TEFSİR NEML Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
NEML SURESİ OKUNUŞU VE TEFSİRİ

NEML Suresi 84. Ayet
NEML Suresi 84. Ayet
Neml Suresi hakkında

Mekke döneminde Şuarâ sûresinden sonra nâzil olmuştur, doksan üç âyettir. Adını, Hz. Süleyman’ın ordusuna yol veren karıncayla ilgili kıssanın anlatıldığı 18. âyetten alır. Sûretü Süleyman olarak da anılır. Fâsılaları م، ن harfleridir. Kur’an’ın vahiy ürünü olduğunu belirtmekle başlayan sûrede ilâhî mesajın önceki tebliğcilerinden Hz. Mûsâ, Süleyman, Sâlih ve Lût’un mücadelelerinden örnekler verilmiş, ardından Allah’ın birliğinin delillerine ve âhiret hayatının önemine temas edilmiştir.

Sûrenin muhtevasını bir girişten sonra iki bölüm halinde ele almak mümkündür. Mekke döneminin ikinci yarısında nâzil olduğu tahmin edilen sûre “ṭâ sîn” harfleriyle başlar, ardından, gelecek olan beyanların Kur’an’ın ve ilâhî kitabın âyetleri olduğu belirtilir. Bu âyetlerin inanan ve imanını namaz kılmak, zekât vermek (arınmak), büyük hesap gününün sorumluluğunu taşıdığını davranışlarıyla ortaya koymak suretiyle kanıtlayan kimseler için hidayet ve kurtuluş vesilesi olduğu zikredilir. Âhirete inanmayanların dünyada derin bir gaflet içinde sıkıntılı bir hayat geçirdikleri, ölüm sonrası hayatta ise hüsrana mâruz kalacakları belirtilir ve Hz. Peygamber’e hitap edilerek Kur’an âyetlerinin kendisine hakîm ve alîm olan Allah tarafından gönderildiği bildirilir (âyet 1-6).

Peygamber kıssalarının yer aldığı birinci bölümde diğer sûrelerde ayrıntılı biçimde anlatılan Hz. Mûsâ’nın tebliğ hayatının bir kesiti verilir. Bu kısmın sonunda, Firavun ile taraftarlarına apaçık mûcizeler gösterildiği ve onların iç dünyalarında bunların gerçekliğine tam kanaat getirdikleri halde sırf zulüm ve kibir yüzünden kabule yanaşmadıkları belirtilir. Arkasından hem Hicaz bölgesi Araplar’ının hem de onlarla temas halinde bulunan Ehl-i kitabın ortak kültüründe yer aldığı anlaşılan Hz. Süleyman’ın nübüvvet ve hükümdarlığı anlatılır. Onun kuş dilini bildiğinden, cinlere, insanlara ve kuşlara hükmettiğinden söz edilir. Sebe melikesi (Belkıs) ile olan muhaberesi ve sonunda onun Süleyman’ın yanına gelerek hak dini benimsemesi anlatılır. Hz. Sâlih ile Lût’un kendi kavimlerine yönelik tebliğlerine temas edilir. Her iki topluluğun ilâhî daveti kabul etmeyip peygamberlerine kötü muamelede bulundukları ve sonunda helâk edildikleri haber verilir (âyet 7-58).

Sûrenin ikinci bölümü Hz. Peygamber’e hitap ederek başlar. Ardından Allah’a şirk koşma saplantısının akıl, mantık ve ilim sahibi, fıtratı bozulmamış insanın psikolojik yapısıyla bağdaşmadığını açıklamak üzere tabiatın yaratılışı, işleyişi, insan hayatıyla uyumlu ve ona yararlı hale getirilişine dair örnekler verilir. Bu arada arka arkaya gelen beş âyetten (27/60-64) her birinin sonunda, “Allah’la beraber bir tanrı daha mı?” meâlinde hem sitem hem uyarı taşıyan cümle tekrar edilir. İnsan onuruyla bağdaşmayan şirk telakkisinin eleştirisine dair âyetlerin ardından göklerde ve yerde gaybı Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği ifade edilmek suretiyle gaybın bilinmesinin ulûhiyyet makamına mahsus olduğuna, kehanet vb. yollarla bu alandan haber vermenin bir nevi şirk sayıldığına işaret edilir. Âhiret inancını reddedenlere uyarılarda bulunulur. Kur’an’ın, kitap ehlinin anlaşmazlığa düştüğü konuların çoğunu açıklığa kavuşturduğu, inanmak isteyenler için hidayet ve rahmet vesilesi olduğu ifade edilir. Tekrar Hz. Peygamber’e hitap edilerek Allah’a dayanması öğütlenir, apaçık bir gerçeği savunduğu halde inanmayanların bulunduğu hatırlatılır, bunların yaşayacağı âhiret hayatının bazı dehşetli safhalarına temas edilir. 82. âyette kıyamete yakın bir zamanda yerden bir yaratık çıkarılıp onun vasıtasıyla o dönemdeki insanların dine karşı kayıtsızlığının belgeleneceğinden söz edilir (bk. DÂBBETÜ’l-ARZ). Sûre Resûl-i Ekrem’in, tebliğ ettiği mesaja bağlılık ve sürekli Kur’an okumakla emrolunduğunun belirtilmesi, inanıp inanmamanın insanların iradesine bağlı olduğu ve kendisinin sadece bir uyarıcı konumunda bulunduğunu söylemesinin ardından bütün övgülere lâyık olan Allah’ın mûcizelerini yakında göstereceğinin bildirilmesiyle sona erer (âyet 59-93).

Neml sûresinin muhtevasından bu sûrenin, Allah’ın birliğine dayalı hak dinin son halkasını teşkil eden İslâmiyet’e karşı tepki ve direnişlerin gittikçe şiddetlendiği bir dönemde nâzil olduğu anlaşılmaktadır. Sûrede Hicaz bölgesi Araplar’ı ile Ehl-i kitabın ortak kültür unsurları kullanılarak hak dine davet faaliyetlerinden örnekler verilmiş, ayrıca Allah’ın birliği ve âhiret hayatının gerçekliği özellikle vurgulanmış, bu arada Kur’an’ın geçmiş semavi kitaplar gibi vahiy ürünü olduğu tekrarlanmıştır. Sûrenin sonunda İslâm’ın yakın bir gelecekte başarıya ulaşacağına işarette bulunulmuştur. Nitekim Neml sûresinin hemen ardından nâzil olduğu kabul edilen Kasas sûresinin ilk âyetlerinde Mûsâ-Firavun mücadelesine atıfta bulunularak yeryüzünde hor ve güçsüz görülen zümrelerin geçmişte üstünlük taslayanların yerine Hakkı temsil eden önderler olacakları hususunun Allah’ın muradı olduğu belirtilmektedir.

“Neml sûresini okuyan kimseye Hz. Süleyman, Hûd, Şuayb, Sâlih ve İbrâhim’i tasdik veya tekzip edenlerin sayısının on katı sevap verilir ve bu kişi kabrinden ‘lâ ilâhe illallah’ diyerek kalkar” meâlinde Hz. Peygamber’e nisbet edilen hadisin (Zemahşerî, IV, 480; Beyzâvî, III, 293) mevzû olduğu kaydedilmektedir (Muhammed et-Trablusî, II, 718-719).

İbn Ebû Hâtim er-Râzî’nin Tefsîrü’l-Ḳurʾâni’l-ʿaẓîm adlı rivayet tefsirinden Neml sûresinin metni Neş’et Mahmûd Abdurrahman el-Kûcek tarafından yüksek lisans tezi olarak neşre hazırlanmış (Câmiatü Ümmi’l-kurâ Külliyyetü’ş-şerîa, Mekke 1404-1405), Abdürrab Nüvâbüddin, ed-Daʿve ila’llāh fî sûreti’n-Neml adıyla bir doktora çalışması yapmıştır (el-Câmiatü’l-İslâmiyye, ed-dirâsâtü’l-ulyâ ed-da‘ve, Medine 1408).

NEML SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ


1. Tâ. Sîn. Bunlar, Kur’an’ın ve gerçekleri açıklayan apaçık kitabın âyetleridir.

2. O, mü’minlere doğru yolu gösteren bir rehber ve büyük bir müjdedir.

3. Onlar ki namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler ve âhiretin varlığına da kesin olarak iman ederler.


Allah tarafından Resûlullah (s.a.s.)’in kalbine vahyedilen bu yüce âyetler, Kur’ân-ı Kerîm’in âyetleridir. Burada Kur’an’ın şu mühim vasıflarına dikkat çekilir:
Kitâb-ı mübîn: O, her türlü tâlimât, emir ve yasaklarını apaçık ortaya koyan; hak ile bâtılın, helâlle haramın, iyi ile kötünün arasını net çizgilerle ayıran; ilâhî bir kitap olduğunda asla şüphe bulunmayan bir kitaptır. Onu basîret gözüyle inceleyen ve kalp kulağıyla dinleyen herkes, onun bir insan tarafından uydurulmadığını, Hakk’ın gerçek kelâmı olduğunu anlar.
Mü’minlere doğru yolu gösteren bir rehber: Çünkü Kur’an’ın rehberliğinden ancak ona inanan, onun doğruluğunu tasdik edip dediklerini yapanlar faydalanır.
Mü’minler için büyük bir müjde: Kur’ân-ı Kerîm baştan sona hem korkutma hem de müjdelerle doludur. İkaz ve korkutmaları kâfir ve günahkârlar için; müjdeleri ise ona inanan ve tâlimatlarını yerine getiren mü’min kullar içindir.

Kur’an’ın tâlimatlarının temel esasları ise hakîki bir imanla birlikte namazı dosdoğru kılmak, nefsin tezkiyesi ve toplumun refâhı için zekâtı hakkiyle vermek ve âhirete kesin olarak inanmaktır. Zâten ilâhî huzurda bütün yaptıklarının hesabını vereceğine ve ona göre iyi ya da kötü ebediyen sürecek bir karşılık göreceğine inanan bir insanın dünyada gâfil bir hayat sürmesi mümkün değildir.

Kulluk yolunda en ciddi problem, âhirete imanın olmayışıdır:

4. Âhirete inanmayanlara gelince, biz onların amellerini kendilerine güzel gösterdik; bu yüzden de onlar şaşkınlık içinde bocalayıp dururlar.

5. İşte dünyada azâbın en kötüsüne uğrayacak olanlar bunlardır. Onlar, âhirette de en çok zarara uğrayacakların tâ kendileridir.


Bir insan âhirete iman etmez, hesaba inanmaz, yaptıklarının hayır ya da şer olduğu konusunda karar verecek herhangi bir mahkemenin varlığını kabul etmezse, bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak, kendi iç dünyasında hayata karşı tamâmen materyalist bir anlayış geliştirir. Bu anlayışa binâen dünyada her türlü kötülüğü pervasızca yapabilir, buna rağmen vicdan azabı duymaz, hatta iyi bir şey yaptığını düşünebilir. Kendisine zevk ve neşeyi, maddî gelişme ve serveti, güç ve otoriteyi sağlayan her şey ona göre iyi olur. Tek hedefi, sadece bu dünya hayatının başarılarını elde etmek ve nimetlerini devşirmekten ibaret kalır. Bunları elde etme arzu ve endişesi, tabiî olarak onu her hususta yoldan çıkarır, azgınlık ve taşkınlığa sevk eder. Bu düşünceyle, dünya menfaatini elde etmek için yapacağı her hareket, ona güzel ve hoş görünür. Üstelik kendisi gibi dünya nimetlerini elde etme konusunda aşırı hırs göstermeyen, bu hususta fazla bir gayreti olmayan ve bu gaye için ahlâkî bir tahdîdi düşünmeksizin her şeyi göze almayanları da saf kimseler olarak telakki eder. Çünkü imansızlık, kalbin iyi ile kötüyü ayırabilme melekesini köreltir; kötüyü iyi, iyiyi kötü gösterir. Bu aslında Allah Teâlâ’nın, insanın ruh yapısına yerleştirdiği ilâhî kanunun tabiî bir neticesidir.

Kur’ân-ı Kerîm’de kâfirlerin amellerinin kendilerine süslenmesi, güzel gösterilmesi gerçeği, bazı yerlerde Allah Teâlâ’ya, bazı yerlerde ise şeytana nispet edilir. Kişinin dalâlete saplanıp, fıtratının bozulması durumunda yaptığı kötü işler kendine hoş gelir. İşte bu durumlarda kişinin amellerinin kendisine hoş gösterilmesi Allah’a izafe edilir. Kişinin şeytan tarafından kötü yola sürüklenmesi ve şeytanın ona bu yolu güzel göstermesi durumunda ise, tabiatı icabı burada şeytan zikredilir.

Kâfirlere dünyada azabın en kötüsü çektirilir. Savaşlarda öldürülmeleri ve esir alınmaları bunun başında yer alır. Bunun haricinde de çeşitli azaplara maruz kalırlar. Ölüm ve haşir esnâsında büyük sıkıntılar çekerler. Mahşerden sonra ise bu azap ebedî hâle dönüşür ve bunlar gerçekten çok büyük bir hüsrâna uğrarlar. İşte Kur’ân-ı Kerîm, vakti geçmeden insanları uyarmak için inmiştir ve onun kaynağı son derece sağlamdır:

6. Rasûlüm! Şüphesiz bu Kur’an sana, hüküm ve hikmet sahibi ve her şeyi hakkiyle bilen Allah tarafından verilmektedir.

Bu âyette Kur’ân-ı Kerîm’in inişiyle ilgili Allah Teâlâ’nın “Hakîm” ve “Alîm” ismine atıfta bulunulur. اَلْحَك۪يمُ (Hakîm), en doğru hüküm veren, en sağlam iş yapan ve yaptığı her iş hikmetli olandır. اَلْعَل۪يمُ (Alîm) ise her şeyi en iyi şekilde bilen demektir. O, mahlukâtın mâzisi, hâli ve istikbâli hakkında eksiksiz bir ilme; kullarının ıslâhı ve hidâyeti için lâzım gelen tüm tedbir ve tanzimi yapacak bir hikmete sahiptir. İşte bu iki mühim ilâhî ismin tecellisi olan Kur’ân-ı Kerîm, kulların hâlini ıslah ve onları doğru yola eriştirmek için indirilmiştir.

Bu âyet-i kerîme, buradan itibaren anlatılacak kıssalar ve o kıssalarda serdedilen ilâhî hikmet ve ilim tecellilerine dikkat çekmek üzere bir hazırlık mâhiyetindedir:

7. Hani Mûsâ, Medyen’den Mısır’a dönerken geceleyin ailesine: “Ben uzakta bir ateş gördüm. Bekleyin; gidip ya oradan size yol güzergâhı hakkında bir haber getiririm veya tutuşmuş bir kor getiririm de ateş yakar ısınırsınız” demişti.

8. Oraya gelince kendisine şöyle nidâ edildi: “Ateşin bulunduğu yerdekiler ve çevresindekiler mübârek kılınmıştır. Âlemlerin Rabbi olan Allah her türlü noksanlıktan uzaktır!”

9. “Ey Mûsâ! Gerçek şu ki ben, karşı konulamaz sınırsız kudret sahibi, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olan Allahım!”

10. “Şimdi asânı yere at!” Mûsâ asâyı yere atıp onun çevik bir yılan gibi hareket ettiğini görünce arkasına bakmadan dönüp kaçtı. Biz de buyurduk ki: “Korkma, ey Mûsâ! Çünkü ben öyle bir Rabbim ki, benim huzurumda peygamberler korkmaz!”

11. “Fakat kim zulme batmışsa, öylelerinin benden korkması gerekir. Ancak onlar da işledikleri kötülüklerin ardından tevbe edip hâllerini ve amellerini güzelleştirirlerse, bilsinler ki, ben şüphesiz günahları çok bağışlayıcıyım ve engin merhamet sahibiyim.”

12. “Şimdi de elini koynuna sok! O her türlü leke ve hastalıktan arınmış olarak, bembeyaz bir halde çıkacaktır. Böylece yılana dönüşen asâ ve parlayan el, Firavun ve kavmine göstereceğin dokuz mûcizeden ikisi olacaktır. Çünkü onlar, işledikleri zulümler yüzünden yoldan çıkmış bir toplum hâline geldiler.”

13. Nihâyet mûcizelerimiz, gerçeği tüm açıklığıyla gösterici deliller olarak onlara gelince: “Bunlar, düpedüz bir büyüdür” dediler.

14. Vicdanları bunların Allah’tan olduğuna tam kanaat getirdiği halde, bile bile yanlışta ısrar etmeleri ve boş bir büyüklenme ile onları inkâr ettiler. Ama neticede, işi gücü bozgunculuk olan o gürûhun âkibeti nasıl oldu, bir bak!


Hz. Mûsâ’nın burada hülâsa olarak anlatılan kıssası daha tafsilatlı bir şekilde A‘râf ve Tâhâ sûrelerinde geçmişti. (bk. A‘râf 7/103-157; Tâhâ 20/9-98) Burada dikkat çekilen noktalar şunlardır:

Birincisi; Hz. Mûsâ’nın kendisine vahiy geleceği hususunda hiçbir bilgisi ve beklentisi yoktur. Bu, peygamberliğin vehbî olduğunu gösterir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.) hakkında da: “Sen, aslında bu kitabın sana vahyedileceğini ummuyordun. Bu sana ancak Rabbinden bir rahmet olarak geldi. O halde sakın kâfirlere arka çıkma!” (Kasas 28/86) buyrulur. Mûsâ (a.s.), karşılaşmayı umduğu kimselere “yol sormak” veya “ısınmak için ateş getirmek” gibi, tamâmen şartların zorladığı tabii ihtiyaçlar sâikıyla gelmişken, orada birden vahiy gerçeğiyle karşılaşmıştır.

İkincisi; ateşin bulunduğu yerde mübârek kılınan, Mûsâ (a.s.); etrafındakiler ise meleklerdir. Bu hususta “Mûsâ ve ona iman edenler”, “Mûsâ ve etrafındaki kutsal topraklar” şeklinde izahlar da vardır.

