TEFSİR NİSA Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
101. Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman, kâfirlerin size bir fenâlık yapmasından korkarsanız, namazı kısaltmanızda üzerinize bir günah yoktur. Şüphesiz kâfirler, sizin apaçık düşmanınızdır.

“Namazı kısaltmak”, farzı dörder rekat olan öğle, ikindi ve yatsı namazlarını ikişer rekat olarak kılmaktır. Dolayısıyla sabah ve akşam namazlarında kısaltma yapılamaz. Bu âyet-i kerîme sefere çıkılıp düşman korkusu söz konusu olursa namazın kısaltılmasına müsaade etmektedir. Yolculukta emniyet durumunda namazları kısaltmak ise Allah Resûlü’nün sünnetiyle sabittir. Peygamber Efendimiz şöyle buyurmaktadır:

“Yolculukta namazı kısaltmak Allah’ın size bir sadakasıdır; öyleyse siz de onun sadakasını kabul edin.” (Müslim, Müsâfirîn 4)
Görüldüğü üzere korku ve tehlike hallerinde namazı kısaltmak, Allah’ın kullarına sağladığı bir ruhsattır, kolaylıktır. Tehlikesiz yolculuklarda namazı kısaltma izni ise Allah’ın kullarına bir sadakasıdır. Onun ruhsatı da, sadakası da kabul edilip ona göre ibâdet edilmelidir. Gerçekten de Allah Resûlü (s.a.s.), yapmış olduğu bütün seferlerde gerek korku gerek emniyet halinde olsun, rekâtların sayısını kısaltmıştır. Bu konuda âlimlerin bir görüş ayrılığı yoktur.

Ordu, savaş halindeyken namazı cemaatle nasıl kılacaklarını tarif etmek üzere buyruluyor ki:

102. Rasûlüm! Savaşta mü’minler arasında bulunup onlara namaz kıldırdığın zaman, onlardan bir grup silahlarını da yanlarına alarak seninle beraber namaza dursunlar. Bu esnâda diğer grup düşmanı gözetlesin. Namaz kılan grup secde yapıp rekâtı tamamlayınca, düşmanı gözetlemek üzere arka tarafa geçsin. Sonra henüz namaz kılmamış olan diğer grup gelsin ve seninle beraber namazlarını kılsınlar. Hem yer değiştirirken hem de namaz esnâsında ihtiyat tedbirlerini alsınlar, silahlarını da yanlarında bulundursunlar. Çünkü kâfirler, silahlarınızı ve teçhîzâtınızı unutup bırakmanızı, böylece âni bir baskınla üzerinize saldırmayı çok arzu ederler. Ancak yağmur-çamurdan dolayı sıkıntıya düşerseniz, yahut hasta iseniz namaz kılarken silahlarınızı yere bırakmanızda size bir vebâl yoktur. Fakat yine de gelebilecek tehlikelere karşı tedbiri elden bırakmayın. Şüphesiz ki Allah, kâfirler için pek alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.

Burada düşman saldırısı gibi ciddî bir tehlike ânında, durumun müsaadesi ve gereğine göre, cemâatin iki gruba ayrılarak, imâmın arkasında farz bir namazı kısaltıp nöbetleşe nasıl kılacaklarının hususi bir şekli tarif edilmektedir: İki rekâtli namazın ilk rekâtini imamla birlikte kılan birinci grup, ikinci secdeden sonra cemâatten ayrılıp vazife başına gider. İkinci grup gelerek imamla birlikte kalan rekâtı tamamlar ve vazifeye döner. İmam kendi başına selam verir. Daha sonra da birinci grup “lâhik” hükmünde olduğu için kıraatsiz, ikinci grup ise “mesbûk” durumunda olduğu için kıraatli olarak yine nöbetleşe namazlarını tamamlar. (bk. Muvatta, Salâtü’l-havf 1-3) Böylece namaz hem cemâatle îfâ edilmiş hem de düşman tarafından gelebilecek tehlikelerin önüne set çekilmiş olur.

Yaratılıştan maksat Allah’a kulluk etmek, en zor şartlarda bile O’nun emirlerini yerine getirmeye gayret göstermektir. Namaz, İslâm’ın esaslarından ve kulluğun en mühim şartlarından biridir. Onun cemaatle kılınması ise, hem âyet-i kerîmeler hem de hadis-i şeriflerde tavsiye edilmektedir. Savaş halinde ve düşman saldırısının muhtemel olduğu anda bile, namazın cemaatle nasıl kılınacağının tarif edilmesi ve bunun emredilmesi, Rabbimizin namaz ibâdetine ve onun cemaatle ifâsına ne seviyede ehemmiyet verdiğinin açık bir delili olarak kabul edilmelidir. Ancak âyet-i kerîmede de tekrar tekrar vurgulandığı gibi, herhangi bir ani baskın ve saldırının vuku bulması ihtimaline binâen silahların ve ihtiyat tedbirlerinin alınması emredilmektedir. Rivayete göre Resûlullah (s.a.v.) bir gazve esnasında ashâbı ile öğle namazını kılmış, müşrikler de bunu görmüştü. Sonradan “Biz ne fenâ yaptık, niye o sırada saldırıvermedik” dediler ve diğer bir namaz sırasında baskın yapmaya karar verdiler. Yüce Allah da bu âyetle Peygamberine onların sırlarını bildirdi. (bk. Ebû Dâvûd, Salâtü’s-sefer 12/1236)

Diğer taraftan yağmur veya hastalık gibi zor durumlarda silahların yere bırakılmasına müsaade edilirken, yine de ihtiyat tedbirlerinin alınması istenmektedir. Savaşta böyle bir eziyet ve zarar bulunmadıkça namazda bile silahı üzerinde bulundurmak vacip, elden bırakmak ise günahtır. Silahları bırakmak caiz olduğu zaman da her halde ihtiyatlı olmak, tetikte bulunmak, namaz kılarken de düşmana karşı dikkatli, uyanık ve temkinli bulunmak lazımdır. Düşmanın ani saldırısıyla karşı karşıya kalmamak ve gafil avlanmamak için ne gerekiyorsa yapılmalıdır. Çünkü kâfirler, müslümanların apaçık düşmanlarıdır; onları gafil avlayıp ansızın saldırmayı ve onları mağlup edebilmeyi çok isterler.

Âyetin sonunda yer alan, “Şüphesiz ki Allah, kâfirler için pek alçaltıcı bir azap hazırlamıştır” (Nisâ 3/102) beyânıyla, düşmandan sakınmak emredilmekle beraber, bunu gerçekten düşmanın güç ve kuvvetine bağlamanın, bu yolla mü’minleri şüphe ve heyecana düşürmenin doğru olmadığı gösterilmekte, özellikle kalpleri sadece Allah’a bağlamanın ve bununla beraber sebeplere sarılmanın da mühim olduğu hatırlatılmaktadır. Bu şekilde, itikâdî yönden kâfir olanlar cehennem azabıyla korkutuldukları gibi, “sünnetullâh” denilen Allah Teâlâ’nın ictimâî hayatla alakalı kanunlarını görmezlikten gelip ihmal edenler de netice itibariyle mağlubiyet ve perişanlıkla tehdit edilmektedir.

Düşman karşısında ihtiyatlı ve temkinli olmanın, gerekli bütün tedbirleri almanın ehemmiyetini göstermesi açısından bir gaza esnâsında bizzat Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in başından geçen ve bu âyetin inişine de sebep olan şu hâdise ne kadar dikkate şâyandır:

Resûlullah (s.a.s.) Enmâroğulları kabîlesiyle savaşmak üzere gazaya çıktı. Allah Teâlâ o kabîleyi hezîmete uğratmıştı. Resûlullah (s.a.s.) ve müslümanlar savaş yerine geldiklerinde düşmandan kimseyi göremediler ve silahlarını bıraktılar. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de silahını bırakarak bir ihtiyâcını görmek için çıkmıştı. Vâdinin öteki tarafına geçtiğinde yağmur serpiştiriyordu. Resûlullah (s.a.s.) ile ashâbı arasına vadi girmişti. Peygamberimiz bir ağaç altına oturmuştu ki Gavres b. el-Hâris adındaki düşman onu gördü. Yanında kılıcı bulunduğu halde dağın tepesinden indi. Arkadaşlarına da “Muhammed’i öldürmezsem Allah canımı alsın” diye söz vermişti. O gelip başının üzerine dikilmeden Resûlullah bunun farkına varamadı. Kılıcını kınından çıkartıp:

“–Ya Muhammed, seni şimdi benden kim kurtaracak?” dedi. Peygamber Efendimiz (a.s.) da:

“–Aziz ve Celîl olan Allah!” dedi. Sonra “Allahım dilediğin yolla beni Gavres b. el-Hâris’den kurtar!” diye dua etti. Gavres kılıcını Resûlullah (s.a.s.)’e vurmaya yeltendi. Fakat âniden iki omuzu arasına bir sancı saplanıp yüzü üstüne yere kapandı, kılıcı da elinden düştü. Resûlullah (s.a.s.) hemen kalkıp kılıcı aldı ve:

“–Ey Gavres, şimdi seni benden kim kurtaracak?” buyurdu. O da:

–Hiç kimse” dedi. Resûlullah (s.a.v.) ona:
“–Allah’dan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve Rasûlü olduğuna şehâdet et, kılıcını sana vereyim” buyurdu.
Gavres:

“–Hayır, bunu söyleyemem. Fakat ebedî olarak seninle savaşmayacağıma ve sana karşı kimseye yardım etmeyeceğime söz veririm” dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.) ona kılıcını verdi. Gavres:
“-Vallahi sen benden çok hayırlısın” deyince Allah Resûlü:
“–Ben hayırlı insan olmaya senden daha layığım” buyurdu. Gavres arkadaşlarının yanına dönüp olanları anlattı. Bâzıları îmana geldi. Yağmur dinip vâdinin seli çekilince Resûlullah (s.a.s.) ashâbının yanına döndü ve hâdiseyi onlara anlattı. (bk. Buhârî, Megâzî 31; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 390; Kurtubî, el-Câmi‘, V, 372-373)

Şimdi de bu şekilde namaz tamamlandıktan sonra ve emniyete kavuştukları zaman müslümanların nasıl davranacakları açıklanmaktadır:

103. Korku hâlinde kıldığınız namazı bitirince ayakta iken, otururken ve yanlarınız üzerine yatarken Allah’ı zikredin. Korkudan emîn olduğunuz vakit ise artık namazı normal zamandaki şartlarına uyarak dosdoğru kılın. Çünkü namaz, mü’minler üzerine vakitleri belirlenmiş farz bir ibâdetdir.

Müslümanlar, tarif edildiği şekilde korku namazını kılıp bitirdiklerinde dilleri ve kalpleriyle daimî olarak Allah’ı zikre devam edeceklerdir. İster ayakta, ister otururken, isterse yanları üzere yatıyorken Allah’ı hiçbir zaman dillerinden düşürmeyecekler ve hatırlarından çıkarmayacaklardır. Hususiyle savaş halinde iken tekbir, tehlil getirerek ve ilâhî yardımın celbi için dua ederek Allah’ı anacaklardır. Nitekim bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Ey iman edenler! Düşman ordusuyla karşılaştığınız zaman sebat edin, dayanın ve Allah’ı çok çok zikredin ki başarıya erebilesiniz.” (Enfâl 8/45)

Savaş bitip kalpler sukûnete ererek huzur ve emniyet hâli tahakkuk edince mü’minler, vakti gelen namazları bütün rükun ve şartlarına dikkat ederek kılacaklar, savaş sırasında kılamadıkları namazları da kaza edeceklerdir. Zira fiilen savaşta bulunmak namaz kılmayı engelleyen bir durum olup, bu takdirde namazları kazaya bırakmak gerekebilir. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.), Hendek savaşı sırasında dört vakit namazı kazaya bırakmıştır.

Âyetin “Namaz, mü’minler üzerine vakitleri belirlenmiş farz bir ibâdetdir” (Nisâ 3/103) bölümü, farz namazların vakitlerine umûmi mânada işaret etmektedir. Başka âyetlerde haber verildiğine göre bunlar sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı vakitleridir. (bk. Hud 11/114; İsrâ 17/78; Tâhâ 20/130; Rûm 30/17-18) Peygamber Efendimiz, bu âyetlerdeki mânaların tefsiri ve beyânı sadedinde namaz vakitlerini, onların başlangıç ve bitiş zamanlarını tayin etmiş ve namazların nasıl kılınacağını da bizzat tatbik ederek açıklamıştır. Asr-ı saadetten günümüze kadar milyonlarca müslümanın tatbikatıyla bu şekilde devam etmiş ve bundan böyle de böylece devam edecektir.

Allah Teâlâ, kullarına olan rahmetinin bir tezâhürü olarak ve kulluğu kolaylaştırmak maksadıyla onların yapacakları ibâdetler için belirli vakitler tâyin etmiştir. Bu sebeple günde beş vakit namazı, senede bir ay orucu, kırkta bir zekâtı ve ömürde bir defâ haccı farz kılmıştır. İbadetler için bu şekilde belirli ve sınırlı vakitler olmasaydı, nefsin en mühim aldatması olan “şimdi kalsın, ileride yaparım” düşüncesi insanları ibâdetten alıkoyabilir, bu takdirde tembellik yapıp görmezlikten gelerek kulluk vazifelerini terk etmelerine sebep olabilirdi.

Diğer taraftan özellikle namazın, günün belirli saatlerinde beş vakit olarak takdir edilmesinin, insan ömrünün geçirdiği safahatla da yakın bir alakasının olduğu görülebilir. Şöyle ki:

İnsanın doğumundan ölümüne ve âhirete irtihal etmesine kadarki hayatı beş mertebe olarak değerlendirilebilir. Birincisi, doğup varlık âlemine gelme mertebesidir. Nitekim insan doğar, bir müddet gelişme ve büyüme devresi geçirir. Bu müddete “büyüme çağı” denilir. İkinci mertebe, duraklama devridir ki, bir süre artıp eksilmeyerek olgunluk sıfatı üzere kalır. Bu müddete “gençlik çağı” denir. Üçüncü mertebe “olgunluk çağı”dır. Bu devrede insanda gizli bir noksanlık yüz göstermeye başlar. Dördüncü mertebe “yaşlılık çağı”dır ki, insanda açıktan açığa bir takım noksanlıklar ortaya çıkmaya başlar ve ölünceye kadar bu durum devam edip gider. Buna da yaşlılık ve ihtiyarlık denir. Beşinci mertebe, insan öldükten sonra bir müddet daha izleri devam eder. Daha sonra bu izler de kaybolur ve ortada ne adı ne de izi kalır. Doğuşundan batıp kayboluşuna kadar güneş için de bu beş mertebe geçerlidir. Güneşin doğudan doğduğu sıradaki hali insanın doğduğu zamanki halini andırır. Yavaş yavaş yükselir, nuru kuvvetlenir, ısısı şiddetlenir, nihayet göğün ortasına gelir, bir duraklama anı geçirir. Sonra inmeğe başlar ve yavaş yavaş eksilerek ikindiye kadar gider. Sonra eksiklikleri daha net bir şekilde ortaya çıkar, ışığı ve ısısı zayıflar, çökmesi artar ve hızla batmaya yönelir. Battıktan sonra batı ufkunda şafak denilen bazı izleri kalır, sonra bu da kaybolur ve güneş sanki âlemde hiç yokmuş gibi bir hale gelir. İşte ilâhî kudret ve azamet tecellilerinden olan bu beş mertebeden her birini yüce Allah, bir ilâhî emre işaret yapıp her birinde bir namazı farz kılmıştır. Vakti ve zamanı belli birer farz ibâdet olan bu beş vakit namaz, günlük değişmeleri belirtip gösteren bir takvim gibi, müslümanın işlerini nizama koymakta, onun planlı programlı bir hayat sürmesini sağlamaktadır. Dolayısıyla, müminlerin namazları ne kadar düzenli olursa, diğer durumları da o nispette düzenli ve intizamlı olacaktır.

Ancak bütün kulluk namazdan ibaret değildir. Allah’ın dinini yüceltmek için cihad etmek, din düşmanlarıyla mücadelede gerekli bütün çalışmaları yapmak ve bu hususta en küçük bir gevşeklik göstermemek de Allah’a kulluğun önemli bir yönünü teşkil eder:

104. Düşmanınız olan o kavmi, toparlanmalarına fırsat vermeden takip etmekte gevşeklik göstermeyin. Eğer siz acı çekiyorsanız, şüphesiz onlar da sizin gibi acı çekiyorlar. Üstelik siz Allah’tan, onların ummadıkları şeyleri umuyorsunuz. Allah, hakkiyle bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.

Âyetin nüzûl sebebi hakkında şöyle bir hâdise nakledilir: Uhud günü müslümanların başına gelenler geldikten sonra Allah Resûlü ve ashâbı dağa çıktılar. Aşağı taraftan Ebu Süfyan gelip: “Ey Muhammed, yara yaraya karşılıktır, savaş böyle sırayladır; gâlibiyet bir gün size ise bir gün de bizedir” dedi. Allah Resûlü (s.a.s.) ashâbına: “Şuna cevap versenize!” buyurdu. Onlar: “Ortada eşitlik yok: Bizim ölülerimiz cennette, sizinkiler ise cehennemdedir” dediler. Ebu Süfyân: “Uzzâ bizimdir, sizin Uzzâ’nız yok.” dedi. Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.): “Allah bizim Mevlâmızdır, sizinse mevlânız yok, deyiniz” buyurdu. Ebu Süfyân: “Yücel ey Hübel, yücel ey Hübel!” dedi. Peygamberimiz: “Allah en yücedir, en Uludur! deyiniz” buyurdu. Ebu Süfyan: “Bizim ve sizin buluşma yerimiz Küçük Bedir olsun” dedi. O gün müslümanlar yaralı olarak uyudular. İkrime der ki: “İşte orada « Size Uhud’da bir yara dokunduysa, biliyorsunuz ki Bedir’de de düşmanlarınıza benzeri bir yara dokunmuştu....» (Al-i İmrân 3/140-141) âyetleri ile bu âyet, yani «Düşmanınız olan o kavmi, toparlanmalarına fırsat vermeden takip etmekte gevşeklik göstermeyin…» (Nisâ 4/104) âyet-i kerîmesi nâzil oldu.” (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, V, 357-358)

İniş sebebi bu olmakla beraber âyet-i kerîmenin mânası bütün zamanları ve mü’minlerin kâfirlerle yaptıkları ve yapacakları bütün savaş hallerini şümûlüne almaktadır. müslümanlar, düşmanları karşısında devamlı hazırlıklı olmalıdırlar. Havada, karada ve denizde kâfirlerle savaşıp muzaffer olabilmek ve bu gâlibiyetin devamını sağlayabilmek için ordu, silah ve mühimmat itibariyle her türlü donanımı sağlama mecburiyeti vardır. Bu hususta siyasi, iktisadî, içtimâî ve askeri her türlü çalışmanın yapılması, yatırımların devam etmesi, fedakârlık gösterilmesi ve masraftan kaçınılmaması gereklidir. Barışı sağlamanın ve huzur içinde yaşayabilmenin en emin yolu da budur. Savaş, cihad ve her türlü mücâdelede düşmanlarına nispetle müslümanların daha gayretli olmaları beklenir. Çünkü savaşta ölüm ve yaralanma durumlarında, insan olmaları itibariyle kâfir olsun mü’min olsun aynı acıyı çekmektedirler. Fakat mü’minler, Allah’tan kâfirlerin beklemedikleri güzellikleri beklemekte ve ummaktadırlar. Kâfirlerin, elde edecekleri kazanç tamamen dünya ile alakalı olup, ebedi hayatla ilgili hiçbir beklentileri yoktur. Mü’minler ise dünyada barış, emniyet, huzur, helâlinden dünya nimetlerine sahip olmanın yanında, daha mühimi ebedi saadete erişip cennet nimetlerine ulaşmayı ve Allah’ın rızâsına ermeyi istemektedirler.

Düşman denilince akla sadece savaş gelmemeli, onların da insan olduğu, dolayısıyla bir kısım haklarının bulunduğu gözden uzak tutulmalıdır. Özellikle kâfirlerle savaşma ve onları takip etme bahsindeki buyrukları görüp de onlara hainlik etmeyi, haksızlık yapmayı ve yapmadıkları bir şeyi “yaptılar” diyerek iftira etmeyi dinin gereği zannetmemelidir. İslâm dininin hedefi ve Kur’ân’ın iniş hikmeti, hakkı yerleştirmek ve her hak sahibine hakkını vermektir. Hak, kâfirle de ilgili olsa yine haktır. Kâfirin inkâr hâli, onun haklarına tecavüzü helâl kılmaz. Hak olan bir dinin gereği, kâfirin bile lehinde veya aleyhinde ancak Allah’ın indirdiği hak ve adâlete dayanan hükümlerle hükmetmektir. Şimdi bunun güzel bir misali verilmektedir:

105. Rasûlüm! Doğrusu biz, ilâhî gerçekleri ortaya koyan bu kitabı sana, insanlar arasında Allah’ın gösterdiği şekilde hüküm verebilesin diye indirdik. Sakın, hâinlerin savunucusu olma!

