TEFSİR RA'D Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
RA'D SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

RA'D  Suresi 31. Ayet
RA'D Suresi 31. Ayet
Ra'd Sûresi Hakkında

Ra‘d sûresi Mekke’de inmiştir. Medine’de indiğini söyleyenler de olmuştur. 43 âyettir. İsmini, 13. âyetindeki ve “gök gürültüsü” mânasına gelen اَلرَّعْدُ (ra‘d) kelimesinden almıştır. Mushaf tertîbine göre 13, nüzûl sırasına göre 87. sûredir.

Ra'd Sûresi Konusu

Sûre, Peygamberimiz (s.a.s.)’e inzâl buyrulan Kur’ân-ı Kerîm’in Allah tarafından gönderilmiş kesin, gerçek, doğru bir kitap olduğu esası etrafında döner durur. Kur’an’ın getirdiği temel esaslar olan tevhid, âhiret ve nübüvvet konularına tekrar tekrar temas eder. Bu esasları ispat sadedinde aklî ve mantıkî deliller serdeder. Bunlara samimiyetle iman edenlerin elde edecekleri mükâfatları, bunlara sırtını dönenlerin ise uğrayacakları hazin ve feci neticeleri haber verir. İslâm düşmanlarının ileri sürdükleri bir kısım itirazları üstü kapalı olarak ele alıp, iknâ edici bir şekilde cevaplandırır. Böylece oluşabilecek şüpheleri izale etmiş olur. Hususiyle İslâm’ı yaşama ve tebliğ etme yolunda gayret gösteren, bu

Ra'd Sûresi Nuzül

Mushaftaki sıralamada on üçüncü, iniş sırasına göre doksan altıncı sûredir. Muhammed sûresinden sonra, Rahmân sûresinden önce nâzil olmuştur; Mekke’de mi Medine’de mi indiği hakkında farklı rivayet ve tesbitler vardır. Mushaftaki tertibe göre sûrenin Mekke’de inmiş olan ve hurûf-i mukattaa ile başlayan sûrelerin arasına yerleştirilmiş olması, üslûbunun Mekkî sûrelere benzemesi, muhtevasında tevhid ilkeleri, müşriklerin kınanması ve yerilmesi gibi konuların yer alması sebebiyle Mekke’de inmiş olduğu rivayeti tercih edilmiştir; 31-32. âyetlerinin Mekke’de, diğerlerinin ise Medine’de indiğini, ayrıca tamamının Medine döneminde geldiğini söyleyenler de vardır.

RA'D SURESİ TEFSİRİ

1. Elif. Lâm. Mîm. Râ. İşte bunlar, kitabın âyetleridir. Rabbinden sana indirilen bu kitap gerçeğin ta kendisidir; fakat insanların çoğu ona iman etmez.

Allah Teâlâ, atomları birleştirerek muazzam kâinatı, hücreleri bir araya getirerek en güzel kıvam, şekil ve renklerde insanları, hayvanları ve bitkileri yarattığı gibi; الۤمۤرٰ (Elif, Lâm, Mîm, Râ) gibi harflerle de kelime ve âyetlerini telif ederek mûcize kelâm Kur’an’ı indirmiştir. Teker teker ele alındıkları zaman hiçbir mânası yok zannedilen o harfler, o sesler, Allah tarafından kendilerine verilen terkip, tertip ve düzenle mâna yüklü kelimeler meydana getirerek, ilâhî kelâmın mâna ve muhtevasına delalet eden, gizliyi açığa çıkaran açık deliller, âşikâr alâmetler ve kesin belgeler hâline gelmektedir. İşte Kur’ân-ı Kerîm, Allah tarafından gönderilmiş bu âyetleri ihtivâ eden doğru ve gerçek bir sözdür. Fakat insanların çoğu ona imandan mahrum kalmaktadırlar.

Bu âyette, Allah’ın Kur’an’daki sözlü âyetlerine dikkat çekildikten sonra, devam eden âyetlerde gözler, O’nun kâinatta tecellî eden fiilî âyetlerine çevrilmekte; akıllar, Allah’ın birliğini, kudret ve azametini haykıran bu nevi kevnî hâdiseler üzerinde düşünmeye davet edilmektedir:

2. Allah O’dur ki gökleri sizin görebileceğiniz bir direk olmaksızın yükseltti, sonra da arş üzerine kuruldu ve güneşle ayı emrine boyun eğdirdi. Bunların her biri belirli bir vakte kadar yörüngesinde dönüp duracaktır. O, tam bir nizama koyduğu kâinatta her işi çekip çeviriyor, her şeyi idâre ediyor ve gerçeğin bütün işaret ve delillerini detaylarıyla açıklıyor ki, bir gün gelip Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanasınız.

Cenâb-ı Hakk’ın varlığını ve birliğini gösteren delillerden biri, O’nun, uzayıp giden uçsuz bucaksız gökleri insanların görebileceği direkler olmaksızın yükseltmesidir. Âyetin “görebileceğiniz bir direk olmaksızın” (Ra‘d 13/2) ifadesinden, “gökleri ayakta tutan hiçbir direğin olmadığı” anlaşılacağı gibi, “bizim görmeye güç yetiremediğimiz direklerin olduğu ve göklerin bunlarla ayakta durduğu” mânası da anlaşılabilir. Bu ikinci mânaya göre âyet-i kerîme, gökleri ve gök cisimlerini birbirinden uzakta tutan, birbiri üstüne düşmekten koruyan görünmez bir kuvvete ve ilâhî bir kanuna işaret eder. Bu kanun, gök cisimleri arasında bulunan, aralarındaki mesafeyi sabit tutup aynı yörüngelerinde sapmadan hareket etmelerini sağlayan “itme-çekme” kuvvetidir. Nitekim: “Kendi izni olmadan yerin üzerine düşmesin diye göğü de O tutmaktadır. Şüphesiz Allah insanlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir” (Hac 22/65) âyeti de gök cisimleri arasındaki bu itme-çekme gücüne işaret buyurmaktadır.

İkinci delil, Allah’ın güneş ve ayı emrine ve iradesine boyun eğdirerek onları kullarının hizmetine âmâde kılmış olmasıdır. Bunlar, belli bir süreye kadar yörüngeleri etrafında dönmektedirler. Ebedi değil, sonludurlar. Bir gün gelecek bu dönüşleri sona erecek ve kâinatın kıyâmeti kopacaktır. Böyle muazzam varlıkları emrine âmâde kılıp istediği gibi döndüren ve istediği zaman da durduracak olan Allah, ne yüce bir kudret sahibidir.

Üçüncü delil şudur: Allah Teâlâ gökleri, yeri, güneş ve ayı ile tüm kâinatı yarattıktan sonra bir kenara çekilmemiş; âdetâ ülkesini yönetmek için tahta oturan bir hükümdar gibi O da kâinat sarayını yönetmek üzere arşa kurulmuş, her an onun bütün işlerini tanzim edip yönetmekte, hepsinin bir bütün olarak nizam ve âhenk içinde hareket etmesini sağlamakta; varlığını, birliğini ve kudretini gösteren sayısız âyetleri kâinatın her bir yerinde bütün tafsilatıyla gözler önüne sermektedir. Tıpkı “Elif, Lâm, Mîm, Râ” gibi tek tek harflerden mânalı kelimeler, onlardan hikmetli cümleler, ibretli âyetler ve muhkem kitaplar meydana getirdiği gibi, ilk yaratılışta hece harfleri mevkiinde olan atomlardan moleküller, onlardan da çeşitli özellikte değişik maddeler ve zengin bir kâinat yaratmaktadır. Allah Kur’ân-ı Kerîm’i âyet âyet indirdiği gibi, çeşitli hâdiseleri, muhtelif tabiat olaylarını ve sosyal gelişmeleri de bir nizam içinde safha safha meydana getirmekte; onları çeşitlendirip çoğaltmaktadır. Bütün bu olaylar ve apaçık deliller göstermektedir ki, Allah’ın âhiretle alakalı verdiği bilgiler kesinlikle doğrudur. Her biri haber verildiği şekilde vuku bulacaktır. İnsan mutlaka öldükten sonra dirilecek, Rabbinin huzuruna duracak, hayatının hesabını verecek ve iyi veya kötü yaptıklarının karşılığını elbette görecektir. Buna böylece her türlü şüpheden uzak olarak inanmak gerekir.
Gökyüzündeki delillerden sonra şimdi söz, Allah’ın yeryüzündeki belli başlı delillerine intikal ettirilmektedir:

Allah’ın arşa istiva etmesi konusunda, bu ifadenin ilk geçtiği yer olan A‘raf sûresi 54. ayette bilgi verilmiştir.

3. O Allah ki, yeryüzünü enine boyuna yayıp genişletti, oraya yerinden oynatılamaz dağlar yerleştirdi, nehirler akıttı ve orada her bir ürünü çifter çifter yetiştirdi. O, sürekli olarak geceyi de gündüze bürüyüp duruyor. Doğrusu bütün bunlarda, sistemli düşünebilen kimseler için nice deliller, alınacak nice dersler vardır.

Bunlar:

Cenâb-ı Hak, içinde yaşadığımız yeryüzünü göklerden ayırmış, gök cisimleri arasından çekip almış, onu çeşitli jeolojik devirler neticesinde enine ve boyuna uzatarak insanın yaşamasına elverişli hale getirmiştir. Sarsılmaması için oraya yerinden kıpırdatılamayacak, sağlam ve oturaklı dağlar yerleştirmiş ve aralarından ırmaklar akıtmıştır.

Orada her türlü meyve, sebze ve diğer ürünleri var etmiş; bunları da aynen insan ve hayvanlarda olduğu gibi çift, yani erkekli dişili yaratmıştır. Her ağaç, her bitki ancak erkek ve dişi tohumlarının çiftleşmesinden ve döllenmesinden meydana gelir. Bir kısım bitkilerde erkek ayrı ağaçta dişi ayrı ağaçta olur. İncir buna örnektir. Bir kısmında ise hem erkeği, hem dişisi aynı çiçekte bulunur. Çiçek, erkekli ve dişili bir hünsa şeklinde açar ve döllenmeyi kendi bünyesi içinde gerçekleştirir. Çoğunlukla çiçekler böyledir. Esen rüzgarlar da bu çiftleşmeyi sağlamada vasıta olur. (bk. Hicr 15/22)

Rabbimiz her an devamlı olarak geceyi de gündüzün üzerine sarmaktadır. Saat yelkovanı istikâmetinde dönen dünya yuvarlağında bir yandan güneş ışığı, karşısına gelen gece kısmını gündüze çevirirken, güneşin karşısından ayrılan gündüz kısmını da gece karanlığı sarmalayıp geceye çevirmektedir. İşte, “Allah, sürekli olarak geceyi gündüzün üzerine sarıyor, gündüzü de gecenin üzerine sarıyor” (Zümer 39/5) âyeti bu karşılıklı sarıp sarmalamayı beyân etmektedir.

Yeryüzünde cereyan eden bu büyük hâdiselerde, sistemli bir şekilde düşünüp eserden eserin sahibine, sanattan sanatkâra ulaşabilen kimseler için Allah’ın birliğini, azamet ve kudretini gösteren nice deliller, alınacak nice ibretler ve çıkarılacak nice dersler bulunmaktadır.

İlâhî kudreti hakıran bir diğer azamet tecellisi de şudur:

4. Yeryüzünde birbirine komşu kara parçaları, üzüm bağları, ekinler, bir kökten birkaç gövde hâlinde çatallı çıkan hurma ağaçları ve bir kökten tek sürgü halinde çatalsız çıkan hurma ağaçları vardır. Bunların hepsi aynı suyla sulanmaktadır. Buna rağmen canlılara sağladıkları ürünler bakımından, ayrıca tat, gıda ve kalite açısından biz onları farklı farklı yapıyor ve bazısını bazısına tercih edilir kılıyoruz. Elbette bunlarda aklını kullanan kimseler için dersler ve ibretler vardır.

Yeryüzünde birbirine komşu olan kıtalar, kara parçaları, toprak ve araziler bulunmaktadır. Bunlar birbirine yakın ve bitişik olduğu halde özellikleri birbirine benzemez. Hepsi birbirinden farklı biçimde, renkte ve hususiyettedir. Yeraltı ve yerüstü zenginlikleri bakımından farklıdırlar. Bunların bir kısmı tuzlu bir kısmı gevşek, bir kısmı sert ve kayalık bir kısmı bitek, bir kısmı taşlı veya kumlu bir kısmı da çamurlu ve bataklıktır. Bu çeşitlilik sayısız hikmet ve faydaya mebnidir. İnsanoğluna ve diğer yaratıklara sağladıkları faydaları açısından düşünüldüğünde, bu farklılığın, her şeyi ilim, irade, hüküm ve kudreti altında bulunduran bir Yaratıcı’nın nihâyetsiz hikmeti üzere tanzim edildiği anlaşılacaktır. Çünkü bu çeşitlilik insan medeniyetinin gelişmesine öylesine katkıda bulunmaktadır ki, bunu tesadüfle izah etmek mümkün değildir. Bu toprak parçaları üzerinde üzüm bağlarını, ekin tarlalarını, çatallı çatalsız hurma ağaçlarını var eden şüphesiz Cenâb-ı Hak’tır. Bu bağların, bahçelerin, meyve ve ağaçların hepsi aynı su ile sulanmaktadır. Fakat işin dikkat çeken tarafı, elde edilen ürünler, yetişen meyve ve sebzeler, renk, tat, şekil ve koku itibariyle birbirinden farklı olmaktadır. Bazısı bazısından daha leziz, daha kaliteli yetişmektedir. Hatta aynı dalda yetişen, aynı güneş ışığını alan ve aynı havayı soluyan iki meyveden biri daha iri, daha sulu, daha leziz olurken diğeri daha küçük, daha kuru ve hatta ekşi olabilmektedir. Hasılı ilâhî sanatta:

Çokluğa rağmen sonsuz değerde sanat ve mükemmellik,
Mutlak kolaylığa rağmen kusursuz düzen, sistem ve âhenk,
İnanılmaz sürate rağmen tam bir denge, tenasüp ve sağlamlık,
Sonsuzca çokluğa, karşıklığa ve dağılıma rağmen mükemmel ferdîlik ve ayrışma,
Akıl almaz ucuzluğa rağmen en yüksek değer ve fiyat gönülleri hayranlığa sürüklemekte ve akılları dehşetlere düşürmektedir.
Bütün bunlar, elbette aklını kullanabilen kimseler için sonsuz ilim, kudret ve hikmet sahibi bir Allah’ın varlığını gösteren apaçık delillerdir.

