralar, kulağa hitap edip dinlemeye müsaade buyurduğu nice güzel nağmeler var etmiştir. Bu güzellikler vasıtasıyla insan ruhu sevinir, huzur bulur. İşte hayvanların yaratılmasında insanın bu ruhî ihtiyaçları da dikkate alınmıştır. Sabahleyin otlamaya gidişlerinde, akşamleyin karınları tok, memeleri dolu eve dönüşlerinde, yavrularıyla karşılaşıp meleşmelerinde, yine yayılmaya giderken koşuşup oynaşmalarında insan için seyredip zevk alacağı çok güzel manzaralar vardır.

Bunlar bizim taşıma ihtiyacımıza da yardımcı olurlar. Develer, öküzler ve mandalar hem bizi hem de yüklerimizi istediğimiz yere taşırlar. Halbuki o yükleri oraya kendimiz götürecek olsak ne kadar zorlanırız; takatimiz kesilir, neredeyse canımız çıkar. Yine de tam olarak muvaffak olamayız. Fakat o hayvancağızlar itiraz etmeden, seslerini çıkarmadan bu hizmetimizi de görürler. Bu ihsanlar, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına olan engin şefkati ve sonsuz merhametinin açık tezâhürleridir.

Peki atlar, katırlar ve eşekler:

7. Hem bin bir güçlük çekmeden ve yarı canınız çıkmadan varamayacağınız uzak yerlere yükünüzü onlar taşır. Gerçekten Rabbiniz, pek şefkatli ve çok merhametlidir.

اَلْاَنْعَامُ (en‘âm), daha ziyâde koyun, keçi, sığır ve deve olmak üzere dişisi ve erkeğiyle birlikte sekiz çifti ifade eden bir isimdir. (bk. En‘âm 6/143-144) Bunları da yaratan ve insanın hizmetine veren Yüce Allah’tır. Hayatın devamı ve ihtiyaçların temini açısından bu hayvanlarda insanın hem beden hem de ruh dünyasına hitap eden büyük faydalar ve eşsiz güzellikler vardır. Şöyle ki:

İnsanın giyinmeye, barınmaya, sıcaktan ve soğuktan kendini korumaya ihtiyacı vardır. Bunun ham maddesini oluşturan deri, yün ve kıllar, bahsedilen hayvanlardan temin edilir.

Bunlar yavrulayıp çoğalmaları, sütleri, binek oluşları, kendileriyle çiftçilik yapılması, satılıp paralarının alınması, kiraya verilmeleri gibi yollarla da insana pek çok faydalar sağlarlar.

İnsanın vazgeçilmez ihtiyaçlarından biri de yemektir. Bu açıdan da bahsi geçen hayvanların insana sağladığı fayda açıktır. Onların etlerinden istifade ederiz. Vücutlarından veya hizmetlerinden meydana gelen ürünleri yer ve yaşarız.

İnsanın ihtiyaçları sadece bedenî ve fizikî ihtiyaçlarla sınırlı değildir. Onun ruhî ihtiyaçları da vardır. Bu sebeple Cenâb-ı Hak göze hitap edip seyredilmesine izin verdiği nice güzel manzaralar, kulağa hitap edip dinlemeye müsaade buyurduğu nice güzel nağmeler var etmiştir. Bu güzellikler vasıtasıyla insan ruhu sevinir, huzur bulur. İşte hayvanların yaratılmasında insanın bu ruhî ihtiyaçları da dikkate alınmıştır. Sabahleyin otlamaya gidişlerinde, akşamleyin karınları tok, memeleri dolu eve dönüşlerinde, yavrularıyla karşılaşıp meleşmelerinde, yine yayılmaya giderken koşuşup oynaşmalarında insan için seyredip zevk alacağı çok güzel manzaralar vardır.

Bunlar bizim taşıma ihtiyacımıza da yardımcı olurlar. Develer, öküzler ve mandalar hem bizi hem de yüklerimizi istediğimiz yere taşırlar. Halbuki o yükleri oraya kendimiz götürecek olsak ne kadar zorlanırız; takatimiz kesilir, neredeyse canımız çıkar. Yine de tam olarak muvaffak olamayız. Fakat o hayvancağızlar itiraz etmeden, seslerini çıkarmadan bu hizmetimizi de görürler. Bu ihsanlar, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına olan engin şefkati ve sonsuz merhametinin açık tezâhürleridir.

Peki atlar, katırlar ve eşekler:

8. Allah atları, katırları, merkepleri de binmeniz için ve hayatınızı süsleyen bir zînet olsun diye yarattı. O, sizin bilemeyeceğiniz daha nice vâsıtalar yaratacaktır.

9. Yolun doğrusunu göstermek Allah’a aittir. O yollardan eğri olanlar da vardır. Eğer Allah dileseydi, sizi hep birlikte doğru yola erdirirdi.


Cenâb-ı Hak at, katır ve eşeği de hem binit, hem de dünya hayatımızın bir zîneti, bir süsü olarak kullanmamız için yaratmıştır. Daha nice binit ve süs vasıtaları da var edecektir. Çünkü âyetteki يَخْلُقُ (yahluku) fiili geniş ve gelecek zaman ifade eden bir sîga olması hasebiyle “yaratır, yaratacaktır” mânasına gelir. Allah’ın devamlı yaratmasından bahseden bu ifade, tabii nakil vasıtalarının, yani bu maksat için insan tarafından evcilleştirilen hayvanların bahsinden hemen sonra geldiği için, belli ki, aynı kategoriden ama henüz bilinmeyen başka şeylere: yani, insan zekasına kazandırdığı icat yeteneği yoluyla Allah’ın yaratmakta devam edeceği yeni yeni ulaşım vasıtalarına işaret etmektedir. Medeniyet tarihinin birbirini izleyen her safhası, ulaşım vasıtaları alanında önceden hayal bile edilemeyen yeni yeni buluşlar göz önüne koyduğuna göre “bilmediğiniz daha neler yaratacaktır” yolundaki Kur’ânî ifade insanlık tarihinin ‘geçmiş-şimdi-gelecek’ her dönemi için geçerlidir. Biz bugün öncekilerin görmediği, bilemeyeceği otomobiller, trenler, gemiler, uçaklar gibi türlü binitler gördük. Kim bilir, bundan böyle de Allah Teâlâ bizim bilemediğimiz ve bilemeyeceğimiz daha neler yaratmış ve yaratacaktır.

Şüphe yok ki bütün bu binitlerden istifade etmek için, bunların yürüyebileceği yollar lazımdır. İnsana bunları icat edip yapma istidadını da Allah vermektedir. O bize hem dünyada yürüyecek maddi yollarımızı göstermekte, hem de cennet ve cemâline varan manevî yolları göstermektedir. Bu nimeti de peygamberleri vasıtasıyla kullarına ikram etmektedir. Fakat bütün yollar O’na varamaz. Bunlar içinde eğri olanları da vardır ki, bu yollarda yürüyenler hak yoldan sapmış olurlar. Fakat hayatın bir gerçeği olarak bu eğri yollarda yürüyenler de olacaktır. Eğer Allah dileseydi herkesi doğru yola erdirir, kimse yanlış yollara sapmazdı. Fakat Kur’an ve sünnetten öğrenebildiğimiz kadarıyla Rabbimizin bu yönde tecelli etmiş küllî bir iradesi mevcut değildir. O, sadece doğru yolu göstermiş, onu tercih edip etmemekte insanı özgür bırakmıştır. Esasen insanın sorumluluğu da bu özgürlüğe dayanmaktadır. Bununla birlikte Cenâb-ı Hak, etrafımıza ibretle bakınca bizi doğru yola iletecek nice kevnî mûcizeler ve açık deliller sermiştir:

10. O Allah ki, gökten su indirir. İçme suyunuz ondan meydana geldiği gibi, hayvanlarınıza yedirdiğiniz otlar ve ağaçlar da ondan yetişir.

Önceki âyetlerde Cenâb-ı Hakk’ın hayvanlar vasıtasıyla insana sağladığı faydalardan bahsedildi. Bu âyetlerde ise tabiatta meydana gelen bir takım hâdiselerin insana sağladığı yararlara yer verilir: Allah gökten su indirir. Yerin altına geçip kuyularda, havzalarda biriken, oradan da harekete geçip derelerden, çeşmelerden akan sudan insanlar ve canlılar içerler. O su ile ağaçlar, ekinler sulanır. Çeşit çeşit meyveler, sebzeler, otlar çimenler yetişir. Bunlar üzerinde etraflıca ve sistemlice tefekkür eden insanlar Allah’ın varlığını, birliğini, sonsuz ilim ve kudretini anlarlar. Tabiattaki nimetlerden sonra zamanın oluşumunu da sağlayan gökteki nimetlere geçilir. Buna göre Yüce Allah geceyi, gündüzü, güneşi, ayı ve yıldızları insanın hizmetine vermiştir. İnsan geceleyin dinlenir, gündüzün çalışır. Güneş dünyayı ısıtır ve aydınlatır; canlıların ve bitkilerin yaşayabilmesi için lâzım gelen ortamı sağlar. Ay ve yıldızların da dünya üzerinde çok mühim tesirleri vardır. Bunlar ve yine Cenâb-ı Hakk’ın, hayvanından, bitkisinden, toprağından, çiçeğinden çeşitli renklerde ve şekillerde yarattığı daha nice sayısız varlıklar insanın huzur içinde hayat sürmesine yardımcı olur. Aklını çalıştırıp bunlardan gereken dersi ve öğüdü alanlar Allah’ın yüce kudret ve sonsuz azameti karşısında boyun bükerek O’na kulluk şerefine ererler.

Âyetlerde bahsedilen ilâhî kudret akışları ve azamet tecellileri karşısında kulun his ve idrakinin harekete geçebilmesi için onun yapması gereken üç mühim vazifeye dikkat çekilir:

Tefekkür: Etraflıca ve sistemlice düşünmek,
Te‘akkul: Aklını kullanmak,
Tezekkür: Düşünüp ibret ve öğüt almak.

“Tefekkür”, zihnimizi dâimî bir şekilde kullanarak varlığın gizli mânalarını, sır ve hikmetlerini adım adım idrâk etme faaliyetidir. “Akletme”, duyularımızın sahasına giren varlık ve hâdiselerden hareket ederek gözle görülemeyen gerçekler hususunda bilgi edinme yolunda aklımızı çalıştırmaktır. “Tezekkür” ise üzerinde tefekkür ettiğimiz varlıkların çeşitlerini, hususiyet ve özelliklerini hatırlayarak, dikkate alarak gerçeği anlama gayreti; bunlardan gerekli ibret ve dersi çıkarma faaliyetidir. Böylece üç âyette de, bizim için yaratılan varlık ve hâdiselerdeki “âyet” kelimesiyle ifade edilen gizli ve derin mânaları, delilleri anlayıp kavrayabilmek, neticede ilâhî hakikatlere ve hidâyete ulaşabilmek için insanın mutlaka zihnî istidatlarını ve aklî melekelerini kullanması istenmektedir.

Bunun ötesinde ibretle seyredilip üzerinde düşünülecek daha nice işaretler bulunmaktadır:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
11. O su ile sizin için ekinler, zeytinlikler, hurma ağaçları, üzüm bağları ve her türden daha nice ürünler yetiştirir. Şüphesiz ki bunda sistemlice düşünen bir toplum için elbette tevhidi gösteren kesin bir delil vardır.

12. Sonra geceyi ve gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize O verdi. Bütün yıldızlar da O’nun emrine boyun eğmişlerdir. Gerçekten bunda aklını kullanan bir toplum için nice ibretler, dersler vardır.

13. O, yeryüzünde sizin için her türde ve her renkte daha nice hayvanlar ve bitkiler yaratmıştır. Elbette bunda düşünüp öğüt alan bir toplum için büyük bir ibret ve ders vardır.


Önceki âyetlerde Cenâb-ı Hakk’ın hayvanlar vasıtasıyla insana sağladığı faydalardan bahsedildi. Bu âyetlerde ise tabiatta meydana gelen bir takım hâdiselerin insana sağladığı yararlara yer verilir: Allah gökten su indirir. Yerin altına geçip kuyularda, havzalarda biriken, oradan da harekete geçip derelerden, çeşmelerden akan sudan insanlar ve canlılar içerler. O su ile ağaçlar, ekinler sulanır. Çeşit çeşit meyveler, sebzeler, otlar çimenler yetişir. Bunlar üzerinde etraflıca ve sistemlice tefekkür eden insanlar Allah’ın varlığını, birliğini, sonsuz ilim ve kudretini anlarlar. Tabiattaki nimetlerden sonra zamanın oluşumunu da sağlayan gökteki nimetlere geçilir. Buna göre Yüce Allah geceyi, gündüzü, güneşi, ayı ve yıldızları insanın hizmetine vermiştir. İnsan geceleyin dinlenir, gündüzün çalışır. Güneş dünyayı ısıtır ve aydınlatır; canlıların ve bitkilerin yaşayabilmesi için lâzım gelen ortamı sağlar. Ay ve yıldızların da dünya üzerinde çok mühim tesirleri vardır. Bunlar ve yine Cenâb-ı Hakk’ın, hayvanından, bitkisinden, toprağından, çiçeğinden çeşitli renklerde ve şekillerde yarattığı daha nice sayısız varlıklar insanın huzur içinde hayat sürmesine yardımcı olur. Aklını çalıştırıp bunlardan gereken dersi ve öğüdü alanlar Allah’ın yüce kudret ve sonsuz azameti karşısında boyun bükerek O’na kulluk şerefine ererler.

Âyetlerde bahsedilen ilâhî kudret akışları ve azamet tecellileri karşısında kulun his ve idrakinin harekete geçebilmesi için onun yapması gereken üç mühim vazifeye dikkat çekilir:

Tefekkür: Etraflıca ve sistemlice düşünmek,

Te‘akkul: Aklını kullanmak,

Tezekkür: Düşünüp ibret ve öğüt almak.

“Tefekkür”, zihnimizi dâimî bir şekilde kullanarak varlığın gizli mânalarını, sır ve hikmetlerini adım adım idrâk etme faaliyetidir. “Akletme”, duyularımızın sahasına giren varlık ve hâdiselerden hareket ederek gözle görülemeyen gerçekler hususunda bilgi edinme yolunda aklımızı çalıştırmaktır. “Tezekkür” ise üzerinde tefekkür ettiğimiz varlıkların çeşitlerini, hususiyet ve özelliklerini hatırlayarak, dikkate alarak gerçeği anlama gayreti; bunlardan gerekli ibret ve dersi çıkarma faaliyetidir. Böylece üç âyette de, bizim için yaratılan varlık ve hâdiselerdeki “âyet” kelimesiyle ifade edilen gizli ve derin mânaları, delilleri anlayıp kavrayabilmek, neticede ilâhî hakikatlere ve hidâyete ulaşabilmek için insanın mutlaka zihnî istidatlarını ve aklî melekelerini kullanması istenmektedir.

Bunun ötesinde ibretle seyredilip üzerinde düşünülecek daha nice işaretler bulunmaktadır:

14. Taptâze et yemeniz ve inci, mercân gibi takınacağınız süs eşyaları çıkarmanız için denizi hizmetinize veren de O’dur. Sen, gemilerin denizde suları yara yara gittiğini görürsün. Bütün bunlar, Rabbinizin lutfundan nasibinizi aramanız ve verdiği nimetlere şükretmeniz içindir.

Cenâb-ı Hakk’ın, yerde ve gökte olduğu gibi, denizlerde de insanlara ikram ettiği nice nimetler vardır. İnsanlar denizden taze balık çıkarıp yerler; inci ve mercan gibi süs eşyası çıkarıp takınırlar. Denizlerin üzerinde suları yararak kolaylıkla akıp giden gemilerle seyahat eder, ticaret yapar, rızıklarını ararlar. Bunların hepsi kadri bilinip şükredilmesi gereken büyük nimetlerdir.

Şimdi de göklere doğru yükselip giden ulu dağlara ve başlarını taştan taşa vurup gezen ırmaklara bakın:

15. Allah, sizi sarsmaması için yeryüzüne sağlam, sarsılmaz dağlar çaktı; yolunuzu bulabilmeniz için de ırmaklar ve yollar açtı.

16. Bunların dışında yol gösterecek daha nice işaretler var etti. İnsanlar geceleyin de yıldızlarla yönlerini ve yollarını bulurlar.


Yüce Rabbimiz, üzerinde yaşadığımız yeryüzünü sabit tutması ve bizi sallanmaktan, çalkalanmaktan koruması için dağlar; hayatın devamı için sular, ırmaklar; rahat yolculuk yapabilmemiz için yollar, yolumuzu şaşırmamamız için de alâmetler, işaretler var etmiştir. Mesela dağlar ve ırmaklar yolların nirengi noktalarıdır. Yollar bunlara göre şekillenir, kıvrım kıvrım uzayıp gider. Rüzgârın esişi, ağaçların duruş şekli de bu hususta yardımcı işaretlerdir. Yine Allah geceleyin gideceğimiz istikâmeti bulabilmemiz ve yönümüzü doğru bir şekilde tâyin edebilmemiz için de yıldızları yaratmıştır.

İnsanın fizikî ve coğrafî mânada doğru yolu bulması, yani gideceği yere ulaşabilmesi için bu kadar geniş imkânlar hazırlayan Allah Teâlâ’nın, onun ahlâkî ve ruhî ihtiyaçlarını görmezlikten gelmesi düşünülemez. Çünkü insanın dünyada yanlış bir yöne yöneldiği zaman karşılaşacağı büyük kayıplar, dinî mânada doğru yoldan sapma sonucu karşılaşacağı ahlâkî ve ruhî kayıpların yanında hiç kalır. Dolayısıyla insanların karada ve denizde yollarını bulabilmeleri için dağlar, nehirler, yıldızlar ve başka işaretler var eden Cenâb-ı Hakk’ın, insanın ahlâkî ve ruhî ihtiyaçlarını görmezden geldiğini düşünmek, Allah’ın beşeriyete olan lutuf ve rahmetinden şüphe etmekten başka bir şey değildir.

Öyleyse:

17. Yaratan, yaratamayan gibi olur mu hiç? Hâlâ düşünüp ders ve öğüt almayacak mısınız?

18. Allah’ın verdiği nimetleri tek tek saymak isteseniz, imkânı yok, onları toplu halde bile sayamazsınız. Fakat Allah, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.

19. Allah, sizin gizlice yaptıklarınızı da bilir, açıkça yaptıklarınızı da.


Bütün bu nimetleri yaratan, ikram eden Allah, hiçbir şey yaratmayan putlarla bir tutulur mu hiç? Üstelik O’nun nimetleri sayılamayacak kadar çoktur. Fakat Allah bu nimetleri iş olsun, oyun ve eğlence olsun diye değil, imtihan maksadıyla vermiştir. O, bizim gizli ve açık bütün halimizi bilmektedir. Verdiği nimetlere şükür veya nankörlüğümüze göre bize muamele edecektir.
O halde doğru inanç ve amel sisteminin alınacağı merci, Allah Teâlâ’dır. Çünkü:

20. Müşriklerin Allah’tan başka ibâdet edip yalvardıkları putlar hiçbir şey yaratamazlar. Çünkü, zâten kendileri yaratılmışlardır.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
21. Onlar diri değil, ölüdürler. Kendilerine tapanların ne zaman diriltileceklerini de bilmezler.