Kur’ân-ı Kerîm, insanlar arasında Allah Teâlâ’nın muradına uygun tarzda adâlet ve hakkaniyet prensiplerine dayalı olarak hükmedilmesi için indirilmiştir. Çünkü O, hakkı açıklayan, her türlü bâtıl ve eğrilikten uzak, sadece hak yolu, adâleti ve doğruyu gösteren bir hidâyet düstûrudur. Bu âyetler hakkında şöyle bir iniş sebebi rivayet edilmektedir:
Zaferoğullarından ve Ensar’dan Tu‘me b. Übeyrık, komşusu Katâde b. Numân’ın evinden bir zırh çalmıştı. Zırh, içinde un bulunan bir çuvalda idi. Çuval da yırtık olduğundan evine kadar un dökülerek gitmişti. Sonra çaldığı zırhı yahudilerden Zeyd b. Semîn adında bir adamın yanına sakladı. Çalınan zırh Tu‘me’nin yanında aranıp bulunamayınca o:

“– Vallahi ben almadım ve onun hakkında bir bilgim de yok” diye yemin etti. Zırhın sahipleri:

“– Hayır, vallahi zırhı o çaldı. Gece karanlıkta bize geldiğini gördük, zırhı aldı, evine girinceye kadar da izini sürdük, zaten un izini de görmüştük” dediler. Ancak Efendimiz hırsızlık suçlamasını reddeden Tu‘me’ye yemin teklif edip, o da çalmadığına dâir yemin edince zırhın sahipleri mecburen Tu‘me’yi serbest bıraktılar. Un izini takip ederek nihâyet yahudinin evine geldiler ve onu tutup Allah Resûlü’ne getirdiler. Yahudi:

“– Zırhı bana Tu‘me b. Übeyrık verdi” dedi ve yahudilerden bir cemâat da buna şâhitlik ettiler. Tu‘me’nin kabilesi olan Zaferoğulları ise:
“– Gelin, Resûlullah’a gidelim” dediler ve Efendimiz’e gelip Tu‘me’nin durumunu anlattılar. Arkadaşlarını müdafaa sadedinde:
“– Ey Allah’ın Rasûlü! Eğer hırsızlığı yahudinin yaptığını ilân ederek onu cezalandırmazsan arkadaşımız helâk olacak, rezil rüsvâ olacak, yahudi de suçsuz çıkacak” dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyetleri indirerek, kimin hâin, kimin temiz ve günahsız olduğunu açıkça bildirdi ve Resûlullah (s.a.s.)’e de doğruyu gösterdi. Buna karşı Tu‘me Hakk’a teslîm olup tevbekâr olacak yerde Mekke’ye kaçarak dinden döndü. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, V, 362-364; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 183)

Buna göre hırsızlık veya herhangi bir suç işlendiğinde, sanık veya sanıkların tayininde bir belirsizlik ve zorluk söz konusu olursa hâkimin, sanıkların din ve milliyetine bakmaksızın tam bir adâlet duygusuyla konuya yaklaşması ve tarafsız bir şekilde konuyu araştırarak hüküm vermesi gerekir. Çünkü onun vazifesi, hakkın yerine getirilmesi ve gerçek sahibini bulması için gayret göstermektir. Dolayısıyla davacının makamı, şöhreti, serveti ve sağladığı menfaat ne olursa olsun, haksız olduğu takdirde herhangi bir hakim veya avukat onun tarafını tutamaz, lehinde hüküm çıkarmak için çalışamaz. Haklı olduğunu bilmediği bir kimseyi başkası karşısında savunamaz. Bu, caiz değildir. Dolayısıyla, vereceği hükmün yanlış olma ihtimaline karşılık Cenab-ı Hak Peygamberinden istiğfar etmesini istemektedir:

106. Allah’tan bağışlanma dile! Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayıcıdır ve çok merhametlidir.

Peygamberler masumdurlar; günah işlemezler. Ancak, hakkında vahiy inmemiş hususlarda hüküm verirken o ana kadarki birikimlerine göre hüküm verirler. Niyetleri de vahyin henüz bir düzenleme getirmediği konularda en güzeli yakalamaktır. Bu konularda vahiyle bir düzenleme gelirse peygamberin daha önce verdiği hüküm kesinlikle zelle sayılmamak gerekir. Ancak vahiy gelse de hâşâ peygamber daha farklı bir görüş ortaya koysaydı ancak bu hata sayılabilirdi ki böyle bir şey peygamberler için hem düşünülemez, hem de asla onlardan böyle bir durum vaki olmamıştır. Mademki Allah bütün âlemlerin rabbidir, hiç şüphesiz peygamberlerin de rabbidir. Allah onları da onlara ihsan ettiği yüksek makamlara uygun uslublarda yönlendirecektir. Bu gibi durumlar Allah’ın koyduğu fizik kanunları kadar tabii ve olması gerektiği şekildedir. Bunlar malzeme olarak değerlendirilip ısmet sıfatıyla taclandırılan ve ilâhî vahyin birinci derecede muhatapları olan müstesna insanların geçirdikleri haller zelle olarak değerlendirilmemelidir.

Hukukî davalarda haklı olan taraf bulunduğu gibi bir de haklı olmayan taraf vardır. Bir taraf tabii olarak hakkını ararken, bir de bile bile hıyanet içinde olanlar vardır. Hakime düşen kesinlikle hakkın yanında yer alıp diğerini savunmamaktır:

107. Haksızlık yaparak kendilerine hâinlik edenleri savunma! Şüphesiz Allah, hâinlikte ve günah işlemekte aşırı gidenleri hiç sevmez.

“Nefse hıyanet”, kişinin kendini aldatması, bir menfaat elde edeceği zannıyla hareket edip, beklentisinin tam aksine büyük bir zarara uğramasıdır. Bu bakımdan bir insanın haksızlık yapmaya veya bir günah işlemeye cür’et ederek kendini cehennem azabına maruz bırakması, kendini aldatmak ve Allah’ın emaneti olan nefse hainlik etmek anlamına gelmektedir. Allah bu tür pek hâin, pek günahkâr olan; hâinlikten sakınmayan ve günahtan çekinmeyen kimseleri hiç sevmez. O halde böyle kimseleri savunmak, avukatlığını yapmak, onu haklı çıkarma niyetiyle lehinde deliller bulmaya çalışmak doğru bir davranış değildir.

Şimdi “nefse hıyanetin” açık bir misali verilmektedir:

108. Onlar, yaptıkları hâinlik ve işledikleri günahları insanlardan gizlemeye çalışırlar da, hayâ edip Allah’tan gizlemezler. Halbuki onlar, bilhassa gece karanlığında gizli gizli Allah’ın râzı olmayacağı ihânet planları yaparken Allah onların yanıbaşındaydı. Zâten Allah, onların yaptıkları her şeyi ilmiyle kuşatmış durumdadır.

Burada “nefse hıyânetin” açık bir misâli verilmektedir: Kendilerine hıyanet edenler, insanlardan utandıkları ve zararlarından korktukları için planladıkları günahlarını onlardan gizliyorlar. Fakat her şeyi hakkiyle bilen ve gören, dolayısıyla haya edilmeye ve azabından sakınılmaya en layık varlık olan Allah’ı hesaba katmıyorlar. Halbuki Allah, gece gündüz hep onlarla beraberdir. Geceleyin gizlice bir araya gelip, Allah’ın razı olmayacağı sözleri düzüp, bunu nasıl uygulayacaklarını planlarken O hep yanlarında bulunmaktadır. Allah, onların bütün yaptıklarını ilmiyle her yönden kuşatmıştır. Hiçbir şeyi gözden kaçırmaz ve cezasını bir gün mutlaka verir. Bu, yanlış olma ihtimali bulunmayan değişmez bir gerçektir. O halde kulun, bütün niyet, söz ve fiillerini, kendinden bir an bile gafil olmayan bir yüce Rabbin murakabesinde ve O’nun muradına uygun tarzda tanzim etmesinden başka bir çıkar yol yoktur.

Şunu unutmamak gerekir ki:

109. Haydi diyelim, siz dünya hayatında onları savunmaya çalıştınız; peki kıyâmet günü Allah’a karşı onları kim savunacak? Yahut kim onlara vekil olacak?

Dünya iyilerle kötülerin birbirinden ayrılmasını sağlayacak bir imtihan sahası olduğu için burada iyiler iyiliklerini, kötüler de kötülüklerini yapacaklardır. Haksızlık yapanlar olacağı gibi, o haksızları savunanlar da bulunacaktır. Fakat yapılanlar dünya hayatıyla sınırlı kalmayacak, bunların âhiret hayatını, cennet ve cehennemi alakadar eden çok ciddî bir boyutunun olduğu bir gün bütün açıklığıyla ortaya çıkacaktır. Kıyamet günü Allah Teâlâ ne emrederse sadece o geçerli olacak, hiç kimsenin O’nun emrine ve hükmüne aykırı davranması mümkün olmayacaktır. Çünkü o günün tek hâkimi Cenâb-ı Hak’tır. (Fâtiha 1/3; Mü’min 40/16) Hâsılı, dünya hayatında haksızların yanında yer alanlar, onların savunuculuğunu yapmaya çalışanlar, âhirette bu imkândan mahrum kalacakları için, onları Allah’a karşı kesinlikle savunamayacak, kendileri de o hıyanete ortak olacaklardır. Onları savunacak veya onlara vekillik yapacak başka bir kimse de bulunmayacaktır. Neticede haksızlık yapanlar da, haksızlığa destek çıkanlar da hepsi birlikte Allah’ın hesâbı ve azabıyla yüz yüze geleceklerdir.

Ancak, henüz dünyada yaşarken elbette tevbe ve istiğfar kapısı açıktır:

110. Kim bir kötülük yapar veya nefsine zulmeder de sonra Allah’tan bağışlanma dilerse, şüphesiz Allah’ı çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici olarak bulur.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
111. Günah işleyen kimse, onu ancak kendi aleyhine işlemiş olur. Allah, her şeyi hakkiyle bilen, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olandır.

112. Kim de bir hata yapar veya günah işler de sonra onu suçsuz birinin üzerine atarsa, muhakkak ki büyük bir iftira etmiş ve apaçık bir günah yüklenmiş olur.

Kur’an, son nefese kadar tevbe kapısını açık tutar. İnsana hatasından dönüp halini ıslaha fırsat verir. Dolayısıyla hırsızlık etmek ve iftira atmak suretiyle başkasına kötülük yapan veya şirk ve benzeri gibi herhangi bir günahı işleyerek kendine zulmeden kul, tevbe edip Allah’tan mağfiret talep ettiği zaman, bağışlanma ihtimali vardır. Çünkü günahları bağışlayacak olan sadece Allah’tır. Allah ise çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir. Resûl-i Ekrem (s.a.s.): “Her hangi bir kul eğer bir günah işler, sonra abdest alır iki rekat namaz kılar ve Allah’tan bağışlanma dilerse, mutlaka Allah onu bağışlar” buyurmuş, sonra da: “Kim bir kötülük yapar veya nefsine zulmeder de sonra Allah’tan bağışlanma dilerse, şüphesiz Allah’ı çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici olarak bulur” (Nisâ 4/110) âyetini okumuştur. (Tirmizî, Salât 181; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I,

Günah, kesinlikle onu işleyen kişinin aleyhinedir. Çünkü günah, fıtratı bozar. Onun kiri, kişinin berrak kalp aynasında hemen ortaya çıkar; onu gerçeği görüp dinlemeye karşı kör ve sağır eder. Âyet-i kerîmede: “Hayır, gerçek hiç de öyle değil! Aslında onların işledikleri günahlar, kalplerini bütün bütün paslandırmıştır” (Mutaffifîn 83/14) buyrularak bu hususa işaret edilir. Bu sebeple her günah, kişinin bizzat nefsine, insanlık cevherine yaptığı bir hâinlik olup, onun zararını görecek ve cezasını çekecek olan da yine kendisidir.

Yapılan bir kötülüğü veya günahı, bunlarla hiçbir ilgisi bulunmayan suçsuz birinin üzerine atmak ise daha büyük bir günahtır. Bunu yapan kişi hem iftira etmiş hem de apaçık bir günah işlemiş olur. Günahlar bir yük ve ağırlık olduğundan, buna işaret edilmek üzere âyette özellikle “yüklenmek” fiili kullanılmıştır. Nitekim bir başka âyette: “Gerçek şu ki onlar kendi günahlarını yüklenecekler, kendi günahlarıyla beraber saptırdıkları insanlara ait nice günahları da yükleneceklerdir…” (Ankebût 29/13) buyrulur.

Âyette geçen اَلْخَط۪يئَةُ (hatîe) kelimesine küçük günah; اَلْإثْمُ (ism) kelimesine büyük günah; birincisine “yapanla sınırlı kalan küçük günah”, ikincisine ise “zulüm ve öldürme gibi başkasına tecavüz eden günah”; birincisine “gerek isteyerek olsun, gerek bilmeden olsun, yapılması uygun olmayan”, ikincisine ise “isteyerek yapılan günah” gibi mânalar verilmiştir.

Başkasına, yapmadığı bir kötülüğü iftira etmek, ağır ve büyük bir günah olduğu gibi, kendi günahını başkasına yüklemeye çalışmak, o günaha bu ağır ve büyük günahı ilave etmektir. Yani günahın katlanarak daha ağır ve büyük hale gelmesidir. Böyle bir duruma düşen kulun yapacağı şey pişman olmak, tövbe etmek, hakkı sahibine teslim etmek, adâlete başvurmak, Allah’a yönelmek ve O’ndan bağışlanmayı dilemektir.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.) bir gün ashâbına: “Gıybetin ne olduğunu biliyor musunuz?” diye sordu. Onlar, “Allah ve Rasulü daha iyi bilir”, dediklerinde şöyle buyurdu: “Kardeşin hakkında duyduğunda hoşuna gitmeyecek şekilde konuşmandır.” Bu kez Efendimiz’e, “Şayet söylediğim kardeşimde bulunuyorsa bunun hakkında ne dersin?” diye soruldu. O da şöyle buyurdu: “Eğer dediğin onda varsa onun gıybetini yapmış olursun. Eğer dediğin onda yoksa, ona iftirada bulunmuş olursun.” (Müslim, Birr 70)

Bütün bu hatırlatmalardan sonra Cenâb-ı Hak, Peygamberimiz (s.a.s.)’e olan özel ihsanlarını ve mü’minlerin uymaları gereken yolu şöyle beyân ediyor:

113. Rasûlüm! Eğer üzerinde Allah’ın lutuf ve merhameti olmasaydı, onlardan bir grup vereceğin hükümde seni bile adâletten saptırmaya kesinlikle yeltenmişti. Fakat onlar, başkasını değil ancak kendilerini saptırırlar ve sana da hiçbir zarar veremezler. Çünkü Allah, sana kitabı ve hikmeti indirmekte ve sana bilmediğin şeyleri öğretmektedir. Allah’ın sana olan lutfu gerçekten çok büyüktür.

Allah Teâlâ, Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’e diğer bütün nimetlerden üstün olarak peygamberlik nimetini ve günah işlemekten korunmuş olma hususiyetini vermiştir. İlâhî teyid hep onun yanındadır. Dolayısıyla Peygamber’in yanılması ve yanlış yapması mümkün değildir. Haksızlık, yalan ve iftira yoluyla Peygamberi yanıltmaya çalışanlar, sadece kendilerini yanıltırlar ve ona hiçbir zarar veremezler. Üstelik Allah Peygamberine kitap ve hikmeti indirmiştir. Kitap, Kur’ân-ı Kerîm’dir. Hikmet ise sünnettir; dini bütün inceliği ile anlayıp tatbik edebilme özelliğidir. Ona bilmediği şeyleri de öğretmiştir. Allah Resûlü (s.a.s.), daha önce kitabın ve imanın ne olduğunu bilmezken, Cenâb-ı Hakk’ın öğretmesiyle bunlardan haberdar olmuş, yolu aydınlanmış ve gerçekleri görme imkânı bulmuştur. (bk. Şûrâ 42/53) Yine onu, münafıkların sırlarına müttali kılmış, onların çeşitli hile ve tuzaklarından sakınabilecek yolları göstermiştir. Bu sebeple herhangi bir art niyetli kimsenin, Peygamberi aldatmaya, saptırmaya ve ayağını kaydırmaya hiçbir zaman gücü yetmeyecektir. Onlar ne kadar gizli toplantılar tertip etseler de bu konuda istedikleri neticeye ulaşamayacaklardır. Bu sebeple Yüce Rabbimiz, gizli yapılabilecek toplantıların mahiyetini, şartlarını ve gayesini belirlemek üzere şöyle buyuruyor:

114. Onların kendi aralarında yaptıkları gizli görüşmelerin ve fısıldaşmaların çoğunda hayır yoktur. Ancak sadaka vermeyi, iyilik yapmayı ya da insanların arasını düzeltmeyi emredenlerinki bunun dışındadır. Kim bunu Allah’ın rızâsını kazanmak niyetiyle yaparsa, ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz.

Başkalarının da bulunduğu bir yerde iki veya daha fazla kişinin bir araya gelerek gizli görüşme yapmaları ve kendi aralarında fısıldaşarak bir şeyler konuşmaları dinimizce hoş karşılanmamıştır. Bu tür davranışlar insanların tecessüs ve meraklarını celbederek şüphe içine düşmelerine sebep olmaktadır. Bu bakımdan âyet-i kerîme gizli olarak yapılan toplantı ve fısıldaşmaların çoğunda hayır olmadığını haber vermekte; bundan sadece hayırlı işlerin hepsini içine alan şu üç durumu istisna etmektedir:

Sadaka vermek,
Şeriatin ve aklın güzel gördüğü her türlü iyiliği emretmek,
İnsanların arasını ıslaha çalışmak.
Bu hususla ilgili olarak diğer bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Ey iman edenler! Aranızda gizli konuşacak olursanız sakın günah işlemek, düşmanlık etmek ve Peygamber’e karşı çıkmak için fısıldaşmayın. Ancak iyilik ve takvâ üzere bir araya gelin ve konuşun. Bir gün huzurunda toplanacağınız Allah’a karşı gönülden saygı besleyin ve O’na itaatsizlikten sakının!” (Mucâdile 58/9)

Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) de şöyle buyurur:

“Üç kişi olduğunuzda iki kişi, arkadaşlarını bir kenara bırakarak kendi aralarında gizlice fısıldaşmasınlar. Çünkü bu durum, arkadaşlarını üzer.” (Müslim, Selâm 38)

Hasılı çıkar yol, Allah Resûlü (s.a.s.)’in yoluna ve tüm samimiyetleriyle bu yola bağlanmış mü’minlerin yoluna uymaktır:

115. Kim de, kendisine doğru yol apaçık belli olduktan sonra Peygamber’e aykırı davranır, mü’minlerin yolundan başka bir yol tutarsa, onu döndüğü o bâtıl yolda bırakır ve cehenneme atarız. Cehennem ise, varılacak ne kötü bir yerdir.

Bu âyet, hırsızlık yapan ve bunu başkasının üzerine atmaya çalışan Tu‘me b. Ubeyrık hakkında inmiştir. O, tevbe edip günahından af dileyecek yerde Mekke’ye kaçıp müşriklere katıldı. Dinden dönerek Allah Resûlü’ne muhalefet etti ve kâfir olarak öldü. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, V, 376)

Cenâb-ı Hak, peygamber göndermek, ona kitap ve hikmeti öğretmek suretiyle insanlara doğru yolu bütün berraklığıyla beyân buyurmuştur. Peygamber ve beraberindeki mü’minler, bu yolda istikamet üzere yürüyerek, sonradan gelenlere örnek olacak pek güzel bir İslâmî hayat yaşamışlardır. Dolayısıyla gidilecek yol, yolda uyulması gereken işaretler ve varılacak menzil bellidir. Bu yol, itikat ve amelde tevhidi esas alan sapasağlam İslâm dinidir. Bu yol, Allah ve Rasûlü’ne kayıtsız şartsız itaat yoludur. Varılacak menzil ise dünyada huzur ve saadet, âhirette de cennet ve rızâ-i ilâhîdir. Şimdi kim, tercihini Peygamber’e muhalefetten yana kullanır, ona düşmanlığı seçer ve mü’minlerin yolundan başka bir yola girerse, varacağı yer çok fenâ bir mekan olan cehennemdir.

Âyet-i kerîmede “Peygamber’e karşı gelmek” ile “mü’minlerin yolundan başkasına tâbi olmak” ayrı birer fiil olarak zikredilir. Âyetin bu sarih ifadesiyle, Allah Resûlü’ne uymak istendiği gibi, müminlerin yoluna uymak da açıkça istenmektedir. Zira “kendisine doğru yol apaçık belli olduktan sonra Peygamber’e aykırı davranma” ifadesinden sonra “mü’minlerin yolundan başka bir yol tutma” (Nisâ 4/115) kaydının getirilmesi, her iki şıkkın da bizzat matlup ve gerekli olduğunu gösterir. Buna göre Resûlullah (s.a.s.)’e karşı çıkmak, müminler yoluna gitmemek demek olduğu gibi, müminler yoluna gitmemek de Resûlullah (s.a.s.)’e karşı çıkmak demek olduğu açıkça belirtilmiştir. Bundan dolayıdır ki, Ehl-i Sünnet âlimleri, âyetin bu kısmını icma-ı ümmete uymanın farz olduğunu ifade için sevkolunmuş bir delil olarak anlamışlardır. Böylece icma-ı ümmet yani İslâm âlimlerinin ittifakı ile doğrunun ortaya çıkabileceği ve ona da uymanın farz olduğu kabul edilmiştir. Zaten âyette kullanılan اَلْإتِّبَاعُ (ittibâ) kelimesi de asıl meselenin “uyma” esası üzerinde cereyan ettiğini göstermektedir.

Ümmetin icmâsının önemini gösterme bakımından Enes (r.a.)’ın naklettiği şu hâdise pek anlamlıdır:

“Peygamber Efendimiz (s.a.s.) ile bâzı sahâbîler birlikte bulunurlarken yanlarından bir cenâze geçti. Ashâb-ı kirâmdan bâzıları o cenâzeyi hayırla yâd ettiler. Bunun üzerine Efendimiz:

“–Vecebet: Vâcib oldu, kesinleşti!” buyurdu.

Sonra bir cenâze daha geçti. Orada bulunanlar onun kötülüğünden bahsettiler. Resûl-i Ekrem Efendimiz yine:

“–Vecebet: Vâcib oldu, kesinleşti!” buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer:

“–Yâ Rasûlallah, kesinleşen nedir?” diye sordu. Peygamber Efendimiz:

“–Önce geçen cenâzeyi iyilikle yâd ettiniz, bu sebeple onun cennete girmesi kesinleşti. Sonrakinin de kötülüğünden bahsettiniz, onun da cehenneme girmesi kesinleşti. Çünkü siz mü’minler, Allah’ın yeryüzündeki şâhitlerisiniz.” buyurdu. (Buhârî, Cenâiz 86; Müslim, Cenâiz 60)

Dolayısıyla müslümanların, bugün bu âyet-i kerîmenin mesajı üzerinde önemle durmaları gerekmektedir. İslâm hakkında yapılan yayınlar ve söylenen sözler bu açıdan büyük bir ehemmiyet taşımaktadır. Zira müslümanları ne kadar derinden yaraladığını düşünmeden rastgele söylenen sözler, birçok tahribata sebep olmaktadır. Çünkü bu yolla müslümanların tuttuğu yoldan farklı ve onlara zıd görüşler sanki İslâm’ın görüşü gibi sunulabilmekte, bu da müslümanlar arasında düşünce, inanç ve amel zaafına neden olabilmektedir. Hatta onlara bir kısım günahların kapısını aralayabilmekte ve onları şeytanın tuzağına düşme tehlikesiyle karşı karşıya bırakmaktadır:

116. Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Ama dilediği kimselerin bunun dışındaki günahlarını bağışlar. Artık kim Allah’a şirk koşarsa, doğru yoldan çok uzak bir sapıklığa düşmüş olur.