Bu muhteşem ilâhî kudret akışları ne kadar insanı hayranlığa sevk ediyorsa, bu gerçekler karşısında taş gibi donuk duran kâfirlerin şu inkârcı tavırları da o kadar şaşkınlık vericidir:

5. Rasûlüm! Eğer kâfirlerin sana inanmamalarına şaşıyorsan, şunu bil ki asıl şaşılması gereken şey onların: “Sahi, biz çürüyüp toprak olduktan sonra yeniden mi yaratılacağız? Hiç öyle şey olur mu?” demeleridir. İşte onlardır, Rablerini inkâr edenler. İşte onlardır, boyunlarında bukağılar bulunanlar. İşte onlardır, cehennemin yâranı ve yoldaşı olanlar ve orada sonsuzca kalacaklardır.

Allah Teâlâ’nın göklerde ve yerdeki bunca delillerine, kudret akışları ve azamet tecellilerine; her bahar ölü yeryüzünü bin bir renk ve çeşitte bitkilerle yeniden diriltmesine rağmen hâlâ öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmek gerçekten şaşılacak bir durumdur. Halbuki aklı olan herkes, gökleri ve yeri yaratmanın insanı yaratmaktan daha zor olduğunu; bir şeyi birinci kez yaratanın, onu çevirip yeniden yaratmasının daha kolay olduğunu bilir.

Âyet-i kerîmede âhiretin varlığını kabul etmeyenlerin şu özelliklerine ve onları bekleyen feci âkıbete dikkat çekilir:

Birincisi; onlar Rablerini inkâr etmektedirler. Çünkü âhireti inkâr, Allah’ın ilmini, kudretini, rabliğini ve gönderdiği Kur’an’ın doğruluğunu inkâr etmenin bir neticesidir.

İkincisi; onların boyunlarında demirden bukağılar, halkalar vardır. Bununla hem hakiki hem de mecazi mânanın kastedilmiş olması mümkündür. Hakiki mânaya göre, onlar, kıyamet günü boyunlarına demirden halkalar takılarak cehenneme sürüleceklerdir. Nitekim bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “O zaman boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde sürüklenecekler kaynar suyun içine! Sonra da ateşte cayır cayır yakılacaklar.” (Mü’min 40/71-72) Mecazi mânaya göre ise, küfür ve bâtıl inançları boyunlarına halka olmuş; kibir ve inatları boyunlarına demir halka gibi geçmiş, etraflarındaki ilâhî işaret ve alâmetlere bakıp hakikati görmelerine imkân bırakmamıştır. Bununla alakalı olarak da: “Biz onların boyunlarına demir halkalar geçirdik” (Yâsin 36/8) buyrulur.
Üçüncüsü; onlar bu inkârlarının cezası olarak ebediyen cehennemde kalacaklardır.

Buna rağmen:

6. Kâfirler senden, iyilikten önce kötülüğün bir an önce gelmesini istiyorlar. Halbuki kendilerinden öncekilerin başına da nice ibret verici olaylar gelip geçti. Elbette senin Rabbin, zulüm ve haksızlıklarına rağmen insanlara karşı çok bağışlayıcıdır. Bununla birlikte senin Rabbinin cezalandırması da çok şiddetlidir.

Kâfirler, Peygamber (s.a.s.)’in müjdelediği iyi şeyleri; iman ve amel, hidâyet, afiyet, ilâhî yardım, sevap, rahmet ve ihsan gibi güzellikleri bir kenara bırakırlar. Bunu talep etmez ve bu güzelliklere erişmek için gayret göstermezler. Aksine Peygamber (s.a.s.)’in kendilerini uyardığı azabın, musibet ve felaketlerin bir an önce başlarına gelmesini isteyip dururlar. Halbuki geçmişte kendileri gibi nankör ve münkirlerin başlarına âleme ibret olacak ne çetin azaplar inmiştir. Onlardan ibret almazlar da bir an önce kötülüğün gelmesini isterler. Zulümlerine devam ederler. Buna rağmen sonsuz sabır ve hilim sahibi Rabbimiz, hemen onları cezalandırmaz; tevbe etmeleri için onlara mühlet verir. Halbuki, “Eğer Allah insanları zulümleri sebebiyle hemen cezalandırsaydı, yerin üzerinde kıpırdayan hiçbir canlı varlık bırakmaz hepsini yok ederdi; fakat onları belli bir süreye kadar ertelemektedir. Süreleri dolduğu zaman artık onu ne bir an geciktirebilirler, ne de bir an öne alabilirler” (Nahl 16/61) Şunu da unutmamak lazım ki, Rabbimizin azabı da çok şiddetlidir. Sabreder, hilim gösterir, mühlet verir; fakat bütün bunlara rağmen fırsatları değerlendirmeyip zulümden vazgeçmeyenleri çok şiddetli bir şekilde cezalandırır. Yine de:

7. Kâfirler: “Ona Rabbinden bir mûcize indirilmeli değil mi” diyorlar. Rasûlüm! Sen ancak bir uyarıcısın. Her kavmin de bir yol göstereni vardır.

Kâfirler, Resûlullah (s.a.s.)’in tebliğ ettiği o yüce hakikatleri aklî delillerle bir türlü anlayamıyorlardı. Onun yüksek karakterinden, eşsiz ahlâk-ı hamîdesinden ve cahiliye toplumu içerisinde kısa zamanda gerçekleştirdiği muazzam inkılaptan bir ders çıkaramıyorlardı. Yine Kur’an’da, câhiliye hurafelerinin ve bir türlü vazgeçemedikleri şirk dininin ne nispette bâtıl olduğunu göstermek üzere ortaya konan aklî delilleri de anlamak istemiyorlardı. Kendilerine düşeni yapmaktan imtina ediyor, iki de bir Efendimiz’den muşahhas mûcizeler göstermesini istiyorlardı. Halbuki Peygamberimizin asıl vazifesi, her istendiği zaman mûcize göstermek değil, insanları Allah’ın azabına karşı uyarmak; onları her türlü haksızlık, sapıklık ve eğrilikten sakındırmaktır. Aynı şekilde Allah Teâlâ her kavme, onları doğru yola davet edecek bir rehber göndermiştir. (bk. Fâtır 35/24)

Mûcize isteyenler ise şu ilâhî gerçeklere bakabilirler:

8. Allah, her dişinin neye gebe olduğunu, rahimlerin neyi eksiltip neyi artıracağını bilir. O’nun katında her şey bir ölçü iledir.

9. O, duyular ötesini de, duyuların algı sahasına gireni de hakkiyle bilendir. O, ululardan ulu, yücelerden yücedir.

10. Allah’ın ilmine göre sizden birinin niyet ve sözlerini gizlemesiyle onu açığa vurması, yine içinizden birinin gecenin karanlıkları içinde saklanmasıyla güpegündüz ortalıkta gezip dolaşması arasında hiçbir fark yoktur.


Gerek insan, gerek hayvan, gerekse bitkilerden olsun, Allah Teâlâ, hangi dişinin neye hâmile kaldığını, hangi tohumdan döllendiğini, helâlden mi yoksa haramdan mı olduğunu bilir. Onun erkek mi dişi mi, yaşayacak mı yaşamayacak mı, saîd mi şakî mi olacağını da bilir. O, hâmile kaldıktan sonra rahimlerin tüm faaliyetlerinden haberdardır. Rahimlerin nasıl çalıştığını, hangi maddeleri üretip hangi toksinleri attığını, hangilerini salgılayıp ceninin gelişmesine yardımcı olduğunu bilir. Yine O, doğacak çocuğun erken mi, geç mi, yoksa tam vaktinde mi doğacağını; bir tane mi, ikiz mi veya daha fazla mı olacağını bilir. Çünkü Allah Teâlâ görüneni ve görünmeyeni, duyular alanına gireni ve girmeyeni aynı şekilde bilmektedir. O’nun ilmine göre bir şeyi gizlemek veya açıklamak, yine bir işi geceleyin gizlice yahut gündüzün açıktan yapmak arasında hiçbir fark yoktur. Cenâb-ı Hak hepsini aynı seviyede ve en iyi şekilde bilir.

9. âyette Rabbimizin iki güzel isminden bahsedilir. اَلْكَب۪يرُ (Kebîr); her şey kendisinden daha küçük olan, hiçbir çerçeveye sığdırılamayan, en büyük olan, azamet ve kibriyâ sahibi Allah demektir. اَلْمُتَعَالِ (Müte‘âl) ise her şeyden üstün, kendi rütbesinin üstünde hiçbir rütbe bulunmayan, yaratılmışlara mahsus olan miktar, sınırlılık gibi eksik sıfatlardan münezzeh, eşsiz ve yüce Allah demektir. Bu bakımdan O’nun ilim ve kudreti dışında kalacak ve huzuruna çıkıp hesap vermeyecek hiçbir şey yoktur.

Üstelik:
 
Son düzenleme:

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
11. Her bir insanın önünde ve arkasında Allah’ın emriyle onu kayıt ve koruma altına alan takipçi melekler vardır. Bir toplum, içinde bulundukları iyi hâli değiştirmedikçe, Allah, onlara olan nimetini değiştirmez. Fakat Allah, bir topluma kendi günahları yüzünden bir kötülük dilediği zaman, artık onun geri çevrilmesi mümkün değildir. Onları, Allah’tan başka koruyacak kimse de bulunmaz.

Cenâb-ı Hak, her bir insana, onu önünden ve arkasından takip eden bekçi melekler tayin etmiştir. Bunların, Allah’ın emriyle yerine getirdikleri iki mühim vazifeleri vardır: Birincisi, insanın tüm yaptıklarını, konuştuklarını, hal ve hareketlerini kaydetmek. İkincisi, görevli oldukları insanı koruyup muhafaza etmek. Bu hususta Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Sizi gece gözetleyen, gündüz gözetleyen melekler vardır. Bunlar sabah namazında ve ikindi namazında buluşurlar. Geceleyin aranızda kalmış olanlar Allah’ın huzuruna çıkarlar. Allah Teâlâ, kullarının halini çok iyi bildiği halde, meleklere:

«–Kullarımı ne halde bıraktınız?» diye sorar. Melekler:

«–Yanlarına vardığımızda namaz kılıyorlardı, yanlarından ayrıldığımızda da yine namaz kılıyorlardı, onları hep namaz kılarken gördük» derler.”
(Buhârî, Mevâkît 16; Müslim, Mesâcid 210)

Rivayete göre bir adam Hz. Ali’ye gelip: “Seni öldürmek isteyenler var, güvenlik tedbiri alsan herhalde iyi olur” der. Hz. Ali ona şu cevabı verir: “Her insanla birlikte onu kaderinde olmayan şeylerden koruyan iki melek vardır. Fakat kader geldiğinde melekler kişi ile kaderin arasından çekilirler. Şüphesiz ki ecel sağlam bir kalkandır; eceli gelmeyen ölmez.” (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XIII, 156)

Âyet-i kerîmede temas edilen diğer bir husus da, toplumların iyi hallerinin kötüleşmesinde geçerli olan ilâhî kanundur. Buna göre bir millet, kendilerinde bulunan iyi ahlâk ve meziyetleri değiştirip isyana dalmadıkça, Allah onların elindeki nimetleri değiştirmez. Fakat bir millet ahlâkını bozar, kötülük ve şerlere dalar, isyan yolunu tutarsa Allah da onlara lütfettiği nimetleri ellerinden alır, perişan olurlar. Çünkü Allah, şartlar oluşup bir milleti cezalandırmak istediği zaman onu durduracak hiçbir kuvvet yoktur. (bk. Enfâl 8/53)

Şunlar da son derece ibret ve dehşet verici hâdiseler olarak gözlerimizin önünde arz-ı endâm ederler:

12. Size şimşeği hem korku verecek hem de bereketli yağmurların müjdecisi olarak ümide sevk edecek şekilde gösteren ve yağmur yüklü ağır bulutları meydana getiren O’dur.

Bu âyet-i kerîmelerde Cenâb-ı Hak ibret için bir kısım tabiat hâdiselerine temas etmekte ve bunların hepsinin Allah’ın emrine imtisal ile gerçekleştiğini haber vermektedir. Bu hâdiselerden biri şimşeğin çakmasıdır. Şimşek, bulutların sürtüşmesinden doğan elektrik şeraresi olup, genellikle yağmurdan önce gözükür. O, hem yağmurun müjdecisi hem de yıldırımın habercisidir. Onu görenler bir taraftan yıldırıma çarpılmaktan korkarlar, bir taraftan da yağmura kavuşacaklarına sevinirler. Yahut korku ve ümit ayrı ayrı kimselerde olur. Mesela tarlada ekini olanlar ve yağmurun yağmasını bekleyenler sevinirler. Fakat açıkta kerpici veya çimentosu olanlar, yağacak yağmurun yaptıklarını harap etmesinden korkarlar.

Söz konusu edilen bir diğer tabiat hâdisesi bulutların oluşumudur. Allah Teâlâ yağmur yüklü ağır bulutları birbiri üzerine yığar. Bunların sürtüşmesinden gök gürültüsü meydana gelir. Bu da Allah’ı överek tesbih eder; kendisinin bir tesadüf neticesi değil, nihayetsiz ilim, hikmet ve kudret sahibi Allah’ın ince kanunlarıyla meydana geldiğini söyler. İbret kulağıyla dinleyenler, haykırışından onun ne demek istediğini anlarlar. Kâinatta vuku bulan her türlü hâdise de bunun gibidir. Nitekim âyet-i kerîmede:

“Allah’ı hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, fakat siz onların tesbihini anlayamazsınız. Şüphesiz ki O, ceza vermekte hiç acele etmeyen ve çok bağışlayandır” (İsrâ 17/44) buyrulur. Peygamberimiz (s.a.s.) gök gürlediği zaman: “Gök gürültüsünün hamd ile tesbih ettiği Allah’ı tenzih ederim” (Muvatta, Kelam 26) derdi. Gök gürültüsü iyice şiddetlendiği zaman ise: “Allahım! Bizi gazabınla öldürme, azabınla helak etme. Bize bundan önce âfiyet ver” (Buhârî, Edeb 76; Müslim, Birr 107-108) diye dua ederdi.

