Hz. Muhammed (sav ) Sadakat seferi: Tebük

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
SADAKAT SEFERİ: TEBÜK

Sadakat seferi: Tebük
Sadakat seferi: Tebük
Ey insanlar! İyi bilin ki sözlerin en doğrusu Allah’ın kitabıdır.
Yapışılacak, tutunacak en sağlam tutamak ise takvadır.
Unutmayın ki, dinlerin doğrusu ve hayırlısı ibrahim’in dinidir; islâm’dır.
Yolların hayırlısı Muhammed’in yoludur.
Sözlerin şereflisi Allah’ın sözleridir.
İşlerin hayırlısı, Allah’ın emrettikleridir.
İşlerin kötüsü, dine sonradan sokuşturulan ve dinden olmayan şeylerdir.
Ölümlerin şereflisi şehitliktir.
Körlüğün kötüsü, kalp körlüğüdür.
En koyu körlük ise doğru yolu bulduktan sonra sapmaktır. (Hz. Muhammed (s))

Dünyanın Esenliğinin Önündeki Engeller Kendisini esenlik, barış, huzur, saadet, güvenlik olarak tanımlayan ve insanları tüm bunların egemen olduğu bir dünyayı inşa etmeye ve böylesi bir dünyada yaşamaya davet eden İslâm’ın, daha risâletin ilk günlerinde evrensel bir din olduğu her türlü tereddütten uzak bir şekilde açıkça anlaşılmıştı. Daha önce değişik vesilelerle açıklandığı üzere, başta Resulüllah olmak üzere ilk müminler grubunu teşkil eden Hz. Hatice, Ali, Ebû Bekir, Zeyd ve diğerleri, mensupları sadece kendileri olan ve sayılarının on kişiyi aşmadığı bir dönemde dahi İslâm’ın bütün insanlığa hitap eden bir din olduğunu biliyorlardı. Üstelik, islâm’ın yalnızca Mekke toplumunun veya Arapların dini olmak istemediğini, çağrısının tüm insanlara yönelik olduğunu sadece o ilk müminler değil, Mekke’nin müşrik eşrafı da biliyordu. Bu nedenle de islâm’ın Mekke toplumunu aşarak dışarıya açılmasının problemlere neden olacağını düşünüyor ve bundan korkuyorlardı.

İslâm’ın çağrısının tüm insanlığa yönelik olduğu risâletin ilk günlerinden itibaren hem müminler ve hem de Mekke’nin müşrikleri tarafından açıkça biliniyordu. Çünkü o ilk günlerde vahyolunan ayetlerde islâm’ın çağrısının evrensel özellikleri açıkça görülüyordu. Zira, ne risâletin ilk günlerinde ve ne de sonraki dönemlerinde, islâm hiçbir şekilde yalnızca bir topluluğun, bir kentin, bir bölgenin veya bir ırkın dini olarak tanımlanmadı, takdim edilmedi. Böyle olunca, gün gelecek Müslümanların diğer putperest toplumlarla veya kitap ehli olan Yahudi ve Hıristiyanlarla karşı karşıya kalacağı kesindi; başka türlüsü mümkün değildi. İslâm’m evrenselliği bunu gerektiriyordu. Bu nedenle, mutlak hakikatin kaynağı, İslâm davetinin rehberi olan Kur’an, Müslümanları, islâm’ın dünya egemenliğini inşa sürecinde karşılaşacakları engeller konusunda hep bilgilendirdi. Hatta davetin ilk günleri açısından düşünüldüğünde, Müslümanlar uzun süre hiçbir şekilde Hıristiyanlarla ve Yahudilerle karşılaşmadıkları, aralarında gerçek ilâhî dinin kimliği konusunda tartışma ve çekişmeler olmadığı zamanlarda bile Allah müminleri Hırisuyanlarla, Yahudilerle karşılaşacağı günlere hazırladı; Müslümanları Hıristiyanlık ve Yahudilik hakkında, bu dinlerin mensuplarının’özellikleri konusunda bilgilendirdi. Bu sayede ne Habeşistan’a hicret eden ve ilk kez Hıristiyan bir toplumla karşılaşıp onlarla bir arada yaşamak zorunda kalan müminler ve ne de Medine’ye hicret edip Yahudilerle bir arada yaşamak zorunda kalan müminler, birlikte yaşamak zorunda oldukları Hıristiyanların ve Yahudilerin inançları ve hayat tarzları konusunda ne yapacaklarını, nasıl davranacaklarını bilemez konumda olmadılar.

