Peygamberimizin Sütanneye Verilmesi 2

ceylannur

Yeni Üyemiz
PEYGAMBER EFENDİMİZ, SA’D OĞULLARI YURDUNDA
Bütün bu garipliklerden sonra, Halîme ve kocası, yurtla­rına var­dılar.

Artık nur yüzlü Kâinatın Efendisi, Sa’d oğulları yurdundaydı.

O sırada, Sa’d oğulları beldesinde müthiş bir kıtlık ve ku­raklık hâkimdi: Be­reketi kesilmiş topraklar, susuz kuyu ve çeşmeler, solgun yüzler ve zayıflikten ayakta duracak me­cali kalmamış hayvanlar...

Fakat Peygamber Efendimizin ayak bastığı hânenin manzarası birden deği­şiverdi. Daha önce yiyecek ot bulama­yan hayvanları, şimdi tıkabasa doyuveri­yorlardı. Memeleri dolup taşıyor, bir rahmet çeşmesi gibi devamlı süt akı­tı­yorlardı. Solgun yüzler yoktu artık Halîme’nin evinde...

Beldenin sâir sâkinleri, yine kıtlık içinde, yine sıkıntı çemberinde kıvranı­yorlardı! Hayvanları hâlâ zayıf, nahif ve istenilen sütü veremiyordu!

Sanki, Peygamberimizi “yetim” diyerek almayanlar, maruz kaldıkları mah­rumiyet içinde bırakılmakla cezalan­dı­rı­lıyorlardı.

Yayla halkı, gözleriyle gördükleri bu durum karşısında meraklarından çat­layacak hale gelmişlerdi. Olup bitenlere bir mana veremiyorlardı. Kabahati ço­banlarında buluyorlar ve on­lara çıkışıyorlardı: “Gidin, görün bakalım! Ha­lîme’nin çobanı, koyunlarını nasıl doyurmuş? Yürürken memelerinden şıpır şı­pır süt damlıyor! Kim bilir, koyunlarını nerede otlatıyor! Siz de onun gittiği ye­re gidip koyunları orada otlatsanız ya!”

Çobanlar, efendilerinin bu çıkışlarında haksız olduklarını, adları gibi bili­yorlardı. Halîme’nin çobanının koyunlarını otlattığı yerin, kendilerinin otlattığı yerden hiçbir farkı yoktu. Bunun için de itiraz ediyorlardı. Ama itirazları hiçbir fayda ver­miyordu. Efendilerinin bu sefer şu sözlerine muhatab oluyorlardı:

“Peki, sizin sürülerin koyunları açlıktan kendilerini zar zor taşıyorlar da, onunkiler neden tıkabasa tok, hem de me­meleri sütle dolu olarak dönüyor?”

Ne çobanlar ve ne de efendileri bu soruya cevap bulamıyor­lardı; sadece birbirlerine hayret ve şaşkınlık dolu bakışlarla bakıp kalıyorlardı!

Elbette bunun bir sebebi vardı ve bu sebebi, henüz o za­man Hz. Halîme ile ko­casından başkası bilmiyordu. Çobanların gelip sebebini sormaları üzerine, Halîme onlara şu cevabı verdi:

“Vallahi, bu iş ne ot, ne de otlak işidir! Bu iş, Rabbimin sırla­rından bir sırdır. Her şey Mekke’den dönüşümüzle birlikte başladı!”

Tabii ki çobanlar, bu sözlerden pek bir şey anlamıyorlardı ve meraklarından da kurtulamıyorlardı.

Yayla halkının akıl erdiremediği sır şuydu:

Kâinatın yegâne sahibi olan Allah, en sevdiği insan olan Peygamberimizi evlerine misafir etme âlicenablığını gösterdiklerinden dolayı Halîmelerin evine rahmet hazinesinden bol bol ihsan ve ikramda bulunuyordu.

Halîme ve kocası, bunun gayet iyi farkında idiler. Bu sebeple nur yavruya bambaşka bir gözle bakıyorlardı. Adeta onu uçan kuştan, doğan güneşten ko­ruyorlardı. Büyük bir sevgi ve dikkat ile üzerinde titriyorlardı.