Hak Teâlâ, kullarını ikaz sadedinde, yıldırımları dilediği kimselere isabet ettirip onları helak edebileceğini, dolayısıyla bu muazzam olayları yaratan sonsuz kudret karşısında itirazı bırakıp teslimiyet göstermelerini ister. Zira O’nun çok şiddetli kuvvet ve kudretine, benzersiz azap ve yakalamasına, son derece ince plan ve proğramını tatbikine kimsenin karşı durabilmesi mümkün değildir.

Bütün bu gerçekler gösteriyor ki:

13. Gök gürültüsü Allah’ı överek O’nun yüceliğini haykırır. Melekler de O’nu korku ve saygıyla tesbih ederler. O, yıldırımları gönderip, bunlarla dilediğini çarpar öldürür. Hal böyleyken hâlâ kâfirler, Allah’ın birliği hakkında tartışıp durmaktadırlar. Oysa Allah, zâlimlerin hilelerini başlarına geçirip onları cezalandırmada şiddetli bir kudrete ve kuvvete sahiptir.

Bu âyet-i kerîmelerde Cenâb-ı Hak ibret için bir kısım tabiat hâdiselerine temas etmekte ve bunların hepsinin Allah’ın emrine imtisal ile gerçekleştiğini haber vermektedir. Bu hâdiselerden biri şimşeğin çakmasıdır. Şimşek, bulutların sürtüşmesinden doğan elektrik şeraresi olup, genellikle yağmurdan önce gözükür. O, hem yağmurun müjdecisi hem de yıldırımın habercisidir. Onu görenler bir taraftan yıldırıma çarpılmaktan korkarlar, bir taraftan da yağmura kavuşacaklarına sevinirler. Yahut korku ve ümit ayrı ayrı kimselerde olur. Mesela tarlada ekini olanlar ve yağmurun yağmasını bekleyenler sevinirler. Fakat açıkta kerpici veya çimentosu olanlar, yağacak yağmurun yaptıklarını harap etmesinden korkarlar.

Söz konusu edilen bir diğer tabiat hâdisesi bulutların oluşumudur. Allah Teâlâ yağmur yüklü ağır bulutları birbiri üzerine yığar. Bunların sürtüşmesinden gök gürültüsü meydana gelir. Bu da Allah’ı överek tesbih eder; kendisinin bir tesadüf neticesi değil, nihayetsiz ilim, hikmet ve kudret sahibi Allah’ın ince kanunlarıyla meydana geldiğini söyler. İbret kulağıyla dinleyenler, haykırışından onun ne demek istediğini anlarlar. Kâinatta vuku bulan her türlü hâdise de bunun gibidir. Nitekim âyet-i kerîmede: “Allah’ı hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, fakat siz onların tesbihini anlayamazsınız. Şüphesiz ki O, ceza vermekte hiç acele etmeyen ve çok bağışlayandır” (İsrâ 17/44) buyrulur. Peygamberimiz (s.a.s.) gök gürlediği zaman: “Gök gürültüsünün hamd ile tesbih ettiği Allah’ı tenzih ederim” (Muvatta, Kelam 26) derdi. Gök gürültüsü iyice şiddetlendiği zaman ise: “Allahım! Bizi gazabınla öldürme, azabınla helak etme. Bize bundan önce âfiyet ver” (Buhârî, Edeb 76; Müslim, Birr 107-108) diye dua ederdi.

Hak Teâlâ, kullarını ikaz sadedinde, yıldırımları dilediği kimselere isabet ettirip onları helak edebileceğini, dolayısıyla bu muazzam olayları yaratan sonsuz kudret karşısında itirazı bırakıp teslimiyet göstermelerini ister. Zira O’nun çok şiddetli kuvvet ve kudretine, benzersiz azap ve yakalamasına, son derece ince plan ve proğramını tatbikine kimsenin karşı durabilmesi mümkün değildir.

Bütün bu gerçekler gösteriyor ki:

14. Gerçek dua ve ibâdet, ancak Allah’a yapılan dua ve ibâdettir. Müşriklerin, O’ndan başka yalvardıkları putlar, kendilerine hiçbir şekilde karşılık veremez. Onların durumu, tıpkı ağzına su gelsin diye iki avucunu açık bir şekilde suya doğru uzatıp öylece bekleyen kimse gibidir. Oysa bu şekilde onun ağzına su hiçbir zaman gelmeyecektir. İşte kâfirlerin duası da hep böyle boşa gider.

Gerçek davet Hakk’ın davetidir. Ona doğru koşmak ve ona icâbet etmek gerekir. Gerçek dua da, Allah’a yapılan duadır. Onun dışındakiler, yapılan dualara hiçbir şeyle ve hiçbir şekilde karşılık veremezler. Sonra Allah Teâlâ, kendisinden gayrisine tapan ve dua edenlerin durumlarını şöyle canlı bir tablo ile canlandırmaktadır:

Sahnede bir insan bulunmaktadır. Bu kişi, oldukça susamış ve neredeyse susuzluktan nefesi kesilmiştir. Yine oracıkta yüksek bir gözeden şırıl şırıl tertemiz bir su akmaktadır. Adam ağzını açmış, susuzluktan bitap düşmüş bir halde suyun yanına varıyor. Ağzını uzatıp suyu içecek yerde öyle yapmıyor. Tersine, ağzına ulaşsın diye iki kolunu suya doğru uzatıyor. Daha ilginci elleri ve parmaklarının aralıkları da açık bir şekilde bunu yapıyor. Bu yolla ağzına suyun ulaşıp susuzluktan kurtulması mümkün değildir. Çünkü parmakları birbirinden iyice ayrılmış açık bir elde su asla durmaz. Adam öyle susuzluktan ağzı kurumuş, kolları da suya doğru uzanmış, elleri suyun altında açık bir tarzda sahnede bekliyor, biz de onu bu haliyle izliyoruz. İşte Allah’ı inkâr eden kâfirlerin, O’nun dışındaki varlıklara tapınmaları ve yalvarmaları da böyledir.

Temsilden şöyle bir mâna çıkarmak da mümkündür: Şimdi su cansızdır. Ellerini kendine uzatan kimseyi, onun susuzluğunu ve ihtiyacını hissetmez, görmez. O kimseye karşılık vermeye ve onun ağzına kendiliğinden ulaşmaya güç yetiremez. Aynı şekilde kâfirlerin dua ettikleri putlar da cansızdır, onların dualarını duyamaz, onlara karşılık veremezler. Onlara bir fayda vermeye de güçleri yetmez. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XIX, 29) Bu haliyle suya kavuşup susuzluğunu gidermek isteyen ve bu uğurda çırpınan kişinin uğraşıları boşuna olduğu gibi, Allah’tan başkalarına dua edenlerin duaları da boşunadır.

Netice olarak anlaşılmaktadır ki dua ve ibâdet edilmeye lâyık olan yalnızca Allah Teâlâ’dır. Çünkü:

15. Göklerde ve yerde her kim ve her ne varsa, isteyerek veya zorunlu olarak, hem kendileri hem de gölgeleri sabah akşam dâimâ yalnızca Allah’a secde ederler.

Göklerde ve yerde bulunan herkes ve her şey, zorunlu olarak Allah Teâlâ’nın koymuş olduğu kanunlara uymak ve ona itaat etmek mecburiyetindedir. Mü’mini de kâfiri de bu kaideye tâbidir. Ancak mü’minle kâfirin secdesi, itaat ve teslimiyeti arasındaki fark, mü’minin imandan neş’et eden kalbî bir şevk ve heyecan içinde, zevkine ve şuuruna vararak itaat etmesi, kâfirin ise bunu arzusu hilafına zorla yapmasıdır. Her ne kadar gönülden istemese de kâfirin, kendisini kuşatan bu ilâhî kanunlara karşı gelmesi takatinin sınırlarını aşmaktadır. Diğer taraftan, varlıkların sadece kendileri değil aynı zamanda gölgeleri de, sahiplerinin kalbî durumlarına bağlı olarak, isteyerek veya istemeyerek Allah’ın kanunlarına teslim olur, O’nun emrine itaat ederler. “Gölgelerin secde etmesi”, Allah’ın emriyle onların sabahları batıya doğru, akşamları ise doğuya doğru mütemâdiyen düşüyor olmalarıdır. Bu da onların belli bir kanuna tâbi olduklarını gösterir. Ayrıca burada akıl ve ruhlara göre, beden ve cesetlerin birer gölge durumunda olduklarına işaret vardır. Çünkü ruhlar nûrânî, cisimler zulmanîdir.

Tüm varlığın kendi kudret kabzasında olduğunu bildirdikten sonra Cenab-ı Hak, rabliğinin ve ilahlığının daha net anlaşılabilmesi için müşriklere peşpeşe şu susturucu soruların sorulmasını ister:

16. Rasûlüm! “Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?” diye sor ve onlar cevap vermezlerse sen: “Allah’tır” diye cevap ver. Onlara: “Allah’ı bırakıp da kendilerine bile fayda ve zarar veremeyecek olanları dost mu edindiniz?” diye sor. Yine onlara: “Hiç kör ile gören bir olur mu? Yahut karanlıklarla aydınlık hiç eşit olur mu?” diye sor. Yoksa onlar Allah’ın yarattığı gibi yaratan O’na ortak bazı tanrılar buldular da, bu tanrıların yarattığı varlıkların, Allah’ın yarattığına benzemesi kafalarını mı karıştırdı? Sen şöyle de: “Allah, her şeyi yaratandır. O tektir, her şeyi kudretine boyun eğdirendir.”

“Kör”; haktan gâfil, Allah’ı tanımayan, O’na kulluğun gereğini bilmeyen ve yerine getirmeyen, kalp gözü kör kimsedir. “Gören”; hakkı bilen, hakikati kabul eden, Allah’a kulluğun gereklerini bilip yerine getiren basîret sahibi mü’mindir. Yahut “kör”, Allah’a ortak koşulan putlar; “gören” ise, bu sıfata kemâliyle sahip olan Allah Teâlâ’dır. “Karanlıklar”dan maksat, üst üste kat kat yığılmış olan küfür, şirk, cehâlet, sapıklık ve isyan karanlıklarıdır. “Aydınlık” ise iman, ilim, hidâyet ve tevhid aydınlığıdır. Azıcık aklı bulunan hiç kimse, varlıkla-yokluk, ölümle-hayat gibi bu kadar birbirine zıt iki şeyin eşit olduğunu kabul edemez. Âyetin devamında Allah’a ortak koşanların, ne kadar gülünç bir durumda olduklarını beyân eden bir soru sorulmaktadır: “Allah’a ortak koşulan putlar, acaba Allah’ın yarattığı gibi bir şeyler mi yarattılar? Böylece onların yarattıkları ile Allah’ın yarattıkları ayırt edilemeyecek derecede birbirine benzedi de, bu yüzden şüpheye mi düştüler? Mesela Allah bir insan yarattı, onlar da başka bir insan yarattı. Dolayısıyla hangisinin yarattığı daha üstün diye kafaları mı karıştı? Ya da Allah bir güneş yarattı, onlar başka bir güneş yarattı. İki güneş birbirine tıpatıp benzediği için ne yapacaklarını, nasıl karar vereceklerini mi şaşırdılar? Bu örneği Allah’ın yarattığı büyük ya da küçük bütün varlıklara uygulamak mümkündür. Böyle bir şeyin imkânı var mıdır? Halbuki, koşulan ortakların bizzat kendileri de dâhil olmak üzere her şeyi yaratan, tek olan ve her şeyi kudret ve hâkimiyeti altında tutan Allah’tır.”

Aralarındaki fark güneş gibi aydınlık ve Kaf dağı kadar büyük olmasına rağmen hakla bâtılın ne olduğunu daha iyi anlamak istersen şu misaller üzerinde biraz düşün:

17. Allah gökten su indirir de vâdiler, dereler kendi miktarlarınca sel olup akar. Bu sel, üzerinde kabaran köpüğü yüklenip götürür. İnsanların süs eşyası veya faydalı bir âlet yapmak için ateşte erittikleri madenlerin üzerinde de buna benzer köpük meydana gelir. İşte Allah hak ile bâtılı böyle bir misalle anlatır: Köpük yok olup gider. İnsanlara fayda veren kısmı ise yerde sâbit kalır. İşte Allah, gerçekleri böyle misallerle anlatır.

Âyet-i kerîme, hakkın kalıcı ve faydalı, bâtılın boş ve gidici olduğunu ana fikirleri bir, canlı tablolar halinde anlatmaktadır.

Birinci tablo: Gökten su iniyor. Dağlardan tepelerden süzülüp aşağılarda bulunan derelere ulaşıyor. Dereler alabildiğince onunla dolup taşıyor, sel olup akıyor. Kuru ve katı maddeler hayat feyziyle harekete geçip can buluyor. Son sürat akan bu selin yüzünde beyaz beyaz köpükler beliriyor. Bunlar, ya suyun kaynayıp çalkalanmasından veya selin taşıdığı küçük ve ince maddelerden oluşmuş köpüklerdir. Çoğu zaman bu beyaz köpükler suyun yüzünü kaplıyorlar. Kaynaşıyor, şişiyor ve suyun yüzünü dolduruyorlar. Ama bu netice itibariyle köpüktür; boş ve faydasızdır. Alt tarafında ise gizlenen, sessiz ve sakin akan, gittiği her yere hayır ve bereket taşıyan, hayat götüren su vardır.

İkinci tablo: Bu tabloda altın, gümüş, bakır, kalay ve daha başka madenler bulunmaktadır. İnsanlar bunları takı için veya kullanılacak kap kacak, araç gereç yapmak için ateşe koyup eritiyorlar. Onlar da Allah’ın her birine ihsan ettiği bir ısı derecesine gelince eriyor, su gibi sıvı hale geliyorlar. Sel sularında olduğu gibi, bu erimiş madenler üzerinde de köpükler oluşuyor. Bu köpükler de faydasızdır, zayi olur giderler.

