Otuz Birinci Söz

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Otuz Birinci Söz
Mi'rac-ı Nebeviyeye (a.s.m.) Dâirdir
İHTAR
Mi'rac meselesi, erkân-ı imâniyenin usûlünden sonra terettüb eden bir neticedir ve erkân-ı imâniyenin nurlarından medet alan bir nurdur. Erkân-ı imâniyeyi kabul etmeyen dinsiz mülhidlere karşı elbette bizzat ispat edilmez. Çünkü, Allah'ı bilmeyen, peygamberi tanımayan ve melâikeyi kabul etmeyen veya semâvâtın vücudunu inkâr eden adamlara Mi'racdan bahsedilmez. Evvelâ o erkânı ispat etmek lâzım geliyor. Öyle ise biz, Mi'racda istibat ile vesveseye düşen bir mümini muhatap ittihaz ederek, ona karşı beyân edeceğiz. Ara sıra makam-ı istimâda olan mülhidi nazara alıp, serd-i kelâm edeceğiz. Bâzı Sözlerde hakikat-i Mi'racın bir kısım lem'aları zikredilmişti. İhvanlarımın ısrârı ile ayrı ayrı o lem'aları hakikatin aslıyla birleştirmek ve kemâlât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) cemâline birden bir ayna yapmak için, inâyeti Allah'tan istedik.

Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla
âyetlerimizden bir kısmını ona göstermek için kulunu bir gece Mescid-i Haramdan alıp, çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâya seyahat ettiren Allah, her türlü noksandan münezzehtir. Şüphesiz ki O her şeyi hakkıyla işiten, her şeyi hakkıyla görendir. (İsrâ Sûresi: 1.)
O ancak kendisine vahyolunanı söyler. • Onu muazzam kuvvetlere, üstün bir akıl ve dirâyete sahip Cebrâil öğretti ki, • kendisine gerçek sûretiyle görünmüştür. • O, ufkun en yukarısında idi. • Sonra indi ve yaklaştı. • Nihayet kendisine iki yay kadar, hattâ daha da yakın oldu. • Sonra da vahyolunacak şeyi kuluna vahyetti. • Onun gördüğünü kalbi yalanlamadı. • Şimdi onun gördüğü hakkında onunla mücâdele mi edeceksiniz? • And olsun ki onu bir kere daha hakiki sûretinde gördü. • Sidre-i Müntehâda gördü. • Ki, onun yanında Me'vâ Cenneti vardır. • O zaman Sidre'yi Allah'ın nuru kaplamıştı. • Göz ne şaştı, ne de başka bir şeye baktı. • And olsun ki Rabbinin âyetlerinden en büyüklerini gördü. (Necm Sûresi: 4-18.)
 
Moderatör tarafında düzenlendi:

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Evvelki âyet-i azîmenin azîm hazînesinden yalnız
b491.gif
-1- zamirinde bir düstur-u belâgata istinad eden iki remzin meselemize münâsebeti olduğu için, i'câz bahsinde beyân edildiği üzere yazacağız.
İşte, Kur'ân-ı Hakîm, Habîb-i Ekrem Aleyhi Efdalüssalâtü ve Ekmelüsselâmın Mi'racının mebdei olan Mescid-i Haramdan Mescid-i Aksâya olan seyrânını zikrettikten sonra,
b699.gif
-2- der. Ve şu kelâm ile Sûre-i
b700.gif
-3- 'da işaret olunan müntehâ-i Mi'raca remz eden
b491.gif
'deki zamir, ya Cenâb-ı Hakka râcidir, veyahut Peygamberedir (a.s.m.).
Peygambere göre olsa, kanun-u belâgat ve münâsebet-i siyâk-ı kelâm şöyle ifade ediyor ki: Bu seyahat-i cüz'iyede bir seyr-i umumi ve bir urûc-u küllî var ki, tâ Sidretü'l-Müntehâya, tâ Kâb-ı Kavseyne kadar merâtib-i külliye-i esmâiyede, gözüne, kulağına tesadüf eden âyât-ı Rabbâniyeyi ve acâib-i san'at-ı İlâhiyeyi işitmiş, görmüştür, der. O küçük cüzî seyahati, hem küllî, hem mahşer-i acâib bir seyahatin anahtarı hükmünde gösteriyor.
Eğer zamir Cenâb-ı Hakka râci olsa, şöyle oluyor ki: Bir abdini bir seyahatte huzuruna dâvet edip, bir vazife ile tavzif etmek için, Mescid-i Haramdan mecmâ-ı enbiyâ olan Mescid-i Aksâya gönderip, enbiyâlarla görüştürüp, bütün enbiyâların usûl-u dinlerine vâris-i mutlak olduğunu gösterdikten sonra tâ Sidretü'l-Müntehâya, tâ Kâb-ı Kavseyne kadar mülk ve melekûtunda gezdirdi.