Üçüncüsü; Allah Teâlâ’nın kendisini “Âlemlerin Rabbi” olarak tanıtması, İsrâiloğulları’nda bulunan, Allah’ın yalnız İsrâil’in rabbi olduğu, öteki milletleri İsrâiloğulları’na köle verdiği şeklindeki yanlış inancı kesinlikle reddeder. Allah tüm âlemlerin ve bütün insanların Rabbidir. Takvâ ve kulluk dışında O’na yakın olmanın hiçbir vasıtası yoktur. Hz. Ebubekir (r.a.): “Allah’ın hiç kimseyle nesep bağı yoktur” sözüyle bu gerçeği ifade eder.

Dördüncüsü; Peygamberler Allah tarafından güvende kılınmış kişilerdir. Kur’ân-ı Kerîm’de “onlara hiçbir korku yoktur, onlar asla üzülmeyeceklerdir” (bk. Yûnus 10/62) buyrulan evliyaullahın başında şüphesiz en seçkin insanlar olan peygamberler gelir. Âniden kıvrak, çevik bir yılana dönüşen asâ karşısında ürperip, ardına bakmaksızın koşan Mûsâ (a.s.)’a: “Korkma! Çünkü ben öyle bir Rabbim ki, benim huzurumda peygamberler korkmaz!” (Neml 27/10) telkiniyle bu gerçeğe işaret edilmiştir. Aslında iman ve sâlih amellerle dâimâ Allah’ın huzurunda bulunduğunun farkında olan ve bunun huzurunu gönlünde hisseden bir mü’minin herhangi bir şeyden korkmasına gerek yoktur. Çünkü o, her şeyin Allah’ın elinde olduğunu, O dilemedikçe hiçbir şeyin olmayacağını, O izin vermedikçe hiçbir varlığın başka bir varlığa zarar vermeyeceğini bilir. O’nun takdir buyurduğu iyiliğin de kötülüğün de geri kalmayacağına, mutlaka vuku bulacağına inanır. Ancak böyle bir inanç, insanın tedbirli yaşamasına kesinlikle engel olmamalıdır. Mûsâ (a.s.)’a gelince, yanlışlıkla kıptiyi öldürmesi sebebiyle onun içinde bir günah korkusu bulunmaktaydı. Belki korkup kaçmasının altında, işlediği bu suçtan kaynaklanan bir endişe yatmaktaydı. Bu bakımdan, âyetin devamında kötülükten sonra bundan vazgeçip amelini ve hâlini düzeltenlerin bağışlanacağı müjdesi Hz. Mûsâ’yı rahatlatmıştır.

Dördüncüsü; burada Hz. Mûsâ’ya verilen dokuz mûcizeden sadece ikisine yâni “asâ ve yed-i beyzâ”ya yer verilmiş (bk. A‘râf 7/107-108; Tâhâ 20/19-22), diğerlerine sadece söz gelimi temas edilmiştir. (bk. A‘râf 7/130-133)

Kıssada yeni olan taraf; Firavun ve kavminin, Mûsâ’nın gösterdiği mûcizelerin, Allah tarafından ona verildiğini vicdânen bildikleri halde sırf zulüm ve kibirleri yüzünden bunları inkâr ettiklerini belirtmesidir. Onların bu davranışlarıyla, sırf haksızlık, gurur ve kibirleri yüzünden Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliğini inkâr eden müşriklerin davranışları arasında benzerlik vardır. Meselâ Peygamberimiz (s.a.s.)’i “el-Emîn” ve “es-Sâdık” vasıflarıyla niteleyenler Mekkelilerdi. Hattâ Allah Resûlü’nün amansız bir düşmanı olan Ebû Cehil bile O’na bir gün:

“−Yâ Muhammed! Ben sana, «Sen yalancısın!» demiyorum. Fakat şu getirdiğin davetini istemiyorum...” diyerek Efendimiz’in doğruluğunu vicdânen kabul ettiğini, fakat davetine icâbet etmekte nefsine mağlûb olduğunu bir bakıma îtirâf etmişti. Nitekim bu hâl, âyet-i kerîmede şöyle beyân edilmektedir:

“…Gerçekte onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler bile bile Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlar.” (En‘âm 6/33)

Dolayısıyla Kur’an’ın maksadı, muhataplarına, yaptıklarının, Firavun ve kavminin yaptıklarına benzediğini anlatıp, onları intibâha davettir.

Hz. Mûsâ ve Firavun kıssasıyla, Allah ve peygamber düşmanı zâlimleri bekleyen fecî âkibete dikkat çekildikten sonra, şimdi de Hz. Dâvûd ve Hz. Süleyman kıssalarından aktarılacak kesitlerle Allah’ın ve Peygamber’in yoluna kendilerini adamış mü’minlere müjdelenen nimetler haber verilmektedir:

15. Doğrusu biz Dâvûd’a ve Süleyman’a husûsî bir ilim verdik. İkisi de: “Bizi mü’min kullarının birçoğuna üstün kılan Allah’a hamdolsun” dediler.

Hz. Dâvûd ve Hz. Süleyman’a verilen “ilim”den maksat; şeriat ilmi, insanlar arasında hükmedebilecek bir bilgi ve salahiyet, yeryüzünde halifelik, Hz. Dâvûd’a verilen Zebur, her ikisinin de hayvanların dilinden anlamaları ve başkalarının bilmediği sahalarda bilgi sahibi olmalarıdır. İlim, nimetlerin en kıymetlisi olduğundan, her iki peygamber de, kendilerinin lütfedilen bu nimet sayesinde mü’min kulların birçoğundan üstün tutulduklarını belirterek Allah’a hamd etmiştir. Nitekim âyet-i kerîmede: “Allah, içinizden gerçekten iman etmiş olanların makamını bir derece ve imanla birlikte kendilerine ilim de verilmiş olanların makamlarını ise derecelerle yükseltir” (Mücâdile 58/11) buyrularak ilmin bu faziletine işaret edilir.

Süleyman (a.s.), Hz. Dâvûd’un peygamberlik ve halifelik vazifesine vâris olmuştur. Eğer söz konusu edilen “mal” olsaydı, ona tüm kardeşlerin eşit olarak mirasçı olması gerekirdi. Yine Allah Teâlâ ona lutuf ve kereminden, daha sonra kimseye nasip etmediği bir mülk ve saltanat verdi. Zira Hz. Süleyman: “Rabbim beni bağışla ve bana, benden sonra hiç kimseye nasip olmayacak bir mülk ve saltanat ihsan eyle! Şüphesiz bütün nimetleri bağışlayan, lutufları bol olan yalnız sensin!” (Sād 38/35) diye dua etmiş, bunun üzerine Cenâb-ı Hak da ona emriyle kolayca akıp giden rüzgârı, binâ inşâ eden ve dalgıçlık yapan şeytanları, demir halkalarla bağlı diğer mahlukâtı onun emrine amâde kılmıştı. (bk. Sād 38/36-38)

Peki Süleyman (a.s.)’a öğretilen مَنْطِقُ الطَّيْرِ (mantıku’t-tayr) neydi? Bu terkip “mantık” ve “tayr” kelimelerinden oluşur. “Mantık”, esasen “nutuk” demektir, fakat mantığın temeli olan “ruhî kuvvet” mânasında ıstılah olarak kullanılır. Bilinen nutuk ise, insanın içinde oluşan hisleri ifade etmek için seslenilen ve çoğu dil ile çıkarıldığından dolayı dil, lisan ve lügat dahi denilen tekil veya mürekkep haldeki lafızlardır. Bu tür bir nutuk gerçek anlamda insana aittir. Ancak benzetme ve mecaz yoluyla başka türlü ifade biçimlerine de “nutuk” denilir. Mesela yazı gibi özel işaretlerle bir şey anlatmak insanın iç dünyasına ait bir nutkun ifadesi olmak üzere mecazen nutuk sayıldığı gibi, güvercinin ötmesi ve udun çalması da Araplar tarafından “nutuk” kelimesiyle anlatılır. Bu tespitten hareketle müfessirlerin pek çoğu “mantık”ı, ister tek, ister birkaç sözden meydana gelmiş olsun, mâna ifade eden veya etmeyen her türlü ses çıkarmanın adı olarak tanımlamışlardır. Buna göre “mantıku’t-tayr”ı da, kuşun çeşitli hisleri arasındaki ilişkiyi yöneten hassasiyet kuvveti (mantık) ve hislerini ortaya koymak için çıkardığı sesler (dil) olarak açıklamışlardır. Mesela horozun yem aramak için deşinmesinde bir mantık vardır, yemi bulduğu zaman “dık dık” diye tavukları çağırması da bir nutuk, bir dil demektir. (bk. Zemahşerî, el- Keşşâf, III, 140; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXVI, 186; Elmalılı, Hak Dini, V, 3665)

Kuşlarda olduğu gibi diğer hayvanlar arasında da çıkardıkları bir takım sesler kanalıyla anlaşma sağlandığında şüphe yoktur. Âyette sadece kuş mantığının sözkonusu edilmesi, meramı en kısa yoldan ifade etme gayesi güder. Çünkü Hz. Süleyman, insandan en çok uzakta duran ve kaçan kuşun mantığını bilince, insana yakın bulunan ve daha çok ihtilat eden hayvanların mantığını öncelikle ve daha kolay bilir. Nitekim ayette ifade edildiği gibi o, karıncaların mantığını yani konuşmasını da anlamıştır. Dolayısıyla bu âyet-i kerîme, Hz. Süleyman’ın bütün hayvan sınıflarının mantığını, dilini bildiğine delalet etmektedir. (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, XIX, 237)

Hayvanlar arasında çıkardıkları sesler vasıtasıyla anlaşma olduğuna ve bu bilindiğine göre, burada önemli olan husus, kuşun veya başka hayvanların Hz. Süleyman’a konuşmasından öte, tabii olan bu konuşmaları Süleyman (a.s.)’ın anlaması ve anlayış derinliğidir. O, sadece hayvanların dilini değil, Kur’an’ın ifadesine uygun olarak onların mantığını biliyordu. Meselâ yalnız kuşların sesleri ve hareketleriyle ifade ettikleri hislerini anlamakla kalmıyor, o hisleri yöneten mantığı, perde arkası durumları da kavrıyordu. Bu bakımdan o, hayvanların çıkardığı seslerdeki kastı anladığı gibi, onları emir-komuta altına alıp ordusu içinde çeşitli görevlerin yerine getirilmesinde kullanmayı da biliyordu. Ayrıca kuşların tabii olarak gerçekleştirdikleri “uçma” eyleminin bilgisi bile ona öğretilmişti. Özellikle ayetlerde ifade edilen rüzgârın Hz. Süleyman’ın emrine verilmesi ve Belkıs’ın tahtının çok kısa sürede uzun bir mesafeden getirilmesi de bu bilgi ile ilgili olmalıdır.

İfade etmeye çalıştığımız üzere “mantıku’t-tayr”, öğretilme özelliği olan bir bilgidir. Hz. Süleyman bu bilgiyle kuşandığı için hayvanların dilinden anlamaktaydı. Bu bilginin ona Allah tarafından hususi olarak öğretildiğini ve dolayısıyla bunun harikulade bir olay kabilinden mûcize olduğunu söyleyip bırakmak en kestirme yoldur. Bu anlayışın, ta Süleyman (a.s.) zamanındaki ilmî seviye ve gelişmişlik açısından makul bir anlayış olduğu da kabul edilebilir. Fakat günümüzdeki bilimsel keşifler bakımından şunu ifade etmek gerekir ki, bu bilgi, şüphesiz, Allah’ın kâinata koyduğu ince ve esrarengiz kanunlar çerçevesinde gerçekleşmektedir. Dolayısıyla bu bilginin, ilmî çalışmalar ve araştırmalar neticesinde elde edilmesinin zamanla imkân dâhilinde olacağını söylemekte bir sakınca görünmemektedir.
Şimdi Hz. Süleyman’a verilen bu özel bilginin mâhiyeti ve ne işe yaradığı bir örnekle açıklanmak üzere buyruluyor ki:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
16. Süleyman Dâvûd’a mirasçı oldu. Şöyle dedi: “Ey insanlar! Bize kuşların dili öğretildi ve bize her güzel şeyden bir nasip verildi. Şüphesiz bu, apaçık bir lutuftur.”

Hz. Dâvûd ve Hz. Süleyman’a verilen “ilim”den maksat; şeriat ilmi, insanlar arasında hükmedebilecek bir bilgi ve salahiyet, yeryüzünde halifelik, Hz. Dâvûd’a verilen Zebur, her ikisinin de hayvanların dilinden anlamaları ve başkalarının bilmediği sahalarda bilgi sahibi olmalarıdır. İlim, nimetlerin en kıymetlisi olduğundan, her iki peygamber de, kendilerinin lütfedilen bu nimet sayesinde mü’min kulların birçoğundan üstün tutulduklarını belirterek Allah’a hamd etmiştir. Nitekim âyet-i kerîmede: “Allah, içinizden gerçekten iman etmiş olanların makamını bir derece ve imanla birlikte kendilerine ilim de verilmiş olanların makamlarını ise derecelerle yükseltir” (Mücâdile 58/11) buyrularak ilmin bu faziletine işaret edilir.

Süleyman (a.s.), Hz. Dâvûd’un peygamberlik ve halifelik vazifesine vâris olmuştur. Eğer söz konusu edilen “mal” olsaydı, ona tüm kardeşlerin eşit olarak mirasçı olması gerekirdi. Yine Allah Teâlâ ona lutuf ve kereminden, daha sonra kimseye nasip etmediği bir mülk ve saltanat verdi. Zira Hz. Süleyman: “Rabbim beni bağışla ve bana, benden sonra hiç kimseye nasip olmayacak bir mülk ve saltanat ihsan eyle! Şüphesiz bütün nimetleri bağışlayan, lutufları bol olan yalnız sensin!” (Sād 38/35) diye dua etmiş, bunun üzerine Cenâb-ı Hak da ona emriyle kolayca akıp giden rüzgârı, binâ inşâ eden ve dalgıçlık yapan şeytanları, demir halkalarla bağlı diğer mahlukâtı onun emrine amâde kılmıştı. (bk. Sād 38/36-38)

Peki Süleyman (a.s.)’a öğretilen مَنْطِقُ الطَّيْرِ (mantıku’t-tayr) neydi? Bu terkip “mantık” ve “tayr” kelimelerinden oluşur. “Mantık”, esasen “nutuk” demektir, fakat mantığın temeli olan “ruhî kuvvet” mânasında ıstılah olarak kullanılır. Bilinen nutuk ise, insanın içinde oluşan hisleri ifade etmek için seslenilen ve çoğu dil ile çıkarıldığından dolayı dil, lisan ve lügat dahi denilen tekil veya mürekkep haldeki lafızlardır. Bu tür bir nutuk gerçek anlamda insana aittir. Ancak benzetme ve mecaz yoluyla başka türlü ifade biçimlerine de “nutuk” denilir. Mesela yazı gibi özel işaretlerle bir şey anlatmak insanın iç dünyasına ait bir nutkun ifadesi olmak üzere mecazen nutuk sayıldığı gibi, güvercinin ötmesi ve udun çalması da Araplar tarafından “nutuk” kelimesiyle anlatılır. Bu tespitten hareketle müfessirlerin pek çoğu “mantık”ı, ister tek, ister birkaç sözden meydana gelmiş olsun, mâna ifade eden veya etmeyen her türlü ses çıkarmanın adı olarak tanımlamışlardır. Buna göre “mantıku’t-tayr”ı da, kuşun çeşitli hisleri arasındaki ilişkiyi yöneten hassasiyet kuvveti (mantık) ve hislerini ortaya koymak için çıkardığı sesler (dil) olarak açıklamışlardır. Mesela horozun yem aramak için deşinmesinde bir mantık vardır, yemi bulduğu zaman “dık dık” diye tavukları çağırması da bir nutuk, bir dil demektir. (bk. Zemahşerî, el- Keşşâf, III, 140; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXVI, 186; Elmalılı, Hak Dini, V, 3665)

Kuşlarda olduğu gibi diğer hayvanlar arasında da çıkardıkları bir takım sesler kanalıyla anlaşma sağlandığında şüphe yoktur. Âyette sadece kuş mantığının sözkonusu edilmesi, meramı en kısa yoldan ifade etme gayesi güder. Çünkü Hz. Süleyman, insandan en çok uzakta duran ve kaçan kuşun mantığını bilince, insana yakın bulunan ve daha çok ihtilat eden hayvanların mantığını öncelikle ve daha kolay bilir. Nitekim ayette ifade edildiği gibi o, karıncaların mantığını yani konuşmasını da anlamıştır.
Dolayısıyla bu âyet-i kerîme, Hz. Süleyman’ın bütün hayvan sınıflarının mantığını, dilini bildiğine delalet etmektedir. (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, XIX, 237)

Hayvanlar arasında çıkardıkları sesler vasıtasıyla anlaşma olduğuna ve bu bilindiğine göre, burada önemli olan husus, kuşun veya başka hayvanların Hz. Süleyman’a konuşmasından öte, tabii olan bu konuşmaları Süleyman (a.s.)’ın anlaması ve anlayış derinliğidir. O, sadece hayvanların dilini değil, Kur’an’ın ifadesine uygun olarak onların mantığını biliyordu. Meselâ yalnız kuşların sesleri ve hareketleriyle ifade ettikleri hislerini anlamakla kalmıyor, o hisleri yöneten mantığı, perde arkası durumları da kavrıyordu. Bu bakımdan o, hayvanların çıkardığı seslerdeki kastı anladığı gibi, onları emir-komuta altına alıp ordusu içinde çeşitli görevlerin yerine getirilmesinde kullanmayı da biliyordu. Ayrıca kuşların tabii olarak gerçekleştirdikleri “uçma” eyleminin bilgisi bile ona öğretilmişti. Özellikle ayetlerde ifade edilen rüzgârın Hz. Süleyman’ın emrine verilmesi ve Belkıs’ın tahtının çok kısa sürede uzun bir mesafeden getirilmesi de bu bilgi ile ilgili olmalıdır.