Yayla Kuraklıktan Kurtuluyor!
Sa’d oğulları yaylasında aylardır hüküm süren kuraklık ve kıtlık hâlâ son bul­muş değildi. Yayla halkı, her hafta kendi inanç ve geleneklerine göre yağ­mur duasına çıkmaya devam ediyordu. Fakat her seferinde de elleri boş ve mah­zun dönüyorlardı.

Bir Cuma günüydü.

Kadınlı erkekli bütün kabile halkı, yanlarına aç develerini, sütsüz koyunla­rını da alarak, bir tepenin üzerine, yine yağmur duasında bulunmak için çık­mışlardı. Putlarına kurbanlar kestikten sonra, duaya başladılar. Yalvarmalar yakarmalar, Âlemlerin Rabbine, yağmur göndermesi için yapılıyordu. Saat­ler­ce dua ettikleri halde yere tek bir yağmur damlası düşmedi.

Kalabalığın içinde Sevgili Peygaberimizin süt annesi Halîme ve kocası Hâris de vardı. Halîme, gözlerden sakındığı Kâinatın Efendisi yavruyu kalabalığa alıp getirmemiş, süt kardeşi Üneys’nin yanında evde bırakmıştı.

Duanın sonuna gelinmişti. Herkes ümitsiz ve bitkindi. Artık dönmeye ha­zırlanıyorlardı. Bu sırada Halîme’nin komşusu bir kadın, duasını bitirmek üze­re olan rahibe yaklaştı ve rahip duasını bitirince de, “Rahip efendi, biz bu ka­dar dua ettik, fakat bir netice alamadık. İçimizde hayırlı uğurlu biri olsa, belki Âlemlerin Rabbi duamızı kabul eder­di” dedi.

Rahip, yaşlı kadının bu sözünden rahatsız gibi oldu ve “Biz, O’na dua ede­riz; ama O’nun ne yapacağını bilmeyiz. Doğruyu ve hayırlıyı ancak O bilir” di­ye konuştu.

Yaşlı kadın, bu sefer asıl maksadını açıkça söyledi: “Biliyorum, dedikleriniz doğru. Ama benim söylemek istediğim şey başka. Bizim komşumuz Ha­lî­me’nin evinde, Mekkeli bir çocuk var. O geldiği günden beri Halîme’nin evi be­reketle dolup taşıyor. Çok hayırlı, çok uğurlu bir çocuk olarak görünüyor. Bir de onu buraya getirsek... Belki ayağı uğurlu gelir! Onun yüzü suyu hürme­tine Âlemlerin Rabbi duamızı kabul eder ve bizi yağmura kavuşturur!”

Rahip önce tereddüt geçirdi. Kadın ısrar edince, Efendimizin getirilmesine râzı oldu.

Yaşlı kadın, Halîme’yi arayıp buldu ve rahibe yaptığı tek­lifi kendisine an­lattı.

Fikir, Halîme’nin de aklına yattı. Çünkü nur yavrunun bereketli ve hayırlı bir çocuk olduğuna en çok kendisi şahit olmuştu. Koşarak eve vardılar. Pey­gamberimizi, süt annesi kucakladı. Kundakladıktan sonra, yakıcı güneşin tesi­rinden korumak için de yüzünü bir bezle kapadılar ve dışarı çıktılar.

Güneş, kızgın oklarını yeryüzüne olanca şiddetiyle saplıyor­du. Yerden san­ki alev alev ateş yükseliyordu. Evden çı­kıp bi­raz yürüdükten sonra, gözleri ga­rip bir şeye ilişti: Bir bulut, kendileriyle beraber gidiyordu! Önce mühimse­mediler; “Olabilir” diyerek yürüdüler. Fakat bu küçük bulut kendilerini terk et­miyordu. Adeta, onları güneşin kavurucu sıcaklığından korumak için bir şem­siye vazifesi görüyordu. İster istemez hayrete kapıldılar ve şaşırdılar. Bir ta­raftan da sevindiler. Artık nur yavrunun yüzünü bezle örtmeye de ihtiyaç kalma­mıştı. Örtü kaldırılınca, şirin gözler süt annesine tatlı tatlı baktı. Sanki, tebessümüyle, “O bulut beni gölgeliyor” der gibiydi.