1- Şüphesiz ki O.
2- Şüphesiz ki O her şeyi hakkıyla işiten, herşeyi hakkıyla görendir. (İsrâ Sûresi: 1.)
3- Kayan yıldıza yemin olsun. (Necm Sûresi: 1.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İşte, çendan o bir abddir ve o seyahat bir mi'rac-ı cüz'îdir; fakat, bu abdin bütün kâinata taallûk eden bir emânet beraberindedir. Hem, şu kâinatın rengini değiştirecek bir nur beraberdir. Hem, saadet-i ebediyenin kapısını açacak bir anahtar beraber olduğu için, Cenâb-ı Hak, kendini "bütün eşyayı işitir ve görür" sıfatıyla tavsif eder-tâ o emânet, o nur, o anahtarın cihanşümûl ve muhît ve umum kâinata âmm ve bütün mahlûkata şâmil hikmetlerini göstersin.
Bu sırr-ı azîmin Dört Esası var:
Birincisi: Mi'racın sırr-ı lüzûmu nedir?
İkincisi: Hakikat-i Mi'rac nedir?
Üçüncüsü: Hikmet-i Mi'rac nedir?
Dördüncüsü: Mi'racın semerât ve faydası nedir?
Birinci Esas
Mi'racın sırr-ı lüzûmu: Meselâ, deniliyor ki, "Cenâb-ı Hak
b702.gif
-1- dir, herşeye herşeyden daha yakındır, cisimden, mekândan münezzehtir. Her velî, kalbi içinde Onunla görüşebilir. Neden dolayı velâyet-i Ahmediye (a.s.m.), Mi'rac gibi uzun bir seyahatin neticesinden sonra, her velînin kendi kalbinde muvaffak olduğu münâcâta muvaffak oluyor?
Elcevap: Şu sırr-ı gâmızı iki temsil ile fehme takrîb ediyoruz. On İkinci Sözün sırr-ı i'câz-ı Kur'ân ve sırr-ı Mi'rac hakkında olan şu iki temsili dinle:
• Birinci Temsil: Bir sultanın iki çeşit mükâlemesi, sohbeti, görüşmesi vardır; iki tarzda hitâbı, iltifatı vardır.
Birisi, âmî bir raiyyetiyle cüz'î bir iş için, hususi bir hâcete dâir, has bir telefonla sohbet etmektir.
Diğeri, saltanat-ı uzmâ ünvânı ile ve hilâfet-i kübrâ nâmiyle ve hâkimiyet-i âmme haysiyetiyle ve evâmirini etrafa neşir ve teşhir maksadıyla, o işlerle alâkadar bir elçisiyle veya o evâmir ile münâsebettar büyük bir memuru ile konuşmaktır, sohbet etmektir ve haşmetini izhâr eden ulvî bir fermanla bir mükâlemedir.
İşte
b438.gif
-2- şu temsil gibi: Şu kâinat Hâlıkının ve Mâlik-ül-Mülk Vel Melekûtun ve Hâkim-i Ezel ve Ebedin iki tarzda mükâlemesi, sohbeti, iltifatı vardır. Birisi: Cüz'î ve has, diğeri: Küllî ve âmm... İşte: Mi'rac, Velâyet-i Ahmediyyenin (A.S.M.) bütün velâyâtın fevkinde bir külliyyet, bir ulviyyet sûretinde bir tezâhürüdür ki: Bütün Kâinatın Rabbi ismiyle, bütün mevcûdâtın Hâlıkı ünvânıyla Cenâb-ı Hakk'ın sohbetine ve münâcatına müşerrefiyettir.

1- Ona şah damarından daha yakın (Kaf Sûresi: 16.)
2- En yüce sıfatlar Allah'a mahsustur. (Nahl Sûresi: 60.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
• İkinci Temsil: Bir adam, elindeki bir aynayı güneşe karşı tutar. O ayna, kendi miktarınca bir ışık ve yedi rengi hâvi bir ziyâyı, bir aksi, şemsten alır; onun nisbetinde güneşle münâsebettar olur, sohbet eder. Ve o ışıklı aynayı karanlıklı hânesine veya dam altındaki küçük, hususi bağına tevcih etse, güneşin kıymeti nisbetinde değil, belki o aynanın kabiliyeti miktarınca istifade edebilir.