İfade etmeye çalıştığımız üzere “mantıku’t-tayr”, öğretilme özelliği olan bir bilgidir. Hz. Süleyman bu bilgiyle kuşandığı için hayvanların dilinden anlamaktaydı. Bu bilginin ona Allah tarafından hususi olarak öğretildiğini ve dolayısıyla bunun harikulade bir olay kabilinden mûcize olduğunu söyleyip bırakmak en kestirme yoldur. Bu anlayışın, ta Süleyman (a.s.) zamanındaki ilmî seviye ve gelişmişlik açısından makul bir anlayış olduğu da kabul edilebilir. Fakat günümüzdeki bilimsel keşifler bakımından şunu ifade etmek gerekir ki, bu bilgi, şüphesiz, Allah’ın kâinata koyduğu ince ve esrarengiz kanunlar çerçevesinde gerçekleşmektedir. Dolayısıyla bu bilginin, ilmî çalışmalar ve araştırmalar neticesinde elde edilmesinin zamanla imkân dâhilinde olacağını söylemekte bir sakınca görünmemektedir.
Şimdi Hz. Süleyman’a verilen bu özel bilginin mâhiyeti ve ne işe yaradığı bir örnekle açıklanmak üzere buyruluyor ki:

17. Günün birinde cinlerden, insanlardan ve kuşlardan oluşan orduları emri üzere Süleyman’ın huzurunda toplandılar. Hepsi birlikte onun tarafından düzenli bir şekilde sevk ve idâre ediliyordu.

18. Nihâyet karıncalar vâdisine geldiklerinde, bir karınca: “Ey karıncalar, yuvalarınıza girin; Süleyman ve orduları farkınıza varmadan sizi çiğneyip ezmesinler!” dedi.

19. Bu sözleri işiten Süleyman masum bir mutluluk içinde tebessüm etti ve: “Rabbim! Bana, anama ve babama verdiğin nimetlere şükretmeye ve râzı olacağın sâlih ameller işlemeye beni muvaffak kıl. Rahmetinle beni sâlih kullarının arasına ilhâk eyle!” diye yalvardı.


Süleyman (a.s.) cinlerden, insanlardan ve kuşlardan oluşan kalabalık bir orduya sahipti. Bir gün bir gaza için bunlar Hz. Süleyman’ın huzurunda düzenli bir ordu halinde toplandılar ve yürümeye başladılar. Bunları sevk ve idâre eden Hz. Süleyman’ın kendisiydi. Sağ ve solu, ön ve arkası, manga ve bölükleriyle bütün ordu onun emrine göre hareket ediyor ve ilerliyordu. Nihâyet “karıncalar vâdisi”ne ulaştılar. Burası karıncaların bol olduğu bir vâdiydi. Kur’ân-ı Kerîm, bunun nerede ve nasıl bir vâdi olduğunu belirtmeğe gerek görmediği için, biz de tafsilat vermekten sarf-ı nazar ediyoruz. Mühim olan karıncalar reisinin durumu, konuşması, Allah’ın verdiği hususi bir ilimle Hz. Süleyman’ın bunu anlaması, kendine lütfedilen bu ilâhî ihsan karşısında gönül dünyasının bir çağlayan gibi coşarak Allah’a yönelmesi ve kıyamete kadar insan ruhuna istikâmet verecek muhteva, derinlik ve güzellikteki o muhteşem niyazını yapmasıdır. Nitekim şu ibretli hâdisedeki görülen durum da aynı ruh hassasiyetinin sonraki çağlarda tecelli eden izdüşümlerinden biridir:

Bir gün Kânûnî Sultan Süleyman, sarayın bahçesindeki armut ağaçlarını kurutan karıncaların öldürülebilmesi için Şeyhulislâm Ebussuûd Efendi’den aşağıdaki beyitle fetvâ istemişti:

Dırahta ger ziyân etse karınca
Zararı var mıdır ânı kırınca?

Pâdişâh’ın bu fetvâ talebi üzerine, Ebussûd Efendi de, bir beyitle şöyle cevap verdi:
Yarın Hakk’ın dîvânına varınca;
Süleyman’dan hakkın alır karınca!


Ordu karıncalar vâdisine gelince karıncaların reisi, “Süleyman ve ordusu farkınıza varmadan sizi çiğnemesin” diye oradaki tüm karıncaları uyarıyor. İşin dikkat çeken tarafı o karınca, Hz. Süleyman’ı ve ordusunu tanıyor. Onların mü’min, adâletli, şefkat ve merhametli kimseler olduğunu biliyor. Küçücük bir karıncayı bile bilerek ezmeyecek, onun hukukunu koruyacak seviyede ince ruhlu ve faziletli kişiler olduklarına şâhitlik ediyor.

Şâir, şu beytiyle bütün varlıkların hukukunu korumanın ve her sahibine hakkını vermenin huzurlu bir toplum hayatı için vazgeçilmez bir kaide olduğunu ne güzel ifade eder:

“Umûmu müstefîd etmez husûsun hakkını ibtâl
Sakın bir ferdi ezme gayret-i efrâd lâzımsa.”
(Nâilî-i Cedîd)

“Birkaç kişinin veya bir zümrenin hakkını ellerinden alıvermekle bütün bir milleti memnun ederim zannına kapılma! Eğer bütün bir insan topluluğunu memnun etmek istiyorsan, onlar arasından bir tek kişiyi bile ezmemek lâzımdır.”

Karıncanın konuşmasından şöyle bir işaret çıkarmak mümkündür: “Ben kavmimi dünyaya karşı zâhid olmaya teşvik ediyorum. Eğer sizi bu mülk ve saltanat içinde görürlerse buna rağbet etmelerinden korktum da zühd duygularının zedelenmemesi için yuvalarına girmelerini emrettim.” Bu izahı doğru kabul edersek, burada büyüklerin evlât, âile ve cemaatlerini iyiye yönlendirmedeki vazifelerine dikkat çekilmektedir. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, II, 414) Zâten âyet-i kerîmede, vukuundan korkulan tehlikelere karşı en güzel şekilde korunmanın lüzûmuna bir delil olduğu açıktır. Hayat sahibi varlıklar, fıtratları gereği böyle bir dikkat ve temyiz kuvvetine sahiptirler.
Rivayete göre karınca Süleyman (a.s.)’a:

“- Allah’ın sana verdiği en büyük şeref nedir?” diye sorar. Hz. Süleyman:
“- Allah, benim emrime havayı Mûsâhhar kıldı” der. Bunun üzerine karınca:
“- Bunda, sana verilen tüm bu nimetlerden elinde «hava»dan başka bir şey kalmayacağına bir işaret olduğunu anlamaz mısın?” nasihatinde bulunur. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, II, 414)

Ziyâ Paşa’nın şu beyti de bu mânayı telmih eder:

“Derler ki hava üzre gezer taht-ı Süleymân,
Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde.”


Hz. Süleyman, karıncanın konuşmasını duydu, ne demek istediğini anladı. Bu konuşma onun çok hoşuna gitti, sevindi, neşelendi. Hemen ve istediği şekilde cezalandırmaya muktedir bir adamın, cezasından kurtulmaya çalışan küçük birinin o kurtulma çabasına sevindiği gibi sevindi. Bu sebeple tatlı bir mutluluk içinde tebessüm etti. Fakat bu neşe ve tebessüm, dünyevî bir başarıya değil, ilmî, manevî ve ruhânî bir güzelliğe duyulan hayranlığın bir tezâhürü idi. Bu sebepledir ki, bu ilâhî lutuf karşısında Süleyman (a.s.), zerre miktarı bir taşkınlığa meyletmeksizin, tüm varlığıyla kulluk zırhına bürünüp Allah’a yöneldi ve:

“Rabbim! Bana, anama ve babama verdiğin nimetlere şükretmeye ve râzı olacağın sâlih ameller işlemeye beni muvaffak kıl. Rahmetinle beni sâlih kullarının arasına ilhak eyle!” (Neml 27/19) diye dua etti.

Süleyman (a.s.), bu duayla Rabbinden üç mühim talepte bulunmuştur:

Birincisi; hem kendisine, hem de ana-babasına verilen nimetlere şükre muvaffak kılması. Çünkü Cenâb-ı Hak kullarından şükür istemekte, şükredenlere nimetleri artıracağını müjdelemekte, fakat şükreden kulların da sayıca çok az olduklarını haber vermektedir. Diğer taraftan nankörlüğü asla sevmemekte ve nankörlük yapanları cezalandıracağını bildirmektedir. (bk. İbrâhim 14/7; Sebe’ 34/13) Buna göre şükre muvaffak olabilmek büyük bir mazhariyettir. Süleyman (a.s.)’ın duasına “ana-babasına” verilen nimetlere şükrü de katması, kulun sadece kendine mahsus nimetlere değil, Allah’ın verdiği hususi ve umûmi tüm nimetlere şükretmesi gerektiğini gösterir.

İkincisi; Allah’ın râzı olacağı sâlih ameller yapmaya muvaffak kılması. Kulun tüm niyet, söz, fiil ve davranışlarının Allah’ın rızâsına uygun olması çok büyük bir başarıdır. Bunu başaran kişi, aynı zamanda Allah’ı gazaplandıran işlerden de uzak kalabilecektir. Fakat bunu kuluna nasip edecek olan yalnızca Allah olduğundan, böyle bir duaya devamın ehemmiyeti açıktır.

Üçüncüsü; Allah’ın rahmetiyle sâlih kullar arasına girebilmesi, hüsn-i hâtime istemesi. Buradaki “salâh”tan maksat, hiçbir günah lekesi olmayarak rahmet-i rahmâna kavuşmaktır. Kişinin iyi hâlinin devam etmesi, ahlâkının peyderpey kemâle ermesi, kulluktaki sadakat ve samimiyetinin artması ve hüsn-i hâtimeyle Rabbine varabilmesi için sâlih ve sâdıkların arasında bulunması zaruridir. Dünyada sâlih ve sâdık kullarla dost olanlar, âhirette de onlarla birlikte cennete gireceklerdir. Bu sebeple en seçkin kullar olan peygamberler bile Cenâb-ı Hak’tan sâlihlerle beraber olmayı istemişlerdir. Nitekim Yûsuf (a.s.):

“Rabbim! müslüman olarak canımı al ve beni sâlih kullarının arasına kat!” (Yûsuf 12/101) diye dua etmiştir.

Allah Teâlâ da bunun ehemmiyetine binâen:

“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının; özü sözü doğru, samimi ve dürüst insanlarla beraber olun!” (Tevbe 9/119) buyurur.

Hükümdarlık ve saltanatının en muhteşem bir deminde Süleyman (a.s.)’ın bu duası ile ortaya koyduğu bu yüce ruh hâli, her türlü fazilette toplumlarına örnek olmaları lazım gelen devlet adamlarına yüksek ilhamlar verecek pek mühim dersler ihtivâ etmektedir.
Süleyman (a.s.)’ın kuşların dilinden anlamasına gelince:

20. Bu arada Süleyman ordusundaki kuşları teftiş etti. Şöyle dedi: “Bana ne oluyor ki, Hüdhüd’ü göremiyorum? Yoksa kayıplara mı karıştı?”

21. “Madem öyle, onu şiddetli bir şekilde cezalandıracağım, belki de kafasını koparacağım, ya da bana mazeretini gösteren apaçık bir delil getirir.”


Süleyman (a.s.)’ın ordusunun bir bölüğü kuşlardan oluşmaktaydı. Bütün orduyu kontrol altında tutup dirâyetle idâre eden Hz. Süleyman, kuşları şöyle bir gözden geçirdi. İçlerinde Hüdhüd’ün olmadığını gördü. Hüdhüd, “çavuş kuşu” denilen ve kendine has nağmelerle öten bir kuş çeşididir. Bunun, Hz. Süleyman’ın su arama ve suyun yerin ne kadar derinliğinde bulunduğunu keşfedip haber verebilme gibi özel bir hizmetinde bulunduğu söylenmektedir. Böyle mühim bir vazifesi olan birinin arandığı zaman bulunmaması, gerçekten de kumandanı hiddetlendirecek bir durum arz etmektedir.

Hz. Süleyman’ın bu dikkati ve hiddeti, onun ülkesini nasıl bir uyanıklıkla idare ettiğini, halkı üzerinde titrediğini ve onların tüm işlerinden kendini sorumlu sayarak her biriyle en güzel şekilde ilgilendiğini gösterir. Öyle ki, en küçük bir kuşun bir an bile olsa gözden uzak olması ona gizli kalmamaktadır. Buna göre halkın mesuliyetini omuzlanan devlet adamlarının, idâreleri altında bulunan kişilerin durumlarını iyice araştırmaları, dertleriyle yakından ilgilenmeleri ve onları gereği gibi korumaları en önemli görevlerinden biridir. İşte adâletiyle dünyaya ün salan Hz. Ömer’in:

“Dicle kenarında bir kurt kapsa koyunu

Gelir de adl-i ilâhî sorar Ömer’den onu” şeklindeki gönül hassâsiyeti buna muşahhas bir misaldir.

Bir misal de cihan padişahı Kanunî Sultan Süleyman’dan:

Kânûnî’nin Avusturya’ya yaptığı seferlerin birinde idi. Ordu düşmana doğru ilerlerken, gayri müslimlerin köylerinden de geçiliyordu. Kânûnî, mola verdiği bir sırada hıristiyan bir köylü, huzûruna geldi ve:

“–Sultânımız! Askerlerinizden birisi bağımdan üzüm koparmış ve yerine de parasını asmış! Size teşekkür ve tebrîke geldim” dedi.

Bunun üzerine Kânûnî Sultan Süleyman Han, derhal o askeri buldurtup seferden menetti. Buna hayret eden hıristiyan köylüye de şöyle dedi:

“–Askerin hâli, zafere erişmenin ilk adımıdır. Eğer o asker, parayı üzümünü aldığı asmaya bağlamamış olsaydı, bu ordunun adı zâlimler ordusu olurdu ve o askerin kellesi giderdi. O parayı asmaya bıraktığı için kellesini kurtardı, ancak sahibinden izinsiz mal aldığı için seferden men cezasına çarptırıldı.”

Âyette ifade edildiği şekilde Hz. Süleyman’ın “bana ne oluyor ki” diye söze başlayarak ilk safhada yanlış görmeyi kendine izâfe etmesi, peygamberlerin tebalarını sevk ve idârede, onların hatalarını tashihte gösterdikleri edep, nezâket ve zarâfetin açık bir misâlidir. Nitekim aynı nezâketi Resûlullah (s.a.s.)’in hayatında daha fazlasıyla müşâhede etmek mümkündür. Efendimiz (s.a.s.), gördüğü hatalı davranışlarda hatayı işleyen kişiyi bizzat muhatap almaksızın sanki herkese söylüyormuşçasına genel ifadeler kullanırdı. Böylece hata işleyen kişinin toplum içinde rencide olmadan yanlışını düzeltmesini sağlardı. Hz. Âişe diyor ki:

Peygamberimiz, birisinin kendisi hakkında bir şey söylediğini duyduğunda:

“Falana ne oluyor ki şöyle şöyle söylüyor” demez de “Bazı kimselere ne oluyor ki şöyle şöyle söylüyorlar” derdi. (Ebû Dâvûd, Edeb 6)

Hataları örtmede gece gibi olan Rasûl-i Muhterem (s.a.s.), bazan de muhâtaplarının hatâsını onlara yakıştıramadığını hissettirmek maksadıyla: “Bana ne oluyor ki sizi böyle görüyorum” buyururdu. (Buhârî, Menâkıb 25; Müslim, Salât 119)

Peygamberlerin bu örnek ahlâkını kendilerine bir mihenk ve bir fiilî kıstas olarak kabul edip baş tâcı yapan Allah dostları, menfî bir durumla karşılaştıkları veya malî bir kayba uğradıkları vakit, yaptıklarını şöyle bir gözden geçirerek kendi kusurlarını araştırırlar. Demek ki İslâm, bizden ne kadar ulvî bir ahlâk, hassâs bir ruh ve rakîk bir kalp istemektedir.

İşin bir boyutunu, izah edilmeye çalışıldığı kadarıyla, ahlâkî incelik oluşturduğu gibi, diğer boyutunu da siyâsî ve idârî muktedirlik ve hassâsiyet teşkil etmektedir. Burada Hz. Süleyman’ın bir hükümdar ve komutan olarak isyankârlara karşı net bir tavır ortaya koyduğu görülür. Geçerli bir mazeret beyân edemediği takdirde Hüdhüd’ü şiddetli bir şekilde cezalandıracağını veya kellesini uçuracağını söyler. Böylece Hüdhüd üzerinden vazifesini ihmal eden herkese ciddi bir gözdağı vermiş olur. Bu ifade, cezanın suç işleyenin bedenine göre değil de, işlenen suça göre olacağına delil teşkil etmektedir. Bununla birlikte, cezalandırılacak olan şahsa belli şartlar dâhilinde yumuşaklık gösterilebilir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’in suçların bağışlanması hususunda daima teşvikte bulunduğu görülmektedir. (bk. Bakara 2/178; Mâide 5/45)

Gelelim Hüdhüd’ün kedini savunmasına:

22. Çok geçmeden Hüdhüd çıkageldi ve Süleyman’a dedi ki: “Ben, senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sana Sebe’ kavminden çok mühim ve doğruluğu kesin bir haber getirdim.”

