TEFSİR RUM Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
RUM SURESİ OKUNUŞU VE TEFSİRİ

Rum Suresi 60.Ayet
Rum Suresi 60.Ayet
RUM Sûresi Hakkında

Kur`ân-ı Kerim`in otuzuncu suresi. Altmış ayet, sekiz yüz on dokuz kelime, üç bin beş yüz on dört harften ibarettir. Fasılası, mim, nun ve vav harfleridir. Mekkî surelerden olup, İnşikak suresinden sonra nazil olmuştur. Adını ikinci âyetinde geçen, "Rum" kelimesinden almaktadır. Sürenin ilk âyetleri Bizansla İran arasında meydana gelen savaşların tevhid ve putperestlikle ilişkilendirilmesi çerçevesinde nazil olmuştur. Bu ayetler, M. 615 yılında Rumların İranlılara yenildiği sırada indirilmiştir ki bu yıl, Habeşistan`a hicret edilen yıla tekabül etmektedir. Bu sırada Mekke müşrikleri İslâm tebliğinin yayılması ve kendi putperest tâğûtî düzenlerinin ortadan kaldırılmasına yönelik faaliyetlerin yok edilmesini sağlayabilmek için, iman etmiş kimselere karşı yoğun ve acımasız bir saldırı politikâsı izliyorlardı. Putperest İranlıların hristiyan Bizans`a karşı kazanmış olduğu zaferi kendi zaferleri olarak değerlendiren Mekkeli müşrikler, müslümanlara; "İşte görüyorsunuz ateşperest İranlılar zafer kazanıyor ve peygamberliğe inanan Hristiyanları mahvediyorlar. Aynı şekilde biz de sizi yok edeceğiz ve kendisine çağırdığınız din ortadan kalkacaktır" demekteydiler. Allah Teâlâ, meselenin hiç de onların zannettikleri gibi olmadığını ve yakın zamanda durumun tersine döneceğini ve putperestlerin büyük bir yenilgiye uğrayacaklarını gaybî bir haber olarak onlara bildirmiştir.

Müslümanların hiç bir maddî güce sahip olmadıkları ve yaşamlarını sürdürebilmek için başka diyarlara göç etmek zorunda kaldıkları bir zamanda ve Rumların bir daha toparlanamayacaklarının düşünüldüğü bir ortamda Allah Teâlâ; "Rumlar, size en yakın bir yerde yenildiler. Onlar bu yenilgiden kısa bir süre sonra zafere ulaşacaklardır. Eninde sonunda emir Allah`ındır. O gün mü`minler, Allahın yardımıyla sevineceklerdir" (2-4) buyurmaktadır. Âyet iman edenlere iki zaferi müjdeliyordu. Bunlardan biri Rumların, diğeri de müslümanların kazanacakları zaferdi. Ancak bu, o günkü duruma göre imkansız gibi gözüküyordu. Bu âyetler nâzil olduğu zaman müşrikler bunlarla alay ettiler ve Ubey b. Halef; Ebu Bekir (r.a)`a "Arkadaşın bir kaç sene sonra Rumların galip geleceğini hayal ediyor. Sen bu konuda bizimle bahse girer misin?" dedi. Hz. Ebu Bekir bunu kabul ederek üç sene içinde Rumların zafer kazanması şartıyla on deve üzerinde bahse girdi. Rasulullah (s.a.s) bunu öğrenince, sürenin on yıla deve sayısının ise yüze çıkarılmasını istedi. Karşı taraf bunu kabul etti (müfessirler bu olayın, kumarın haram kılınışından önce cereyan ettiğini bildirmektedirler). On sene dolmadan, Rumlar yapılan savaşta İranlıları kesin bir mağlubiyete uğratmışlardı. Bu olayın, daha önceden, Allah tarafından haber verilmiş olması, birçok insanın İslam`ı kabul etmesine sebep olmuştu (bk. Kurtubi, el-Câmi` li Ahkâmi`l-Kur`ân, Beyrut (t.y), XIV, 10 vd.).

Bu olay, kâfirlerin yeryüzünün neresinde olursa olsun, inanan insanlara karşı diğer müşriklerin başarılarına sevinecekleri ve bunu kendi zaferleri kabul edeceklerini ortaya koymaktadır. Bu durum iman eden kimseler için de aynıdır.

Allah Teâlâ, insanların cereyan eden olayları değerlendirirken, ulaşabildikleri yüzeysel bilgilere göre sonuçlar çıkardıklarını, onları meydana getiren gücü hesaba katmadıklarını ortaya koymaktadır. İşte insanın sadece bu şekilde yüzeysel olanı görme alışkanlığı, geleceğini etkileyecek kararlar verirken yanlış hareket etmesine sebep olmaktadır. Allah Teâlâ "Bunu Allah vadetmiştir. Allah vadinden caymaz. Fakat insanların çoğu bilmezler. Onlar dünya hayatının sadece dış yüzünü bilirler. Onlar ahiretten tamamen gâfildirler" (6-7) buyurarak, bu gerçeği dile getirmektedir.

Bu şekilde bir girişten sonra, âhiret hayatının hem mümkün olduğu ve hem de bu dünya yaşamını düzene koyarken bu ikinci hayatı hesaba katmanın gerekliliği değişik şekillerde işlenerek ele alınmaktadır. İnkârcılara, yeryüzünde dolaşıp, kendileri gibi İslâm`a karşı direnen toplumların akıbetlerinin ne olduğunu nasıl olur da görmedikleri dolaylı bir anlatımla sorulduktan sonra, her şeyin gerçek ve tek hâkiminin Allah Teâlâ olduğu ve hiç kimsenin O`nun kanunlarının dışına çıkmaya güç yetiremeyeceği, yaradılış, ölüm ve sonrası zikredilerek ortaya konmaktadır:

Allah ilkin yaratır, sonra onu tekrar eder. En sonunda hepiniz O`na döndürüleceksiniz" (11).

Kıyametin koptuğu gün, kâfirler, şaşırmış olarak bütün ümitlerini yitirecek, daha önce çağrıldıkları şeyin gerçekliğini kavrayacaklardır. Ancak bu onlara bir fayda vermeyecektir. O gün mü`minlerle kâfirler iki grup halinde bir birinden ayrılacaktır: "İman edip salih amel işleyenler, işte onlar, Cennette nimetlendirilip, mesrur olurlar" (15).

İnkar edenler ise; "İşte onlar Cehennem azabına getirilirler" (16).

Allah Teâlâ, âhiretle alakalı bu gerçekleri dile getirdikten sonra, rahmetinin bir tezahürü olarak insanlara kurtuluş yolunu göstermektedir: "O halde akşama girerken de, sabaha ererken de Allah`ı tenzih edin, namaz kılın" (17). Bu kurtuluş yolu dinin temel unsurunu oluşturan namaz kılmaktır.

Daha sonra, Allah Teâlâ`nın, ölü varlıklardan canlı varlıklar halketmesi ve insanı topraktan yaratmış olmasının, O`nun varlığının delillerinden olduğu zikredilmekte ve insanların iki cins halinde birbirine ısınan varlıklar olarak eşler şeklinde yaratılmasının, düşünen insanlar için ibretlerle dolu olduğu bildirilmektedir. Peşinden insanlara verilen değişik ve eşsiz nimetler dile getirilerek Allah Teâlâ`nın ibadet edilmeye layık tek ilâh olduğu gözler önüne serilmektedir. Evrende var olan her şey O`nundur. Ve bu varlıktan hiç bir şey O`nun emri dışına çıkmaya muktedir değildir:

"Göklerde ve yerde bulunan kimseler ancak O`nundur. Hepsi O`na boyun eğmektedir" (28).

Tekrar, yaratıcı ve öldükten sonra tekrar hayat verici oluşu zikredilerek Allah Teâlâ`nın, insanları hidayete erdirmek için bizzat kendilerinden misaller verdiği anlatılmakta ve aklını kullanabilen kimselerin bu açıklamalar karşısında iman etmeleri gerektiği bildirilmektedir.

İşlediği zulmünden dolayı Allah Teâlâ`nın hidayete layık görmediği bir kimseyi, doğru yola iletmeye ise kimsenin gücü yetmez: "Allah`ın saptırdığını kim hidayete erdirebilir. Onların yardımcıları da yoktur" (29).

Bütün bu gerçekler açıklandıktan sonra Allah Teâlâ, Peygamber ve peygamberlere uyanlara, onları hidayet üzere sürekli kılacak bir emir yöneltmektedir.

"Öyle ise sen Hakka yönelerek, kendini Allah`ın insanlara yaratılıştan verdiği dine ver. Allah`ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur. Ama insanların çoğu bilmezler" (30).

Dinin gerçekliğini tam anlamıyla kavrayamamış olan kimseler bir musibet anında Rablerine yönelirler ve O`ndan yardım dilerler. Ancak, bu durum onların üzerinden kaldırıldığı ve nimetlere kavuştukları zaman kaynağını unutup, gaflet içerisinde nankörlük ederek Allah`ın dinine tabi olmaktan yüz çevirirler:

"İnsanlara bir zarar dokundu mu yalnızca O`na yönelerek Rablerine yalvarırlar. Sonra onlara katından bir rahmet tattırınca bakarsınız ki içlerinden bir grup Rablerine şirk koşup durmaktadır" (33).

Allah Teâlâ, her şeyin yaratıcısı olduğunu ve canlıları dilediği gibi rızıklandırdığını ve bunda büyük hikmetlerin bulunduğunu zikrederek, zenginlik ve fakirliğin gerçekte kendisinin takdir ettiği bir olay olduğunu; "Allahın dilediğine rızkını genişlettiğini ve dilediğininkini de daralttığını görmezler mi? Şüphesiz ki bunda, iman eden bir kavim için nice ibretler vardır" (37) ifadesiyle insanlara tebliğ etmektedir. Peşinden gelen âyet, kendisine bolca rızık verilmiş kimselerin, ihtiyacı sahibi zümreleri gözetmeleri ve ellerindeki zenginliklerden onları istifade ettirmeleri gerektiğini bildirmekte ve bunun isteğe bağlı bir davranış olmayıp bir hak olduğunu ortaya koymaktadır:

"O halde akrabaya, yoksula ve yolcuya hakkını ver. Allah`ın rızasını kazanmak isteyenler için bu daha hayırlıdır. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir" (38).

Sûre, fâizin malları çoğaltmadığı; zekatın ise bir bereket kaynağı olduğunu vurguladıktan sonra; tekrar inkârcıların durumunu ele almaktadır. Onlara içinde bulundukları durumlarının farkına varmaları için, insan gücünün ötesinde, Allah Teâlâ`nın kudretini sergileyen bazı tabiat olayları ve geçmiş sapkın kavimlerin yalanlamaları karşılığında cezalandırılmaları hatırlatılmaktadır.

Allah Teâlâ; "Allah`ın rahmetinin izlerine bir bak; ölümünden sonra yeryüzüne nasıl hayat veriyor! Şüphesiz O, ölüleri de böyle diriltecektir. O, her şeve kadirdir" (50) buyurarak, ilâhî gerçekliğin bütün yönleriyle insan oğlunun gözleri önünde sergilendiğini bildirmekte ve bütün bunlara rağmen inkarda diretenleri, "ölüler" ve "sağırlar" olarak nitelendirmektedir. Allah Teâlâ`nın, hak olduğunda şüphe olmayan çağrısına ancak kendisinde bir hayat eseri kalmamış olan kalpler cevap veremez ve yine bu çağrıyı ancak sağır olanlar idrak edemez. Rasûlüllah (s.a.s)`in şahsında, tebliğ için büyük bir gayret içerisinde didinip duran, fakat buna rağmen insanların İslâm`dan yüz çevirdiklerini gören ve buna çok üzülen İslâm davetçilerine, kâfirlerin durumu (Ey Peygamber) sen, ölülere işittiremezsin, arkalarını dönüp giden sağırlara da" (53) buyruğuyla anlatılmaktadır.