Buluttan şemsiye altında yollarına devam edip kalabalığa karıştılar. Önce yapılan tekliften rahatsız olan rahip, bu sefer on­ları güleryüzle karşıladı. Çün­kü o da, Halîme ve arkadaşının, evden çıkar çıkmaz, bir bulut tarafından göl­ge­lendiklerini uzaktan görmüştü!

Rahip, Peygamberimizi süt annesinin kucağından aldı ve kalabalığa ses­lendi: “Ey insanlar! Bu, bulunduğu eve be­reket getiren Mekkeli çocuktur! Bu hayırlı yavruya olan sevgisi ve lûtfu ile yağmur vermesi için Âlemlerin Rab­bine hep beraber dua edelim!”

Eller tekrar açıldı ve dudaklar yeni bir heyecanla duaya başladı.

Peygaberimiz bir nur yumağı halinde rahibin kucağında duruyordu. Rahip, bütün dikkatiyle nur saçan gözlere bakıyor ve adeta hal diliyle “Bu güzel ço­cuğun yüzü suyu hürmetine bize yağmur ihsan et” diye Cenab-ı Hakk’a yalva­rıyordu!

Herkes Yüce Allah’a yalvarırken, Peygamberimizin nur saçan gözleri, ümit­le gökyüzüne dikildi. Rahip ise, nur yavrunun iri ve bebekleri pek siyah, gü­zel­likte eşsiz gözlerine kendini kaptırmış ve adeta her şeyi birden unutu­vermişti.

Artık aylardır süren hasretli ve hüzünlü bekleyişin son anları yaklaşıyordu. Peygamberimizin başı üzerindeki küçücük bulutun birden büyümeye ve ufuk­lara doğru yayılmaya başladığı görüldü. Kısa zamanda o küçük bulut, ye­ri­ni, bütün gökyüzünü kaplayan kocaman bir buluta terk etti. Dua seslerine birden sevinç çığlıkları karıştı. Yağ­mu­run müjdecisi bulutlar geldiğine göre, rahmetin de gel­me­si yakındı. Az sonra sevinç çığlıklarıyla ortalık çınladı: “Yağmur, yağ­mur, yağmur!..”

Evet, ikaz mahiyetindeki iki haftalık bir mahrumiyet içinde kalma, Sa’d o­ğul­larının dikkatini çekmek için kâfi görülmüştü. Nur yavrunun yüzü suyu hür­metine, Sa’doğulları yurduna lâtif, berrak ve tatlı yağmur damlaları, Ce­nab-ı Hakk’ın rahmet hazinesinden ahenkli ahenkli in­meye başladı. Güya rah­met tecessüm ederek dam­lalar suretinde yeryüzüne akıyor, ümitsiz yüzlere ümit ve tatlılık bahşediyordu. İnsanlar gibi kuraklıktan çatlak çatlak olan yer­yü­zü de mis gibi kokusuyla sevincini izhar ediyordu.

Yağmura kavuşan halk, aylardır devam ettikleri dualarının kabul edilme­yip, o gün kabul edilişinin sırrını yine de bilemediler. Çünkü o, bir sırdı. Şim­di­lik bir sır olarak da kalacaktı. Rahmet vesi­lesi, henüz bir bebekti! Ama in­san­lar nazarında bir bebekti. Haki­kat­te o, Allah’ın ve meleklerin kendisini çok iyi tanıdıkları, Allah’­ın sevgili kulu, Peygamberler Peygamberi, İki Cihanın Güneşi Hz. Mu­hammed’di (a.s.m.).

Sa’doğulları yurdunun yüzünü güldüren rahmet, aralıklarla tam bir hafta devam etti.