Diğeri ise, aynayı bırakır, doğrudan doğruya güneşe karşı çıkar, haşmetini görür, azametini anlar. Sonra pek yüksek bir dağa çıkar, güneşin pek geniş şâşaa-i saltanatını görür ve bizzat perdesiz onunla görüşür. Sonra döner, hânesinden veya bağının damından geniş pencereler açar, gökteki güneşe karşı yollar yapar, hakiki güneşin dâimî ziyâsı ile sohbet eder, konuşur. Ve böylece minnettarâne bir sohbet edebilir ve diyebilir: "Ey yeryüzünü ışığıyla yaldızlayan ve zeminin vechini ve bütün çiçeklerin yüzlerini güldüren dünya güzeli, gök nazdarı olan nâzenin güneş! Onlar gibi benim hâneciğimi, bahçeciğimi ısındırdın ve ışıklandırdın-bütün dünyayı ışıklandırdığın ve yeryüzünü ısındırdığın gibi." Halbuki, evvelki ayna sahibi böyle diyemez. O ayna kaydı altında güneşin aksi ise, âsârı mahduttur, o kayda göredir.
İşte, Şems-i Ezel ve Ebed Sultanı olan Zât-ı Ehadve Samedin tecellîsi mahiyet-i insaniyeye hadsiz merâtibi tazammun eden iki sûretle tezâhür eder:
Birincisi: âyine-i kalbe uzanan bir nisbet-i Rabbâniye ile bir tezâhürdür ki; herkes istidadına ve tayy-ı merâtibde seyr ü sülûkuna esmâ ve sıfâtın tecelliyâtına nisbeten cüz'î ve küllî o Şems-i Ezelînin nuruna ve sohbetine ve münâcâtına mazhariyeti var. Gâlib-i esmâ ve sıfâtın zılâlinde giden velâyetlerin derecâtı bu kısımdan ileri gelir.
İkincisi: İnsanın, câmiiyeti ve şecere-i kâinatın en münevver meyvesi olduğundan, bütün kâinatta cilveleri tezâhür eden Esmâ-i Hüsnâyı birden âyine-i ruhunda gösterebilmesi cihetiyle, Cenâb-ı Hak, tecellî-i Zâtıyla ve Esmâ-i Hüsnânın âzamî mertebede nev-i insanın mânen en âzam bir ferdine tecellî-i âzam tezâhür eder ki; bu tezâhür ve tecellî Mi'rac-ı Ahmedî (a.s.m.) sırrıdır ki, onun velâyeti risâletine mebde' olur.
Velâyet ki, zıllden geçer; ikinci temsilin birinci adamına benzer. Risâlette zıll yoktur. Doğrudan doğruya Zât-ı Zülcelâlin Ehadiyetine bakar; ikinci temsilin ikinci adamına benzer. Mi'rac ise, velâyet-i Ahmediyenin (a.s.m.) kerâmet-i kübrâsı, hem mertebe-i ulyâsı olduğundan, risâlet mertebesine inkılâb etmiş. Mi'racın bâtını, velâyettir; halktan Hakka gitmiş. Zâhir-i Mi'rac, risâlettir; Hak'tan halka geliyor. Velâyet, kurbiyet merâtibinde sülûktur; çok merâtibin tayyına ve bir derece zamana muhtaçtır. Nur-u âzam olan risâlet ise, akrebiyet-i İlâhiyenin inkişafı sırrına bakar ki, bir ân-ı seyyâle kâfidir. Onun için hadîste denilmiş: "Bir anda dönmüş, gelmiş."
Şimdi, makam-ı istimâda bulunan mülhide deriz ki: Mâdem bu kâinat gayet muntazam bir memleket, gayet muhteşem bir şehir, gayet müzeyyen bir saray hükmündedir; elbette onun bir hâkimi, bir mâliki, bir ustası vardır.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Mâdem, böyle haşmetli bir Mâlik-i Zülcelâl, bir Hâkim-i Zülkemâl, bir Sâni-i Zülcemâlvardır; hem mâdem umum o âleme, o memlekete, o şehre, o saraya alâkadarlık gösteren ve havâs ve duygularıyla umumuna münâsebettar ve nazarı küllî olan bir insan vardır; elbette, o Sâni-i Muhteşem, o küllî nazarlı ve umumi şuurlu olan insan ile ulvî, âzamî bir münâsebeti bulunacaktır ve ona kudsî bir hitâbı ve âlî bir teveccühü olacaktır.
Hem, mâdem Adem Aleyhisselâmdan şimdiye kadar şu münâsebete mazhar olanların içinde, âsârının şehâdetiyle, yani Küre-i Arzın nısfını ve nev-i beşerin humsunu daire-i tasarrufuna aldığı ve kâinatın şekl-i mânevîsini değiştirdiği, ışıklandırdığı gibi, en âzamî bir mertebede, o münâsebeti Muammed-i Arabî Sallâllahü Aleyhi Vesellem göstermiştir. Öyle ise, o münâsebetin en âzamî bir mertebesinden ibâret olan Mi'rac, ona elyak ve ona evfaktır.
İkinci Esas
Hakikat-i Mi'rac nedir?