Her şeye rağmen müslümanlar, dinlerini yaşamak için sabır ve sebat içerisinde mücadele etmeye devam etmelidir. Çünkü Allah Teâlâ, yine Peygamber (s.a.s)`in şahsında bütün mü`minlere yönelik bir hitab ile; (Ey Muhammed), sabret! Şüphesiz Allah`ın va`di haktır. İmanında samimi olmayan sakın seni üzüntüye düşürmesin" (60) buyurmaktadır.

RUM SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

1. Elif. Lâm. Mîm.

2. Rumlar mağlup edildiler.

3. Arabistan’a yakın bir yerde, yeryüzünün en aşağısında. Fakat onlar, mağlubiyetlerinden sonra yakın bir zamanda tekrar gâlip geleceklerdir.

4. Üç ile dokuz yıl içinde. Her işin öncesinde de sonrasında da mutlak hüküm ve o işleri karara bağlama yetkisi bütünüyle Allah’a aittir. Rumların gâlip geldiği o gün mü’minler de sevineceklerdir.

5. Allah’ın yardımı ve bahşedeceği zaferle. O, dilediğine yardım edip onu zafere eriştirir. Çünkü O, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.


Rumlardan maksat, o zaman Doğu Roma’da yaşayan Bizanslılardır. Bizanslılar Ehl-i kitap, İranlılar ise Mecûsi idiler. Nübüvvetin beşinci senesinde vuku bulan bir savaşta İranlılar Bizanslıları müthiş bir şekilde mağlup etmiş, Ürdün, Filistin, Mısır, hatta Anadolu’yu onlardan alarak İstanbul boğazına, Kadıköy’e kadar dayanmışlardı. Bu durum Mekke müşriklerini sevindirmiş, fakat müslümanları üzmüştü. Çünkü müslümanlar Ehl-i kitap olanları kendilerine daha yakın görüyor, müşrikler ise kendilerini putperest olan Mecûsilerle aynı safta sayıyorlardı. Bunun üzerine Kur’ân-ı Kerîm, bir mûcize olarak yakın gelecekte vuku bulacak bir savaşın neticesini kesin ifadelerle haber verdi. بِضْعِ سِن۪ينَۜ (bid‘i sinîn) “3 ilâ 9 sene” içinde Bizanslıların İranlılara galip geleceğini ve o sırada mü’minlerin hem onların bu zaferine hem de bizzat kendilerine lütfedilecek zaferlere sevineceğini bildirdi. Halbuki mevcut şartlar içinde ne müslümanların, ne de Rumların üç-beş sene gibi kısa bir müddet içinde düşmanlarını yenebilecek güçleri vardı. Hatta bu, hiç kimsenin hayal edemeyeceği bir şeydi. Böyle iken Kur’an, hiç kimseden çekinmeden ve yalanlanmaktan korkmadan iki gaybî müjdeyi birlikte verdi. Gerçekten de Bizans kralı Herakliyus 624’de İranlıları mağlup edip Azerbaycan’a kadar ilerlediğinde, müslümanlar da aynı tarihlerde Bedir zaferini kazandılar. (Tirmizî, Kırâât 4; Tefsir 30/2) Nihâyet Herakliyus 627’de en büyük darbeyi vurup nihaî zaferi kazanırken, müslümanlar da apaçık fetih ve İslâm’ın tebliğ sürecinde çok mühim bir dönüm noktası olan Hudeybiye zaferini elde ettiler.

2. âyetteki اَدْنَى الْاَرْضِ (edna’l-ard) ifadesi iki anlama gelir:

Yakın bir yer,
Yerin en aşağısı.

Anlatılan savaş için her iki anlamda geçerlidir. Çünkü Şam ve Kudüs’ün İranlılara geçmesiyle sonuçlanan savaşın cereyan ettiği Lût Gölü bölgesi Arapların yaşadığı bölgeye en yakın bir yer olduğu gibi, karaların en derin noktasını teşkil etmekte ve deniz seviyesinin 395 metre aşağısında yer almaktadır.

Bütün bu olaylar Kur’an’ın haber verdiği şekilde gerçekleşmiştir ve gerçekleşecektir. Çünkü:

6. Bu, Allah’ın verdiği sözdür. Allah sözünden asla dönmez ve onu yerine getirmede kusur etmez. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.

Allah, bir şeyi yapmaya söz verdiği zaman onu mutlaka yerine getirir. Asla sözünden caymaz ve onu yerine getirmede kusur etmez. Fakat insanların çoğu, bu ilâhî hakîkati kavrayabilecek ilimden mahrumdur. Onlar sadece yemek, içmek, giymek, ekip biçmek gibi dünya hayatının dış yönünü bilirler. Olayların perde arkasından ve özellikle âhiret hayatından büyük bir gaflet içindedirler. İşlerin sonunun nereye varacağını hiç düşünmezler. Halbuki Allah’ın dünya hayatıyla ilgili verdiği sözler kesinlikle gerçekleştiği gibi, âhiret hayatıyla ilgili sözleri de elbette gerçekleşecektir.

Nitekim bu âyetler nâzil olunca Allah Resûlü (s.a.s.): “İranlılar mutlaka mağlûb olacaklardır!” buyurdu. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 276) Bu haberi öğrenen Ebubekir (r.a.) müşriklerden Übey b. Halef ile Rumların İranlıları üç seneye kadar yeneceğine dâir on deve karşılığında bahse girdi. Hz. Ebubekir bu bahsi Allah Resûlü (s.a.s.)’e haber verince Efendimiz: “Âyetteki «bid’» kelimesi üç ile dokuz arasındaki sayıları ifade eder. Sen hemen git, develerin sayısını artır, müddeti de uzat!” buyurdu.

Ebubekir (r.a.) gitti ve müddeti dokuz seneye, develerin sayısını da yüze çıkardı. Rumlar birdenbire gelişerek İranlıları ağır bir hezîmete uğrattılar. Bunu haber alınca Hz. Ebubekir Übey’in veresesinden yüz deveyi alıp Peygamber Efendimiz’e getirdi. Allah Resûlü (s.a.s.):

“Bunları fakirlere dağıt!” buyurdu. O da fakirlere dağıttı. Kur’ân-ı Kerîm’in bu mûcizesini gören Mekkeli müşriklerden bir kısmı müslüman oldu (Bk. Tirmizî, Tefsir 30/3194; Kurtubî, el-Câmi‘, XIV, 3)

Esasen, Kur’an’ın haber verdiği böyle gaybî mûcizeler yanında, kâinattaki her bir varlığın yaratılışında, yaşayışında ve yok edilişinde kendini gösteren sonsuz ilâhî kudret akışı, Yüce Allah’ın varlığını ve birliğini anlatmada çok daha etkilidir:

7. Onlar dünya hayatının sadece görünen yüzünü kısmen bilirler; âhiret konusunda ise büsbütün habersiz ve kayıtsızdırlar.

Allah, bir şeyi yapmaya söz verdiği zaman onu mutlaka yerine getirir. Asla sözünden caymaz ve onu yerine getirmede kusur etmez. Fakat insanların çoğu, bu ilâhî hakîkati kavrayabilecek ilimden mahrumdur. Onlar sadece yemek, içmek, giymek, ekip biçmek gibi dünya hayatının dış yönünü bilirler. Olayların perde arkasından ve özellikle âhiret hayatından büyük bir gaflet içindedirler. İşlerin sonunun nereye varacağını hiç düşünmezler. Halbuki Allah’ın dünya hayatıyla ilgili verdiği sözler kesinlikle gerçekleştiği gibi, âhiret hayatıyla ilgili sözleri de elbette gerçekleşecektir.

Nitekim bu âyetler nâzil olunca Allah Resûlü (s.a.s.): “İranlılar mutlaka mağlûb olacaklardır!” buyurdu. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 276) Bu haberi öğrenen Ebubekir (r.a.) müşriklerden Übey b. Halef ile Rumların İranlıları üç seneye kadar yeneceğine dâir on deve karşılığında bahse girdi. Hz. Ebubekir bu bahsi Allah Resûlü (s.a.s.)’e haber verince Efendimiz: “Âyetteki «bid’» kelimesi üç ile dokuz arasındaki sayıları ifade eder. Sen hemen git, develerin sayısını artır, müddeti de uzat!” buyurdu.

Ebubekir (r.a.) gitti ve müddeti dokuz seneye, develerin sayısını da yüze çıkardı. Rumlar birdenbire gelişerek İranlıları ağır bir hezîmete uğrattılar. Bunu haber alınca Hz. Ebubekir Übey’in veresesinden yüz deveyi alıp Peygamber Efendimiz’e getirdi. Allah Resûlü (s.a.s.):

“Bunları fakirlere dağıt!” buyurdu. O da fakirlere dağıttı. Kur’ân-ı Kerîm’in bu mûcizesini gören Mekkeli müşriklerden bir kısmı müslüman oldu (Bk. Tirmizî, Tefsir 30/3194; Kurtubî, el-Câmi‘, XIV, 3)

Esasen, Kur’an’ın haber verdiği böyle gaybî mûcizeler yanında, kâinattaki her bir varlığın yaratılışında, yaşayışında ve yok edilişinde kendini gösteren sonsuz ilâhî kudret akışı, Yüce Allah’ın varlığını ve birliğini anlatmada çok daha etkilidir:

8. Onlar, Allah’ın gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunan her şeyi ancak gerçek bir sebep, derin bir hikmet, şaşmaz bir kanun ve belirli bir ecel ile yarattığını kendi içlerinde hiç düşünmezler mi? Ne var ki, insanların çoğu, öldükten sonra dirilip Rablerine kavuşacaklarını kesinlikle inkâr etmektedir.

9. Onlar, yeryüzünde dolaşıp kendilerinden öncekilerin âkıbetlerinin nasıl olduğuna ibretle bakmazlar mı? Halbuki onlar kendilerinden çok daha kuvvetli idiler; hem sular, madenler çıkarmak, ekin ekmek, ağaç dikmek için yeri karmış, alt üst etmişler; hem de onu bunların imarından daha fazla îmâr etmişlerdi. Onlara da peygamberleri mûcizeler, açık deliller getirmişti fakat inkâr edip helâk oldular. Böyle yapmakla Allah onlara asla zulmetmedi; fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı.

10. Sonunda kötülüklere batmış o toplulukların âkıbeti çok fenâ oldu. Çünkü Allah’ın âyetlerini yalanlıyor ve onlarla alay edip duruyorlardı.


Bu âyetlerde, Allah’ın kudretinin ve buna bağlı olarak âhiretin varlığının delilleri serdedilir. Bunlar, selim bir akılla düşünüldüğünde hemen anlaşılabilecek delillerdir:

Birincisi; Allah gökleri, yeri ve aralarında bulunan her şeyi “hak ile” yaratmıştır. Yani iş olsun veya abesle iştigal olsun diye değil, gerçek bir sebep ve derin bir hikmet ile, sağlam ve şaşmaz bir düzen içinde, hak ve adâlet temelleri üzerine yaratmıştır. Dünyada ciddi bir imtihanın ve âhirette de sıkı bir hesabın olmadığını düşündüğümüzde, bu muazzam kâinat çarkının boş yere döndüğünü söylemiş oluruz ki, bunun akla ve mantığa uygun olmadığı kesindir. Allah, iyilik yapanlara mükâfatlarını adâletle vermek, kötülük yapanları da müstahak oldukları şekilde cezalandırmak için bu kâinat sistemini kurmuş, kıyâmetle ona yeni bir düzen verecek ve öyle devam ettirecektir. (bk. Yûnus 10/4)

İkincisi; göklerin, yerin ve aralarında bulunan tüm varlıkların sona erecekleri belirli bir süre vardır. İnsanların, hayvanların ve bitkilerin hayatında bu gerçeği daha net görürüz. Kâinatın da bir eceli vardır ki, bu kıyâmet günüdür. O gün yeni bir sayfa açılacak, iyilik yapanlar ebedi bir mükâfata nâil olurken, kötülük yapanlar da ceza göreceklerdir.