Hz. Süleyman’ın bu kesin kararlılığını ve disiplinini bilen Hüdhüd, gözden kayboluşunu makûl kılacak ve hükümdarın dinlemesini sağlayacak şok edici bir haberle sözlerine başlıyor: “Ben, senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sana Sebe’ kavminden çok mühim ve doğruluğu kesin bir haber getirdim” diyor. Gerçekten tebaasından birinin “senin bilmediğin bir şey biliyorum” şeklindeki bir ifadesi karşısında merak edip etkilenmeyecek hangi hükümdar olabilir ki? Sonra Hüdhüd getirmiş olduğu o kesin haberin mâhiyetini açıyor: Sebe’lilere hükümdarlık yapan, pek çok imkâna sahip, büyük bir tahtı ve güçlü bir yönetimi olan bir kadından bahsediyor. İşin bu kısmı Hz. Süleyman’ı fazla heyecanlandırmıyor. Halbuki normalde krallar daha ziyade bu nevi dünyevî saltanata tama ederler. Fakat Hüdhüd, onların Allah’ı bırakıp güneşe taptıklarını, şeytana tâbi olup doğru yoldan kaydıklarını söyleyince, işte o zaman esas hedefi Allah’ın dinini tebliğ ve i’lây-ı kelimetullah olan Hz. Süleyman harekete geçiyor, doğru söyleyip söylemediğini tespit edip ona göre bir karara varacağını belirtiyor:

Sebe’, o zaman Güney Arabistan’da yer alan ve halkı ticâretle tanınmış bir ülke idi. Başkenti de, şimdiki Kuzey Yemen’in merkezi Sana’nın kuzey doğusunda, takrîben 55 mil mesafede bulunan Ma’rib kenti idi. Sebe’ ülkesinde hükümdâr olan ve Kur’an’da ismi anılmaksızın bahsi geçen kadının ise, Belkis binti Şurahbil veya Belkis binti Hedâhid b. Şurahbil olduğu nakledilir.

23. “Sebe’lilere hükümdarlık yapan bir kadın buldum ki, kendisine her güzel şeyden bir nasip verilmiş; onun büyük bir tahtı ve pek güçlü bir yönetimi var.”

24. “Ne var ki, onun ve kavminin Allah’ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm. Anlaşılan, şeytan onlara amellerini süslü göstermiş, onları yoldan saptırmış, bu yüzden doğru yolu bulamıyorlar.”

25. “Oysa göklerdeki ve yerdeki gizlilikleri açığa çıkaran, sizin gizlediğiniz ve açıkladığınız her şeyi bilen Allah’a secde etmeleri gerekmez mi?”

26. “O Allah ki, O’ndan başka ilâh yoktur. O, büyük arşın Rabbidir.”


Hz. Süleyman’ın bu kesin kararlılığını ve disiplinini bilen Hüdhüd, gözden kayboluşunu makûl kılacak ve hükümdarın dinlemesini sağlayacak şok edici bir haberle sözlerine başlıyor: “Ben, senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sana Sebe’ kavminden çok mühim ve doğruluğu kesin bir haber getirdim” diyor. Gerçekten tebaasından birinin “senin bilmediğin bir şey biliyorum” şeklindeki bir ifadesi karşısında merak edip etkilenmeyecek hangi hükümdar olabilir ki? Sonra Hüdhüd getirmiş olduğu o kesin haberin mâhiyetini açıyor: Sebe’lilere hükümdarlık yapan, pek çok imkâna sahip, büyük bir tahtı ve güçlü bir yönetimi olan bir kadından bahsediyor. İşin bu kısmı Hz. Süleyman’ı fazla heyecanlandırmıyor. Halbuki normalde krallar daha ziyade bu nevi dünyevî saltanata tama ederler. Fakat Hüdhüd, onların Allah’ı bırakıp güneşe taptıklarını, şeytana tâbi olup doğru yoldan kaydıklarını söyleyince, işte o zaman esas hedefi Allah’ın dinini tebliğ ve i’lây-ı kelimetullah olan Hz. Süleyman harekete geçiyor, doğru söyleyip söylemediğini tespit edip ona göre bir karara varacağını belirtiyor:

Sebe’, o zaman Güney Arabistan’da yer alan ve halkı ticâretle tanınmış bir ülke idi. Başkenti de, şimdiki Kuzey Yemen’in merkezi Sana’nın kuzey doğusunda, takrîben 55 mil mesafede bulunan Ma’rib kenti idi. Sebe’ ülkesinde hükümdâr olan ve Kur’an’da ismi anılmaksızın bahsi geçen kadının ise, Belkis binti Şurahbil veya Belkis binti Hedâhid b. Şurahbil olduğu nakledilir.

27. Süleyman dedi ki: “Doğru mu söylüyorsun, yoksa yalancının biri misin, şimdi göreceğiz.”

Hüdhüd’ün “sana Sebe’ halkından çok mühim ve doğuluğu kesin bir haber getirdim” sözünde devlete arz olunacak haberlerin iyi araştırılarak şüpheden uzak olması gereğine; Hz. Süleyman’ın da “doğru söyleyip söylemediğine bakacağız” sözünde de devlet başkanın her duyduğu habere güvenerek harekete geçmemesinin ve o haberin doğruluğunu mutlaka araştırmasının önemine işaret vardır. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:

“Ey iman edenler! Size, ‘hiçbir endişe, iç burkulması duymadan dinin emir ve yasaklarını açıktan açığa çiğneyebilen ve yalana aldırmayan’ bir kimse önemli bir haber getirecek olursa bunun doğru olup olmadığını iyice araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa karşı haksız bir saldırıda bulunur, sonra da yaptığınıza pişman olursunuz!” (Hucurât 49/6)

Ayrıca burada “haber-i vâhid”in kesin bilgi ifade etmediğine, doğru ya da yanlış olma ihtimalinin bulunduğuna, dolayısıyla bu hususta “caiz” sınırında durmak gerektiğine bir delâlet görmek mümkündür. Diğer yönden o haberi getireni hemen reddetmeyip, verdiği haberin doğru veya yanlış olduğuna bakmanın lüzûmuna da bir işaret vardır. Süleyman (a.s.), Hüdhüd’ün mazeretini kabul ederek onu cezalandırmaktan vazgeçmiştir. Bununla devlet başkanının ve mevkilerine göre diğer idârecilerin, halkın mazeretlerini kabul edip cezalandırmayı bırakmaları tavsiye olunmaktadır.

Bu âyet-i kerîmeler, müşriklere ve dinden habersiz insanlara mektuplar gönderip bu yolla onları İslâm’a daveti bir üsul olarak önümüze koyar. Ayrıca dinin tebliği bakımından günümüzün mektup, telefon, telgraf, mesaj, mail gibi tüm iletişim vasıtalarının etkin bir şekilde kullanımını teşvik eder. Nitekim Resûlullah (s.a.s.), Medine döneminde pek çok devlet başkanı ve kabile reisine İslâm’ı tebliğ etmek üzere mektuplar göndermiştir.

Hüdhüd mektubu alıp gitti, emredildiği gibi mektubu onların yanına bıraktı. Bir kenara çekilip Belkis ve tayfasının ne yapacaklarını ve mektuptaki taleplere nasıl bir karşılık vereceklerini beklemeye başladı:

Haber-i vâhid: Tek kişinin verdiği haber.

28. “Şu mektubumu götürüp onların yanına bırak; sonra onlardan biraz öteye çekil de hangi neticeye varacaklarını gözle!”

Hüdhüd’ün “sana Sebe’ halkından çok mühim ve doğuluğu kesin bir haber getirdim” sözünde devlete arz olunacak haberlerin iyi araştırılarak şüpheden uzak olması gereğine; Hz. Süleyman’ın da “doğru söyleyip söylemediğine bakacağız” sözünde de devlet başkanın her duyduğu habere güvenerek harekete geçmemesinin ve o haberin doğruluğunu mutlaka araştırmasının önemine işaret vardır. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur:

“Ey iman edenler! Size, ‘hiçbir endişe, iç burkulması duymadan dinin emir ve yasaklarını açıktan açığa çiğneyebilen ve yalana aldırmayan’ bir kimse önemli bir haber getirecek olursa bunun doğru olup olmadığını iyice araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa karşı haksız bir saldırıda bulunur, sonra da yaptığınıza pişman olursunuz!” (Hucurât 49/6)

Ayrıca burada “haber-i vâhid”in kesin bilgi ifade etmediğine, doğru ya da yanlış olma ihtimalinin bulunduğuna, dolayısıyla bu hususta “caiz” sınırında durmak gerektiğine bir delâlet görmek mümkündür. Diğer yönden o haberi getireni hemen reddetmeyip, verdiği haberin doğru veya yanlış olduğuna bakmanın lüzûmuna da bir işaret vardır. Süleyman (a.s.), Hüdhüd’ün mazeretini kabul ederek onu cezalandırmaktan vazgeçmiştir. Bununla devlet başkanının ve mevkilerine göre diğer idârecilerin, halkın mazeretlerini kabul edip cezalandırmayı bırakmaları tavsiye olunmaktadır.

Bu âyet-i kerîmeler, müşriklere ve dinden habersiz insanlara mektuplar gönderip bu yolla onları İslâm’a daveti bir üsul olarak önümüze koyar. Ayrıca dinin tebliği bakımından günümüzün mektup, telefon, telgraf, mesaj, mail gibi tüm iletişim vasıtalarının etkin bir şekilde kullanımını teşvik eder. Nitekim Resûlullah (s.a.s.), Medine döneminde pek çok devlet başkanı ve kabile reisine İslâm’ı tebliğ etmek üzere mektuplar göndermiştir.

Hüdhüd mektubu alıp gitti, emredildiği gibi mektubu onların yanına bıraktı. Bir kenara çekilip Belkis ve tayfasının ne yapacaklarını ve mektuptaki taleplere nasıl bir karşılık vereceklerini beklemeye başladı:

Haber-i vâhid: Tek kişinin verdiği haber.

29. Mektubu alan Sebe’ melikesi adamlarına şöyle dedi: “Ey ileri gelenler! Bana çok önemli bir mektup bırakıldı.”

30. “Mektup Süleyman’dan geliyor; «Rahmân Rahîm Allah’ın ismiyle» diye başlıyor.”
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
31. “«Bana karşı büyüklük taslamayın; derhal müslüman olup huzuruma gelin» diyor.”

Belkis mektubu alır almaz, onun çok mühim, pek şerefli ve değerli bir mektup olduğunu söyledi. Çünkü o:

Hârikulâde bir yoldan gelmiştir. Onu insanlardan bir postacı değil, bir kuş getirip ve yukarıdan önüne bırakmıştır.
Filistin ve Suriye’nin büyük hükümdarı Sultan Süleyman’dan gelen bir mektuptur.
O, Rahman Rahim Allah’ın ismiyle başlamaktadır. Bu, o zamana kadar hiç bir hükümdarın tatbik etmediği, alışık olunmayan olağanüstü bir üsûldü.
Mektupta dünya mülk ve saltanatına arzuyu dile getirecek hiçbir kelime, hatta bir işaret bile yoktu. Bilakis o, en samimi ifadelerle Allah’a davet ediyordu. Dolayısıyla Belkis ve halkını açık ve anlaşılır bir uslupla isyanı bırakıp itaate yönelmeye ve müslüman olarak Hz. Süleyman’ın huzurunda hazır bulunmaya çağırması mektubun en önemli özelliği idi.

“Müslüman olarak gelmeleri” talebinde, hem “boyun eğmiş, teslim olmuş olarak gelme”, hem de “İslâm’ı kabul edip müslüman olarak gelme” mânası vardır. Birinci mâna, Hz. Süleyman’ın hükümdar olma vasfına, ikinci mâna ise, onun peygamberlik vasfına uygundur. Dolayısıyla mektubun hem dinî hem de siyâsî yönünün olduğu anlaşılmaktadır.

Süleyman (a.s.)’ın mektubuna gönlünü kaptıran ve onun ezici tesiri altında kalan Belkis, verecek bir cevap bulamadı; ancak “bu çok şerefli, çok değerli bir mektup” diyebildi. Gönlünü saran bu hissiyatı, aynı zamanda hitap ettiği ileri gelenlerin gönüllerine de aşıladı. Mektubun sahibine cephe almak ve düşmanlık yapmak istemediği her halinden anlaşılmaktaydı. Bunu açık olarak söylemese de mektubu bu şekilde tavsif etmekle, beklediği görüşe zemin hazırlamaktaydı. Aslında bu hüsn-i edep ve yüksek ihtirâmıyla Belkis, fânî saltanatını ebedî bir mülke çevirme lütfuna erişti; İslâm’la ve Hz. Süleyman’ın beraberliğiyle şereflendi. Nitekim Firavun’un sihirbazları da, değneklerini atacakları sırada önceliği Hz. Mûsâ’ya vermeleri, yani Allah’ın peygamberine bir edep ve ihtirâm gösterisinde bulunmaları sebebiyle, kısa bir müddet içinde şehâdet rütbesine yücelmişlerdi. (bk. A‘râf 7/115) Câlib-i dikkattir ki, Resûlullah (s.a.s.)’in çevre ülkeleri İslâm’a davet için gönderdiği mektupları hürmetle karşılayanları Allah Teâlâ ya hidâyetle şereflendirmiş veya mülkünün devamını sağlamış; saygısızlık edenleri ise hidâyetten mahrum bıraktığı gibi pek fenâ bir şekilde cezalandırmıştır. Efendimiz (s.a.s.)’in mektubunu öpüp başına koyan Necâşi’nin hüsn-i hâtimesi ile onun mübârek mektubunu parçalama şenaatinde bulunan kisrânın bütün mülk ve saltanatının paramparça olması bunun en açık misâlidir. Bütün bunlar dinin alâmet ve nişânelerine saygının ehemmiyetini, saygısızlığın da fecâatini gözler önüne sermektedir. Bu sebepledir ki Cenâb-ı Hak:

“Kim Allah’ın belirlediği nişânelere saygı gösterirse, Allah’a saygı göstermiş olur. Çünkü bu davranış, kalplerin Allah’a saygıyla dopdolu oluşundandır” (Hac 22/32) buyurur.

Melike Belkıs’ın mektup karşısında sergilediği ilk tavır böyle edep, saygı ve ihtiram dolu olunca, olayın ilerleyen bölümlerinin bu istikamette olumlu geliştiğini görmekteyiz:

32. Melike şöyle devam etti: “Ey ileri gelenler! Bu mesele hakkındaki görüşlerinizi lutfen bana bildirin. Pekâlâ bilirsiniz ki, siz yanımda olmadan ve size danışmadan hiçbir konuda kesin kararımı vermem.”

33. Onlar da: “Biz güçlü, kuvvetli ve oldukça savaşçı bir milletiz. Fakat karar verme yetkisi senindir. Ne dilersen onu emret, biz uygulamaya hazırız” dediler.

34. Melike dedi ki: “Gerçek şu ki, hükümdarlar bir ülkeye girdikleri zaman oranın düzenini altüst ederler; halkının onurlu ve şerefli insanlarını zelil hâle getiriler. Herhalde bunlar da böyle yapacaklardır.”

35. “Şimdi ben onlara değerli bir hediye göndereceğim, elçilerimin ne tür bir cevapla döneceklerine bakıp ona göre kararımı vereceğim.”


Belkis burada devlet erkânının görüşlerine müracaat etmekte, hâdise hakkındaki fikirlerini istemekte ve durum değerlendirmesi yapıp ortak bir kanaat ortaya çıkarmalarını beklemektedir:
Şimdiye kadar ki verdiği emirlerde ve yaptığı işlerde onları yanına almadan hiçbir işi kestirip atmamış, şimdiye kadar devlet işlerinin hiçbirinde keyfi bir yönetimde bulunmamış, onların fikrini dinlemeden hiçbirini kendiliğinden yürürlüğe koymamış, her ne emir vermişse onların huzurunda ve görüşlerini alarak vermişti. Onun için bu mektup işinde de onların fikir ve fetvalarıyla kuvvet almak istediğini belirtti. Demek ki, Belkis’in devlet işlerini istişâre için huzurunda toplanan maruf bir topluluk vardı. Ayrıca söz konusu ifadeler, krallıkla yönetilmesine rağmen Sebe’lilerdeki idâre şeklinin tam bir diktatörlük olmadığını, aksine zamanın hükümdarının mühim işlerde, devlet erkânıyla istişare ettikten sonra karar verdiğini göstermektedir.

Burada tüm işlerin, bunlar arasında devlet işlerinin de istişâreyle yapılmasının önemine dikkat çekilir. Nitekim Allah Teâlâ Peygamber (s.a.s.)’e: “Karara bağlanacak işlerde onlarla istişâre et!” (Âl-i İmran 3/159) diye emir vermiştir. Yine Cenâb-ı Hak, fazilet sahibi kullarını överken: “Aralarındaki işlerini istişâre ederek yürütürler” (Şûrâ 42/38) buyurur.