Elcevap: Zât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) merâtib-i kemâlâtta seyr ü sülûkundan ibârettir. Yani, Cenâb-ı Hakkın tertib-i mahlûkatta tecellî ettirdiği ayrı ayrı isim ve ünvanlarla ve saltanat-ı rubûbiyetinde teşkil ettiği devâir, tedbîr ve icadda ve o dairelerde birer arş-ı rubûbiyet ve birer merkez-i tasarrufa medâr olan bir semâ tabakasında gösterdiği âsâr-ı rubûbiyeti, birer birer o abd-i mahsusa göstermekle, o abdi hem bütün kemâlât-ı insaniyeyi câmi', hem bütün tecelliyât-ı İlâhiyeye mazhar, hem bütün tabakât-ı kâinata nâzır ve saltanat-ı rubûbiyetin dellâlı ve marziyât-ı İlâhiyenin mübelliği ve tılsım-ı kâinatın keşşâfı yapmak için Burak'a bindirip, berk gibi, semâvâtı seyrettirip kat-ı merâtib ettirerek, kamervârî menzilden menzile, daireden daireye rubûbiyet-i İlâhiyeyi temâşâ ettirip o dairelerin semâvâtında makamları bulunan ve ihvânı olan enbiyâyı birer birer göstererek, tâ Kâb-ı Kavseyn makamına çıkarmış, ehadiyet ile kelâmına ve rü'yetine mazhar kılmıştır.
Şu yüksek hakikate iki temsil dürbünü ile bakılabilir.
• Birincisi: Yirmi Dördüncü Sözde izah edildiği gibi, nasıl ki bir padişahın kendi hükümetinin dairelerinde ayrı ayrı ünvanları ve raiyyetinin tabakalarında başka başka nâm ve vasıfları ve saltanatının mertebelerinde çeşit çeşit isim ve alâmetleri vardır. Meselâ, adliye dairesinde hâkim-i âdil ve mülkiyede sultan ve askeriyede kumandan-ı âzam ve ilmiyede halîfe, ve hâkezâ, sâir isim ve ünvanları bulunur. Herbir dairede birer mânevî tahtı hükmünde olan makam ve iskemlesi bulunur. O tek padişah, o saltanatın dairelerinde ve tabakât-ı hükümetin mertebelerinde bin isim ve ünvâna sahip olabilir, birbiri içinde bin taht-ı saltanatı olabilir. Güyâ o hâkim, herbir dairede şahsiyet-i mâneviye haysiyetiyle ve telefonu ile mevcud ve hazır bulunur, bilir. Ve her tabakada kanunuyla, nizâmıyla, mümessiliyle görünür, görür. Ve her mertebede perde arkasında hükmüyle, ilmiyle, kuvvetiyle idare eder, bakar. Ve herbir dairenin başka bir merkezi, bir menzili vardır. Ahkâmları birbirinden ayrıdır, tabakâtları birbirinden başkadır.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İşte, böyle bir sultan, istediği bir zâtı bütün o dairelerinde gezdirip, her daireye mahsus saltanat-ı şâhânesini ve evâmir-i hâkimânesini gösterip, daireden daireye, tabakadan tabakaya gezdirip, tâ huzuruna getirir. Sonra bütün o dairelere taallûk eden bâzı evâmir-i umumiye-i külliyeyi ona tevdî eder, gönderir.
İşte, bu misâl gibi, Ezel ve Ebed Sultanı olan Rabbü'l-âlemîn için, rubûbiyetinin mertebelerinde ayrı ayrı, fakat birbirine bakar şe'n ve nâmları vardır. Ve ulûhiyetinin dairelerinde başka başka, fakat birbiri içinde görünür isim ve alâmetleri vardır. Ve haşmetli icraatında ayrı ayrı, fakat birbirine benzer tecellî ve cilveleri vardır. Ve kudretinin tasarrufâtında başka başka, fakat birbirini ihsâs eder ünvanları vardır. Ve sıfatlarının tecelliyâtında başka başka, fakat birbirini gösterir mukaddes zuhurâtı vardır. Ve ef'âlinin cilvelerinde çeşit çeşit, fakat birbirini ikmal eder tasarrufâtı vardır. Ve rengârenk san'atında ve masnuâtında çeşit çeşit, fakat birbirini temâşâ eder haşmetli rubûbiyeti vardır.
İşte şu sırr-ı azîme binâen, kâinatı hayretfezâ acîb bir tertib ile tanzim etmiş. En küçük tabakât-ı mahlûkattan olan zerrâttan, tâ semâvâta ve semâvâtın birinci tabakasından, tâ Arş-ı âzama kadar birbiri üstünde teşkilât var. Herbir semâ, bir ayrı âlemin damı ve rubûbiyet için bir arş ve tasarrufât-ı İlâhiye için bir merkez hükmündedir. O dairelerde ve o tabakâtta, çendan, ehadiyet itibâriyle bütün esmâ bulunabilir, bütün ünvanlarla tecellî eder. Fakat, nasıl ki adliyede hâkim-i âdil ünvânı asıldır, hâkimdir; sâir ünvanlar orada onun emrine bakar, ona tâbidir. Öyle de, herbir tabakât-ı mahlûkatta, herbir semâda bir isim, bir ünvân-ı İlâhî hâkimdir; sâir ünvanlar da onun zımnındadır. Meselâ, ism-i Kadîre mazhar Hazret-i İsâ Aleyhisselâm hangi semâda Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm ile görüştü ise, işte o semâ dairesinde Cenâb-ı Hak Kadîr ünvânıyla bizzat orada mütecellîdir. Meselâ, Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâmın makamı olan semâ dairesinde en ziyâde hükümfermâ, Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâmın mazhar olduğu Mütekellim ünvânıdır, ve hâkezâ.