Rivayete göre yaşlı bir kimsenin, Peygamberimiz’e gelip: “Ey Allah’ın Rasûlü! Ben büyük küçük günahlara batmış yaşlı bir adamım. Ancak şu kadar var ki ben, Cenâb-ı Hakk’ı bildiğim ve O’na îman ettiğim günden beri O’na hiçbir şeyi ortak koşmadım. Şimdi benim Allah katındaki durumum ne olacak” demesi üzerine bu âyet nâzil olmuştur. (Kurtubî, el-Câmi‘, V, 386)

Allah’a şirk koşmak, en büyük günahtır. Kul tevbe etmediği müddetçe bu günah bağışlanmayacaktır. Allah Teâlâ, şirkin dışındaki günahları ise, tevbe olsun veya olmasın dilediği kulları için bağışlayabilir. (Bk. Nisâ 4/48)

Allah’a şirk koşan kimse, doğru yoldan çok uzaklara sapar ve bütün hayırlardan mahrum kalır. Neticede cennetten de uzak düşer. Kişi, haktan uzaklaştığı nispette cennetten de uzak kalacaktır. Onu rızâ-i ilâhîden ve cennetten en çok uzaklaştıracak günah ise şüphesiz şirk olacaktır. Bu sebeple şirkin, açık ve gizli bütün yönlerini en iyi şekilde bilip onlardan uzak durmak, kulun yapması gereken en mühim vazifelerin başında yer almaktadır.

Şirkin en açık şekli, Allah’ın dışında putlar edinip onlara tapmaktır:

117. Onlar, Allah’ı bırakıp, kendilerine dişi isimler verdikleri putlara taparlar. Böyle yapmakla aslında başkasına değil, ancak hayırsız ve azgın şeytana tapmış olurlar.

Müşrikler, taptıkları putları daha ziyade kadın şeklinde tasvir ediyor, onlara kadınların kullandıkları zînet eşyaları takıyor ve onlara Lât, Menât, Uzzâ gibi kadın isimleri veriyorlardı. Melekleri de “Allah’ın kızları” diye isimlendiriyor (bk. Necm 53/27) kendileri için Allah katında şefaat edeceklerine inanıyorlardı. Bu sebeple âyette özellikle اَلْإنَاثُ (inâs) “dişiler” ifadesi kullanılmıştır. Onlar, yanlış düşüncelerine uygun olarak ürettikleri putlarından hem bir kısım menfaatler elde etmeye çalışıyor, hem de onları duygusal yönden bir tatmin vasıtası olarak görüyorlardı. Özellikle ruhlarında kadına karşı duydukları derin alakayı, kadın suretinde putlar edinerek ortaya koyuyorlardı. Onlar, bu şekilde bir davranışla başka değil ancak şeytana tapıyorlar, ondan medet umuyorlardı. Çünkü buna onları teşvik eden ve yaptıran hayırsız, isyankâr, azgın ve inatçı şeytandan başkası değildir. Gerçekten de gönüllerindeki kulluk duygularını ve en yüksek sevgilerini Allah’a yönlendirmeyip de putlara, kadınlara, makam ve şöhrete tahsis edenler, şeytana aldanmış ve ona kul olmuşlardır.

Halbuki:

118. Allah o şeytana lânet etmişti. O da bunun üzerine şöyle demişti: “Yemin olsun ki senin kullarından bana uyup neticede bana ait olacak bir pay edineceğim.”

119. “Onları mutlaka doğru yoldan saptıracağım. Onları boş ümitler ve yalan sevdâlarla oyalayacağım. Onlara emredeceğim, hayvanların kulaklarını yaracaklar. Yine onlara emredeceğim de Allah’ın yarattığı şekli değiştirecekler.” O halde kim Allah’ı bırakıp şeytanı dost edinirse, elbette o, açıktan açığa büyük bir zarara uğramış olur.

120. Şeytan onlara bir takım vaatlerde bulunur ve onları boş ümitlerle oyalar. Zâten şeytanın onlara olan va‘di, boş bir aldatmadan başka bir şey değildir.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
121. İşte onların barınakları cehennemdir; oradan kaçıp kurtulacak bir yer de bulamayacaklardır.

Emrine isyân etmesi sebebiyle Allah Teâlâ şeytanı lânetlemiş, azametine yaraşır bir kahır ve gazap ile onu huzurundan kovmuş, rahmetinden uzaklaştırmıştır. Buna mukâbil şeytan, yemin ederek kıyamete kadar insanları Allah yolundan saptırmak üzere harekete geçmiştir. Onlardan belli bir pay almaya azmetmiş ve ihlâsa erenler hariç herkesi aldatacağını söylemiştir. (bk. Sād 38/83) Gerçekten de insanlık tarihi boyunca görülen manzara şeytanın bu iddiasını tahakkuk ettirdiğini göstermeye kâfidir. Nitekim şu âyet-i kerîme işin hazîn neticesini şöyle haber vermektedir:

“Gerçekten de İblîs’in insanlar hakkındaki zan ve temennîsi doğru çıktı. Çünkü bir kısım mü’minler dışında herkes ona uyup gitti.” (Sebe’ 34/20)

Şeytanın elde etmek istediği payla alakalı olarak Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Allah Teâlâ kıyamet günü:

«- Ey Âdem! Cehenneme gidecek kâfileyi gönder» buyuracak, Âdem:

«- Cehennem kâfilesi de nedir?» diyecek, bunun üzerine Cenâb-ı Hak:

«- Her bin kişiden dokuz yüz doksan dokuz kişi» buyuracaktır.”
(Müslim, İman 379)

Şeytan akıl, irade ve imanı zayıf olan kimseleri doğru yoldan saptırmaya çalışır. Onları gerçekleşmesi mümkün olmayan dipsiz emeller, boş ümitler ve temennîlerle oyalar, uğraştırır durur. Her insanı yaşı, bilgisi, mevkisi, ihtiyaçları, arzu ve isteklerine göre ümitlere boğar. Özellikle günahta ısrar etmelerini sağlamak üzere ömürlerinin uzun olacağını, iyilik yapacak daha çok zaman bulabileceklerini, ileride tevbe edip Allah’a dönebileceklerini söyler ve bu düşünceyi onların zihinlerine yerleştirmeye çabalar. Onları daima Allah’ın razı olmayacağı yanlış işlere yönlendirir. Buna âyet-i kerîmede iki muşahhas misal verilmektedir:

Birincisi; putlara adanan veya belli vasıfları taşıyan hayvanların kulaklarını yarmak, gözlerini çıkarmak. Bu misal, din ve akıl dışı bütün yanlış anlayış ve hurafelerin şeytanın bir aldatmacası olduğuna işaret etmektedir.

İkincisi; Allah’ın yaratışını ve yarattıklarını değiştirmek. Bu misal de fıtrata ve selim tabiata uymayan sapmalara işaret etmektedir. Örnek olarak şu hususlara temas etmek mümkündür:

İnsanların faydalanması için yaratılan güneş, yıldız, ay, taş ve ateş gibi yaratıkları putlaştırmak.

Helâle haram, harama helâl, iyiye kötü, kötüye iyi demek; hayır yerine şer işlemek, imar edilmesi gerekeni yıkıp, yıkılması gerekeni imar etmek.

Yaratılış kanunu zıddına işler yapmak; kadını erkek, erkeği kadın yapmaya çalışmak; kadın yerine erkek, erkek yerine kadın çalıştırmak.

Erkekleri iğdiş edip hadım ağası yapmak; uzuvları yaratılış görevlerinin dışında kullanmak; nikâh yerine zina etmek, temizi bırakıp pisliklere koşmak.

Bıyıkları sakalları yolmak, yüzleri boyamak, kılıklarını değiştirmek; kulak, burun kesip göz çıkarmak.

Menfaati bırakıp zararı seçmek, ciddilikleri atıp eğlenceye heves etmek, doğruluğu budalalık, eğriliği hüner saymak.

Ruhların yaratılışındaki selamet ve saflıklarını bozmak; hidâyet yolunu ve Allah’a kulluğu terk etmek; yaratılanı yaratıcı yerine koymak, tevhitten uzaklaşıp bâtıl dinler ve fikirler arkasında koşmak ve şeytanın peşinden gitmek.

İşte dünya hayatında insanlara apaçık düşman olan, akıllarını şaşırtan, kalplerine nüfuz ederek onları hak ve hayırdan uzaklaştıran melun bir kuvvet vardır ki, o şeytandır. Dolayısıyla Allah’ı bırakıp da şeytanı dost ve amir edinenler, Allah’ın emrini dinlemeyip şeytana itaat edenler, artık çok açık ve büyük bir ziyan içindedirler. Zira şeytan onlara devamlı boş vaatlerde bulunur, nefsânî arzularını kamçılar, ağızlarının suyunu akıtır. Fakat o melunun vesveseleri ve telkin ettiği kuruntular apaçık aldanıştan başka bir şey değildir. Bütün bu ikazlara rağmen şeytanın izini takip edenler, eğer tevbe edip bundan vazgeçmez iseler, yürüdükleri yolun tabii bir neticesi olarak cehenneme varacak ve oradan asla bir çıkış kapısı bulamayacaklardır.

İman edip sâlih ameller işleyenlere gelince:

122. İman edip sâlih ameller işleyenleri, altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetlere yerleştireceğiz. Bu, Allah’ın gerçek va‘didir. Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir?

İmanla beraber sâlih amellerin zikredilmesi, küfürle beraber taatin fayda vermeyeceği gibi, imanla beraber taatsizliğin ve masiyetin de kişiye zarar vereceği gerçeğine işaret etmektedir. Allah, imanıyla ameliyle emrine uygun kulluk hayatı yaşayan mü’minleri cennetlerle mükâfatlandıracaktır. Bu, Cenâb-ı Hakk’ın değişmesi mümkün olmayan gerçek bir va‘didir. Allah’tan daha doğru sözlü olan ve vaadini tutan başka bir kimse olamaz. Allah’ın haber verdiği gerçekler, insanların şahsî düşüncelerine göre değişmez:

123. Gerçek, ne sizin boş temennîleriniz ne de Ehl-i kitabın asılsız kuruntularına bağlıdır. Gerçek şudur ki; kim bir kötülük yaparsa onun cezasını görecek ve Allah’tan başka da ne bir dost bulabilecek ne de bir yardımcı.

Rivayete göre yahudilerle hıristiyanlar: “Cennete bizden olandan başkası girmeyecektir” dediler. Kureyşliler: “Biz, öldükten sonra diriltilmeyeceğiz” dediler. Bunun üzerine 123. âyet nâzil oldu. Diğer bir rivayete göre ise mü’minlerle Ehl-i kitap birbirlerine karşı övünmeye koyuldular. Kitab ehli: “Peygamberimiz sizin peygamberinizden öncedir. Kitabımız kitabınızdan öncedir ve biz sizden daha çok Allah’a yakınız” dediler. Mü’minler de: “Peygamberimiz peygamberlerin sonuncusudur. Kitabımız ise, diğer kitaplara karşı hakem mevkiindedir” dediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Kurtubî, el-Câmi‘, V, 396)

Dinî gerçekler, hiç kimsenin asılsız temennî ve boş kuruntularına bağlı değildir. Allah Teâlâ, nasıl bir ilâhî kanun koymuşsa onun hükmü câridir, onu engelleyecek hiçbir güç yoktur. Bu açıdan kötülük yapan cezasını çekecek, iyilik yapan da mükâfatını görecektir. İyilik yapanlar, güzel güzel işler başaranlar cennete girecek ve onlar en küçük bir haksızlığa uğramayacaklardır.

Hz. Ebubekir şöyle anlatır: Birgün Resûlullah (s.a.s.)’in yanında bulunurken “Gerçek şudur ki; kim bir kötülük yaparsa onun cezasını görecek ve Allah’tan başka da ne bir dost bulabilecek ne de bir yardımcı” (Nisâ 4/123) âyeti nâzil oldu. Efendimiz:

“- Ebubekir, bana indirilen bu âyeti sana okutayım mı?” buyurdu. Ben:

“- Tabii ki ya Rasûlallah” dedim. Bana bu âyeti okuttu. Sanki belimin kırılıp ayrıldığını hissettim ve öylece kasılıp kaldım.
Peygamberimiz:

“- Neyin var, ne oldu?” diye sordu. Ben:

“- Anam babam sana fedâ olsun ya Rasûlallah, hangimiz günah işlemez ki! Şimdi biz işlediklerimiz yüzünden mutlaka cezalandırılacak mıyız?” diye üzüntümü ifade ettim. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.s.) şu açıklamayı yaptı:

“- Ey Ebubekir! Sen ve diğer mü’minler hatalarınız sebebiyle dünyada bazı sıkıntı ve meşakkatlere uğratılarak cezalandırılırsınız. Öyle ki Allah’a günahsız olarak kavuşursunuz. Diğerlerine gelince onların yaptıkları biriktirilir ve cezaları kıyamet gününe bırakılır.” (Tirmizî, Tefsir 4/3039)

Yine bu âyetin tesiriyle sarsılan müslümanlara Allah Resûlü (s.a.s.) şu teskin ve teselli edici nasihatte bulunmuştu

“İtidali kaybetmeyin, doğruluktan ayrılmayın. Şunu bilin ki, müslümanın karşı karşıya kaldığı her bir musibette -ayağının sürçmesi, parmağının kanaması gibi küçük sıkıntıları ve herhangi bir tarafına batan bir diken de dâhil olmak üzere- günahlarına bir kefaret vardır.” (Müslim, Birr 52)

Şunu ifade etmek gerekir ki:

Hurma çekirdeğinin üstündeki, hurma fidanının kendisinden neş’et edip büyüdüğü çok ince beyaz çukurcuğa اَلنَّق۪يرُ (nakîr), yarığındaki ipliğe اَلْفَت۪يلُ (fetîl), çekirdeğe yapışık ince kabuğa da اَلْقِطْم۪يرُ (kıtmîr) denilir. Bu kelimeler, en küçük ölçü ve miktarları belirtmek için kullanılır.

124. Allah’ı görürcesine iyilik yapan bir kimse olarak bütün varlığıyla Allah’a teslim olan ve şirkten uzak dupduru bir tevhid inancıyla İbrâhim’in dînine uyan kimseden daha güzel bir dine kim sahiptir ki? Üstelik Allah, İbrâhim’i dost edinmiştir.

Rivayete göre yahudilerle hıristiyanlar: “Cennete bizden olandan başkası girmeyecektir” dediler. Kureyşliler: “Biz, öldükten sonra diriltilmeyeceğiz” dediler. Bunun üzerine 123. âyet nâzil oldu. Diğer bir rivayete göre ise mü’minlerle Ehl-i kitap birbirlerine karşı övünmeye koyuldular. Kitab ehli: “Peygamberimiz sizin peygamberinizden öncedir. Kitabımız kitabınızdan öncedir ve biz sizden daha çok Allah’a yakınız” dediler. Mü’minler de: “Peygamberimiz peygamberlerin sonuncusudur. Kitabımız ise, diğer kitaplara karşı hakem mevkiindedir” dediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Kurtubî, el-Câmi‘, V, 396)

Dinî gerçekler, hiç kimsenin asılsız temennî ve boş kuruntularına bağlı değildir. Allah Teâlâ, nasıl bir ilâhî kanun koymuşsa onun hükmü câridir, onu engelleyecek hiçbir güç yoktur. Bu açıdan kötülük yapan cezasını çekecek, iyilik yapan da mükâfatını görecektir. İyilik yapanlar, güzel güzel işler başaranlar cennete girecek ve onlar en küçük bir haksızlığa uğramayacaklardır.

Hz. Ebubekir şöyle anlatır: Birgün Resûlullah (s.a.s.)’in yanında bulunurken “Gerçek şudur ki; kim bir kötülük yaparsa onun cezasını görecek ve Allah’tan başka da ne bir dost bulabilecek ne de bir yardımcı” (Nisâ 4/123) âyeti nâzil oldu. Efendimiz:

“- Ebubekir, bana indirilen bu âyeti sana okutayım mı?” buyurdu. Ben:

“- Tabii ki ya Rasûlallah” dedim. Bana bu âyeti okuttu. Sanki belimin kırılıp ayrıldığını hissettim ve öylece kasılıp kaldım.
Peygamberimiz:

“- Neyin var, ne oldu?” diye sordu. Ben:

“- Anam babam sana fedâ olsun ya Rasûlallah, hangimiz günah işlemez ki! Şimdi biz işlediklerimiz yüzünden mutlaka cezalandırılacak mıyız?” diye üzüntümü ifade ettim. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.s.) şu açıklamayı yaptı:

“- Ey Ebubekir! Sen ve diğer mü’minler hatalarınız sebebiyle dünyada bazı sıkıntı ve meşakkatlere uğratılarak cezalandırılırsınız. Öyle ki Allah’a günahsız olarak kavuşursunuz. Diğerlerine gelince onların yaptıkları biriktirilir ve cezaları kıyamet gününe bırakılır.” (Tirmizî, Tefsir 4/3039)

Yine bu âyetin tesiriyle sarsılan müslümanlara Allah Resûlü (s.a.s.) şu teskin ve teselli edici nasihatte bulunmuştur:

“İtidali kaybetmeyin, doğruluktan ayrılmayın. Şunu bilin ki, müslümanın karşı karşıya kaldığı her bir musibette -ayağının sürçmesi, parmağının kanaması gibi küçük sıkıntıları ve herhangi bir tarafına batan bir diken de dâhil olmak üzere- günahlarına bir kefaret vardır.” (Müslim, Birr 52)
Şunu ifade etmek gerekir ki:

Hurma çekirdeğinin üstündeki, hurma fidanının kendisinden neş’et edip büyüdüğü çok ince beyaz çukurcuğa اَلنَّق۪يرُ (nakîr), yarığındaki ipliğe اَلْفَت۪يلُ (fetîl), çekirdeğe yapışık ince kabuğa da اَلْقِطْم۪يرُ (kıtmîr) denilir. Bu kelimeler, en küçük ölçü ve miktarları belirtmek için kullanılır.

125. Allah’ı görürcesine iyilik yapan bir kimse olarak bütün varlığıyla Allah’a teslim olan ve şirkten uzak dupduru bir tevhid inancıyla İbrâhim’in dînine uyan kimseden daha güzel bir dine kim sahiptir ki? Üstelik Allah, İbrâhim’i dost edinmiştir.

126. Göklerde olanlar da yerde olanlar da hepsi Allah’ındır. Allah, ilim ve kudretiyle her şeyi kuşatmıştır.

Bir insanın dinini en güzel şekilde yaşamasının ve yüksek seviyede dindâr bir kişiliğe sahip olmasının en mühim şartları şunlardır:

İnanılması gereken esaslara kâmil mânada iman edip kalbini, ruhunu ve benliğini her türlü mânevî kirliliklerden arındırıp tam olarak Allah’a teslim etmek.

İbadet, ahlâk ve muamelâtla alâkalı vazifelerini ihsan kıvamında yerine getirmek. Allah Resûlü (s.a.s.) ihsanı: “Allah’ı görüyormuş gibi ona kulluk etmendir. Zira her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da O seni görmektedir” (Buhârî, İman 37; Müslim, İman 57) şeklinde tarif etmektedir.

Gerçek bir müvahhid olarak, tevhid esasına dayanan Hz. İbrâhim’in dinine tâbi olmak. Zira Hz. İbrâhim’in dini, bütün dinler arasında sıhhati ve makbûliyeti hususunda ittifak edilen ve İslâm’a en uygun olan bir dindir. Hz. İbrâhim de peygamberler arasında üstün bir yeri olan ve “Ebu’l-Enbiyâ” diye yâd edilen bir peygamberdir. Cenâb-ı Hak, onun getirdiği dine uymaya teşvik için, mümeyyiz bir vasfını öne çıkararak “Allah, İbrâhim’i dost edinmiştir” (Nisâ 4/125) buyurmuştur.

Âyette geçen اَلْخَل۪يلُ (halîl), dost demektir. Dosta bu ismin verilmesi, onun sevgisinin kalbin en ücra köşelerine sızıp yerleşmesi ve doldurmadığı en ufak bir gedik bırakmamasından dolayıdır. Dolayısıyla halîl, muhabbetinde en küçük bir halel, eksiklik bulunmayan kimse demektir. İşte İbrâhim (a.s.) yüce Allah’ı çok seven ve Allah tarafından da çok sevilen bir peygamber idi. Onun Allah dostu oluşuyla ilgili dikkat çekici misallerden ikisi şöyledir:

Rivayete göre Allah Teâlâ, Hazret-i İbrâhim’e sayılamayacak kadar koyun sürüleri ihsân etmişti. Cebrâil (a.s.) insan sûretinde gelerek: “Bu sürüler kimin? Bana sürülerden birini satar mısın?” diyerek sordu. İbrâhim (a.s.): “Bu sürüler Rabbimindir. Şu anda benim elimde emânet olarak bulunuyor. Bir kere zikredersen, üçte birini; üç kere zikredersen hepsini al, götür!” dedi. Cebrâil (a.s.) üç defâ: سُبُّوحٌ قُدُّوسٌ رَبُّنَا وَ رَبُّ الْمَلٰئِكَةِ وَ الرُّوحِ (Subbûhun kuddûsun rabbunâ ve rabbu’l-melâiketi ve’r-rûh) “Bizim Rabbimiz, Rûh’un ve melâike-i kirâmın Rabbi, bütün kusurlardan münezzeh, cümle eksikliklerden pâk ve yücedir” diye zikredince Hz. İbrâhim: “Al hepsi senin olsun, al götür!” dedi. Hz. Cebrâil: “Ben insan değil, meleğim, alamam” dedi. İbrâhim (a.s.) da: “Sen meleksen, ben de halîlim; Allah’ın dostuyum. Verdiğimi geri almak bana yakışmaz” diyerek karşılık verdi. Nihâyet Hz. İbrâhim, sürülerinin hepsini sattı. Mülk alıp vakfetti. (Bursevî, Ruhu’l-Beyân, II, 356-357)

Diğer bir rivayete göre Hz. İbrâhim, kâfirlerin elebaşılarını misafir etmiş, kendilerine birtakım hediyeler vermiş, onlara ihsanda bulunmuştu. Onun bu misafirperverliği ve cömertliği karşısında hayran kalan misafirler kendisine herhangi bir ihtiyacı olup olmadığını sormuşlar, o da: “Rabbime bir defa secde etmenizi istiyorum” demişti. Bunun üzerine onlar secde ettiler, o da yüce Allah’a şöylece dua etti: “Allahım! Ben ancak elimden gelen bir işi yaptım. Allahım sen de sana layık olanı yap.” Yüce Allah, bunun üzerine onlara İslâm’la şereflenmeyi lütfetti. (Kurtubî, el-Câmi‘, V, 401- 401)

İbrâhim (a.s.), canı, evlâdı ve malı ile ağır bir imtihan geçirmiş, hepsinde de Rabbine büyük bir teslîmiyet ve muhabbetle râm olmuştur. Allah’ın halîli, sevgili bir dostu olarak kulluğun zirvesine erişmiştir.