Toprak, yağan yağmuru iliklerine kadar içerek doydu. Otlar yeniden fış­kır­dı, ağaçlar yemyeşil körpe filizler verdi. Ekinler boy attı, koyunların meme­leri sütle dolmaya başladı.

Yağmura kavuşanlar arasında ancak birkaçı, rahmete vesile teşkil eden se­bebi bildiler. Kendi aralarında şöyle konuştular:

“Bu çocuk, çok uğurlu ve hayırlı bir çocuk!”

Saf ve geniş ufuklu çölde hava temiz ve güzeldi. Çocukların çabucak geliş­mesine ve sıhhatli büyümelerine oldukça elverişliydi.

Sevgili Peygamberimizin büyümesi de diğer çocuklardan farklı oldu: Sekiz aylık iken konuşmaya başladı. Dokuz aylıkken konuşması oldukça düzgün ve pürüzsüzdü. Onuncu ayında ise, artık diğer çocuklarla ok atacak kadar kuv­vetli ve gürbüz olmuştu.

Peygamber Efendimiz, iki yaşına basınca sütten kesildi. O âna kadar, Ha­lî­melerin ve yayla halkı üzerinde bereket, rahmet ve ihsan yağmuru hiç eksik ol­madı.

Bu yaşında bile Peygamber Efendimiz, akranlarından çok farklı bir güzel­li­ğe, sevimliliğe ve üstün bir ahlâka sahipti. Bü­yük bir insan gibi ağır başlı ve vakur idi.

Peygamberimizin, Annesine Getirilişi
Süt çocuklarını geri verme mevsimi gelip çattı. Bununla birlikte, Efendimiz üzerinde kol kanat geren, onu öz evladından daha fazla seven Halîme’nin de gönlünü bir hüzün bulutu kapladı. Çünkü ondan ayrılacaktı. Çünkü Nur Mu­hammed’in cenneti hatırlatan gül kokusundan uzak kalacaktı.

Fakat Mekke’ye götürüp annesine teslim etmekten başka çaresi de yoktu. Öyle yaptılar. Nur Muhammed’i ala­rak Mekke’­ye geldiler ve annesine gönül gözyaşları arasında teslim ettiler.

Sütannenin âlemi hüzünle, gerçek annenin dünyası ise sevinçle dolu idi! Bi­ri öz yavrusuna kavuşmanın saadetini yaşıyor, diğeri ondan ayrılmanın ate­şin­de tutuşmuş, yanıyordu!

O anda sütanne Halîme’ye, sanki bir ilham geldi ve yalvarırcasına, bütün sa­mimiyetiyle şu teklifi yaptı:

“Ne olur, oğlumu biraz daha yanımda bırakamaz mısınız? Hem ben, ona Mekke vebâsının bulaşmasından da kor­kuyorum!”[7]

Bu teklif ve arzu, samimi idi. Sanki cümleler, dudaklardan değil, gönülden kopup gelmişti.

Aziz anne Âmine, bu riyâsız ve candan yalvarışa karşı koyamadı ve bir müddet daha ciğerpâresinin Sa’doğulları yurdunda kalmasına râzı oldu.

Peygamberimiz, Yine Benî Sa’d Yurdunda
Halîme muradına ermişti! Arzusunun kabul edilişinin sonsuz hazzı içinde Efendimizle birlikte tekrar yurduna döndü.

Kâinatın Efendisi, artık süt kardeşi Abdullah’la birlikte kuzuları gütmeye de çıkıyordu. Kuzular, onun tatlı tebessümlerine melemeleriyle cevap veri­yor­lar­dı.

Peygamber Efendimizin gözleri hep göklerde idi. Sanki, orada bir şeyler keşfedecekmiş gibi dikkatli ve ibretli bakıyordu. Sanki, bir el uzanacak ve onu ulvî âlemlere alıp götürecekmiş gibi bekliyordu!

Bu arada, gözlerden kaçmayan garip bir hadise vardı: Peygamber Efendi­mizin başı üzerinde çoğu zaman bir bulut geziyor ve onu güneşten koruyordu.