Belkıs’ın istişârede bulunduğu ileri gelenler, “Biz güçlü, kuvvetli ve oldukça savaşçı bir milletiz” (Neml 27/33) diyerek teslim olmamak için savaşmak lâzım geleceğini düşünerek güç ve kuvvetlerini yeterli olduğunu ve gerektiğinde şiddetli bir şekilde savaşabileceklerini belirtmişlerdir. Bununla beraber açıkça “Savaşmalıyız” demiyorlar; doğrusu kraliçenin emrine karışmayı da pek uygun bulmuyorlar. Âdeta savaş olmadan bir çare bulunabildiği takdirde sürûr duyacaklarını hissettirir bir şekilde kararı ehline teslim ederek ve siyasî bir taktik göstererek sözü şöyle bitiriyorlar: “Bununla birlikte karar verme yetkisi senindir, senin sorumluluğunda olan bir vazifedir. Ne emredeceğini sen düşün ve karar ver. Savaş mı yaparsın, yoksa barışa bir yol mu bulursun? Bu senin bileceğin bir durumdur. Hangi kararı verirsen ver, biz onu yapmaya hazırız. ”

Belkis, beyân edilen fikir ve kanaatlerin kendi düşüncesi çerçevesinde ortaya çıktığını gördü. Bu kez kadınlığın getirdiği savaş ve yıkıcılığa aykırı fıtrî bir temâyülle harp ihtimâlini bir tarafa bırakmak üzere sözüne devam etti. Kralların savaşarak bir memlekete girdiklerinde oranın düzenini bozup perişan ettiklerini, halkının izzet ve şeref sahibi olanlarını hor ve hakir hale getirdiklerini; öldürme, esaret, sürgün, hapis ve benzeri çeşitli zillet, hakaret ve kötülüklere düşürdüklerini hatırlattı. Mektubunda “bana karşı baş kaldırmayın” ikazında bulunan Hz. Süleyman’ın da böyle yapma ihtimalinin uzak olmadığını imâ etti. Böylece ileri gelenlerin gönüllerinde az da olsa bulunması muhtemel savaşma meylini tamamen ortadan kaldırdı. Savaştan mümkün olduğu kadar sakınmak ve memleketi düşman istilâsına uğratmaya sebebiyet vermemek gerektiği düşüncesini iyice tebellür ettirmiş oldu. Elçileriyle hediye gönderme kararı ise bu düşüncesinin son hamlesi oldu. Gönderdiği hediyeyle Hz. Süleyman’ın gerçek durumunu yoklayacak ve ona göre hareket edecekti. Eğer Süleyman (a.s.) bu hediyeleri kabul ederse, bu onun dünyalık peşinde olduğunu ve barış için dünyevî vasıtaların fayda verebileceğini anlayacaktı. Yok eğer kabule yanaşmazsa o zaman bunun akideyle alakalı ulvî bir dâva olduğunu bilecek; hiç bir malın, hatta yeryüzündeki en değerli şeylerin bile onu durduramayacağını anlayacak ve teslim olacaktı.

Belkis’in elçileri Hz. Süleyman’ın huzurunda:

36. Elçiler gelince Süleyman onlara şöyle dedi: “Siz bana mal ile yardım etmek, böylece beni etkilemek mi istiyorsunuz? Şunu bilin ki, Allah’ın bana verdiği nimetler size verdiğinden çok daha hayırlıdır. Ancak siz, bu tür hediyelerinizle sevinir, böbürlenirsiniz.”

Hz. Süleyman bir peygamberdi ve en mühim vazifesi Allah’ın dinini tebliğdi. Bu sebeple onun, değeri ne olursa olsun hediyelere kanıp dünya malına aldanarak esas vazifesini terk etmesi düşünülemezdi. Ancak bütün himmetlerini dünyaya yönlendiren kimseler, onunla sevinir ve onunla böbürlenirler. Hesaplarını hep onun üzerine binâ ederler. Halbuki din nimetinin kıymet bakımından diğer maddi nimetlerle mukâyesesi bile doğru değildir. Bu hakikatin tam bir idrâki içinde bulunan Süleyman (a.s.), hediyelere iltifat etmemiş, fânî sevdaların kendini esas hedefinden saptıramayacağını göstermiş, üstelik siyâsî şartlar öyle gerektirdiği için de, müslüman olmadıkları takdirde, güç yetiremeyecekleri ordularla üzerlerine gideceğini söyleyerek onları tehdit etmiştir.

Elçi dönüp durumu anlatınca Belkıs, artık boyun eğip müslüman olmaktan başka yolun kalmadığını anladı. Gelip Süleyman’ın hizmetine girmeye karar verdi. Hazırlığını yaparak ülkesinden yola çıktı. Allah Teâlâ da bu durumu Süleyman (a.s.)’a vahyen bildirdi. Bu sırada Hz. Süleyman, Belkıs’a saltanatının muhteşemliğini ve emrindeki kuvvetlerin fevkalâdeliğini gösteren bir jest olması için onun tahtının kendisine getirilmesini istedi:

37. “Haydi hediyelerinizi de alıp geri dönün ve onlara şunu bildirin: Biz onların üzerine asla karşı koyamayacakları ordularla varacağız; elbette onları zelil ve küçük düşürülmüş bir halde ülkelerinden sürüp çıkaracağız.”

38. Elçi döndükten sonra Süleyman dedi ki: “Ey ileri gelenler! Onlar müslüman olarak bana gelmeden önce, o kadının tahtını hanginiz bana getirebilir?”

39. Cinlerden bir ifrit: “Ben, daha sen makâmından kalkmadan önce onu sana getiririm. Çünkü ben gerçekten bu konuda çok kuvvetli, güvenilir biriyim” dedi.

40. Kitaptan husûsî bir bilgiye sahip kişi ise: “Ben onu sana daha gözünü kırpmadan getiririm” dedi. Süleyman tahtı yanı başında hazır görünce: “Bu, Rabbimin lutfundandır; nimetine karşı şükür mü yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınıyor. Kim şükrederse kendi iyiliği için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse şüphesiz Rabbim hiçbir şeye muhtaç değildir, lutuf ve keremi pek boldur.”


Hz. Süleyman bu jestiyle Belkıs’ın kalbine tesir edip onu Allah’a iman ve itaate yaklaştırmayı hesaplıyordu. Cinlerden bir “ifrit” yani son derece akıllı ve kuvvetli olan bir cin, tahtı Hz. Süleyman oturduğu makâmından kalkmadan önce getirebileceğini söyledi. Bunu mutlaka yapabilecek kuvvet ve ona zarar vermeyecek bir güvenilirliğe sahip olduğunu ilâve etti. Ancak belirtilen bu zaman dilimi Hz. Süleyman’a uzun geldi. İşin bundan daha kısa bir müddet içerisinde tamamlanmasını arzu etti. Çünkü tebaası arasında bu işi yüzünün akıyla başarabilecek istidatta kişilerin bulunabileceğini biliyordu. Gerçekten de katında kitaptan hususi bir bilgi olan bir kişi, henüz Hz. Süleyman gözünü kıpırdatmadan tahtı getirip, onun hemen yanı başına yerleştiriverdi. Söylemesi ile tahtın gelmesi bir oldu. Kur’an, tahtı getiren kişinin kimliğini ve bilgi aldığı kitabın ne olduğunu gizlediği için, bununla alakalı tartışmaların sağlayacağı bir faydanın olmadığını düşünüyoruz. Esas üzerinde düşünülmesi gereken, kocaman tahtın o dönemin ilmî ve teknik şartları içerisinde saniyeden daha kısa bir süre içinde 2000 km’den daha uzun bir mesafeden getirebilmiş olmasıdır. Şüphesiz mûcize veya kerâmet olarak kabul edilen bu hâdisenin, günümüzde elektronik yollarla ses ve görüntü naklinden sonra ışınlama yöntemiyle eşya nakli üzerinde çalışan bilim dünyasına açık bir ufuk gösterdiği ve onların önüne yüksek bir çıta koyduğu anlaşılmaktadır. İkinci olarak üzerinde düşünülmesi gereken nokta, tasarrufu altında gerçekleşen böyle hârikulâde bir olay karşısında Hz. Süleyman’ın sergilediği kulluk anlayışıdır. O, Allah’ı çok iyi tanıyor ve bütün nimetlerin O’ndan olduğunu biliyordu. Bunun bir imtihan olduğunu, Allah’ın kullarını zâhiren şer gibi gözüken şeylerle imtihan ettiği gibi, zahiren iyilik gözüken şeylerle de imtihan edebileceğini (bk. Enbiyâ’ 21/35), mühim olanın nimete şükrederek imtihanı kazananlardan olmanın gereğini söylüyordu. Nankörlerin ise Allah’a bir zarar veremeyecekleri gibi, kendi istikballerini tehlikeye atmakta olduklarını hatırlatıyordu. Çünkü Allah hiç kimseye ve hiçbir şeye muhtaç değildir. O çok yüce, çok cömerttir; ihsan ve ikramı boldur.

Belkıs’i karşılamaya hazırlanan Süleyman (a.s.), bir taraftan melikenin dikkatini öğrenmek, bir taraftan da Allah’ın huzurundaki ebedî saltanatın yanında dünya saltanatının bir değeri olmadığını göstermek üzere küçük bir taktiğe başvurdu:

41. Süleyman şöyle dedi: “Onun tahtını tanıyamayacağı hâle getirin; bakalım gerçeğin farkına varacak mı, yoksa varamayacak mı?”

42. Belkıs gelince: “Bak bakalım, bu senin tahtın olmasın?” dendi. O da: “Evet, sanki o! Zâten bize daha önce bu mûcize hakkında bilgi ulaşmış, senin peygamber olduğunu anlamış ve biz müslüman olmuştuk” dedi.

43. Aslında onu, Allah’ı bırakıp taptığı şeyler hak dine girmekten alıkoymuştu. Çünkü o, inkârcı bir toplum içinde yetişmişti.


Hz. Süleyman, Belkıs’ın tahtını kısa sürede getirtip peygamberliğinin bir delilini gösterdiği gibi, bir yandan da kendini ziyarete gelen kraliçenin aklî seviyesini ölçmek istemiştir. Belkıs, üzerinde bir kısım değişiklikler yapılarak kendisine gösterilen tahtı hakkında, “odur” veya “değildir” şeklinde kesin bir cevap yerine “evet sanki o” tarzındaki esnek bir cevapla sahip olduğu aklî seviyeyi ortaya koymuştur. Aslında Belkıs, sahip olduğu akıl ve diğer istidatlar itibariyle şirk ve sapıklık içinde kalmaması gereken bir şahsiyet arz etmektedir. Ne var ki o, inkârcı bir toplum içinde yetişmiş, tabii olarak onların putperestlik âdetlerini benimsemiş ve o şekilde Allah’tan başka şeylere tapar hale gelmişti. Yani problemin büyük bir bölümü yetiştiği muhitten kaynaklanıyordu. Ancak üst üste vuku bulan dikkat çekici hâdiseler onun zihin ve kalp yapısını ciddi bir şekilde sarsmakta, önceki durumunu gözden geçirmesine zemin hazırlamakta ve yavaş yavaş ona hidâyet kapısını aralamakta idi. Nihâyet Belkıs’ın gönlüne iman güneşinin doğmasını sağlayan olayların son perdesi, “Billur Köşk”te gerçekleşti:

44. Belkıs’a: “Buyurun, saraya girin!” dendi. Sarayın eyvanını görünce, zemininde engin ve duru su olduğunu zannedip eteğini yukarı çekti. Süleyman: “Bu, billurdan yapılmış şeffaf bir saraydır” dedi. Belkıs sonunda: “Rabbim! Ben, senden başkasına taparak kendime zulmetmişim! Artık şimdi Süleyman’la beraber Âlemlerin Rabbine gönülden teslim oluyorum!” dedi.

Rivayete göre Hz. Süleyman, Belkıs gelmeden önce bir köşk binâ etmişti. Köşkün avlusu billûrdan yapılmış, altından su akıtılmış ve suya balıklar konmuştu. Kendisine “Köşke gir” dendiğinde Belkıs, zeminin camdan yapılmış şeffaf bir madde olduğunu fark edemediği ve sudan geçeceğini zannettiği için eteğini çekmişti. Hâsılı bütün bu tedbir ve tertipler onun akıl ve bilgisine güvenini sarsmış, kendini ilâhî irşada kabule hazır hâle getirmiş ve sonunda: “Benlik dâvamdan vazgeçtim, her türlü şirki terk ettim ve boynumu büküp Süleyman’la beraber Âlemlerin Rabbi Allah’a yürekten teslim oldum!” demişti.

Hz. Süleyman ve Belkıs kıssasında, özellikle de Belkıs’ın tevhidi kabulleniş sürecinde yaşanan hâdiselerde, hidâyete susamış gönüllerin İslâm’la buluşma yollarını açma bakımından çok ince dersler bulunmaktadır. Meselâ kıssanın anlatıldığı dönemde Kureyş kabilesinin ileri gelenleri, Resûlullah (s.a.s.)’in kendilerini İslâm’a çağırmasını kabul edemiyor, bunu gururlarına yediremiyorlardı. Böyle fakir birinin başlarına geçmesini ve kendilerinden üstün olmasını hazmedemiyorlardı. İşte burada tarihte yaşayan bir melikeden misâl verilerek, davetçi ile muhatap, lider ile peşinde gidenler arasındaki münâsebetin ince noktaları keşfedilip iman ve itaatle Allah’a teslim oluşun sırrı çözülmektedir. Kıssa özellikle malına, mülküne, saltanatına ve aklına güvenerek dinin tâlimâtlarına sırt çeviren bîgâneleri intibâha çağırıp hidâyete yönlendirmektedir.

Fakat her saltanat sahibinin Belkıs gibi teslimiyete yanaşmadığı da bir gerçek:

45. Semûd kavmine de, “Allah’a kulluk edin” diye tebliğde bulunması için kardeşleri Sâlih’i gönderdik. Ama çok geçmeden onlar, birbiriyle çekişen iki grup oluverdiler.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
46. Sâlih dedi ki: “Ey kavmim! İyilikler dururken, ne diye başınıza acele bir kötülüğün gelmesini istiyorsunuz? Merhametine kavuşmak için Allah’tan affınızı dileseniz olmaz mı?”

47. Onlar: “Sen ve beraberindekiler yüzünden uğursuzluğa uğradık” dediler. Sâlih: “Başınıza gelen uğursuzluk, işlediğiniz günahlar yüzünden size Allah tarafından gelen bir uyarı ve cezadır. Doğrusu siz, iyiniz kötünüzden ayrılsın diye sınanmakta olan bir topluluksunuz” dedi.

48. O şehirde dokuz kişilik bir çete vardı ki, bunlar ülkede bozgunculuk yapıyor, hiç ıslah tarafına yanaşmıyorlardı.

49. Bunlar, Allah’a yemin ederek aralarında şöyle anlaştılar: “Sâlih’e ve ailesine geceleyin baskın yapıp hepsini öldürelim. Sonra da hakkını arayacak yakınlarına: «Onun ailesinin uğradığı kıyıma biz katılmadık, kimin yaptığını da bilmiyoruz; emin olun biz doğru söylüyoruz» diyelim.”

50. Onlar akılları sıra böyle bir tuzak kurdular; biz de, onlar farkında olmaksızın tuzaklarını boşa çıkarmak üzere ciddi bir plan yaptık.

51. İşte bak, onların tuzaklarının âkıbeti nasıl oldu? Onları da, onları destekleyen topluluklarını da, geriye bir tek kişi bırakmadan helâk ettik.

52. İşte zulümleri sebebiyle yıkılıp gitmiş, ıssız harâbeye dönmüş evleri! Şüphesiz bunda gerçeği öğrenmek isteyen insanlar için büyük bir ibret vardır.

53. İman eden ve kalpleri Allah’a saygıyla dopdolu olup O’na karşı gelmekten sakınanları ise kurtardık.


Sâlih (a.s.) peygamber olarak gönderilip kavmini yalnızca Allah’a kulluğa davet edince, bir kısım insanlar ona iman etti, bir kısmı ise inanmadı. Böylece birbiriyle çekişen, kavga edip duran iki grup ortaya çıkıverdi. Bu çekişme hakkında Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Kavminin büyüklük taslayan önde gelenleri, kendi kavimlerinden zayıf ve hor gördükleri mü’minlere: «Sâlih’in, Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu kesin olarak biliyor musunuz» diye çıkışırlar, onlar da: «Biz, ona indirilen her şeye kesinlikle iman ediyoruz» derlerdi. Büyüklük taslayan o zâlimler ise: «Siz neye inanıyorsanız, işte biz de onu bütünüyle inkâr ediyoruz» diye mukabele ederlerdi.” (A‘râf 7/75-76)

Hz. Sâlih onlara nasihata devam etti. Buna rağmen onlar, Allah’ın kaza ve kaderini unutup uğradıkları tüm uğursuzlukları Hz. Sâlih ve ona inananlara bağladılar. Dünyanın bir imtihan yeri olduğunu ve kendilerinin de böylece imtihana çekilmekte olduklarını unuttular. İşi daha da ileri götürdüler. Dokuz kişiden oluşan bir çete kurdular. Bunların işi gücü memlekette fesat çıkarmak, bozgunculuk yapmaktı. Toplumda düzenin sağlanması ve ıslahı için hiçbir gayretleri yoktu. Bunlar Allah adına yemin ederek Hz. Sâlih ve ailesini öldürmeye karar verdiler. Niyetleri onları öldürmek, fakat sinsi bir planla suçun altından sıyrılmaktı. Fakat netice bekledikleri gibi olmadı. Her şeyi en iyi bilen ve takip eden Allah Teâlâ, onların hilelerini boşa çıkardı. Tam Hz. Sâlih ve ailesini öldürecekleri sırada onları helak etti. Rivayete göre onlar melekler tarafından atılan taşlarla öldürüldüler. Taşları görüyor, fakat atanları göremiyorlardı. Bir uçurumun altında kalarak veya sığındıkları bir mağarada üzerlerine kocaman bir taş yıkılarak helak edildikleri de söylenir. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XIX, 211; Kurtubî, el-Câmi‘, XIII, 217) Daha sonra geri kalan inkârcı kavim Cebrâil (a.s.)’ın çığlığı ve bundan kaynaklanan şiddetli bir depremle helak edilmiştir. İman eden, kalpleri Allah’ın saygısı ve korkusuyla dopdolu olup O’na karşı gelmekten ve her türlü günahtan sakınan kullar ise kurtulmuşlardır. (bk. A‘râf 7/78; Hûd 11/66-68)

Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in peygamber oluşuyla birlikte Mekke’de Semûd kavminin hâline benzer bir durumun ortaya çıkmış olması dikkat çekicidir. Nitekim Mekke ahâlisi iki ayrı gruba bölünmüş ve aralarında amansız bir mücâdele başlamıştı. Dolayısıyla bu kıssa, bu ayetlerin indiği zamandaki şartlara mükemmel bir şekilde işaret etmektedir. Bu açıdan bakıldığında kıssada Resûlullah (s.a.s.) ve ona inananlar için bir teselli, müşrikler için de bir uyarı vardır. Çünkü o dokuz kişilik çetenin Hz. Sâlih’i öldürme hakkında düşündüklerini, müşrikler de Peygamberimiz (s.a.s.) hakkında düşünüyor ve onu öldürme teşebbüsünde bulunuyorlardı. (bk. Enfâl 8/30) Kıssanın işaretine göre onlar bu konuda başarılı olamayacak, Allah peygamberini ve mü’minleri koruyacak, kâfirler ise yakın zaman içinde fecî bir sonla helâk edileceklerdir.
Zira insanlık tarihi boyunca hak bâtıl mücâdelesi hiç değişmedi, değişmeyecek. İşte bir ibretli misal daha:

54. Lût’u da peygamber olarak gönderdiğimizde, kavmine şöyle demişti: “Sizler göz göre göre hâlâ o hayâsızlığı yapmaya devam edecek misiniz?”