Allah, İbrâhim’i güzel kulluğu ve itaati dolayısıyla dost edinmiştir. Emirlerine harfiyen uyması vesilesiyle ona büyük bir ikramda bulunmuştur. Yoksa, -hâşâ- bir ihtiyacı sebebiyle, yahut da bununla mülkünü artırması ya da desteğini alması kastıyla onu dost edinmiş değildir. Zira göklerde ve yerde bulunan her şey hem mülkiyet hem de yaratma itibariyle Allah’a ait iken böyle bir şey olması mümkün değildir.

Unutmamak gerekir ki, Allah’ın sevdiği bir kul olabilmek ve O’nun dostluğu istikâmetinde mesafe alabilmek için kul hakları hususunda titiz davranmak; hele yetimler, zayıflar ve çaresiz kadınlar gibi ezilen kesimlerin hukukuna son derece dikkat etmek lazımdır. Bu sebeple buyruluyor ki:

127. Kadınlar hakkındaki dinî hükümleri açıklamanı istiyorlar. De ki: “Allah, onlar hakkındaki hükmünü açıklıyor: Kitapta size okunan âyetler; kendilerine verilmesi gereken miras, mehir gibi şeyleri vermediğiniz, üstelik güzel ve zenginse nikâhlamak istediğiniz, miraslarını kaybetmemek için başkalarıyla nikâhlamak istemediğiniz yetim kızlar, çaresiz kalmış çocuklar hakkında ve yetimlere karşı adâleti yerine getirmeniz hususunda gerekli hükmü vermektedir. İyilik olarak her ne yaparsanız, mutlaka Allah onu bilmektedir.”

Câhiliye devrinde bir adam, himâyesinde bulunan yetim kız güzel ve varlıklı ise onunla evlenir böylelikle malını yerdi. Kız çirkinse, kendisi evlenmediği gibi onun başkalarıyla evlenmesine de mâni olur, nihâyet o kız ölünce mirasına sahip çıkardı. Ayrıca o devirde kadınlara ve çocuklara mirastan hiç pay vermezlerdi. (bk. Buhârî, Tefsir 4/23; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XI, 50) Bu gibi âyetlerin inmesiyle bu tür çirkin muameleler yasaklanmış oldu.

Yetim kızlar ve onların malları hakkında yine bu sûrenin ilk âyetlerinde şu ilâhî ikazlar yer almaktadır:

“Yetimlere mallarını verin. Helâli haram olanla değiştirmeyin; onların mallarını kendi malınıza katarak yemeyin. Çünkü böyle yapmanız, gerçekten çok büyük bir günahtır.” (Nisâ 4/2)

“…Büyüyecekler de mallarını elimizden alacaklar diye o malları İsrâf ile ve tez elden yiyip tüketmeyin.” (Nisâ 4/6)

Rivayete göre Hz. Ömer, kendisine yetim bir kızın velisi geldiğinde bakar, eğer o yetim güzel ve zengin ise:
“- Onu senden başka biriyle evlendir, ona senden daha hayırlı birini bul” derdi. Eğer yetim çirkin ve fakir ise:
“- Onu kendine nikahla, çünkü ona bakmaya ve iyi davranmaya herkesten çok sen layıksın” derdi (Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 275).

Âyette geçen “çaresiz çocuklar”dan maksat, kendisini koruyacak yakınlarını kaybetmiş, merhametsiz kimselerin eline düşmüş ve hakkını korumaktan aciz erkek çocuklardır. Bunların da haklarının korunması, ellerinden tutulması ve ihtiyaçlarının karşılanması müslümanların yerine getirmesi gereken mühim bir dinî vecibedir. Bu tür ictimâî hizmetleri ifaya teşvik bakımından Hâtemü’l-Esam’ın şu sözü ne kadar mânidardır:

“Üç şey vardır ki, onlar olmadan üç şey iddia eden yalancı mevkiine düşer:
Malını Allah yolunda harcamadan cenneti sevdiğini iddia eden,
Haramlardan sakınmadan Allah’ı sevdiğini iddia eden,
Fakirleri sevmeden Peygamber Efendimiz’i sevdiğini iddia eden yalancıdır.”

Nisâ sûresi 34. âyette evlilik hayatında kadının sebep olduğu “nuşûz”dan, 35. ayette de kadın veya kocanın istememesi sebebiyle ortaya çıkan boşanma tehlikesinden bahsedilmişti. Gelen âyette ise kocanın “nuşûz”undan neş’et eden aile problemleri üzerinde durulmaktadır:

128. Eğer bir kadın kocasının serkeşliğinden, geçimsizliğinden ve büsbütün kendisinden yüz çevirip uzaklaşmasından korkarsa, o takdirde anlaşarak aralarını düzeltmelerinde ikisine de bir günah yoktur. Karşılıklı anlaşmak, elbette en iyi yoldur. Şu bir gerçek ki nefisler, bencil ve menfaatlerine düşkün olarak yaratılmışlardır. Bu bakımdan ey kocalar, siz eşlerinize güzel davranır ve onlara haksızlık etmekten sakınırsanız, şüphesiz Allah yaptığınız her şeyden haberdârdır.

اَلنُّشُوزُ (nuşûz) kelimesi sözlük olarak “yüksek yer, yüksek yere çıkmak, bulunduğu yerden ayrılmak” gibi mânalara gelir. Hanımın nüşûzü “kocasından nefret etmesi, baş kaldırması, ona itaat etmeyi kendine yedirememesi, başkasına göz koyması” gibi durumlardır. Kocanın nüşûzünden maksat ise “nefret, uzaklaşma, normal evlilik ilişkilerini aksatma, söz ve fiille incitme, sert davranma, kötü muamele etme” gibi durumlardır. İki taraftan veya taraflardan birinden kaynaklanan böyle bir duygu veya davranış sebebiyle aile hayatının devamı tehlikeye düşmekte, evlilik bağının kopması ihtimali ortaya çıkmaktadır.

Kocasının serkeşliği, geçimsizliği, kötü muamelesi ve yüz çevirmesi sebebiyle zor durumda kalan bir kadın, aslında hâkime müracaat etmek suretiyle boşanma talebinde bulunabilir. Fakat âyet-i kerîme hemen boşanmayı değil, aileyi dağılmaktan kurtarmak için alınacak tedbirler üzerinde durmaktadır. O da iki tarafın, hususiyle de kadının bir kısım fedakârlıklar yaparak aralarında anlaşmaya varmalarıdır. Çünkü barışmak ve anlaşmak, evliliğin devamı, aile hayatının bekâsı ve çocukların fazla zarar görmeden sıhhatli bir şekilde yetiştirilmeleri açısından büyük bir ehemmiyet arzetmektedir. Şu hâdise, hangi şartlar altında olursa olsun eşlerin bir şekilde anlaşarak aralarında mutlaka barış ve huzuru temine gayret göstermeleri gerektiğine ne güzel bir misaldir:

İmran b. Hattan el-Haricî, insanların en çirkinlerinden biri idi. Hanımı ise son derece güzeldi. Hanımı bir gün ona baktı ve: “Elhamdülillah” dedi. Bunun üzerine kocası, “Ne oldu?” diye sorunca da: “Hem ben, hem de sen cennetliklerden olduğumuz için, Allah’a hamdettim. Çünkü sana, benim gibi güzel bir kadın nasip oldu, sen de şükrettin. Bana da senin gibi bir adam nasip oldu, ben de sabrettim. Şüphe yok ki Allah hem şükreden kullarına, hem de sabreden kullarına cennetini vaadetmiştir” dedi. (Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 276)

Âyette insan tabiatının ayrılmaz ve derin bir özelliğine dikkat çekilmektedir. O da onun mal-mülk edinme sevdası ve menfaatine karşı aşırı düşkünlüğüdür. Bu özellik hem kadında hem de erkekte vardır. Her ikisi de kendi tutkularını gerçekleştirmek ve lehlerine olanı elde etmek isterler. Dolayısıyla kocası tarafından kötü muameleye maruz kalan bir kadın, ona bir takım menfaatler sağlamak, mehir, nafaka ve benzeri özel haklarından vazgeçmek suretiyle onun sert ve incitici davranışlarını engelleyerek kendisine karşı iyi davranmasını sağlayabilir. Fakat bundan daha güzeli, Allah’ın her şeyden haberdar olduğu inancıyla, O’nun azabından korkup rahmetini umarak kocaların eşlerine iyi davranması ve evlilik hayatını zedeleyecek her türlü kötü muameleden vazgeçmesidir.

Nisâ sûresinin 3. âyetinde eşler arasında adâleti sağlamaktan korkulduğu takdirde tek kadınla yetinilmesi tavsiye edilmişti. Şimdi tekrar çok evlilik ve eşler arasında adâleti sağlama konusuna temas edilerek şöyle buyruluyor:

129. Ne kadar isteseniz de eşleriniz arasında adâleti sağlamaya güç yetiremezsiniz. Hiç olmasa birine büsbütün meyledip, diğerini ne kocalı ne de kocasız bir halde askıda bırakmayın. Eğer yanlış davranışlarınızı düzeltir ve birbirinize haksızlık etmekten sakınırsanız, şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır ve engin merhamet sahibidir.

130. Eğer karı-koca boşanıp birbirinden ayrılacak olurlarsa, sınırsız lutuf ve keremiyle Allah, onlardan her birinin ihtiyacını giderir. Çünkü Allah’ın hazînesi geniştir, O’nun her işi ve hükmü hikmetli ve sağlamdır.

129. âyette ne kadar çalışılsa çalışılsın eşler arasında tam olarak adâleti sağlamanın mümkün olmadığı bildirilmektedir. Kur’ân-ı Kerîm, çok evliliği yasaklamadığına göre her iki âyette bahsedilen “adâlet”e farklı mânalar vermek gerekir.
Anlaşılan o ki, kadınlar hakkında iki çeşit adâletten söz etmek mümkündür:

Birincisi; nafaka yani yiyecek, içecek, giyecek ve barınma ihtiyaçları ile gece birlikte kalma gibi hukukta adâlet ve eşitliktir. Bunlar insanın güç yetirebileceği; istek ve iradesine bağlı olan işlerdir. Yerine getirilmesi emredilen adâlet de budur. Sakınılması gereken adâletsizlik ise birine bütünüyle meyledip diğerini hanımlık muamelesinden tamamen mahrum etmek, büsbütün terk ve ihmal edilmiş gibi bırakarak eziyet etmektir.

İkincisi; gönül ilişkisi, sevgi ve bağlılıkta adâlet ve eşitliktir ki, bu insanın güç ve iktidarının dışındadır. Âyet-i kerîmede bu gerçeğe temas edilerek, erkekler bu hususta mazur görülmekte, bir bakıma işin böyle bir derûnî ciheti olduğu göz ardı edilmeksizin, buna rağmen luzûmu hâlinde çok evliliğe ışık yakılmaktadır. Ancak birden çok evlilik yapan erkeğin, gönül ilişkilerini bir tarafa bırakırsak, hususiyle maddî konularda, iradeye bağlı ve ölçülebilir hak ve menfaatlerde hanımların hepsine adâletle muamele etmesi, birine teveccüh gösterip diğerini ne kocalı ne kocasız sayılabilecek şekilde askıda bırakmaması istenmektedir.

Allah Resûlü (s.a.s.) Efendimiz şöyle buyurmaktadır: “İki hanımı olup da birine büsbütün meyleden ve diğerini ihmal eden kimse kıyamet gününde bir tarafı eğik olarak gelir.” (Ebû Dâvûd, Nikah 38; Tirmizî, Nikah 42)

Zaruri sebepler yüzünden hanımlar arasında adâletsiz bir uygulama söz konusu olduğunda hemen aralarını düzelttiğiniz, bozulan tarafları tamir edip iyileştirdiğiniz, bundan böyle de yanlış meyillerden sakındığınız takdirde, Cenâb-ı Hak çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici olduğundan, geçmişte yaptıklarınızı affedecek ve sizi rahmetiyle bu hususta başarıya eriştirecektir. Ancak eşler arasında bir sıkıntı olduğunda ıslah için tavsiye edilen bu çare yolarına başvurmanın her seferinde mutlaka müspet bir netice vermesi mümkün olmayabilir. Dolayısıyla yapılan girişimler sonuçsuz kalır, herhangi bir yolla eşler arasında barış ve anlaşma sağlanamaz, her ikisi de kendi istekleriyle birbirlerinden ayrılırlarsa, Allah Teâlâ kendi kudret, kuvvet ve zenginliği ile her birine ikramda bulunur, ihtiyaçlarını karşılar ve birini diğerine muhtaç etmez. Çünkü Allah’ın ilmi, kudreti ve rahmeti sonsuz geniştir; hazineleri bitip tükenmez. O’nun her hükmü ve işi sağlam ve hikmetlidir. Dolayısıyla Allah’ı iyi tanımalı, her türlü hal ve harekette O’na karşı gelmekten sakınılmalıdır. Zâten takvâ, bütün insanlardan istenilen açık bir ilâhî emirdir:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
131. Göklerde olan ve yerde olan herşey Allah’ındır. Yemin olsun ki biz, sizden önce kendilerine kitap verilenlere de size de Allah’tan korkup sakınmanızı emrettik. Eğer inkâra sapıp nankörlük ederseniz bunun Allah’a hiçbir zararı olmaz. Çünkü göklerde olan ve yerde olan her şey Allah’ındır. Allah, hiç kimseye ve hiçbir şeye muhtaç değildir; her türlü övgü O’na âittir.

132. Evet, göklerde ne var, yerde varsa hepsi Allah’ındır. Vekîl olarak Allah yeter.

133. Ey insanlar! Allah dilerse sizi yok eder, yerinize başkalarını getirir. Bunu yapmaya Allah’ın kudreti elbette yeter.

134. Kim dünya nimet ve mutluluğunu istiyorsa, şunu bilsin ki, dünyanın da âhiretin de nimet ve mutluluğu Allah katındadır. Allah, her şeyi hakkiyle işiten ve kemâliyle görendir.

Müslümanları kadınlara ve yetimlere karşı merhametli, şefkatli ve adâletli olmaya teşvik etmek için Allah Teâlâ, anlatılan konunun neticesi sayılabilecek bu âyetlerde kısa fakat son derece tesirli bir tavsiyede bulunarak şu hususları yeniden hatırlatmaktadır:

Birincisi; Allah önceki Ehl-i kitaba ve onlardan sonra gelen bütün mü’minlere, hatta tüm insanlara her türlü işlerini yaparken kalplerinde Allah korkusu olmasını, O’nun azabından ve sevgisini kaybetmekten sakınmalarını emretmiştir. Bu emir, Allah için değil, şüphesiz insanların iyiliği içindir. Eğer bu emirlere uygun davranırlarsa, doğacak netice onların iyiliğine olacaktır. Eğer uymazlarsa, Allah’a hiçbir zarar veremeyeceklerdir. Zira kâinatın yaratıcısı ve hakimi olan Allah, hiçbir şeye muhtaç değildir. Allah’ın emirlerini uygulamadıkları takdirde, ilâhî emirlere bigâne kalan ve isyankâr bir tutum içine giren o topluluğu yok edip devreden çıkarır ve yerlerine başka bir topluluk getirir. Allah buna elbette hakkiyle güç yetirecek bir kudrete sahiptir. Ayrıca bazı grupların helak edilip ortadan kaldırılması, Allah’ın mülkünün büyüklüğünden hiçbir şey eksiltmez.

İkincisi; Allah hem dünyanın fâni hem de âhiretin bâkî tüm nimet, fayda ve mükâfatlarının yegâne sahibidir. Bunlardan kâbiliyet, istidat, gayret ve cesaretleri ölçüsünde seçim yapmak insanlara düşmektedir. Eğer insanlar bu dünyanın geçici nimetlerini isterlerse, hatta âhiretin ebedi saadetini bunlara feda ederlerse, Allah onlardan dilediğine istediği kadar dünyalık nasip eder. Fakat onlar için âhirette bir nasip olmayacaktır. (bk. Bakara 2/200; İsrâ 17/18) Böyle davrananlar, kendi akılsızlıkları ve basîretsizlikleri yüzünden Allah’ın lutuf deryasından sadece bir damlayı seçtiklerini unutmamalıdırlar. O halde onların, hem bu dünyanın hem de âhiretin sonsuz nimetlerine kavuşmalarını sağlayacak olan, iman ve itaat yolunu tercih etmeleri şüphesiz daha hayırlı olacaktır. Bu tavsiyelerin, “Allah, her şeyi hakkiyle işiten ve kemâliyle görendir” (Nisâ 4/134) ifadesiyle bitirilmesi çok mânidârdır. Allah hakkiyle işiten ve kemâliyle gören bir Zât olduğu için rahmet ve lütfunu kimlere nasıl taksim edeceği hususunda en ince ayrıntıları hesaplama kudretine sahiptir. Şüphesiz O, her şeyi bilmektedir, herkesin niyet ve gayretlerinden haberdardır. O halde, Allah’a âsi olan kimse, O’nun mü’min, müttakî ve itaatkâr kullarına tahsis ettiği nimet ve lutuftan pay beklememelidir. Bu ebedî sermayeden pay almak isteyenler de, gelen âyetlerde beyân edildiği şekilde kâmil bir imanla birlikte hak ve adâlet ölçülerine azami dikkat göstermelidir:

135. Ey iman edenler! Kendinizin, ana-babanızın ve yakın akrabanızın aleyhinde bile olsa, Allah için doğru dürüst şâhidlik yaparak, adâleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun! Hakkında şâhidlik yaptığınız kimse zengin de olsa fakir de olsa böyle davranın. Çünkü Allah, ikisine de sizden daha yakındır, hâllerini daha iyi bilir. Şu hâlde, sakın âdil davranmaktan yüz çevirip nefsin arzularına uymayın. Eğer dilinizi eğip büker, gerçeği olduğu gibi söylemekten çekinir veya büsbütün ondan yüz çevirirseniz, başınıza geleceği siz düşünün! Zira Allah, yaptığınız her şeyden hakkıyla haberdârdır.

Önceki âyetlerde yetimlere ve kadınlara adâletle davranmak emredilmişti. Şimdi ise bütün hususlarda âdil davranılması, adâletin hayatın her safhasına yaygınlaştırılması ve bunun bir îcâbı olan doğru şâhitlik emredilmektedir. اَلْقَوَّامُونَ (kavvâmûn) kelimesinin mübâlağa sîgasında gelmesi, adâletin ne kadar ehemmiyetli olduğunu göstermektedir. Böylece “Adâleti ayakta tutmakta devamlı olun, haksızlığa hiç yaklaşmayın, hiçbir zaman ve hiçbir durumda adâleti zedelemeyin!” denilmektedir.

Âyet-i kerîme, muhâkemenin iki aslî unsuru olan hüküm verme ve şâhitliği bir araya getirmiştir. Hâkimlerin âdil ve müstakim olması, şâhitlerin de Allah için hakkı müdâfaa etmesi ve güzel ahlâklarıyla insanlara örnek şahsiyetler hâline gelmesini arzu edilmektedir.

Bir ism-i şerifi de Adl olan Cenâb-ı Hak katında adâlet öyle ehemmiyetlidir ki, kişi kendi aleyhine bile olsa Allah için doğru şâhitlik yapmalıdır. Üzerinde başkalarının hakkı varsa ikrar ve itiraf etmelidir. Aynı şekilde, anne-babası ve akrabaları aleyhine de olsa âdil hüküm ve doğru şâhitlikten kaçınmamalıdır. Diğer taraftan, kişinin üçüncü şahıs aleyhine yapacağı şâhitlik, kendisinin ve akrabalarının herhangi bir zarara uğramasına sebep olacaksa bile yine dosdoğru şâhitlik yapmalıdır.
Hüküm ve şâhitlik esnâsında kişilerin zenginlik ve fakirlik durumları kesinlikle dikkate alınmamalıdır. Zengine yaranmak veya fakire merhamet etmek için hak ve adâletten ayrılmak doğru değildir. Allah zengine de fakire de herkesten daha yakındır, onları insanlardan daha iyi koruyup gözetir. Adâlet onlara zarar verecek olsaydı Allah ona göre hüküm indirirdi. Adâlet, zenginliğe veya fakirliğe göre belirlenecek bir konu değildir. O ancak hakka ve doğruluğa göre belirlenir. Zenginlik ve fakirliğin hikmetleri ise başkadır. Bunlar, kulluk imtihanının bir gereğidir. Bu sebeple doğru şâhitlik ve adâletle muamele etme konusunda Allah zengin ile fakir arasında herhangi bir fark gözetmemiştir. O halde nefsin arzularına uymayıp, ilâhî murakabe altında bulunduğumuz şuuruyla adil davranmak icap etmektedir. Adâletle hükmetme ve şâhitlik husûsunda dili eğip bükmemeli, bir tarafa meyletmemeli, yanlış yaparım korkusuyla bunlardan büsbütün yüz de çevirmemeli, adâletin yerini bulmasına ve insanların doğru şâhitlik yapmalarına da mâni olunmamalıdır. Çünkü Allah, şâhitliği doğru veya eğri yapanları da, ondan kaçanları da hem görür hem de bilir. Doğrulara mükâfatlarını verirken, yalancıları şiddetle cezalandırır.
Adâleti ikâme ve doğru şâhitlik hususunda Resûlullah (s.a.v.) şöyle ikaz buyurmaktadır:

“Sizler bana muhâkeme olmak üzere geliyorsunuz. Belki biriniz, delilini getirmekte diğerinden daha becerikli olabilir ve merâmını daha iyi anlatabilir. Ben de dinlediğime göre o kimsenin lehinde hüküm veririm. Şunu bilin ki kimin lehine kardeşinin hakkını alıp hüküm vermişsem, ona cehennemden bir pay ayırmış olurum.” (Buhârî, Şehâdât 27; Müslim, Akdiye 4)
Başka bir hadiste de şöyle buyrulur:

“Kim ırzı çiğnenmek ve mahremiyeti lekelenmek üzere olan bir müslümana yardım etmeyip yüzüstü bırakırsa, Allah Teâlâ da onu, yardımını beklediği yerde yüzüstü bırakır. Kim de ırzı çiğnenmek ve mahremiyeti lekelenmek üzere olan bir müslüman kardeşine yardım ederse, Allah da ona, yardımını beklediği yerde yardım eder.” (Ebû Dâvûd, Edeb 36)

Adâlet ve doğru şâhitlik gibi Allah Teâlâ’nın tüm emirlerini yerli yerince ve zamanında îfa edebilmek için devamlı surette sağlam bir iman ve istikâmet üzere bulunmak şarttır:

136. Ey iman edenler! Allah’a, Rasûlü’ne, Rasûlü’ne indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaplara imanda sebât edin! Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhireti inkâr ederse, koyu bir sapıklığa sapmış, haktan tamâmen uzaklaşmış olur.