Üçüncü delil tarihten verilir. Onlardan önce Nûh, Âd ve Semûd kavimleri gibi nice toplumlar bu dünya üzerinde hayat sürdüler. Çok üstün bir güç ve kuvvete sahiptiler. Dünya nimetlerinden tıka basa faydalandılar. Toprağı kazıp ziraat yaptılar; yeri yarıp su kanalları açtılar, madenler çıkardılar, bağlar bahçeler yetiştirdiler. Dünyayı bunlardan daha fazla imar ettiler. Benzeri olmayan muhteşem köşkler, saraylar yaptılar. Fakat Allah Teâlâ onları başıboş bırakmadı; peygamberleri vasıtasıyla mesajını onlara ulaştırdı. Peygamberlerine lütfettiği açık deliller ve mûcizelerle onları hidâyete çağırdı. Ancak onlar, âhiretin varlığını kabul etmedikleri için azgınlaştılar, günahlara düştüler. Neticede helak olup gittiler. Ne kuvvetleri, ne kazandıkları ne de dünyayı imarları, onları yok olmaktan kurtarabildi. Şimdi onlar küfür ve azgınlıklarının hesabını vermek ve neticesini görmek üzere son derece ıstıraplı kabir koridorunda mahşer sabahını beklemektedirler. Ancak netice bellidir: Allah’ın âyetlerini yalanlamaları ve onlarla alay etmeleri sebebiyle âkıbetleri çok kötü olacak ve cehennemi boylayacaklardır. Çünkü diken ekenin gül biçemeyeceği, afyon ekenin güzel meyveler toplayamayacağı gibi, ömür tarlalarına günah tohumu ekenler de herhalde hayırlı bir mahsul elde edemeyeceklerdir. Bu, Allah ve Rasûlü’nün çağrısına uymayan, bilakis onlara muhalif cephede yer alan kıyâmete kadar gelecek tüm fert ve toplumlara yönelik çok ciddi ilâhî bir uyarıdır.

O halde ey insanlar Allah’ı iyi tanıyın. Allah ve Rasûlü’nün buyruklarına uyarak, hiç kimseden fayda göremeyeceğiniz kıyâmet gününün kötülüğünden ve azâbından kendinizi koruyun:

11. Allah, varlıkları ilk defa yoktan yaratan, sonra dünyada bu yaratmayı tekrar tekrar yineleyen ve âhirette her şeyi yeni baştan yaratacak olandır. Sonra da O’nun huzuruna getirileceksiniz.

12. Kıyâmet koptuğu gün inkârcı suçlular, bütün kurtuluş umutlarını kaybedip derin bir suskunluğa bürünecekler.

13. Dünyada Allah’a koştukları ortaklardan kendilerine bir tek şefaatçi bile çıkmamış, bunun da ötesinde, o ortaklarını orada ret ve inkâr etmişlerdir.


Tüm varlıkları yoktan yaratan ve yaratılışı tekrar tekrar yineleyen Allah, kıyâmeti koparmaya, ölüleri diriltmeye ve onları huzurunda toplamaya elbette kâdirdir. Bu, O’nun için ilk yaratmadan daha kolay olacaktır. (bk. Rûm 30/27) Dolayısıyla kıyâmet mutlaka kopacak ve o gün ömürlerini günah bataklığında geçirmiş inkarcı suçlular, özellikle affı olmayan şirk günahıyla gelen kâfirler, bütün kurtuluş umutlarını kaybederek, hayretten donakalacak, suspus olacaklardır. Çünkü onlar, hiç ummadıkları dehşetli bir günle karşılaşacak, dünyada Allah gibi değer verip saygı duydukları putlarından hiçbir şefaatçi bulamayacak, hatta mahşer aydınlığında şirkin temelsiz bir inanç olduğunu yakînen anlayarak, koştukları ortakların gerçekte Allah’a ortaklıkla hiçbir alakalarının olmadığını görüp onları reddedeceklerdir.
O dehşetli gün meydana gelecek diğer bir kısım olaylara gelince:

14. Kıyâmet koptuğu gün, işte o gün mü’minlerle kâfirler birbirlerinden ayrılacaklar.

15. Ayrılacaklar da, iman edip sâlih ameller işleyenler, işte o bahtiyâr insanlar, cennetin has bahçelerinde mutluluk içinde ağırlanacaklar.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
16. İnkâra saplanıp, âyetlerimizi ve âhiret günü buluşmasını yalanlayanlara gelince, onlar yakalanıp getirilecek ve azabın orta yerine atılacaklar

O gün, Cenâb-ı Hakk’ın “Ey inkârcı suçlular! Bugün mü’minlerden ayrılıp şöyle bir kenara çekilin bakalım!” (Yâsîn 36/59) hitabıyla inananlarla inanmayanlar birbirlerinden ayrılacaklar. İman edip sâlih ameller işleyenler cennetlerde ağırlanırken, neş’elenip sevinirken; kâfirler kıskıvrak yakalanıp cehennem azabının içine yuvarlanacaklar. O halde kıyâmet günü tüm umutları kaybedip cehennem azabına maruz kalmaktan kurtulmak, daha da mühimi cennet bahçelerinde ağırlanıp, sayısız nimetler içinde sevinebilmek için şimdi fırsat eldeyken Allah’ı tesbih etmeliyiz. O’nu her türlü şirk ve eksiklik şüphelerinden tenzih etmeliyiz:

17. O halde akşama erdiğinizde ve sabaha çıktığınızda Allah’ı tesbih edin!

18. Göklerde ve yerde bütün hamdler yalnız Allah’a aittir. Günün sonuna doğru ve öğlene eriştiğiniz zaman da Allah’ı tesbih edin!


Allah’ı tesbih ve tenzih ya yalnız kalple olur ki, bu sağlam bir itikattır. Veya onunla beraber dille olur ki, bu dilimizle Allah’ı zikretmektir. Yahut bunlarla beraber bir de hususi fiil ve davranışlarla olur ki, bu da sâlih amellerdir. Birincisi asıl, ikincisi onun meyvesi, üçüncüsü de ikincinin meyvesidir. Çünkü insan, bir şeye kalben inanınca o dilinden meydana çıkar. Konuştuğu zaman da doğruluk ve samimiyeti, onun hal ve fiillerinden, tutum ve davranışlarından belli olur. Buna göre dil, kalbin tercümanı, amel de dilin bürhânıdır. Amellerin en faziletlisi ise hem kalple niyeti, hem dille zikri, hem de azalarla hususi hareketleri içine alan namazdır. Onun için namaz hem bir zikirdir, hem bir tenzih ve tesbihtir. Şu halde tesbih denince, her çeşidini içerirse de mutlak ifade mükemmele yorumlanacağına göre ilk önce namaza yorumlanır. Bu sebepledir ki burada beş vakit namazın vakitleri hülâsa edilmiştir. Şöyle ki:

“Akşama eriştiğinizde” ifadesiyle akşam ve yatsı namazına,
“Sabaha çıktığınızda” ifadesiyle sabah namazına,
“Günün sonu” ifadesiyle ikindi namazına,
“Öğlene girdiğinizde” ifadesiyle de öyle namazına işaret edilir ki toplamı farz olan beş vakittir.

Hâsılı yalnız Allah’a kulluk yapılmalı, yalnız O’na rukû ve secde edilmeli, yalnız O tesbih ve tenzih edilmelidir. Çünkü:

19. O, ölüden diriyi çıkarır, diriden ölüyü çıkarır ve kışta ölümünün ardından baharda yeryüzünü tekrar diriltir. İşte siz de öldükten sonra böyle diriltilip, kabirlerinizden çıkarılacaksınız.

İbâdete lâyık yegâne mabûd Allah’tır. Kudretinin kemâli her şeyde zâhirdir. Bununla birlikte O’nun kudretinin kemâlini anlamak için sadece dünyada her gün milyonlarca kez tekerrür eden “diriltme ve öldürme” sıfatına bakmak kâfi gelecektir. O, ölüden diri çıkarır. Gıdadan hayvan, yumurtadan civciv, nutfeden insan, câhilden âlim, kâfirden mümin çıkarması, uyuyanı uyandırması buna birer misaldir. Kışın ölümünden sonra baharda yeryüzüne hayat vermesi de yine bu kabildendir. Bunun aksine diriden de ölü çıkarır ki bunun misâli çoktur. Her an gözler önünde tecelli eden bu ilâhî kudret akışları, Allah Teâlâ’nın mahşerde ölüleri dirilteceğinin açık bir belgesidir.
Esasen, bütün kâinatı, varlıkları ve olayları hâkimiyeti altında bulunduran Allah Teâlâ’nın kudretinin delilleri sayılamayacak kadar çoktur. Onlardan birkaçının beyânı sadedinde şöyle buyrulur:

20. O’nun varlığının delillerinden biri, sizi topraktan yaratmasıdır. Sonra siz dünyanın her tarafına yayılan insan nesli hâline geliverdiniz.

Bu âyetten itibaren 27. âyete kadar serdedilen deliller, bir taraftan kâinatın kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan, tek yaratıcı, yegâne hakim ve mabud olan Allah tarafından idâre edildiğini, bir taraftan da öldükten sonra dirilmenin mümkün olduğunu göstermektedir. Esasen gerçek şudur:

“Her nesne kılar varlığına hüsn-i şehâdet,
Her zerre eder vahdetine arz-ı güvâhî.”
(Ziyâ Paşa)

“Kâinatta bulunan bütün varlıklar tek tek Cenâb-ı Hakk’ın varlığına en güzel şekilde şâhitlik etmektedir. Gökler, yerler, güneş ve yıldızlar gibi devâsâ büyüklükteki varlıları bir tarafa bırakalım, gözle görülemeyecek küçüklükteki her zerre, her atam, hatta her proton ve nötron hal diliyle Allah Teâlâ’nın birliğine tanıklığını arzetmektedir.”
Bu deliller sayısız olmakla birlikte burada bahis konusu edilenler şunlardır:

Birincisi; Allah’ın, cansız gibi görünen kara topraktan insan gibi en güzel sûrete; duygu, düşünce, konuşmak, inanmak gibi pek çok manevî hususiyete sahip bir varlık yaratmasıdır. Birbirleriyle ortak ve farklı pek çok özelliğe sahip olan insanlar, canlılar arasında “beşeriyet” olarak bir cins teşkil etmişler, dünyanın her bir tarafına dağılmışlar, birbirleriyle ülfet ve muhabbet tesis ederek bir insanlık medeniyeti oluşturmuşlardır. Bir kara toprağın böylesine bir tekâmüle erdirilmesi, gerçekten Cenâb-ı Hakk’ın ne büyük Rab olduğunu ve ölüleri diriltmeye kudretini gösteren apaçık bir delildir.

İkincisi; insanı tek değil erkek ve dişi olarak çift yaratmasıdır:

21. O’nun varlığının delillerinden biri de, kendileriyle ülfet edip huzura ermeniz için size kendi cinsinizden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet var etmesidir. Şüphesiz bunda, sistemlice düşünen bir toplum için nice dersler ve ibretler vardır.

Eşlerin kendilerine has fizikî ve ruhî hususiyetleri olmakla birlikte, aynı zamanda çiftler arasında mükemmel bir âhenk mevcuttur. Birinin fizikî ve ruhî ihtiyaçları, tam mânasıyla diğerinin fizikî ve ruhî ihtiyaçlarına denk gelir. Böylece bir bütünü kâmil mânada tamamlamış olurlar. Ayrıca insanlık tarihi boyunca dünyanın her bir yanında doğan çocukların erkeklik ve dişilik nispetlerinin belli bir denge içinde olması da dikkatleri çeken ilâhî bir kudret tecellisidir.