Müşrikler meleklerin veya bazı tarihî şahsiyetlerin sembolleri olarak yapılan bir kısım taş heykellere tapar, bunlar adına kurban keser, yalvarıp dilekte bulunurlardı. Bunlar yaratıcı değil, bizzat kendileri yaratılmış olan varlıklardı. Halbuki bir varlığın ilâh olması için onun “Yaratıcı” olması lazım gelir. Bunlar diri değil, kupkuru taşlardan ibaret cansız, ruhsuz, ölü nesnelerdi. Halbuki gerçek ilâhın ölü değil, hiçbir zaman yok olmayan bir “hayat sahibi” olması lazımdır. Yine bu putlar hiçbir şey bilmeyen, kendilerine yalvaranların farkında bile olmayan ve yeniden dirilişin ne zaman olacağı hakkında da hiçbir malumatı bulunmayan taştan yapılmış kupkuru şekillerden ibaretti. Halbuki gerçek ilâhın “her şeyi bilen”, kendine kulluk edenlerin hallerinden haberdar olan, kıyâmetin kopuşunun ve yeniden dirilişin vaktini bilen ve kullarını hesaba çekebilecek iradesi, kuvvet ve kudreti olan bir varlık olması gerekir. Bütün bu vasıflar onların taptıkları putlarda değil, sadece Âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ’da vardır. O halde insan, kendisini Allah’a kulluktan alıkoyan her türlü putu terk edip sadece Allah’a kul olmalıdır.

Şunu bilin ki:

22. Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır. Ne var ki âhirete inanmayanların kalpleri, bu en büyük gerçeği ve ona dayanan daha pek çok gerçeği inkâra şartlanmıştır. Onlar, boş bir büyüklenme içindedirler.

23. Şüphe yok ki Allah onların gizlediklerini de açığa vurduklarını da kesinlikle bilir. O, büyüklenip duran kimseleri asla sevmez.


Kulluğa lâyık tek ilâh, Allah Teâlâ’dır. Ancak âhirete iman etmeyenler, o kadar sorumsuz, başıboş ve bu dünya hayatı ile öyle sarhoş olmuşlardır ki herhangi bir gerçeği inkâr etmekte, hakka hiçbir değer vermeyip onu önemsememekte bir an bile tereddüt etmez hale gelmişlerdir. Çünkü onların kalpleri şiddetli bir inkâr hastalığına tutulmuş olup, hakikat adına ne varsa hepsini reddetmektedirler. Aynı zamanda onlar devamlı büyüklenip duran kimselerdir. Bu yüzden onlar kendilerini belli ölçülere uymaya çağıran daveti kabule hazır olmadıkları gibi, hâlihazırda gittikleri yolun doğru mu yanlış mı olduğunu düşünüp araştırmaya bile hiçbir ihtiyaç duymazlar. Gizli ve açık her şeyi bilen Allah ise, büyüklenip duran, kendini başkalarından üstün gören kibirli kimseleri sevmez.

Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

Kalbinde zerre kadar kibir olan cennete giremez. Yine kalbinde zerre ağırlığınca iman olan da cehenneme girmez.” (Müslim, İman 147)

“Mütekebbirler kıyamet gününde toz zerrecikleri gibi haşredileceklerdir. Büyüklenmeleri yüzünden insanlar onları ayakları altında çiğneyecektir.” (Tirmizî, Kıyâmet 47)

Kibrin zıddı tevâzudur. Kibir kötülendiği nispette tevazu övülmüştür. Peygamberimiz (s.a.s.)’in torunu Hüseyin (r.a.)’ın şu hâli ne güzel bir tevâzu numûnesidir. Bir gün Hz. Hüseyin, önlerine konmuş ekmek parçalarını yiyen yoksul kimselerin yanından geçerken ona: “Ey Abdullah’ın babası gel beraber yiyelim” dediler. O da bineğinden inip onlarla birlikte oturdu ve: “Allah, büyüklenip duran kimseleri asla sevmez” (Nahl 16/23) buyruğunu okudu. Onlarla yemeği bitirdikten sonra: “Ben sizin davetinizi kabul ettim, haydi siz de benim davetimi kabul ediniz” dedi. Onunla birlikte kalkıp evine gittiler. Onlara hem yemek yedirdi, hem içirdi, hem de bağışlarda bulunduktan sonra yanından ayrıldılar. (Kurtubî, el-Câmi‘, X, 95)

Ahmed er-Rufâî (k.s.) kibirle tavâzuun farkını şöyle bir misalle izah eder:

Hizmetçisi şeyh Yâkub, bu konuda ondan duyduğu bir cümleyi şöyle anlatıyor:

“Hemen her zaman olduğu gibi yine bir gün efendim Ahmed’le beraberdim. Başını kaldırdı, bir hurma ağacına baktı ve şöyle dedi:

«- Ey Yâkub, şu hurma ağacına bak. Başını öyle dik kaldırdığı için, Allah Teâlâ, bütün yük ağırlığını ona taşıtıyor. Ona bir şey yükleneceği zaman, ne kadar mümkünse, hepsi kendisine yükleniyor. Bir de kabak fidesine bak. O, dal budak salar sarmaz yanağını yere koydu. Bu yüzden ağırlığı başkasına yüklendi.” (Velîler Ansiklopedisi, II, 506)

İşte imanın sağladığı tevazu nimetinden mahrum kalıp kibri kendilerine meslek edinen inkarcıların Kur’an karşısındaki durumları şöyle haber veriliyor:

24. Onlara: “Rabbiniz size ne indiriyor?” diye sorulduğu zaman, “Öncekilerin masallarını!” diye karşılık verirler.

25. Neticede onlar kıyâmet gününde kendi günahlarını tamâmen yüklendikleri gibi, bilgisizce saptırdıkları kimselerin bazı günahlarını da yükleneceklerdir. Dikkat edin, sırtlarına ne kötü bir yük alıyorlar!


Resûlullah (s.a.s.)’in davetine şiddetle karşı çıkan müşriklerin en hileli oyunlarından biri, Kur’ân-ı Kerîm hakkında şüpheler oluşturmaktı. Mekke’ye dışarıdan gelen yabancılar tabii olarak Peygamberimiz (s.a.s.)’in, Allah’tan geldiğini ilân ettiği Kur’an hakkında araştırma yapmaya başlıyorlardı. Kâfirler ise, onlara Kur’an’ın sadece “eskilerin masalları” olduğunu söylüyorlardı. Böylece gelen yabancıları, Efendimiz (s.a.s.)’in tebliğine alaka duyup onu kabul etmelerini engellemek istiyorlardı. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XIV, 127) Onlar böyle davranmak suretiyle hem kendi günahlarını tam olarak sırtlarına almış oluyorlar, hem de Allah yolundan çevirdikleri o insanların günahlarının bir kısmını yüklenmiş oluyorlardı. Aslında bu da yine “kendi işledikleri günahlar” çerçevesinde değerlendirilebilir. Çünkü bu, onların “saptırmalarına” karşılık tahakkuk eden bir günahtır. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur:

“İnsanları doğru yola çağıran kimseye, kendisine uyanların sevabı gibi sevap verilir. Bu durum, ona uyanların sevaplarından da hiçbir şey eksiltmez. İnsanları sapıklığa çağıran kimseye de, kendisine uyanların günahı gibi günah verilir. Bu durum, ona uyanların günahlarından da hiçbir şey eksiltmez.” (Müslim, İlim 16; Ebû Dâvûd, Sünnet 6)

Nitekim önceden gelip geçen kâfirlerin halleri de bunlardan farksızdı:

26. Onlardan öncekiler de peygamberlerine tuzak kurmaya yeltenmişlerdi. Fakat Allah, onların tuzak kurdukları binâlarını ta temellerinden yıktı da üstlerindeki tavanlar başlarına çöktü. Hem de bu azap onlara hiç fark edemedikleri bir yerden geliverdi.

Resûlullah (s.a.s.)’e düşmanlık yapan ve onu başarısızlığa uğratmak için çeşitli tuzaklar kuran müşriklerden önce yaşamış nice kâfirler de peygamberlerine karşı aynı şekilde tuzak kurmuşlardı. Fakat Allah Teâlâ onların hiç birini muvaffak kılmadı. Yerden deprem veya gökten rüzgâr olarak azabını gönderip din ve mukaddesata düşmanlık için yaptıkları binalarını, kendileri de içinde bulunuyorken ta temellerinden yıktı. Üstlerindeki tavanlar başlarına çöktü. Böylece farkına varamadıkları ve hiç hesaba katmadıkları bir yerden gelen o azapla helak oldular. Allah, İslâm düşmanlarının kurdukları tuzakları da bu şekilde başlarına yıkıp akim kılacaktır. Yine onların yaptıkları amelleri de kıyamet günü boşa çıkaracak ve onlar, binaları üzerlerine yıkılan, böylece hem servetleri hem de canlarından olup hüsrâna uğrayan kimselerin durumuna düşeceklerdir. Hz. İbrâhim’e düşmanlık yapan Nemrud’un durumu buna güzel bir misâl teşkil eder. O, zannınca Hz. İbrâhim’in gökte bulunan ilâhına meydan okumak için yüksek bir kule yapar. Korkunç bir rüzgar onu yerle bir eder; içindekiler de üzerlerine çöken kulenin yıkıntıları altında can verir. Nemrud’u ise daha fazla ıstırap ve acı çekmesi için öldürmez. Ona, burnundan beynine doğru giden bir sivrisinek Musallat eder. Sineğin verdiği sıkıntı ve acıyı dindirip bir an olsun rahatlayabilmek için senelerce kafasını tokmakla dövdürür ve o şekilde helak olur gider. Hâsılı, hangi zaman ve mekanda olursa olsun Allah ve Peygamber düşmanlarının âkıbetleri hep böyle hazin ve hüsran olacaktır.

Kıyâmet gününe gelince:

27. Sonra kıyâmet gününde Allah onları rezil ve perişan eder de: “Hani nerede o sizin uğrunda mü’minlere düşman kesildiğiniz sözde ortaklarım?” diye sorar. Kendilerine ilim verilenler ise: “Bu gün her türlü rezillik ve azap kâfirlerin üzerinedir” derler.

28. Melekler, böylesi kâfirlerin canlarını onlar küfür ve günah içinde bizzat kendilerine yazık ederken alırlar. Onlar, azabı görünce teslim bayrağını çeker ve mazeret bulma gayreti içinde: “Biz hiçbir kötülük işlemiyorduk” derler. Kendilerine şöyle denilir: “Hayır, hayır! Şüphesiz Allah, sizin neler yaptığınızı çok iyi bilmektedir.”

29. “Haydi, içinde ebedî kalmak üzere girin bakalım cehennemin kapılarından içeri! Büyüklenip duranların kalacağı yer ne kötüdür!”


O gün Allah müşrikleri rezil rüsvâ edecektir. Cenâb-ı Hak: “Hani nerede o sizin uğrunda mü’minlere düşman kesildiğiniz sözde ortaklarım?” (Nahl 16/27) diye sorunca mahşer yerinde toplanan tüm insanlar ölüm sessizliği içine gireceklerdir. Kâfirlerin ve müşriklerin dili tutulacak; çünkü bu soruya verecek bir cevap bulamayacaklardır. Zira ortalıkta, zannettikleri gibi onlara yardım veya şefaat edecek hiçbir şey yoktur. Ancak kendilerine iman ve tevhid ilmi verilen peygamber ve mü’minler, görünen durumu te’yîden o günün kâfirler için çok kötü bir gün olacağını söyleyeceklerdir. Ömürlerinin sonuna kadar küfür, şirk ve türlü türlü günahlar içinde yüzen ve bu şekilde kendi kendilerine zulmederken canlarını veren bedbahtlar, âhiret gerçeğini ve cehennemin şiddetli azabını görünce her ne kadar “dünyada hiç günah işlemediklerini” söyleseler de, bu yalanları bir fayda sağlamayacak ve haksız yere büyüklenip duranların varacakları çok kötü bir yer olan cehenneme atılacaklardır.

Kişinin büyüklük taslaması üç şekilde olabilir:

Allah’a karşı: Bu kibirlerin en kötüsü ve çirkini olup kaynağı sırf cehâlettir.

Peygamberlere karşı: Bu nefsin şeref ve üstünlük iddiâ etmesi, diğer insanlar gibi bir beşer olan peygambere itâatten kendini yüksek görmesidir. Bu kıyâmet gününde ebedî azâba müstehak olma konusunda Allah’a karşı gösterilen büyüklük gibidir.

İnsanlara karşı: Bu kendisini üstün görüp başkasını hakir görmektir. İnsanlar onu kendilerine itâata çağırsalar onlara boyun eğmekten geri durur, onları bayağı ve küçük görüp onlarla eşit olmaktan çekinir. İşte bu da çok çirkin bir kibir çeşididir, sahibi de büyük bir câhildir. Her ne kadar önceki iki sınıfın altında ise de “Büyüklenip duranların kalacağı yer ne kötüdür!” (Nahl 16/29) âyetinin muhtevâsına dâhil olduğu için eğer tevbe etmezse büyük bir cezayı hak eder.

Böylesine kibre kapılmış kâfirlerin bu kötü sonlarına karşılık Allah huzurunda hiçlik elbisesine bürünmüş mü’minleri hem ölüm anlarında hem de âhiret âleminde büyük güzellikler beklemektedir:

30. Gönülleri Allah’a saygıyla dopdolu olup O’na karşı gelmekten sakınanlara: “Rabbiniz ne indiriyor?” diye sorulduğunda onlar: “Sadece iyilik ve güzellik indiriyor” derler. İyilik yapanlara bu dünya hayatında güzel bir mükâfat vardır. Âhiret yurdu ise onlar için daha hayırlıdır. Gönüllerinde besledikleri o derin saygıyla Allah’a karşı gelmekten sakınanların varacağı yurt gerçekten ne güzeldir!
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
31. O yurt Adn cennetleridir ki, oraya girerler, altından ırmaklar akar, orada onlar için diledikleri her şey vardır. Allah, takvâ sahiplerini işte böyle mükâfatlandırır.

32. Onlar ki, tertemiz bir hayat yaşarlarken melekler gelip incitmeden canlarını alırlar; bir taraftan da kendilerini: “Selam olsun size! Yaptığınız güzel amellere karşılık girin cennete!” diye müjdelerler.


Hac mevsiminde Mekke’ye gelen çevre bölgelerin sakinleri müşriklere, peygamber olduğunu duydukları Hz. Muhammed (s.a.s.) hakkında soru sorarlar, onlar da Efendimiz’le ilgili olarak: “O sihirbazdır, şairdir, kâhindir, mecnundur” gibi yaftalarda bulunurlardı. Müminlere de aynı soruyu sorarlar, onlar ise: “Allah ona iyiliği, güzelliği ve hidâyeti indirdi” derler ve bununla Kur’ân-ı Kerîm’i kastederlerdi. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XX, 20)

Gerçekten “hayır” yani iyilik ve güzellik olarak vasfedilmeye en layık nimet, Kur’ân-ı Kerîm’dir. Çünkü o bütün güzellikleri, feyiz ve bereketleri içinde toplamıştır. Tüm dinî ve dünyevî iyilikler, zahirî ve batınî güzellikler ondan neş’et etmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in getirdiği itikâdî, amelî ve ahlâkî hükümler istikâmetinde iyi bir kulluk yapanlara dünya hayatında bile iyilikler ve güzellikler lütfedilecektir. Onlar ilâhî yardıma nâil olacak, düşmanlarına karşı galip gelecek, can ve mallarını emniyet altına alacak, ganimet elde edecek ve daha nice maddî ve manevî güzelliklere erişeceklerdir. Âhiret yurdu ise onlar için dünyadan daha hayırlı olacaktır. Orada altlarından ırmaklar akan, içinde diledikleri her türlü nimet bulunan Adn cennetlerinde kalacaklardır. Hatta Allah Teâlâ’nın onlara bahşedeceği uhrevî nimetler henüz ruhlarını teslim ederken başlayacaktır. Melekler bir taraftan onların ruhlarını çok hoş ve güzel bir şekilde:

Şirkten temizlenmiş ve arınmışlar olarak,

Sâlih kimseler olarak,

Söz ve fiilleri temiz olarak,

Allah’ın ihsan edeceği mükâfatlara güvenerek, gönülleri hoş olarak,

Allah’a kalp huzuru ve gönül hoşluğuyla yönelerek,

Vefatları güzel, kolay, zorluksuz ve acısız olarak alırken, bir taraftan da korkmamaları ve üzülmemeleri için onlara selam verecekler ve onları, yaptıkları sâlih amelleri sebebiyle cennetle müjdeleyeceklerdir. (bk. Fussılet 41/30-32) Yani onların âhiret yolculukları meleklerin rahmet kanatları altında, emniyet ve selâmet içinde başlayacak, sonsuza dek o şekilde nimetler, güzellikler içinde devam edecektir.

Şimdi, gerçeği tüm berraklığıyla gözler önüne seren bunca deliller ortada dururken, artık inkârcıların tevbe edip ebedi mutluluğa erişmek için daha ne diye beklediklerini sormak gerekir:

33. O inkârcılar, illâ kendilerine meleklerin gelmesini veya Rabbinin azab emrinin gelip çatmasını mı bekliyorlar? Daha önceki kâfirler de böyle yapmışlardı. Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar kendilerine zulmedip duruyorlardı.

34. Sonunda yaptıkları kötülüklerin cezası başlarına geldi ve sürekli alay edip durdukları gerçek onları dört bir yandan kuşatıverdi.


Hitap kâfirleredir. O kâfirler, hak dine inanıp gereğince amel etmediklerine göre, ya meleklerin gelip, küfür, şirk ve günahlar içinde kendilerine zulmederlerken canlarını almalarını veya Allah’ın emrinin gelmesini beklemektedirler. “Allah’ın emri”nden maksat ise;

Bedir gününde olduğu gibi öldürülmek,
Depremle yerin dibine geçirilmek,
Firavun gibi suda boğulmak,
Üzerlerine azap kamçısının inmesi veya taş yağmurunun yağdırılması gibi suçluları cezalandırma emridir.

Cezayı hak edenler, haksızlık yapan kulların kendileridir. Peygamberle alay etmeleri ve günah işlemeleri sebebiyle bu şekilde cezalandırılırlar. Yoksa Allah Teâlâ kimseye haksızlık yapmaz. Dolayısıyla müşriklerin, kendilerini haklı çıkarmak üzere suçu Allah’a atma çabalarının hiçbir haklı gerekçesi olamaz:

35. Allah’a ortak koşanlar şöyle dediler: “Eğer Allah dileseydi, biz de, atalarımız da O’ndan başka hiçbir şeye ilâh diye tapmaz ve O’nun emri olmadan hiçbir şeyi kendimize haram kılmazdık.” Daha önceki müşrikler de tıpkı böyle yapmışlardı. Bu durumda peygamberlere düşen vazîfe, apaçık tebliğden başka ne olabilir?

Müşrikler bu sözlerini alay olsun diye söylemişlerdir. Eğer onlar bunu inanarak söylemiş olsalardı, elbette mü’min olurlardı. Gerçekten de müşrikler bu sözleriyle kendilerinin doğru yolda olduklarını; yaptıklarının Allah’ın dilemesine uygun olduğunu; eğer Allah ortak koşmalarına, bir kısım şeyleri kafalarına göre haram kılmalarına razı olmasa bunları yapamayacaklarını ileri sürüyorlardı. Böylece kendilerini sorumluluktan kurtarmaya çalışıyorlardı. Halbuki Allah, gönderdiği peygamberler vasıtasıyla insanlara gerçeği bildirmiş ve onları bu gerçeği kabul veya reddetmek arasında serbest bırakmıştır. Kul düşünür, bir işi tercih eder. Allah kulunun tercih kabiliyetini herhangi bir yöne zorlamaz. Kulun yapmak istediğini Allah da diler, ona müsaade eder.