İşte zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, çünkü İsm-i âzama mazhardır ve nübüvveti umumidir ve bütün esmâya mazhardır, elbette bütün devâir-i rubûbiyetle alâkadardır, elbette o dairelerde makam sahibi olan enbiyâlarla görüşmek ve umum tabakâttan geçmek, hakikat-i Mi'racı iktizâ ediyor.
• İkinci temsil: Nasıl ki bir sultanın ünvanlarından olan "kumandan-ı âzam" ünvanı, devâir-i askeriyenin serasker dairesi gibi, küllî ve geniş daireden tut, tâ onbaşı dairesi gibi cüz'î ve hususi herbir dairede bir zuhuru, bir cilvesi vardır. Meselâ, bir nefer, o kumandanlık ünvân-ı âzamının numûnesini onbaşı şahsında görür, ona bakar, ondan emir alır. O nefer onbaşı olduğunda, çavuş dairesindeki kumandanlık dairesi nazarına çarpar, ona bakar. Sonra çavuş olsa, o vakit kumadanlık numûnesi ve cilvesini mülâzım dairesinde görür; o makamda ona mahsus bir iskemle bulunur. Ve hâkezâ, yüzbaşı, binbaşı, ferik, müşir dairelerinden herbirinde, dairelerin büyük ve küçüklüğü nisbetinde o kumandanlık ünvânını görür.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Şimdi, bir neferi, o kumandan-ı âzam bütün devâir-i askeriyeye taallûk edecek bir vazife ile tavzif etmek istese, bir müfettiş gibi her devâiri görüp ve görünecek bir makam vermek istese, elbette o kumandan-ı âzam, o neferi, onbaşı dairesinden tut, tâ daire-i âzamına kadar birer birer gezdirecek; tâ görsün, görülsün. Sonra huzuruna kabul edip sohbetine müşerref ederek, nişan ve ferman verip taltif ederek, tâ geldiği yere kadar bir anda gönderir.
Şu temsilde bir noktayı nazara almak lâzım ki, padişah eğer âciz olmazsa, sûrî olduğu gibi mânevî cihetinde de iktidarı olsa, o vakit ferîk, müşir, mülâzım gibi eşhâsı tevkil etmez, bizzat her yerde bulunur. Yalnız bâzı perdeler altında ve makam sahibi eşhâsın arkasında, doğrudan doğruya emri o verir. Bâzı velî-i kâmil olan padişahlar çok dairelerde, bâzı eşhas sûretinde icraatını yaptığı rivâyet edilir. Şu temsil ile baktığımız hakikat ise, acz onun içinde olmadığı için, doğrudan doğruya herbir dairede emir ve hüküm kumandan-ı âzamdan geliyor; onun emriyle, irâdesiyle, kuvvetiyledir.
İşte, şu temsil gibi, Hâkim-i Arz ve Semâvât, emr-i
b473.gif

'e mâlik âmir-i Mutlak olan Sultan-ı Ezelive Ebedî, tabakât-ı mahlûkatında cereyan eden ve kemâl-i itaat ve intizam ile imtisâl olunan, evâmir ve kumandanlığının şuûnâtı ve zerrâttan seyyârâta ve sinekten semâvâta kadar olan tabakât-ı mahlûkat ve tavâif-i mevcudâtta küçük büyük, cüz'î küllî tabakâtı ve tâifeleri ayrı ayrı, fakat birbirine bakar bir tarzda birer daire-i rubûbiyet, birer tabaka-i hâkimiyet görünüyor.
Şimdi, bütün kâinattaki makâsıd-ı ulyâ ve netâic-i uzmâyı anlayacak ve bütün tabakâtın ayrı ayrı vezâif-i ubûdiyetlerini görmekle Zât-ı Kibriyânın saltanat-ı rubûbiyetini, haşmet-i hâkimiyetini müşâhede ederek, o Zâtın marziyâtı ne olduğunu anlamak ve Onun saltanatına dellâl olmak için, alâküllihâl, o tabakât ve dairelere bir seyr ü sülûk olacaktır. Tâ daire-i âzamiyesinin ünvânı olan Arş-ı âzamına girecek, tâ Kâb-ı Kavseyne, yani imkân ve vücûb ortasında Kâb-ı Kavseyn ile işaret olunan makama girecek ve Zât-ı Celîl-i Zülcemâl ile görüşecektir. Ki, şu seyr ü sülûk ise, Mi'racın hakikatidir.