Rivayet edildiğine göre yahudi âlimlerden bir topluluk, Peygamber Efendimiz’e gelerek: “Ey Allah’ın Rasûlü! Biz sana, kitabına, Mûsâ’ya, Tevrat’a ve Üzeyr’e iman ediyoruz ve bunlardan başka kitapları ve peygamberleri tanımıyoruz” demişlerdi. Allah Resûlü (s.a.s.) de: “Hayır, Allah’a, bütün peygamberlerine, Muhammed’e ve kitabı Kur’an’a ve ondan önceki kitaplara iman ediniz” buyurdu. “Yapmayız” dediklerinde bu âyet nâzil oldu ve hepsi iman ettiler. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XI, 60)

Âyet-i kerîme iman etmek isteyen kimselerin, nelere ve nasıl inanmaları gerektiğini bildirmektedir. Buna göre son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.) gönderildikten ve ona Kur’ân-ı Kerîm indirildikten sonra yeryüzünde yaşayan ve iman etmek isteyen kimseler Allah’a, meleklere, Kur’ân-ı Kerîm’e ve ondan önce gönderilen kitaplara, son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’e, ondan önce gönderilen bütün peygamberlere ve âhiret gününe iman etmek mecburiyetindedirler. Bunlardan birine bile inanmayan kimsenin imanı geçerli değildir, bunlardan birini bile inkâr eden kimse geçerli ve kurtarıcı imana kavuşamamış, dolayısıyla hak dinden sapmış ve yolunu bulamayacak derecede şaşırmış sayılır. Böylelerini bekleyen âkıbet, dünyada alçaklık, âhirette ise elim bir azaptır:

137. İman edip sonra kâfir olanlar, sonra yine iman edip tekrar kâfir olanlar sonra da inkârlarını iyice artıranlar yok mu, Allah onları kesinlikle bağışlamayacak ve onları doğru yola ulaştırmayacaktır.

138. Rasûlüm! Münafıkları, kendileri için hazırlanmış olan can yakıcı bir azapla müjdele.

139. Onlar, mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost ve sırdaş ediniyorlar. Yoksa onlar kâfirlerin yanında izzet, şeref ve kuvvet mi arıyorlar? Boşuna aramasınlar. Çünkü izzet, şeref ve kuvvet tamamiyle Allah’a aittir.

İster münafık ister bir kısım yahudiler olsun burada iman kalbine tam olarak yerleşmemiş bir gruptan bahsedilir. Bu kişiler zaman zaman gerçek veya göstermelik mânada iman ettiklerini söylerler, sonra da aslî hallerine dönüp inkâr ederler. Üstelik müslümanlara düşmanlık yaparak ve İslâm’a saldırarak inkârda ileri giderler. İnkâr ve nankörlükte bu kadar ileri giden, içinde bulunduğu küfür ve şirk günahından tevbe edip vazgeçmeyi düşünmeyen, bir de açıkça din düşmanlığı yapan, nihâyetinde “su bardağı su yolunda kırılır” fehvâsınca kâfir olarak ölen kişilerin bağışlanmaları ve doğru yolu bulmaları mümkün değildir. Bu tavır, bilindiği üzere münafıkça bir tavırdır. Be sebeple devam eden âyette, münafıkların can yakıcı bir azapla müjdelenmeleri istenmektedir.

Burada münafıkların iki mühim özelliği dile getirilir:

Mü’minleri bırakıp kâfirleri dost ve sırdaş edinmek, onlarla hemhâl olmak, onlarla oturup kalkmak.

Kâfirlerin himayesine girip onlardan izzet, şeref, güç ve kuvvet almaya çalışmak; gâlibiyet, şeref ve üstünlüğü onlarla birlikte olmakta aramak.

Burada mü’minlere de açık bir ikaz bulunmaktadır. Onların asıl güvenecekleri, dayanacakları ve kader birliği yapacakları kimseler iman kardeşleridir. Onları bırakıp ne din ne iman tanımayan kâfirleri dost edinmek, onlara güvenip dayanmak doğru değildir. Zira mü’minleri bırakıp kâfirleri dost edinen kimselerde imanın zayıflaması ve bir kısım nifak alametlerinin ortaya çıkması büyük bir ihtimal dâhilindedir. Halbuki mutlak güç, kuvvet ve kudret Allah Teâlâ’ya aittir. Bu bakımdan mü’minler Allah’a dayanıp O’na güvenmeleri ve O’nun razı olacağı bir kulluk yapmaları nispetinde izzet, şeref ve üstünlük elde edeceklerdir. Allah’ın âyetlerini yalanlayan veya onlarla alay edenlere meylettikleri ölçüde de, şeref ve üstünlüklerini kaybedeceklerdir. Şimdi bu hususta çok ciddî bir ikaz gelmektedir:

140. Allah size kitabında şu hükmü indirmiştir: “Allah’ın âyetlerinin inkâr edildiğini veya bunlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, bunu yapanlar başka bir söze dalıncaya kadar onlarla beraber kesinlikle oturmayın. Yoksa siz de tıpkı onlar gibi olursunuz.” Şüphesiz Allah, münafıkları da kâfirleri de hep birlikte cehennemde toplayacaktır.

Mekke’de müşrikler, meclislerinde Kur’ân’dan bahseder ve onunla alay ederlerdi. Bunun üzerine Allah Tealâ: “Âyetlerimiz hakkında alaylı tavırlarla münâsebetsizliğe dalanları gördüğünde, onlar başka bir konuya geçinceye kadar kendilerinden uzak dur. Şayet şeytan sana bir an için unuttururda yanlarında kalacak olursan, hatırlar hatırlamaz derhal kalk ve o zâlimler gürûhuyla bir arada oturma!” (En‘âm 6/68) âyet-i kerîmesini indirdi. Allah Resûlü (s.a.s.) Medine-i Münevvere’ye hicret ettikten sonra bu sefer yahudiler aynı şeyi yapmaya başladılar. Onların bu meclislerde dinleyicileri de münafıklardı. Bunun üzerine de Allah Tealâ bu âyeti inzâl buyurdu. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XI, 64-65)

Allah’ın âyetlerinin inkâr edildiği ve onlarla alay edildiği yerlerde oturmak bile yasaklanırken, onları dost edinmek ve onlardan bir izzet ve şeref beklemek nasıl doğru olabilir? Âyette geçen “Yoksa siz de tıpkı onlar gibi olursunuz” (Nisâ 4/140) ikazı oldukça dikkat çekicidir. Buna göre Allah’ın âyetlerini inkâr ve alaya almak küfür olduğu gibi, bu durumdayken onlarla beraber oturmak da küfür sayılmaktadır. Orada oturan kişi, açık veya gizli olarak bu duruma itiraz etmediği müddetçe küfürden kurtulamaz. Çünkü küfre rızâ küfür, günaha rızâ günahtır. O halde eğer onlara tepki gösterme gücünü bulamıyorsa, bu âyet-i kerîmenin tehdit ettiği kimselerden olmamak için yanlarından kalkıp gitmesi gerekir.

Şâir Yahyâ şöyle öğüt verir:

“Âşinâ olma günahkâr olana
İltifât eyleme bî-âr olana.”

“Günah işleyen kimselere dost olma. Ârı ve hayası bulunmayanlara da iltifat eyleme.”

Rivayete göre Ömer b. Abdülaziz (r.h.), içki içen bir topluluğa rastladı ve onları cezalandırdı. Onların arasında da oruçlu biri vardı ve: “Şu kişi oruçludur” dediler. Bunun üzerine: “…Bunu yapanlar başka bir söze dalıncaya kadar onlarla beraber kesinlikle oturmayın. Yoksa siz de tıpkı onlar gibi olursunuz” (Nisâ 4/140) âyetini okudu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, IV, 444) O, bu davranışıyla günaha rızânın günah olduğunu; o günahı işleyenin de, ona razı olanın da o günahın cezasına hep birlikte maruz kalacaklarını göstermiş oldu.

Şeyh Ubeydullâh Ahrâr (k.s.), bu hususta yârânına şöyle nasîhat eder:

“- Ağyâr ve bîgânelerle sohbet etmek, kalbe fütûr, rûha dağınıklık ve gönle perişanlık verir. Nitekim Bâyezîd-i Bistâmî, bir gün içinde böyle bir perişanlık duydu. Bir türlü kendisini toplayamadı; meclisindekilere:

«- Hele bir bakın meclisimizde yabancı biri var mı?» dedi. Araştırdılar kimseyi bulamadılar. Fakat Bâyezid-i Bistâmî ısrâr etti:

“- Hele iyi araştırın. Asâların olduğu yere de bakın. Eğer öyle olmasaydı, içimde bu perişanlık olmazdı» dedi. Tekrar araştırdılar ve bir gâfilin asâsını buldular. O asâyı dışarı attılar; Bayezid-i Bistâmî’nin gönül huzûru da yerine geldi.

Yine bir gün Hâce Ubeydullâh Ahrâr Hazretleri, huzûruna gelen yakınlarından birine:

“- Senden yabancılık kokusu geliyor” dedi ve ilâve etti:

“- Gâlibâ sen, yabancı birinin elbisesini giymişsin.” O kimse hayretle:

“- Evet öyle” dedi ve o elbiseyi değiştirip tekrar geldi. (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 666)

Bu sebepledir ki, Mevlânâ Hazretleri oğlu Sultan Veled’e şu nasihatte bulunmuştur:

“Bahaeddin, eğer dâima cennette bulunmak istersen, herkesle dost ol, hiç kimsenin kinini yüreğinde tutma! Çünkü bir adamı dostlukla anarsan dâima sevinç içinde olursun. İşte o sevinç cennetin ta kendisidir. Eğer bir kimseyi düşmanlıkla anarsan dâima üzüntü içerisinde olursun. İşte bu gam da cehennemin ta kendisidir. Dostları andığın vakit, içinin bahçesi çiçeklenir, gül ve fesleğenlerle dolar. Düşmanları andığın vakit, için, dikenler ve yılanlarla dolar, canın sıkılır, içine bir pejmürdelik gelir. Bütün peygamberler ve velîler böyle yaptılar, içlerindeki bu karakteri dışlarına vurdular. Halk onların bu güzel huylarına mağlûp olup tutuldu. İradeleriyle onların ümmeti ve müridi oldular.” (Ahmet Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, II, 210)

Şimdi de dost edinilmesi ve birlikte oturulması yasaklanan münafıkların bir kısım özellikleri deşifre ediliyor:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
141. Münafıklar, sizinle ilgili olup bitenleri çok yakından izler ve devamlı olarak havayı yoklarlar: Şayet Allah size bir zafer lutfederse: “Biz de sizinle beraber değil miydik?” derler. Eğer kâfirlerin zaferden bir payı olursa, o zaman da onlara yaklaşmak için: “Biz size yardım ederek gâlibiyetinizi temin etmedik mi? Mü’minlerden gelecek felaketlere karşı sizi korumadık mı?” derler. Allah, kıyâmet günü aranızda hükmünü verecektir. Allah, mü’minler aleyhinde kâfirlere, kalıcı bir gâlibiyet için kesinlikle fırsat tanımayacaktır.

Münafıklar, her dönemde sadece dilleriyle müslüman olduklarını söyleyerek ve sözde İslâm toplumuna katılarak İslâm’ın sağladığı kolaylıklardan faydalanmaya çalışmışlardır. Bir taraftan böyle yaparken diğer taraftan da kâfirlerin arasına karışıp: “Biz menfaatimiz icabı onlarla beraber görünsek de gerçekte müslüman değiliz. Düşünce, inanç ve hayat tarzı bakımından size daha yakınız. Bu sebeple müslümanlarla olan mücadelenizde sizin yanınızda bulunduğunuzdan emin olun” diyerek onlardan da istifadeye çalışırlar.

Âyetin, “Allah, mü’minler aleyhinde kâfirlere kalıcı bir gâlibiyet için kesinlikle fırsat tanımayacaktır” (Nisâ 4/141) kısmının hem dünya hem de âhiret hayatını ilgilendiren yönü vardır. Allah, kıyâmet günü mü’minler ve münafıklar arasında hükmünü verecek, orada mü’minlerin üstünlükleri ve elde ettikleri en büyük başarı ortaya çıkacaktır. Nitekim şu âyet-i kerîme bu hakîkati beyân etmektedir: “Dünya hayatı kâfirlere süslü ve sevimli gösterildi. Bu sebeple iman edenlerle alay edip dururlar. Halbuki Allah’a karşı gelmekten sakınanlar, kıyâmet günü onlardan üstün olacaklardır.” (Bakara 2/212) Dünya hayatına gelince, “Biz, bu gâlibiyet ve mağlubiyet günlerini insanlar arasında döndürür dururuz” (Âl-i İmrân 3/140) şeklindeki ilâhî kanun gereğince gâlibiyet zaman zaman müslümanların, zaman zaman da kâfirlerin olsa da Allah, mü’minlerin devletini sona erdirme ve izlerini silme fırsatını kâfirlere asla vermeyecektir. Bununla birlikte kâfirlerin eline fırsat geçmemesi için mü’minlerin kendi aralarında tefrikaya düşüp savaşmamaları, iyiliği emir ve kötülükten sakındırma vazifelerini ihmal etmemeleri ve günah girdabına gömülmemeleri gerekir. Nitekim bu hususa ışık tutacak şekilde Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır:

“Allah bana doğusuyla batısıyla bütün dünyayı toplu olarak gösterdi. Doğuda ve batıda, ondan bana gösterilen tüm yerlere ümmetimin sahip ve hâkim olacağını gördüm. Bana biri kırmızı, diğeri beyaz iki hazine verildi. Altın ve gümüş, Roma ve İran, Suriye ve Irak hazineleri önüme serildi. Rabbimden «Ümmetimi genel bir kıtlıkla helak etmemesini, kendilerinden başka bir düşmanı üzerlerine salıp köklerini kazımamalarını ve istiklâllerine son vermemelerini» istedim. Rabbim de şöyle buyurdu: «Rasûlüm! Ben bir hüküm verdiğimde bu geri çevrilmez. Ben sana ümmetinle ilgili olarak onları bir genel kıtlıkla yok etmemeyi, kendileri bölünüp bir grubu diğerini öldürmedikçe ve esir almadıkça dünya üzerlerine gelse -kendilerinden başka- onların varlıklarına ve istiklâllerine son verecek bir düşmanı onlara musallat kılmayacağımı va‘dediyorum.»” (Müslim, Fiten 19-20)

Münafıkların diğer özelliklerine gelince:

142. Münafıklar, kendilerince güyâ Allah’ı aldatmaya çalışıyorlar. Oysa Allah, onların hilelerini sürekli kendi başlarına çeviriyor. Onlar namaza kalktıklarında tembel tembel kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar ve Allah’ı da pek az hatırlarına getirirler.

143. Onlar, mü’minlerle kâfirlerin arasında bocalayıp duranlardır. Tam olarak ne mü’minlere ne de kâfirlere bağlanabilirler. Allah kimi saptırırsa, artık sen onun için bir kurtuluş yolu bulamazsın.

Münafıklar, iki yüzlülük yapmaları, yalan söylemeleri, mü’minler aleyhine hileler ve tuzaklar planlamaları ile güya Allah’ı aldatmaya çalışırlar. Bunu yaparken ilâhî bir kamera altında bulunduklarını, yaptıkları her şeyin kaydedildiğini hiç dikkate almazlar. Halbuki her şeyi gören ve bilen Allah Teâlâ, onların tuzaklarını boşa çıkaracak, hilelerini başlarına geçirecek ve mü’minleri aldatmak istemelerine mukâbil onları cezalandıracaktır. Burada münafıkların dört önemli özelliğine temas edilir:

Onlar, namazı tembel tembel, isteksiz bir şekilde kılmaya çalışırlar. Kendilerini müslüman gösterebilmek için cemaatle namaza iştirakleri gerektiğinden, cemaate gelmek onlara çok zor gelir. Namazı ancak riyakârlık yapmak için kılarlar. Bu sebeple herhangi bir sevap ummazlar. Onu terk etmekten dolayı da ceza göreceklerine inanmazlar. Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: “Münafıklara en ağır gelen namaz, yatsı namazı ile sabah namazıdır.” (Buhârî, Mevâkît 20; Müslim, Mesâcid 252) Çünkü gündüzün çalışıp yoruldukları için yatsı namazına gitmek, derin uyku vaktine rast geldiği için de sabah namazına gitmek onlara ağır gelir.

İnsanlara gösteriş yaparlar. Bütün kıldıkları namaz ve yaptıkları hayırlar hep gösteriş içindir. Allah’a gerçek mânada inanmadıkları ve O’ndan bir sevap ummadıkları için yaptıklarını sadece dünyevî beklenti ve endişelerle yaparlar.

Allah’ı az zikrederler, neredeyse hatırlarına bile getirmezler. Zira Allah’ın zikri onların dillerine ve kalplerine yerleşmemiştir. Gönüllü olarak ne teşbih ne tehlil getiriler ne de Kur’an okurlar. Sadece riya için kıldıkları namazlarda tekbir getirirler. Bu da elbette çok zikir sayılmaz. Gerçekten de müslüman görünen nice insanlar vardır ki, günlerce beraber olsan onlardan ne bir tehlil ne de bir tesbih duymak mümkün olabilir. Ancak dünya ve dünyalıklarla alakalı faydasız konuşmalar bütün vakitlerini doldurur. Bundan hiç usanmazlar. Bunun bir munâfıklık alâmeti olduğunun farkında bile değildirler. Halbuki mü’minin üç kalesi vardır. Bunlar mescid, zikrullah ve Kur’an tilâvetidir. Bu üç şeyden biriyle meşgul olan mü’min, kendini şeytandan koruyan bir kaleye sığınmış sayılır.

Onlar iman ile küfür arasında kararsızlık, tereddüt ve şaşkınlık içindedirler. İç ve dış dünyaları tam bir istikrarsızlık manzarası arzetmektedir. Ne mü’minlere yar olabilirler, ne de kâfirlere tam olarak bağlanabilirler. İki grup arasında bocalar dururlar. Her iki tarafı da memnun etme çabası içerisinde uğraşır, böylece ömürlerini boş yere tüketirler. Tercihlerini sapıklıktan yana kullandıkları için, Allah onları doğru yoldan saptırmış ve derin bir şaşkınlık içine bırakmıştır. Böyle durumda olan kimselere bir hidâyet ve kurtuluş yolu bulmak mümkün değildir.
Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Münafığın durumu, hangi sürüye katılacağını bilemeyen, iki sürü arasındaki şaşkın koyun gibidir. Kimi zaman bu tarafa, kimi zaman da diğerine gider, kalır.” (Müslim, Munâfıkîn 17)

Bu bakımdan kurtuluş itibariyle mü’min, münafık ve kâfirin durumunu bir nehre atılan üç kimsenin hâline benzetmek mümkündür. Mü’min nehri geçer. Kâfir olduğu yerde kalır. Münafık ise, nehri geçmeye teşebbüs eder, fakat ortasına geldiğinde muvaffak olamayacağını anlar. O vakit kâfir ona: “Bana doğru gel de boğulmayasın” diye seslenir. Mü’min de ona: “Benden tarafa gel de kurtul” diye bağırır. Bunun üzerine münafık ne tarafa gideceğine bir türlü karar veremez. Tereddüt içinde oyalanırken boğulup gider. İşte bu misalde olduğu gibi münafık ölene kadar şüpheden kurtulamaz.

Bu sebeple Yüce Rabbimiz, mü’minleri kâfir ve münafıkların zararlarından korumak üzere şöyle buyuruyor:

144. Ey iman edenler! Mü’minleri bırakıp kâfirleri dost ve sırdaş edinmeyin. Yoksa, böyle bir akılsızlıkta bulunup da aleyhinizde Allah’a apaçık bir delil vermek ve O’nun azabını üzerinize çekmek mi istiyorsunuz?

İslâm’dan önce Medine’de yaşayan Evs ve Hazreç kabilesinden olan Araplar ile Kurayza oğulları yahudileri arasında emzirme, yeminle birbirlerine bağlanma gibi sebeplerle oluşmuş bir takım ilişkiler ve dostluklar vardı. Allah Resûlü (s.a.s.) Medine-i Münevvere’ye gelip de onlar müslüman olunca, yahudilerle olan dostluklarının doğru olup olmadığından, ya da bu dostluklarını devam ettirmelerinde bir sakınca bulunup bulunmadığından şüphe ettiler. Durumu gelip Resûlullah’a anlattılar ve: “Yâ Rasûlallah, biz kimlerle dost olalım?” diye sordular. Efendimiz’in: “Muhacirlerle dost olun” buyurması üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XI, 69)

Bu hususa temas eden âyet-i kerîmelerde özellikle “mü’minleri bir tarafa bırakma” kaydına vurgu yapıldığı görülür. Demek ki, mü’minin öncelikle diğer mü’minleri dost ve sırdaş edinmesi, onları bir kenara atmaması, dışlamaması gerekir. Bunu yaptıktan sonra İslâm’ın müsaade ettiği çerçevede müslüman olmayanlarla da, her iki tarafın da menfaatine olacak ve kötülükleri önleyecek şekilde ilişkiler kurabilir, anlaşmalar yapabilir. Fakat İslâm’ın belirlediği çerçeveyi dikkate almadan ölçüsüz bir şekilde kâfirleri dost edinenler, onlarla düşüp kalkanlar, kendi dinleri ve mü’min kardeşleri aleyhinde bile olsa kâfir dostlarının yaptıklarına ses çıkarmayanlar, hatta onların hâkimiyetlerine razı olup itiraz etmeyenler, Allah’a bile bile aleyhlerinde kullanacağı ve bu sebeple kendilerine azap edeceği bir delil vermiş olurlar. Yani böyle davrananlar, kâfirlerin dünya ve âhirette maruz kalacakları cezaya müstehak ve ortak olmak suretiyle gazab-ı ilâhîyeye uğrarlar.

Münafıkların uğrayacağı cezaya gelince:

145. Şüphesiz münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar. Onları oradan kurtaracak hiçbir yardımcı da bulamazsın.

146. Ancak tevbe edip hallerini düzeltenler, Allah’a sımsıkı sarılanlar ve dinlerini tam bir ihlasla yaşayıp bütün samimiyetleriyle Allah’a yönelenler başka. İşte onlar gerçek mü’minlerle beraberdirler. Allah mü’minlere pek büyük bir mükâfat verecektir.

Araplar aşağı doğru inen tabakalar hakkında اَلدَّرْكُ (derku), yukarı doğru çıkanlara da اَلدَّرَجَةُ (derece) derler. Buna göre cennette dereceler, cehennemde ise derekeler vardır. Cehennem ateşi aşağıya doğru çeşitli tabaka ve mevkilerden oluşur. Yakıcılık durumuna göre ona çeşitli isimler verilir. Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen isimlerden bazıları şunlardır: Cehennem, Cahîm, Hamîm, Saîr, Hutame, Lezâ, Sekar, Hâviye, Ğayy... İşte münafıklar, farklı isimlerle ve sıfatlarla anılan cehennem ateşinin en alt tabakasında bulunurlar. Burada cezalandırılmalarının sebebi ise küfürlerinin ileri derecede oluşu, hilelerinin çokluğu ve mü’minlere eziyet verme imkânları elde edip bunları tatbik etmelerinden dolayıdır.