Böylece iş, kulun tercihi ve Allah’ın yaratmasıyla meydana gelmiş olur. Fakat Allah, her şey sonuçta O’nun müsaade buyurması ve yaratmasıyla meydana gelse de, kulun yaptığı bir kısım işlerden razı olmakta, bir kısmından ise razı olmamaktadır. Mesela inkârı da yaratan Allah olmakla birlikte, “Allah, kullarının inkârına râzı olmaz” (Zümer 39/7) buyurur. Çünkü inkâr, Allah’ın “yapınız” diye bildirdiği emirlerine aykırıdır. Onda kulun hem kendisine hem de başkalarına zarar vardır. O halde hiç kimse, günahını Allah’a havale etmeye çalışarak sorumluluktan kurtulamaz; mutlaka cezasını görür. Bu sebeple kurtuluş için, Allah’ı kendimize göre değil, kendimizi Allah’a göre ayarlamak ve kayıtsız şartsız O’nun kulluğuna teslim olmak gerekir. O’na kul olmanın yollarını da peygamberler açıkça tebliğ etmişlerdir:

36. Doğrusu biz her ümmete: “Allah’a kulluk edin ve insanları sahte tanrılara tapmaya zorlayan şeytânî güçlerden uzak durun” diye uyaran bir peygamber gönderdik. Allah onlardan bir kısmına doğru yolu nasip etti; bir kısmı da inkârları yüzünden doğru yoldan sapmayı hak etti. Öyleyse yeryüzünde dolaşın da dîni yalanlayanların akıbeti nasıl olmuş bir bakın!

37. Sen onların doğru yola gelmelerini ne kadar çok istesen de, Allah sapmalarına fırsat verdiği kimselere doğru yolu göstermez. Onlar için bir yardımcı da bulunmaz.


Hiç kimsenin, işlediği günahlar hakkında “Ne yapayım, Allah’ın dileği böyle!” diye özür beyân ederek kurtulma şansı yoktur. Çünkü Cenâb-ı Hak, her ümmete “Sadece kendisine kulluk yapılmasını ve insanları sahte tanrılara tapmaya zorlayan şeytânî güçlerden uzaklaşılmasını” tebliğ eden bir peygamber göndermiştir. Buna göre peygamberlerin vazifesi insanlara Allah’a ibâdeti emretmek, Allah’tan başka şeylere tapmaktan onları sakındırmak, onlara en doğru ibâdet şekillerini öğretmek ve bu yolla Allah’a vasıl olmalarını sağlamaktır. Bu yüzdendir ki Cenâb-ı Hak, peygamber göndermedikçe hiçbir kimseye azap etmeyeceğini haber vermiştir. (bk. İsrâ 17/15)

Kulluk; irademizi Rabbimize teslim etmek, O’nun razı olduğu işleri yapmak, razı olmadıklarından da kaçınmaktır. İbrâhim b. Edhem (r.h.) ile alakalı anlatılan şu kıssa Hakk’a kulluğun nasıl olması gerektiğini hem basit, hem de etkili bir üslupla öğretir.
Kıssaya göre İbrâhim b. Edhem bir köle satın aldı. Ona:

“–Ne yersin?” dedi. O da:

“–Bana ne yedirirsen onu yerim” diye cevap verdi. Tekrar ona:

“–Ne iş yaparsın?” diye sordu. O da:

“–Beni ne işte kullanırsan onu yaparım” şeklinde karşılık verdi. Yine:

“–Hangi şeyi yapmak istersin?” diye sorunca, kölenin cevabı şu oldu:

“–Efendisinin isteği yanında kölenin isteği nerede kalır!” Sonra İbrâhim b. Edhem kendi nefsine dedi ki:

“–Ey miskin! Şu kölenin sana teslîm olduğu gibi, sen ömründe bir saat bile Allah’a teslîm olmadın.”

Şunu belirtelim ki, Peygamber’in davetini duyan herkesin aslında kıssada anlatıldığı gibi Allah’a kulluğa yönelmesi beklenir. Fakat gerçek böyle değildir. Bu konuda ilâhî bir zorlama olmadığından herhangi bir ümmete bir peygamber geldiğinde onların hemen iki gruba ayrıldıkları görülür:

Daveti kabul edenler,

Daveti reddedip sapıklık yolunu tutanlar.

Halbuki yeryüzünde dolaşıp insanlık tarihine ibretle bakılacak olsa, bunlardan neyin doğru neyin yanlış, hangi yolun müstakîm hangi yolun eğri olduğu hakkında mühim ip uçları elde edilebilecektir. Peygamberlerin ve onlara karşı gelenlerin halleri bunun en güzel misalleridir. Mesela Hz. Mûsâ ve İsrâiloğulları kurtulurken Firavun ve kavmi Allah’ın azabına uğramıştır. Yine Hz. Sâlih, Hz. Hud, Hz. Nûh gibi peygamberler ve onlara iman edenler Allah’ın rahmetine ererken, onları reddedenler helak edilmişlerdir. O halde Hz. Muhammed (s.a.s.)’e karşı gelenler de, öncekilerde olduğu gibi kendilerine belli bir süre mühlet veriliyor olsa da, âkıbetlerinin nice olacağını düşünüp âhireti inkâr gibi bir musibetten kendilerini kurtarmalıdırlar:

38. Kâfirler: “Allah, ölen kimseyi bir daha diriltmez!” diye var güçleriyle yemin ediyorlar. Hayır, elbette diriltecek! Bu, O’nun gerçekleşmesini üzerine aldığı kesin bir sözüdür; fakat insanların çoğu bunu bilmez.

39. Diriltecek ki, hakkında anlaşmazlığa düştükleri gerçekleri onlara bütün açıklığıyla göstersin ve inkâr edenler de gerçekte birer yalancı olduklarını bilsinler.

40. Biz bir şeyin olmasını dilediğimiz zaman, ona sadece “Ol!” deriz, o da hemen oluverir.


Rivayet edildiğine göre bir müslümanın müşriklerden birinde alacağı vardı. Borcunu almak için adamın yanına vardı. Konuşurken söz arasında: “Ölümden sonra beni dirilteceğini ümid ettiğim zâta yemin ederim ki alacağım şu kadardır” dedi. Müşrik: “Sen öldükten sonra diriltileceğine mi inanıyorsun?” dedi. müslüman, “Evet” deyince müşrik, var gücüyle yemin ederek “Hiç kimse öldükten sonra tekrar dirilmez” dedi. İşte bunun üzerine 38. âyet nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 285)
Allah, ölüleri mutlaka diriltecektir. Burada bunun iki hikmetine işaret edilir:

Böylece Allah Teâlâ, kimin mü’min kimin kâfir, kimin haklı kimin haksız, kimin doğru yolda kimin eğri yolda olduğunu kendilerine gösterecektir. Sonuçta herkes durumunu kesin bir şekilde bilecektir.

Kâfirler de “âhiretin olmayacağı, Allah’ın ölenleri yeniden diriltmeyeceği” gibi sözlerinde yalancı olduklarını kesinlikle öğreneceklerdir.

Ölüleri diriltmek bakımından Allah için bir zorluk yoktur. Çünkü O, olmasını murat ettiği şeye sadece “Ol!” der, o da hemen oluverir. Yaratıklar için geçerli olan yorgunluk, bıkkınlık, acziyet, çaresizlik gibi noksan sıfatlar Cenâb-ı Hak için düşünülemez. O, noksan sıfatlardan pak ve uzak, tüm kemâl sıfatlarıyla muttasıf, ve mutlak kudret sahibi olan Allah Teâlâ’dır.

Bu bakımdan mü’minler Allah Teâlâ’ya sonsuz bir güven içinde zulme karşı mücadeleye devam edip, gerekirse bu uğurda tüm sevdiklerini fedâya ve İslâmı kolaylıkla yaşayabilecekleri daha uygun yerlere hicrete hazır olmalıdırlar. Nitekim İslâm’ın ilk yıllarında müslümanlar, kâfirlerin baskı ve işkenceleri yüzünden yurtlarını terk etmek mecburiyetinde kalmışlardı:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
41. Zulme maruz kaldıktan sonra Allah yolunda hicret edenleri dünyada mutlaka en güzel bir yere yerleştiririz. Âhirette verilecek mükâfat elbette çok daha büyüktür. Keşke bunu bilselerdi.

42. O muhâcirler, Allah yolunda başlarına gelene sabretmişler ve yalnızca Rablerine dayanıp güvenmişlerdir.


Âyetler ilk planda Resûlullah (s.a.s.) ve onun ashâbından bahsetmektedir. Mekke’de müşrikler onlara zulmettiler ve yurtlarını terk etmeye mecbur bıraktılar. Sonunda onlardan bir kısmı Habeşistan’a hicret etti. Daha sonra yüce Allah onları esas hicret yurtları olan Medine’ye yerleştirdi. Ensâr-ı kirâmı onlara kardeş ve yardımcı yaptı. Bununla birlikte âyet-i kerîme dini için zulme uğrayıp Allah yolunda hicret eden herkesi şumûlüne alır. Allah Teâlâ onları dünyada elbette en güzel bir yere yerleştirecek ve onları en güzel şekilde rızıklandırıp barındıracaktır. Düşmanlarına karşı onlara yardım edecektir. Onlar yepyeni ülkeler fethedecek ve oraların idâresine sahip olacaklardır. Öldükten sonra da geriden gelen nesiller arasında onlar övgüyle anılacaklar; izzet ve şerefleri zürriyetlerine intikal edecektir. Onlara verilecek âhiret mükâfatı ise şüphesiz daha büyük olacaktır. Bu güzel nimetlere ancak hak yolunda sabır ve Allah’a tevekkülle erilebilir. Zira Allah için yapılacak her türlü fedakârlığın temelinde bu iki mühim ahlâkî meziyet yer alır. Rivayete göre Hz. Ömer muhacirlere devletten maaşlarını ödediğinde: “Bu, Allah’ın size dünyada va‘dettiği mükâfattır. Âhirette sizin için sakladıkları ise elbette daha çoktur” der, sonra da onlara bu âyet-i kerîmeyi okurdu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XIV, 143)

Müşrikler, peygamberin insan olmasını akıllarına sığdıramıyor; “Eğer Allah peygamber göndermek isteseydi, katındaki meleklerden birini gönderirdi” diyorlardı. Gelen âyetler, onların bu tür yanlış anlayışlarını düzeltmektedir:

43. Senden önce gönderdiğimiz peygamberler de, kendilerine vahyettiğimiz bir kısım adamlardan başkası değildi. Eğer bilmiyorsanız bilenlere sorun.

44. O peygamberleri apaçık delillerle ve kitaplarla gönderdik. Sana da, hikmet ve öğüt dolu bu Kur’an’ı indirdik ki, kendilerine indirilen gerçekleri insanlara apaçık bir şekilde anlatasın ve böylece onlar da Allah’ın âyetleri üzerinde sistemli bir şekilde düşünsünler.


Allah önceki peygamberleri de insanlar arasından göndermiştir. Onlara açık belgeler, deliller, mûcizeler vermiş, kitaplar indirmiştir. Aynı minval üzere Hz. Muhammed (s.a.s.)’i de ahir zaman ümmetine peygamber yapmış, ona Kur’ân-ı Kerîm’i lutfetmiş ve onu, inen ayetlerin mâna ve muhtevâsını insanlara açıklamakla vazifelendirmiştir. Onun vazifesi bununla sınırlıdır. Diğer insanların vazifesi ise, peygambere karşı gelmek değil, kendilerine tebliğ edilen âyetler üzerinde sistemli bir şekilde düşünerek gerçeği anlamaya çalışmaktır. Herkes üzerine düşen vazifeyi hakkıyla yerine getirdiğinde maksat hâsıl olacaktır.

Cenâb-ı Hakk’ın, bilgi almak üzere kendilerine müracaat edilmesini tavsiye buyurduğu “zikir ehli”, ister Ehl-i kitaptan ister müslümanlardan olsun sorulan sorulara tatmin edici cevap verebilecek sahasında mahir ilim sahibi kimselerdir. Burada başta dinî meseleler olmak üzere, bir mevzuda yeterli bilgiye sahip olmayanların o hususta ehliyetli olanlara sormaları gerektiği; bir konuda doğru ve yeterli bilgi sahibi olmadan bir fikir ileri sürmenin veya iş yapmanın yanlış olacağı vurgulanmaktadır.

Kur’ân-ı Kerîm, en doğru hayat tarzını öğreten bir kitap olmakla birlikte, yine de ondan yüz çevirip kötü planlar peşine düşenler olacaktır:

45. İslâm’ı engellemek için türlü türlü şer planları hazırlayanlar, Allah’ın kendilerini yerin dibine geçirmeyeceğinden veya kendilerini yok edecek azabın hiç beklemedikleri bir yerden tepelerine inmeyeceğinden emin midirler?

46. Yahut çalımlı çalımlı gezip dolaşırlarken Allah’ın kendilerini kıskıvrak yakalayıvermeyeceğinden emin midirler? Onlar, Allah’ın bunları yapmasına asla mâni olamazlar.

47. Yahut da Allah’ın kendilerini korkuta korkuta, eksilte eksilte, içten içe çürütüp yok edivermesinden emin midirler? Şunu bilin ki Rabbiniz, çok şefkatli ve çok merhametlidir.


Allah’ın dinine, peygamberine ve ona inananlara düşmanlık yapanlar, insanları Allah yolundan saptırmak için şer planları hazırlayanlar başlarına gelecek şu tehlikelerle tehdit edilmektedirler:

Allah’ın, Karun ve avânelerine yaptığı gibi, onları yerin dibine geçirmesi. Nitekim Karun hakkında: “Biz Kârun’u da, evini barkını da yerin dibine geçiriverdik.” (Kasas 28/81) buyrulur. İnsan hiç olmasa şu turnanın halinden ibret almalıdır: Turna, iki ayağı ile değil tek ayağıyla yere basar. Diğer ayağı üzerine de basacak olsa yerin kendisini batırmasından korktuğu için onun üzerine dayanmaz. Kuş bile yere batmaktan emin olmayınca gaflet içinde yeryüzünde yürüyen akıl sahibi insanın daha dikkatli olması gerekir.

Tam bir gaflet içinde bulunurlarken, beklemedikleri ve ummadıkları bir yerden azabın başlarına gelmesi. Uyku ve istirahat hali buna misaldir. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur: “Geceleyin uyurlarken veya gündüz vakti dinlenirlerken azabımız ansızın başlarına çöküverdi.” (A‘râf 7/4)

Onlar yeryüzünde gezip dolaşırlarken, ticâret yaparlarken ve dünya işleriyle uğraşırlarken azabın onları yakalayıvermesi. Şu âyetler ne kadar uyarı ve tehdit yüklüdür: “Anlaşılan onlar, dünyevî meseleler veya şahsî menfaatleri üzerinde birbirleriyle çekişip dururlarken kendilerini apansız ve kıskıvrak yakalayacak olan korkunç bir çığlıktan başka bir şey beklemiyorlar. O çığlık geldiği zaman ise, artık ne bir vasiyet yapmaya fırsat bulabilirler, ne de ailelerinin yanına dönebilirler.” (Yâsîn 36/49-50)

Allah’ın onları korkuta korkuta, eksilte eksilte, zamana yayarak, içten içe çürüterek helâke sürüklemesi.

Bu ilâhî ikaz ve tehditlerden maksat, din düşmanlığı yapanları iyilik yapmaya yönlendirmek; Allah’ın fırsat tanımasının hiç azap etmeyeceği mânasına gelmediğini bildirmektir. Yoksa O’nun azabı geldiği zaman kimse ona mâni olamaz. Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Allah zâlime mühlet verir. Onu bir de yakaladı mı bırakmaz.” (Buhârî, Tefsir 11/5; Müslim, Bir 62) Yâni ona zaman tanır, ömrünü uzatır; böylece onun zulmü çoğalır, sonra onu şiddetli bir şekilde yakalayıverir. Yakaladığında da artık onu bırakmaz. Kimse de onu Allah’ın elinden kurtaramaz. Bu hususa temas eden âyet-i kerîmelerde de şöyle buyrulur:

“Rabbin gerçekten çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir. Eğer kazandıkları günahlar yüzünden insanları hemen cezalandıracak olsaydı, hiç beklemez onlara azabı derhal gönderiverirdi. Fakat onlar için azabın geleceği belirli bir vakit vardır ki o vakit geldiğinde, ondan kaçıp sığınacak hiçbir yer bulamazlar.” (Kehf 18/58)

“Eğer Allah insanları yaptıkları günahlar yüzünden hemen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde tek bir canlı bile bırakmazdı. Fakat Allah belirlenmiş bir vakte kadar onlara süre tanıyor. Vâdeleri dolunca gerekeni yapacaktır. Allah, kullarını hakkiyle görmektedir.” (Fâtır 35/45)

Halbuki inkâr dehlizlerinde dolaşan bu gâfiller, kendilerini kuşatan varlık âlemine bir bakacak olsalar, tüm varlığın Allah’ın kudretine boyun eğdiğini, O’nun sonsuz ilim, hikmet ve kudretini haykırdığını göreceklerdir:

48. Onlar, Allah’ın yarattığı şeylere dikkatle bakmıyorlar mı? Onların gölgeleri, Allah’ın iradesine bütünüyle boyun eğerek, sağdan soldan sürünüp, Allah için saygı ve tâzimle nasıl yerlere kapanmaktadır?

49. Göklerde ve yerde bulunan bütün canlılar ve melekler, hiçbir büyüklenme duygusuna kapılmaksızın Allah’a secde ederler.

50. Onlar, üzerlerinde mutlak hâkimiyet sahibi olan Rablerinden korkarlar ve kendilerine ne emredilirse onu yaparlar.


Burada bahsedilen secdeden maksat, “ızdırârî secde” yani isteğe bağlı olmaksızın kayıtsız şartsız boyun eğmektir. Ağaç, dağ, tepe gibi gölgesi bulunan şeylerin gölgeleri bile Allah’ın emrine uymuşlar ve ona boyun eğmişlerdir. Zira gölge, sahibinin değil, yüce Allah’ın takdiriyle ışığın geliş noktası istikâmetinde düşer ve onun dönüşlerini takip eder. Dolayısıyla eşyada olduğu gibi, onların gölgelerinde de hâkimiyet ve tasarruf sadece Allah’ındır. Onlar, yere serilip bir sağa bir sola sürünürlerken bile sahiplerine değil, Allah’a secde eder ve Yüce Allah’ın birliğini ilan ederler. Bunlarla birlikte göklerde ve yeryüzünde hareket eden bütün varlıklar ve bütün melekler de ancak Allah’a secde ederler. O’nun emrine boyun eğerler. Büyüklenip Allah’a secde ve ibâdet etmekten uzak durmazlar. Üzerlerinde tam bir hâkimiyet ve tasarrufa sahip olan Rablerinden korkarlar. Gerek ibâdet, gerekse kâinatın düzeniyle ilgili olarak kendilerine emredilen vazifeleri yaparlar. Dolayısıyla bunların hiçbirinin ilâhlıkta Allah’a ortak olması mümkün değildir.

Şeyh Sâdî anlatıyor:

“Bir gece bir kervanla sabaha kadar yol gittik. Sabaha doğru küçük bir orman kenarında uyuduk. İçimizde Allah Teâlâ’ya sevgi ve bağlılığından dolayı cezbeye tutulmuş, kendinden geçmiş biri vardı. Seher vakti bir nara atarak çöllere doğru gitti. Bir nefes bile durup dinlenmedi. Gündüz olunca bir ara kendisine, «Bu ne haldir?» diye sordum. Şöyle cevap verdi:

“- Kulak verdim, baktım ki bülbüller ağaçta, keklikler dağda ötüyorlar. Kurbağalar suda, canavarlar ormanda bağrışıp duruyorlar. Baktım, düşündüm. Onlar böylece Allah’ı anarken benim uyumam ve susmam yakışıksız bir hareket olur. Bu benim için tam mânasıyla bir gaflet demektir. İşte bu sebeple ben de uyumadım, feryat ettim.”