İslâm toplumunun esasını âile, ailenin temelini de erkek ve kadının sahih bir nikâhla birleşmesi teşkil eder. Birbirine yabancı iki farklı insanın Allah’ın emriyle tanışıp bir araya gelerek, belki anadan babadan ve kardeşten daha sıcak bir muhabbet ve şefkatle kaynaşmaları ne müthiş bir hâdisedir. Bunun gerçekleşmesi için Cenâb-ı Hak, eşler arasına şu üç mühim fizikî ve rûhî kanunu koyduğunu beyân eder:

Eşler hem bedenen hem rûhen sükûna ve huzûra ermek için birbirine muhtaçtırlar.
Allah eşler arasına birbirlerini sevip kaynaşmalarını ve sağlam bir beraberlik oluşturmalarını sağlayacak kuvvetli bir muhabbet koymuştur.
Eşlerin birbirini koruyup gözetmeleri ve ihtiyaçlarını gönüllü olarak karşılamaları için aralarına güçlü bir merhamet ve şefkat hissi yerleştirmiştir.

Bu his zamanla gelişerek, eşlerin birbirine son derece nezaketli, zarafetli ve müsâmahalı davranmalarını sağlar. Öyle ki, yaş ilerledikçe eşlerin birbirine duydukları şehevî arzularda bir düşme yaşanırken, zamanla artan bu şefkat ve merhamet hissiyâtıyla eşler birbirlerine gençliklerinde olduğundan daha fazla bağlı hâle gelirler. İşte bunlarda Allah Teâlâ’nın insanları yaratıp, değiştirip, kemale erdiren kudretiyle beraber rahmetine ve husûsiyle insanlar üzerinde cereyan eden rahmânî nusret ve rabbânî hükümlerine delâlet eden nice deliller vardır. Ancak bu deliller, üzerinde derin derin ve sistemlice tefekkür edilerek anlaşılabilir. Üstelik bu kudret tecellileri üzerinde sadece fert olarak değil, toplum olarak düşünmek, bunlardan kastedilen maksadı iyi idrak edip fert, aile ve toplum hayatını ona göre planlayıp tanzim etmek lâzımdır. Çünkü bu deliller, bir taraftan insanlığın yüksek bir ahlâk ve ihtişamlı bir medeniyete hazır; nimet ve saadet dolu bir hayata namzet olarak yaratıldığını gösterirken, bir taraftan da hayatın ayrılmaz bir rüknü olan kadının zilletten korunup lâyık olduğu ulvî mevkiye oturtulması için muhabbet ve şefkat hisleriyle mükemmel bir içtimâî nizam takib etmek gerektiğini öğretir.

Üçüncüsü gökler, yer ve bunlarda vuku bulan ilginç olaylardır:

22. O’nun varlığının delillerinden biri de, gökleri ve yeri yaratması, ayrıca dillerinizin ve renklerinizin farklı farklı olmasıdır. Bilgi sahibi olanlar için bunda elbette kesin deliller vardır.

Göklerin ve yerin yaratılması ve bu yaratılışın her bir noktasında kendini gösteren akıl almaz ölçü, nizam ve muhteşem sanat güzellikleri en büyük azamet tezahürüdür. Bunlar, kendilerini yaratan Allah’ın ilim, irade ve kudretinin kemâlini gösterir.

Dördüncüsü; insanların konuştukları dillerin, lehçe ve şivelerin çeşitli olmasıdır. Dünya üzerinde konuşulan yüzlerce farklı dil ve belki binlerce lehçe ve şive vardır. Her milletin dili farklı olduğu gibi, çeşitli etnik grupların ve kabîlelerin dili de farklıdır. Hatta aynı dilin konuşulduğu bölgelerde bile şehirden şehre, kasabadan kasabaya farklı lehçeler kullanılır. İnsanların ses telleri, ağız ve dil yapıları, zekâ durumları hemen hemen aynı olduğu halde bu kadar farklı dil ve lehçenin konuşulması Allah’ın bir âyeti; O’ndan başka kimsenin güç yetiremeyeceği bir kudret tecellisidir.

Beşincisi; insanların renklerinin çeşitli olmasıdır. Aynı topraktan ve aynı elementlerden yaratılmalarına rağmen, belki yaratıldıkları toprağın renginin de tesiriyle, insanların derileri rengârenktir. Beyaz, siyah, sarı, kırmızı ve çeşitli renklerin birbiriyle karışımında meydana gelen nice renkte insanlar. Öyle ki, bırakalım milletleri ve ırkları, bir babanın iki çocuğunun rengi bile birbirinin aynı değildir.

Dil ve renklerin çeşitli olmasındaki hikmetlerden biri, insanların birbirleriyle tanışıp kaynaşmalarını sağlamaktır. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık. Soyunuz sopunuzla birbirinize karşı övünesiniz diye değil, birbirinizi tanıyıp kaynaşasınız diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık…” (Hucurât 49/13)

Çünkü ancak bu farklılıklar sayesinde ilgi ve merak uyanmakta ve bunlara dayanılarak beşeri münâsebetler kurulabilmektedir. Basit bir misal vermek gerekirse, aynı kıyâfeti giymiş ikiz kardeşleri bile tanımak ne kadar zordur. Fakat üzerlerine farklı kıyâfet giydirildiğinde onları tefrik edip tanımak biraz daha kolaylaşacaktır. Dolayısıyla insanların birbiriyle tanışması, böylece dünyada ilim, fikir, sanat, kültür ve medeniyet hayatının gelişmesi açısından bu tür çeşitliliğin ehemmiyeti büyüktür. Bu sebeple bunlarda âlimler, yani gerçeği araştırıp öğrenmek isteyenler için nice deliller vardır. Göklerin ve yerin yaratılışı, insanların dil ve renklerinin farklılıkları üzerinde ne kadar ilmî araştırmalar yapılırsa, bu alanda daha dikkat çekici neticelere ulaşmak mümkün olabilecektir.

Altıncısı; insanların gece ve gündüz hem istirahat etmeleri, hem de çalışıp çabalayarak Allah’ın lütfundan nasip aramalarıdır:

23. O’nun varlığının delillerinden biri de, geceleyin ve kısmen gündüz uyumanız ve O’nun lutf u kereminden maîşetinizi aramanızdır. Hiç şüphe yok ki, gerçeğe kulak veren bir toplum için bunda deliller ve ibretler vardır.

Gece ve gündüz Allah’ın bir nimeti ve kudret nişânesi olduğu gibi, gerek uyku, gerek kazanma imkânı da Allah’ın nimetidir. Uykunun nasıl büyük bir nimet olduğunu, uykusuz kalanlardan dinlemeli; çalışabilmenin ne büyük bir nimet olduğunu da işsiz güçsüz kalanlardan sormalıdır. Burada uykunun rızık aramadan önce söylenmesinin sebebi, çalışmak için dinlenmeye ihtiyaç olmasındadır.

Âyette “O’nun lütfundan” buyrulmasında ise şu incelikler vardır:

Çalışmalı, fakat kısmet olan nasibi kendinden değil, Allah’ın lütfundan bilmelidir.

اَلْفَضْلُ (fazl) kelimesinde “ziyâde ve artma” mânası olduğu için, insan her gün yeni bir kârın ve sürekli gelişmenin peşinde olmalıdır.

Nasibi aramak, Allah Teâlâ’nın lütfunu sezmek ve ummaktır. Hatta çalışıp arayabilmenin kendisi bile Allah’ın lütfundandır.

“Gerçeğe kulak verenler için” buyrulmasında da bir incelik vardır. Çünkü uyuyan kimse en çok kulaktan gelen seslerle uyanacağı gibi, talep ve araştırmada bulunan kimselerin de ilk işleri etrafı dinlemek, istihbarattan yararlanmak olacaktır.

Yedincisi; şimşeğin çakmasıdır:

24. O’nun varlığının delillerinden biri de size, hem korkuya kapıldığınız hem de yağmur geleceği umuduyla sevindiğiniz şimşeği göstermesi ve gökten su indirerek onunla ölümünden sonra yeryüzünü diriltmesidir. Gerçekten aklını kullanmasını bilen bir toplum için bunda nice dersler ve işaretler vardır.

Şimşeğin çakması, duruma göre korku veya umut verir. Meselâ yıldırım düşme ihtimaliyle korkutur veya yağmur yağma ihtimaliyle sevindirir. Korkutan ve umutlandıran Allah, bunun tesiriyle korkan ve umutlanan ise kuldur. Demek ki kul, Allah’ın sevk ve idâresine bağlıdır.
Sekizincisi; gökten su indirip, yeryüzünü ölümünden sonra diriltmesidir. Bu delil, Allah’ın ölüleri dirilteceğinin açık bir göstergesidir. Aklını azıcık çalıştıran bu gerçeği hemen kavrar.
Dokuzuncusu; göklerin ve yerin ancak Allah’ın emriyle ve koymuş olduğu ilâhî yasalarıyla yıkılıp dağılmadan mevcut halleriyle ayakta durmaları ve hizmetlerine devam etmeleridir:

25. O’nun varlığının delillerinden biri de, göğün ve yerin O’nun emir ve kanunları sayesinde mevcut halleriyle ayakta durmasıdır. Sonra ölü olarak yatmakta olduğunuz yerden sizi çağırıverdiğinde, işte o anda hepiniz hemen dirilip kabirlerinizden çıkacaksınız.

26. Göklerde ve yerde kim ve ne varsa hepsi O’nundur. Hepsi de O’na boyun eğmiş durumdadır.

27. O, bütün varlıkları ilkin yoktan yaratan, sonra dünyada bu yaratmayı tekrar tekrar yineleyen ve âhirette her şeyi yeniden yaratacak olandır. Bu yaratılışı tekrarlama ve en son yeniden yaratma O’nun için çok daha kolaydır. Göklerde ve yerde tecelli eden en yüce sıfatlar Allah’a aittir. O, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.


Bu muazzam varlıkları böylece tutabilmek ve düşmelerini engellemek Allah’tan başka kimin haddinedir. Eğer Allah bir an kâinattan ilgisini kesse, kendisine bir zarar gelmeyeceği kesin olmakla birlikte, tüm kâinat darmadağın olur. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Gökleri ve yeri hiçbir arızâya meydan vermeden tutan ve yok olup gitmekten koruyan Allah’tır. Şayet yıkılıp gidecek olsalar, yemin olsun ki, Allah’tan başka onları tutabilecek hiçbir güç yoktur. O, ceza vermekte acele etmeyen ve çok bağışlayandır.” (Fâtır 35/41)

Serdedilen delillerin açıkça delâlet ettiği gibi nihâyetsiz bir kudret, ilim ve hikmet sahibi olan Allah veya O’nun emriyle bir melek, mahşer günü bir kez “Kalkın!” diye emrettiği zaman tüm insanlar dirilip kabirlerinden kalkacaklardır. Yaratıkların O’nun çağrısına icâbet etmemeleri ve O’nun emrine aykırı davranmaları söz konusu olamaz. Çünkü hepsi O’nundur; ister gönüllü ister gönülsüz olsun, O’na itaat etmek mecburiyetindedirler. Kâinattaki sayısız varlıkları başlangıçta yoktan yaratıp, milyonlarca yüzyıldır bu yaratılışı bir an aksatmadan tekrarlayan Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de haber verdiği şekilde kıyâmeti koparıp insanları yeniden diriltmeye elbette kadirdir. Hatta bunu yapmak O’nun için pek kolaydır. Çünkü göklerde ve yerde en yüce sıfatlar, en büyük şan ve şeref O’nundur. Şöyle ki; varlıkta “kıdem”, cömertlikte “kerem”, kudrette “şumûl”, yardımda “kemâl”, ilimde “bütün varlıklara taallük”, hüküm ve kararda “mutlaka tahakkuk etme”, meşîette “hedefe ulaşma”, ceberûtta “izzet ve celâl”, melekûtta “mecd ve cemâl” vasıflarıyla en yüce sıfatlar O’nundur. O’nun her şeye gücü yeter. Yapmak istediği bir şeyi engelleyebilecek hiçbir kuvvet yoktur. Fakat Allah Teâlâ, bu karşı konulmaz kudretiyle rastgele iş yapmaz. Bütün hükümleri ve fiilleri, sayısız hikmetlere dayalıdır.