55. “Sahi siz kadınları bırakıp erkeklere mi şehvetle yaklaşıyorsunuz? Doğrusu siz ne yaptığını bilmeyen pek câhil bir gürûhsunuz.”

56. Kavminin ona cevâbı ise sadece: “Lût’un ailesini memleketinizden çıkarın. Çünkü onlar, temizliğe çok düşkün, pek ahlâklı insanlar(!)” demeleri oldu.

57. Biz de onu ve ailesini kurtardık. Ancak karısı hâriç. Onun geride kalıp helâk edilenlerden olmasını takdir buyurduk.

58. Üzerlerine öyle bir taş yağmuru yağdırdık ki... Azapla uyarılıp da buna aldırmayanların yağmuru ne fenâ bir yağmur oldu!


Lût kavminin müptelâ olduğu günah, çirkinliği açık olan bir günahtı. Aslında kendileri de bunun kötülüğünün farkında idiler. Buna rağmen bile bile onu yapıyorlardı. Onlar, erkeğin şehvetini tatmin için erkeğin değil, kadının yaratılmış olduğunu biliyorlardı. Zira kadınla erkek arasındaki fark, onların anlamayacağı kadar kapalı değildi. Fakat yine de bu çirkin işi göz göre göre yapıyorlardı. Üstelik onlar bu hayasızlığı, hiçbir şeye aldırmayarak, halkın gözü önünde açıkça icra ediyorlardı. Daha bir azgınlık olsun diye bu işi yaparken örtünmüyorlardı. Nitekim bu konuya ışık tutan bir diğer âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “....toplantılarınızda her türlü çirkin işi açıktan açığa yapmaya devam edecek misiniz?” (Ankebût 29/29) Fakat onlar ahmaklık, budalalık ve şehvetlerine düşkünlükleri sebebiyle yaptıkları işin feci neticelerini kestiremiyorlardı. Bütün himmetleri, en münâsebetsiz bir tarzda bile olsa sadece şehevî arzularını tatmine ve bunu sürdürmeye bağlanmış durumdaydı. Yaptıklarının nasıl bir ilâhî kahır ve gazap tecellisine sebep olacağını hesap edebilcek halleri bile yoktu. Allah’ın cezası başlarına inmeye hazırken, onlar bunu hissetmeyecek kadar gafil ve şehvetlerine dalmış durumdaydılar. Öyle ki, Lût (a.s.) ve ona inanan temiz insanların iffetlerini dillerine doluyorlar; “Bunlar güya kendilerini tertemiz sanan insanlarmış, bunları memleketimizden çıkarın da bizim kirimiz, lekemiz onlara bulaşmasın(!)” diyorlardı. Bu azgınlıkları, neticede onların gökten sicim gibi yağan taş yağmurlarıyla helak edilmelerine sebep oldu. (bk. A‘râf 7/80-84; Hûd 11/69-83; Şuarâ 26/160-173)

Burada dikkat çekilmek istenen nokta, livâta gibi çok çirkin bir günaha mübtelâ olan, bu yüzden peygamberin ikaz ve irşatlarına kulak asmayan fert ve toplumların sonunda helak olacağıdır. Dolayısıyla böyle bir günaha düşenler bu kıssa ile uyarılır ve bunu terk etmedikleri takdirde, bir belâya uğrayacakları kendilerine hatırlatılır.

Dolayısıyla yapılacak iş, Allah’ın yüceliğini anlatarak O’nun ortağı olmasının imkânsızlığını açıklamak, O’nun emir ve yasaklarının pek derin hikmetler taşıdığını bilmek, böylece doğru söze kulak veren her insanı inanç, amel ve ahlâk bakımından daha güzel bir seviyeye çıkarmaya çalışmaktır:

59. De ki: “Bütün hamdler Allah’a, selâm da onun seçtiği kullar üzerine olsun! Şimdi söyleyin bakalım, Allah mı hayırlıdır, yoksa müşriklerin O’na ortak koştuğu varlıklar mı?”

Bu âyet-i kerîmede Yüce Rabbimiz, Peygamberimiz (s.a.s.)’e, nihâyetsiz kudret ve azametini haber veren âyetleri okumaya başlamadan evvel “Allah’a hamd etmesini ve O’nun seçkin kullarına selâm vermesini” (Neml 27/59) emreder. Burada kullara güzel bir edep öğretilmekte, bu iki zikrin bereketinden istifadeye teşvik edilmekte ve dinleyenlerin kendilerine söylenenlere kulak vermeleri için bu iki hususun çok büyük bir ehemmiyet taşıdığına dikkat çekilmektedir. Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in hutbelerinde ve sohbetlerinde mütemâdiyen tatbik ettiği bu usûlu, ondan sonra da sahâbe-i kirâm, tabiin, âlimler, hatipler ve vâizler biri diğerinden miras alarak devam ettirmişlerdir. Allah’ın “seçtiği kullar” öncelikle, “Selâm olsun gönderilen bütün peygamberlere!” (Sâffât 37/181) âyetinin işaretiyle, risâleti için seçip beğendiği peygamberlerdir.

Aslında tek gerçek ilâh olan Allah Teâlâ’nın, iyilik ve hayırlılık bakımından hiçbir sahte tanrı ile mukayese edilmesi söz konusu olamaz. Ancak şirk hastalığına tutulmuş ve bu sebeple taptıkları putlardan fayda göreceklerini vehmeden müşrikleri akıllarını çalıştırmaya ve düşünmeye sevk etmek, böylece hatalarını fark ettirerek onlara arınmanın yollarını açmak için böyle bir üsûl tercih edilmiştir. Çünkü onların böyle açık bir soruya karşı durmaları ve müspet cevap verebilmeleri mümkün değildi. İçlerinden en bağnaz olanları bile, kendi tanrılarının Allah’tan daha hayırlı olduğu şeklinde bir şey söylemeye cüret edemezdi. Fakat onlar, Allah’ın daha hayırlı olduğunu itiraf etseler, bu sefer de şirk anlayışlarını tümüyle terk etmiş olacaklardı. Çünkü böyle bir durumda, daha yüce ve mükemmel bir inanca karşı daha değersiz bir inancı benimsemek makul olmayacaktı. Böylece Kur’an, muhaliflerini, daha ilk başta çaresiz bırakmış oluyordu.

Resûlullah (s.a.s.) bu ayeti okur okumaz hemen arkasından, “Hayır, sadece Allah (c.c) hayırlıdır. Ebedi mübârek ve yüce olan yalnız O’dur” diyerek bunun cevabını da bizzat kendisi verirdi. (Zemahşerî, el-Keşşâf, IV, 205)

Esasen mukayesesi imkansız olmakla birlikte, hayırlılık bakımından putlarla kendisinin karşılaştırılmasını isteyen Cenâb-ı Hak, yüce zatını tanıtırken önce ufuklarda tecelli eden kudret ve azamet nişânelerine yer vermektedir:

60. Onlar mı hayırlı yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten sizin için su indiren mi? Öyle bir su ki biz onunla, bir ağacını bile bitirmeye güç yetiremeyeceğiniz nice güzelliklerle dolu bağlar, bahçeler yetiştiriyoruz. Allah ile beraber başka bir ilâh daha olur mu hiç? Hayır, hayır! Onlar haktan sapan bir gürûhtur.

Buna göre:

İçindeki sayıları meçhul galaksi ve yıldızlarıyla gözleri kamaştıran; aralarındaki matematiğin sınırlarını zorlayan mesâfelerle birlikte cezb-incizap kanununa tâbi olarak kendi yörüngeleri etrafında saniyede şu kadar km hızla dönmeleriyle akıllara durgunluk veren tüm ecrâmiyle gökleri yaratan Allah’tır. Sahip olduğu bütün unsurlarıyla insan hayatına elverişli hâle getirilen yeryüzünü yaratan da Allah’tır. Gökten bizim için hayatımızın yegâne kaynağı olan suyu O indirmekte; o suyla gözlere ve gönüllere neş’e, güzellik ve sürûr veren göz bebeği gibi kıymetli bağları, bahçeleri O yetiştirmektedir. Öyle ki, bütün insanlar bir araya gelseler o bahçelerde yetişen milyarlarca ağaçtan sadece birini, hatta onun bir yaprağını, bir tohumunu bile yaratamazlar. Her ne kadar ekmesinde, dikmesinde ve yetişmesinde onların emekleri olsa da, bunlar, esasında Allah’ın insanlara verdiği kuvvet ve akılla olmakla birlikte, ilâhî yaratma ve hayat verme sırrı yanında bir hiç mesâbesinde kalır.

Böyle bir Yüce Rabbimiz ve İlâhımız varken, başka bir ilâh aramaya hiç gerek yoktur. Fakat şirk batağına saplanmış kalpler gerçeği kabullenemiyor, hak yoldan sapıyor ve bir kısım nesneleri Allah’a denk tutuyorlar.

Allah yeryüzünü insanların ve hayvanların yaşayabileceği, suyun durabileceği bir karargâh kıldı. Arzın belli yerlerinde doğudan batıya, kuzeyden güneye veya tersi istikâmette akan nehirler akıttı. Yeryüzünün sarsılmadan durması ve aralardaki vâdilerden ırmakların kolaylıkla akması için oraya sağlam ve sâbit dağlar yerleştirdi. Tatlı ve tuzlu sularıyla birlikte ırmakları ve denizleri yarattı; kullarının maslahatına uygun olarak tatlı sularla acı denizleri birbirine karıştırmamak için aralarına engel koydu. (bk. Furkan 25/53; Rahmân 55/19-20)

Sırf katından bir lutuf olarak bize bu büyük nimetleri ihsan eden Allah’a ortak koşmak akıl kârı mıdır? Bu olsa olsa cehâletten, gerçekleri bilmemekten kaynaklanmaktadır. İşte hakiki ve faydalı ilim, bu gerçekleri tüm sebep, illet ve hikmetleriyle öğrenmek ve bu hâdiseleri meydana getiren sonsuz kudret sahibi Allah’ı tanıyıp O’na teslim olmaktır.

Sonra Rabbimiz, varlığını bize tanıtan enfüsî delillere geçmektedir:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
61. Onlar mı hayırlı yoksa yeryüzünü yaşamaya elverişli kılan, içinde yer yer nehirler akıtan, onun sallanmaması için sâbit dağlar yaratan ve iki deniz arasına bir engel koyan mı? Allah ile beraber başka bir ilâh daha olur mu hiç? Hayır, hayır! Onların çoğu gerçeği bilmiyorlar.

Buna göre:

İçindeki sayıları meçhul galaksi ve yıldızlarıyla gözleri kamaştıran; aralarındaki matematiğin sınırlarını zorlayan mesâfelerle birlikte cezb-incizap kanununa tâbi olarak kendi yörüngeleri etrafında saniyede şu kadar km hızla dönmeleriyle akıllara durgunluk veren tüm ecrâmiyle gökleri yaratan Allah’tır. Sahip olduğu bütün unsurlarıyla insan hayatına elverişli hâle getirilen yeryüzünü yaratan da Allah’tır. Gökten bizim için hayatımızın yegâne kaynağı olan suyu O indirmekte; o suyla gözlere ve gönüllere neş’e, güzellik ve sürûr veren göz bebeği gibi kıymetli bağları, bahçeleri O yetiştirmektedir. Öyle ki, bütün insanlar bir araya gelseler o bahçelerde yetişen milyarlarca ağaçtan sadece birini, hatta onun bir yaprağını, bir tohumunu bile yaratamazlar. Her ne kadar ekmesinde, dikmesinde ve yetişmesinde onların emekleri olsa da, bunlar, esasında Allah’ın insanlara verdiği kuvvet ve akılla olmakla birlikte, ilâhî yaratma ve hayat verme sırrı yanında bir hiç mesâbesinde kalır.

Böyle bir Yüce Rabbimiz ve İlâhımız varken, başka bir ilâh aramaya hiç gerek yoktur. Fakat şirk batağına saplanmış kalpler gerçeği kabullenemiyor, hak yoldan sapıyor ve bir kısım nesneleri Allah’a denk tutuyorlar.

Allah yeryüzünü insanların ve hayvanların yaşayabileceği, suyun durabileceği bir karargâh kıldı. Arzın belli yerlerinde doğudan batıya, kuzeyden güneye veya tersi istikâmette akan nehirler akıttı. Yeryüzünün sarsılmadan durması ve aralardaki vâdilerden ırmakların kolaylıkla akması için oraya sağlam ve sâbit dağlar yerleştirdi. Tatlı ve tuzlu sularıyla birlikte ırmakları ve denizleri yarattı; kullarının maslahatına uygun olarak tatlı sularla acı denizleri birbirine karıştırmamak için aralarına engel koydu. (bk. Furkan 25/53; Rahmân 55/19-20)

Sırf katından bir lutuf olarak bize bu büyük nimetleri ihsan eden Allah’a ortak koşmak akıl kârı mıdır? Bu olsa olsa cehâletten, gerçekleri bilmemekten kaynaklanmaktadır. İşte hakiki ve faydalı ilim, bu gerçekleri tüm sebep, illet ve hikmetleriyle öğrenmek ve bu hâdiseleri meydana getiren sonsuz kudret sahibi Allah’ı tanıyıp O’na teslim olmaktır.

Sonra Rabbimiz, varlığını bize tanıtan enfüsî delillere geçmektedir:

62. Onlar mı hayırlı yoksa kendine yalvardığı zaman darda kalmış olanın imdâdına yetişip başındaki sıkıntıyı gideren ve sizi yeryüzünün halefleri ve hâkimleri yapan mı? Allah ile beraber başka bir ilâh daha olur mu hiç? Ne de az düşünüp ders alıyorsunuz!

63. Onlar mı hayırlı yoksa karanın ve denizin kat kat karanlıkları içinde size yol gösteren ve rahmetinin önünde rüzgârları müjdeci olarak gönderen mi? Allah ile beraber başka bir ilâh daha olur mu hiç? Allah, onların ortak koştukları şeylerden çok yücedir!

64. Onlar mı hayırlı yoksa bütün varlıkları baştan yaratan, sonra o yaratmayı aralıksız tekrar edip yenileyen, öldükten sonra tekrar diriltecek olan ve sizi hem gökten hem de yerden rızıklandıran mı? Allah ile beraber başka bir ilâh daha olur mu hiç? Eğer doğru söylüyorsanız, haydi delilinizi getirin!


Buna göre:

Allah, el açıp kendine yalvaran darda kalmış kullarının imdâdına yetişir, dualarına icâbet eder ve sıkıntılarını giderir.
اَلْمُضْطَرُّ (muztar), zaruret ve çaresizlik içinde kalmış, bunalmış, hiçbir güç ve tâkati olmayan kimsedir. Allah Teâlâ’nın, ancak dilediği kullarının duasına icâbet etme ve sıkıntılarını defetme muhtariyeti olmakla birlikte (bk. En‘âm 6/41), burada çoğunlukla çâresizlik hâlinde duanın kabul olunacağına bir işaret, hatta müjde vardır. Çünkü çâresizlik anlarında ihlas ortaya çıkar, kul tüm fâni varlıklardan gönlünü koparıp Rabbine bağlar, imansızlar imana gelir, böylece ilâhî rahmet ve inâyet nâzil olur.
Resûlullah (s.a.s.) bunalmış, çâresiz kimsenin duası hakkında şu izahı yapar:
“Allahım! Ben senin rahmetini ümit ederim. Bunun için bir göz açıp kırpacak kadar bir müddet dahi beni nefsimin eline bırakma! Bütün işlerimi sen ıslah eyle. Senden başka hiçbir ilâh yoktur.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 42)
Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Üç dua vardır ki, bunların mutlaka kabul olunacağında hiçbir şüphe yoktur: Mazlumun duası, yolcunun duası ve babanın evladına duası.” (Tirmizî, Birr 7/1905)
Peyderpey gelip geçen önceki nesillerin yerine bizi halef yapan, burada bize yaşama imkânı veren, lütfettiği akıl, irade ve ilim kuvvetiyle bizi yeryüzünün hâkimleri yapan da, yapacak olan da Allah’tır.

Bu da çok büyük bir lütf-i ilâhîdir. Dolayısıyla bu cümle, müminlere daha henüz İslâm’ın başlangıcında iken gelecekte İslâmî hâkimiyetin gerçekleşeceğini vaat eden büyük bir müjdeyi ihtiva eder. Sûrenin başındaki “Bu Kur’an, mü’minlere doğru yolu gösteren bir rehber ve büyük bir müjdedir” (Neml 27/2) tebşirâtı ile, Hz. Dâvûd ve Hz. Süleyman’ın hükümdarlık kıssasının burada zikredilmesi de bu mânaya ışık tutmaktadır. Hem ferdi hem de toplumu alakadâr eden bu gerçekleri düşünüp ders alan kişi, Allah’ın ulûhiyet ve rubûbiyette tek olduğunu anlayacaktır.

Bize kara ve denizin karanlıklarında yol gösteren, bir kısım kulları için ilâhî bir rahmet tecellisi olan yağmurun öncesinde müjdeci olarak rüzgârları gönderen de Allah’tır.
Bunlar da birer büyük nimettir. Bu âyet-i kerîmede kara ve deniz yolculukları sâyesinde gerçekleştirilecek cihâdla İslâm fetihlerinin ilerleyeceği haber verilmektedir. Bunları lütfeden ve bundan böyle de lütfedecek olan Allah, bütün ortaklardan yücedir.