Şâir der ki:

“Dün gece bir kuş sabaha kadar inledi durdu. Onun bu inleyişi benim aklımı, fikrimi, sabrımı aldı, alt üst etti. Onun için kendimden geçerek bir çığlık kopardım. Benim samimi dostlarımdan biri meğerse çığlığımı işitmiş. Dedi ki:

“- Bir kuş sesinin sana bu kadar tesir edeceğine inanmazdım.”

Şu cevabı verdim:

“- Kuşlar Allah’ı ansınlar da ben susayım; bu insanlık değildir.” (Sâdî Şirâzî, Gülistan, s. 82)
Kuşun bu terennümünü dile getiren şu mısralar ne kadar güzel ve tesirlidir:

Hû kuşu dün gece inledi durdu
Hû diye hû diye hû diye diye
Dertli gönülleri yaktı, kavurdu
Hû diye hû diye hû diye diye

Bilmem ki nedendi, ne idi derdi
Hû idi dilinin değişmez virdi
Hû kuşu bu gece gönlüme girdi
Hû diye hû diye hû diye diye

Hep onu söylemek kolay mı dile
Yağ gerek sultanım köhne kandile
Hû kuşu yanarak uçtu menzile
Hû diye hû diye hû diye diye

Hâsılı canlı cansız her şey, hatta bunların gölgeleri dahi Allah’ın emrine uyarken insanın bunların dışına çıkması, yaratanına başkaldırması ve O’na ortak koşması doğru olur mu? Bu sebeple buyruluyor ki:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
51. Allah şöyle buyurdu: “İki ilâh edinmeyin. O, ancak bir tek ilâhtır. Öyleyse yalnız benden korkun!”

52. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Mutlak mânada itaat ve kulluk da her zaman ve yalnızca O’na aittir. Buna rağmen siz hâlâ Allah’tan başkasından mı korkuyorsunuz?


İki ilâh edinmenin yasaklanması, ikiden fazla ilâh edinmeyi öncelikle yasaklar. “O, ancak bir tek ilâhtır” beyânı da bunu pekiştirir. Allah tek olduğuna göre yalnız ve yalnız O’ndan korkmak gerekir. Göklerde ve yerde olan her şey O’na ait olduğuna; onları yaratan, hüküm ve tasarrufu altında bulunduran O olduğuna ve tüm kâinat zorunlu olarak O’na itaat ettiğine göre, insan da taat ve kulluğunu devamlı olarak ve yalnızca O’na yapmalıdır. Sadece Allah’tan korkmalı, başkasından korkmamalıdır.

Şunu unutmayın ki:

53. Hem nimet nâmına sizde ne varsa hepsi Allah’tandır. Kaldı ki, size bir sıkıntı dokunduğunda da yalnız O’na yalvarır yakarırsınız.

54. Sonra Allah, sizden o sıkıntıyı giderir gidermez içinizden bazıları hemen Rablerine ortak koşmaya kalkışırlar.

55. Böyle yaparak, kendilerine verdiğimiz onca nimetlere nankörlük ederler. Ey nankör kâfirler! Şimdilik dünyanın sefasını sürün bakalım; nasıl olsa yakında başınıza neler geleceğini öğreneceksiniz.


Allah Teâlâ bizi sadece yaratıp kendi halimize bırakmamış, pek çok nimetler vermiştir. Bizde nimet nâmına ne varsa hepsi Allah’tandır. Üstelik bir sıkıntıya uğradığımızda hemen tazarru ve feryat ile yalnızca O’na yalvarır, sıkıntımızı gidermesini isteriz. Aslında bu hal, kalplerimizde yerleşen tevhid inancının bir ispatı ve ciddi bir göstergesidir. Edinilen sahte ilâhlar tarafından baskı altında tutulan tevhid endeksli tabiatımız, sıkıntı zamanlarında elimizde olmadan yüzeye çıkmakta ve gerçek Rabbine yalvarmaktadır. Fakat Allah o sıkıntıyı giderdiği zaman, ne gariptir ki bir kısım insanlar hemen eski hallerine dönüp Yüce Allah’a ortak koşarlar. Bu, O’nun verdiği bunca nimetlere ve yaptığı bunca ihsanlara karşı düpedüz nankörlükten başka bir şey değildir. Bu şekilde nankörlük yapanlar, dünyada bir süre yiyip içip eğlenseler, kısa bir müddet sefa sürseler de, âhirette büyük bir hüsrana uğrayacaklardır.

Şimdi de, tevhid inancından mahrum müşriklerin içine yuvarlandıkları örümcek ağı gibi karmaşık düşünce yapıları ve bir takım yanlış örf, adet ve uygulamaları sözkonusu edilerek bunlardan sakınılması istenmektedir:

56. Müşrikler, kendilerine verdiğimiz rızıklardan gerçek yüzlerini bilmedikleri şeylere de bir pay ayırıyorlar. Allah’a yemin olsun ki, uydurduğunuz bu yalan ve iftiranın hesabını mutlaka vereceksiniz!

Müşrikler hayvanlarının ve zıraat ürünlerinin bir kısmını putlarına ayırır ve bunları tapınak hizmetlerinde kullanırlardı. Yine putları için kurbanlar keserlerdi. Âyet-i kerîme onların bu yanlış âdetlerine dikkat çeker. (bk. En‘âm 6/136) Ayrıca âyet, Allah’tan başka otoritelere, Allah’ın kendilerine ihsan ettiği rızıklarla ilgili olarak helâli haram, haramı da helâl kılma yetkisi tanımalarına, yine onlarda ilâhî bir güç vehmedip onlara yaratıcılık ve hayatlarını düzenleme yetkisi vermelerine işaret etmektedir.

Müşrikler, kız çocuklarıyla ilgili fevkalade çarpık ve tehlikeli düşüncelere sahiptiler:

57. Bir de onlar kızları Allah’a yakıştırıyorlar; hâşâ Allah böyle şeylerden ve tüm noksanlıklardan yücedir; çok sevdikleri erkek çocukları ise kendilerine malediyorlar.

58. O kadar ki, onlardan birine bir kız çocuğunun dünyaya geldiği müjdelense üzüntüden yüzü simsiyah kesilir, içi öfkeyle dolar.

59. Kendisine verilen müjdenin güya kötülüğü yüzünden halktan gizlenir, köşe bucak kaçar. Şimdi ne yapsın: Böyle alçaltıcı bir duruma rağmen o bîçareyi yanında mı tutsun, yoksa toprağa mı gömsün? Şuna bakın, ne kötü hüküm veriyorlar!


Bir kısım Arap kabileleri meleklerin Allah’ın kızları olduğunu söylerdi. Kur’ân-ı Kerîm, zaman zaman onların bu yanlış düşüncelerine temas eder ve böyle bir şeyin asla mümkün olamayacağını, Allah Teâlâ’nın bu tür noksanlıklardan sonsuz derecede temiz ve yüce olduğunu beyân eder. (bk. Saffât 37/149-153; Zuhruf 43/19)

Diğer taraftan cahiliye Arapları kız çocukla erkek çocuk arasında ayırıp yaparlardı. Erkek çocukları beğenip onları kendi öz evlatları sayarlarken, kız çocuklarından hoşlanmaz, onları kötü görür ve başlarından atarcasına onları Allah’a nispet ederlerdi. Erkek çocukları olduğu zaman sevinir, göğüslerini gere gere dolaşır; kız çocukları doğduğu zaman ise nereye kaçıp gizleneceklerini bilemez, üzülür, öfkelenir, yüzleri simsiyah kesilir ve ne yapacaklarını şaşırırlardı. Böyle alçaltıcı bir duruma katlanmakla, o kız çocuğunu toprağa gömmek arasında kararsız kalır, bocalayıp dururlardı. (bk. İsrâ 17/31; Tekvîr 81/8-9)
Onların kız çocuğu istememelerinin iki mühim sebebi vardı:

Maişet darlığı, geçim sıkıntısı,

Namus meselesi. Çünkü Araplar arasında ardı arkası kesilmeyen savaşlar olur, savaşlarda kadınlar kızlar esir alınır, cariye olarak alınıp satılırlardı. Bu durum, namusuna çok düşkün olan bir Arap için son derece onur kırıcıydı.

İslâm, bu cahiliye âdetini kaldırıp erkekle kız çocuğu eşit seviyede tutmuş, hatta kız çocuklarının yetiştirilmesine ayrı bir önem vermiştir. Hz. Aişe şöyle anlatıyor:

“Beraberinde iki kız çocuğu bulunan bir kadın yanıma geldi. Benden bir şeyler istedi. Yanımda bir tek hurmadan başka bir şey yoktu. Ona bu hurmayı verdim. O kadın da hurmayı alarak iki kız çocuğu arasında paylaştırdı, kendisi de ondan hiçbir şey yemedi. Sonra kızları ile birlikte çıkıp gitti. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) yanıma girince ona kadının durumunu anlattım. Efendimiz şöyle buyurdu: «Her kim bir ve daha fazla kız çocuğuyla imtihan olunur da onlara iyilikte bulunursa o kız çocukları onun için cehennem ateşine karşı bir perde teşkil eder.»” (Buhârî, Edeb 18; Müslim, Birr 147)

Hadis-i şerifte kız çocuklarının bir imtihan vesilesi olduğuna işaret edilmekte; onlara karşı sabırla hareket edip iyilikte bulunmanın ve güzel davranmanın, ateşten koruyucu bir kalkan olduğu haber verilmektedir.

Resûlullah (s.a.s.): “Her kim büluğ çağına erişinceye kadar iki kız çocuğuna bakacak olursa kıyamet gününde benimle şu halde olur” buyurarak parmaklarını birbirine bitiştirmiştir. (Müslim, Birr 148)

İşte İslâm, bunun gibi olumlu ve yapıcı telkinlerle kız çocuklarıyla ilgili cahiliye toplumunda oluşan yanlış düşünce ve adetleri ortadan kaldırmaya çalışmıştır. Ama yine de bâtıl inançlarında inatla devam edenler vardır. Asıl sebep âhirete imanın olmayışıdır:

60. Âhirete inanmayanların işte böylesine kötülükte örnek olacak sıfatları vardır. En güzel sıfatlar ise Allah’a aittir. O, kudreti dâimâ üstün gelen, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olandır.

Âhirete inanmayanlara ait olan kötü sıfatlardan bir kısmı şunlardır:

Allah Teâlâ’yı eş ve çocuk sahibi olmakla vasfetmeleri,

Çocuklar arasında ayırım yapıp erkek çocukları değerli, kız çocuklarını ise değersiz görmeleri,

Sahip oldukları namus anlayışı ve geçim endişesiyle kız çocuklarının canına kıyacak kadar merhametsiz ve cimri olmaları,
Böylece büyük bir suç işlemiş olup ateşe müstehak olmaları.

Müşriklerin bu kötü niteliklerine karşılık Cenâb-ı Hakk’a ait olan yüce sıfatlar sayılmayacak kadar çok olmakla birlikte burada şunlar söz konusu edilebilir:

Vâcibü’l-vucûd yani varlığının kendinden olması, başka hiçbir şeye muhtaç olmaması,
Yaratıcı, rızık verici, sonsuz kudret sahibi olması ve amellerin karşılığını verici olması,
Yaratıklara ait bütün noksan sıfatlardan sonsuz derecede temiz ve yüce olması.

Bu üstün vasıfların ötesinde Yüce Allah, kullarına karşı sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olup onların günahlarının cezasını hemen vermez, hatalardan dönüş için fırsat tanır:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
61. Eğer Allah insanları zulümleri sebebiyle hemen cezalandırsaydı, yerin üzerinde kıpırdayan hiçbir canlı varlık bırakmaz hepsini yok ederdi; fakat onları belli bir süreye kadar ertelemektedir. Süreleri dolduğu zaman artık onu ne bir an geciktirebilirler, ne de bir an öne alabilirler.

Önceki âyetlerde anlatılan fiil ve davranışların her biri Allah’a karşı isyan ve haksızlıktır. Bunları yapanlar cezayı hak ederler. Fakat Allah, yanlışlarından dönüp Rablerine yönelmeleri için onlara süre tanımakta, hemen helak etmemektedir. Tanınan bu süre içinde haksızlıktan ve baş kaldırmaktan vazgeçmezlerse mutlaka Allah’ın cezasına uğrayacaklardır.

Eğer Allah zulümleri sebebiyle insanları dünyada hemen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde bir tek canlı bırakmazdı. Demek zulüm, dehşetli felaketlere sebep olacak büyük bir günahtır. Mesela insanları cezalandırmak için verilen deprem, yangın, sel gibi afetlerde diğer canlılar da zarar görmekte, hepsi birden telef olmaktadır. İbn Mesud (r.a.) bu âyet-i kerîmeyi okuyarak şöyle demiştir: “Allah diğer yaratıkalrı günahkârların günahları sebebiyle sorgulayacak olsa, azap, yuvalarındaki kara böcekler dâhil olmak üzere bütün varlıkları kapsar. Gökten yağmur yağdırmaz, yerden bitki bitirmez, bunun sonucunda da bütün canlılar ölür giderdi. Fakat yüce Allah affetmekte ve lutufla muamele etmektedir. Nitekim bir başka âyet-i kerîmede: « Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizin kazandığı günahlar, ihmal ve kusurlar yüzündendir. Bununla beraber Allah, o günah ve kusurların pek çoğunu da affediyor» (Şûra 41/30) buyrulmaktadır.” (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XIV, 166; Kurtubî, el-Câmi‘, X, 120)

Azaba uğrayanlar arasında zulme sapmamış müminler de bulunduğu halde yüce Allah nasıl olur da herkesi helak eder, diye bir sual sorulabilir. Bu suale şöyle cevap vermek mümkündür: Allah zalimi intikam alıp cezalandırmak üzere helak eder; müminin helâkına karşılık ise ona âhirette sevap ve mükâfat verir. Nitekim böyle bir soru üzerine Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

“Allah bir kavme azap etmeyi murad edecek olursa, azap aralarında bulunan iyi, kötü herkese isabet eder, sonra da herkes niyetine göre diriltilir.” (Buhârî, Fiten 19; Müslim, Cennet 84)

Sonuç itibariyle:

62. Onlar hoşlanmadıkları şeyleri Allah’a yakıştırıyorlar; dilleri de durmadan, en güzel mükâfatın kendilerini beklediği yalanını uyduruyor. Oysa hiç şüphesiz, onları bekleyen ateştir, hem de, oraya sürüklenenlerin en önünde olacaklardır.

Burada müşriklerin üç kademe halinde hata ve yanılgı içinde oldukları beyân edilir:
Allah’a çocuk isnat etmeleri,

Tamamen yanlış olmakla birlikte, kanaatlerine göre değerli gördükleri erkek çocukları kendilerine nispet edip, daha aşağı ve değersiz gördükleri kız çocukları Allah’a nispet etmeleri,

Affedilmez bir günah olan şirk içinde yüzdükleri halde, şâyet vuku bulacaksa, âhirette en güzel âkıbetin, cennet ve mutluluğun kendilerine ait olacağını söylemeleri.

Nitekim onların bu düşünceleri bir başka âyet-i kerîmede şöyle dile getirilir: “Kıyâmetin kopacağını da sanmıyorum. Ama olur da Peygamber’in haber verdiği gibi kıyamette Rabbimin huzuruna çıkarılacak olsam bile, mutlaka O’nun yanında benim için bundan daha güzeli vardır” (Fussilet 41/50) Halbuki bu düşünce, tam anlamıyla bir yalan ve aldatmacadır. Kendilerini yalan yere aldatmaktan başka bir şeye yaramayacaktır. Yarın Allah’ın huzuruna varınca “güzel âkıbet” yerine “pek fenâ bir âkıbet”le karşılaşacaklardır. Nasipleri ateş olacak, oraya en önde girenlerden olacaklar, orada unutulup bırakılacaklar ve bir daha oradan çıkmaları mümkün olmayacaktır.

İşte, ilâhî hükümleri hayatın dışına ittikleri halde haktan ve hukuktan bahseden kâfirlerin gerçek yüzleri ve feci sonları böyledir. Nitekim önceden gelip geçen inkârcı toplumların durumu da böyleydi:

63. Allah’a yemin olsun ki, senden önceki ümmetlere de peygamberler gönderdik. Fakat şeytan onlara yaptıkları bâtıl amelleri süslü gösterdi de gerçeği kabule yanaşmadılar. İşte geçmişte olduğu gibi bu gün de onların dostu şeytandır ve onlar için pek acıklı bir azap vardır.

64. Biz sana bu kitabı, ancak hakkında anlaşmazlığa düştükleri hususlarda onlara gerçeği bütün açıklığıyla anlatasın diye, bir de iman edecek bir toplum için doğru yolu gösteren bir rehber ve rahmet kaynağı olsun diye indiriyoruz.


Bir taraftan Resûlullah (s.a.s.), kavminin cahillikleri sebebiyle gönlüne ulaşan gam ve kederlere karşı teselli edilir. Diğer taraftan ise Kur’ân-ı Kerîm’in indiriliş gayesine dikkat çekilerek Efendimiz (s.a.s.)’e vazifesini yerine getirip ötesini Allah’a bırakması için tavsiyede bulunulur.

Kur’an’ın Peygamberimiz (s.a.s.)’e indirilmesinin pek çok hikmetlerinden ikisi şudur:

İster Ehl-i kitap, ister müşrikler olsun umûmen müslümanlar haricindeki kimselerin tevhid, şirk, kader, kıyametin varlığı, yokluğu, bir kısım haramlar ve helâller hususunda anlaşmazlığa düştükleri şeyleri açıklığa kavuşturmak; onlara doğru olan hükümleri bildirmek.

İman edenlere bir hidâyet ve rahmet kaynağı olması. Mü’minler, Kur’ân-ı Kerîm’in verdiği bilgilerle Allah’ın razı olacağı doğru yolu öğrenir ve o yolda yürüyerek ilâhî rahmete nâil olurlar.

Nitekim Kur’an’ın ruhlara hayat vermesi, bulutlardan yağan yağmurla ölü toprağın dirilmesine benzer:

65. Allah, gökten su indirir de onunla ölümünden, kuruyup katılaştıktan sonra yeryüzünü diriltir. Elbette bunda gerçeğe kulak verecek bir toplum için açık bir işaret ve mühim bir ders vardır.

Gökten yağmurun indirilip onunla ölümünden sonra yerin diriltilmesinde, Allah’ın birliğine ve öldükten sonra dirilişe apaçık bir delil vardır. Zira bunları yapmaya kudreti yeten Allah, elbette ölüleri diriltmeye de kadirdir. Suyun inmesi ve onunla arzın dirilmesine “görmek ve düşünmek” daha uygun olmasına rağmen burada “dinleme”nin seçilmesinde önemli bir nükte vardır. O da zikredilen suyun Kur’an’ı temsil etmesine, suyla ölü toprağın dirilişinin de Kur’an’la ölü kalplerin dirilişine işaret etmiş olmasıdır. Kur’an’a uygun olan ise “görmek” değil, “dinlemek”tir.

Sağmal hayvanlar ve onların bize ikram ettiği süt, Allah’ın ne büyük bir kudret nişanesidir:

66. Gerçek şu ki, sağmal hayvanlarda da sizin için büyük bir ibret bulunmaktadır. Nitekim, onların karınlarında fışkı ile kan arasından çıkardığımız, içenlerin boğazından kolayca geçen, lekelerden arınmış temiz bir sütle sizi besliyoruz.