Herbir insan, aklıyla, hayal süratinde seyerânı; herbir velî, kalbiyle berk süratinde cevelânı ve cism-i nurânî olan herbir melek ruh süratinde Arştan ferşe, ferşden Arşa deverânı; ehl-i Cennetin insanları, Burak süratinde, haşirden beş yüz sene fazla mesafeden Cennete çıkmaları olduğu gibi, nur ve nur kabiliyetinde ve evliyâ kalblerinden daha latîf ve emvâtın ruhlarından ve melâike cisimlerinden daha hafif ve cesed-i necmî ve beden-i misâlîden daha zarif olan ruh-u Muhammediyenin (a.s.m.) hadsiz vezâifine medâr ve cihâzâtının mahzeni olan cism-i Muhammedî (a.s.m.), elbette onun ruh-u âlîsiyle Arşa kadar beraber gidecektir.

"Ol!" der; oluverir. (Yâsin Sûresi: 82.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Şimdi, makam-ı istimâda olan mülhide bakıyoruz:
Hatıra geliyor ki: O mülhid kalbinden der: "Ben Allah'ı tanımıyorum, Peygamberi bilmiyorum; nasıl Mi'raca inanacağım?"
Biz de deriz ki: Mâdem şu kâinat ve mevcudât var ve içinde ef'âl ve icad var. Hem mâdem muntazam bir fiil fâilsiz olmaz, mânidar bir kitap kâtipsiz olmaz, san'atlı bir nakış nakkaşsız olmaz. Elbette, şu kâinatı dolduran ef'âl-i hakîmânenin bir fâili ve yeryüzünün mevsim bemevsim tazelenen hayretfezâ nukuşlarının, mânidar mektubâtının bir kâtibi, bir nakkaşı vardır.
Hem mâdem bir işte iki hâkimin bulunması o işin intizamını bozuyor. Hem mâdem sinek kanadından tâ semâvât kandiline kadar mükemmel bir intizam var. Öyle ise o Hâkim birdir. Bir olmazsa-çünkü herşeyde san'at ve hikmet o derece acîbdir ki, o şeyin Sânii, herbir şeye muktedir olacak, herbir işi bilecek bir derecede Kadîr-i Mutlakolmak lâzım gelir; öyle ise, bir olmazsa-mevcudât adedince ilâhların bulunması lâzım gelir. O ilâhlar hem birbirine zıd, hem birbirine misil olacaklar; ve o halde şu acîb intizam bozulmamak yüz bin defa muhâldir.
Hem mâdem şu mevcudâtın tabakâtı, bir ordudan bin defa daha muntazam bir emir ile hareket ettiği bilbedâhe görünüyor. Yıldızların, güneş ve kamerin muntazaman hareketlerinden tut, tâ bâdem çiçeklerine kadar herbir tâife o kadar muntazam, o kadar mükemmel bir sûrette Kadîr-i Ezelînin o tâifeye verdiği nişanları, formaları, güzel libasları ve tâyin ettiği harekâtı, bin defa ordudan daha muntazam bir tarzda izhâr ediyor. Öyle ise, şu kâinatın, mevcudâtı Onun emrine bakar ve imtisâl eder, perde-i gayb arkasında bir Hâkim-i Mutlakı vardır.
Hem mâdem o Hâkim, bütün yaptığı icraat-ı hakîmâne şehâdetiyle, hem gösterdiği âsâr-ı haşmetle, bir Sultan-ı Zülcelâldir. Hem gösterdiği ihsanât ile gayet Rahîm bir Rabdir, hem izhâr ettiği güzel san'atlarıyla san'atperver ve sanatını çok sever bir Sâni'dir. Hem gösterdiği tezyinât ve merakâver sanatlarıyla zîşuurların nazar-ı istihsanını âsârına celb etmek isteyen bir Hâlık-ı Hakîmdir. Hem hilkat-i âlemde gösterdiği muhayyirü'l-ukûl tezyinâtın ne demek olduğunu ve mahlûkat nereden gelip nereye gideceğini, rubûbiyetinin hikmetiyle zîşuura bildirmek istediği anlaşılıyor. Elbete bu Hâkim-i Hakîm ve Sâni-i Alîm, rubûbiyetini göstermek ister.
Hem mâdem bu kadar gösterdiği âsâr-ı lûtuf ve merhamet ve garâib-i san'at ile zîşuura kendini tanıttırmak ve sevdirmek ister; elbette zîşuurlardan arzularını ve onlardaki marziyâtı ne olduğunu bir mübelliğ vâsıtasıyla bildirecektir.