Üçüncü tablo: Bu tablo neticeyi göstermektedir. Akan sellerin üzerinde oluşan köpükler atılır, kaybolur. Geriye su kalır. Bu su kısmen göllere nehirlere katılır, kısmen de toprak altına sızarak yeraltı su kaynaklarını oluşturur ve besler; pınarlar ve kuyular halinde insanlara fayda sağlar. Eritilen madenlerin üzerinde oluşan köpükler, tortular ve posalar da böyledir. Bunlar bir kenara bırakılır, geriye esas kendisinden yararlanılacak olan cevheri kalır. Eritilmiş ve süzülmüş bu cevherden de takı veya eşya yapılır. Elden ele dolaşır, bir süre insanlar onlardan faydalanır. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XIX, 35; Elmalılı, Hak Dini, IV, 2975)

İşte dünya hayatında hak ile bâtılın mücâdelesi de bunun gibidir. Zaman olur ki bâtıl şişer, büyür, yükselir ve şişkin şişkin olur. Ama onun bir köpükten farkı yoktur. Nihayet bir tortudur. Çok geçmeden bir kenara atılır; şişkinliği iner ve uçar gider. Ne bir hakikati ne de kendi içinde bir bütünlüğü vardır. Hak ise her zaman sakindir, sessizdir. Bazı kimseler hakkın bu sakinliğine ve sessizliğine bakarlar da onun silinip gittiğini, yok olup eridiğini sanırlar. Ama canlılık veren su ve saf maden gibi yeryüzünde devamlı kalacak olan ve insanlara faydası dokunacak olan odur.

Sonuç olarak:

18. Rablerinin emrine uyanlara en güzel mükâfat olarak cennet vardır. O’nun emrine uymayanlara gelince, yeryüzündeki her şey ve bir o kadarı daha kendilerinin olsa, azaptan kurtulmak için mutlaka hepsini fedâ ederlerdi. İşte hesâbın en kötüsü onları beklemektedir. Sığınacakları yer cehennemdir. Orası ne fenâ bir yataktır.

اَلْحُسْنٰى (hüsnâ); en güzel sonuç, en güzel mükâfat demektir. Bu da, sınırsız güzellikteki nimetlerle dolu ve kesintiye uğramadan ebediyen devam edecek olan cennettir. Rablerinin emrine uyan bahtiyarlar bu nimete ereceklerdir. O’nun emrine uymayanlar ise, böyle büyük bir nimetten mahrum kalmanın ötesinde çok kötü bir hesaba ve çok feci bir azaba uğrayacaklardır. Öyle ki, bu feci âkıbetten kurtulabilmek için, imkânları olsa, yeryüzündeki her şeyi, bir o kadarıyla beraber hemen fedâ etmek isteyecekler, fakat buna imkân olmayacaktır.

Dinî gerçekleri anlayıp kabul edenle etmeyen arasındaki farka gelince:

19. Rasûlüm! Rabbinden sana indirilenin gerçek olduğunu bilip de buna inananla, bunu göremeyecek kadar kör olan hiç eşit olur mu? Ancak gerçek akıl sahipleri, düşünüp ders ve öğüt alır.

Burada mü’min ile kâfirin durumlarını karşılaştırarak anlatan bir misal verilir. Mü’min, Resûlullah (s.a.s.)’e indirilen Kur’an’ın gerçek olduğunu bilir, ona inanır. Kâfir ise onu kabul etmez. Dolayısıyla “körlük”ten maksat, kalp körlüğüdür. Dini bilip tanımayan kimse, kalbi kör bir kimsedir. Dinin emirlerini ve yasaklarını bilen, bunlardan ibret ve öğüt alanlar ise gerçek, üstün ve temiz akıl sahibi kişilerdir. Bunlar, şu mümtaz vasıflara sahiptirler:

Allah’ın bütün ahitlerini yerine getirirler. Bu ahitler, Allah’ın kullarına öğrettiği tüm emir ve yasaklardır. Allah’a verdikleri kulluk sözünde durur, tevhidi muhafaza eder ve ilâhî tâlimatların sınırları içinde bulunurlar. Vefâsızlık edip sözlerinden dönmez, yemin ve antlaşmalarını bozmazlar.

Allah’ın gözetilmesini ve yerine getirilmesini istediği hususları gözetip yerine getirirler. İfâ edilmesi gereken her türlü hak ve hukuk bu ifadenin muhtevasına dâhildir. Hülasa olarak onlar Allah’ın, peygamberlerin, âlimlerin, akrabaların, komşuların, bütün mü’minlerin, zimmet ehli olan gayri müslimlerin, bütün insanların, hatta bütün hayvan, bitki ve cansız varlıkların hukukuna riâyet ederler. Çünkü yaratılmışların hakkına riâyet, Yaratan’ın hakkına riâyet demektir.

Allah’ın kudret ve azameti karşısında derin bir saygı içinde bulunur, ürperir, O’na karşı günah işlemekten çekinir ve azabından sakınırlar. اَلْخَشْيَةُ (haşyet), mü’minin hevâ heves meydanlarında dolaşmasına mâni olan bir gem, yine onu takvâ istikâmetinde hareket etmeye çeken bir yulardır.

Âhirette de kötü bir hesaba maruz kalmaktan, inceden inceye hesaba çekilmekten ve hesap verirken kötü bir duruma düşmekten son derece korkarlar. Allah huzurunda daha önce hiç hesaba katmadıkları günahların ortaya çıkmasından titrerler. Hesaba çekilmeden evvel, kendilerini hesaba çekerler.

Şâir Nahîfî ne güzel söyler:

“Kâmil odur her nefes âkıbet-endîş ola
Sonunu fikr etmeyen sonra peşiman olur.”


Anlatıldığına göre bir vezir Zünnûn Mısrî hazretleriyle görüşmeye gider. Birlikte otururlarken vezir şöyle der:

“- Gece gündüz padişahın hizmetindeyim, işleriyle meşgulüm. Onun iyiliğini umuyorum. Fakat sonunda bana darılmasından korkuyorum. Lütfen bana himmet ediniz, duada bulununuz.”

Zünnûn ağlayarak şöyle karşılık verir:

“- Eğer senin hükümdardan korkutuğun kadar ben Allah’tan korksaydım, bugün Allah Teâlâ’nın sevdiği doğru ve samimi güzel kullarından olurdum.” (Sâdi Şirâzî, Gülistan, s. 61)

Sırf Allah rızâsı için zahmetlere katlanıp, hak yolunda sabır ve sebat gösterirler.

Namazları hakkını vererek, âdâb ve erkânına riâyet ederek, dosdoğru kılarlar.

Allah’ın kendilerine ihsan ettiği rızıklardan gizlice ve açıktan, zekât ve sadaka olarak cömertçe infak ederler.

Kötülüğü iyilikle savarlar. Sâlih ameller işleyerek kötü amelleri uzaklaştırırlar. Şerri hayırla bertaraf ederler. Kötü ve çirkin sözleri selâmla; zulmü affetmekle; günahı tevbeyle; cahillerin saygısızlık ve edepsizliklerini hilimle bertaraf ederler. Bir kötülük yapmak istediklerinde ondan vazgeçer ve hemen Allah’tan mağfiret dilerler. Nitekim bir âyet-i kerîmede: “Şüphesiz ki iyilikler kötülükleri giderir” (Hûd 11/114) buyrulur. Peygamberimiz (s.a.s.) de: “Kötülüğün ardından hemen iyiliği yetiştir ki onu silsin. İnsanlarla da güzel bir ahlâk ile geçin” (Tirmizî, Birr 55) tavsiyesinde bulunur. Yine Efendimiz: “Hayır ancak hayırdan gelir. Hayır ancak hayırdan gelir. Hayır ancak hayırdan gelir” (İbn Mâce, Fiten 18) buyurur. Bizim, “İyiliğe iyilik her kişinin kârı, kötülüğe iyilik er kişinin kârı” atasözümüz, bu gerçeği hülasa eder.

Muhammed Lütfi (k.s.) ne güzel söyler:

“Âşık der ki: İnci den den
İncinme incidenden
Kemâlde noksan imiş
İncinen incidenden.”


Hak dostlarından İbrâhim b. Edhem (k.s.)’un şu hâli âyetin bizden istediği bu güzel ahlâka ne güzel bir misaldir:

İbrâhim b. Edhem Hazretleri, bir sarhoşun pis kokulu ve bulaşık ağzını yıkamış, bunu niçin yaptığını soranlara da:

“–Eğer yüce Allah’ın adını zikretmek için yaratılan dil ve ağzı bulaşık olarak bıraksaydım, hürmetsizlik olurdu...” demişti. Adam ayıldığında ona:

“–Horasan zâhidi İbrâhim b. Edhem ağzını yıkadı...” dediler.

Bu durumdan mahcub olan sarhoşun gönlü de uyandı ve:

“−Öyleyse ben de tevbe ettim...” dedi.

Böyle bir hâle vesîle olan İbrâhim b. Edhem Hazretleri’ne rüyâsında Hak katından şöyle nidâ edildi:

“–Sen bizim için onun ağzını yıkadın! Biz de senin için onun kalbini yıkadık!..”

İşte sayılan bu güzel hasletlere sahip olanlar, kullukla ihya ettikleri bu dünya hayatının sonucunda en büyük mükâfât olan ebedi âhiret nimetine erişeceklerdir. O nimet de şudur:

Âkıbet-endîş: İşin sonunu düşünen.
Den den: Tane tane. Kemâl: Olgunluk, ahlâkî yücelik.

20. Onlar, Allah’a verdikleri sözü kesinlikle yerine getirirler; verdikleri sözden dönmezler.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
21. Onlar, Allah’ın korunup gözetilmesini emrettiği hususları gözetir, Rableri huzurunda derin bir saygıyla ürperir ve hesaplarının kötü çıkmasından korkarlar.

22. Onlar, Rablerinin rızâsını kazanmak için her türlü sıkıntıya sabreder, namazı dosdoğru kılar, kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizlice ve açıktan Allah yolunda harcar, kötülüğü iyilik yaparak kendilerinden uzaklaştırırlar. Dünyanın sonunda güzel bir hayat işte böyle kimseleri beklemektedir.


Burada mü’min ile kâfirin durumlarını karşılaştırarak anlatan bir misal verilir. Mü’min, Resûlullah (s.a.s.)’e indirilen Kur’an’ın gerçek olduğunu bilir, ona inanır. Kâfir ise onu kabul etmez. Dolayısıyla “körlük”ten maksat, kalp körlüğüdür. Dini bilip tanımayan kimse, kalbi kör bir kimsedir. Dinin emirlerini ve yasaklarını bilen, bunlardan ibret ve öğüt alanlar ise gerçek, üstün ve temiz akıl sahibi kişilerdir. Bunlar, şu mümtaz vasıflara sahiptirler:

Allah’ın bütün ahitlerini yerine getirirler. Bu ahitler, Allah’ın kullarına öğrettiği tüm emir ve yasaklardır. Allah’a verdikleri kulluk sözünde durur, tevhidi muhafaza eder ve ilâhî tâlimatların sınırları içinde bulunurlar. Vefâsızlık edip sözlerinden dönmez, yemin ve antlaşmalarını bozmazlar.

Allah’ın gözetilmesini ve yerine getirilmesini istediği hususları gözetip yerine getirirler. İfâ edilmesi gereken her türlü hak ve hukuk bu ifadenin muhtevasına dâhildir. Hülasa olarak onlar Allah’ın, peygamberlerin, âlimlerin, akrabaların, komşuların, bütün mü’minlerin, zimmet ehli olan gayri müslimlerin, bütün insanların, hatta bütün hayvan, bitki ve cansız varlıkların hukukuna riâyet ederler. Çünkü yaratılmışların hakkına riâyet, Yaratan’ın hakkına riâyet demektir.

Allah’ın kudret ve azameti karşısında derin bir saygı içinde bulunur, ürperir, O’na karşı günah işlemekten çekinir ve azabından sakınırlar. اَلْخَشْيَةُ (haşyet), mü’minin hevâ heves meydanlarında dolaşmasına mâni olan bir gem, yine onu takvâ istikâmetinde hareket etmeye çeken bir yulardır.

Âhirette de kötü bir hesaba maruz kalmaktan, inceden inceye hesaba çekilmekten ve hesap verirken kötü bir duruma düşmekten son derece korkarlar. Allah huzurunda daha önce hiç hesaba katmadıkları günahların ortaya çıkmasından titrerler. Hesaba çekilmeden evvel, kendilerini hesaba çekerler.

Şâir Nahîfî ne güzel söyler:

“Kâmil odur her nefes âkıbet-endîş ola
Sonunu fikr etmeyen sonra peşiman olur.”


Anlatıldığına göre bir vezir Zünnûn Mısrî hazretleriyle görüşmeye gider. Birlikte otururlarken vezir şöyle der:

“- Gece gündüz padişahın hizmetindeyim, işleriyle meşgulüm. Onun iyiliğini umuyorum. Fakat sonunda bana darılmasından korkuyorum. Lütfen bana himmet ediniz, duada bulununuz.”

Zünnûn ağlayarak şöyle karşılık verir:

“- Eğer senin hükümdardan korkutuğun kadar ben Allah’tan korksaydım, bugün Allah Teâlâ’nın sevdiği doğru ve samimi güzel kullarından olurdum.” (Sâdi Şirâzî, Gülistan, s. 61)

Sırf Allah rızâsı için zahmetlere katlanıp, hak yolunda sabır ve sebat gösterirler.

Namazları hakkını vererek, âdâb ve erkânına riâyet ederek, dosdoğru kılarlar.

Allah’ın kendilerine ihsan ettiği rızıklardan gizlice ve açıktan, zekât ve sadaka olarak cömertçe infak ederler.

Kötülüğü iyilikle savarlar. Sâlih ameller işleyerek kötü amelleri uzaklaştırırlar. Şerri hayırla bertaraf ederler. Kötü ve çirkin sözleri selâmla; zulmü affetmekle; günahı tevbeyle; cahillerin saygısızlık ve edepsizliklerini hilimle bertaraf ederler. Bir kötülük yapmak istediklerinde ondan vazgeçer ve hemen Allah’tan mağfiret dilerler. Nitekim bir âyet-i kerîmede: “Şüphesiz ki iyilikler kötülükleri giderir” (Hûd 11/114) buyrulur. Peygamberimiz (s.a.s.) de: “Kötülüğün ardından hemen iyiliği yetiştir ki onu silsin. İnsanlarla da güzel bir ahlâk ile geçin” (Tirmizî, Birr 55) tavsiyesinde bulunur. Yine Efendimiz: “Hayır ancak hayırdan gelir. Hayır ancak hayırdan gelir. Hayır ancak hayırdan gelir” (İbn Mâce, Fiten 18) buyurur. Bizim, “İyiliğe iyilik her kişinin kârı, kötülüğe iyilik er kişinin kârı” atasözümüz, bu gerçeği hülasa eder.