Artık gözler ondaydı. Dillerde onun güzelliği, gönüllerde tatlı sevgisi vardı. Konuşulan, onun dürüstlüğü, terbiyesi ve ağırbaşlılığı idi.

Akranları da onun tatlı arkadaşlığına erişmek için adeta yarış edi­yorlardı.

İşte, Sevgili Peygamberimiz, Sa’doğulları yaylasında günlerini böylesine huzurlu ve sevinçli geçiriyordu!

PEYGAMBER EFENDİMİZİN GÖĞSÜNÜN YARILMASI
Kuşluk güneşinin her tarafa pırıl pırıl hayat saçtığı güzel bir bahar gü­nüy­dü.

Nur yüzlü Efendimiz, süt kardeşi Abdullah’la beraber evlerine yakın çayır­lıkta kuzularını otlatıyordu. Bir ağacın altında, çimenden yemyeşil halının üze­rine oturmuş, tatlı tatlı konuşuyorlardı. Bir müddet sonra da Abdullah, ağacın serin gölgesinde uykuya dal­dı.

Kâinatın Efendisi ise, oturduğu yerden, kâinatı kuşatan eşsiz güzelliklerin yaratıcısını düşünmeye koyuldu. Bu sırada kuzular yayıla yayıla epeyce uzak­laşmışlardı. Onları geri çevirmek için Peygamberimiz, Abdullah’ın yanın­dan ayrıldı. Bir müddet gittikten sonra, karşısına beyaz elbiseli iki kişinin çık­tı­ğını gördü. İkisi de güleryüzlü ve sevimli idiler. Birinin elinde içi karla dolu al­tın bir tas vardı. Nur yüzlü Efendimizin yanına usûlca yaklaştılar. Onu tu­tup, İlâ­hî bir halı gibi duran yemyeşil çimenlerin üzerine uzattılar. Efen­di­mizde ne ses, ne sedâ, ne de telâş vardı. Bu güleryüzlü, bu temiz simalı ve bu sevimli in­sanların kendisine kötülük yapmayaca­ğını biliyordu.

Ağacın serin gölgesinde uyumakta olan Abdullah, bu sırada uyandı. Man­za­rayı görünce, olanca hızıyla telâşlı telâşlı eve vardı. Gördüğü manzarayı an­ne ve babasına anlattı. Heyecan ve telâşlarından evlerinden nasıl çıktıkları­nın far­kında bile olamayan Halîme ile kocası, bir anda Peygamberimizin ya­nına var­dılar. Fakat Abdullah’ın anlattıklarından eser yoktu. Ortalıkta kimseler gö­rün­müyordu. Zira, gelenler, memur edildikleri vazifelerini bir anda bitirip göz­den kaybolmuşlardı. Sadece, ayakta duran Kâinatın Efendisinin benzi uçuk­tu ve hafiften gülümsüyordu.

Fazlasıyla telâşa kapılan Halîme ve kocası, “Ne oldu sana yavrucuğum?” di­ye sordular.

Kâinatın Efendisi şunları anlattı:

“Yanıma beyaz elbiseli iki kişi geldi. Birinin elinde içi karla dolu bir tas var­dı. Beni tuttular, göğsümü yardılar. Kalbimi de çıkarıp yardılar. Ondan si­yah bir kan pıhtısı çıkarıp bir yana attılar. Göğsümü ve kalbimi o karla temiz­ledikten sonra ayrılıp gittiler.”[8]

Aradan yıllar geçecek, kendilerine peygamberlik vazifesi verilecekti.

Bir gün, sahabelerden bazıları, “Yâ Re­sû­lal­lah! Bize ken­dinizden bah­seder misiniz?” diyeceklerdir.