Öyle ise, zîşuurlardan birisini tâyin edip onun ile o rubûbiyetini ilân edecektir. Ve sevdiği san'atlarını teşhir için, bir dellâlı kurb-u huzuruna müşerref edip teşhire vâsıta edecektir. Ve o ulvî makâsıdını sâir zîşuurlara bildirmekle kemâlâtını izhâr etmek için, birisini muallim tâyin edecektir. Ve şu kâinatta derc ettiği tılsımı ve şu mevcudâtta gizlediği muammâ-i rubûbiyeti mânâsız kalmamak için, her halde bir rehber tâyin edecektir. Ve gösterdiği ve enzârın temâşâsına neşrettiği mehâsin-i san'at faydasız ve abes kalmamak için, onlardaki makâsıdı ders verecek bir rehber tâyin edecektir. Hem marziyâtını zîşuurlara tebliğ etmek için, birisini bütün zîşuurların fevkınde bir makama çıkaracak ve marziyâtını ona bildirecek, onlara gönderecektir.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Mâdem hakikat ve hikmet böyle iktizâ ediyor. Ve şu vezâife en elyâk Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır. Çünkü, bilfiil, en mükemmel bir sûrette o vazifeleri yapmıştır. Teşkil ettiği âlem-i İslâm ve gösterdiği nur-u İslâmiyet bir şâhid-i âdil ve sâdıktır. Öyle ise, o zât, doğrudan doğruya bütün kâinatın fevkıne çıkıp, bütün mevcudâttan geçip, bir makama girmek lâzımdır ki, bütün mahlûkatın Hâlıkı ile umumi, ulvî, küllî bir sohbet etsin. İşte, Mi'rac dahi bu hakikati ifade ediyor.
Elhâsıl: Mâdem şu azîm kâinatı mezkûr maksadlar gibi çok azîm makâsıd ve çok büyük gâyeler için şu sûrette teşkil, tertib ve tezyin etmiştir. Hem mâdem şu mevcudât içinde şu umumi rubûbiyeti bütün dekâikı ile, şu azîm saltanat-ı ulûhiyeti bütün hakâikı ile görecek insan nevi vardır. Elbette o Hâkim-i Mutlak o insan ile konuşacaktır, makâsıdını bildirecektir.
Mâdem her insan cüz'iyetten ve süfliyetten tecerrüd edip en yüksek bir makam-ı küllîye çıkamıyor, o Hâkimin küllî hitâbına bizzat muhatap olamıyor; elbette, o insanlar içinde bâzı efrâd-ı mahsusa, o vazife ile muvazzaf olacaklar. Tâ iki cihetle münâsebeti bulunsun: hem insan olmalı, tâ insanlara muallim olsun; hem ruhen gayet ulvî olmalı ki, tâ doğrudan doğruya hitâba mazhar olsun.
Şimdi, mâdem şu insanlar içinde, şu kâinat Sâniinin makâsıdını en mükemmel bir sûrette bildiren ve şu kâinat tılsımını keşfeden ve hilkatin muammâsını açan ve rubûbiyetin mehâsin-i saltanatına en mükemmel tarzda dellâllık eden Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır; elbette, bütün efrâd-ı insaniye içinde öyle bir mânevî seyr ü sülûku olacaktır ki, cismânî âlemde seyr ü seyahat sûretinde bir Mi'racı olacaktır. Yetmiş bin perde tâbir olunan berzah-ı esmâ ve tecellî-i sıfât ve ef'âl ve tabakât-ı mevcudâtın arkasına kadar kat-ı merâtib edecektir. İşte Mi'rac budur.
Yine hatıra geliyor ki: Ey müstemi'! Sen kalbinden diyorsun ki, "Nasıl inanayım? Herşeyden daha yakın bir Rabbe, binler sene mesafeyi kat' edip yetmiş bin perdeyi geçtikten sonra Onunla görüşmek ne demektir?"
Biz de deriz ki: Cenâb-ı Hak her şeye, her şeyden daha yakındır; fakat, her şey Ondan nihayetsiz uzaktır.