Muhammed Lütfi (k.s.) ne güzel söyler:

“Âşık der ki: İnci den den
İncinme incidenden
Kemâlde noksan imiş
İncinen incidenden.”


Hak dostlarından İbrâhim b. Edhem (k.s.)’un şu hâli âyetin bizden istediği bu güzel ahlâka ne güzel bir misaldir:

İbrâhim b. Edhem Hazretleri, bir sarhoşun pis kokulu ve bulaşık ağzını yıkamış, bunu niçin yaptığını soranlara da:

“–Eğer yüce Allah’ın adını zikretmek için yaratılan dil ve ağzı bulaşık olarak bıraksaydım, hürmetsizlik olurdu...” demişti. Adam ayıldığında ona:

“–Horasan zâhidi İbrâhim b. Edhem ağzını yıkadı...” dediler.

Bu durumdan mahcub olan sarhoşun gönlü de uyandı ve:

“−Öyleyse ben de tevbe ettim...” dedi.

Böyle bir hâle vesîle olan İbrâhim b. Edhem Hazretleri’ne rüyâsında Hak katından şöyle nidâ edildi:

“–Sen bizim için onun ağzını yıkadın! Biz de senin için onun kalbini yıkadık!..”

İşte sayılan bu güzel hasletlere sahip olanlar, kullukla ihya ettikleri bu dünya hayatının sonucunda en büyük mükâfât olan ebedi âhiret nimetine erişeceklerdir. O nimet de şudur:

Âkıbet-endîş: İşin sonunu düşünen.
Den den: Tane tane. Kemâl: Olgunluk, ahlâkî yücelik.

23. Bu güzel hayat, onların babalarından, eşlerinden ve zürriyetlerinden iyi olanlarla beraber girecekleri Adn cennetleridir. Melekler de her kapıdan yanlarına varıp onlara şöyle derler:

24. “Sabrettiğinizden dolayı size selâm olsun! Bakın, dünya hayatının mutlu sonu ne kadar güzelmiş!”


Onlar Adn cennetlerine yerleşeceklerdir. عدن (‘adn) kelimesi sözlükte “devamlı ikamet edilen yer, bir şeyin merkezi ve ortası, bir cevher veya madenin aslı” gibi mânalara gelir. Kur’ân-ı Kerîm’de جَنَّاتُ عَدْنٍ (cennâtü adn) şeklinde cennet kelimesiyle birlikte âhirette “müminlerin sonsuza kadar kalacağı çeşitli cennetleri tasvir etmek üzere” zikredilir. Bu cennetler içinde güzel meskenler, tahtlar, altın ve incilerle süslenmiş ince ipekten yeşil elbiseler, altın ve gümüşten takılar, sabah akşam ikram edilen türlü yiyecekler, eşlerine bağlı huriler ve çeşitli ırmaklar bulunmaktadır. (bk. Tevbe 9/72; Nahl 16/31; Meryem 19/61; Fâtır 35/33) Bahsedilen Adn cennetlerine yerleşen mü’minlerin huzur ve mutluluklarının tam olması için, baba, eş, evlat ve torunların da onlarla birlikte o cennetlere girecekleri müjdesi verilir. Ancak bunun için “salah” şartı getirilmektedir. Bunun mânası, iman, sâlih amel, güzel ahlâk ve iyiliklerle buna layık olmak demektir. Bu şart gerçekleşmeden, sadece cennetlik kimsenin akrabası olmak, onlarla birlikte cennete girmeye kafi gelmeyecektir. Cennetlikler nimet, huzur ve mutluluk içinde hoş vakit geçirirken melekler de, o bahtiyar kulların yanına her kapıdan girecek, onlara selam vereceklerdir. Onlara, dünyada ilâhî emirlere uymaya, yasaklardan sakınmaya, her türlü belâ ve musibete, fakirlik ve yoksulluğa, Allah yolunda cihada sabrettiklerinden dolayı bu güzel neticeye ulaştıklarını söyleyeceklerdir.

Takdire şayân özellikleri dile getirilen bu güzel insanların tam karşısına kulluk sorumluluklarını yerine getirmeyen, hatta tam aksini yapan kötü kimseler konmaktadır:

25. Allah’a kesin söz verdikten sonra sözlerinden dönenler, Allah’ın korunup gözetilmesini emrettiği hususları koparıp atanlar ve yeryüzünde bozgunculuk yapanlara gelince, işte lânet de bunlar içindir, varılacak en kötü yer olan cehennem de bunlar içindir.

Cennete varacak mü’minlerin mukâbilinde, lânete uğrayacak ve cehenneme gidecek bedbahtların üç kötü vasfına dikkat çekilir:

Allah’a verdikleri kulluk sözünü bozarlar, bunun gereğini yerine getirmezler. Sözlerinde durmazlar. Allah adına yaptıkları diğer anlaşmalara da ehemmiyet vermez, menfaatlerine ters düştüğü zaman hemen vazgeçerler. Onlar, Allah’ın değil, sadece nefislerinin istekleri istikametinde hareket eden dönek ve emniyetsiz kimselerdir.

Hakka ve hukuka riâyet ezmezler. Allah’ın, peygamberin, âlimlerin, akrabaların, komşuların, mü’minlerin ve derecesine göre bütün insanların, hatta hayvan, bitki ve cansız varlıkların haklarını gözetmez, bunlara karşı sorumlu oldukları hakları yerine getirmez, bütün bağları koparıp atarlar.

Yeryüzünde fesat çıkarır, bozgunculuk yaparlar. Allah’tan başkasına kulluk edip insanları da buna çağırarak, zulümler yaparak, savaş ve fitneler çıkararak kurulmuş nizamı ihlal etmeye çalışırlar.

Bu gibilerin bütün dertleri yiyip içmek, mal biriktirmek ve dünya zevklerine dalmaktır. En büyük değer ölçüleri sadece maddedir. Halbuki:

26. Allah dilediğine rızkı bolca bahşeder, dilediğine de sınırlı ölçüde verir. Fakat inkârcılar, bu gerçeğin farkında olmadıkları için dünya hayatı ile sevinip şımarırlar. Oysa âhiretin sonsuz nimetleri yanında dünya hayatı azıcık, değersiz ve geçici bir geçimlikten ibarettir.

Allah Resûlü (s.a.s.)’e ilk olarak inananlar fakir kimselerdi. Mekke’nin varlıklı şımarık müşrikleri bunlarla alay ediyor; “Allah aramızdan bula bula bunları mı lütfuna lâyık gördü?” (En‘âm 7/53) diyorlardı. Oysa Allah katında değer ölçüsü maddi imkânlar, mal, mülk değil takvâdır. Cenâb-ı Hak imtihan maksadıyla bazılarına bol rızık verir, bazılarına da rızkı daraltır. Zenginlik bir kimsenin Allah indinde değerli olduğunu göstermediği gibi, fakirlik de bir kimsenin değersizliğini göstermez. Buna göre ellerindeki imkânlara güvenip şımaranlar dünyaya aldanmaktadırlar. Değersiz ve fâni dünya nimetleri bir gün ellerinden çıkacak, böylece hem bunlardan hem de ebedi âhiret saadetinden mahrum kalacaklardır.

Hoca Ahmed Yesevî (k.s.) der ki:

“Bu dünya malını yığdı vefâsın görmedi Kârûn
Kitip yer astığa âhır cihandın kiti armanlık.”


“Zenginliği dillerde efsâne gibi dolaşan Kârûn bile yığdığı dünya malının vefâsını, hayrını göremedi. En sonunda bir avuç toprağın altında yok olup gitti.”

Unutmamak gerekir ki, Allah zenginlere rızkı bol verir, onlardan şükür ister. Fakirlere rızkı az verir, onlardan da sabır ister. Allah, şükredenlere daha fazlasını vereceğini va‘dederken, sabredenlerle beraber olduğunu müjdeler. Zenginlere fazlasıyla mal verirken, fakirlere iki cihanda da masivâdan uzaklaşma nimeti nasip eder. Zenginler mallarının artmasıyla sevinirler, fakirler ise hallerinin temizlik ve sefâsıyla huzur bulurlar. Zenginlerin malı çok olsa da, bunlar, Allah’ın âhirette va‘dettiği nimetlere nispetle çok azdır. Fakirlerin dünyadaki halleri de ne kadar temiz, güzel ve saf olursa olsun, bunlar, Allah’ın onlara va‘dettiği celâl ve cemâlini seyretme nimetine göre çok azdır. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, II, 108)

Âyet-i kerîmede dünya hayâtı âhirete göre “azıcık ve fânî bir metâ” olarak vasfedilir. “Metâ”, Arapça’da “çoban azığı, süvarilerin alelacele atıştırdıkları birkaç hurma, kurutulmuş un çorbası, tencere veya küçük bir tepsi” gibi geçici bir süre kendilerinden faydalanılan şeyler için kullanılır.

Sahib b. Abbâd adında biri, bir kadının çocuğuna: “Metâ nerede?” diye sorduğunu duyar. Çocuk da bu soruya şöyle cevap verir: “Köpek geldi ve onu aldı.”

Demek ki burada “metâ”, su ile ıslatılıp kendisiyle tas tabak silinen bez mânasında kullanılmıştır. İşte bütün nimet ve güzellikleri ile dünya, ebedi âhiret nimetleri karşısında böyle basit bir metâdan başka bir şey değildir.

Kur’an böyle ölümsüz gerçekleri açıklayıp dururken, bu gerçekleri kabulden yüz çevirip hâlâ gökten mucize talebinde bulunmanın ne anlamı vardır:

27. İnkâr edenler: “O’na Rabbinden bir mûcize indirilmeli değil miydi?” diyorlar. De ki: “Allah, dilediği kimsenin doğru yoldan sapmasına fırsat verir; kendisine gönülden yönelenleri ise doğru yola eriştirir.”

İnkârcıların doğru yolu bulamamalarının, mûcize gösterilip gösterilmemesiyle ilgili bir yönü yoktur. Eksik olan mûcize değil, doğru yolu bulma arzusudur. Bu bir tercih meselesidir. Tercihini sapıklıktan yana kullananları Allah sapıklıkta bırakır. Onlar bu sapıklık içinde şaşkın şaşkın dolaşır dururlar. Allah’a yönelip tercihini hidâyetten yana kullananları ise Allah doğru yola ulaştırır. Görüldüğü üzere tercih ve sorumluluk kula, yapılan tercihe göre sonucu yaratmak ise Allah’a aittir.

Kendi arzularıyla Allah’a gönül verip doğru yola erenler, inanılacak hususlara hakkiyle iman eden ve Allah’ın zikriyle kalpleri huzur ve itminâna eren kişilerdir.

Kalpleri huzura kavuşturan “Allah’ın zikri”nden maksat şunlar olabilir:

Allah Teâlâ’yı birlemek, O’nun güzel isimlerini zikretmek: Bu kimseler “Lâ ilâhe ilallah” diyerek Allah’ı birlerler. Böylece kalpleri huzur ve sukûna erer. Kalpleri, dilleriyle beraber Yüce Allah’ın esmâ-i hüsnâsını, husûsiyle “Allah” ismini zikre devam etmek suretiyle mutmain olur.

Bundan maksat Kur’ân-ı Kerîm’dir. Gerçekten de pek çok âyette Kur’ân-ı Kerîm “zikir” olarak tavsif edilir. (bk. Enbiyâ’ 21/50; Hicr 15/9) Kur’an, Allah’ın bir hatırlatması, en açık tebliği, en büyük bir mûcizesi ve en faydalı bir âyeti ve en muknî bir delilidir. Kalpler onun tilâveti ve âyetleri üzerinde tefekkürle mutmain olur, huzur ve sükûna erer. Çünkü gönüller, farkında oldukları veya olmadıkları sorularının cevabını orda bulurlar. Gönül aradığı cevapları buldukça rahatlar, ikna olur, huzura erer.

Burada, Allah’ı hatırlatan ve O’nun birliğini gösteren deliller üzerinde düşünmek, böylece O’nun sonsuz kudret ve azametini idrak etmekle kalplerin huzur bulacağı mânası da vardır.

Gerçekten de kalpler ancak Allah Teâlâ’yı keyfiyetli ve şartlarına uygun bir zikirle çalkantılardan kurtulup huzura erer. Çünkü bütün varlıkların ve oluşların başlangıcı da sonu da Allah’a bağlıdır. Sebepler zinciri Allah Teâlâ’dan başlar ve yine dönüp dolaşarak O’nda son bulur. Mümkün ve muhtemel olan her şeyin akışı Cenâb-ı Hak’ta kesilir. Allah, kendinden daha üstü ve daha ötesi olmayan, sınırdan ve miktardan münezzeh olan yüceler yücesi bir zattır. Bu bakımdan gerek dış dünyadaki varlıklarda, gerek vicdanda O’ndan daha ilerisi yoktur. Bu sebeple insan kalbiyle Allah deyince, O’nun sonsuz kudret ve azametini tefekkür edince, düşünceler hareket alanının son noktasına erişmiş, mantıklar durmuş, bütün duygular, bütün korkular ve ümitler son durağına dayanmış bulunur. Kalbin başka bir yöne doğru hareketine imkân ve ihtimal kalmaz. Gönüller O’nun dışında hangi dünya nimetine meylederse etsin, hangi isteğe ulaşırsa ulaşsın, onların hepsinin daha iyisi ve daha üstünü, daha ötesi bulunduğundan, hiçbirinde karar kılamaz. Hiçbiri ruhun hasretini gideremez, heyecanını doyum noktasına ulaştıramaz. Kalp, imkân bulduğu takdirde haz ve lezzette daha yükseğine ulaşmak ister. Fakat kalp ilâhî mârifetten, Allah’ı zikirden zevk almaya başlayınca, bütün maksatların ve bütün işlerin Allah’a yönelmiş olduğunu anlar ve artık O’ndan yüksek bir makam ve merciye, O’nun dışında bir maksuda geçmek mümkün olmaz. Bu mânayı şâir şöyle dile getirmeye çalışır:

“Envâr-ı feyze mazhar olur kalbi sâf olan
Almakda mâh mihr-i cihântâbdan fürûğ.”
(Aynî, Ayıntablı Hasan)

“Kalbi tertemiz olan insanlardır ki, kendilerine verilen feyizden hisselerini alırlar ve olgunlaşırlar. Tıpkı ayın güneşten ışık alarak bir nûr kaynağı hâline gelmesi gibi.”