Re­sû­lul­lah, “Ben, babam İbrahim’in duasıyım, kardeşim İsa’­nın müjdesi­yim, annemin ise rüyasıyım! O, bana hamile iken Şam saraylarını aydınlatan bir nurun kendisinden çıktığını görmüştü” de­dikten sonra, bahsi geçen hadi­seyi de şöyle anlatır:

“Ben, Sa’d b. Bekroğulları yanında emzirilip büyütüldüm. Bir gün süt kar­deşimle birlikte evlerimizin arkasında kuzuları otlatıyorduk. O sırada yanıma beyaz elbiseli iki kişi geldi. Birinin elinde içi karla dolu altın bir tas vardı. Beni tuttular, göğsümü yardılar. Kalbimi de çıkarıp yardılar. Ondan siyah bir kan parçası çıkarıp bir yana attılar. Göğsümü ve kalbimi o karla temizlediler.”[9]

Bu hadiseyle Peygamber Efendimizin mübarek kalbi, İlâhî bir nur ve Ce­nab-ı Hak tarafından bir sekînet ve bir ruh ile genişletilmiş oluyordu. Aynı za­manda, Re­sû­lul­lah Efen­dimizin nefsi, o yaşından itibaren kutsî duygular ve İlâhî nurlarla teyit edilerek, her türlü vesvese ve şüpheden temiz hale getirili­yordu. Burada şunu da hatırlatmak gerekir ki kalp sadece çam kozalağı gibi bir et parçası olarak düşünülmemelidir. O, bir Lâtife-i Rabbaniye’dir. Meseleye ışık tutması bakımından, Bediüz­za­man Hazretlerinin kalple ilgili şu açıklama­sını da nazarlara arz etmekte fayda vardır:

“Kalpten maksat, sanevberî [çam kozalağı] gibi bir et parçası de­ğildir. An­cak bir Lâtife-i Rabbaniye’dir ki maz­har-ı hissiyatı vicdan, ma’kes-i efkârı di­mağdır. Binaenaleyh, o Lâtife-i Rabbaniye’yi tazammun eden o et parçasına kalp tâbirinde şöyle bir letafet çıkıyor ki; o Lâtife-i Rabbaniye’nin insanın mâ­nevîyatına yaptığı hizmet, cism-i sanevberînin cesede yaptığı hizmet gibidir. Evet, nasıl ki bütün aktar-ı bedene maü’l-hayatı neşreden o cism-i sa­nev­berî, bir makine-i hayattır ve maddî hayat onun işleme­siyle kâimdir; sekteye uğra­dığı zaman cesed de sukuta uğrar; kezalik o Lâtife-i Rabbaniye a’mâl ve ahvâl ve mânevîyatın heyet-i mecmuasını hakikî bir nur-u hayat ile canlandırır, ışık­landırır; nur-u imanın sönme­siyle, mahiyeti, meyyit-i gayrimüteharrik gibi bir heykelden ibaret kalır.”[10]

Anlaşılan odur ki maddî kalbin iman, ilim, hikmet, şef­kat gibi mânevîyatla yakın alâkası vardır; aynı şekilde, mad­dî temizliğin de mânevî temizlikle mü­nâsebeti mevcuttur. Bu itibarla, Resûl-i Ekrem Efendimizin maddî kalbinin yı­kanıp temizlendikten sonra ilim, hikmet, İlâhî nur ve feyizlerle doldurulma­sını, akıldan uzak gör­memek lâzımdır.[11]



____________________________________________________________________

[1] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 108; Belâzurî, Ensab, c. 1, s. 42.
[2] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 108.
[3] İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 108.
[4] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 171-172; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 110-111.
[5] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 172; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 111; Taberî, Tarih, c. 2, s. 127.
[6] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 173; Taberî, Tarih, c. 2, s. 127.
[7] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 173; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 112; Taberî, Tarih, c. 2, s. 127.
[8] İbn Hişam, Sîre, c. 1, s. 174; İbn Sa’d, Tabakat, c. 1, s. 112; Taberî, Tarih, c. 2, s. 128.
[9] İbn Hişam, Sîre, a.g.e., c. 1, s. 175; Taberî, a.g.e., c. 2, s. 128.
[10] Bediüzzaman Said Nursî, İşaratü’l-İ’caz, s. 79.
[11] bkz. M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 8, 5911-5915.

Yazar:
Salih Suruç
 
Üst Alt