Şimdi, bütün bu açık delillere rağmen Allah’a ortak koşmanın ne kadar asılsız ve mantıksız bir düşünce olduğunu anlamak için şu örneği dinleyin:

28. Allah, bizzat kendi hayatınızdan size bir misâl veriyor: Hiç, elinizin altında bulunan köle ve hizmetçilerinizden, size verdiğimiz nimetleri kullanma ve harcama konusunda sizinle eşit derecede yönetim hakkına sahip kıldığınız ve birbirinizin hakkına dokunmaktan çekindiğiniz gibi onların hakkına dokunmaktan da çekinip sözünü dinlediğiniz ortaklarınız var mı? Herhalde yoktur. O halde nasıl oluyor da yaratığımız olan şeyleri kendi mülk ve saltanatımızda bize ortak koşmaya kalkışıyorsunuz? İşte biz, aklını kullanacak bir toplum için âyetlerimizi böyle açıklıyoruz.

29. Hayır! O zulmedenler, doğru bir bilgiye dayanmaksızın, nefsânî arzularının peşine takılıp gittiler. Allah’ın saptırdığını artık kim doğru yola getirebilir? Onları Allah’a karşı koruyacak hiçbir yardımcı da bulunmaz.


Öncelikle insanların kendi cinslerinden ve aynı yaratılış özelliklerine sahip olan kölelerini bile kendilerine denk tutmaya ve geçici dünya mülklerine ortak etmeye razı olmadıkları gerçeğine işaret edilir. Bundan hareketle eşi ve benzeri olmayan Yüce Allah’a şirk koşmanın, O’nun mutlak mülkiyet ve hâkimiyetine ortaklık atfetmenin ne kadar akıl almaz bir iş olduğu temsil yoluyla anlatılır.

Temsili şöyle bir tablo hâlinde canlandırmak mümkündür: Sahnede bir kısım varlıkları Allah’a ortak koşan efendiler, Allah’ın onlara verdiği mallar mülkler, bir de onların sahip olduğu köleler bulunmaktadır. Hemen belirtelim ki, bu efendilerin bizzat kendileri Allah’ın yaratığı oldukları gibi, sahip oldukları mallar da Allah’ın verdiği rızıklardır. Köleleri ise geçici bir süreliğine sahip oldukları kimselerdir. Bunların şu veya bu şekilde ellerinden çıkması mümkündür. Durumları bundan ibaret olan efendilere yaklaşıp:
“Sahibi bulunduğunuz bu kölelerin, Allah’ın verdiği şu mallarda sizinle eşit seviyede ortak olmalarını kabul eder misiniz? Hür ortaklarınızı saydığınız gibi onları da sayar; hakkınıza tecavüz etmelerinden endişe ettiğiniz gibi siz de onların hakkına tecavüz etmekten çekinir misiniz? Sözün özü, kendinize tanıdığınız hakları onlara da tanır mısınız?” diye sorduğumuzda:

“Biz efendiyiz, onlar ise köle! Sizin dediğiniz olur şey mi, Allah aşkına?” dediklerini duyuyoruz. Oysa köle bile olsalar, insan olma, yeme, içme vs. bakımından onların da kendilerine denk ve aynı cinsten olduklarını biliyorlar.

Efendilere tekrar dönüp:

“Sizden köle olmaktan başka bir farkları olmayan sizin gibi insanları mallarınıza ortak etmeyi, o mallarda onlarla eşit miktarda hakka sahip olmayı ve onlara da gerektiği şekilde değer vermeyi kabullenemiyorsunuz da bizzat Allah’ın yaratığı ve mülkü olan, O’nun mülkiyetinden çıkmaları da asla söz konusu olmayan şeyleri Allah’a ortak koşmayı akıl ve mantığınıza nasıl sığdırıyorsunuz?” diye soruyoruz.

Neticede o akılsız efendi taslaklarının bu soru karşısında şaşırıp kaldıklarını ve bir şey diyemez duruma geldiklerini görüyoruz. İşin tuhafı, onlar bundan sonra da şirk inançlarında devam etmektedirler. Bunun sebebi, onların gerçekleri öğrenip kabule yanaşmamaları, akıllarını kullanmamaları ve doğru bir bilgiye dayanmaksızın körü körüne hevâ ve heveslerine uymalarıdır.

Önceki âyetlerde şirk düşüncesi kökünden reddedilip çürütüldü. Şimdi ise hak dine teslimiyet istenmektedir:

30. Rasûlüm! Öyleyse sen her türlü bâtıl inançtan uzak dupduru bir tevhid inancı içinde bütün varlığınla tek gerçek din olan İslâm üzerinde sabit ol! Bu din, Allah’ın insanları yaratmasında esas gâye kıldığı, hiçbir ortağı olmayan, her şeye gücü yeten sonsuz ilim ve hikmet sahibi tek ilâha boyun eğmektir. Allah’ın yaratıp varlık üzerinde hâkim kıldığı kanunlarda ve gönderdiği inanç esaslarında hiçbir değişme olamaz. İşte dosdoğru ve kusursuz din budur. Ne var ki, insanların çoğu bunu bilmez.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
31. Bâtıl şeylerden yüz çevirerek hepiniz tüm benliğinizle sadece Allah’a yönelin, O’na karşı gelmekten sakının, namazı dosdoğru kılın ve Allah’a ortak koşanlardan olmayın.

32. O ortak koşanlar ki, dini bir bütün hâlinde kabul edip uygulamaları gerekirken, onu parçalayıp bölük bölük olmuşlardır. Üstelik her grup, parçaladıkları dinden yanlarında kalan bilgi kırıntılarıyla böbürlenip durmaktadır.


İslâm, insan fıtratına en uygun olan, onu hem maddeten hem de mânen kemâl noktasına eriştirecek kâideler ihtivâ eden tek makbul dindir. Bu sebeple açık ve gizli tüm şirk izlerinden arınarak, bütün sapıklık ve eğriliklerden uzaklaşarak ve tevhid akîdesine teslim olarak bu dîne bağlanmak emredilmektedir.

30. âyette geçen اَلْفِطْرَةُ (fıtrat), ilk yaratılış hâli, temiz ve aslî tabiat demektir. “Allah’ın, insanları yaratmada esas kıldığı fıtrat” ise, beşerî varlığın Allah’ın yaratma fiili neticesinde ortaya çıkan başlangıçtaki saf ve aslî hâlidir. İnsan şahsiyetinin çevre tesirlerinden korunmuş olarak var olan özü, bütün insanlar için ortak olan teşekkül ve gelişim kabiliyetidir. Tek tek her insanın geliştirdiği şahsiyet özellikleri bu ortak fıtrattan beslenir. İslâm’a göre insanın ilk yaratılış hâli temiz, günahsız, gelişme ve olgunlaşmaya hazır ve elverişli, insan olmanın ve insanca yaşamanın gerektirdiği bütün imkân ve özellikleri bünyesinde taşıyan potansiyel bir tamlığa sahiptir. Buna göre insan fıtratında Allah’ın varlığını ve birliğini tanımaya doğru tabiî bir temâyülün var olduğu söylenebilir. (Karaman ve diğerleri, Kur’an Yolu, IV, 313) Bu temâyülün ilk yaratılış anında insanla Allah arasında yapılmış temsilî sözleşmeyle de bir irtibatı düşünülebilir. Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Her çocuk fıtrat üzere doğar. Sonra ana-babası onu yahudi, hıristiyan veya mecûsî yapar.” (Buhârî, Cenâiz 80; Müslim, Kader 22-25)

Bu hadis-i şerif, din duygusunun fıtrî olduğunu fakat kişinin içinde yetiştiği çevrenin ve özellikle ailenin bu duygunun şekillenmesi ve gelişmesinde veya geçici olarak yahut bütünüyle körelmesinde çok mühim bir tesire sahip bulunduğunu gösterir. Bir başka hadiste de çocuğun konuşmaya başlayıncaya kadar fıtratını koruduğu belirtilerek (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 24) kültür değerleriyle irtibat kurmanın en önemli vasıtası olan dilin bu konuda oynadığı role işaret edilir.

Bu izahlardan anlaşıldığına göre “din duygusu” insan fıtratının aslî bir husûsiyeti olmakla beraber bu kendiliğinden uyanıp gelişmez. Zira insanda hazır bir Allah inancı değil, onu bu inanca götürecek kabiliyet ve imkânlar vardır. Nitekim insan gerek kendi varlığındaki gerekse kâinattaki ilâhî kudret tecellilerini derinlemesine tefekkür ettiğinde veya son derece çaresizlik ve sıkıntı içinde bocaladığı zamanlarda bu duygunun alâmetleri gözükmeye başlar. Fakat bu hissî taşmalar, kişinin gerçek mânada dindar olması için yeterli değildir. Bu fıtrî temâyülün kişinin şahsiyet planında ciddî olarak yerleşmesi ve şahsiyetin ayrılmaz bir parçası hâline gelmesi için, samimi bir arayışa, ciddî bir gayrete ve dinin gereklerini yaşamaya müsait İslâmî bir muhîte ihtiyaç vardır. İşte bu âyet-i kerîmeler, müslümanlara, sadece fıtratlarında var olan dinî temâyülle yetinmeyip, şuurlu bir İslâmî hayat yaşamalarını telkin etmektedir. Bu bakımdan:

Allah’a inanmış tevhid ehli kimseler olarak bütün varlıklarıyla dine sarılmalarını; düşünce, söz ve fiillerinin, sevgi ve nefretlerinin, bağlı olduğu ölçü ve değerlerinin dine uygun olmasını,

Başka her şeyden yüz çevirerek yalnızca Allah’a yönelmelerini,
Allah’tan korkup günahlardan uzak durmalarını,
Namazı dosdoğru kılmalarını ve
Dinlerini bölük pörçük etmiş, kendi içlerinde gruplara ayrılmış, buldukları ve bildikleriyle böbürlenip duran müşriklerden olmamalarını öğütlemektedir.

30. âyetteki “Allah’ın yaratıp varlık üzerinde hâkim kıldığı kanunlarda ve gönderdiği inanç esaslarında hiçbir değişme olamaz” şeklinde meâl verdiğimiz لَا تَبْد۪يلَ لِخَلْقِ اللّٰهِ (lâ tebdîle li halkillâh) ifadesinden şu mânalar anlaşılabilir:

Allah’ın esas yaratışı olan fıtratın gereği dışına çıkarak onu bozmaya, değiştirmeye kalkışmayın. Çünkü onun yaratışına bedel bulunmaz; zayi ettiğiniz bir kabiliyeti hiç bir sanat ve çabayla yerine koyamazsınız.
Allah’ın yarattığı fıtrata uygun olmayan bir din uydurmaya, hükümler koymaya kalkışmayın.
Allah’ın yaratmasını başkalarına isnat etmeye, başkalarını da yaratıcı yerine koyup şirk koşmaya yeltenmeyin. Zira Allah’ın mülkiyet ve hâkimiyeti sizinkiler gibi değişikliğe uğratılamaz.
Din, fıtratı değiştirmek için değil fıtrattaki güzel istidat ve kabiliyetleri geliştirmek içindir.
Allah Teâlâ insanları hangi fıtrat üzere yaratmışsa kendisi onda bir değişiklik yapmaz. (Elmalılı, Hak Dini, V, 3824-3825)
İnsan fıtratına yerleştirilen tek Allah’a inanma, yönelme ve yalvarma din duygusunun ortaya çıktığı en önemli anlar, ciddi bir tehlikeyle karşılaşıldığı zamanlardır:

33. İnsanlara bir sıkıntı dokunduğu zaman bütün gönülleriyle Rablerine yönelerek O’na yalvarırlar. Ardından Allah kendi tarafından onlara bir rahmet tattırınca, bu defa içlerinden bir grup hemen Rablerine ortak koşmaya başlarlar.