Hizmetimize sunulan sağmal hayvanlarda, özellikle onlarda hayatımız için mühim bir besin kaynağı olan sütün oluşumunda Allah’ın varlığını, birliğini, ilim, hikmet ve kudretini gösteren büyük bir ibret bulunmaktadır. Hayvanın memesinden bembeyaz, tertemiz, dupduru çıkan sütün durumu ne kadar dikkat çekicidir. Halbuki süt hayvanın karnında kana ve fışkıya ayrılan gıdadan yaratılır. Yahut barsaklardaki fışkı ile damarlardaki kan arasında yaratılır. Yani bir tarafta fışkı diğer tarafta kan varken, özellikleri bunlardan tamamen ayrı, lekesiz, tertemiz, lezzetli, içenlere faydalı süt yaratması, süte fışkının ve kanın karışmaması, Allah’ın hikmet ve kudretinin işaretidir. İşte bunu yaratan Allah birdir; kulluğa ve şükredilmeye en layık olan O’dur.

Bitkilerdeki ilâhî kudret ve rahmet tecellilerine bakmak gerekirse:

67. Hurma ağaçlarının ve üzüm asmalarının meyvelerinden hem sarhoşluk veren bir içki hem de güzel bir rızık elde edersiniz. Şüphesiz ki bunda aklını kullanan bir toplum için kesin bir delil vardır.

İnsanlar hurma ve üzüm meyvelerinden iki türlü ürün elde ederler. Birincisi sarhoşluk verici şeylerdir. Nitekim bu meyvelerin şırası bekletilince mayalanır ve alkole dönüşür. İkincisi ise “güzel rızık” olarak ifade edilen sirke, pekmez ve çeşitli faydalı yiyecek ve içeceklerdir. Bunlardan temiz ve sağlığa uygun rızık edinmek ile zevk verip onu sarhoş edecek içkiyi içmek arasındaki tercih, âyetin indiği o dönem itibariyle, insana bırakılmıştır. Fakat bu, aynı zamanda alkollü içkilerin daha sonra haram kılınacağına dair ciddi bir işaret olmuştur. Çünkü bu âyetin bir önceki âyetle irtibatı düşünülürse, “sarhoşluk veren içki”, “fışkı ve kan”ın benzeri, “güzel rızık” da “süt”ün benzeridir. İnsan aklı fışkı ve kanı yemekten tiksindiği gibi, sarhoşluk veren içkileri içmekten de tiksinmelidir.

Şimdi ise dikkatler, büyük bir kudret tecelligâhı olan bal arısının hayranlık veren durumuna çevrilir:

68. Rabbin bal arısına şöyle vahyetti: “Dağlarda, ağaçlarda ve insanların kurdukları çardaklarda kendine göz göz kovan edin.”

Allah Teâlâ, peygamberlere ilâhî tâlimatlarını vahyedip buna göre davranmalarını ve bunu insanlara tebliğ etmelerini istediği, peygamberlerin de Allah’ın bu emrine itirazsız, kayıtsız ve şartsız itaat ettikleri gibi, yarattığı varlıklara da kâinattaki nizam açısından üzerine düşen vazifelerini yapmalarını o şekilde vahyetmiştir. Burada haber verilen, Cenâb-ı Hakk’ın bal arısına vahyetmesidir. Öyle bir vahiy ki, Rabbi ne buyurursa tam bir itaat, tam bir inkıyat ve boyun eğişle onu emredildiği şekilde harfiyen tatbik eder. Öncelikle dağlarda, ağaçlarda ve insanların yaptıkları çardaklarda, kovanlarda bal yapacağı gözeleri inşa eder. Dikkat çeken husus şudur: Arı bal yapacağı kovanını eşit kenarlı altıgen gözcükler şeklinde yapar. Birbirine eşit bu gözcükler o kadar mükemmeldir ki, insanın bunu cetvelsiz, pergelsiz yapması mümkün değildir. Şayet bu gözeler altıgen değil de üçgen, beşgen, yedigen gibi başka geometrik biçimde olsaydı, gözcükler arasında işe yaramaz boşluklar kalacaktı. Sadece altıgen olduğunda gözcükler arasında hiç boşluk kalmamaktadır. İşte arı ilâhî ilim ve kudretin sevki ile en münâsip olanı tercih edip yapmaktadır.

Sonra arı yine Rabbinin emriyle her türlü çiçekli bitkilere ve ağaçlara konar, onların özünden yer. Sonra topladığı o çiçek özlerini getirir, kovanına bal olarak çıkarır. Arıların bal yapma işini yaparken kendi içlerinde çok ilginç bir sistemleri vardır. Bu sistemin bazı özellikleri tespit edilmiştir. Mesela; arılar arasında bir başkan vardır. Vücutça diğerlerinden iri olan başkan ötekilerine hükmeder. Uçarken ve konarken hepsi başkana tabi olurlar. Yine arılar yuvadan topluca giderler. Arı sahipleri arıları eski yuvalarına döndürmek için tanbur çalar, bağırır, çağırır, ilâhî söyler. Çıkarılan bu seslere, nağmelere uyarak arılar eski yuvalarına dönebilirler. Son araştırmalarda arıların genellikle güneşin konumundan istifade ile yönlerini ayarladıkları, ayrıca rüzgarın esiş istikâmeti ve dünyanın manyetik alanı gibi başka imkânlardan faydalandıkları tespit edilmiştir. Ayrıca arılar kovan üzerinde daire veya sekiz çizerek birbirlerine yol tarif eder, çiçeklerin bulundukları alanlar hakkında bilgi aktarır, bu bilgileri alan diğer arılar, bilmedikleri çiçek alanlarını kolaylıkla bulur, dönüşlerinde de “arı hattı” denilen en kestirme yolu kullanırlar.

Arının karnından çıkan bal kırmızı, beyaz, sarı, katı veya sıvı gibi muhtelif renk ve özelliklerde olur. Bu da daha çok arının yaşadığı bölgeye, topladığı çiçeklerin özelliklerine göre değişir. Bal insan sağlığına çok faydalı, şifalı bir besindir. Balın vücuda şifa olduğu tıbben de sabittir. Resûlullah (s.a.s.)’in bu yönde tavsiyelerinden biri şöyledir:

“Size şu iki şifa kaynağını tavsiye ederim: Bal ve Kur’an.” (İbn Mâce, Tıb 7)

Rivayete göre bir adam Peygamberimiz (s.a.s.)’e geldi ve: “Kardeşim ishal oldu” dedi. Allah Resûlü (s.a.s.): “Ona bal şerbeti içir” buyurdu. O da içirdi, fakat ishali daha da arttı. Bunun üzerine tekrar gelerek Efendimiz (s.a.s.)’e durumu anlattı. Resûlullah (s.a.s.) tekrar: “Ona bal şerbeti içir” buyurdu. O da ikinci defa içirdi, fakat yine hastalığı arttı. Tekrar gelerek: “Ya Rasûlallah! İçirdim, fakat fayda vermedi” dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.s.): “Git, ona bal şerbeti içir. Allah doğru söyledi. Fakat senin kardeşinin karnı yalan söyledi” buyurdu. O da bir kere daha içirdi. Allah şifa verdi ve iyileşti. Öyle ki, sanki bağından çözülmüştü. (Buhârî, Tıb 24; Müslim, Selâm 91)

Kaynaklarımızda anlatılan şu olay, dünya ve âhiret tüm dertlerimize şifa olması için Kur’an ve sünneti nasıl hassas bir kulakla dinleyip nasıl ince bir kalple idrake çalışmamız gerektiğini ortaya koyar:

Bir adam Hz. Ali’ye gelerek hafızasının zayıf olduğundan şikâyet etti. Ali (r.a.) ona “Hanımın var mı?” diye sorup, evet” cevabını alınca şu tavsiyede bulundu. “Hanımına söyle, sana mihrinden gönül rızâsıyla iki dirhem versin. Onunla süt ve bal al. Yağmur suyuyla şerbet yap. Aç karnına onu iç; umulur ki hıfzın kuvvetlenir.” Hz. Ali’nin bu sözü Hasan b. Fadl’a sorulunca, o bu reçetenin Allah Teâlâ’nın şu âyetlerinden alındığını söylemiştir: Su hakkında “Biz gökten bereketli bir su indirmekteyiz” (Kaf 50/9), süt hakkında “İçenlerin boğazından kolayca geçen, lekelerden arınmış temiz bir sütle sizi besliyoruz” (Nahl 16/66), bal hakkında “Onda insanlara şifa vardır” (Nahl 16/69), mihir hakkında da “Onu da gönül rahatlığı içinde afiyetle yiyin” (Nisâ 4/4) buyurmuştur. Dolayısıyla bereket, şifa, âfiyet, boğazdan kolayca geçme ve hâlis olma gibi vasıflar bir şeyde toplandığı zaman onun yararlı olmasında şaşılacak bir şey yoktur. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V, 65-66)

İmâm Muhammed b. Ali Tirmizî (k.s.) der ki: “Bal insanlar için şifa olmuştur. Çünkü arı, itâat ederek Allah’a boyun eğdi, kendi şehvetini terk ederek tatlı, acı, sevilen ve sevilmeyen bütün meyvelerden yedi. O, Allah’ın emrine boyun eğince yediklerinin hepsi Allah için oldu ve hastalıklar için şifa hâline geldi. İşte bunun gibi kul Allah’a itâatkâr olur ve nefsânî arzularını terk ederse sözü hasta kalplere şifa olur.”

İmam Kuşeyrî (r.h.) âyetle ilgili şu işârî izahı yapar: “Allah, kâinata koyduğu değişmez kanunlarından birini her değerli şeyi hakir bir şeyde gizlemek sûretiyle icrâ eder. Meselâ, ipeği hayvanların küçük ve zayıflarından olan ipek böceğine koymuştur. Balı, uçan hayvanların en zayıfı olan arıda; inciyi, deniz hayvanlarının en vahşisi olan sedef denilen hayvanda yaratmıştır. Altın, gümüş ve firuzeyi taşa koymuştur. İşte bunun gibi mârifet ve muhabbeti de mü’minlerin kalbine yerleştirmiştir.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, II, 163)

Bu âyet-i kerîmelerden idrake yansıyan diğer işaretler şunlar olabilir: Yaratılan her canlının eşyadaki tasarrufu kendi tabîatından değil, ancak Allah’ın hikmet kanunu ve kadîm iradesi üzere ona öğretmesi ve ilhâmıyladır. Vahyin, diğer hayvanlar arasında sadece arıya ait kılınması, onun insana ve özellikle de kalben Allah’a ulaşma yolunda mesafe almaya çalışanlara benzemesi sebebiyledir. Bilindiği gibi halktan uzaklaşıp Sadece Allah’a yönelmek üzere dağlarda evler edinmek tasavvuf ehlinin âdetlerindendir. Nitekim Resûlullah (s.a.s.) de peygamberlikten önce Hira’ya çekilerek bir iki hafta, hatta bir ay ibâdet ve riyazatla meşgul olurdu. Yine onların hallerinden biri de yerlerinin, elbise ve yediklerinin temiz olmasıdır. Temizlik konusunda arı da böyledir. Karnındakini temiz taşın veya temiz bir odunun üzerine koyar ki çamur veya toprak ona dokunmasın. İnsanın sakındığı gibi o da pislenmekten kaçınarak pislikler üzerine konmaz.

Bedenin meyveleri sâlih amellerdir. Nefislerin meyveleri, riyâzatlar, mücâhedeler ve nefsanî arzulara karşı durmaktır. Kalblerin meyveleri dünyayı terk, âhireti taleb ve Mevlâya yönelmektir. Sırların meyveleri, etrafımızı kuşatan duyular ötesi âlemin perdelerini aralamaya çalışmak ve Allah’a yakın bir kul olmaya gayret göstermektir. İşte bütün bunlar ruhların gıdalarıdır. Allah Teâlâ arıya “Her türlü meyveden ye” buyurduğu gibi, hak yolunun yolcularına da benzerini: “Temiz ve helâl olan rızıklardan yiyin ve dâima sâlih ameller işleyin” (Mü’minûn 23/51) buyurmuştur. (bk. Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V, 65-67)

Yunanlı bir filozof talebelerine: “Peteklerindeki arılar gibi olun” diye tavsiyede bulunur. Talebeleri: “Arılar peteklerinde nasıl olur?” diye sorunca, şöyle cevap verir: “Arı, yanında tembel birini barındırmaz. Onu kovar ve petekten uzaklaştırır. Çünkü petek dardır, bal tükenir. Tembel değil dinç olan çalışır.”

Arıların esrarengiz yapı ve işlerinde olduğu gibi insanların doğumlarında, ölümlerinde ve sahip bulundukları imkânların farklı farklı oluşunda da nice ilâhî sırlar ve hikmetler vardır:

Firûze: Gök mavisi renginde kıymetli bir mâden.

Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Mü’min bal arısına benzer. Temiz olanı yer, temiz olan şeyler ortaya koyar, temiz yerlere konar ve konduğu yeri ne kırar ne de bozar.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 199; Hâkim, el-Müstedrek, I, 147)

Efendimiz (s.a.s.)’in bu beyânından hareketle İbn Ömer (r.a.) da arı ile mü’min arasında şu benzetmeyi yapmaktadır: “Mü’min arı gibidir, tatlı yer ve tatlı iş yapar. Onların benzerliği şu yöndendir: Arının mahâreti, anlayışı, zararının az, faydasının çok oluşu, pisliklerden uzak oluşu, yediğinin temiz ve hoş olması, başkasının kazandığından yememesi ve emîrine itâat edişidir. Arıyı işinden alıkoyan âfetler vardır. Bunlar da karanlık, havanın bulutlu olması, rüzgar, duman, su ve ateştir. Mü’min de böyledir: Onu da işinden bazı âfetler alıkoyar. Bunlar ise gaflet karanlığı, tereddüt ve şüphe bulutu, fitne rüzgârı, haram dumanı, taşkınlık suyu, keder ve üzüntü ateşidir.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V, 65-67)

69. “Sonra her türlü meyveden ye de, bal yapmak üzere Rabbinin sana takip etmen için belirlediği yolları tam bir inkıyatla tut!” Onların karınlarından çeşitli renklerde bir şerbet çıkar ki onda insanlara şifa vardır. Şüphesiz bunda, sistemli bir şekilde düşünen kimseler için kesin bir delil ve ibret vardır.

Allah Teâlâ, peygamberlere ilâhî tâlimatlarını vahyedip buna göre davranmalarını ve bunu insanlara tebliğ etmelerini istediği, peygamberlerin de Allah’ın bu emrine itirazsız, kayıtsız ve şartsız itaat ettikleri gibi, yarattığı varlıklara da kâinattaki nizam açısından üzerine düşen vazifelerini yapmalarını o şekilde vahyetmiştir. Burada haber verilen, Cenâb-ı Hakk’ın bal arısına vahyetmesidir. Öyle bir vahiy ki, Rabbi ne buyurursa tam bir itaat, tam bir inkıyat ve boyun eğişle onu emredildiği şekilde harfiyen tatbik eder. Öncelikle dağlarda, ağaçlarda ve insanların yaptıkları çardaklarda, kovanlarda bal yapacağı gözeleri inşa eder. Dikkat çeken husus şudur: Arı bal yapacağı kovanını eşit kenarlı altıgen gözcükler şeklinde yapar. Birbirine eşit bu gözcükler o kadar mükemmeldir ki, insanın bunu cetvelsiz, pergelsiz yapması mümkün değildir. Şayet bu gözeler altıgen değil de üçgen, beşgen, yedigen gibi başka geometrik biçimde olsaydı, gözcükler arasında işe yaramaz boşluklar kalacaktı. Sadece altıgen olduğunda gözcükler arasında hiç boşluk kalmamaktadır. İşte arı ilâhî ilim ve kudretin sevki ile en münâsip olanı tercih edip yapmaktadır.

Sonra arı yine Rabbinin emriyle her türlü çiçekli bitkilere ve ağaçlara konar, onların özünden yer. Sonra topladığı o çiçek özlerini getirir, kovanına bal olarak çıkarır. Arıların bal yapma işini yaparken kendi içlerinde çok ilginç bir sistemleri vardır. Bu sistemin bazı özellikleri tespit edilmiştir. Mesela; arılar arasında bir başkan vardır. Vücutça diğerlerinden iri olan başkan ötekilerine hükmeder. Uçarken ve konarken hepsi başkana tabi olurlar. Yine arılar yuvadan topluca giderler. Arı sahipleri arıları eski yuvalarına döndürmek için tanbur çalar, bağırır, çağırır, ilâhî söyler. Çıkarılan bu seslere, nağmelere uyarak arılar eski yuvalarına dönebilirler. Son araştırmalarda arıların genellikle güneşin konumundan istifade ile yönlerini ayarladıkları, ayrıca rüzgarın esiş istikâmeti ve dünyanın manyetik alanı gibi başka imkânlardan faydalandıkları tespit edilmiştir. Ayrıca arılar kovan üzerinde daire veya sekiz çizerek birbirlerine yol tarif eder, çiçeklerin bulundukları alanlar hakkında bilgi aktarır, bu bilgileri alan diğer arılar, bilmedikleri çiçek alanlarını kolaylıkla bulur, dönüşlerinde de “arı hattı” denilen en kestirme yolu kullanırlar.

Arının karnından çıkan bal kırmızı, beyaz, sarı, katı veya sıvı gibi muhtelif renk ve özelliklerde olur. Bu da daha çok arının yaşadığı bölgeye, topladığı çiçeklerin özelliklerine göre değişir. Bal insan sağlığına çok faydalı, şifalı bir besindir. Balın vücuda şifa olduğu tıbben de sabittir. Resûlullah (s.a.s.)’in bu yönde tavsiyelerinden biri şöyledir:

“Size şu iki şifa kaynağını tavsiye ederim: Bal ve Kur’an.” (İbn Mâce, Tıb 7)

Rivayete göre bir adam Peygamberimiz (s.a.s.)’e geldi ve: “Kardeşim ishal oldu” dedi. Allah Resûlü (s.a.s.): “Ona bal şerbeti içir” buyurdu. O da içirdi, fakat ishali daha da arttı. Bunun üzerine tekrar gelerek Efendimiz (s.a.s.)’e durumu anlattı. Resûlullah (s.a.s.) tekrar: “Ona bal şerbeti içir” buyurdu. O da ikinci defa içirdi, fakat yine hastalığı arttı. Tekrar gelerek: “Ya Rasûlallah! İçirdim, fakat fayda vermedi” dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.s.): “Git, ona bal şerbeti içir. Allah doğru söyledi. Fakat senin kardeşinin karnı yalan söyledi” buyurdu. O da bir kere daha içirdi. Allah şifa verdi ve iyileşti. Öyle ki, sanki bağından çözülmüştü. (Buhârî, Tıb 24; Müslim, Selâm 91)

Kaynaklarımızda anlatılan şu olay, dünya ve âhiret tüm dertlerimize şifa olması için Kur’an ve sünneti nasıl hassas bir kulakla dinleyip nasıl ince bir kalple idrake çalışmamız gerektiğini ortaya koyar:

Bir adam Hz. Ali’ye gelerek hafızasının zayıf olduğundan şikâyet etti. Ali (r.a.) ona “Hanımın var mı?” diye sorup, evet” cevabını alınca şu tavsiyede bulundu. “Hanımına söyle, sana mihrinden gönül rızâsıyla iki dirhem versin. Onunla süt ve bal al. Yağmur suyuyla şerbet yap. Aç karnına onu iç; umulur ki hıfzın kuvvetlenir.” Hz. Ali’nin bu sözü Hasan b. Fadl’a sorulunca, o bu reçetenin Allah Teâlâ’nın şu âyetlerinden alındığını söylemiştir: Su hakkında “Biz gökten bereketli bir su indirmekteyiz” (Kaf 50/9), süt hakkında “İçenlerin boğazından kolayca geçen, lekelerden arınmış temiz bir sütle sizi besliyoruz” (Nahl 16/66), bal hakkında “Onda insanlara şifa vardır” (Nahl 16/69), mihir hakkında da “Onu da gönül rahatlığı içinde afiyetle yiyin” (Nisâ 4/4) buyurmuştur. Dolayısıyla bereket, şifa, âfiyet, boğazdan kolayca geçme ve hâlis olma gibi vasıflar bir şeyde toplandığı zaman onun yararlı olmasında şaşılacak bir şey yoktur. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V, 65-66)

İmâm Muhammed b. Ali Tirmizî (k.s.) der ki: “Bal insanlar için şifa olmuştur. Çünkü arı, itâat ederek Allah’a boyun eğdi, kendi şehvetini terk ederek tatlı, acı, sevilen ve sevilmeyen bütün meyvelerden yedi. O, Allah’ın emrine boyun eğince yediklerinin hepsi Allah için oldu ve hastalıklar için şifa hâline geldi. İşte bunun gibi kul Allah’a itâatkâr olur ve nefsânî arzularını terk ederse sözü hasta kalplere şifa olur.”