Kullarına sonsuz merhamet sahibi olan Rabbimiz, cehennemin en alt tabakasına layık olan münafıklara bile tevbe kapısını açık tutmakta; günahlarından tevbe edip hâlini düzeltenleri, Allah’a kulluğa sımsıkı sarılanları, gösterişi terk edip dinin emirlerini samimi bir şekilde sadece Allah için yapanları affedeceğini, onları gerçek mü’minlerden sayacağını ve mü’minlerle beraber onlara da büyük bir mükâfat vereceğini müjdelemektedir. Bunun sebep ve hikmeti şudur:

147. Eğer siz şükredip inanırsanız Allah size ne diye azap etsin. Allah, iyiliklerin karşılığını bol bol veren ve her şeyi hakkiyle bilendir.

Kullar, Allah’ın verdiği nimetlere şükredip nankörlükten uzak durdukları ve iman edip onun gereğini yerine getirdikleri takdirde Allah onlara azap etmeyecektir. Çünkü ilâhî azabın mevcudiyetinin hikmeti, insanları küfür ve nankörlükten sakındırmak, iman ve şükre sevketmektir. Netice hâsıl olduktan sonra azap etmeye gerek kalmayacaktır. Allah Şâkir’dir; kullarının yaptıkları iyilikleri kabul buyurur ve onlara fazlasıyla mükâfat verir. Diğer yönden işledikleri günahları affeder; eğer affetmezse sadece o günahın küçüklük veya büyüklüğüyle sınırlı bir ceza takdir buyurur. Zira Allah, her şeyi en iyi bilendir.

Şükrün en mühim alâmeti, Allah’ın lütfettiği nimetlerin kadrini bilmek ve bunu dil ile söyleyip davranışlarla sergilemektir. Bunu başarabilmek için de müslüman, nimet veren Varlığın kendisine olan lütfunun farkında olup şükürde O’na başkasını ortak koşmamalı, O’na nihâyetsiz muhabbet ve bağlılık duymalı ve O’nun emirlerine itaat edip, rızâsına muhâlif hareketlerden kaçınmalıdır.

Şu dört şey insanın lehine, şu üç şey de insanın aleyhinedir. Lehine olan dört şey: Şükür, iman, dua ve istiğfardır. Bu hususta âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Eğer siz şükredip inanırsanız Allah size ne diye azap etsin.” (Nisâ 4/147)

“Rasûlüm, sen onların arasında bulunduğun sürece Allah onlara azap edecek değildir. Bir de yaptıklarına pişmanlık duyup günahlarının bağışlanmasını diledikleri sürece de Allah onlara azap etmeyecektir.” (Enfâl 8/33)

“Rasûlüm! De ki: “Eğer kulluğunuz ve yakarmanız olmasa Rabbim size ne diye değer versin ki?” (Furkan 25/77)

Aleyhine olan üç hususa gelince, bunlar: Hilekârlık, haddi aşmak ve ahdi bozmaktır. Nitekim bu hususta da âyetlerde şöyle buyrulur:

“Oysa kötülük planları, ancak onu kuranların ayağına dolanır.” (Fâtır 35/43)
“Ey insanlar! Taşkınlığınız ancak kendinize zarar verecektir.” (Yûnus 10/23)
“Artık kim bey‘atini bozarsa ancak kendi zararına bozmuş olur.” (Feth 48/10)

Dâimâ iyilikleri seven ve emreden, kötülükleri ise sevmeyip yasaklayan Yüce Allah, haksızlığa uğrayan kullarına bir kısım ruhsatlar tanımaktadır ki onlardan biri şudur:

148. Allah çirkin sözün, açıkça söylenmesinden asla hoşlanmaz. Ancak zulme uğrayan kimsenin durumu başkadır. Allah, her şeyi hakkiyle işitir ve kemâliyle bilir.

Rivayete göre bir adam bir kavme misafir olmuştu. Onu misafir etmede, yedirip içirmede kötü davrandılar da onlardan şikâyette bulundu. Bu âyet-i kerîme, onun şikâyette bulunmasına ruhsat tanımak üzere nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 189)

Bir diğer rivayete göre Peygamber Efendimiz’in de hazır bulunduğu bir mecliste bir adam Hz. Ebubekir’in aleyhinde konuştu. Ebubekir cevap vermedi. Adam konuşmaya devam edince dayanamadı ve cevap verdi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.s.) kalkıp meclisten ayrılmak istedi. Ebubekir: “Ey Allah’ın Rasûlü, bu adam benim aleyhimde konuşurken oturuyordun, ben cevap verince çıkmaya davrandın?!” dedi. Efendimiz: “O, senin aleyhinde konuşurken bir melek senin yerine o adama cevap veriyordu. Fakat sen cevap verince melek gitti, yerine şeytan gelip oturdu” buyurdu ve bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Ebû Dâvûd, Edeb 41/4896; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XI, 72)

Allah Teâlâ, ne fiil ne de söz olarak, ne gizli ne de âşikâr kötülüğün hiç birini sevmez. Kötü fiil şöyle dursun, kötülüğün söz kabilinden olarak bile meydana konulmasını istemez. Sadece sözle bile olsa kötülük ilan edildiği ve açıklandığı zaman oraya ilâhî gazap ve azap iner. Ancak zulüm ve haksızlığa uğrayan kişi bundan müstesnâdır. Zulme uğramış, hakkına tecavüz edilmiş olan kimse feryat edebilir, zalim aleyhine bağıra bağıra beddua edebilir yahut ondan yakınarak kötülüklerini söyleyebilir, hatta kötü sözlerine misliyle karşılıkta bulunabilir.

Hasan Basri (r.h.), şu üç şahıs aleyhinde konuşmanın gıybet olmayacağını söyler. Bunlar; zâlim sultan, açıktan günah işleyen fâsık, insanları kendi uydurduğu bidate çağıran bidatçi kimsedir.

“Allah çirkin sözün, açıkça söylenmesinden asla hoşlanmaz. Ancak zulme uğrayan kimsenin durumu başkadır” (Nisâ 4/148) âyetinden şöyle bir işârî mâna anlamak mümkündür: “Allah, avâmın kötü ve çirkin sözleri açıkça söylemesini, havâssın kendi kendine söylemesini, ehassu’l-havâssın ise gönlünden geçirmesini sevmez. Ancak beşer olması hasebiyle istemeyerek bir mâsiyet işlemesi veyâ zorlanması sebebiyle haksızlığa uğrayan kimseler bunun hâricindedir.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, II, 381)

Ancak ister fiilî olsun ister kavlî olsun açık veya gizli yapılan bütün iyiliklerin ve kendimize yapılan kötülük ve haksızlıkları affetmenin Allah katında büyük mükâfatı vardır. Özellikle “Siz, açık veya gizli bir iyilik yaptığınızda” (Nisâ 4/149) ifadesiyle söze başlanması kötülüğü bağışlamaya teşvik için bir giriştir. Zaten ardından da Allah’ın affediciliği ve her şeye kâdir olduğu zikredilmiştir. Buradan, Allah’ın razı olduğu davranışın, cezalandırmaya gücü yeterken affetmek olduğu anlaşılmaktadır. Gerçekten de Allah âsîleri cezalandırmaya ve onlardan intikam almaya muktedir olduğu halde çok affedicidir. Demek ki intikam almaya gücü yettiği halde affetmek Allah’ın ahlâkındandır. Mü’minlerin de Allah’ın bu ahlâkına ve değişmez kanununa uymaları gerekir. Bu âyetlerde mazluma, intikam almak için ruhsat verildikten sonra güzel ahlâk prensibine uyarak af yolunu tercih etmesine de teşvik vardır. Nitekim bir diğer âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Bununla beraber kim affeder ve böylece düşmanlığı sona erdirip barışı sağlarsa, onun mükâfatı Allah’a aittir…” (Şûrâ 42/40)

Af ve iyilikten yana hiçbir nasibi olmayıp Allah’ı ve peygamberleri inkâr edenlere gelince:

149. Siz, açık veya gizli bir iyilik yaptığınızda ya da size yapılan bir kötülüğü bağışladığınızda, şunu bilin ki Allah da sizi affedecektir. Çünkü Allah, çok affedicidir, her şeye gücü yetendir.

Rivayete göre bir adam bir kavme misafir olmuştu. Onu misafir etmede, yedirip içirmede kötü davrandılar da onlardan şikâyette bulundu. Bu âyet-i kerîme, onun şikâyette bulunmasına ruhsat tanımak üzere nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 189)

Bir diğer rivayete göre Peygamber Efendimiz’in de hazır bulunduğu bir mecliste bir adam Hz. Ebubekir’in aleyhinde konuştu. Ebubekir cevap vermedi. Adam konuşmaya devam edince dayanamadı ve cevap verdi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.s.) kalkıp meclisten ayrılmak istedi. Ebubekir: “Ey Allah’ın Rasûlü, bu adam benim aleyhimde konuşurken oturuyordun, ben cevap verince çıkmaya davrandın?!” dedi. Efendimiz: “O, senin aleyhinde konuşurken bir melek senin yerine o adama cevap veriyordu. Fakat sen cevap verince melek gitti, yerine şeytan gelip oturdu” buyurdu ve bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Ebû Dâvûd, Edeb 41/4896; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XI, 72)

Allah Teâlâ, ne fiil ne de söz olarak, ne gizli ne de âşikâr kötülüğün hiç birini sevmez. Kötü fiil şöyle dursun, kötülüğün söz kabilinden olarak bile meydana konulmasını istemez. Sadece sözle bile olsa kötülük ilan edildiği ve açıklandığı zaman oraya ilâhî gazap ve azap iner. Ancak zulüm ve haksızlığa uğrayan kişi bundan müstesnâdır. Zulme uğramış, hakkına tecavüz edilmiş olan kimse feryat edebilir, zalim aleyhine bağıra bağıra beddua edebilir yahut ondan yakınarak kötülüklerini söyleyebilir, hatta kötü sözlerine misliyle karşılıkta bulunabilir.

Hasan Basri (r.h.), şu üç şahıs aleyhinde konuşmanın gıybet olmayacağını söyler. Bunlar; zâlim sultan, açıktan günah işleyen fâsık, insanları kendi uydurduğu bidate çağıran bidatçi kimsedir.

“Allah çirkin sözün, açıkça söylenmesinden asla hoşlanmaz. Ancak zulme uğrayan kimsenin durumu başkadır” (Nisâ 4/148) âyetinden şöyle bir işârî mâna anlamak mümkündür: “Allah, avâmın kötü ve çirkin sözleri açıkça söylemesini, havâssın kendi kendine söylemesini, ehassu’l-havâssın ise gönlünden geçirmesini sevmez. Ancak beşer olması hasebiyle istemeyerek bir mâsiyet işlemesi veyâ zorlanması sebebiyle haksızlığa uğrayan kimseler bunun hâricindedir.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, II, 381)

Ancak ister fiilî olsun ister kavlî olsun açık veya gizli yapılan bütün iyiliklerin ve kendimize yapılan kötülük ve haksızlıkları affetmenin Allah katında büyük mükâfatı vardır. Özellikle “Siz, açık veya gizli bir iyilik yaptığınızda” (Nisâ 4/149) ifadesiyle söze başlanması kötülüğü bağışlamaya teşvik için bir giriştir. Zaten ardından da Allah’ın affediciliği ve her şeye kâdir olduğu zikredilmiştir. Buradan, Allah’ın razı olduğu davranışın, cezalandırmaya gücü yeterken affetmek olduğu anlaşılmaktadır. Gerçekten de Allah âsîleri cezalandırmaya ve onlardan intikam almaya muktedir olduğu halde çok affedicidir. Demek ki intikam almaya gücü yettiği halde affetmek Allah’ın ahlâkındandır. Mü’minlerin de Allah’ın bu ahlâkına ve değişmez kanununa uymaları gerekir. Bu âyetlerde mazluma, intikam almak için ruhsat verildikten sonra güzel ahlâk prensibine uyarak af yolunu tercih etmesine de teşvik vardır. Nitekim bir diğer âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Bununla beraber kim affeder ve böylece düşmanlığı sona erdirip barışı sağlarsa, onun mükâfatı Allah’a aittir…” (Şûrâ 42/40)

Af ve iyilikten yana hiçbir nasibi olmayıp Allah’ı ve peygamberleri inkâr edenlere gelince:

150. Allah’ı ve peygamberlerini inkâr eden, Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmak isteyen ve “peygamberlerin bir kısmına inanırız, bir kısmına inanmayız” deyip, böylece iman ile küfür arasında bir yol tutmaya çalışanlara gelince:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
151. İşte bunlar gerçek mânada kâfirdirler. Biz de kâfirler için alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.

Allah katında yegâne makbul din, iman ve tevhid esası üzerine kurulmuş İslâm dinidir. Allah’ın gönderdiği bütün peygamberler, Allah adına davette bulunmuşlar ve temel esaslar itibariyle hep aynı dini tebliğ etmişlerdir. Dolayısıyla iman açısından Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmak ve aynı şekilde peygamberler arasında bir ayrıma gitmek doğru değildir; apaçık bir küfürdür.

Burada üç grup kâfirden bahsedilmektedir:

- Hem Allah’ı hem de peygamberlerini inkâr edenler, hiç birine iman etmeyenler. Müşrikler, dinsizler ve ateistler bu gruba girer.

- İman etme bakımından Allah ile peygamberi birbirinden ayıranlar, yani Allah’a iman iddiasında bulunup da peygamberlere inanmayanlar.

- Peygamberlerden bazısına inanıp bazısına inanmayanlar. Yahudi ve hıristiyanlar bu gruba girmektedir. Özellikle Peygamber Efendimiz’e iman etmemeleri tenkit edilmektedir.

Bu davranışların hepsi küfür, bunu sergileyenler de kâfirdir. Çünkü imanla küfür, hakla bâtıl arasında orta bir mertebe yoktur. Bir peygamberi inkâr bütün peygamberleri inkâr, peygamberleri inkâr ise Allah’ı inkâr demektir.

Günümüzde özellikle müsteşriklerin gündeme getirdiği iddialar ve bunların bir kısım modernistler tarafından yüksek sesle dillendirilmesi sonucu, Peygamberimiz (s.a.s.) ve onun sünneti hakkında Kur’an’ın bu konudaki yaklaşımına kesinlikle uymayan bir kısım inkârî temayüller baş göstermiştir. Kur’ân-ı Kerîm’den anladığımıza göre “Peygamber”, yeryüzünde Allah’ın temsilcisidir. O, Allah’tan din vahyini almakta, Allah adına konuşmakta, Allah adına karar verip iş yapmaktadır. Bizim Allah hakkında, din hakkında ve dinin bahsettiği bütün hususlarda sahip olduğumuz bilgiler, bütünüyle Peygamber (s.a.s.)’in verdiği bilgilere dayanmaktadır. Çünkü bu mânada Allah ile irtibat halinde bulunup söz söyleme yetkisine sahip tek kişi odur. Bu sebepledir ki, Allah Teâlâ pek çok âyette kendisi ile beraber Peygamber’e itaati emretmiş ve “Peygamber’e itaatin aynen kendine itaat” (bk. Nisâ 4/80) olduğunu haber vermiştir. Kulun Allah’ı sevip O’nun af ve mağfiretine ulaşabilmesini Peygamberi’ne uymaya bağlamıştır. (bk. Âl-i İmran 3/31) O halde Peygamber (s.a.s.)’i ve onun sünnetini devre dışı bırakmaya çalışmak, bununla ilgili kalplere şüphe tohumları atmak gibi hâince ve şeytanca teşebbüsler, “Allah ile peygamberlerin” arasını ayırmaya yeltenmekten başka bir şey değildir. Bunu bilinçli planlayanlar ve uygulayanlar kapkaranlık küfür dehlizlerinde bulundukları gibi, bilerek veya bilmeyerek buna alet olanlar da aynı küfür dehlizlerine doğru süratle yol almaktadırlar. Kurtuluş için bu bâtıl yoldan dönüş gereklidir ki, bir sonraki âyet bunun çaresini öğretmektedir:

152. Allah’a ve peygamberlerine inanıp peygamberlerin arasını ayırmayanlara gelince, Allah onlara yakında mükâfatlarını verecektir. Allah, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.

Makbul iman, Allah’a ve peygamberlerine inanmak ve iman itibariyle onlar arasında bir ayırıp yapmamaktır. Bu şekilde inanıp gereğini yapanlar ebedî mükâfata, ilâhî mağfiret ve rahmete nâil olacaklardır.

Şimdi de, peygamberlere karşı sergilenen menfi tavra misal olarak Ehl-i kitabın hâli gözler önüne serilmekte ve müslümanların bu konuda dikkatli olmaları istenmektedir:

153. Rasûlüm! Ehl-i kitâp senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyorlar. Buna aldırış etme. Çünkü onlar Mûsâ’dan daha büyüğünü istemiş, “Bize Allah’ı açıkça göster!” demişlerdi. Derken, böyle küstahça istekleri yüzünden onları hemen yıldırım çarpmıştı. Sonra, kendilerine apaçık deliller ve mûcizeler gelmesine rağmen buzağıyı tanrı edinmişlerdi. Yine de bütün bunları affetmiş; Mûsâ’ya da apaçık bir delil, kudret ve hâkimiyet vermiştik.

Rivayete göre yahudilerin Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’e: “Ey Muhammed, eğer gerçekten peygamber isen Mûsâ’nın getirdiği gibi kitabı gökten bize bir defada toptan getir” demeleri üzerine bu âyet-i kerîme nâzil olmuştur. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 189) Diğer bir rivayete göre ise bir grup yahudinin Peygamberimiz’e gelip “Mûsâ’nın Allah katından levhaları getirdiği gibi sen de bize Allah katından levhalar getir ki seni tasdik edelim” diye istekte bulunmaları üzerine nâzil olmuştur. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, VI, 10)

Ehl-i kitap, iman edeceklerinden dolayı değil tamamen işi yokuşa sürmek ve peygamberi zor durumda bırakmak niyetiyle Allah Resûlü (s.a.s.)’den böyle bir talepte bulunmuşlardır. Nitekim Hz. Mûsâ’dan bundan daha büyük bir şey istemişler: “Allah’ı açıkça görmedikçe sana iman etmeyeceğiz!” demişler ve gözleri göre göre kendilerini yıldırım çarpmıştı. Sonra şükretmeleri için ölümlerinin ardından Allah onları tekrar diriltmişti. (bk. Bakara 2/55-56) Fakat fazla geçmeden, Hz. Mûsâ’nın gösterdiği beyaz el, asa, denizin yarılması gibi Allah’ın varlığına, birliğine ve kudretine açıkça delâlet eden mûcizeleri görmelerine rağmen buzağıyı ilâh edinmişlerdi. (bk. Bakara 2/51; Tâhâ 20/83-89)

“Mûsâ’ya verilen apaçık delil”den maksat, gösterdiği mûcizelerdir. Çünkü o, bunlar vesilesiyle peygamberliğini ispat etmiş, muhâliflerini kıpırdamayacak şekilde susturmuş ve onlar üzerinde nüfûz ve hâkimiyetini kurmuştur.

Diğer taraftan:

154. Verdikleri sözde durmaları için dağı üzerlerine kaldırmış ve: “Şehrin kapısından secde ederek, emirlerimize boyun eğerek girin!” demiştik. Yine onlara: “Cumartesi yasağını hiçe sayarak haddi aşmayın!” buyurmuş ve onlardan pek sağlam bir söz almıştık.

Yahudiler, ıslahı zor bir millet oldukları için, Allah Teâlâ emirlerini yerine getirmek üzere onlardan söz alırken ve onlardan sözlerinde durmalarını isterken dağı üzerlerine bir gölge gibi kaldırmış; bunları dine kâmil bir imanla değil, dağın altında kafalarını ezecek gibi bir vaziyette bağlamıştır. (bk. Bakara 2/63; A‘râf 7/171) Onlara verilen emirlerden ikisi de şehrin kapısından başlarını eğip secde eder vaziyette girmeleri (bk. Bakara 2/58) ve balık tutmak gibi yasak işler yaparak cumartesi gününün mahremiyetini çiğnememeleri ve haddi aşmamalarıdır. (bk. Bakara 2/65-66)

Yahudilerin lânete uğramalarının ve kalplerinin mühürlenmesinin sebepleri ise şöyle beyân edilir:

155. Fakat verdikleri sözden dönmeleri, Allah’ın âyetlerini inkâr etmeleri, peygamberleri haksız yere öldürmeleri ve: “Kalplerimiz perdelidir” demeleri yüzünden biz onları lânetledik. Aslında Allah, onların kalplerini inkârları yüzünden mühürlemiştir. Artık pek azı dışında onlar iman etmezler.

Sözkonusu edilen sebepler şunlardır:

- Allah’ın emirlerini yapıp yasaklarından kaçınacaklarına dair verdikleri sözü bozmaları,

- Allah’ın âyetlerini, ilâhî hükümleri haber veren açık delillerini ve peygamberler eliyle gösterdiği mûcizelerini inkâr etmeleri,

- Peygamberleri haksız yere öldürmeleri,

- “Kalbimiz perdelidir, ne söylense tesir etmez, dolayısıyla yapılan telkinlerin hiç biri kulağımıza girmez” veya “kalbimiz ilim kaplarıdır, ilimle doludur, yeni bir bilgiye, yeni bir peygamberin davetine ihtiyacımız yok” demeleri,

- Allah’ın, bir erkek aracılığı olmaksızın çocuk yaratabilecek kudrette olduğuna inanmadıklarından dolayı Hz. Meryem hakkında zina ettiğine dair büyük bir iftirada bulunmaları,

- “Biz, Allah’ın Rasûlü Meryem oğlu İsa Mesih’i öldürdük” demeleridir.