34. Böylece kendilerine verdiğimiz onca nimetlere nankörlük ederler. Kısa bir müddet yiyin için, sefâ sürün bakalım; yakında yaptıklarınızın ne anlama geldiğini bileceksiniz.

35. Yoksa onlara bir ferman indirdik de, Allah’a ortak koşmalarını o mu onlara söylüyor?


İnsanın fıtratındaki dinî duygular, sıkıntıya düştüğünde kendiliğinden ortaya çıkmakta, kalpteki şirk tortuları dağılmakta, hakikati perdeleyen engeller aralanmakta ve anlamsız kuruntulardan sıyrılarak Rabbine yönelmektedir. Zira bu noktada o, bağlandığı diğer ortakların sahte olduklarının idraki içinde Allah’tan başkasının kendisini bu sıkıntıdan kurtaramayacağını iyice bilir. Fakat bu halini uzun süre devam ettiremez. Onun bu ihlâslı hali sadece sıkıntılı durumlara mahsustur. Sıkıntılar sona erip bolluk ve rahat geldiğinde, Yüce Allah, kendi katından bir nimetle onu rızıklandırıp başındaki belayı bertaraf ettiğinde ise bu nankör insanın tekrar geriye dönüş yaptığı, fıtratının üzerini tortuların kapladığı ve Rabbine yalvarışı terk ettiği görülür. Bunların hepsini unuttuğu gibi, daha öteye giderek Yüce Allah’a ortak koşmaya başlar. Halbuki ulaştığı selâmet ve neşe hâli çok uzun sürmeyecek, tekrar sıkıntılar ârız olacaktır. Hadi diyelim kısacık dünya hayatında bir müddet yiyip içip eğlenme fırsatı olsa da, ölümle başlayan âhiret âleminde azap, çile ve ıstıraplar onun peşini hiç bırakmayacaktır.
Şunu da ifade edelim ki:

36. Bu tür nankör insanlara bir rahmet tattırdığımızda bununla sevinir, şımarırlar. Fakat kendi elleriyle yaptıkları günahlar yüzünden başlarına bir felâket geldiğinde ise derhal ümitsizliğe düşerler.

Aslında Allah’ın lutuf ve rahmetiyle sevinmek men edilmemiş, aksine emredilmiştir. Fakat bu sevinçten maksat, nimet vereni tanıyarak, hamd ve şükrünü idrâk ederek sevinmektir. Burada ise nimet vereni hesâba katmayıp sadece nimete güvenerek şımarıp hevâlarına uyan kimselerin hâli açıklanmaktadır ki, bunlara hitaben: “Şımarma! Şüphesiz Allah şımaranları sevmez!” (Kasas 28/76) buyrulmaktadır. Böyle kimseler ibâdet etseler bile, dünya menfaati için ederler. Sırf ellerindeki nimetlere güvendikleri için, kendi yaptıkları yüzünden başlarına bir fenâlık gelse derhal ümitsizliğe düşerler. Allah’ın rahmetinden tamamen ümit keserler. Çünkü güven ve teslîmiyetleri Allah’a değil, fânî şeyleredir.

Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Mü’min taze ekine benzer. Rüzgar estikçe yatar, yine kalkar. Kâfir çam ağacına benzer. Rüzgar estikçe gürler, fakat bir kere yıkılınca artık kalkamaz.” (Müslim, Munâfikûn 58)
Gönlün fânî şeylere ve maddî menfaatlere değil, bunları bahşeden Allah’a bağlı olması gerektiği hususunda buyruluyor ki:

37. Onlar, Allah’ın dilediğine rızkı bol verdiğini, dilediğine de rızkı daralttığını görmezler mi? Şüphesiz bunda iman eden bir toplum için nice dersler ve ibretler vardır.

38. Öyleyse akrabaya, yoksula ve yolda kalmışlara hakkını ver. Allah’ın rızâsını isteyenler için en hayırlı yol budur. Kurtuluşa erecek olanlar da işte bunlardır.


Dilediğine rızkı bol veren, dilediğine kısan, hatta bir kişiye bazan genişlik bazan darlık veren kesinlikle Allah olduğuna göre, mü’minler ne bollukta nimete güvenip şımarırlar, ne de darlıkta ümitlerini keserler. Bollukta da, darlıkta da Allah’a tam bir iman ve teslimiyet içinde bulunurlar. Bunun ötesinde onların ihtiyaçlı insanlara karşı bir takım mâlî mükellefiyetleri vardır. Burada bunlardan üç sınıf sayılmıştır: Akrabalar, yoksullar ve yolda kalmışlar. Bunların toplum üzerinde hakları vardır. müslüman, kimsenin hakkını yemedikten başka, kim olursa olsun muhtaç olanlara yardım etmek ve bir yolla onların ihtiyaçlarını gidermek mecbûriyetindedir. Muhtaç olan akrabanın insanda bir hakkı olduğu gibi, hiç imkânı kalmamış yoksulun ve yolda kalmış bir yolcunun da bütün toplum üzerinde hakkı vardır. Bunları koruyup kollayacak müesseseler yapılmalıdır. Bu hayırlı faaliyetler ve içtimâî hizmetler insanı Allah’ın rızâsına eriştirir. Allah’ın razı olduğu kulların ise kurtuluşa ereceklerinde şüphe yoktur.

Bu âyetlerde müslümanlar, Resûlullah (s.a.s.)’in şahsında hayırlı yollarda harcamaya, muhtaçları koruyup kollamaya teşvik edilirken, Mekke ve Medine dönemlerinde gelen diğer âyetler, toplumun muhtaç kesimlerinin ihtiyacını karşılama hususunu daha teferruatlı bir şekilde tanzim etmiştir. Zekâtın sarf yerlerini belirleyen Tevbe sûresi 60. âyet ile ganimetlerin beşte birinin taksimini bildiren Enfâl sûresi 41. âyet buna misâldir.

Mekke’de ilk nâzil olan sûrelerde Allah yolunda harcamayı; fakir, yoksul ve yetimlere yardımı emreden pek çok âyet nâzil olmuştur. Fakat burada ilk defa, zekâtla mukayese edilerek “faiz”den bahsedilmekte, ileride kesinlikle yasaklanacak olan faizin (bk. Bakara 2/275-279) kötülüğü ile alakalı bir altyapı hazırlığı yapılmaktadır:

39. İnsanların malları içinde artacağını düşünerek fâize verdiğiniz para, zâhiren artar gibi gözükse de, Allah katında artmaz. Oysa Allah’ın rızâsını isteyerek karşılıksız verdiğiniz zekât cinsinden şeylere gelince, işte böyle yapanlar, mal ve sevaplarını kat kat artıranların tâ kendileridir.

Henüz yasaklanmadan önce, faiz burada Kur’an diliyle zemmedilir. Nitekim o zamanlar Kureyş ve Sakîf kabileleri faizcilik yapıyorlardı. Âyet onların bu muamelelerinin kötülüğüne işarette bulunmaktadır. İnsanların malları artsın diye faiz olarak verilen paranın veya insanların malları arasında artması umularak faize verilen paranın, zâhiren artar gibi gözükse de bereketi ve neticesi itibariyle Allah katında artmayacağı haber verilir. Yani bu safhada faiz açıkça yasaklanmamakla beraber, faizle yapılan iktisâdî ve ticârî muamelelerin Hak katında makbul ve muteber olmadığı açıkça beyân edilir. Allah rızâsı için muhtaca verilen zekâta gelince, Allah bunu kabul buyurmakta, zekât verenlere kat kat hem mal hem de sevâp vereceğini müjdelemektedir. Bu artışın hiçbir sınırı yoktur. Niyetin samimiyeti ne kadar büyük olursa, fedakârlık duygusu ne kadar derinse ve kişinin Allah yolunda harcarken Allah’ın rızâsını kazanma arzusu ne kadar fazlaysa, Allah’ın ona vereceği mükâfatlar da o derece büyük ve güzel olacaktır. Nitekim âyet-i kerîmelerde bu miktarın bire ondan başlayıp, bir yüz, bire yedi yüz, bunun da katları şeklinde olduğu haber verilir. (bk. En‘âm 6/160; Bakara 2/261, 265)

Hadis-i şerifte de şöyle buyrulur:

“Kim, helâl kazancından bir hurma kıymetinde sadaka verirse, ki Allah helâlden başkasını kabul etmez, Allah o sadakayı bizzat kabul buyurur. Sonra onu, dağ gibi oluncaya kadar, herhangi birinizin tayını büyüttüğü gibi, sahibi için ihtimamla büyütür.” (Buhârî, Zekât 8; Tevhîd 23; Müslim, Zekât 63, 64)
Şâir ne güzel söyler:

“Allah rızâsı için olan bir işin küçüğü olmaz,
Hakk’ın rızâsı için olmayan bir işin de büyüğü olmaz.”


Zira her şeyin sahibi Allah olduğu için kulun her işinde Allah’ın hoşnutluğunu araması zaruridir. Çünkü:

40. Sizi yaratan, sonra rızıklandıran, sonra vakti gelince öldüren ve kıyâmet günü yeniden diriltecek olan Allah’tır. Düşünün bakalım! Allah’a koştuğunuz ortaklar içinde bunlardan herhangi birini yapabilecek var mı? Allah, onların koştukları ortaklardan çok uzak ve çok yücedir.

Burada Cenâb-ı Hakk’ın insana taalluk eden dört mühim fiilî sıfatı beyân edilir: Yaratma, rızık verme, öldürme ve diriltme. Peşinden müşrikleri ebediyen susturacak bir sual gelir: “Düşünün bakalım! Allah’a koştuğunuz ortaklar içinde bunlardan herhangi birini yapabilecek var mı?” (Rûm 30/40) Tabii ki yok. O halde en büyük gâye, her türlü şirk şâibesinden sonsuz derece münezzeh olan Allah Teâlâ’yı tanımak, O’na inanmak ve O’na teslim olmaktır.

Şâir Seyrânî der ki:

“Anadan doğunca çulun,
Var mı idi paran pulun?
Allah yarattığı kulun,
Verir rızkın komaz nâ-çâr.”


Ancak bu inanç zayıflamaya başladığı veya kaybolduğu takdirde insanlığı korkunç felâketler beklemektedir:

41. İnsanların işledikleri kötülükler yüzünden karada ve denizde karışıklık ortaya çıktı, düzen bozuldu. Böylece Allah, belki doğru yola dönerler diye, yaptıklarından bir kısmının kötü sonuçlarını onlara tattırıyor.

42. De ki: “Yeryüzünde dolaşın da, daha öncekilerin âkıbeti nasıl olmuş ibretle bakın! Onların çoğu Allah’a orta koşan kimselerdi.”


İnsanların işlediği kötülüklerin, yaptıkları günah, haksızlık ve yanlışların hem dünyada hem de âhirette fenâ neticeleri olmaktadır. Burada sadece olayın dünya kısmından söz edilir. Ancak ibret olsun diye dünyada iken verilen cezalar için “bir kısmı” denmekle, esas cezanın âhirette olacağına işaret edilir. Cezanın bir kısmının dünyada verilmesi, zâhiren musîbet gibi gözükse de bir ilâhî rahmet tecellisidir. Çünkü Allah, bu vesileyle kullarının günahları terk edip doğru yola gelmelerini istemektedir.