İmam Kuşeyrî (r.h.) âyetle ilgili şu işârî izahı yapar: “Allah, kâinata koyduğu değişmez kanunlarından birini her değerli şeyi hakir bir şeyde gizlemek sûretiyle icrâ eder. Meselâ, ipeği hayvanların küçük ve zayıflarından olan ipek böceğine koymuştur. Balı, uçan hayvanların en zayıfı olan arıda; inciyi, deniz hayvanlarının en vahşisi olan sedef denilen hayvanda yaratmıştır. Altın, gümüş ve firuzeyi taşa koymuştur. İşte bunun gibi mârifet ve muhabbeti de mü’minlerin kalbine yerleştirmiştir.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, II, 163)

Bu âyet-i kerîmelerden idrake yansıyan diğer işaretler şunlar olabilir: Yaratılan her canlının eşyadaki tasarrufu kendi tabîatından değil, ancak Allah’ın hikmet kanunu ve kadîm iradesi üzere ona öğretmesi ve ilhâmıyladır. Vahyin, diğer hayvanlar arasında sadece arıya ait kılınması, onun insana ve özellikle de kalben Allah’a ulaşma yolunda mesafe almaya çalışanlara benzemesi sebebiyledir. Bilindiği gibi halktan uzaklaşıp Sadece Allah’a yönelmek üzere dağlarda evler edinmek tasavvuf ehlinin âdetlerindendir. Nitekim Resûlullah (s.a.s.) de peygamberlikten önce Hira’ya çekilerek bir iki hafta, hatta bir ay ibâdet ve riyazatla meşgul olurdu. Yine onların hallerinden biri de yerlerinin, elbise ve yediklerinin temiz olmasıdır. Temizlik konusunda arı da böyledir. Karnındakini temiz taşın veya temiz bir odunun üzerine koyar ki çamur veya toprak ona dokunmasın. İnsanın sakındığı gibi o da pislenmekten kaçınarak pislikler üzerine konmaz.

Bedenin meyveleri sâlih amellerdir. Nefislerin meyveleri, riyâzatlar, mücâhedeler ve nefsanî arzulara karşı durmaktır. Kalblerin meyveleri dünyayı terk, âhireti taleb ve Mevlâya yönelmektir. Sırların meyveleri, etrafımızı kuşatan duyular ötesi âlemin perdelerini aralamaya çalışmak ve Allah’a yakın bir kul olmaya gayret göstermektir. İşte bütün bunlar ruhların gıdalarıdır. Allah Teâlâ arıya “Her türlü meyveden ye” buyurduğu gibi, hak yolunun yolcularına da benzerini: “Temiz ve helâl olan rızıklardan yiyin ve dâima sâlih ameller işleyin” (Mü’minûn 23/51) buyurmuştur. (bk. Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V, 65-67)

Yunanlı bir filozof talebelerine: “Peteklerindeki arılar gibi olun” diye tavsiyede bulunur. Talebeleri: “Arılar peteklerinde nasıl olur?” diye sorunca, şöyle cevap verir: “Arı, yanında tembel birini barındırmaz. Onu kovar ve petekten uzaklaştırır. Çünkü petek dardır, bal tükenir. Tembel değil dinç olan çalışır.”
Arıların esrarengiz yapı ve işlerinde olduğu gibi insanların doğumlarında, ölümlerinde ve sahip bulundukları imkânların farklı farklı oluşunda da nice ilâhî sırlar ve hikmetler vardır:

Firûze: Gök mavisi renginde kıymetli bir mâden.

Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Mü’min bal arısına benzer. Temiz olanı yer, temiz olan şeyler ortaya koyar, temiz yerlere konar ve konduğu yeri ne kırar ne de bozar.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 199; Hâkim, el-Müstedrek, I, 147)

Efendimiz (s.a.s.)’in bu beyânından hareketle İbn Ömer (r.a.) da arı ile mü’min arasında şu benzetmeyi yapmaktadır: “Mü’min arı gibidir, tatlı yer ve tatlı iş yapar. Onların benzerliği şu yöndendir: Arının mahâreti, anlayışı, zararının az, faydasının çok oluşu, pisliklerden uzak oluşu, yediğinin temiz ve hoş olması, başkasının kazandığından yememesi ve emîrine itâat edişidir. Arıyı işinden alıkoyan âfetler vardır. Bunlar da karanlık, havanın bulutlu olması, rüzgar, duman, su ve ateştir. Mü’min de böyledir: Onu da işinden bazı âfetler alıkoyar. Bunlar ise gaflet karanlığı, tereddüt ve şüphe bulutu, fitne rüzgârı, haram dumanı, taşkınlık suyu, keder ve üzüntü ateşidir.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V, 65-67)
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
70. Sizi Allah yoktan yarattı, sonra günü gelince sizi vefat ettirir. İçinizden bir kısmı, biraz bir şey bildikten sonra bebekler gibi hiçbir şey bilmez hâle gelmesi için ömrün en düşkün bunaklık çağına bırakılır. Şüphesiz Allah, her şeyi hakkiyle bilen, her şeye gücü yetendir.

اَرْذَلُ الْعُمُرِ (erzelü’l-umur), bedenin gücünün azaldığı, azaların şakülünden kaydığı, aklın fonksiyonunu tam olarak ifâ edemediği yaşlılık, bunaklık ve düşkünlük çağıdır. Bundan maksat ömrün en aşağı, en fenâ derecesidir. İnsan bu yaşta bildiklerini unutur ve çocuklar gibi olur. Aslında bu halin yaş olarak belli bir sınırı yoktur. Çünkü nice altmış yaşında olan kimseler vardır ki ömrün en kötü çağı olan bunaklığı yaşar, nice yüz yaşında olanlar da herhangi bir bunama görülmez.

Resûlullah (s.a.s.): “Allahım! Cimrilikten, tembellikten, ömrün en kötü çağından, kabir azabından, deccal fitnesinden, hayat ve ölüm fitnesinden sana sığınırım” (Buhârî, Cihad 25) diye dua ederek erzel-i ömre düşmekten Allah’a sığınmıştır.
Şâir Nâbî ne güzel söyler:

“Bilinse kadr-i hayât-i azîz râcihdir
Hezâr saltanata yek dem-i kemîne-i ömr.”

“İnsan, hayatın kıymetini bilse, ömrün her bir nefesinin ve anının bin saltanattan daha üstün olduğunu çok iyi anlar.”

İnsanı yaratan, onu ihtiyarlatıp böyle hiçbir şey bilmez bir hale getiren, sonra eceli gelince öldüren, bunları yaparken hiçbir engel tanımayan Allah Teâlâ, şüphesiz öldükten sonra onu yeniden diriltmeye kadirdir.

Şimdi ise insan ve toplum hayatından bir kısım noktalara temasla şirk reddedilip tevhid inancı ortaya konmaktadır:

71. Allah, rızık konusunda bazınızı bazınızdan üstün kıldı. Ama kendilerine daha fazla rızık verilenler, sahip oldukları rızıktan ellerinin altında bulunan köle ve hizmetçilere kendileriyle eşit seviyede olacakları ölçüde vermezler. Hal böyleyken, nasıl oluyor da üzerlerinde bulunan Allah’ın bunca nimetini ve hakkını bile bile inkâr ediyorlar?

Âyetin mânası şöyle izah edilebilir:

“Bu nimetleri size Allah Teâlâ verdiği halde, siz servetinizde kölelerinizi ve hizmetçilerinizi aynı seviyede kendinize ortak kılmazken, Allah’ın size verdiği nimetlere şükürde nasıl olur da başka sahte ilâhları O’na ortak koşarsınız? Siz bu ilâhların hiç kimse üzerinde hiç bir hakka sahip olmadıklarını ve bu sebeple de sizin Allah’a olan ibâdetinizde de hiç bir hakka sahip olmadıklarını biliyorsunuz. Çünkü onlar da nihâyetinde Allah’ın yaratıkları, kulları ve köleleridir.”

Nitekim şu âyet-i kerîme sözkonusu mânayı daha açık ifade eder:

“Allah, bizzat kendi hayatınızdan size bir misal veriyor: Hiç, elinizin altında bulunan köle ve hizmetçilerinizden, size verdiğimiz nimetleri kullanma ve harcama konusunda sizinle eşit derecede yönetim hakkına sahip kıldığınız ve birbirinizin hakkına dokunmaktan çekindiğiniz gibi onların hakkına dokunmaktan da çekinip sözünü dinlediğiniz ortaklarınız var mı? Herhalde yoktur. O halde nasıl oluyor da yaratığımız olan şeyleri kendi mülk ve saltanatımızda bize ortak koşmaya kalkışıyorsunuz? İşte biz, aklını kullanacak bir toplum için ayetlerimizi böyle açıklıyoruz.” (Rûm 30/28)

Görüldüğü üzere her iki âyet de müşriklere kendilerini köleleriyle servet ve statü bakımından eşit tutmadıkları halde, yaratıklarından birini Allah’a ortak koşacak kadar ahmakça bir iş yaptıklarını bildirmektedir.

Âyet, yukarıda işaret edildiği gibi, bir taraftan şirki reddedip tevhidi ispat ederken, bir taraftan da, servetin insanlar arasında eşit dağıtılmadığını, bunun bir imtihan vesilesi olduğunu ifade buyurarak, servet sahiplerini, elleri altında bulunan köleleri ve yanlarında çalıştırdıkları hizmetçileri, temel ihtiyaçlarını karşılama bakımından, servetlerinden mümkün mertebe kendileriyle aynı seviyede faydalandırmaya teşvik eder. Bu konuda cimri ve tembel davrananları, Allah’ın nimetlerine nankörlükle kınar. Bu yönüyle âyet, İslâm’ın eşitlik, adâlet, dayanışma, paylaşma gibi sosyal değerlere verdiği önemin veciz bir ifadesidir. Nitekim bu hususta Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Elinizin altındaki köleler, hizmetliler, çalışanlar sizin kardeşlerinizdir; Allah onları size emanet etmiştir. Şu halde kimin yanında bu şekilde kardeşi bulunuyorsa ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Onlara ya güçlerinin yetmeyeceği ağır işler yüklemeyin veya yüklerseniz siz de yardım edin.” (Buhârî, İman 22; Müslim, Eymân 40)

Görüldüğü üzere toplum hayatının devamı ve gerekli bütün işlerin yapılabilmesi için akıl, zeka ve imkan bakımından farklı seviyelerde yaratılmamızda tecelli eden ilâhî kudret akışları olduğu gibi, Allah’ın bizleri kadın-erkek şeklinde çift olarak yaratması ve neslin devamı için bir kısım fıtrî ve şer‘î kanunlar koymasında da O’nun tek rab ve ilâh olduğunu gösteren açık deliller mevcuttur:

72. Allah sizin için kendi cinsinizden eşler yarattı; eşlerinizden de size evlatlar ve torunlar verdi. Sizi temiz ve hoş nimetlerle rızıklandırdı. Buna rağmen bazıları, asılsız şeylere inanıp, Allah’ın bunca nimetine karşı nankörlük mü ediyorlar?

73. Onlar, Allah’ı bırakıp kendilerine ne göklerden ne de yerden hiçbir şekilde rızık veremeyecek olan, üstelik hiçbir şeye güçleri de yetmeyen bir takım hayal ürünü varlıklara mı tapıyorlar?

74. Öyleyse bir takım örnekler verip Allah’a benzer şeyler türetmeye kalkışmayın. Elbette her şeyin gerçek yüzünü Allah bilir, siz bilmezsiniz.


Bu büyük lütuflara karşılık kullardan, inanç ve amel bakımından asılsız, faydasız, boş şeyleri bırakıp Allah’a kulluk etmeleri istenmekte; O’nun verdiği nimetlere şükretmeleri ve nankörlükten kaçınmaları öğütlenmektedir.

Şirk meselesenin iyice anlaşılması için yine sosyal hayatımızdan örnekler verilmeye devam ediyor:

75. Allah şöyle bir örnek veriyor: Bir yanda, bir şahsın kölesi olup kendine ait hiçbir yetkisi ve herhangi bir şey üzerinde tasarruf hakkı bulunmayan âciz bir adam; diğer yanda ise tarafımızdan kendisine güzel ve bol bir rızık verdiğimiz ve bu güzel rızıktan gizlice ve açıkça harcayan hür bir adam! Hiç bunlar birbirine eşit olabilir mi? Bütün hamdler Allah’a mahsustur, fakat onların çoğu bilmez.

Âyetin çizdiği tabloya göre sahnede iki adam bulunmaktadır. Birisi başkasının malı olmuş, kendiliğinden hiç bir şey yapmağa gücü yetmeyen, hiç malı mülkü olmayan aciz ve zavallı bir köledir. Diğeri malı mülkü bulunan, bu malından gizli-âşikâr, gece-gündüz çokça infak eden zengin, cömert ve hür bir insandır. Âyet-i kerîmede resmedilen bu iki insan şahsiyetiyle kimlerin temsil edildiği hakkında iki farklı izah yapılabilir:

Birincisi; Allah’tan başkasına tapanlar, başkasının malı olan köle gibi hürriyetini verip bir yaratığa kul olmuş köle gibidir. Allah’tan başka ilâh tanımayan, Allah’ın birliğine inanan müslümanlar da hürriyeti elinde olan insan gibidir. Gerçek hürriyet, her türlü putun esaretinden kurtulup tam anlamıyla Allah’a kul olmaktır. Allah’ı inkâr, O’na ortak koşma, bâtıl dinler hep birer esaret bağıdır. Buna karşılık hak din ve Allah’ın birliğine inanmak, insan için bir hürriyet ve servettir. (Elmalılı, Hak Dini, V, 3111)

İkincisi; köle olan putları, hür olan ise hiçbir şey O’nun benzeri olmamakla beraber, Allah’ı temsil etmektedir. Yaratılış, şekil ve insan olmaları açısından denk olmalarına rağmen, nasıl bu iki kimseyi denk saymak mümkün değilse, her türlü rızkı verip lütufta bulunmaya kâdir olan Allah ile, hiçbir şeyi bulunmayıp kesinlikle hiçbir şey yapamayacak durumda olan putları eşit saymak nasıl uygun olabilir? Bu ayetin öncesi ve sonrası Allah’ın birliğini ispat ve müşriklerin şirk düşüncelerini reddetme konusunu işlediğinden temsile bu mânanın verilmesi daha uygundur. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XX, 83)

Müşrikler köle ile efendinin ne olduğunu çok iyi biliyorlardı. Çünkü böyle bir hayatın içinde yaşıyorlardı. Onlar hiçbir hususta gücü yetmeyen aciz bir köleyle mülk sahibi ve istediğini yapan efendiyi bir tutmazlardı. O halde köleyle efendiyi bir tutmazken bütün insanların efendisi, hâkimi ve yaratıcısıyla O’nun yaratıklarından herhangi birini denk tutmak mümkün olabilir mi? Zira bütün yaratıkları, Allah’ın kulu olmaktan öte başka bir özelliğe sahip değildir.

Konuyla ilgili diğer bir örnek de şöyledir:

76. Allah şu iki adamı da örnek veriyor: Bunlardan biri dilsizdir, hiçbir şeye gücü yetmez ve efendisinin sırtında bir yüktür. Onu nereye gönderse hayırlı bir iş beceremez. Hiç böyle biriyle adâleti emreden ve her işte dosdoğru bir yol takip eden insan eşit olabilir mi?

Ayette çizilen resme göre sahnede yine iki insan bulunmaktadır. Birisi oldukça aciz, çaresiz ve perişan bir durumdadır. Dilsiz, konuşamıyor, söz söyleyemiyor. Hiçbir iş yapmağa gücü yetmiyor, hiçbir şey beceremiyor, tamamen aciz ve eksik yaratılışlıdır. O, efendiye muhtaç bir köle olup ayrıca efendisine de bir yük teşkil etmektedir. Hiçbir iş yapmıyor, boşu boşuna yiyip içiyor. Efendisi onu nereye gönderirse hiçbir hayır getirmiyor. Görüldüğü üzere sahnede böyle aciz, bilgisiz, beceriksiz, kudretsiz, güçsüz ve budala birinin hali canlandırılıyor.

Diğeri ise oldukça mükemmel bir insan durumundadır: Kendisi hem dosdoğru bir yol üzerinde bulunuyor, hem de hakkı ve adâleti emrediyor. Bir kimsenin doğru yol üzerinde olup adâletle emredebilmesi için zaruri olarak şu vasıfları taşıması gerekir: Adâleti emredebilmesi için konuşma kabiliyetinin olması lazımdır. Aksi takdirde emredemez. Yine onun güç sahibi olması gerekir. Çünkü emredici olması makamının yüce olduğunu gösterir. Emredici olmak da ancak güç sahibi olmakla mümkündür. Yine onun adâletle zulmü birbirinden ayırabilmesi için âlim olması gerekir. Dolayısıyla ikinci adam, konuşabilen, üstelik adâleti emreden, güçlü, kudretli, iyiyi kötüden ayırabilecek derecede âlim ve dosdoğru yol üzere bulunan biridir.

Bu iki tip insanla şu kimseler anlatılıyor olabilir:

Birincisi kâfirleri temsil eder. Bunlar doğruyu söylemezler, hakka karşı dilsizdirler. Efendileri olan yüce Allah’a muhtaçtırlar, fakat O’nun emirlerini yerine getirmezler. Yer içer, ama faydalı bir işe yaramazlar. İkincisi ise kâmil bir mü’mini temsil eder. Kendisi doğru yolda gider, hak din ile dindar olur, ilmiyle amel ederek doğruyu söyler. Adâleti, doğruluğu ve iyiliği emreder. Böyle yaparken kendisi de adâlet ve doğruluktan ayrılmaz. (Elmalılı, Hak Dini, V, 3112)

Bu, bütün varlığın ilâhı olan Allah ile, O’nun dışında ilâh olduğu iddia edilen bâtıl şeylerin, putların örneğidir. Putlar, konuşamazlar, hiçbir iş beceremezler, kendilerine tapanlar üzerinde bir yüktürler. Çünkü onlar tapanlara bir şey vermezler, ama tapanlar onlar uğruna harcamalarda bulunurlar ve onlar hiçbir hayır da getirmezler. Böyle olan cansız putlar ile her türlü eksiklikten yüce ve bütün kemâl sıfatlarıyla muttasıf Allah Teâlâ asla bir tutulamaz. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XX, 87)

Anlatılan bu örnekleri iyi anlayıp iki insandan hangisi gibi olacağımıza ve nasıl bir Rabbe kulluk edeceğimize bir an önce karar vermeliyiz. Zira hakkımızda gayb âleminde neler gizlendiğini ve ecelimizin ne zaman geleceğini bilemiyoruz:

77. Göklerin ve yerin taşıdıkları gerçeğin duyulardan gizli boyutunu ve gelecek adına neler sakladıklarını hakkiyle bilen ve onlar üzerinde mutlak tasarruf sahibi olan ancak Allah’tır. Kıyâmetin kopması ise başka değil ancak bir göz kırpması süresi, hatta ondan daha kısa bir zaman içinde olup bitecektir. Şüphesiz ki Allah’ın her şeye gücü yeter.