Bundan dolayıdır ki, mârifetullaha yükselemeyen ve Allah’ı zikretmeyen kâfir ve gafil kalpler, hiçbir zaman ıstıraptan kurtulamaz, kalp huzuru, gönül huzuru denilen mutluluğu tadamaz. Huzur bulamaz, çırpınır durur. Üstelik bu çırpınış, geçici sebeplerin, boş emellerin sarsılıp yıkılışından kaynaklanan bir hicran acısıdır. Bu acı, hakiki mânada “Allah” demedikçe sürekli olarak devam eder gider. Fakat Allah Teâlâ’nın celâl ve azamet iksiri o kalbe düştüğü zaman, onu hiçbir değişme ve bozulmayı kabul etmeyen, bâkî, saf ve nûrânî bir cevher haline dönüştürür. Böylece kalp, Allah’ın zikri ile en yüce bir itminân mertebesine yükselme imkânı bulur. Dünyanın ve âhiretin benzersiz saadetine erer:

28. Onlar, iman eden ve kalpleri de dâimâ Allah’ı hatırlayıp anmakla doygunluk ve huzura eren kimselerdir. Haberiniz olsun ki, kalpler ancak Allah’ı hatırlayıp anmakla doygunluk ve huzura erer.

İnkârcıların doğru yolu bulamamalarının, mûcize gösterilip gösterilmemesiyle ilgili bir yönü yoktur. Eksik olan mûcize değil, doğru yolu bulma arzusudur. Bu bir tercih meselesidir. Tercihini sapıklıktan yana kullananları Allah sapıklıkta bırakır. Onlar bu sapıklık içinde şaşkın şaşkın dolaşır dururlar. Allah’a yönelip tercihini hidâyetten yana kullananları ise Allah doğru yola ulaştırır. Görüldüğü üzere tercih ve sorumluluk kula, yapılan tercihe göre sonucu yaratmak ise Allah’a aittir.

Kendi arzularıyla Allah’a gönül verip doğru yola erenler, inanılacak hususlara hakkiyle iman eden ve Allah’ın zikriyle kalpleri huzur ve itminâna eren kişilerdir.

Kalpleri huzura kavuşturan “Allah’ın zikri”nden maksat şunlar olabilir:

Allah Teâlâ’yı birlemek, O’nun güzel isimlerini zikretmek: Bu kimseler “Lâ ilâhe ilallah” diyerek Allah’ı birlerler. Böylece kalpleri huzur ve sukûna erer. Kalpleri, dilleriyle beraber Yüce Allah’ın esmâ-i hüsnâsını, husûsiyle “Allah” ismini zikre devam etmek suretiyle mutmain olur.

Bundan maksat Kur’ân-ı Kerîm’dir. Gerçekten de pek çok âyette Kur’ân-ı Kerîm “zikir” olarak tavsif edilir. (bk. Enbiyâ’ 21/50; Hicr 15/9) Kur’an, Allah’ın bir hatırlatması, en açık tebliği, en büyük bir mûcizesi ve en faydalı bir âyeti ve en muknî bir delilidir. Kalpler onun tilâveti ve âyetleri üzerinde tefekkürle mutmain olur, huzur ve sükûna erer. Çünkü gönüller, farkında oldukları veya olmadıkları sorularının cevabını orda bulurlar. Gönül aradığı cevapları buldukça rahatlar, ikna olur, huzura erer.

Burada, Allah’ı hatırlatan ve O’nun birliğini gösteren deliller üzerinde düşünmek, böylece O’nun sonsuz kudret ve azametini idrak etmekle kalplerin huzur bulacağı mânası da vardır.

Gerçekten de kalpler ancak Allah Teâlâ’yı keyfiyetli ve şartlarına uygun bir zikirle çalkantılardan kurtulup huzura erer. Çünkü bütün varlıkların ve oluşların başlangıcı da sonu da Allah’a bağlıdır. Sebepler zinciri Allah Teâlâ’dan başlar ve yine dönüp dolaşarak O’nda son bulur. Mümkün ve muhtemel olan her şeyin akışı Cenâb-ı Hak’ta kesilir. Allah, kendinden daha üstü ve daha ötesi olmayan, sınırdan ve miktardan münezzeh olan yüceler yücesi bir zattır. Bu bakımdan gerek dış dünyadaki varlıklarda, gerek vicdanda O’ndan daha ilerisi yoktur. Bu sebeple insan kalbiyle Allah deyince, O’nun sonsuz kudret ve azametini tefekkür edince, düşünceler hareket alanının son noktasına erişmiş, mantıklar durmuş, bütün duygular, bütün korkular ve ümitler son durağına dayanmış bulunur. Kalbin başka bir yöne doğru hareketine imkân ve ihtimal kalmaz. Gönüller O’nun dışında hangi dünya nimetine meylederse etsin, hangi isteğe ulaşırsa ulaşsın, onların hepsinin daha iyisi ve daha üstünü, daha ötesi bulunduğundan, hiçbirinde karar kılamaz. Hiçbiri ruhun hasretini gideremez, heyecanını doyum noktasına ulaştıramaz. Kalp, imkân bulduğu takdirde haz ve lezzette daha yükseğine ulaşmak ister. Fakat kalp ilâhî mârifetten, Allah’ı zikirden zevk almaya başlayınca, bütün maksatların ve bütün işlerin Allah’a yönelmiş olduğunu anlar ve artık O’ndan yüksek bir makam ve merciye, O’nun dışında bir maksuda geçmek mümkün olmaz. Bu mânayı şâir şöyle dile getirmeye çalışır:

“Envâr-ı feyze mazhar olur kalbi sâf olan
Almakda mâh mihr-i cihântâbdan fürûğ.”
(Aynî, Ayıntablı Hasan)

“Kalbi tertemiz olan insanlardır ki, kendilerine verilen feyizden hisselerini alırlar ve olgunlaşırlar. Tıpkı ayın güneşten ışık alarak bir nûr kaynağı hâline gelmesi gibi.”

Bundan dolayıdır ki, mârifetullaha yükselemeyen ve Allah’ı zikretmeyen kâfir ve gafil kalpler, hiçbir zaman ıstıraptan kurtulamaz, kalp huzuru, gönül huzuru denilen mutluluğu tadamaz. Huzur bulamaz, çırpınır durur. Üstelik bu çırpınış, geçici sebeplerin, boş emellerin sarsılıp yıkılışından kaynaklanan bir hicran acısıdır. Bu acı, hakiki mânada “Allah” demedikçe sürekli olarak devam eder gider. Fakat Allah Teâlâ’nın celâl ve azamet iksiri o kalbe düştüğü zaman, onu hiçbir değişme ve bozulmayı kabul etmeyen, bâkî, saf ve nûrânî bir cevher haline dönüştürür. Böylece kalp, Allah’ın zikri ile en yüce bir itminân mertebesine yükselme imkânı bulur. Dünyanın ve âhiretin benzersiz saadetine erer:

29. O iman edip sâlih amel işleyenler var ya; işte dünyada huzurlu bir hayat, âhirette de varılacak yerlerin en güzeli olan cennet onları beklemektedir.

طُوبٰى (tûbâ) sözlükte “misk gibi tayyip olmak, hoş olmak, hayır, şeref, gıpta, cennet, bahçe” gibi mânalara gelir. “Tûbâ lehüm” ifadesi bir dua cümlesi olup, “Hoş olasınız, hoş olunuz” demektir. Buna göre âyet-i kerîme iman edip sâlih ameller işleyenlere:
Her türlü nimetlerin, güzelliklerin,
Daimî iyilik ve tükenmez hayırların,
Hoşluk, ferahlık ve göz aydınlığının,
Dünya ve ukbâda tatlı, huzurlu ve hoş bir hayatın,
Varılacak, barınılacak en güzel cennetlerin verileceğini müjdeler.

Peygamberimiz (s.a.s.)’in gönderilmesinin en büyük hikmeti, işte bu ilâhî müjdenin insanlığa ulaştırılması ve buna inanmayanları nasıl kötü bir sonun beklediğinin hatırlatılmasıdır:

30. Rasûlüm! Seni de böylece, kendilerinden önce nice ümmetlerin gelip geçtiği bir topluma peygamber gönderdik ki, sana vahyettiklerimizi onlara okuyup açıklayasın. Çünkü onlar, câhilliklerinden Rahmân olan Allah’ı inkâr ediyorlar. De ki: “O, benim Rabbimdir; O’ndan başka ilâh yoktur. Ben bütün varlığımla yalnız O’na güvenip dayandım ve dönüşüm de sadece O’nadır.”

Müşrikler, “Allah” ismini biliyor, fakat Allah’ın “Rahmân” ismini bilmiyorlardı. Kendilerine “Rahmân’a secde edin!” denildiğinde, “Rahman da kimmiş?” diyorlardı. (bk. Furkân 25/60) Hatta bir defasında Ebu Cehil, Allah Resûlü (s.a.s.)’in Kâbe’nin yanında: “Yâ Allah, yâ Rahmân!” diye dua ettiğini işitince: “Muhammed bize başka ilâhlara ibâdet etmeyi yasaklıyordu. Şimdi kendisi iki ilâha dua ediyor” demişti. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme ve: “De ki: «İster Allah diyerek, isterse Rahmân diyerek yalvarın. Hangisiyle yalvarırsanız olur; çünkü en güzel isimler O’nundur.” Sen de namazında, niyâzında sesini fazla yükseltme, büsbütün de kısma, ikisi arasında orta bir yol tut»” (İsrâ 17/110) âyeti nâzil olmuştur. (Kurtubî, el-Câmi‘, IX, 318) Fakat onlar “Rahman”la birlikte, kendisine ortak koşmak suretiyle Allah’ın birliğini de inkâr ediyorlar, rahmeti her şeyi kuşatmış olan Allah’ın, peygamber gönderip ona kitap indirerek kullarına merhamet etmesini kabullenemiyorlardı. Oysa:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
31. İnsanlar inansın diye ilâhî bir kitapla dağlar yürütülecek, yeryüzü parça parça edilecek ve ölüler diriltilip konuşturulacak olsaydı, o kitap yine bu Kur’an olurdu. Fakat inatçı kâfirler buna da inanmazlardı. Gerçek şu ki, her şeyi murad edip yapmak yalnızca Allah’ın elindedir. Mü’minler hâlâ şunu anlamadı mı: Eğer Allah dileseydi bütün insanları doğru yola erdirirdi. Fakat o kâfirlerin yaptıkları işler, kurdukları düzenler ve sistemler yüzünden, başlarına âni ve büyük felâketler gelmesi veya bunların yurtlarının hemen yakınına inmesi devam edecektir. Allah’ın verdiği söz yerine gelinceye kadar da bu böyle sürüp gidecektir. Allah verdiği sözden asla caymaz.

Rivayete göre Resûlullah (s.a.s.)’in Mekke kâfirlerini İslâm’a davet ettiği bir gün, müşriklerden Abdullah b. Ümeyye el-Mahzûmî adında biri şöyle dedi: “Eğer sana inanıp peşinden gelmemizi istiyorsan, haydi Kur’an ile Mekke’nin dağlarını gözümüzün önünde yürüt. Bunları bizden uzaklaştır ki ortalık biraz genişlesin. Bilindiği üzere burası dar bir arazidir. Bu şehirde bizim için pınarlar ve nehirler akıt ki ağaç dikebilelim, ekin ekebilelim. Sen, iddia ettiğin gibi Rabbinin katında Dâvûd’dan daha önemsiz değilsin. Rabbi dağları onun emrine vermiş, dağlar onunla birlikte yürümüş, zikretmişti. Rüzgarları da emrimize ver, onlara binip Şam’a kadar gidelim, ihtiyaçlarımızı görüp aynı gün geri dönebilelim. Çünkü iddia ettiğine göre rüzgârlar Süleyman’ın emrine boyun eğmişti. Elbette sen Rabbinin katında Süleyman’dan daha kıymetsiz değilsin. Yine bize büyük deden Kusay’ı veya istediğin ölülerden herhangi birini dirilt de, söylediğin bu şeylerin doğru mu, değil mi olduğunu ona soralım. Nitekim İsa ölüleri diriltirdi. Şüphesiz sen de Allah katında ondan daha önemsiz değilsin.” Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Kurtubî, el-Câmi‘, IX, 318-319)

Bu âyet, onlara ve onlar gibi düşünenlere, peygamber göndermek ve kitap indirmekten maksadın, istedikleri bu nevi harikulade şeyleri yapmak olmadığını bildirdi. Kur’an’ın indirilmesindeki hikmet ve gaye, okunması, anlaşılması, âyetleri üzerinde tefekkür edilmesidir. Kendisine iman edilip gereğince amel yapılmasıdır. Onunla insanları doğru yola erdirmek, onlara hakkı hak bâtılı bâtıl olarak göstermek, kalpleri Allah’ın zikriyle tatmin ve tenvir etmektir. Neticede dünya ve âhiret saadetine ulaşmaktır. Bununla birlikte herhangi bir kitap vasıtasıyla öyle şeyler yapılacak olsaydı, yine bunlar ancak Kur’an’la yapılırdı. Çünkü Kur’an hakkında: “Eğer biz bu Kur’an’ı bir dağın tepesine indirseydik, sen onu Allah korkusundan başını eğip paramparça olduğunu görürdün” (Haşr 59/21) buyrulmaktadır.