“Kara ve deniz” lafızları umûmi bir mâna ifade etmekte olup, yeryüzünde, denizde, havada; ferdî, ailevî ve içtimâî hayatta; devletler arası iktisâdî, siyâsi ve askerî münâsebetlerde; bilim ve teknoloji ile alakalı gelişmelerin hayata menfi yansımalarında tezâhür eden tüm bozulmaları ve çürümeleri içine almaktadır. Buna göre insanların yaptıkları yanlış uygulamalar neticesinde dünya hayatında karşımıza çıkan bozulma ve çürümeye şu misalleri verebiliriz:

Karada ve denizde tufan çıkması endişesi; bazı arazilerin bitki bitirmez duruma gelmesi, tatlı suların tuzlu su haline dönüşmesi ve kaynak sularının azalması.
Gerek şehirlerde gerekse kırsal kesimde bozulmanın yaşanması; kıtlık, yangın, sel gibi felâketlerin ve ölümlerin çoğalması; geçim sıkıntısının artması ve her şeyin bereketinin kaçması.
Tamamen maddeci bir anlayışa dayanan teknolojik gelişmelerin ve çılgınca faaliyetlerin insanlığı daha önce hayal bile edemediği çevresel felâketlerle karşı karşıya getirmesi. Bu bağlamda toprağın, havanın ve suyun sanayi atıkları ve şehir çöpleri yüzünden dizginlenemeyen bir şekilde kirlenmesi; bitki örtüsü ve denizlerin artan bir şekilde zehirlenip yok olması.
Dehşet verici sonuçlarıyla dünya gündeminden düşmeyen bir husus olan ozon tabakasının delinmesi.
Yaygın uyuşturucu ve görünürde faydalı gibi gözüken ilaç kullanımı sebebiyle insanın kendi bedeninde ortaya çıkan her türlü genetik bozukluklar ve insanlara yararlı birçok hayvan türünün giderek yok olması. Bütün bunlara, insanın sosyal hayatındaki hızlı bozulma ve çürüme, cinsî sapıklıklar, suçlar ve şiddet ve son safhada nükleer dehşet de ilave edilebilir.

Bunların tümü, netice itibariyle insanın Allah’a ve manevî ve ahlâkî değerlere karşı umursamazlığının ve bunun yerine, “maddî ilerleme”yi tek mühim hedef sayan telakkilere mahkûmiyetinin fecî bir âkıbetidir.

Eğer insanlar Allah Teâlâ’nın tâlimatları istikâmetinde bir hayat sürebilseler ve dünya imkânlarını, onları yaratıp meccânen hizmetlerine âmâde kılan Yüce Yaratıcı’nın emir ve yasakları doğrultusunda yerli yerince kullanabilecek olsalar, şüphesiz ki bu yöndeki başarıları nispetinde bozulmanın daha az olması ve dünya hayatının bir cennet hayatına dönüşmesi ihtimalden uzak değildir. Yoksa buradan Kur’an’ın bilim, teknoloji ve maddî ilerlemeye karşı olduğu tarzında bir netice çıkarmak doğru değildir. Eğer insanlar bu dünyada yaşayacaklarsa, dünyanın her türlü imkânını kullanacaklardır. Kur’an’ın onlardan istediği, ister maddî ister manevî olsun hayatın her sahasıyla alakalı ilâhî ölçülere dikkat etmeleri, günümüzde karşımıza çıkan acı manzaralar gibi, ölçüleri tanımayıp bir bozgunluk ve çürümeye sebebiyet vermemeleridir. Bunun faydası kendilerine döneceği gibi, attığı taş dönüp kafasına çarpan kişi misâlinde olduğu üzere, bunun zararı da yine dünyada kısmen, âhirette ise bütünüyle kendilerine dönecektir. Dolayısıyla tek kurtuluş yolu, tüm insanlık olarak Allah’a dönmek, Allah’ın dinine sarılmak, tüm varlığı O’nun bir emâneti olarak algılamak ve her birini yaratılış gâyesi istikâmetinde yerli yerince kullanmaktır. Ancak daha önce gelip geçmiş toplumlara baktığımızda pek müspet sonuçlarla karşılaşmak mümkün olmamaktadır. Onların çoğunun müşrik oldukları, kâinattaki ilâhî nizamı görmezden gelen çok yanlış bir anlayışa saptıkları ve bu sebeple hem dünya hem de âhiretlerini mahvettikleri görülmektedir. Günümüz insanına ve bundan sonra geleceklere düşen onların bu hazin âkıbetlerinden gereken dersi alabilmek ve Hakk’ın nizamına tâbi olabilmektir:

43. Şu halde sen, Allah’ın takdir buyurduğu ve kimse tarafından geri çevrilmesi mümkün olmayan kıyâmet günü gelmeden önce bütün varlığınla o dosdoğru dine yönel ve onun üzerinde sâbit ol. O gün insanlar bölük bölük ayrılacaklardır.

44. Artık kim inkâr etmişse, elbette inkârı kendi zararınadır. Sâlih ameller işleyenler de kendileri için iyi bir hazırlık yapmış olmaktadırlar.

45. Çünkü Allah, iman edip sâlih ameller işleyenleri lutfuyla mükâfatlandıracaktır. Şüphesiz O, kâfirleri asla sevmez.


Dosdoğru din, bütün yönleriyle Kur’an ve sünnetin beyân ettiği İslâm’dır. Allah dünyada kullarını bu dinin kanunlarına göre imtihan etmektedir; gelmesi kaçınılmaz mahşer gününde de onların ebediyen silinmez kayıtlara geçmiş olan niyet, söz, fiil ve davranışlarını yine bu dinin ahkâmıyla mizan edecektir. O halde yüzümüzü ve özümüzü bütünüyle Allah’ın insanlara en büyük lütfu olan bu dosdoğru dine çevirerek, ebedi âhiret âlemi için çok büyük ehemmiyet taşıyan kısa dünya hayatımızı onun tâlimatlarına göre tanzim etmemiz zaruridir. Fakat bunda bir zorlama yoktur. Herkes istediği tercihte bulunabilir. Ancak şu bilinmelidir ki, insanların red veya kabul tercihlerine göre netice farklı olacaktır.

Tekrar Yüce Allah’ın varlığının ve birliğinin delillerine dönmek gerekirse:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
46. O’nun varlığının delillerinden biri de, rüzgârları müjdeciler olarak göndermesidir. Böylece size rahmetini tattırır, gemiler O’nun koyduğu ilâhî kanunlara göre akıp gider ve bu vesileyle siz de O’nun lutfundan rızkınızı ararsınız. Umulur ki, bütün bu nimetlere şükredersiniz.

47. Doğrusu biz, senden önceki toplumlara da kendi içlerinden peygamberler gönderdik. Onlar da ümmetlerine apaçık deliller getirdiler. Fakat neticede bunlara inanmayıp günah ve isyâna dalan suçluların cezasını verdik. Çünkü mü’minlere yardım etmek, her zaman yerine getirmeyi üzerimize aldığımız kesin bir sözdür.


İki türlü âyet vardır:

Kevnî âyetler,
Vahyî âyetler.

Rüzgârların esmesi, yağmurun yağması ve gemilerin denizlerde akıp gitmesi gibi Allah’ın varlığını gösteren fiilî kudret tecellileri, kevnî âyetlerdir. Dünya hayatında sürekli yaşanan ve tekrarlanan bu âyetlerle her an karşılaşmamız mümkündür. Diğeri ise peygamberlerin Allah Teâlâ’dan getirdikleri vahiyler, deliller ve mûcizelerdir. Her iki tür ayet de, bir yönden Allah’ın varlığını, sınırsız kudretini, ilmini ve hikmetini gösterdiği gibi, bir yönden de peygamberlerin öğrettiği tevhid akîdesinin gerçeğe dayandığını haber verir. Her iki tür âyet de birbirini destekler mâhiyettedir. Kevnî âyetler, peygamberlerin söylediklerinin doğruluğunu tasdik ettiği gibi, peygamberlerin getirdiği ayetler de kâinattaki ayetlerin işaret ettikleri gerçekleri açıklar. Her iki tür âyetleri de dikkate alıp onlara göre davranma mecburiyeti vardır. Bunlara uygun hareket edenler başarılı olacakları gibi, bunları dikkate almayanlar, maddeten ve mânen başarının ve gelişmenin kapılarını kendilerine kapatmış olurlar. Bu sebeple kevnî âyetlerin zikrinden sonra şükür istenip nankörler ikaz edilirken; vahyî âyetlerin zikrinden sonra da, bunlara inanmayıp günaha dalanlar ilâhî intikamla tehdit edilirler. Buna mukâbil mü’minler, ilâhî yardımla müjdelenirler.

İşte Yüce Rabbimizin sonsuz kudret, ilim, hikmet ve merhametini gösteren, O’nun tek ilâh olduğunu haykıran bir başka delil:

48. Allah odur ki, rüzgârları gönderir; o rüzgârlar da bulutları kaldırır. Sonra Allah o bulutları gökte dilediği gibi yayar ve parça parça dağıtır. Derken bulutların arasından yağmurun boşaldığını görürsün. Allah, o yağmuru dilediği kullarına ulaştırınca, onlar hemen sevinir, yüzleri gülüverir.

49. Oysa daha biraz evvel, üzerlerine yağmur yağdırılmadan kısa bir süre önce, tam bir ümitsizlik ve çaresizlik içindeydiler.

50. Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine ki, ölümünün ardından yeryüzünü nasıl diriltiyor! Şüphesiz bunu dirilten, ölüleri de kesinlikle diriltecektir. O’nun her şeye gücü yeter.


Cenâb-ı Hak bize hem yağmurun oluşumu hem de onun yağmasının öncesi ve sonrasında insanların ruhî durumlarıyla alakalı pek muhteşem ve dikkat çekici bir manzara seyrettirmektedir. Şöyle ki:

Allah Teâlâ önce rahmet rüzgârını gönderiyor, estiriyor. Rüzgâr su buharlarından oluşan bulutları alıp göğe kaldırıyor. Yüce Rabbimiz o bulutları gökyüzünde dilediği gibi yayıyor, hareket ettiriyor, parça parça yapıyor. Çok büyük bulut kitlelerinin semâdaki hareketleri, birleşmeleri ve ayrışmaları ne kadar âheste, ne kadar yumuşak ve huzur verici ve ne kadar muhteşemdir. Derken seyrelen bulutlar arasından hayatın canı ve kanı mesâbesinde olan yağmur yağıyor, şırıl şırıl akıp duruyor. Ancak o, rast gele değil, Allah’ın dilediği yere, dilediği kadar yağıyor. İşte bütün bu muazzam işleri yapan Hak Teâlâ’dır. Diğer taraftan insanların hâlini seyrediyoruz: Yağmura kavuşan insanlar sevinmeye başlıyorlar, yüzleri gülüyor, neşeleniyorlar. Halbuki yağmur öncesi, belki yağmayacak diye artık neredeyse rahmetten ümitlerini yitirmişler, şaşkın hâle gelmişlerdi. Son olarak Rabbimiz bize, yağmurla beraber yeşeren, hayat bulan yeryüzünü, orada biten ekinleri, rengârenk çiçekleri, bitkileri ve ağaçları seyre davet etmektedir. Böylece yeryüzünü ölümünden sonra dirilten Allah’ın ölüleri de dirilteceğini bize iknâ edici delilleriyle göstermektedir.

Şâir ne güzel söyler:

“İbret gözüyle berk-i dirahtân-ı sebze bak
Huşyâr olana her varakı bir cerîdedir.”
(Bâkî)

“Etrafındaki şu yemyeşil ağaçların yapraklarına bir kere ibret gözüyle bak. Göreceksin ki her yaprak sana Allah Teâlâ’nın büyüklüğünü, bir kitap gibi uzun uzun anlatmaktadır. Küçücük bir yapraktaki hayatı inceledikten sonra hâsıl olan hayranlığınla bir de kâinata bakacak olursan, ilâhî azamet ve kudretin ne olabileceğini biraz daha iyi anlayabilirsin.”

Önceki 47. âyette peygamberlikten bahsedilip, hemen arkasından yağmurun söz konusu edilmesinde, ikisi arasındaki ortak noktaya gizli bir işaret vardır. Yağmurun gelişi nasıl insanın maddi dünyası için bir lutuf ve rahmet ise peygamberin gelişi de insanın ruhî dünyası için bir rahmettir. Kuru toprak nasıl yağmurun yağmasıyla uyanıp yeşermeye ve bitkileri yetiştirmeye başlarsa, ruhî ve ahlâkî yönden harap olan insan hayatı da vahyin gelişiyle uyanır ve ahlâkî mükemmellikler ve faziletlerle yeşermeye başlar. Kâfirlerin peygamberlik rahmetini bir müjde yerine kendileri için bir uğursuzluk kabul etmeleri ve ona nankörlük etmeleri sadece kendi kötülüklerine olan bir durumdur.