Müşrikler zaman zaman alaylı bir tarzda kıyametin ne vakit kopacağını soruyorlardı. Onların bu suallerine cevap niteliğinde ve bütün insanlığı ciddi mânada ikaz sadedinde kıyâmetin bir göz kırpacak kadar veya ondan daha kısa bir an içinde kopacağı haber verilmektedir. Buna göre kıyametin yavaş yavaş gelip uzun zaman alacağını zannederek insanlar kendilerini aldatmamalıdırlar. Çünkü o ansızın gelecek ve ona karşı bir hazırlık yapmaya fırsat kalmayacaktır. O halde iman ve sâlih amel bakımından ne yapılması gerekiyorsa, hiç beklenmeden şu an hemen yapılmalıdır. Resûlullah (s.a.s.)’in tavsiyeleri de bu istikâmettedir. Nitekim bir adam Peygamberimiz (s.a.s.)’e: “Kıyâmet ne zaman kopacak?” diye sordu. Efendimiz (a.s.): “Onun için ne hazırladın?” buyurdu. O da: “Hiçbir şey. Ancak ben Allah ve Rasûlünü seviyorum” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.s.): “Sen sevdiğinle berabersin” buyurdu. (Buhârî, Edeb 96; Müslim, Birr 165)

Bu gerçekleri öğrenip gereğince davranabilmek için bize ihsan edilen kulak, göz ve kalp nimetlerini iyi kullanmamızın önemine dikkat çekmek üzere buyruluyor ki:

78. Allah sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmez halde çıkardı; size işitme özelliği, gözler ve gönüller verdi. Umulur ki şükredersiniz.

Her insan annesinden dünyası-âhireti, maddesi-mânası hakkında hiçbir şey bilmez halde doğar. İlâhî kudret tarafından kendisine lutfedilen kulaklar, gözler ve gönüller vasıtasıyla bilgi elde eder. Allah insana ilâhî emir ve yasakları dinlemesi için kulakları, ilâhî sanat eserlerini görmesi için gözleri, bunlar vasıtasıyla Allah’ı tanıması için de gönülleri vermiştir. Bahsedilen azalar bu istikamette kullanıldığında şükredilmiş; yaratılış maksatlarından ayrı istikâmette kullanılırsa nankörlük edilmiş olur. Âyette insanın en değerli özelliğinin ilim ve tefekkür istidadı olduğuna, gerçek ilimden maksadın da insanı Allah’ı tanıyıp O’na şükre sevkeden ilim olduğuna işaret edilir. Nitekim devam eden âyetlerde ibret nazarıyla seyredilip ilâhî kudret ve azameti tefekküre götürecek dikkat çekici hususlara yer verilmesi de bu işaretin açık bir tezahürüdür:

79. Onlar, göğün hava boşluğunda ilâhî emre boyun eğmiş bir halde uçuşan kuşlara bakıp hiç düşünmezler mi? Bunları orada tutan Allah’tan başkası değildir. Elbette bunda iman edecek bir toplum için nice deliller, işaretler vardır.

Kuşların düşmeden havada uçabilmeleri, Allah’ın hikmet ve kudretinin mükemmel olduğuna bir diğer delildir. Çünkü Allah, kuşu uçabilecek bir durumda, havayı da içinde uçulabilecek bir kıvamda yaratmasaydı bu mümkün olmazdı. Fakat Cenâb-ı Hak, kuşa tıpkı suda yüzen kimsenin yaptığı gibi, açıp kapatabileceği kanatlar vermiş, havayı da yarıp gitmenin mümkün olacağı ince ve latif bir biçimde yaratmıştır. İşte kuşu havada tutan ve onun uçmasını sağlayan Allah’tır. Buna ibret gözüyle bakıp tefekkür edenler Allah’ın kudret ve azametinin büyüklüğünü anlayabilecekleridir.

Muhammed b. Abdullah (r.h.) tefekkürün kademelerini ve bundan hâsıl olacak neticeyi şöyle açıklar: “Tefekkür beş türlüdür. Allah’ın âyetlerini tefekkürden mârifet meydana gelir. Allah’ın nimetlerini tefekkürden muhabbet meydana gelir. Allah’ın va‘dini ve sevabını tefekkürden ümit meydana gelir. Allah’ın tehdidini ve cezasını tefekkürden korku meydana gelir. Allah’ın bunca iyilik ve ihsânı karşısında nefislerin serkeşliğini tefekkürden hayâ ve pişmanlık meydana gelir.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, V, 79)

Eğer Rabbinizin size olan şu büyük lutuf ve ihsanlarını hatırlayacak olursanız, şüphesiz Allah’ı daha yakından tanıyacak ve O’na daha gönülden kulluk yapmaya çalışacaksınız:

80. Allah evlerinizi sizin için bir dinlenme ve huzur yeri yaptı. Yine sizin için hayvanların derilerinden gerek göçtüğünüz gerekse konakladığınız günlerde kolayca söküp taşıyabileceğiniz çadırlar yaptı. O hayvanların yünlerinden, tüylerinden ve kıllarından üretip belli bir zamana kadar kullanacağınız giyimlik, döşemelik eşyalar ve ticâret malları var etti.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
81. Allah yarattığı şeylerden sizin için gölgeler yaptı ve kimi dağlarda sizin için barınaklar meydana getirdi. Sizi sıcaktan ve soğuktan koruyacak elbiseler ve savaşta sizi düşmandan koruyacak zırhlar var etti. Allah, size olan nimetini böylece tamamlıyor ki, tam bir teslimiyetle O’na yönelip itaat edesiniz.

82. Rasûlüm! Bütün bu nimetlere rağmen yine de yüz çevirirlerse, artık sana düşen, gerçeği apaçık bir şekilde anlatmandır.

83. Aslında onlar, hem faydalandıkları nimetlerin Allah’tan olduğunu bilip içten içe itiraf ediyor, hem de kalkıp o nimetlere karşı nankör kesiliyorlar. Zâten onların çoğu kâfirdir.


Bu âyet-i kerîmelerde barınma ve giyimle alakalı nimetler sayılarak, bütün bunları ihsan edenin Allah Teâlâ olduğu haber verilir. Bu vesileyle sadece O’na kulluk ve teşekkür edilmesi emredilir. Bu nimetler hülâsa olarak şunlardır:

İçinde barındığımız, huzur ve sukûn bulduğumuz evler,

Hayvanların derilerinden yaptığımız, göçerken ve konarken kolaylıkla söküp taşıyabildiğimiz, fazla zaman harcamadan ve zorlanmadan bozup kurabildiğimiz çadırlar,

Belli bir zamana kadar kullanmak üzere hayvanların yünlerinden, tüylerinden ve kıllarından ördüğümüz, dokuduğumuz giyimlikler, döşemelikler ve ticaret için yaptığımız mallar, kumaşlar,

Altında sıcağın hararetinden gölgelendiğimiz dağ, ağaç, bulut gibi varlıkların gölgeleri,

Daha çok dağlık bölgelerde kalan insanların ve yolcuların kullandıkları dağlardaki barınaklar, mağaralar,

Sıcaktan ve soğuktan koruyan elbiseler ve savaşta kullanılacak çelikten yapılmış zıhlar.

Bunlar, ihtiyaçlarımızı karşılayıp Yüce Rabbimize teslimiyet arz etmemiz ve O’na huzur içinde kulluk yapmamız için lutfedilmiş nimetlerdir. Peygamberin vazifesi nimetlerin gerçek sahibi Allah’ı tanıtmak ve O’na nasıl kulluk yapılacağını öğretmektir. Buna rağmen insanların çoğu, Allah’ın hem yukarıda örnekleri verilen maddî nimetlerini, hem de peygamber gönderme gibi mânevî nimetlerini bilip tanıdıkları halde bunlara karşı nankörce bir tavır sergilemektedirler. Çünkü onların çoğu gerçekleri görmezden gelen, onların üzerini örtüp geçen kâfir kimselerdir.

Peki bunlar, ilâhî mahkemenin kurulup her kesin inceden inceye hesaba çekileceği o büyük günü hiç düşünmüyorlar mı:

84. Kıyâmet günü her ümmetten bir şâhit getireceğiz; o gün kâfirlere özür dilemeleri için izin verilmeyecek ve dünyaya dönüp Allah’ı hoşnut edecek işler yapmalarına da müsaade edilmeyecektir.

85. Zulmedenler azapla yüz yüze geldikleri zaman artık ne azapları hafifletilir ne de kendilerine kurtuluş adına herhangi bir mühlet tanınır.


Kıyâmet günü her bir ümmete gönderilecek şâhit ya o ümmetin peygamberi veya o topluluğu tevhide ve Allah’a ibâdete çağıran; onları küfür, şirk ve diğer günahların feci âkıbetlerine karşı uyaran ve kıyamet günündeki hesap ile korkutan Peygamber’in takipçilerinden biri olacaktır. O, içinde yaşadığı topluma doğru bir tebliğde bulunduğu, fakat onların bilerek ve isteyerek o günahları işledikleri hususunda şâhitlik edecektir. O gün kâfirlerin ve günahkârların suçları açık belgelerle ispatlanacağı için onların mazeret ileri sürmelerine ne gerek kalacak ne de buna fırsat tanınacaktır. Nitekim bir başka âyette: “Kendilerine izin verilmez ki, özür dileyebilsinler” (Mürselât 77/36) buyrulur. Bu bakımdan onların konuşmalarına, mazeret beyân etmelerine, tekrar dünyaya dönme taleplerine izin verilmeyecektir. Onlar susturulacak, böylece şâhitler şâhitliklerini rahat bir şekilde yapacaklardır. Yine onlara, işledikleri günahlar sebebiyle Rablerinden özür dileme ve O’ndan kendilerini affedip razı olmasını isteme fırsatı da verilmeyecektir. Yahut onlardan Allah’ın rızâsını kazanabilecekleri bir şey yapmaları da istenmeyecektir. Çünkü rızâ ancak iman ve sâlih amellerle olur. Âhiret ise amel işleme, günahlardan tevbe edip af dileme yeri değil, dünyada işlenen amellerin hesabının görülüp karşılığının verildiği dehşetli bir âlemdir. Dünyadaki fâni ömrünü zulüm ve haksızlıklarla zayi edenler, âhirette girecekleri azabı görünce, ondan kurtulmak için yalvarıp yakaracaklar, fakat azıcık da olsa ne azapları hafifletilecek, ne de oraya girmeleri bakımından bir an geç bırakılacaklar. Hemen zincirlere vurulup ateşe atılacaklardır.

Şu âyet-i kerîmeler ne kadar dehşet vericidir:

“Ateşte bulunanlar cehennem bekçilerine: «Ne olur, Rabbinize yalvarın da, bir günlüğüne olsun azabımızı hafifletsin!» diye feryat edecekler. Cehennem bekçileri: «Size peygamberleriniz apaçık deliller getirmemiş miydi?» diye soracaklar, onlar da: «Evet, getirmişlerdi, fakat biz inkâr etmiştik» diye cevap verecekler. Bunun üzerine bekçiler: «Madem öyle, biz değil, kendiniz Allah’a yalvarın! Ama bilin ki, kâfirlerin yalvarmaları boşa gitmeye mahkûmdur» diyecekler.” (Mü’min 40/49-50)

Yine mahşer yerinde müşriklerle, onların taptıkları putlar karşı karşıya gelecekler ve aralarında bir kısım konuşmalar geçecektir:

86. Müşrikler, Allah’a ortak koştukları varlıkları görünce: “Rabbimiz! Seni bırakıp da kendilerine taptığımız ortaklarımız işte bunlar” derler. Onlar da derhal şu sözü bunların suratlarına çarparlar: “Siz, hiç şüphe yok ki birer yalancısınız!”

87. Sonunda müşriklerin ve zâlimlerin hepsi o gün Allah’a tamâmen boyun eğecekler; uydurdukları sahte ilâhlar da kendilerini yüzüstü bırakıp görünmez olacaktır.


Müşrikler putlarına görünce, belki faydaları olur ümidiyle veya onları azaplarına ortak kılmak için Allah Teâlâ’ya “İşte bunlar bizim ortaklarımız” diyecekler. Fakat putlar dile gelerek, kendilerine tapanları yalanlayacaklar. Kendilerinin kesinlikle ilahlıkla bir ilgilerinin bulunmadığını ve onlara da kendilerine tapınmakla alakalı bir şey emretmediklerini söyleyecekler. Allah putları bu şekilde konuşturacak ve neticede kâfirlerin rezillikleri ortaya çıkacaktır. O gün hepsi Allah’ın vereceği hükme teslim olacak, putlar da kendilerine tapanlardan uzaklaşacak, gözden kaybolup gideceklerdir. Hesap görüldükten sonra kâfirler kat kat azapla karşı karşıya kalacaklardır:

88. Kendileri küfür içinde yüzdükleri gibi, başkalarını da Allah’ın yolundan alıkoyanlara, bu şekilde toplumu ifsat edip bozgunculuğa sürükledikleri için azap üstüne azap edeceğiz.


Birinci azap, bizzat işledikleri inkâr ve günahlarına karşılıktır. Onun üzerine ziyade edilecek azaplar ise yeryüzünde fesat çıkarıp insanları Allah yolundan saptırmalarına karşılık olacaktır. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:

“Gerçek şu ki onlar kendi günahlarını yüklenecekler, kendi günahlarıyla beraber saptırdıkları insanlara ait nice günahları da yükleneceklerdir. Kıyâmet günü, uydurup durdukları yalanlar ve attıkları iftiralardan dolayı mutlaka sorguya çekileceklerdir.” (Ankebût 29/13)

Resûl-i Ekrem (s.a.s.) de, iyilikte çığır açanların, o yolda gidenlerin sevaplarından istifade edeceklerini; kötülükte çığır açanların da o yolda gidenlerin günahlarının bir mislini yükleneceklerini haber vererek bu gerçeğe ışık tutar. (bk. Müslim, İlim 15)

Her şeyi en iyi bilen Rabbimiz, kulların hesaplarını şâhitlerle ve delillerle birlikte görüp onların kendi anlayış seviyelerine göre hareket ederek, herhangi bir haksızlığa uğramadıkları noktasında içlerinde en küçük bir pürüzün bile kalmamasını istemektedir:

89. Kıyâmet günü her ümmetten, kendileri hakkında şâhitlik yapacak bir şâhit getireceğiz. Seni de bu ümmete şâhit tutacağız. Rasûlüm! Biz sana bu kitabı her şeyi açıklamak üzere, bir de onun Allah’a teslim olanlara doğru yolu gösteren bir rehber, bir rahmet ve müjde olması için indiriyoruz.

Resûlullah (s.a.s.)’in şâhitlik yapacağı kimseler, onun peygamber olarak gönderildiği andan itibaren kıyamete kadar gelen tüm insanlardır. Çünkü Efendimizin risâleti cihânşumûldür. O’nun davetinin kaynağı ise Kur’ân-ı Kerîm’dir. Kur’ân-ı Kerîm hidâyetle dalâletin, hakla bâtılın, helâlle haramın, kurtuluş veya azabın dayandığı her şeyi açıkça beyân eden bir kitaptır. Dolayısıyla âyetteki “her şey”den maksat öncelikle insanların dinleri ve ebedî hayatlarıyla alakalı hususlardır. Bunlar insanların doğruyla eğriyi birbirinden ayırarak gerçeğe ulaşabilmeleri için zaruri bilgilerdir. Bu husûsiyetiyle Kur’ân-ı Kerîm, kendisine ilâhî bir kitap olarak teslim olan ve onun hükümlerini hayatın her alanında tatbik edenler için bir yol göstericidir. Onlar için bir rahmettir. Onların Allah’ın nimet ve lutuflarına kavuşmalarını sağlar ve onlara, kendisinin getirdiği buyruklara uymayı devam ettirdikleri sürece, âhiret gününde Allah’ın mahkemesinden başarıyla çıkacaklarını müjdeler. Onu inkâr edenler ise, sadece onun hidâyet, rahmet gibi nimetlerinden mahrum olmakla kalmaz, aynı zamanda kıyamet gününde Allah Resûlü (s.a.s.) onlara şâhitlik ettiğinde bu kitabı da aleyhlerinde şâhit olarak bulurlar. Evet, gerçekten de Kur’ân-ı Kerîm onların aleyhinde çok kuvvetli bir delil olacaktır. Çünkü Resûlullah (s.a.s.) onun hakla bâtılı birbirinden ayıran âyetlerini onlara tebliğ ettiğini, fakat onların buna inkâr ve yalanlamayla karşılık verdiklerini söyleyecektir.

Dolayısıyla kıyâmet günü böyle perişan bir hâle düşmemek için, Yüce Rabbimizin emrettiği şu temel esaslar üzerine bir toplum inşa etmek ve öyle bir toplum içinde Allah’ın razı olacağı bir kulluk yapmak lazımdır:

90. Şüphesiz ki Allah adâletli davranmayı, iyilik yapmayı ve akrabayı görüp gözetmeyi emreder. Her türlü hayâsızlığı, kötülüğü ve azgınlığı yasaklar. Düşünüp ders almanız için size böyle öğüt verir.

Bu kısa âyet-i kerîme İslâm’ın tesis etmek istediği ictimâî nizamı sağlayacak; sağlıklı, dengeli ve âhenkli toplum yapısını oluşturacak en hayatî kaideleri beyân eder. Bunlar üçü yapılması, diğer üçü de terk edilmesi emredilen hususlardır. Yapılması emredilen hususlar şunlardır:

Birincisi; adâlet: Her şeyi layık olduğu yere koymak, hakkı yerine getirmek, her hususta ölçülü olmak demektir. Bu bakımdan adâlet azgınlığın, haksızlığın ve zulmün zıddıdır. Adâlet kelimesinde insaf, haklılık ve doğruluk mânaları da vardır. Bu bakımdan adâlet, terazinin dili gibi ifrat ve tefrit, aşırılık ve ihmalkârlık arasında bir birleştirme noktasını teşkil eder. Kâinatın nizamı adâletle ayakta durduğu gibi fert ve toplum hayatının nizamı da ancak bununla tesis edilebilecektir. Adâletin başı Allah’ın birliğine inanıp O’nun rablik ve ilâhlık hukukunu yerine getirmektir. Bunu mütâkiben ibâdet, ahlâk ve muâmelatta; beşerî münâsebetlerin her alanında adâletli olmaya çalışmaktır.

Ziyâ Paşa der ki:

“Dursun kef-i hükmünde terâzû-yı adâlet,
Havfin var ise mahkeme-i rûz-i cezadan.”


“Eğer amellerin hesabının görülüp karşılığının verileceği kıyâmet günü mahkemesinden korkun varsa, herhangi bir konuda hüküm verirken adâlet terâzisi hiç elinden düşmesin.”