Âyetin “Fakat o kâfirlerin yaptıkları işler, kurdukları düzenler ve sistemler yüzünden, başlarına âni ve büyük felâketler gelmesi veya bunların yurtlarının hemen yakınına inmesi devam edecektir” (Ra‘d 13/31) beyânı son derece dikkat çekici ve ürperticidir. Bu cümle aynı zamanda insanlık tarihindeki pek çok mühim olayları anlama açısından da önemli ve mûcizevîdir. Allah’ın insanlık hayatını tanzim için koyduğu ilâhî kanunlara inanıp ona bağlanmayı reddeden inkârcılar, bencilliklerini tatmin için yeni yeni yollar icat etmeye ve yeni yeni düzenler kurmaya, sistemler ve vasıtalar geliştirmeye devam ederler. Onların bu yaptıklarını ifade için âyette kullanılan صَنَعَ (sane‘a), sanayi kelimesinin kendisinden türediği fiildir. Her ne kadar Kur’an bu âyette ilk muhatapları olarak öncelikle Mekkeli kâfirleri hedef alıyor olsa da, kıyâmete kadar gelecek benzeri bütün inkârcılar da elbette âyetin şümûlüne dâhildir. Kur’an’ın hedef aldığı türdeki inkârcılar, tarih boyu İslâm’la mücadele etmek için yeni yeni yollar bulmak ve şehvetlerini tatmin için yeni yeni vasıtalar üretmekten, ayrıca yeraltı ve yerüstü servetlerini sömürmekten geri durmamışlardır. Nihayet dev bir endüstri kurmuşlar, fakat kurdukları bu endüstri, bilhassa silah endüstrisiyle, başlarında görülmedik musibetlerin kopmasına yol açmışlardır. Bilhassa dünya savaşları ve günümüzde korkunç boyutlara ulaşan nükleer ve kimyasal silah endüstrisi, insanlığın bu günü ve geleceği adına çok büyük tehditlerdir. İnsanlık Kur’an’a gözlerini kapamaya devam ettiği müddetçe, bir kısmı itibariyle daha korkunç musibetlere bizzat ve doğrudan maruz kalacak, bir kısmı itibariyle de bu musibetlerden şu veya bu şekilde etkilenecektir. (Ünal, s. 546)

Âyette geçen “Allah’ın verdiği söz” ifadesi, Mekke’nin fethedilmesi ve böylece Resûlullah (s.a.s.)’in kâfirleri dize getirmesi veya kıyâmetin kopması şeklinde tefsir edilmiştir. Bu ifade, kâfirlerin ölüp ilâhî azaba uğramaları şeklin de anlaşılmıştır. Hâsılı kâfirler, ölünceye kadar çeşitli belâ ve musibetlere uğratılacak, dünyada huzur yüzü göremeyecek, öldükten sonra ise zaten en büyük belâ olan ebedi azapla karşılaşacaklardır.

Öyleyse Rasûlüm, onların seni alaya almalarına aldırış etme. Çünkü

32. Gerçek şu ki, senden önceki peygamberlerle de alay edilmişti. Fakat ben, belki yanlışlarından dönerler diye inkâr edenlere mühlet verdim; dönmeyince de onları azabımla kıskıvrak yakaladım. Böylece, cezalandırmamın nasıl olduğunu gördüler.


Müşrikler, Peygamberimiz (s.a.s.)’den mûcize istiyor, her vesileyle onunla alay ediyorlardı. Şüphesiz ki böyle durumlar, Efendimiz (s.a.s.)’i üzüyordu. Yüce Allah, önceki peygamberlerin de alaya alındığını, onlarla alay edenlerin ise neticede helak edildiklerini haber vermek suretiyle Habibi’ni teselli, ona eziyet edenleri de tehdit etmektedir.

Bu âyet-i kerîme, peygamber ve velilerle alay etmenin, şakî ve bedbaht olmanın alâmetlerinden biri olduğuna işaret eder. Nitekim hadîs-i kudsîde: “Benim bir dostuma düşmanlık eden, bana savaş açmış demektir” (Buhârî, Rikak 38) buyrulur.

Allah’ın dostunu ve düşmanını bilmek için öncelikle Allah’ın nasıl bir zat olduğunu tanımanın gerekliliğini ifade etmek üzere şöyle buyruluyor:

33. Her insanın hayır veya şer ne işlediğini görüp gözeten Allah, hiç bunu yapmaktan âciz olan putlarla bir tutulabilir mi? Buna rağmen, kalkıp bir de Allah’a ortaklar koşuyorlar. De ki: “Haydi bunları adlandırın; kimdirler, ne iş yaparlar? Ne o, yoksa siz Allah’a yeryüzünde bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz? Yahut gelişi güzel, anlamsız sözlerle mi kendinizi aldatıyorsunuz?” Doğrusu o kâfirlere kurdukları tuzaklar süslü gösterildi ve böylece doğru yola girmeleri engellendi. Zâten Allah kimi sapıklık içinde bırakırsa, artık hiç kimse onu doğru yola iletemez.

34. Onları dünya hayatında mâhiyetini tahmin edemeyecekleri cezalar beklemektedir. Âhiret azabı ise elbette çok daha çetindir. Onları Allah’ın azabından koruyacak da hiç kimse yoktur.


Her bir insanı yaratan, onu rızıklandıran, onu koruyan, ona kazanma gücü veren, hayır veya şer yaptıklarını bilen ve bunların karşılığını verecek olan Allah Teâlâ’dır. Bu vasıflara sahip olan Allah’ı, böyle bir özelliği olmayan putlarla kıyaslamak nasıl mümkün olabilir? Bu bakımdan, putlar kastedilerek söylenen, “Haydi bunları adlandırın; kimdirler, ne iş yaparlar?” ifadesi, onların, kendilerine isim bile verilemeyecek kadar değersiz ve anlamsız şeyler olduğunu haber verir. Gerçekte Allah’ın hiçbir ortağı yoktur ve O’nun ilmi de ortağı olmadığı istikametinde tahakkuk etmiştir. Bu sebeple, O’nun ortağının olduğunu söylemek, Allah’a bilmediği bir hususu haber vermek demektir. Her şeyi bilen Allah’a, bilmediği bir şeyi haber vermek mümkün olmadığına göre, o halde şirk iddiası, lafzı olan fakat anlamı olmayan içi boş, kof ve saçma sözlerden öteye geçmeyecektir. Müşriklerin böyle bir yanlışa teşebbüs etmelerinin sebebi, kurdukları tuzakların şeytan tarafından kendilerine süslü gösterilmesi ve böylece Allah yolundan uzaklaşmalarıdır.

Âyette şirk اَلْمَكْرُ (mekr) yani “tuzak, düzen, hile” olarak isimlendirilmiştir. Bunun sebebi şudur:

Birincisi; şirkin aslı tuzak ve hileye dayanmaktadır. Çünkü, bazı uyanık kimseler kendi hile ve desiselerini tatbik edebilmek maksadıyla, avam insanların üzerinde kuvvetli bir tesir uyandırabilmek, onları sömürebilmek ve onların güç bela kazandıkları mallarının bir kısmını haksız yolla elde edebilmek için bu putları ihdas etmişlerdir. Böylece halkı, ihdas ettikleri bu putların saf, şuursuz ve mukallid izleyicileri haline getirmişler; kendilerini de, bu hilenin gereği, putların kurban, adak, para ve benzeri işlerine bakan temsilcileri yerine koymuşlardır.

İkincisi; dünya zevklerine aşırı hırs gösteren müşrik ruhlu kimseler, şirke gerçekten inandıklarından dolayı değil, böyle bir inanç kendilerine şehvet, şöhret, hırs ve tama ile yüklü sorumsuz, hayvânî bir hayatın kapılarını açtığı ve önlerine birtakım ahlâkî sınırlar koymadığından dolayı bağlanmaktadırlar.

Üçüncüsü; şirk, onlara süslü ve güzel gösterildiği, böylece onları saptırıp, Allah yoluna dönmekten alıkoyduğu için de tam bir tuzak ve hiledir. Şöyle ki, müşrikler kendi hayat tarzlarına uygun yolları benimsediği zaman, şuurlarını uyuşturacak ve diğer insanları da bulundukları doğru yoldan döndürecek deliller ihdas etmek zorunda kalırlar. Tabiatıyla böyle bir hile, onları doğru yoldan saptırır ve sapıklıklarında devam etmelerine sebep olur.

İman edip kendilerini itikadî ve amelî her türlü günahlardan koruyabilenlere gelince:

35. Allah’a karşı gelmekten sakınan ve saygı dolu bir gönülle O’nun istediği gibi kulluk yapanlara va‘dedilen cennetin misâli şöyledir: Ağaçlarının arasından ve köşklerinin altından ırmaklar akar, yiyecekleri de, gölgesi de devamlıdır. İşte Rabbinden korkup günahlardan sakınanların mutlu sonu budur. Kâfirlerin âkıbeti ise ateştir.

Burada ancak takvâ sahibi olanların varacağı cennetin üç vasfı haber verilir:

Bahçelerinin arasından ve köşklerinin altından ırmaklar akar. Bunlardan bir kısmı berrak sudan, hâlis sütten, lezzetli şaraptan ve süzülmüş baldan ırmaklardır. (bk. Muhammed 47/15)

Nimetleri, meyve ve yemişleri dâimîdir. Bilindiği gibi dünya bahçelerinin meyveleri devamlı olmaz. Fakat âhiret cennetlerinin meyveleri devamlıdır; hiç kesintiye uğramaz. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Cennetlikler bol bol meyveler arasında yaşarlar. Ki ne eksilip tükenir, ne de onlardan esirgenir.” (Vâkıa 56/32-33)

Gölgesi de devamlıdır. Orada sıcak, soğuk, güneş, ay ve karanlık diye bir şey yoktur. Nitekim bir âyet-i kerîmede: “Cennet ehli orada ne yakıcı bir güneş sıcağı görürler, ne de dondurucu bir kış soğuğu” (İnsan 76/13) buyrulur.

Kâfirler ise bu nimetlerden mahrum kalacak ve cehenneme gideceklerdir. Ehl-i kitaba gelince:

36. Kendilerine kitap verdiğimiz bazı kimseler, sana indirilen Kur’an’dan memnuniyet ve sevinç duyarlar. Fakat o gruplar içinde Kur’an’ın bazı âyetlerini inkâr edenler de vardır. De ki: “Bana ancak Allah’a kulluk etmem ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmamam emredildi. Ben sadece O’nu ilâh tanır, O’na dâvet eder ve bütün varlığımla ancak O’na yönelirim.”

Yahudi ve hıristiyanlardan iman şerefiyle şerefyâb olanlar, Allah Resûlü (s.a.s.)’e indirilen Kur’an ile sevinirler. Çünkü onlar, Kur’an’ın, Allah’ın kullarına olan en büyük bir rahmet, ihsan ve kerem tecellisi olduğunu bilirler. Fakat Ehl-i kitabın hepsi böyle değildir. İçlerinden Peygamberimiz (s.a.s.)’e karşı kin ve düşmanlıkta birleşip, birbirlerine muhalif bir şekilde hareket eden çeşitli gruplar, arzularına uygun düşmediği için Kur’an’ın bir kısım âyetlerini inkâr ederler. Mesela Hz. İsa’nın peygamber olduğunu haber veren bir kısım âyetleri yahudiler inkâr etmekte; onun Allah’ın oğlu olmadığını bildiren ve teslisi reddeden âyetleri de Hıristiyanlar inkâr etmektedir. Muhalif gruplardan biri de müşriklerdir. Onlar da Allah’ın varlığına inanıp kâinatı O’nun yarattığını kabul ettikleri halde, putperestliği, şirki ve küfrü ortadan kaldıran; öldükten sonra dirilişin, hesabın ve ebedi bir hayatın varlığını haber veren âyetleri reddetmektedirler. Halbuki kurtuluş için Kur’an’ın tamâmına iman etmek, onun tarif buyurduğu şekilde Allah Teâlâ’yı tanımak, O’na hiçbir şeyi ortak koşmamak ve O’na ihlasla kulluk etmek gerekir. İşte Resûlullah (s.a.s.), insanları buna davet etmiştir. Çünkü herkesin nihâî dönüşü Allah’a olacaktır. Kıyâmeti, yeniden dirilişi, haşri, neşri, hesabı, cennet ve cehennemiyle âhiret hayatı mutlaka tahakkuk edecektir. Kur’an’ın iniş gayesi bu dinî gerçekleri haber vermektir:

37. Böylece biz Kur’an’ı Arapça dilinde nihâî bir hüküm ve hikmet kaynağı olarak indirdik. Şâyet, sana İlim’den gelen bu kadar gerçekten sonra onların arzu ve isteklerine uyarsan, seni Allah’ın azabından kurtaracak ne bir dost bulabilirsin, ne de bir koruyucu.

Kur’ân-ı Kerîm, Allah’ın hükümlerini Arapça olarak beyân eden gerçek hüküm kaynağı, sağlam ve hikmet dolu bir kitaptır. O, dinler arası, milletler arası, insanlar arası, kişiler arası bütün anlaşmazlıkları çözecek; her türlü meseleye ince, hikmetli çözümler getirecek cihanşumûl hâkim bir kanundur. Onun dili Arapça’dır. İhtiva ettiği ilâhî hükümleri Arapça olarak beyân buyurmuştur. Hükmünün geçerliliği Arapça olan aslına uygunluk şartına bağlanmıştır. Bu sebeple:

Daha önce indirilmiş olan semavi kitapların, Kur’ân’a uymayan, Kur’ân’ın tasdikinden geçmeyen hükümleri ile amel etmek caiz değildir.

Kur’ân’ın Arapça orijinal metnini dikkate almadan doğrudan doğruya tercümelerinden hüküm çıkarmaya kalkışmak doğru olmaz. Çünkü, hüküm ancak Arapça indirilmiş olan aslına aittir. Buna göre Kur’ân, yalnızca tilavet edilmekle kalmamalı, mücibince amel edilip, bütün hükümleri insanlar arasında icra edilmelidir. (bk. Nisâ 4/105; Mâide 5/48)

Eğer kâfirler, Resûlullah (s.a.s.)’i tabiatüstü güçleri olmayan ölümlü bir insan olduğu için reddediyorlarsa, şunu iyi bilsinler:

38. Elbette biz, senden önce de peygamberler gönderdik; onlara da eşler ve çocuklar verdik. Ayrıca Allah’ın izni olmadan hiçbir peygamberin bir mûcize göstermesi sözkonusu olmamıştır. Her zamanın, kulların maslahatlarına göre yazılmış bir hükmü vardır.

Bu âyetlerde müşrik ve münkirlerin bir kısım itirazlarına kısa ve özlü cevaplar verilmektedir:

Birincisi; müşrikler, eşleri ve çocukları var diye Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamber olamayacağını ileri sürüyorlardı. Onlara göre peygamber melek cinsinden olmalı, yeme, içme, evlenme gibi dünyevi arzuları olmamalıydı. Bu itiraza, “önceki peygamberlerin de eşleri ve çocukları olduğu” gerçeğiyle cevap verilir. Bu durum onlar hakkında caiz olduğuna göre Hz. Muhammed (s.a.s.) hakkında da caizdir.