Son olarak Allah’ın varlık ve birliğini gözler önüne serip gönülleri âhirete yönlendiren hem afâkî hem de enfüsî bir delile yer verilir. Tüm varlığı başlangıçta yoktan yaratan Allah olduğu gibi, onların yaratılışını belki milyonlarca hatta milyarlarca yıldır kesintisiz devam ettirmektedir. Kıyamette ise gökleri, yeri ve içindekileri büyük bir inkılapla altüst edip yeni bir düzenleme ile bir kez daha yaratacaktır. Dünya hayatından sonra âhiret hayatını gerçekleştirecektir.

Bu afâkî delilden sonra tekrar enfüsî bir delile geçilerek, bizi hem gök hem de yer cihetinden rızıklandıranın Allah olduğu haber verilmektedir.

O halde Allah ile beraber başka bir ilâhın olması nasıl tasavvur edilebilir? Çünkü O’nunla birlikte bir ilâh daha olsaydı, ilk defa yaratma başlayamazdı. İki denk kudret bir birine mani olur, aralarında çatışma çıkardı. Biri galip gelse, mağlub olan ilâh olamaz, gelmese hiçbiri ilâh olamaz ve bir şey yaratılmazdı. Neticede şu görülen yaratılış nizamı bulunamaz, bizler de yerden ve gökten rızıklanamazdık. Demek ki, bu yaratılışı ta başından planlayan, yapan, kullarını gökten ve yerden maddî ve manevî sayısız rızıklarla rızıklandıran ve sonra onları öldükten sonra tekrar diriltip hesaba çekecek olan Allah Teâlâ’dan başka tapılacak hiçbir şey yoktur. Bu hakikate karşı ileri sürülebilecek doğru bir delil bulmak da mümkün değildir.

Yüce Rabbimize ait önemli sıfatlardan biri de, hiçbir yaratığın bilmesinin mümkün olmadığı gaybı yani bizim duyularımızın algı alanı dışında kalan şeyleri yalnızca O’nun biliyor olmasıdır:

65. De ki: “Göklerde ve yerde Allah’tan başka hiç kimse gaybı bilemez. Onlar öldükten sonra ne zaman diriltileceklerini de bilemezler.

66. Onların âhiretle alakalı bilgileri kıt ve yetersiz kalmıştır. Dahası, bu hususta şüphe içindedirler. Bunun da ötesinde onlar âhiretten yana kördürler.


“Gayb”; gizli ve kapalı olan şeyleri, bilinmeyen her şeyi, kişinin müşâhede ve tecrübe sahasının dışındaki bilgi ve malumatı ifade eder. Ancak ferdî olarak bazı kimselerin bilip, diğer bir kısım insanların bilmediği birçok husus vardır. Bir zaman bilinmeyen şey, sonra insanların icat ettikleri bir takım âlet ve vasıtalarla bilinebilmektedir. Mesela bir ve iki gün sonraki hava durumu, hava tahmin vasıtalarıyla tespit edilebiliyorsa bu gayb sayılmaz. Cin, melek ve diğer mahlukât açısından da durum aynıdır. Bir kısmına malum olan şeyler diğerlerine gizli kalabilmektedir. Fakat bir bütün olarak geçmişte hiçbir insana, cin veya meleğe bildirilmemiş, halen bilinmeyen ve gelecekte de bilinemeyecek olan hususlar vardır. İşte burada kastedilen “gayb” budur. Bu şekilde gizli olan şeylerin tümü sadece ve sadece Alîm olan Allah tarafından bilinir. Bunlar sadece O’na açık ve zahirdir. Çünkü gökte ve yerde hiçbir şeyin O’na gizli kalması mümkün değildir. (bk. İbrâhim 14/38) Bunun hikmetine gelince, insanlar dünyaya imtihan için gelmişlerdir. Eğer gaybı bilselerdi, imtihanın ehemmiyeti kalmazdı. Hiç kimsenin kulluk imtihanından yana emin olmaması için Allah Teâlâ gaybı yaratıklarından gizlemiştir.

Rivayete göre bu âyet-i kerîmeler, müşriklerin Peygamberimiz (s.a.s.)’e kıyâmetin kopmasına dair soru sormaları üzerine nâzil olmuştur. (Kurtubî, el-Câmi‘, XIII, 225)

Hz. Aişe der ki: “Kim Hz. Muhammed (s.a.s.)’in yarın ne olacağını bildiğini iddia ediyor ise, hiç şüphesiz Yüce Allah’a karşı büyük bir iftirada bulunmuş olur. Çünkü O: «Göklerde ve yerde Allah’tan başka hiç kimse gaybı bilemez» (Neml 27/65) buyurmaktadır.” (Müslim, İman 287)

Kıyâmetin kopuş ve insanların yeniden diriliş zamanı da sadece Allah Teâlâ’nın bileceği gayb bilgisine dâhildir. Bu sebeple insanların onu bilmeleri mümkün değildir. Allah’a ortak koşulan nesnelere gelince, bizzat kendi geleceklerinden bile haberleri olmadığına göre onlar, insanların tekrar diriltilip hesaba çekilecekleri zaman olan kıyâmeti nereden bilecekler? Sahte tanrıların peşinde helak girdaplarına sürüklenen kâfir ve müşriklere gelince, bunların âhiretle alakalı bilgileri son derece az ve yetersizdir. Bu, onların âhirete iman etmelerini sağlayacak sağlamlıkta ve keyfiyette değildir. Fakat bilgiden ziyade onlarda kalp problemi bulunmaktadır. Kalplerindeki mânevî hastalık sebebiyle onlar âhiretin varlığı hakkında ciddi bir şüphe içindedirler. Daha da ötesini söylemek gerekirse, onların kalp gözleri âhirete iman bakımından körelmiştir. Bu sebepledir ki, nakarat halinde aynı inkâr sözünü tekrarlayıp dururlar:

67. Kâfirler şöyle dediler: “Sahi, biz ve atalarımız çürüyüp toprak olduğumuz zaman mı, yani biz o halde iken mi diriltilip kabirlerimizden çıkartılacağız?”

68. “Doğrusu, böyle tehditler bize yapıldığı gibi, bizden önce atalarımıza da yapılmıştı. Fakat bu, öncekilerin masallarından başka bir şey değil!”

69. De ki: “Yeryüzünde dolaşın da böyle diyerek günaha gömülmüş inkarcı suçluların sonlarının nasıl olduğuna ibretle bakın!”

70. Rasûlüm! Onların yüzünden üzülme ve kurmakta oldukları tuzaklardan ötürü de canını sıkma!

71. Onlar: “Eğer doğru söylüyorsanız, bizi tehdit edip durduğunuz bu azap ne zaman gerçekleşecek?” diyorlar.

72. De ki: “Bir an önce gelmesini istediğiniz azabın bir kısmı belki de peşinize takılmış, ensenizde patlamak üzeredir.”


Kur’ân-ı Kerîm’de yer yer tekrar edildiği üzere, âhirete karşı kalp gözleri kör olan inkârcılar, ölüp toprak olduktan sonra yeniden dirilmeyi akıllarına sığdıramıyor, İslâm’ın bu temel rüknünün öteden beri tekrar edile gelen bir masaldan ibaret olduğunu söylüyorlar. Halbuki İslâm, dünya ve âhirete ait tüm nizamını “âhirete iman, hesap, cennet ve cehennem” esası üzerine kurar. Her iki âlemin bir haritası, fihristi ve rehber kitabı olan Kur’an’a da ancak, âhirete iman edenlerin inanıp tâbi olacaklarını haber verir. (bk. En‘âm 6/92) O halde esas çözülmesi gereken problem, âhirete iman problemidir. Kâfirler bundan mahrum oldukları için Peygamberimiz (s.a.s.)’in uyarılarına kulak asmıyor, alaylı bir şekilde tehdit ettiği azabın ne zaman tepelerine ineceğini soruyorlardı. Cenâb-ı Hak, böyle kimselere yeryüzünde dolaşıp, günahlara daldıkları için helak edilmiş önceki toplumların feci âkıbetlerine bakıp ibret almalarını öğütlemekte; tehdit edildikleri azabın bir kısmının peşlerine takılmış, tepeleri üzerine inmekte olduğu uyarısını yapmakta; Resûlullah (s.a.s.)’i de onların hallerine üzülmemesi ve kuracakları tuzaklar sebebiyle canını sıkmaması hususunda teselli etmektedir.
Bununla birlikte:

73. Şüphesiz Rabbin insanlara karşı sonsuz bir lutuf sahibidir; ne var ki onların çoğu şükretmezler.

74. Doğrusu Rabbin onların göğüslerinde gizlediklerini de, açığa vurduklarını da bilir.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
75. Çünkü göklerde ve yerde gizli olan ne varsa, hepsi apaçık bir kitapta yer almaktadır.

Bütün inkâr ve isyanlarına rağmen Yüce Rabbimiz insanlara karşı sonsuz lutuf, ikram ve ihsan sahibidir. Helake müstahak olmalarına rağmen ecellerini geciktirmek ve bol bol rızık vermek suretiyle onlara lutufta bulunmaktadır. Fakat onların çoğu bu ilâhî lutufların farkında olmaz, bu büyük nimetlerin şükrünü edâ etmezler. Halbuki Cenâb-ı Hak, onların her şeylerini bilmektedir. Onların, Resûlullah (s.a.s.)’e düşmanlık yapmak, tuzaklar kurmak, İslâm’ın tebliği ve yayılmasını engellemek için gizli planlar yapmak gibi gizli hallerini de, bunlardan açığa vurduklarını da çok iyi bilmektedir. Ancak çok halîm ve çok sabırlı olduğu için bunların cezasını hemen vermemekte; tayin edilmiş bir vakte kadar beklemektedir. Onların hâlinden hiçbir şey Allah’a gizli kalmadığı gibi, dahası, son derece gizli ve saklı da olsa, göklerde ve yerde her ne var ise, Allah onları bilip, ilmiyle ihata etmiş ve onları mahfuz olan, apaçık olan, kendisine bakan melekler için bile âşikâr ve zâhir olan Levh-i Mahfuz’a kaydetmiştir.

İnananlara doğru yolu gösteren bir rehber olmak üzere indirdiği Kur’ân-ı Kerîm’e gelince:

76. Şüphesiz bu Kur’an, İsrâiloğulları’na üzerinde anlaşmazlığa düştükleri pek çok konuyu açıklamaktadır.

İsrâiloğulları’ndan maksat yahudi ve hıristiyanlardır. Bunlar dünyaca bilinen ve etkili olan iki büyük dinin tâbileri oldukları için Kur’ân-ı Kerîm onların durumlarına çokça yer verir, problemlerini dile getirip çözerek onları doğru yola yönlendirir. Meselâ Kur’an’ın en büyük sûresi olan Bakara sûresinde daha ziyâde yahudiler; Âl-i İmran sûresinde de Hıristiyanlar söz konusu edilir. Onlar, Tevrat ve İncil gibi iki büyük hak kitabın vârisleri olmalarına rağmen, kitaplarını tahrif etmişler, kendi aralarında bir çok hususlarda anlaşmazlığa düşmüşler ve nihâyet biri diğerine lânet okuyacak hâle gelmişlerdir. Eğer onlar, “mü’minlere doğru yolu gösteren bir rehber ve rahmet olan” Kur’an’a inanır ve gereğini yerine getirecek olurlarsa, Kur’an onlara üzerinde anlaşmazlığa düştükleri pek çok hususu açıkça bildirmektedir. Açıklamadığı hususlar ise ya önemsizdir veya âhirete ait olup orada açıklanması gereken şeylerdir. Allah dünyada insanlar arasında Kur’ân-ı Kerîm ile hükmünü vermektedir. Âhirette de onlar arasında hak ve adâletle hükmünü verecek, haklı ile haksızın arasını ayıracaktır. Kimse O’nun istediği hükmü vermesine mâni olamayacaktır. Çünkü O Azîz’dir; karşı konulamaz büyük bir kudret sahibidir. Yine O, kimin lehine, kimin de aleyhine hüküm vereceğini çok iyi bilmektedir. Çünkü O Alîm’dir; her şeyi hakkiyle bilir.

O halde:

77. Aynı zamanda o, mü’minlere doğru yolu gösteren bir rehber ve büyük bir rahmettir.

78. Doğrusu Rabbin, onlar arasında hikmet ve adâletle hükmünü verecektir. Çünkü O, karşı konulamaz bir kudrete sahip olan ve her şeyi hakkiyle bilendir.


İsrâiloğulları’ndan maksat yahudi ve hıristiyanlardır. Bunlar dünyaca bilinen ve etkili olan iki büyük dinin tâbileri oldukları için Kur’ân-ı Kerîm onların durumlarına çokça yer verir, problemlerini dile getirip çözerek onları doğru yola yönlendirir. Meselâ Kur’an’ın en büyük sûresi olan Bakara sûresinde daha ziyâde yahudiler; Âl-i İmran sûresinde de Hıristiyanlar söz konusu edilir. Onlar, Tevrat ve İncil gibi iki büyük hak kitabın vârisleri olmalarına rağmen, kitaplarını tahrif etmişler, kendi aralarında bir çok hususlarda anlaşmazlığa düşmüşler ve nihâyet biri diğerine lânet okuyacak hâle gelmişlerdir. Eğer onlar, “mü’minlere doğru yolu gösteren bir rehber ve rahmet olan” Kur’an’a inanır ve gereğini yerine getirecek olurlarsa, Kur’an onlara üzerinde anlaşmazlığa düştükleri pek çok hususu açıkça bildirmektedir. Açıklamadığı hususlar ise ya önemsizdir veya âhirete ait olup orada açıklanması gereken şeylerdir. Allah dünyada insanlar arasında Kur’ân-ı Kerîm ile hükmünü vermektedir. Âhirette de onlar arasında hak ve adâletle hükmünü verecek, haklı ile haksızın arasını ayıracaktır. Kimse O’nun istediği hükmü vermesine mâni olamayacaktır. Çünkü O Azîz’dir; karşı konulamaz büyük bir kudret sahibidir. Yine O, kimin lehine, kimin de aleyhine hüküm vereceğini çok iyi bilmektedir. Çünkü O Alîm’dir; her şeyi hakkiyle bilir.

O halde:

79. Rasûlüm! Sen yalnızca Allah’a güvenip dayan. Çünkü, tuttuğun yol gerçekliği apaçık ortada olan hak yoldur.

80. Şunu iyi bil ki sen, ne ölülere duyurabilirsin, ne de arkalarını dönüp kaçarlarken o sağırlara dâvetini işittirebilirsin.

81. Körleri de savrulup durdukları yanlış yollardan kurtarıp doğru yola çekebilecek olan sen değilsin. Sen dâvetini ancak, önyargısız bir şekilde âyetlerimize inanıp gerçeğe teslim olmaya yatkın kimselere duyurabilirsin.


Cenâb-ı Hak, İslâm’ı tebliğ, yaşama ve yaşatma gibi ağır bir mesuliyetin altında bulunan Resûlullah (s.a.s.)’i tekrar tekrar teselli etmekte; tüm gücüyle çalışabilmesi ve gönlünde en küçük bir zaafiyetin peyda olmaması için yalnızca kendisine güvenip dayanmasını istemektedir. Çünkü Efendimiz (s.a.s.)’in tuttuğu yolun, Allah’ın dosdoğru yolu olduğunda şüphe yoktur. Onun yolu doğru, söyledikleri doğrudur. Ancak bu doğru sözlere inananlar olacağı gibi inanmayanlar da olacaktır. Sözün doğru olması, imtihan gereği, herkesin ona iman etmesini gerektirmemektedir. Şu halde kâfirlerin söz dinlememelerine üzülmemek lazımdır. Zira kusur peygamberde değil, o sözü dinlemeyenlerdedir. Çünkü onlar gerçeği anlama, duyma ve görme bakımından “ölü”, “sağır” ve “kör” hükmündedirler. Dolayısıyla bunlara gerçeği dinletmek, belletmek ve onları sapıklıklarından kurtarıp doğru yola getirmek Peygamberin elinde olan bir şey değildir. Onun, ancak Allah’ın âyetlerine inanan ve O’na teslim olan kişilere sözünü dinletmesi mümkün olabilir. O halde peygamberin ve onun tebliğ vazifesini üstlenen kişilerin yapması gereken, Allah’a güvenip vazifelerini yerine getirmeye çalışmaları, fakat kimin doğru yola gelip gelmeyeceği hususundaki kararı Allah’a havâle etmeleridir.

Zâten öyle bir zaman gelecek ki herkes gerçeği görecek:

82. Kıyâmet yaklaşıp onlara verilen azap sözü başlarına geldiği zaman yerden bir canlı çıkarırız. O da, insanların âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını kendilerine söyler.

دَٓابَّة الْاَرْضِ (dâbbetü’l-arz), kıyâmetin büyük alametlerinden biridir. Bu hususta Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Şu üç husus ortaya çıktığı vakit, eğer kişi önceden iman etmemiş veya mü’min olarak herhangi bir hayır işlememiş ise, hiçbir nefse o vakit inanmasının bir faydası olmayacaktır. Bunlar: Güneşin batıdan doğması, Deccâl ve Dâbbetü’l-Arz’ın çıkmasıdır.” (Müslim, İman 249)

Abdullah b. Ömer (r.a.)’e göre bu hadise, dünyada iyiliği emreden ve kötülüklerden sakındıran hiçbir fert kalmadığı zaman vuku bulacaktır. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XX, 17)
Fakat bahsedilen yaratığın bir hayvan mı, yoksa bütün yeryüzünü istila edecek bir hayvan türü mü, yahut bunun temsilî bir anlatım mı olduğu hususu açık değildir. Fakat âyet-i kerîme açıkça yerden bir canlının çıkacağını ve bunun insanlarla Allah’ın âyetlerine tam olarak iman etmemeleriyle alakalı konuşacağını beyân etmektedir. Buna bu şekilde inanmak gerekir. Konuşmanın muhtevâsı ise şu istikâmettedir: “İnsanlar, kıyameti haber veren ayetlerimize inanmadılar. Bahsedilen kıyamet şimdi gelmek üzeredir. Dolayısıyla Allah’ın verdiği haberin doğru olduğunu şimdi herkes kesinlikle anlayacaktır.”