Fudayl b. İyâz (r.h.) şöyle demiştir:

“Bana, «Senin bir duan kabul edilecektir, her ne istersen onu dile!» diye bir haber gelse, ben bu dua hakkımı, hükümdarın âdil olması için kullanırım. Çünkü kendi iyiliğim için dua etsem, benim dirlik düzen içinde olmam münferid bir hâdisedir. Halbuki hükümdarların dirliği düzeni, bütün âlemin dirliği düzeni demektir.” (Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, I, 120)

İkincisi; ihsan: Bu kelimenin iki mühim mânası vardır ve her ikisini de âyetin tefsirinde düşünmek mümkündür. Birincisi bir şeyi en güzel şekilde yapmaya çalışmaktır. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.) bu mânada ihsânı: “Sanki görüyormuşçasına Allah’a kulluk yapmak” (Buhârî, İman 37; Müslim, İman 5-7) olarak tarif buyurur. Buna göre ihsan, “verilen vazifeyi, yapılacak işi en güzel şekilde yapmak” demektir. İkinci mânası ise başkalarına iyilik yapmaktır. Bu mânada ihsan; iyi, cömert, müsamahalı, affedici, merhametli, nazik olmak ve bencil olmama gibi güzel anlamları da muhtevasına alır. Bu muhtevasıyla o adâlet prensibini tamamlar. Çünkü adâlet sağlıklı ve dengeli bir toplumun temeli ise ihsan onun daha mükemmele erişmesine yardımcı olur. Bir taraftan adâlet toplumun haklarını çiğnenmekten ve zulümden korurken, diğer taraftan ihsan toplumu zevkle ve güzel bir şekilde yaşanacak hale getirir. Nitekim Mâlik b. Dinâr (k.s.)’un şu hâli her durumda af ve müsamaha ile davranmanın meydana getireceği iyi sonucu ne güzel misallendirir:

Mâlik b. Dinâr bir zamanlar îcarla bir ev tutmuştu. Ev komşusu bir yahudi idi. Mâlik’in evinin kıble tarafı, yahudinin evinden yana idi. Bu yahudi evinin önüne hela yapmış, pisliğini buraya yapıyor, sonra da bunu Mâlik’in evine atarak cephesini pisletiyordu. Bir gün yahudi, Mâlik’in evine geldi ve:

“−Sen bu helâdan rahatsız olmuyor musun?” dedi.

“−Evet oluyorum, ama yıkıyor ve temizliyorum.”

“−Bu sıkıntıya niçin katlanıyorsun?”

“−Allah Teâlâ’nın rızâsı için. Zira Rabbim şöyle ferman buyurmuş: «Gerçek mü’minler, öfkelerini yutup insanları affederler» (Âl-i İmrân 3/134)”

“−Ne iyi bir din ki, bir Allah dostu Allah’ın düşmanının verdiği eziyete böylece katlanıyor, asla feryat etmiyor, sabredip kimseye de bir şikâyette bulunmuyor.”

Yahudi bunları söyledikten sonra derhal İslâm’la şereflenmiştir. (Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, I, 79)

Üçüncüsü; akrabaya yardım: Aslında bu, bir önceki “ihsan” prensibi içinde yer almakta iken, ehemmiyetine binâen ayrıca zikredilmiştir. Akrabalara muhtaç oldukları hususlarda yardımda bulunmak, iyilik yapmak, ikramda bulunmak ve onlarla akrabalık münâsebetlerimizi sürdürmek İslâm’ın önemle üzerinde durduğu bir ahlâkî fazilettir. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurur: “Sevabı en çabuk olan taat akrabaları gözetmektir.” (İbn Mâce, Zühd 23)

Yerine getirilmesi istenen bu temel esaslara karşılık terk edilmesi istenen hususlar da şunlardır:

اَلْفَحْشَاۤءُ (fahşâ): Başta zinâ olmak üzere her türlü hayâ, iffet ve edep dışı bütün söz, fiil ve davranışlardır.

اَلْمُنْكَرُ (münker): Tüm ilâhî şeriatler tarafından yasaklanan ve adet olarak insanlar arasında da kötü kabul eden her şeydir.

اَلْبَغْيُ (bağy): Hakkı olmayan şeyi istemek ve başkasının hakkına tecavüz etmektir. Ahlâkî hudutları aşan ve başkalarının haklarını çiğneyen her türlü kötü davranış bunun içine girer. Allah Resûlü (s.a.s.): “Birinin hakkına tecâvüzden daha çabuk cezası verilen hiçbir günah yoktur” buyurur. (Ebû Dâvûd, Edeb 43; Tirmizî, Kıyâmet 57)

Bu âyet-i kerîmenin işaretiyle hakimiyet ve saltanatın kemâl, istikrâr ve devamının üç şey ile; yine bunun zarar görmesi, eriyip gitmesinin de o üç şeyi ondan alıkoymakla gerçekleşeceği söylenebilir. İyi ya da kötü onların her birinin bir meyvesi vardır: Adâletin güzel meyvesi yardım, ihsânın meyvesi övülme, sıla-i rahmin meyvesi ünsiyet ve ülfettir. Hayâsız işlerin feci neticesi dînin fesâda uğraması, kötülüğün neticesi düşmanları tahrik etmek ve azgınlığın neticesi de arzu ettiği şeyden mahrum kalmaktır.

Emrettiği üç husus ve yasakladığı üç hususla iyilik ve kötülüğün bütün çeşitlerini hülâsa ettiğinden dolayı, İbn Mesud (r.a.) bu âyet-i kerîmeyi, Kur’an’ın en şumüllü âyeti kabul eder. Bu sebeple hatipler, Cuma günü minberde hutbenin sonunda, bütün emir ve yasakları topluca hatırlatması bakımından bu âyeti seslice okurlar. Bu âyeti ilk defa hutbenin sonunda okuyan kişi de beşinci halife Ömer b. Abdülaziz (k.s.) olmuştur. Onun başlattığı bu sünnet-i hasene günümüzde bütün İslâm ülkelerinde devam ettirilmektedir.

İslâm toplumunun üzerine oturduğu temel yapı taşlarından biri de verilen sözlerin ve yapılan yeminlerin gereğini yerine getirmektir:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
91. Aranızda sözleştiğiniz zaman Allah adına verdiğiniz sözü tam olarak yerine getirin. İyi niyetinize Allah’ı şâhit gösterip iyice pekiştirerek yaptığınız yeminleri bozmaya kalkmayın. Unutmayın ki Allah, yaptığınız her şeyi bilmektedir.

92. Bir topluluğun diğer bir topluluktan siyasî, iktisadî ve askerî yönden güçlü olmasına aldanıp da, ipliğini sağlamca büküp eğirdikten sonra çözen böylece bütün emeğini boşa çıkaran ahmak kadın gibi, ettiğiniz yeminleri bozup aranızda bir aldatma ve işi bozma sebebi kılmayın. Gerçek şu ki, bütün bunlarla Allah sizi imtihan etmektedir; hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeylerin doğrusunu da kıyâmet günü kesinlikle size açıklayacaktır.


İster Allah’a verilen kulluk sözü olsun, ister Resûlullah (s.a.s.)’a verilen ittibâ sözü olsun, isterse müslümanların kendi aralarında veya başkalarıyla yaptıkları anlaşmalar olsun, hepsi Allah adına verilmiş söz kabul edilir ve hepsinin de yerine getirilmesi istenir. Bu sözler ahlâkî ve hukukî bakımdan olduğu gibi, dinî bakımdan da bağlayıcı olup Allah katında mesuliyeti gerektirir. Bu bakımdan hangi sebep ve gerekçeyle olursa olsun bunları bozmak yasaklanmıştır.

Resûlullah (s.a.s.) şu ikazda bulunur:

“Ahdini bozan herkesin, kıyâmet günü onun arka tarafında ahdine olan hâinliği miktarınca bir sancak dikilir ve «bu filanın ahdine hâinliğidir» denilir.” (Buhârî, Edeb 99; Müslim, Cihad 11-16)

Cenâb-ı Hak, verilen sözden caymanın ve yemini bozmanın ne kadar yanlış ve ahmakça bir iş olduğunu, iyice anlaşılması için, güzel bir misalle beyân eder:

Antlaşmayı bozan kişi; iradesi zayıf, dar görüşlü, ahmak ve bunamış bir kadına benzer. Bu kadın ipliğini eğirip katladıktan sonra tekrar söküp dağıtmakta, çözüp bozmaktadır. Bu benzetme bütün yönleriyle tahkîr, tezyîf, aşağılama ve horlama ile doludur. Yemini bozmayı ve sözünden vazgeçmeyi, ruhlara kötü bir şey olarak hissettirmekte ve gönüllerde onu son derece çirkin göstermektedir. Zaten burada gaye de budur. İzzet ve şeref sahibi hiçbir insan; bu zayıf iradeli, akli dengesi bozuk, hayatını yararsız boş şeylere harcayan bu kadın gibi olmak istemez.

Bu âyet-i kerîmeler Mekke’de Rasûllah (s.a.s.)’e bey’at eden bazı kimseler hakkında inmiştir. Onlar Kureyş’in kuvvet bakımından üstünlüğünü ve müslümanların zayıf düştüğünü görünce korku ve endişeye kapıldılar. Şeytan onları aldatarak Peygamberimiz (s.a.s.)’le yaptıkları ahitlerini bozdurmak istedi. Cenâb-ı Hak bu âyetle onları bu tehlikeye kaşı ikaz edip ayaklarını kaymaktan muhafaza buyurdu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XIV, 215) Yine Arap kabileleri arasında doğruluk ve fazilete münâsip olmayan şöyle bir uygulama vardı. Bir kabile, bir başka kabileyle antlaştıktan sonra, bunlardan birisine siyasî, iktisâdî ve askerî yönden güçlü bir kabile gelip de onun ahdini bozmasını, karşı tarafı aldatmasını isteyecek olursa, o kabile de ilk antlaşma yaptığı kabileyle olan ahdini bozar, hainlik eder ve bu büyük kabilenin yanında yer alırdı. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XIV, 220)

Bu sebeple Cenâb-ı Hak, bir toplumun diğer bir toplumdan daha güçlü yahut malî bakımdan daha ileride olması sebebiyle, onlardan korkarak veya bir menfaat umarak ahitleri bozmayı; yine müşrik olan düşmanların dünyada sayıca çok olduğunu ve bolluk içinde olduklarını görüp, bundan dolayı yeminleri bozmayı yasaklamıştır. Esas gaye, müslümanların imanlarını pekiştirmek; kâfirlerin dünyevî güç ve imkânlarının çokluğuna aldanıp tekrar küfre dönmeyi düşünmelerine mâni olmaktır. Ama yine de herkesin doğru yol üzere bulunma şartı yoktur:

93. Eğer Allah dileseydi sizi elbette aynı din üzere bir tek ümmet yapardı. Fakat O, dilediğinin doğru yoldan sapmasına fırsat verir, dilediğini de doğru yola erdirir. Unutmayın ki siz, bütün yaptıklarınızdan mutlaka sorguya çekileceksiniz.

Dünyada iman ve küfür, hidâyet ve dalâlet, hak ve bâtıl dâimâ bulunacak, bunlar arasındaki mücâdele de kıyamete kadar sürüp gidecektir. Cenâb-ı Hakk’ın muradı böyledir. Eğer O dileseydi bütün insanları hak veya bâtıl üzere toplanmış tek bir ümmet yapabilirdi. Ancak Yüce Allah, dünyada insanların anlaşmazlığa düştüğü şeylerin iç yüzünü âhirette ortaya serecek, haklıyla haksızı birbirinden ayıracak ve herkesi kendi yaptığı amellerden sorguya çekecektir.

O halde herkes ne yaptığına, yarın için neler hazırladığına bir baksın da, özellikle verdiği sözleri tutmaya ve olur olmaz bahanelerle onları bozmamaya dikkat etsin:

94. Sakın yeminlerinizi aranızda aldatma ve işi bozma sebebi kılmayın. Aksi takdirde, sağlamca yere bastıktan sonra ayaklarınız kayar ve Allah’ın yolundan saptığınız, başkalarını da bu yoldan alıkoyduğunuz için dünyada bunun acı sonucunu tadarsınız, ayrıca âhirette de büyük bir azaba uğrarsınız.

Sözden caymanın, antlaşmaları ve yeminleri bozmanın, hatta bunları birer fitne ve fesat vesilesi haline getirmenin çok acı neticeleri vardır. Böyle bir davranış ayakların doğru yoldan kaymasına, Allah’ın gösterdiği yoldan sapmaya ve saptırmaya sebep olur. Artık kimsenin sözüne güven kalmaz, toplum içinde karşılıklı güven duygusu sarsılır. Bu yüzden insanlar birbirlerine düşerler; kavgalar, savaşlar toplumu yiyip bitirir. Maddî ve manevî pek çok vahim durumların meydana gelmesine zemin hazırlanmış olur. Görüldüğü üzere bu konuda Allah’ın emrine isyan, dünyada pek kötü neticelere maruz kalmaya, sıkıntı ve ceza çekmeye sebep olacağı gibi, âhirette de daha büyük bir azaba uğramaya yol açacaktır. Bu yüzden aynı konudaki ilâhî ikazlar şöyle devam ediyor:

95. Öyleyse, Allah’a verdiğiniz sözü, karşılığında ne alsanız az düşecek bir bedele satmayın. Eğer bilirseniz, ancak Allah katında ahde vefâya verilecek mükâfat sizin için daha hayırlıdır.

96. Çünkü sizin elinizde bulunan nimetler tükenir, fakat Allah’ın yanında olanlar ebedî kalıcıdır. Şurası bir gerçek ki, sabredenleri, yaptıkları en güzel işleri esas alarak mükâfatlandıracağız.

97. Erkek olsun kadın olsun mü’min olarak kim sâlih amel işlerse ona dünyada elbette temiz ve güzel bir hayat yaşatırız. Âhirette de onları, yaptıkları en güzel işleri esas alarak mükâfatlandırırız.


Allah’a verilen söz hiçbir dünyevi bedel karşılığında satılmamalı, değiştirilmemelidir. Çünkü onun karşılığında elde edilecek dünyevi kazanç ne kadar büyük olursa olsun, Allah’a verilen sözün değeriyle karşılaştırıldığında hiçbir önemi kalmayacaktır. Bu açıdan bütün dünya ve içindekiler “az bir bedel” olarak değerlendirilebilir. Çünkü bunlar fânidir; kısa bir müddet sonra kesinlikle son bulacaktır. Bu, bilinen ve her gün tecrübe edilen bir durumdur. Allah’ın vereceği mükâfat ise bâkîdir, ebedîdir; bitip tükenmesi mümkün değildir. Bununla birlikte Cenâb-ı Hak, kulluk sözünde duran, her türlü ahitlerini yerine getirmeye çalışan ve yaptığını Allah rızâsına uygun bir şekilde doğru ve güzel yapan kullarına dünyada bile pek hoş, huzurlu ve güzel bir hayat müjdelemektedir. Gerçekten de davranışlarında samimi, doğru, dürüst, şerefli, adil ve temiz olanlar bu dünyada çok daha güzel ve huzurlu bir hayat yaşarlar. Çünkü onlar, olgun şahsiyetleri ve ahlâkî hamîdeleriyle, bu meziyetlere sahip olmayanların göremediği saygı, şeref ve güven içinde yaşarlar. Kendilerince bir başarı elde etmek için kötü yollara teşebbüs edenlerin elde edemediği temiz ve şerefli bir başarı kazanırlar. Her şeyin ötesinde, kulübede yaşasalar bile, saraylarda ve köşklerde oturan günahkârların yaşamadığı bir vicdanî huzuru ve tatmini yaşarlar. Âhirette ise onları Allah Teâlâ, yaptıkları amellerin en güzellerini esas alarak mükâfatlandıracaktır. Bire on, bire yüz, bire yedi yüz ve daha fazlasını ikram edecektir. Nitekim Cenâb-ı Hak: “Rabbinin huzuruna çıkıp hesap vermekten korkan kimseye iki cennet vardır” (Rahmân 55/46) âyetiyle, bir mânada hem mü’minin dünyada tadacağı manevî cennet huzuruna hem de âhirette varacağı cennete işaret buyurmuştur.

Ancak, bütün bu gerçekleri haber veren Kur’an’a mükemmel bir imanla kulak vermeli, türlü desiselerle onun hakkında şüpheler oluşturmaya ve âyetlerinin mânasının doğru bir şekilde anlaşılmasını engellemeye çalışan şeytânî güçlerden de Allah’a sığınmalıdır:

98. Kur’an okuyacağın zaman kovulmuş şeytandan hemen Allah’a sığın!

99. Gerçekte onun iman edenler ve yalnızca Rablerine güvenip dayananlar üzerinde zorlayıcı bir gücü yoktur.

100. Şeytanın zorlayıcı gücü, ancak onu dost edinenlerin ve onu Allah’a ortak koşanlar üzerindedir.


Kur’ân-ı Kerîm’i selim bir kalp, temiz bir akılla ve pürüzsüz bir hissiyât içinde okuyabilmemiz, onun ince mânaları üzerinde tefekkür edebilmemiz ve onun hükümleriyle amel edebilmemiz için önce şeytandan Allah’a sığınmak lazımdır. Bu ise aslında kalple yapılacak bir iştir. Bu sebeple âlimlerin çoğu sözlü olarak “eûzü” çekmeyi vacip değil müstehap saymışlardır.

Çeşitli rivayetler arasında en meşhur istiâze sözü اَعُوذُ بِاللّٰهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّج۪يمِ demektir.

اَلشَّيْطَانُ (şeytan) kelimesi, daha önce de yeri geldikçe ifade edildiği gibi “uzaklaştı” mânasındaki شَطَنَ (şatane) fiilinden türemiştir. İmam Kuşeyrî (r.h.), bundan hareketle şöyle der:

“Kişiyi Rabbinden uzaklaştıran, kalben O’nunla beraber olmaktan alıkoyan her şey şeytandır. Bir kişinin nefsi kendisine musallat olup, onu velev itaat, ibâdet ve tefekkür gibi şeylerle de olsa Rabbinden meşgul ediyorsa bu onun şeytanıdır. Ona düşen nefsinin kötülüğünden ve bütün kötülerin şerrinden Allah’a sığınmaktır.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, II, 172)

Aslında şeytanın insan üzerinde vesvese haricinde herhangi bir nüfûz ve hâkimiyeti yoktur. İnsanları zorla günaha itme ve onu yaptırma kudreti de yoktur. O, sadece fırsat buldukça vesvese verir ve kalbe kötü düşünceler aşılar. İman edenler ve yalnızca Rablerine güvenip dayananlar, Allah’a sığınarak şeytanın bu vesvese ve iğvâlarından kendilerini kurtarırlar. Şeytanın kendi üzerlerinde bir hâkimiyet kurmasına müsaade etmezler. Fakat Allah’ı bırakıp şeytanı dost edinenler, Allah’ın emirlerine vermedikleri kadar onun ayartmalarına kulak verenler, böyle değer verme ve itaat etme bakımından onu Allah’a ortak koşanlar üzerinde şeytanın elbette ki bir hâkimiyeti olacaktır. Nitekim bu husus Hicr sûresinde şöyle beyân edilmişti:

“İblîs şöyle dedi: «Rabbim! Madem beni azdırıp saptırdın, yemin olsun ki, ben de yeryüzünde günahları onlara çok cazip göstereceğim ve kesinlikle onların hepsini azdırıp yoldan çıkaracağım. Ancak içlerinde ihlâsa erdirilmiş kulların müstesnâ! Onları azdırmaya gücüm yetmez.» Allah şöyle buyurdu: «İşte bu ihlâs ve teslimiyet yolu, bana varan dosdoğru yoldur. Benim ihlâsa erdirilmiş o has kullarım ki, senin onlar üzerinde hiçbir zorlayıcı gücün yoktur. Senin nüfûzun ancak senin peşine takılan azgınlar üzerindedir.»” (Hicr 15/39-42)

İşte şeytan ve onun yoldaşı olmuş şeytanî güçler, daha önceki şeriatlerin yürürlükten kaldırılmasının ilâhî hikmete aykırı olacağını söyleyerek Kur’an hakkında kalplere şüphe tohumu ekmeye çalışıyorlar. Halbuki:
 
Üst Alt