Allah’ın bunca nimetlerine, özellikle yağmurla birlikte gelen nimetlerine şükreden kullar olduğu gibi, bu büyük nimetlerin kıymetini bilmeyen nankörler de vardır. Kâfirler bu gruptadır:

51. Ama biz o dirilmiş araziye kavurucu bir rüzgâr göndersek de onlar, o yemyeşil bitkileri sararmış solmuş görseler, ardından yine nankörlük etmeye başlarlar.

52. Şunu iyi bil ki sen, ne ölülere duyurabilirsin, ne de arkalarını dönüp kaçarlarken o sağırlara dâvetini işittirebilirsin.

53. Körleri de savrulup durdukları yanlış yollardan kurtarıp doğru yola çekebilecek olan sen değilsin. Sen dâvetini ancak, önyargısız bir şekilde âyetlerimize inanıp gerçeğe teslim olmaya yatkın kimselere duyurabilirsin.


İnkarcı ve nankör kimseler, nimet elde iken kıymet bilmedikleri gibi, nimeti elden kaçırdıklarında ise daha da nankörleşirler. Onların bu berbat halleri, esen kavurucu bir rüzgarla sararıp solan mahsulatı gördüklerinde daha da belirgin bir duruma gelir. Halbuki insandan istenen varlıkta şükür, yoklukta sabırdır. Bunlarda iki güzel haslet de yoktur. Çünkü bunların kalpleri mânen ölü, kulakları mânen sağır, gözleri mânen kördür. Bunlara ne hakkı işittirmek, ne hakkı göstermek, ne onları sapıklıktan kurtarmak mümkün değildir. Çünkü hak söze ancak, Allah’a teslim olmuş mü’min kimseler kulak verirler, onu anlar ve gereğini yerine getiriler. (bk. Neml 27/81-82)
Rabbinizi daha iyi tanımanız için, O’nun bizzat kendi yaratılışınız ve varlığınız üzerindeki tecellilerine bakınız:

54. Sizi güçsüz bir halde yaratan, güçsüzlükten sonra size kuvvet veren, kuvvetli döneminizden sonra sizi tekrar güçsüz ve saçı başı ağarmış ihtiyar hâline getiren Allah’tır. O, dilediğini yaratır. Çünkü

Dış dünyada Allah’ın varlığını gösteren deliller olduğu gibi, insanın yaratılışı ve iç dünyasında da O’nun varlığını ve kudretini gösteren deliller vardır. Cenâb-ı Hak insanı önce güçsüz ve zayıf olarak yaratır. Bu bebeklik ve çocukluk dönemidir. İnsan bu dönemde kendi zaruri ihtiyaçlarını bile karşılamayacak kadar zayıftır. Eğer ana-babasının yardımı ve koruması olmasa hayatta kalabilmesi güçtür. Sonra gençlik ve olgunluk dönemi gelir. Bu, insanın güçlü ve kuvvetli olduğu, kendi işini kendinin görebildiği, hatta başkalarına da yardım edebildiği dönemdir. Sonra tekrar zayıflığın ârız olduğu, insanın kuvvetten kesildiği ve saçın başın ağardığı ihtiyarlık dönemi gelir. Âyet-i kerîmede şöyle burulur:

“Kime uzun ömür verirsek onu yaratılışta baş aşağı çeviririz. Hiç akıl erdirmiyorlar mı ki gidiş nereye?” (Yâsîn 36/68)

Molla Câmî (k.s.) der ki:

“Yaşlılık, gençliğin sonudur. Bir kul, gençliğinde ne yapacak olursa, yaşlılık döneminde o yüzüne gelir.” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 627)

İşte insanı yaratan, onu bahsedilen bu safhalardan geçirdikten sonra ruhunu teslim alan Cenâb-ı Hak’tır. Hiç kimsenin, bizzat kendi varlığı üzerinde cereyan eden bu ilâhî kudret tasarruflarını engelleme imkânı yoktur. Bu güne kadar Allah’ın takdirine karşı çıkan ve kendini ilâhî nizamın kontrolü dışına çıkarabilen hiçbir insan mevcut değildir. O halde kudreti bunları yapmaya yeten Allah Teâlâ, dilediğini yaratmaya ve ölüleri diriltmeye de kadirdir.

Evet, kıyamet kopacak ve Allah ölüleri diriltecektir. Bunlar kesinlikle olacak ama:

55. Kıyâmet koptuğu gün, inkârcı suçlular, dünyada sadece çok kısa bir süre kaldıklarına yemin edecekler. İşte onlar, vaktiyle hayattayken de hep böyle aldanıyor, hep böyle yanlışlara sürüklenip duruyorlardı.

56. Kendilerine ilim ve iman verilmiş olanlar ise şöyle diyecekler: “Siz dünyada ve kabirde Allah’ın kitabında belirlenen yeniden diriliş gününe kadar kaldınız. İşte bugün, size haber verilen o diriliş günüdür. Fakat siz bunu bir türlü anlamaya yanaşmıyordunuz.”

57. Artık o gün, zulmedenlere ileri sürdükleri özürler bir fayda sağlamayacak; onların dünyaya dönüp Allah’ı râzı edecek işler yapma isteklerine de olumlu cevap verilmeyecek.


Dünya ve kabir hayatı, sonsuz âhiret hayatı yanında, sonsuzluğa uzanan bir çizginin üzerindeki bir noktadan başka bir şey değildir. Gerçekten çok kısadır, fânîdir. Bahar bulutu ve yaz yağmuru gibi gelip geçicidir. Dünyada veya kabirde bulunurken bu durum tam fark edilemese bile, mahşer günü âhiret hayatı tüm dehşetiyle gözler önüne serildiğinde, bu gerçek bütün netliği ile ortaya çıkacaktır. Hususiyle ömürlerini küfür, şirk ve günahlarla geçirip, cehenneme müstahak hâle gelmiş kimseler bu hususta son derece mustarip olacaklardır. Ölümlerinden önce binlerce sene geçmiş olsa bile, dünyada ve kabirde çok kısa kaldıklarını, hatta buradaki ifadesiyle “bir saat”ten fazla kalmadıklarını sanacaklardır. Veya dünya hayatının kulluk yapamayacak kadar kısa olduğunu, bu sebeple ibâdetleri yerine getirmeye fırsat bulamadıklarını söylemeye çalışacaklardır. Halbuki dünyada nefis ve şeytana uyarak hak yolunu terk etmişlerdi. Cenâb-ı Hak onların bu itirazlarına şöyle cevap verir:

“…Biz, size, düşünüp öğüt alacak bir kişinin, düşünüp öğüt alabileceği bir ömür vermedik mi? Hem size uyarıcı bir peygamber de gelmişti. O halde tadın azabı! Artık zâlimler için hiçbir yardımcı yoktur.” (Fâtır 35/37)

Onların bu acıklı durumlarını seyreden ilim ve iman sahipleri, daha vakur ve serinkanlı bir şekilde, dünya ve kabir hayatının normal şartlar altında geçtiğini, nihâyet Kur’an’ın va‘dettiği yeniden diriliş gününün vakti geldiğini, işte bu günün de o yeniden diriliş günü olduğunu, fakat onların dünyadayken böyle bir günün varlığını kabul etmediklerini söyleyeceklerdir. Artık bu günde ileri sürecekleri mazeretler zalimlere bir fayda sağlamayacak ve onların tekrar dünyaya dönüp Allah’ı râzı edecek ameller işleme talepleri de reddedilecektir. Çünkü onlar, tevbe edip, iman ve sâlih amellere dönmek için verilen tüm fırsatları kaçırmışlar ve imtihan için tanınan süreyi bitirip, sonucun açıklanacağı saate ulaşmışlardır.

Bu sebeple Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Dünya bir saatlik bir süreden ibarettir. Sen onu taatle geçirmeye gayret göster.” (Aclûnî, I, 416)

Sâlih bir kul da ölmek üzereyken şöyle demiştir:

“Ben hüzün, keder, hata ve günahlarla dolu olan dünyadan ayrılacağıma üzülmüyorum. Benim üzüldüğüm şeyler; uykuyla geçirdiğim geceler, oruçsuz geçirdiğim günler ve zikrullâhtan gâfil kaldığım saatlerdir.”

O halde, getirdiği çeşitli misaller ve yaptığı açıklamalarla size doğru yolu gösteren Kur’an’ın irşâdına kulak verin:

58. Doğrusu biz Kur’an’da insanlar için her türden açık misâller, anlaşılır ibretli örnekler vermiş bulunuyoruz. Buna rağmen, sen onlara istedikleri mûcizeyi göstersen bile, inkâr edenler mutlaka: “Siz boş ve saçma şeyler peşinde koşmaktan başka bir şey yapmıyorsunuz” derler.

59. İşte Allah gerçeği öğrenip kabul etmek istemeyenlerin kalplerini böyle mühürler.

60. Rasûlüm! Sen şimdi sabret. Allah’ın va‘di elbette gerçektir. Bu gerçeğe tam ve kesin imanı olmayanların tavırları, sakın seni telaşlandırıp gevşekliğe ve hafifliğe sevketmesin!


Sarsılmaz bir imanla kulak verip itaat edecekler için Kur’ân-ı Kerîm’de insanın hem dünya hem âhiretine lazım olacak her husus beyân edilmiş ve peygamberlerin doğru söylediğine dikkat çeken her türlü misâl verilmiştir. Fakat inkâr edenler için bunlar bir anlam ifade etmez. Onlar ilim ve irfana kulaklarını kapatıp cehâleti tercih ettiklerinden kalpleri mühürlenmiştir. Bu sebeple onların kalpleri gerçeği idrak etme özelliğini kaybetmiştir. Öyleyse onların bu hâline üzülüp zaman kaybetmenin bir anlamı yoktur. Yapılacak iş, tebliğe devam etmek ve bu yolda meşakkatlere sabretmektir. Çünkü Allah’ın mü’minlere zafer, kâfirlere mağlubiyet vaadi gerçektir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Doğrusu, peygamber kıldığımız kullarımız hakkında bizim geçmişte verdiğimiz şöyle bir söz vardır: «Onlara Allah’ın yardımı kesinlikle ulaşacaktır. Neticede üstün gelen, kesinlikle her zaman bizim ordumuz olacaktır.»” (Sâffât 37/171-173)

O halde Allah’ın bu yardım ve zafer müjdesine gönülden inanıp İslâm’a davet vazifesi ciddiyetle sürdürülmeli; yakînî imana sahip olmayan kimselerin ayartmalarına, ayak kaydırmalarına, fitne ile korkutmalarına, alaylarla cesaret kırmalarına, işkenceyle caydırmalarına, tuzaklarıyla kaydırmalarına, bir kısım çıkarlar bahanesiyle uzlaşma çağrılarına ve zihinlere şüphe sokmalarına karşı uyanık olunmalıdır. Bunların böyle menfi ve saldırgan tavırlarına karşı müslüman kuvvetli bir iman, sağlam bir kararlılık, sarsılmaz bir şahsiyet ve hedefine kilitlenmiş mutmain bir gönülle hareket etmelidir.

Rûm sûresi, Cenâb-ı Hakk’ın mü’minlere yardım edeceği ve onlara zafer bahşedeceği müjdesiyle başlamıştı. Biterken de bu müjdeyi tekrarlamakta ve kâfirlerden gördükleri onca işkenceler karşısında Allah Resûlü (s.a.s.) ve beraberindeki mü’minlere öğüt vermekte, onları takviye ve teselli etmektedir. Şimdi, bahsedilen bu öğüt, takviye ve teselliyi ihtivâ ettiği derin hikmetlerle pekiştirip kalplere iyice yerleştirmek üzere Lokmân sûresi geliyor:
 
Üst Alt