Nasıl ki güneşin şuuru ve konuşması olsa, senin elindeki ayna vâsıtası ile seninle konuşabilir, istediği gibi sende tasarruf eder. Belki ayna-misâl senin göz bebeğinden sana daha yakın olduğu halde, sen dört bin sene kadar ondan uzaksın, hiçbir cihette ona yanaşamazsın. Eğer terakkî etsen, kamer makamına gelip, doğrudan doğruya bir mukabele noktasına çıksan, ona, yalnız bir nevi âyinedarlık edebilirsin. Öyle de, Şems-i Ezel ve Ebed olan Zât-ı Zülcelâl, her şeye her şeyden daha yakın olduğu halde, her şey Ondan nihayetsiz uzaktır. Yalnız bütün mevcudâtı kat' edip, cüz'iyetten çıkıp, külliyetin merâtibinde git gide binler hicablardan geçip, tâ bütün mevcudâta muhît bir ismine yanaşır, Ondan daha ileride çok merâtibi kat' eder, sonra bir nevi kurbiyete müşerref olur.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Hem meselâ, bir nefer, kumandan-ı âzamın şahs-ı mânevîsinden çok uzaktır. O nefer, kumandanını, onbaşılıkta gördüğü küçük bir nümûne ile gayet uzak bir mesafede, mânevî çok perdeler arkasında ona bakar. Hakiki onun şahs-ı mânevîsiyle kurbiyet ise, mülâzımlık, yüzbaşılık, binbaşılık gibi çok merâtib-i külliyeden geçmek lâzım geliyor. Halbuki, kumandan-ı âzam, emriyle, kanunuyla, nazarıyla, hükmüyle, ilmiyle-sûreten olduğu gibi, mânen de kumandan ise-bizzat zâtıyla o neferin yanında bulunur, görür. Şu hakikat On Altıncı Sözde gayet katî bir sûrette ispat edildiğinden, ona iktifâen burada kısa kesiyoruz.
Yine hatıra gelir ki: Sen kalbinden dersin, "Ben semâvâtı inkâr ediyorum, melâikelere inanmıyorum; semâvâtta birinin gezmesine, melâikelerle görüşmesine nasıl inanayım?"
Evet, senin gibi aklı gözüne inmiş ve gözüne perde çekilmiş adamlara söz anlatmak ve bir şey göstermek elbette müşküldür. Fakat, hak o kadar parlaktır ki, körler de görebildiği için biz de deriz ki: Fezâ-i ulvî, bilittifak esîr ile doludur. Ziyâ, elektrik, hararet gibi sâir seyyâlât-ı latîfe, o fezâyı dolduran bir maddenin vücuduna delâlet eder. Meyveler, ağacını; çiçekler, çimenlerini; sümbüller, tarlalarını; balıklar, denizini bilbedâhe gösterdiği gibi; şu yıldızlar dahi, bizzarûre, menşe'lerini, tarlasını, denizini, çimengâhının vücudunu aklın gözüne sokuyorlar.
Mâdem âlem-i ulvîde muhtelif teşkilât var, muhtelif vaziyetlerde muhtelif ahkâmlar görünüyor; öyle ise, o ahkâmların menşe'leri olan semâvât muhteliftir. İnsanda, cisimden başka nasıl akıl, kalb, ruh, hayal, hâfıza gibi mânevî vücudlar da var; elbette, insan-ı ekber olan âlemde ve şu insan meyvesinin şeceresi olan kâinatta, âlem-i cismâniyetten başka âlemler var. Hem âlem-i arzdan, tâ Cennet âlemine kadar herbir âlemin, birer semâsı vardır.
Hem melâike için deriz ki: Seyyârât içinde mutavassıt ve yıldızlar içinde küçük ve kesif olan küre-i arz, mevcudât içinde en kıymettar ve nurânî olan hayat ve şuur hesabsız bir sûrette onda bulunuyorlar. Elbette, karanlıklı bir hâne hükmünde olan şu arza nisbeten müzeyyen kasırlar, mükemmel saraylar hükmünde olan yıldızlar ve yıldızların denizleri olan gökler, zîşuur ve zîhayat ve pek kesretli ve muhtelifü'l-ecnâs olan melâike ve ruhânîlerin meskenleridir. Şek katî bir sûrette İşârâtü'l-İ'câz nâmındaki tefsirimde,
b705.gif
-1- âyetinde, semâvâtın hem vücudu, hem taaddüdü ispat edildiğinden ve melâike hakkında Yirmi Dokuzuncu Sözde iki kere iki dört eder katiyetinde, melâikelerin vücudunu ispat ettiğimizden, onlara iktifâen burada kısa kesiyoruz.
Elhasıl: Esîrden yapılmış; elektrik, ziyâ, hararet, câzibe gibi, seyyalât-ı lâtifenin medârı olmuş ve hadîste
b706.gif
-2- işaretiyle, seyyarat ve nücumun harekâtına müsaid olmuş ve Samanyolu denilen mecerretü's-semâ'dan tâ en yakın seyyareye kadar, muhtelif vaziyet ve teşekkülde yedi tabaka, herbir tabaka âlem-i Arzdan, tâ âlem-i Berzaha, âlem-i misâle; tâ âlem-i âhirete kadar birer âlemin damı hükmünde birer semanın bulunması, hikmeten, aklen iktiza eder.

1- Bundan başka semâya da irâdesini yöneltti ve gökleri yedi tabaka olarak tanzim etti. (Bakara Sûresi: 29.)
2- Gök dondurulmuş bir dalgadır. (Tirmizî, Tefsir: 59; Müsned, 2:370.)
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst Alt