Dâbbetü’l-Arz’ın olağanüstü bir şekilde konuşması, elbette ki istediği herhangi bir şeye konuşma kuvvetini veren Allah’ın kudretini gösteren bir delildir. O, bu kuvveti, kıyametten önce bir tek hayvana verecek, fakat kıyametten sonra bu istidâdı daha başka varlıklara da ihsan edecektir. Mesela, insanın her uzvu; gözü, kulağı, eli, ayağı, hatta derisi bile yüksek sesle konuşacak ve Cenab-ı Hakk’ın mahkemesinde şâhitlik edeceklerdir. (bk. Yâsîn 36/65; Fussılet 41/20-22)

Gelen âyetlerde ise mahşer yerinden bir manzara arz edilir:

83. O gün her ümmet içinden âyetlerimizi yalanlayanları gruplar hâlinde toplarız. Onlar bir araya getirilip toplu olarak hesap yerine sevk edilirler.

84. Nihâyet hesap yerine geldiklerinde Allah onlara şöyle buyurur: “Demek siz, ne olduğunu iyice dinleyip anlamadan benim âyetlerimi yalanladınız, öyle mi? Değilse, bu yaptığınız neydi?”

85. Böylece işledikleri zulümler yüzünden tehdit edildikleri azap sözü gerçekleşir. Artık onların tek bir kelimeyle de olsa mazeret uyduracak halleri kalmaz.

86. Hiç görmezler mi ki biz, dinlenip sükûnete ersinler diye geceyi karanlık ve çalışıp kazansınlar diye gündüzü aydınlık kıldık? Şüphesiz bunda, iman eden bir toplum için nice deliller ve ibretler vardır.


Bu âyetlerin verdiği habere göre kıyâmet gününde mahlûkat diriltilip mahşer yerinde toplandığı gün her ümmetin içinden dünyada peygamberleri yalanlayıp Allah’ın âyetlerini inkâr etmiş olanlar çıkarılacak, vazifeli meleklerin kontrolünde başka bir yerde toplanacak ve özel olarak hesaba çekileceklerdir. Dünyada Allah’ın ister naklî, ister aklî olsun âyetleri üzerinde düşünüp tevhide eremedikleri, bilakis sağlam hiçbir sebebe dayanmadan o âyetleri inkâr edip Allah’a ortak koştukları ve bunun sonucu olarak hem Allah’a hem de kullarına karşı zulüm ve haksızlık yaptıkları için ağır bir şekilde cezalandırılacaklardır. Halbuki dünyada Allah’ın ve âhiretin varlığını gösteren delilleri görme imkânları olsaydı, bu duruma düşmeyeceklerdi. İşte bu delillerden biri de, gece, gündüz ve insanların bu vakitlerdeki halleridir. Allah, insanların istirahat edebilmeleri için geceyi karanlık yapmıştır. Çalışıp maişetlerini temin edebilmeleri için de gündüzü aydınlık yapmıştır. Bunu her gün aksatmadan yapan kudret sahibinin, kıyâmeti koparmaya da gücünün yeteceğini anlamaları gerekirdi. Yine insanlar ilâhî kudret tarafından geceleyin uyutulmakta, sabahleyin tekrar uyandırılmaktadırlar. Bu hal âdeta mahşerin bir provası şeklinde her gün tekrar edilip durmaktadır. Bu kadar canlıyı uyutan ve tekrar uyandıran, bunu binlerce, yüz binlerce kez tekrar eden Allah’ın ölüleri diriltmeye gücü yeteceğini bilip ona göre istikâmetlerini tâyin etmeleri lazımdı. O halde henüz Dâbbetü’l-Arz çıkmamış ve kıyamet kopup mahşerde dönüşü olmayan böyle bir acı sonla karşılaşmamışken, Kur’an’ın muhatabı olan herkesin fırsatları değerlendirmesi ve kendini ebedî azaptan koruması, alınacak en hayati karar ve yapılacak en mühim iştir. Çünkü sûra üflenip kıyâmet kopmaya başlayınca artık iş işten geçmiş, dönülmez bir yola girilmiş olacaktır:

87. Sûra üfleneceği gün, Allah’ın diledikleri dışında, göklerde ve yerde olan herkes dehşetli bir korkuyla donakalacak; hepsi de başları eğik, boyunları bükük vaziyette O’nun huzuruna geleceklerdir.

Kıyamet günü İsrâfil (a.s.), umûmî kabule göre iki kez sûra üfleyecektir. Birinci kez üflediğinde gökler, yerler yıkılacak ve tüm canlılar ölecektir. İkinci kez üflediğinde ise insanlar tekrar diriltilip kabirlerinden çıkacaklardır. Zümer sûresinde bu husus şöyle haber verilir:

“O gün sûra üflenir; Allah’ın dilediklerinden başka göklerde ve yerde kim varsa kıyâmetin dehşetinden çarpılıp cansız yere serilir. Sonra sûra bir daha üflenir; bir de bakarsın ki, bütün ölüler dirilip kabirlerinde ayağa kalkmış, merak ve endişe içinde etraflarına bakınıp duruyorlar.” (Zümer 39/68)

Şimdi de kıyamet günü dağların durumundan bir tablo sunulur:

88. Dağları görür, onları hareketsiz, yerlerinde donmuş sanırsın. Halbuki onlar, bulutların yürümesi gibi geçer giderler. Bu, her şeyi sağlam ve mükemmel yapan Allah’ın sanatıdır. Şüphesiz O, yaptığınız her şeyi en iyi bilendir.

O gün dağlar bir araya getirilip yürütülecektir. İnsan gözüyle bakıldığında onlar ayakta duruyor gibi görünecek, gerçekte ise yoğunlukları sebebiyle duruyor gibi zannedilen bulutların yürümesi gibi yürüyeceklerdir. Zira göz, çoklukları veya en ile boyları arasındaki mesafelerin büyüklüğü sebebiyle büyük kalabalıkları ve büyük varlıkları tamamıyla ihata etmekten uzaktır. Dolayısıyla bu görenin bir yanılmasıdır.

Kur’ân-ı Kerîm, kıyamet koparken dağların başına geleceklerle ilgili geniş bilgiler verir. Bu bilgilere göre dağlar:

Atılmış yün gibi olacaklardır. (Meâric 70/9; Kâria 101/5)

Toz zerrecikleri gibi olacaklardır. (Vâkıa 56/5-6) Bu da önceleri atılmış yün gibi iken, zerrelerinin birbirinden koparılması ile gerçekleşecektir.
Yerlerinden sökülüp atılacaklardır. (Tâhâ 20/105) Altlarında bulunan şeylerin açığa çıkması için üzerlerine rüzgarlar gönderilip dağlar savrulacaklardır.
Rüzgarlar dağları yeryüzünün yukarısına çıkartacaklar ve adeta toz zerreleri halinde havada bir ışık gibi görüneceklerdir. Uzaktan onlara bakan bir kimse ise kesiflikleri sebebiyle onları cansız donuk bir ceset gibi görecektir. Hakikatte ise bunlar yürümektedirler.

Nihâyet dağlar yürütülüp serap olacaklardır. (Nebe’ 78/20) Onların bulundukları yere bakanlar, dağlardan hiçbir eser göremeyecek, sadece serap göreceklerdir.

Bu âyet-i kerîme bir açıdan da dağların şu anki bizim göremediğimiz gizli durumlarına ışık tutmakta, şimdiki halin her an oluş ve yok oluşunu göstererek kıyamet ve yeniden dirilmeyi düşündürmek için bunu bir nevi delil olarak göstermektedir. Şöyle ki: Son derece katı cisimler halinde gözüken dağlar da aslında gezici gazlardan meydana gelmiştir. Zerrelerinde bulut buharlaşır gibi kimyasal değişim ile her an yeni bir yaratılış devam edip durmaktadır. Bu suretle yoğunlukları da bir tek hacimde sabit kalmayıp her an değişmekte ve yeniden meydana gelmektedir. Bu sebeple kâinatın en sabit görülen şeyleri bile böyle her an değişme ile bir kıyamete doğru gitmektedir. Şu halde günün birinde bir üfürme ile o koca dağların yerinden bütün yoğunluklarıyla yürütülüp yeryüzünün başka bir yeryüzüne değiştirilebileceğinin ilâhî kudret karşısında hiç de zor olmayacağı gözler önüne serilmektedir. Hem bu gidiş, nizamsız bir değişiklik ile sadece bir tahrip için değil, bulutun rahmete gidişi gibi hikmet ve intizam ile daha yüksek bir hayata geçirmek için olacaktır. İşte Allah’ın ilim ve hikmetiyle her şeyi yerli yerinde sağlam ve muntazam yapan sanatına vurgu yapılması buna işarettir.

Dağların cansız göründükleri halde yürüyor olmaları aynı zamanda şu hususlara misâl kabul edilebilir:

Bu, dünya hayatı hakkında verilmiş bir misaldir. Ona bakan bir kimse, onun dağlar gibi durmakta olduğunu zanneder, fakat dünya tıpkı bulutlar gibi yok oluştan payını almaya devam etmektedir.
Bu, iman hakkında verilmiş bir misaldir. İman kalpte sabit olduğu halde, onun meyvesi mesâbesindeki sâlih ameller göğe doğru yükselir.
Bu, beden ve ruha dair verilmiş bir misâldir. Vefât esnâsında beden cansız dururken, gerçekte mü’min ruh arşa doğru yükselir. (Kurtubî, el-Câmi‘, XIII, 243)
Bu, temkin ehli âriflere işarettir. Onlar bedenleri itibariyle sakin sakin dururlar, fakat ruh ve sırlarıyla melekût âleminde dolaşıp manevî güzellikleri seyran ederler. Bu sebeple “Ârif, kâindir, bâindir” denilmiştir. Yani “o zâhiri itibariyle insanlarla beraber bulunmaktadır. Fakat iç âlemi itibariyle bütün yaratıklardan uzaklaşmış, Allah’a yaklaşmıştır.” (bk.Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, II, 428)

Her şeyi en mükemmel, en sağlam, hikmete uygun ve en güzel şekilde yaratıp onları idâre eden Allah Teâlâ, kıyâmetle birlikte yeni bir düzen kuracak, kulların iyilik ve kötülüklerine ilâhî hikmetin gerektirdiği tarzda en mükemmel karşılıklarını verecektir. Çünkü O, onların tüm yaptıklarından haberdardır. Buna göre:

89. Kim huzurumuza bir iyilikle gelirse, mükâfat olarak ona ondan daha hayırlısı verilecektir. Üstelik böyleleri, o günün dehşetinden de güven içinde olacaklardır.

90. Ama kim de kötü amellerle gelirse, işte onlar yüzükoyun ateşe atılacaklardır. Siz, başka değil, ancak yaptıklarınızın karşılığını göreceksiniz.


Mahşerde Allah’ın huzuruna iman ve sâlih amellerle gelenleri, Cenâb-ı Hak daha hayırlısı ve daha fazlasıyla mükâfatlandıracaktır. Kulun o ameli işlerken sahip olduğu hissiyât, ihlas ve samimiyetine göre bir on (bk. En‘âm 6/160), bir yedi yüz veya daha fazlasını (bk. Bakara 2/261) ikram edecektir. Üstelik böyle tâlihli kullar, korkudan kalplerin allak bullak olduğu ve gözlerin belerip dışarı fırladığı kıyamet günü o dehşetli korkudan emniyette olacaklardır. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Kıyâmetin yol açtığı en büyük korku dahi onları üzmeyecek ve melekler kendilerini: «Size va’dedilen o mutlu gün işte bu gündür» diyerek karşılayacak.” (Enbiyâ’ 21/103)

Bunun aksine ilâhî huzura şirk, küfür ve günahlarla gelenler yüzleri üzere cehenneme yuvarlanacaklardır. Çünkü yaptıklarının cezası nihâî kararda bunu gerektirmektedir. Suç, tamamen kendilerine aittir.

Bu sebeple, Allah Resûlü (s.a.s.)’e, bütün insanları İslâm’a çağırarak şöyle demesi emrediliyor:

91. Rasûlüm de ki: “Bana, bu beldeyi muhterem ve mukaddes kılan ve her şey kendisine ait olan Rabbe kulluk etmem emredildi. Ve bana müslümanlardan olmam emredildi.”

92. “Yine bana Kur’an okumam emredildi.” Artık kim doğru yola girerse kendi iyiliğine girmiş olur; kim de doğru yoldan saparsa: “Ben sadece bir uyarıcıyım” de!


Burada Neml sûresinin vermek istediği mesajların bir hülâsası yapılır.

Kâbe’yi kıble yapıp Mekke’yi harem bölgesi ilan eden; orada kan dökme, zulmetme, avlanma ve bitkileri koparmayı yasaklayan; hâsılı orasını emniyetli ve dokunulmaz bir şehir haline getiren, her şeyin sahibi Allah’a kulluk etmek. Bu maddede Cenâb-ı Hakk’ın Mekkelilere ihsan ettiği dünyevî nimetlere dikkat çekilir. Âyet-i kerîmede bu hususta şöyle buyrulur:

“Çevrelerindeki insanlar yakalanıp götürülürken ve malları yağma edilirken, yaşadıkları Mekke’yi can ve mal emniyeti bakımından güvenilir ve mukaddes bir Harem bölgesi kıldığımızı görmezler mi? Buna rağmen onlar hâla saçma ve asılsız inançlar peşinde koşarak, Allah’ın nimetlerine karşı nankörlüğe devam mı edecekler?” (Ankebût 29/67)

Mekkeliler, Arap yarımadasının her tarafında anarşi ve terör had safhadayken Mekke’nin muhterem ve güvenli bir belde oluşundan geniş olarak istifade etmişlerdir. O halde Allah’ın bu nimetine teşekkür olarak, putları bırakıp O’na kulluk etmeleri gerekmez mi? Hem zaten her şey Allah’a ait olup, putların hiçbir tasarruf ve salahiyetleri bulunmadığı için Allah’ı bırakıp onlara tapmalarının hiçbir anlamı ve gerekçesi yoktur.

Bütün bunları mülâhaza ederek Allah’a teslim olmak; O’nun tâlimatları, emir ve yasakları istikâmetinde bir kulluk yaşamak; benliğimizden geçip Hakk’a vasıl olmak.
Resûlullah (s.a.s.)’in örnek tatbikatıyla Allah’ın dinini tüm tafsilâtıyla beyân eden Kur’ân-ı Kerîm’i okumak, anlamak, yaşamak ve onu insanlara tebliğ etmek.

Yüce Rabbimiz, dünya ve âhiret saadetine erebilmeleri için kullarından bunları istemektedir. Peygamberin vazifesi, kulları bu ilâhî nizamı kabul ve ona itaate davettir. Davete icâbet eden kendi iyiliğine, etmeyen de kendi kötülüğüne hareket etmiş olacaktır. Yoksa bunun Allah’a ne bir faydası, ne de bir zararı dokunabilir. O, sadece katından bir lutuf olarak insanlara hem maddi, hem de peygamber ve kitap göndermek gibi mânevî nimetlerini cömertçe ihsan etmektedir.
O halde Resûlüm:

93. De ki: “Bütün hamdler Allah’a aittir. O, size varlığının delillerini gösterecek, siz de onları tanıyacaksınız.” Rabbin, yaptıklarınızdan asla habersiz değildir!

“Allah’ın göstereceği işaretler”den maksat, gerek göklerde, gerek yerde, gerekse kendi nefislerimizde Cenâb-ı Hakk’ın varlığını, birliğini, kudret ve azametini gösteren delillerdir. Nitekim âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Yakında biz onlara hem dış dünyada hem de insanların kendi iç âlemlerinde âyetlerimizi göstereceğiz; tâ ki Kur’an’ın gerçeğin ta kendisi olduğu onlar için de gün gibi ortaya çıksın. Aslında, Rabbinin her şey üzerinde şâhit olması ve her şeyin O’na işaret etmesi en büyük delil olarak yetmez mi?” (Fussılet 41/53)

“Kesin olarak inanmak isteyenler için yeryüzünde Allah’ın birliğini ve sonsuz kudretini gösteren nice deliller vardır. Bizzat kendi varlığınızda da. Hâla gerçeği görmeyecek misiniz? Gökte de hem rızkınız vardır, hem de size va’dedilen cennetler.” (Zâriyât 51/20-22)

Bu delillere ibret nazarıyla bakıp okumasını bilenler Allah Teâlâ’yı tanıma imkânı bulacaklardır. Bunları görmezlikten gelenlere ise yapılacak bir şey yoktur. Onlar ya dünyada tepelerine inen bir belâ ile veya ölüm anında meleklerin darbeleri altında yahut mahşerde ebedî hüsranla karşılaştıkları anda gerçeği öğrenecekler, fakat bunun bir faydası olmayacaktır. Bu bakımdan Allah’ın yaptıklarımızdan habersiz olmamasının tekrar vurgulanması, Peygamberimiz (s.a.s.) ve mü’minler için bir teselli iken, inkârcılar için dehşetli bir ikâz mâhiyetindedir.

Bu sûrenin sonunda bahsedilen Allah’ın varlığının delil ve mûcizelerini gösterme va‘di, şimdi gelmekte olan Kasas sûresindeki Hz Mûsâ’ya verilen mûcizeler ve Firavun’a karşı galip gelmesi ile gerçekleşecektir. Çünkü hak-bâtıl mücâdelesinde ilk planda zayıf durumda olan mü’minleri kuvvetlendirip, kuvvetlileri devirmek de Allah Teâlâ’nın sonsuz kudretinin bir tezahürüdür:
 
Üst Alt