Demek ki onlar, peygamber olduğunu bildikleri Hz. İsa’yı öldürmeyi istemişler ve buna azmetmişlerdi. Fakat onu ne öldürebildiler, ne de çarmıha gerip asabildiler. Zira o dönemde idamlar çarmıha germek suretiyle yapılır, mahkumlar çarmıhta bir müddet kaldıktan sonra kemikleri, özellikle de omurga kemikleri kırılıp omiriliği çıkarılarak öldürülürdü. Ancak Hz. İsa’nın yerini haber veren ihbarcı ona benzetilmiş ve çarmıha gerilerek o katledilmiştir. Hz. İsa’yı ise Allah Teâlâ, yahudilerin elinden kurtarmış, akıl yoluyla mâhiyetini tam olarak bilemeyeceğimiz bir yolla kendine, kendi katına yükseltmiştir. Fakat meselenin nasıl vuku bulduğu ve ayrıntıları konusunda bir açıklama yapılmamıştır. Ne Allah’ın onu bedeniyle birlikte yeryüzünden gökteki bir yere yükselttiği, ne de onun diğer insanlar gibi ölüp ruhunun göğe yükseltildiği belirtilmemiştir. Mesele o kadar kapalı bir dille anlatılmıştır ki, bu hadise hakkında, onun olağanüstü ve mûcizevi olduğunu söylemekten başka bir değerlendirme yapmak imkânsız gibidir. Evet Hz. İsa Allah’a yükseltilmiştir; kıyamete yakın tekrar dünyaya gelecek ve Peygamber Efendimiz’in izinde İslâm’ın tebliğini yapacaktır. Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Hz. İsa, üzerinde kızıl toprak renginde iki elbise olduğu hâlde iner; haçı kırar, domuzu öldürür, cizyeyi kaldırır, insanları İslâm’a çağırır. Allah, onun zamanında İslâm hâriç bütün dinleri ortadan kaldırır. Yeryüzüne emniyet gelir. Bunun bereketiyle arslanlar develerle otlar. Çocuklar, yılanlarla oynar.” (İbn Mâce, Fiten 33/4077)

Bir başka hadîs-i şerîf de şöyledir:

“Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemîn ederim ki, Meryem oğlu İsa’nın, İslâm şerîati ile hükmedecek adâletli bir hâkim olarak aranıza ineceği, haçları kırıp, domuzları öldüreceği, Ehl-i kitâptan cizyeyi kaldıracağı (yâni Ehl-i kitâbın da müslüman olup yahudilik ve hıristiyanlığın kalkacağı) vakit yakındır. O zaman mal öylesine artar ki, kimse onu kabul etmez; tek bir secde, dünya ve içindekilerin tamâmından daha hayırlı olur.” Bu hadîs-i şerîfi rivayet eden Ebû Hüreyre (r.a.) rivayetinin sonunda der ki: “Dilerseniz şu âyeti okuyun: « Ehl-i kitaptan her biri ölümünden önce ona mutlaka iman edecek; o da kıyamet günü onlar aleyhinde şâhit olacaktır.» (Nisâ 4/159)” (Buhârî, Büyû 102, Enbiyâ 49; Müslim, İman 242)

Âyette bahsedilen “İsa hakkında anlaşmazlığa düşenler”den maksat hıristiyanlardır. Onların Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesi konusunda ortak bir inançları yoktur. Bir inanca göre çarmıha gerilen kişi Hz. İsa değil, ona çok benzeyen bir adamdı. Başka bir görüşe göre, çarmıha gerilen kişi Hz. İsa idi, fakat çarmıhta ölmemişti ve çarmıhtan indirildiğinde yaşıyordu. Bazıları da Hz. İsa’nın çarmıhta öldüğüne, daha sonra tekrar dirilip havarileriyle birçok kez buluşup, konuştuğuna inanırlar. Bir kısmı ondan Kutsal Ruh’un çıkarıldığını söylerler. Bazıları da Hz. İsa’nın ölümünden sonra, insan vücudu içinde dirildiğini ve bu vücut içinde yükseltildiğini söyler. Tüm bunlar, hıristiyanların bu konuda gerçek bir bilgiye sahip olmadıklarını, farklı görüşlerini sadece tahminlere dayandırdıklarını ve bir şüphe içinde bulunduklarını gösterir.

Sonuç olarak:

“Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Ey muhâcirler topluluğu! Beş haslet vardır ki, size ulaşıp da onlarla imtihan olunmanızdan Allah’a sığınırım. 1. Bir toplumda fuhuş çoğalır ve alenen işlenirse orada vebâ, salgın hastalıklar ve mûsibetler önceden görülmemiş bir şekilde artar, çığ gibi büyür. 2. Ölçü ve tartıyı eksik tutarlarsa onlar yıllarca süren bir yokluğa, rızık darlığına mâruz kalırlar ve idarecileri onlara haksızlık eder. 3. Eğer mallarının zekâtını vermezlerse orada kuraklık hüküm sürer. Hayvanlar olmasa yağmur bile yağmaz. 4. Allah’a ve Rasûlü’ne verdikleri ahdi bozarlarsa Allah onlara kendilerinden olmayan bir düşman Mûsâllat eder de, o düşman ellerindekinin bir kısmını alır. 5. Liderleri Allah’ın kitabıyla hükmetmez ve başkalarını Allah’ın indirdiklerine tercih ederlerse Allah onların cezalarını kendi içlerinde kılar.” (İbn Mâce, Fiten 22/4019; Ali el-Müttaki, Kenzu’l-Ummâl, XVI, 80)

156. Bu lânet ve mühürleme, küfürde ısrarla devamları ve babasız çocuk doğurması sebebiyle Meryem’e büyük bir iftira atmaları yüzündendir.

157. Bir de: “Biz, Allah’ın Rasûlü Meryem oğlu İsa Mesih’i öldürdük” demeleri yüzünden. Oysa onlar İsa Mesih’i ne öldürebildiler ne de çarmıha gerebildiler. Öldürdükleri başkası idi, fakat onlara İsa gibi gösterildi. Şüphesiz ki İsa hakkında anlaşmazlığa düşenler, onun öldürülmesi hususunda da şüphe içindedirler. Bu konuda zanna tâbi olmaktan başka hiçbir bilgileri yoktur. Kesin olan şu ki, onu öldüremediler:

158. Bilakis Allah onu kendi katına yükseltti. Allah, kudreti dâimâ üstün gelen, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olandır.

Sözkonusu edilen sebepler şunlardır:

- Allah’ın emirlerini yapıp yasaklarından kaçınacaklarına dair verdikleri sözü bozmaları,

- Allah’ın âyetlerini, ilâhî hükümleri haber veren açık delillerini ve peygamberler eliyle gösterdiği mûcizelerini inkâr etmeleri,

- Peygamberleri haksız yere öldürmeleri,

- “Kalbimiz perdelidir, ne söylense tesir etmez, dolayısıyla yapılan telkinlerin hiç biri kulağımıza girmez” veya “kalbimiz ilim kaplarıdır, ilimle doludur, yeni bir bilgiye, yeni bir peygamberin davetine ihtiyacımız yok” demeleri,

- Allah’ın, bir erkek aracılığı olmaksızın çocuk yaratabilecek kudrette olduğuna inanmadıklarından dolayı Hz. Meryem hakkında zina ettiğine dair büyük bir iftirada bulunmaları,

- “Biz, Allah’ın Rasûlü Meryem oğlu İsa Mesih’i öldürdük” demeleridi.

Demek ki onlar, peygamber olduğunu bildikleri Hz. İsa’yı öldürmeyi istemişler ve buna azmetmişlerdi. Fakat onu ne öldürebildiler, ne de çarmıha gerip asabildiler. Zira o dönemde idamlar çarmıha germek suretiyle yapılır, mahkumlar çarmıhta bir müddet kaldıktan sonra kemikleri, özellikle de omurga kemikleri kırılıp omiriliği çıkarılarak öldürülürdü. Ancak Hz. İsa’nın yerini haber veren ihbarcı ona benzetilmiş ve çarmıha gerilerek o katledilmiştir. Hz. İsa’yı ise Allah Teâlâ, yahudilerin elinden kurtarmış, akıl yoluyla mâhiyetini tam olarak bilemeyeceğimiz bir yolla kendine, kendi katına yükseltmiştir. Fakat meselenin nasıl vuku bulduğu ve ayrıntıları konusunda bir açıklama yapılmamıştır. Ne Allah’ın onu bedeniyle birlikte yeryüzünden gökteki bir yere yükselttiği, ne de onun diğer insanlar gibi ölüp ruhunun göğe yükseltildiği belirtilmemiştir. Mesele o kadar kapalı bir dille anlatılmıştır ki, bu hadise hakkında, onun olağanüstü ve mûcizevi olduğunu söylemekten başka bir değerlendirme yapmak imkânsız gibidir. Evet Hz. İsa Allah’a yükseltilmiştir; kıyamete yakın tekrar dünyaya gelecek ve Peygamber Efendimiz’in izinde İslâm’ın tebliğini yapacaktır. Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Hz. İsa, üzerinde kızıl toprak renginde iki elbise olduğu hâlde iner; haçı kırar, domuzu öldürür, cizyeyi kaldırır, insanları İslâm’a çağırır. Allah, onun zamanında İslâm hâriç bütün dinleri ortadan kaldırır. Yeryüzüne emniyet gelir. Bunun bereketiyle arslanlar develerle otlar. Çocuklar, yılanlarla oynar.” (İbn Mâce, Fiten 33/4077)

Bir başka hadîs-i şerîf de şöyledir:

“Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemîn ederim ki, Meryem oğlu İsa’nın, İslâm şerîati ile hükmedecek adâletli bir hâkim olarak aranıza ineceği, haçları kırıp, domuzları öldüreceği, Ehl-i kitâptan cizyeyi kaldıracağı (yâni Ehl-i kitâbın da müslüman olup yahudilik ve hıristiyanlığın kalkacağı) vakit yakındır. O zaman mal öylesine artar ki, kimse onu kabul etmez; tek bir secde, dünya ve içindekilerin tamâmından daha hayırlı olur.” Bu hadîs-i şerîfi rivayet eden Ebû Hüreyre (r.a.) rivayetinin sonunda der ki: “Dilerseniz şu âyeti okuyun: « Ehl-i kitaptan her biri ölümünden önce ona mutlaka iman edecek; o da kıyamet günü onlar aleyhinde şâhit olacaktır.» (Nisâ 4/159)” (Buhârî, Büyû 102, Enbiyâ 49; Müslim, İman 242)

Âyette bahsedilen “İsa hakkında anlaşmazlığa düşenler”den maksat hıristiyanlardır. Onların Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesi konusunda ortak bir inançları yoktur. Bir inanca göre çarmıha gerilen kişi Hz. İsa değil, ona çok benzeyen bir adamdı. Başka bir görüşe göre, çarmıha gerilen kişi Hz. İsa idi, fakat çarmıhta ölmemişti ve çarmıhtan indirildiğinde yaşıyordu. Bazıları da Hz. İsa’nın çarmıhta öldüğüne, daha sonra tekrar dirilip havarileriyle birçok kez buluşup, konuştuğuna inanırlar. Bir kısmı ondan Kutsal Ruh’un çıkarıldığını söylerler. Bazıları da Hz. İsa’nın ölümünden sonra, insan vücudu içinde dirildiğini ve bu vücut içinde yükseltildiğini söyler. Tüm bunlar, hıristiyanların bu konuda gerçek bir bilgiye sahip olmadıklarını, farklı görüşlerini sadece tahminlere dayandırdıklarını ve bir şüphe içinde bulunduklarını gösterir.
Sonuç olarak:

“Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Ey muhâcirler topluluğu! Beş haslet vardır ki, size ulaşıp da onlarla imtihan olunmanızdan Allah’a sığınırım. 1. Bir toplumda fuhuş çoğalır ve alenen işlenirse orada vebâ, salgın hastalıklar ve mûsibetler önceden görülmemiş bir şekilde artar, çığ gibi büyür. 2. Ölçü ve tartıyı eksik tutarlarsa onlar yıllarca süren bir yokluğa, rızık darlığına mâruz kalırlar ve idarecileri onlara haksızlık eder. 3. Eğer mallarının zekâtını vermezlerse orada kuraklık hüküm sürer. Hayvanlar olmasa yağmur bile yağmaz. 4. Allah’a ve Rasûlü’ne verdikleri ahdi bozarlarsa Allah onlara kendilerinden olmayan bir düşman Mûsâllat eder de, o düşman ellerindekinin bir kısmını alır. 5. Liderleri Allah’ın kitabıyla hükmetmez ve başkalarını Allah’ın indirdiklerine tercih ederlerse Allah onların cezalarını kendi içlerinde kılar.” (İbn Mâce, Fiten 22/4019; Ali el-Müttaki, Kenzu’l-Ummâl, XVI, 80)

159. Ehl-i kitaptan her biri ölümünden önce ona mutlaka iman edecek; o da kıyâmet günü onlar aleyhinde şâhit olacaktır.

Kendilerine ölüm gelip çatmadan önce yahudiler Hz. İsa’yı yalanlamaktan, hıristiyanlar da ona ulûhiyet isnadından tevbe ederek Hz. İsa’ya olması gereken şekilde iman etmek zorundadırlar. Ölüm anı gelip tevbe kapısı kapanmadan tevbe edip imana gelmelidirler. Zira âhiret perdelerinin aralandığı o zamanda imanın faydası olmayacaktır. (bk. Nisâ 4/18) Böylelikle kâfir olarak ruhlarını teslim edecekleri için Hz. İsa kıyamet günü onlara şâhit olacak, hıristiyanlar aleyhinde: “Ey Rabbbim, bunlar bana ilâh ve Allah’ın oğlu” dediler, diye; yahudiler aleyhinde de: “Ey Rabbim bunlar beni yalanladılar” diye şâhitlik yapacaktır.

Özellikle yahudilerin, Allah’ın gazabına uğramalarına sebep olan daha başka zulümleri de vardır:

160. Yahudilerin yaptıkları zulümler ve pek çok kimseyi Allah yolundan alıkoymaları yüzünden daha önce kendilerine helâl kılınmış olan bir kısım temiz ve hoş yiyecekleri biz onlara haram kıldık.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
161. Bir de kendilerine yasaklandığı halde faiz almaları ve haksız yollarla insanların mallarını yemeleri yüzünden. İçlerinden kâfir olanlara can yakıcı bir azap hazırladık.

Yenmesi meşrû ve helâlken zulümleri ve burada sayılan diğer günahları ve azgınlıkları sebebiyle yahudilere haram kılınan şeyler, En‘âm sûresinde şöyle açıklanmıştır:

“Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kılmıştık. Sığır ve koyunların sırt ve bağırsaklarına yapışmış yahut kemiğe karışmış yağları dışındaki tüm iç yağlarını da onlara haram kılmıştık. Azgınlıkları yüzünden biz onları böyle cezalandırdık. Gerçekten biz gerçeği söyleriz.” (En‘âm 6/146)

Burada şöyle bir inceliğe dikkat çekilebilir: Rabbimiz, yahudiler hakkında: “Biz onlara temiz ve iyi şeyleri haram kıldık” (Nisâ 4/160) buyurur. Ümmet-i Muhammed hakkında ise “O Peygamber temiz ve hoş olan bütün yiyecek ve içecekleri onlara helâl, kötü ve pis olan şeyleri ise onlara haram kılmaktadır” (A‘râf 7/157) ve “Allah’ın size verdiği helâl ve temiz rızıklardan yiyin” (Mâide 5/88) buyurmuştur. Dolayısıyla ümmet-i Muhammed’e yani bize günahlarımızdan ötürü herhangi bir şey haram kılınmamıştır. Allah Teâlâ bizi bu âyetlerle temiz ve güzel olan şeylerin haram kılınmasından emniyette kıldığı gibi, inşallah âhirette de bizi acı bir azaptan emniyette kılacaktır. Çünkü âyet-i kerîmede temiz ve güzel olan şeylerin haram kılınması ile âhirette acı bir azap hazırlanması beraber zikredilmiştir. Âlimlerimiz bu gibi âyetlerden ilhamla: “Yasakları çiğnemek, mübah olanların haram kılınmasını gerektirir. Mübah olan şeylerde İsrâfa düşmek ise, münacâttan, Allah’a gönülden yalvarış ve yakarıştan mahrum olmayı gerektirir” demişlerdir. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, II, 390)

Fakat yahudilerin hepsi aynı durumda değildir:

162. Fakat onlardan ilimde derinleşmiş olanlar ile, sana indirilene ve senden önce indirilen kitaplara iman eden mü’minlere; özellikle namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, Allah’a ve âhiret gününe iman edenlere pek büyük bir mükâfat vereceğiz.

“İlimde derinleşmiş olanlar”; eğrilikten hoşlanmayan, ilim yolunda sağlam duran, neyi bildiğini neyi bilmediğini seçebilen, bildikleri sayesinde bilmediklerinin önemini mümkün mertebe çözebilen, Allah katından gelen bilgiler hakkında en küçük bir şüphe duymayan ve bildikleriyle amel eden gerçek ilim sahibi kimselerdir. (bk. Âl-i İmrân 3/7)

Âyet-i kerîmede ilimleri bu mertebeye erişen âlimlerin; bütün isim, sıfat ve fiilleriyle Allah’ı, Allah’ın hükümlerini, emir ve yasaklarını bilip, bunlara göre amel ettikleri beyân edilir. Şöyle ki:

Onların, Allah’ın hükümlerini bilmeleri, “Onlar sana indirilen ve senden önce indirilen kitaplara iman ederler” (Nisâ 4/162) ifadesi ile açıklanmıştır.

Onların bildikleri ilâhî hükümler, emir ve yasaklarla amel etmeleri, “Onlar namazı dosdoğru kılar, zekâtı verirler” (Nisâ 4/162) tabiriyle anlatılmıştır. Burada en şerefli ibâdetlerden olmaları hasebiyle özellikle namaz ve zekât zikredilmiştir. Çünkü namaz, bedenî ibâdetlerin en şereflisi[1], zekât da mal ile yapılan ibâdetlerin en şereflisidir.

Onların isim, sıfat ve fiilleriyle Allah’ı tanımaları ise “Allah’a ve âhiret gününe iman ederler” (Nisâ 4/162) ifadesiyle haber verilmiştir. Şüphesiz en kıymetli bilgi, mebde’ ve meâd yani ilk yaratılış ve âhiret bilgisidir. Mebde’ bilgisi âyette, “Allah’a inanırlar” sözüyle, meâd bilgisi de, “âhiret gününe inanırlar” sözüyle anlatılmıştır. İşte bu üç vasfı kâmil mânada kendinde toplayan kimseler, Kur’an’ın ifadesiyle “râsih âlim” yani ilimde derinleşmiş âlim olma şerefine ererler. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XI, 85)

Bu şerefe en yüksek seviyede nâil olanlar şüphesiz ilâhî vahye mazhar olan peygamberlerdir. Resûlullah (s.a.s.) de o peygamberler silsilesinin hem serveri hem de son mührüdür:

Namaz, Arapça’da اَلصَّلٰوةُ (salât) kelimesiyle ifade edilir. “Salât” kelimesinin “ateş” anlamındaki اَلصَّلْيُ (es-salyu) kökünden türediği de söylenmiştir. Araplar eğri olan bir ağacı doğrultmak istedikleri zaman ateşe tutarlardı. Kulda da nefs-i emmâre bulunması sebebiyle bir eğrilik vardır. Kerîm olan Allah’ın zâtının heybeti ve celâli ise sıcaktır. Öyle ki eğer hicâbı kaldırılsa bu heybet ve celal ulaştığı her şeyi yakar. Mü’min namaza başlayınca işte bu celâle yönelir. Böylece namaz kılan kimseye Rabbânî azametin ve ilâhî kudretin manevî harâreti isâbet eder. Ateşin karşısına konulan odunda eğrilik kalmadığı gibi, namazını dosdoğru kılan mü’minde de eğrilik kalmaz. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, II, 391) Nitekim âyet-i kerîmede: “Namazı da dosdoğru kıl! Çünkü bütün şartlarına riâyet edilerek hakkiyle kılınan namaz, insanı her türlü hayasızlıktan, dînin ve aklın kabul etmediği şeylerden alıkoyar” (Ankebût 29/45) buyrulur.

163. Rasûlüm! Biz, Nûh’a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyediyoruz. Nitekim İbrâhim’e, İsmâil’e, İshâk’a, Yâkub’a onun soyundan gelen peygamberlere, İsa’ya, Eyyûb’e, Yûnus’a Hârûn’a ve Süleyman’a da vahyetmiştik. Dâvûd’a da Zebûr’u verdik.

Hz. Muhammed (s.a.s.) Efendimiz, ilk defa peygamberlik davasıyla ortaya çıkmış bir şahıs değildir. Nitekim âyet-i kerîmede:

“De ki: «Peygamber olarak gönderilen ilk kişi ben değilim. Bana veya size ne yapılacağını da bilemem. Ben, sadece bana vahyolunana uyarım; çünkü ben ancak apaçık bir uyarıcıyım»” (Ahkâf 46/9) buyrulur. Ondan önce isim ve kıssaları Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen ve zikredilmeyen pek çok peygamber gelmiş, Allah’tan vahiy almış ve bunu insanlara tebliğ etmişlerdir. Nitekim bunlardan bir kısmının ismi burada geçmektedir.

اَلزَبُورُ (Zebûr), kelime olarak “yazılı şey” mânasında olup, Hz. Dâvûd’a verilen kitabın adıdır. Kaynaklarda verilen bilgilere göre Zebûr yüz elli sûreden ibaret olup, bunlarda herhangi bir hüküm, helâl ve harama dair bir buyruk yoktu. Bu kitap bir takım hikmetli sözler ve öğütler ihtiva etmekteydi. (bk. Kurtubî, el-Câmi‘, VI, 17)

Peygamberlerin gönderiliş maksadı, iman edip davetlerini kabul edenleri cennetle müjdelemek, inkâr yolunu tutanları da cehennemle uyarmaktır. Üstelik peygamber geldikten sonra insanların kıyamette Allah’a karşı ileri sürebilecekleri bir bahaneleri kalmayacaktır. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Biz, peygamber göndermedikçe kimseye azap etmeyiz.” (İsrâ 17/15)

“Şayet biz, kitap ve peygamber göndermeden önce kendilerini aslında hak ettikleri bir felâketle helâk edecek olsaydık, bu takdirde: «Rabbimiz, ne olurdu bize bir peygamber gönderseydin de, böyle rezil ve perişan olmadan önce senin âyetlerine uysaydık!» diyeceklerdi.” (Tâhâ 20/134)

Peygamberlerin gelmediği dönemlerde yaşayan, yaşadıkları bölge itibariyle peygamberlerin tebliğlerine ulaşamayan veya bunlarla yeteri kadar irtibat kuramayan insanlar, sadece Allah’ın varlığı ve birliğini tanıyarak O’na inanmakla mesuldürler. Bunun dışında dinî bakımdan herhangi bir sorumlulukları yoktur. Fakat peygamberin davetini işitip dinin ne olduğunu anlayanlar, aynı şekilde sonraki asırlarda dünyaya geldiği halde dini doğru bir şekilde öğrenme imkânı bulanlar iman etmeyip inkâr yolunu tutarlarsa, bunun mutlaka cezasını çekeceklerdir.

Kur’ân-ı Kerîm’in gerçekliğine gelince:

Allah Teâlâ’nın Hz. Mûsâ ile konuşması hakkında A‘râf 7/143. âyetin tefsirinde izah yapılmıştır.

164. Bundan önce kıssalarını sana anlattığımız peygamberlere ve kendilerinden sana bahsetmediğimiz daha başka peygamberlere de vahyettik. Allah Mûsâ ile de özel bir şekilde konuştu.