İkincisi; onlar, “Eğer o gerçekten peygamber olsaydı Hz. Mûsâ’nın asası ve parlayan eli gibi bir mûcize gösterir veya Hz. İsa gibi körlerin gözünü açar yahut Hz. Sâlih’in devesi gibi bir mûcize getirirdi” diyorlardı. Bu itiraza, “hiçbir peygamberin kendiliğinden bir mûcize getirmesine imkân ve ihtimal olmadığı; ancak Allah Teâlâ gerekli olduğunu gördüğü yer ve zamanda bir mûcize gösterdiği; gerekli olduğunu gördüğü yer ve zamanda da mûcize göstereceği” sözüyle cevap verilir.

Üçünmcüsü; onlar, “Daha önce vahyedilmiş Tevrat ve İncil gibi kitaplar dururken bu yeni kitaba ne gerek vardı? Eğer o gerçek peygamber olsaydı onları neshetmezdi. Halbuki o, önceki kitapların tahrif edildiğini, bu yüzden Allah’ın onları iptal edip ardında da bu yeni kitaba uyulmasını emrettiğini söylemektedir” diye itiraz ediyorlardı. Bu itiraza da, “Allah katında, her zaman ve zemin için kulların maslahatları dikkate alınarak yazılmış, karara bağlanmış bir hüküm olduğu; buna göre Cenâb-ı Hakk’ın vakti gelince bazı şeriatleri neshedip yerine o dönemdeki insanların ihtiyaçlarını karşılayacak yeni şeriatler getirebileceği, çünkü bütün bilgilerin kayıtlı olduğu Ümmü’l-Kitâp yani Levh-i Mahfuz’un O’nun katında bulunduğu” ifadeleriyle cevap verilir.

“Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır” (Ra‘d 13/39) beyânına, şeriatlerin neshedilmesi ve geçerli halde bırakılması yanında başka mânalar da verilebilir:

Kâinattaki yaratılışa baktığımızda, Allah Teâlâ, âlemde birtakım şeyleri yok edip ortadan kaldırırken, diğer birtakım şeyleri durdurur ve yeniden vücuda getirir. Mesela bir milleti helak eder, diğer bir milleti yaşatır. Aynı şekilde bir toplum içinde biri ölürken biri doğar veya biri yaşamaya devam eder. Aynı varlıkta hastalık, yaşlanma gibi sebeplerle durmadan durum değişikliği olur. Bedende hücreler bir yandan ölürken, bir yandan da yenileri onların yerine geçer.

Ticaret hayatında aynı kişi bazı işlerinde kâr eder, bazılarında zarar eder. Allah, bazan kulun rızkını artırır, bazan azaltır.

Ecelini ve ömrünü uzatır veya kısaltır. Saadetini şekâvete veya tersine şekâvetini saadete dönüştürür.

Tevbe edenin günahlarını, amel defterinden siler, yok eder, hatta onun yerine sevap yazar. Nitekim Hz. Ömer (r.a.) Kâbe’yi tavaf ederken ağlayarak şöyle dua etmiştir: “Allahım! Eğer beni şekâvet ehlinden yazdı isen, beni oradan sil, saadet ve mağfiret ehli arasına yaz. Çünkü sen dilediğini siler, dilediğini bırakırsın, ana kitap senin katındadır.” (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XIII, 219)

Peygamberin vazifesine gelince:

39. Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır. Ana kitap O’nun katındadır.

Bu âyetlerde müşrik ve münkirlerin bir kısım itirazlarına kısa ve özlü cevaplar verilmektedir:

Birincisi; müşrikler, eşleri ve çocukları var diye Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamber olamayacağını ileri sürüyorlardı. Onlara göre peygamber melek cinsinden olmalı, yeme, içme, evlenme gibi dünyevi arzuları olmamalıydı. Bu itiraza, “önceki peygamberlerin de eşleri ve çocukları olduğu” gerçeğiyle cevap verilir. Bu durum onlar hakkında caiz olduğuna göre Hz. Muhammed (s.a.s.) hakkında da caizdir.

İkincisi; onlar, “Eğer o gerçekten peygamber olsaydı Hz. Mûsâ’nın asası ve parlayan eli gibi bir mûcize gösterir veya Hz. İsa gibi körlerin gözünü açar yahut Hz. Sâlih’in devesi gibi bir mûcize getirirdi” diyorlardı. Bu itiraza, “hiçbir peygamberin kendiliğinden bir mûcize getirmesine imkân ve ihtimal olmadığı; ancak Allah Teâlâ gerekli olduğunu gördüğü yer ve zamanda bir mûcize gösterdiği; gerekli olduğunu gördüğü yer ve zamanda da mûcize göstereceği” sözüyle cevap verilir.

Üçünmcüsü; onlar, “Daha önce vahyedilmiş Tevrat ve İncil gibi kitaplar dururken bu yeni kitaba ne gerek vardı? Eğer o gerçek peygamber olsaydı onları neshetmezdi. Halbuki o, önceki kitapların tahrif edildiğini, bu yüzden Allah’ın onları iptal edip ardında da bu yeni kitaba uyulmasını emrettiğini söylemektedir” diye itiraz ediyorlardı. Bu itiraza da, “Allah katında, her zaman ve zemin için kulların maslahatları dikkate alınarak yazılmış, karara bağlanmış bir hüküm olduğu; buna göre Cenâb-ı Hakk’ın vakti gelince bazı şeriatleri neshedip yerine o dönemdeki insanların ihtiyaçlarını karşılayacak yeni şeriatler getirebileceği, çünkü bütün bilgilerin kayıtlı olduğu Ümmü’l-Kitâp yani Levh-i Mahfuz’un O’nun katında bulunduğu” ifadeleriyle cevap verilir.

“Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır” (Ra‘d 13/39) beyânına, şeriatlerin neshedilmesi ve geçerli halde bırakılması yanında başka mânalar da verilebilir:

Kâinattaki yaratılışa baktığımızda, Allah Teâlâ, âlemde birtakım şeyleri yok edip ortadan kaldırırken, diğer birtakım şeyleri durdurur ve yeniden vücuda getirir. Mesela bir milleti helak eder, diğer bir milleti yaşatır. Aynı şekilde bir toplum içinde biri ölürken biri doğar veya biri yaşamaya devam eder. Aynı varlıkta hastalık, yaşlanma gibi sebeplerle durmadan durum değişikliği olur. Bedende hücreler bir yandan ölürken, bir yandan da yenileri onların yerine geçer.

Ticaret hayatında aynı kişi bazı işlerinde kâr eder, bazılarında zarar eder. Allah, bazan kulun rızkını artırır, bazan azaltır.

Ecelini ve ömrünü uzatır veya kısaltır. Saadetini şekâvete veya tersine şekâvetini saadete dönüştürür.

Tevbe edenin günahlarını, amel defterinden siler, yok eder, hatta onun yerine sevap yazar. Nitekim Hz. Ömer (r.a.) Kâbe’yi tavaf ederken ağlayarak şöyle dua etmiştir: “Allahım! Eğer beni şekâvet ehlinden yazdı isen, beni oradan sil, saadet ve mağfiret ehli arasına yaz. Çünkü sen dilediğini siler, dilediğini bırakırsın, ana kitap senin katındadır.” (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XIII, 219)

Peygamberin vazifesine gelince:

40. Onların başına gelecek azabın bir kısmını sen hayatta iken yerine getirip sana göstersek de veya sen bunların hiçbirini görmeden seni vefat ettirsek de, fark etmez. Her halükarda senin vazîfen sadece tebliğ etmektir. Bize ait olan ise neticeyi tâyin ve herkese hak ettiğini vermektir.

Peygamberin vazifesi, kendisine bildirilen ilâhî hükümlerin tamamını apaçık ve anlaşılır bir şekilde tebliğ etmektir. Allah’ın va‘dettiği müjdeleri ve ikaz buyurduğu dünyevî veya uhrevî musibet ve azapları ilgili muhataplara haber vermektir. Fakat, özellikle dünyada meydana geleceğini haber verdiği belâ ve musibetlerin gerçekleşmesine şâhit olmak, tebliğin gereklerinden değildir. Peygamber (a.s.), onların bir kısmını ya görür veya görmeden vefat edebilir. Bunun pek fazla önemi yoktur. Mühim olan, olayların sonucuna şâhit olmak değil, tebliğin hakkıyla yerine getirilmesidir. O, üzerine düşeni yaptıktan sonra, gerisini Allah’a havale etmelidir. Cenâb-ı Hakk’ın, kendine terettüp eden işleri en güzel şekilde ve eksiksiz olarak yapacağında; ister kevnî ister şer‘î olsun dilediğini imha edip dilediğini sabit kılacağında şüphe yoktur. Bunun en açık delili Allah Teâlâ’nın yeryüzünde her an meydana gelen kudret tecellileridir:

41. Bizim, emrimizle yeryüzüne gelip onu etrafından nasıl eksiltip durduğumuzu görmüyorlar mı? Allah hükmünü verir; O’nun hükmünü denetleyecek ve tatbikini engelleyecek hiçbir güç yoktur. Allah, hesabı çok çabuk bitirendir.

Bu âyet-i kerîmeye hem hakîki hem de mecazi mâna verilebilir:

Hakîki mânaya göre; “yeryüzünün etrafından eksiltilmesi”nden maksat; erozyon dediğimiz toprağın yağmur, sel ve rüzgar gibi tabii güçlerin tesiriyle yerinden kayması, dağların ve tepelerin aşınması yahut yer küresinde meydana gelen olaylar neticesinde kürenin hacminin noksanlaşmasıdır.

Mecazi mânaya göre ise İslâm’ın gelişmesi, müslümanların ilerlemesiyle birlikte kâfirlerin sahip olduğu ülkelerin peyderpey fethedilmesi, topraklarının azalması, nüfûzlarının kırılması, feyiz ve bereketlerinin gitmesi; galibiyetlerinin mağlubiyete, kuvvetlerinin zâfiyete, kemallerinin noksanlığa dönüştürülmesidir.

Bunların hepsine hükmedip yapan Allah’tır. O’nun verdiği bir hükmü takip edecek, denetleyecek, icra ve infazına mâni olacak hiçbir güç yoktur. O’nun hesâbı da çok süratlidir. İstediğini göz açıp kapamadan yapabilir, azabı ansızın gelebilir:

42. Onlardan öncekiler de peygamberlerine tuzak kurdular. İyi bilin ki Allah, bütün tuzakları boşa çıkardığı gibi, dâimâ kendi hükmünü ve onların anlayamayacağı ince planlarını hâkim kılar. O, her bir kişinin ne yaptığını, sevap ve günah adına ne kazandığını bilir. O kâfirler de, dünyanın sonunda güzel bir hayatın kimleri beklediğini yakında bileceklerdir.

Peygamberlere karşı tuzak kurmak, türlü türlü hile ve desiselere başvurmak yeni bir durum değil, öteden beri devam ede gelen bir gerçektir. Onlar tuzak kurdular, Allah Teâlâ da o tuzakları başlarına geçiriverdi. Çünkü sonuç itibariyle ve bütünüyle mekir Allah’a aittir. Allah’ın mekrine göre, diğerlerinin yaptığı mekirler hiçtir, mekir bile sayılmaz. Çünkü “mekr”in hakikatı gizli, sezilmesi, anlaşılması mümkün olmayan bir kötülüğü birine ulaştırmaktır. Onu bilmeden oyuna getirmek, kötü duruma düşürmektir. Oysa Cenâb-ı Hak’tan gizli olan bir şey yoktur. Kulların bütün yaptıkları ve yapacakları Allah tarafından bilinmektedir. Her şey O’nun bilgisi ve kudreti altında cereyan etmektedir. Bu sebeple onlar tuzak kurmaya çalışırken, sadece kendi kendilerini aldatmakta ve kendi düşecekleri kuyuyu kazmış olmaktadırlar. Allah’ı oyuna getirmek mümkün olmadığına göre, yaptıkları işle başlarına gelecek oyunu kendileri hazırlamış olmaktadırlar. Hâsılı, Allah bir yere kadar onların önünü açar, onlar da “ha başardık ha başarıyoruz” zannederlerken, o oyunlarının cezası olarak Allah tarafından öyle gizli bir belaya uğratılırlar ki, bütün hayal, beklenti ve tahminlerinin aksine mahvolur giderler.

Bu âyetle de Cenâb-ı Hak, Peygamberimiz (s.a.s.) ve müslümanları teselli etmekte, düşmanlarının tuzaklarını boşa çıkarıp kendilerine yardım edeceğini müjdelemektedir.

Buna rağmen kâfirlerin Peygamberimiz (a.s.)’a olan itirazları devam ediyor ve:

43. İnkâr edenler: “Sen peygamber değilsin” diyorlar. De ki: “Benimle sizin aranızda şâhit olarak Allah ile O’nun kitapları hakkında bilgi sahibi olanlar yeter!”


Hz. Muhammed (s.a.s.) Efendimiz’in peygamber olduğunun şâhitleri şunlardır:

En büyük şâhit Allah Teâlâ’dır. Çünkü O, Peygamberimiz (s.a.s.)’e en büyük mûcize olarak Kur’ân-ı Kerîm’i indirmiş ve ona, doğruluğuna dair başka mûcizeler de ihsan etmiştir. Mûcize ise, birinin peygamber olduğuna kesin hüküm vermeyi gerektiren hususi bir iş, hârikulâde bir hâdisedir.

İlâhî kitapların ilmine sahip olanlar da Peygamberimiz’in doğruluğuna şâhitlik ederler. Çünkü onlar, Hz. Muhammed (s.a.s.)’e indirilen gerçeklerle önceki peygamberlere indirilen gerçeklerin aynı olduğunu bilirler. Bunların aynı kaynaktan geldiğine şâhitlik yaparlar. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Onlar, ellerindeki Tevrat ve İncil’de özelliklerini yazılı buldukları o Rasûl’e, okuma yazma bilmeyen o peygambere uyarlar.” (A‘râf 7/157)

Kâfirlerin Peygamberimiz (a.s.)’ı ve Kur’an’ı inkâr etmelerine karşılık İbrâhim sûresi buna bir cevap keyfiyetinde Peygamber Efendimiz ‘in ve Kur’ân’ın hak olduğuna şehadet ederek başlayacaktır:
 
Üst Alt