165. Müjdeleyici ve korkutucu böyle nice peygamberler gönderdik; tâ ki peygamberlerden sonra insanların Allah’a karşı ileri sürebilecekleri bir bahaneleri kalmasın! Allah, kudreti dâimâ üstün gelen, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olandır.

Hz. Muhammed (s.a.s.) Efendimiz, ilk defa peygamberlik davasıyla ortaya çıkmış bir şahıs değildir. Nitekim âyet-i kerîmede:

“De ki: «Peygamber olarak gönderilen ilk kişi ben değilim. Bana veya size ne yapılacağını da bilemem. Ben, sadece bana vahyolunana uyarım; çünkü ben ancak apaçık bir uyarıcıyım»” (Ahkâf 46/9) buyrulur. Ondan önce isim ve kıssaları Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen ve zikredilmeyen pek çok peygamber gelmiş, Allah’tan vahiy almış ve bunu insanlara tebliğ etmişlerdir. Nitekim bunlardan bir kısmının ismi burada geçmektedir.

اَلزَبُورُ (Zebûr), kelime olarak “yazılı şey” mânasında olup, Hz. Dâvûd’a verilen kitabın adıdır. Kaynaklarda verilen bilgilere göre Zebûr yüz elli sûreden ibaret olup, bunlarda herhangi bir hüküm, helâl ve harama dair bir buyruk yoktu. Bu kitap bir takım hikmetli sözler ve öğütler ihtiva etmekteydi. (bk. Kurtubî, el-Câmi‘, VI, 17)

Peygamberlerin gönderiliş maksadı, iman edip davetlerini kabul edenleri cennetle müjdelemek, inkâr yolunu tutanları da cehennemle uyarmaktır. Üstelik peygamber geldikten sonra insanların kıyamette Allah’a karşı ileri sürebilecekleri bir bahaneleri kalmayacaktır. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Biz, peygamber göndermedikçe kimseye azap etmeyiz.” (İsrâ 17/15)

“Şayet biz, kitap ve peygamber göndermeden önce kendilerini aslında hak ettikleri bir felâketle helâk edecek olsaydık, bu takdirde: «Rabbimiz, ne olurdu bize bir peygamber gönderseydin de, böyle rezil ve perişan olmadan önce senin âyetlerine uysaydık!» diyeceklerdi.” (Tâhâ 20/134)

Peygamberlerin gelmediği dönemlerde yaşayan, yaşadıkları bölge itibariyle peygamberlerin tebliğlerine ulaşamayan veya bunlarla yeteri kadar irtibat kuramayan insanlar, sadece Allah’ın varlığı ve birliğini tanıyarak O’na inanmakla mesuldürler. Bunun dışında dinî bakımdan herhangi bir sorumlulukları yoktur. Fakat peygamberin davetini işitip dinin ne olduğunu anlayanlar, aynı şekilde sonraki asırlarda dünyaya geldiği halde dini doğru bir şekilde öğrenme imkânı bulanlar iman etmeyip inkâr yolunu tutarlarsa, bunun mutlaka cezasını çekeceklerdir.
Kur’ân-ı Kerîm’in gerçekliğine gelince:

Allah Teâlâ’nın Hz. Mûsâ ile konuşması hakkında A‘râf 7/143. âyetin tefsirinde izah yapılmıştır.

166. Allah, sana indirdiğini bizzat kendi ilmine dayalı olarak ve kendi ilmi dâhilinde indirdiğine şâhitlik etmektedir. Melekler de buna şâhitlik ederler. Aslında şâhit olarak Allah yeter.

Kâfirler inkâr etseler de Hz. Muhammed (s.a.s.) gerçek peygamber, O’na indirilen Kur’an da gerçek Allah kelâmıdır. Allah, Kur’an’ı kendine hâs bir ilim ile indirmiştir. O öyle ilâhî bir kelâmdır ki, böyle bir kitap indirmeye Allah’tan başka hiç kimsenin ilim ve kudreti yetişemez. Bütün insanlar ve cinler kıyâmete kadar ona karşı gelmekten acizdirler. Onun nazmındaki fesahat ve belagat incelikleri, muhtevâsındaki kapsamlılık ve derinliği, gayba ait mânalarındaki yüksek hakikatleri, hükümlerindeki hikmet ve güzellikleri ilâhî ilimden başkasının kuşatabilmesi mümkün değildir. Bu sebeple Kur’an-ı Mübîn, her şeyi bilen ve her yaptığını bilerek yapan Allah Teâlâ’nın ezeli ilmiyle indirdiği hak bir ferman, eşsiz bir mûcizedir. Bunun şâhidi de Allah ve melekleridir. Bir şeye Allah şâhit ise, onun doğruluğuna başka şâhit aramaya gerek yoktur. Bu şehâdet, Peygamber Efendimiz ve mü’minleri teselli etmekte, onların mânevi kuvvetlerini artırmakta ve bu ilâhî mesajı işitenleri Kur’an’a bu açıdan bakmaya teşvik etmektedir. Bu gerçeği inkâr edenleri ise cehennem ateşiyle şöyle uyarmaktadır:

167. Hal böyleyken Kur’an’ı inkâr edenler ve başkalarını da Allah yolundan alıkoyanlar, hiç şüphesiz haktan uzaklaşıp içinden çıkılmaz bir sapıklığa düşmüşlerdir.

168. Evet, o inkâr edenleri ve zulmedenleri Allah ne bağışlayacak, ne de onlara bir kurtuluş yolu gösterecektir.

169. Allah onlara ancak içinde ebedî olarak kalacakları cehennem yolununu gösterecektir. Bunu yapmak Allah için pek kolaydır.

Dinî hakîkatleri inkâr edenler, peygambere inanıp tâbi olmaları gerekirken ona sırt çevirmek suretiyle zulüm yolunu tutanlar, bu yetmiyormuş gibi başkalarını da çeşitli yalan ve hilelerle Allah’ın yolundan engellemeye çalışanlar gerçekten derin bir sapıklık içine düşmüşlerdir. Çünkü onlar kendileri haktan saptıkları gibi başkalarını saptırmışlardır. Böylece sapıklık onlarda, kurtuluşu olmayacak şekilde iyice kökleşmiştir. Bu sebeple bağışlanmaları ve doğru yolu bulmaları imkânsız hale gelmiştir. Tuttukları bu sapıklık yolunun neticesi ise içinde ebedi kalacakları cehennemdir. Yüce Rabbimiz tüm insanlığı böyle hazin bir sonuçtan sakındırmak içinşu davette bulunmaktadır:

170. Ey insanlar! Peygamber size Rabbinizden gerçeği getirdi; o halde kendi iyiliğiniz için ona inanın. Eğer inkâr ederseniz, şunu bilin ki göklerde ve yerde olan her şey Allah’ındır. Allah, hakkiyle bilen, her işi ve hükmü sağlam ve hikmetli olandır.

Görüldüğü üzere hitap, bütün insanlaradır. Onları, Allah Resûlü (s.a.s.)’in Rabbinden gerçeğin ta kendisi olarak getirdiği Kur’an’a imana ve İslâm’a tâbi olmaya davet etmektedir. İnsanların inkâr, zulüm ve haksızlık yollarını terk edip iman yolunu tercih etmeleri şüphesiz onların faydasına olacaktır. Zira dünya ve âhiret sâadetine ancak bu yoldan yürüyerek ulaşabileceklerdir. İnkâra saplanmaları ise ne kendilerine bir fayda sağlayacak, ne de Allah Teâlâ’ya bir zarar verebilecektir. Zira göklerde ve yerdeki her şeyin sahibi olan Allah, onların iman ve amellerine muhtaç olmadığı gibi, inkârlarından zarar görmekten de uzaktır. Bütün varlıklar, yaratma, mülk ve tasarruf bakımından Allah’a ait olup O’nun hükümranlığı dışına çıkamadıklarından, O yüce Yaratıcı, küfürleri sebebiyle onlara azap etmeye de kadirdir. Hem onlar inkâr etseler de, Allah’a ihlâsla kulluk eden ve emirlerine boyun eğen nice kulları olduğunu da asla unutmamalıdırlar.

Elest bezminde Rabbine kulluk sözü veren ve dünyaya imtihan için gelen insanın, kâbiliyet ve istidatları nispetinde büyük bir gayret göstererek yüceler yücesine tırmanabilmesi için iki hususa çok dikkat etmesi lazım gelir:

Resûlullah (s.a.v.)’i çok sevmek; O’nun sevgisini candan, malından, âile ve evlattan daha üstün tutmakdır.
Emrettiği ve yasakladığı bütün hususlarda Resûlullah (s.a.s.)’e gönülden tâbi olmaktır. Ancak bu yola kulun Allah Resûlü ile münâsebeti güçlenir ve ona tam olarak tâbi olmak sâyesinde kemâlin zirvesine doğru yol alır.

Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Benim ve Allah’ın beni size kendisiyle peygamber olarak gönderdiği İslâm’ın benzeri şu kimse gibidir ki, o kimse bir kavme gelerek: «Ben şu gözlerimle düşmanı gördüm. Görüyorsunuz, ben açık bir uyarıcıyım. Hemen kaçıp kurtulmaya bakın» der. Bâzıları onun sözüne inanarak hemen hareket edip gece boyunca giderek kurtulurlar, bir kısmı da onu yalanlayarak yerlerinde kalırlar. Sabahleyin düşman ansızın onları basar ve hepsini öldürür. İşte, bana itaat ederek Hak’tan getirdiklerime tabi olanlarla, bana isyan edip Hak’tan getirdiklerimi yalanlayanların misâli budur.” (Buhârî, İ‘tisam 2; Müslim, Fezâil 16)

Bu sebeple genel mânada bütün insanlık uyarılıp Peygamber’e ve Kur’an’a imana çağrılırken, özel olarak da Ehl-i kitap yanlışlarını terk edip doğru yolu kabule davet edilmektedir:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
171. Ey Ehl-i kitap! Dininizde aşırı gidip taşkınlık yapmayın ve Allah hakkında doğru olandan başkasını söylemeyin! Şunu bilin ki, Meryem oğlu İsa Mesih ancak Allah’ın peygamberi, Meryem’e ulaştırdığı kelimesi ve O’ndan bir ruhtur. O halde Allah’a ve peygamberlerine tam iman edin de “Allah üçtür” demeyin. Kendi iyiliğinize olarak bundan vazgeçin. Çünkü Allah, bir tek ilâhtır. Hâşâ O, çocuğu olmaktan pak ve uzaktır. Göklerde ne var, yer de ne varsa hepsi O’nundur. Vekîl olarak Allah yeter.

Yahudiler, Hz. İsa hakkında, annesi Hz. Meryem’e iftira atacak noktaya kadar işi aşırıya götürmüşlerdir. Hıristiyanlar da ona ulûhiyet atfetmek ve onu Allah’ın oğlu olarak telakki etmek gibi bir aşırılığın içine girmişlerdir. Her iki yöneliş de günah ve küfürdür. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) ümmetini aşırılıklardan sakındırmak için, “Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı överken yaptıkları gibi, beni överken aşırıya gitmeyin. Benim hakkımda, «O, Allah’ın kulu ve Rasûlüdür» deyin” buyurmuştur. (Buhârî, Enbiyâ’ 48) Âyet-i kerîme dinde aşırı gitmeyi yasaklamakta ve Allah hakkında doğru olan ne ise sadece onu söylemeyi emretmektedir. Allah Teâlâ’yı, bazı şeylerin içine girme (hulûl), bir başka şeyle birleşme (ittihat), eş ve çocuk edinme gibi şânına lâyık olmayan vasıflarla vasıflandırmak asla doğru değildir; yanlıştır ve küfürdür.

Şâir, şu beytiyle tevhid inancının özünü anlatmaya çalışır:

“Doğru bak ahvâle, ey ahvel, olup vahdet-şinâs
Nûr birdir, olsa da mısbâh-ı pertev-zâ iki.”
(Hasan Hilmi)

“Ey şaşı! Kâinatın ahvâl ve hâdiselerine bakarken Allah’ın birliğini kabul etmiş bir gözle bak. Bu değişik ahvâl, birbirine zıt gibi görünen bu hâdisât ne olursa olsun yalnız ve yalnız bir tek ilâhî kudretin eseridir. Lâmba kaç tane ve kaç çeşit olursa olsun, verdikleri ışık bir tek ışıktır. Demek ki, çeşitli olaylar ve haller sana bu «tek»liği anlatıyor, göstermeye çalışıyor; fakat sen anlamıyor ve göremiyorsun.”

Dolayısıyla Hz. İsa’ya, Allah’ın değil Hz. Meryem’in oğludur. Onu Hz. Meryem babasız olarak doğurmuştur. O Allah değil, ancak Allah’ın peygamberidir. Meryem’e melekler vasıtasıyla müjdelediği bir kelimesi; “Ol!” buyurması ve Cebrâil’in üflemesiyle Meryem’in rahminde yarattığı bir mûcizesidir. (bk. Âl-i İmrân 3/45) O, Allah tarafından gönderilen bir ruhtur; Allah onunla nice ölü kalplere hayat vermiştir. Dolayısıyla Allah’a Allah olarak, peygamberlere de O’nun peygamberi olarak inanmak, böyle tanımak ve bunları birbirine karıştırmamak gerekir.

İster “Allah-Mesih-Meryem” şeklinde açık şirk ile, ister “Baba-Oğul-Ruhu’l-Kudüs” terkibinde olduğu gibi yoruma dayalı bir şirk ile katiyen “Allah üçtür” denilmemeli, bundan vazgeçilmelidir. Zira böyle söylemek dinle, tevhitle bağdaşmayacak derecede büyük bir küfürdür. Bu yanlış inancı terk etmek onların faydasına olacaktır. Çünkü Allah, tek ilâhtır, hiçbir ortağı yoktur, olması da mümkün değildir. O’nun bir çocuğu olması ihtimali de yoktur. Allah, bu tür noksanlıklardan yücedir; pak ve uzaktır. Göklerde ve yerde olan her şey O’nundur. Onları yaratan, yöneten ve bunlarda tasarruf eden yegâne kudret sahibi O’dur. “Vekîl olarak Allah yeter” (Nisâ 4/171); bütün bunları yaratmak, düzenlemek, korumak, kollamak ve idare etmekte Allah’ın hiçbir kimseyi vekil tutmaya ihtiyacı yoktur. O bizzat ve asaletle hüküm ve tasarrufa kâdir ve her şeyden müstağnidir. Diğer taraftan Allah, kendine güvenen, tevekkül eden, işlerini O’na havale eden kullarına nusretini gönderir, onları yardımsız bırakmaz. O halde Allah’ın mülkü dışında bir şey, Allah’ın yerini tutacak bir çocuk, O’nun yerini dolduracak bir vekil, Allah’tan başka işleri havale edecek bir merci, bir mabud düşüncesi bütünüyle yanlıştır, böyle bir şeyin olması muhaldir. Zira bu gibi şeyler ancak fâniler ve acizler için geçerlidir.

O halde Allah’ın birliğini tam olarak kavramalı, ne İsa ne melekler hiçbir varlığı Allah’a ortak koşmamalı, bilakis Hz. İsa ve meleklerin Allah’a nasıl kulluk ettiklerini görüp onları örnek almalıyız:

172. Ne İsa Mesîh, ne de Allah’a yakın melekler Allah’a kul olmaktan asla kaçınmazlar. Kim Allah’a kulluktan kaçınır ve bunu kibrine yediremezse, bilsin ki Allah, öylelerinin hepsini kendi huzurunda toplayacaktır.

173. Ama iman edip sâlih ameller işleyenlerin mükâfatını Allah tam olarak verecek, hatta nihâyetsiz lutfundan onlara daha fazlasını ikram edecektir. Kendisine kulluktan kaçınıp büyüklenenleri ise can yakıcı bir azap ile cezalandıracak ve onlar kendilerine Allah’tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı bulabileceklerdir.

Müşrikler “Melekler Allah’ın kızlarıdır” (Nahl 16/57) diyorlar, hıristiyanlar da Hz. İsa’nın Allah’ın oğlu olduğunu iddia ediyorlardı. Burada bu iki iddia çürütülmektedir. Peygamber de olsa Allah’a yakın melek de olsa Allah’ın dışındaki her şey O’nun yaratığı ve kuludur. Hem peygamberler ve melekler, Allah’a en çok ve en keyfiyetli kulluk yapması gereken kimselerdir. Çünkü onlar Allah’ı, O’nun rahmetini ve gazabını herkesten çok tanıyanlardır. Onlar âhirete inanmakta, iman edip güzel güzel ameller işleyen kullarına Allah’ın bol bol mükâfat vereceğini, büyüklenip kulluğundan yüz çevirenleri ise cezalandıracağını yakînen bilmektedirler. Dolayısıyla kullukta en ön safta olması gereken Hz. İsa’nın ve mukarreb meleklerin Allah’a kulluktan yüksünmeleri, uzak durmaları nasıl mümkün olabilir?

Bu kadar tesirli izah ve ikazlardan sonra, önemine binâen tüm insanlık Kur’an’a ve Peygamberimiz’e iman noktasında yeniden uyarılmaktadır:

174. Ey insanlar! Rabbinizden size kesin bir delil geldi ve size yolunuzu aydınlatan apaçık bir nûr indirdik.

اَلْبُرْهَانُ (burhân) kelimesi, “hüccet, kesin delil” mânasında olup bundan maksat Hz. Muhammed (s.a.s.)’dir. Çünkü onun en büyük özelliği, hakkın hak, bâtılın bâtıl olduğunu gösterecek deliller ortaya koymasıdır. Peygamberin mûcizeleri, onun delilleridir. “Apaçık nur”dan maksat ise Kur’ân-ı Kerîm’dir. Kur’an, kalplere iman nurunun yerleşmesine vesile olduğundan bu ismi almıştır. Gözler Kur’an’la aydınlandığı gibi dinin hükümleri de Kur’an’la aydınlanır. Hâsılı Allah’a kâmil mânada inanıp O’nun gönderdiği İslâm dinine tam olarak sarılanlar doğru yolu bulacak ve Allah’ın nihâyetsiz rahmet, lutuf ve ihsanına ereceklerdir.

İnsan hayatının her alanını en ince adâlet ve hakkaniyet ölçülerine göre düzenleyen İslâm’ın, mirasla ilgili koyduğu hükümlerden biri de şöyledir:

175. Allah’a inanıp O’na sımsıkı sarılanları Allah, katından bir rahmet ve lutuf içine daldıracak ve onları kendine varacak dosdoğru bir yola eriştirecektir.

اَلْبُرْهَانُ (burhân) kelimesi, “hüccet, kesin delil” mânasında olup bundan maksat Hz. Muhammed (s.a.s.)’dir. Çünkü onun en büyük özelliği, hakkın hak, bâtılın bâtıl olduğunu gösterecek deliller ortaya koymasıdır. Peygamberin mûcizeleri, onun delilleridir. “Apaçık nur”dan maksat ise Kur’ân-ı Kerîm’dir. Kur’an, kalplere iman nurunun yerleşmesine vesile olduğundan bu ismi almıştır. Gözler Kur’an’la aydınlandığı gibi dinin hükümleri de Kur’an’la aydınlanır. Hâsılı Allah’a kâmil mânada inanıp O’nun gönderdiği İslâm dinine tam olarak sarılanlar doğru yolu bulacak ve Allah’ın nihâyetsiz rahmet, lutuf ve ihsanına ereceklerdir.

İnsan hayatının her alanını en ince adâlet ve hakkaniyet ölçülerine göre düzenleyen İslâm’ın, mirasla ilgili koyduğu hükümlerden biri de şöyledir:

176. Rasûlüm! Senden açıklama istiyorlar. De ki: “Allah size şimdi kelâle (geride vâris olarak baba ve çocuk bırakmadan ölen kişinin mirası) hakkında açıklama yapıyor: Bir erkek ölür, geride çocuğu kalmaz, bir kız kardeşi bulunursa, bıraktığı malın yarısı o kız kardeşindir. Kız kardeş geride çocuk bırakmadan ölürse, erkek kardeş onun bütün malına mirasçı olur. Ölen erkeğin geride iki kız kardeşi kalırsa, bunlar mirasın üçte ikisini alırlar. Vârisler, erkek ve kız kardeşler ise, bir erkeğe iki kız payı verilir. Allah size bu hükümleri açıklıyor ki, herhangi bir yanlışlığa ve şaşkınlığa düşmeyesiniz. Allah, her şeyi hakkiyle bilmektedir.

اَلْكَلَالَةُ (kelâle), babası ve çocuğu olmayan bir kimsenin mirası, demektir. Âyette bununla alakalı hükümler şöyle açıklanmaktadır:

Ölen erkeğin çocuğu yok, sadece bir kız kardeşi varsa, bıraktığı malın yarısı o kız kardeşine verilir. Kız kardeşin, mirasın yarısını alabilmesinin şartı, ölenin hem erkek çocuğunun olmaması hem de babasının geride kalmamış olmasıdır. Eğer ölen erkeğin kız çocuğu bulunursa, o zaman kız kardeş, yine malın yarısını alır. Eğer erkeğin babası yaşıyorsa bu durumda kız kardeş icmâya göre vâris olamaz. Burada sözü edilen ana-baba bir veya baba bir kız kardeştir. Ana bir kız ve erkek kardeşin mirastaki hükmü, Nisâ sûresi 12. ayette açıklanmıştır.

Erkek, ölen kız kardeşinin geride kalan herhangi bir çocuğu bulunmadığı takdirde onun mirâsının tamamını alır. Bu, ana-baba bir veya baba bir erkek kardeş olur ise böyledir. Fakat ana bir erkek kardeş olduğunda mirasın tamamını alamaz.

Ölen erkeğin iki kız kardeşi varsa, bıraktığı mirasın üçte ikisi onlara verilir.

Ölen erkeğin vârisleri, erkek ve kız birçok kardeş iseler, bir erkeğe, iki kadının payı kadar pay verilir.

Cenâb-ı Hakk’ın miras hususunda bu şekilde teferruatlı ve oranları belirleyerek açıklamada bulunmasının hedefi, kulların, Allah’ın emrine uygun olarak hareket etmelerini ve doğru olanı yapmaktan şaşmamalarını sağlamaktır.

Her şeyi hakkiyle bilen Allah, insanların gerek hayat gerekse ölüm ve ötesiyle alakalı bütün durumlarını çok iyi bildiğinden her bakımdan onların maslahat ve yararlarını ihtiva eden hükümleri açıklamaktadır. Bu vesileyle onları ilim ve nûr ile dosdoğtu bir yol üzerinde yürüyüp emsalsiz güzellik ve sonsuzlukta ilâhî bir sofraya oturmaya davet etmek üzere Mâide sûresi başlıyor:
 
Üst Alt