İslâm’ın dünya egemenliğinin önündeki iki büyük engel Yahudilik ve mensupları ile Hıristiyanlık ve mensuplarıydı. Bu nedenle Kur’an Müslümanları bu iki dinin özelliklerinden, mensuplarının genel karakterlerinden haberdar etti. Bu dinlere ve mensuplarına karşı nasıl bir tutum ve davranış içinde bulunmaları gerektiğini bildirdi. Şu ayetler bunun bazı önemli örneklerini oluşturuyordu:

(Ey iman edenler!) Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hıristiyanlar da sizden asla razı olmazlar. [130]

Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar (sizi değil, birbirini desteklerler). [131]

(Resulüm!) Yemin olsun ki sen Ehl-i kitaba her türlü âyeti (delili) getirsen yine de onlar senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Onlar da birbirlerinin kıblesine uymazlar. Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyacak olursan, işte o zaman sen hakkı çiğneyenlerden olursun.[132]

(Onlar) ‘Yahudiler yahut Hıristiyanlar hariç hiç kimse cennete giremeyecek’ dediler. Bu onların kurumuşudur. Sen onlara: ‘Eğer sahiden doğru söylüyorsanız delilinizi getirin’ de. [133]

Yahudiler ve Hıristiyanlar “Biz Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz’ dediler. De ki: ‘Öyleyse günahlarınızdan dolayı size niçin azap ediyor? Doğrusu siz de O’nun yarattığı insanlardansınız..[134]

Ehl-i kitaptan bir grup, okuduklarını kitaptan zannedesiniz diye kitabı okurken dillerini eğip bükerler. Halbuki okudukları Kitap’tan değildir. Söyledikleri Allah katından olmadığı hâlde ‘Bu Allah katındandır derler. Onlar bilerek Allah’a iftira ediyorlar. [135]

Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden bir gruba uyarsanız imanınızdan sonra sizi yeniden inkarcılığa sevk ederler. [136]

Biz Hıristiyanların diyenlerden kesin söz almıştık. Ama onlar da kendilerine zikredilenlerin (verilen öğütlerin, vahyedilen hakikatlerin) önemli bir kısmını unuttular. Bu sebeple kıyamete kadar aralarına düşmanlık ve kin saldık. Yakında Allah onlara yaptıklarını haber verecektir.[137] Yahudiler ‘Uzeyr Allah’ın oğluduf dediler. Hıristiyanlar da ‘Mesîh (Isa) Allah’ın oğludur dediler. Bu onların ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir. (Sözlerini) daha önce kâfir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin! Nasıl da (haktan bâtıla) döndürülüyorlar! [138] Ey iman edenler! (Biliniz ki), hahamlardan ve rahiplerden birçoğu insanların mallarını haksız yollardan yerler ve (insanları) Allah yolunda olmaktan engellerler. Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azabı müjdele! [139]

İslâm’ın dünya egemenliğinin önündeki engellerden birisi Yahudilik idi. Ama Hıristiyanlığa göre çok önemli bir engel değildi. Çünkü, Yahudilik kendisini bir toplumla sınırlamış, kapılarını diğer insanlara kapamış bir dindi. Bu nedenle de islâm davetinin önünde kapsamlı ve güçlü bir engel olarak yer almıyordu. Fakat Hıristiyanlık böyle değildi. O, dünya egemenliği idealine sahip olan, kapılarını tüm insanlara açmış bulunan ve gerek siyasî ve gerekse askerî açıdan da o günün dünyasında rakipsiz sayılabilecek bir güç haline gelmiş olan bir dindi. Dolayısıyla Kur’an, Müslümanları daha çok Hıristiyanlık ve mensupları konusunda bilgilendirdi. Ancak bu bilgilendirmeleri ve uyarıları sırasında Hıristiyanların sadece olumsuz özelliklerini görmedi. Genel olarak Ehl-i kitabı, özel olarak da Hıristiyanlığı ve Hıristiyanları hiçbir zaman düşmanlık hisleriyle değerlendirmedi. Hiçbir zaman bu dini tamamen yanlışların teşkil ettiği bir inanç sistemi ve hayat tarzı, Hıristiyanları ise her türlü olumsuzluğu kendilerinde bulunduran kimseler olarak tanımlamadı. Hatta Hıristiyanlığı diğer dinlerle, Hıristiyanları da diğer dinlerin mensuplarıyla karşılaştırdığında olumlu değerlendirmelerde bulundu. Şu ayetler bu hakşinaslığın gereğiydi:

Ehl-i kitaptan öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet bıraksan, onu sana noksansız iade eder. Fakat onlardan öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet bıraksan, tepesine dikilip durmazsan onu sana iade etmez. Bu da onların, ‘Ummîlere karşı yaptıklarımızdan dolayı bize vebal yoktur demelerindendir. (Onlar bunu derken) Allah adına bilerek yalan söylüyorlar. [140] İman edenler ile Yahudiler, Sabitler ve Hıristiyanlardan Allah’a ve ahiret gününe (gerçekten) inanıp iyi amel işleyenler üzerine asla korku yoktur; onlar üzülecek de değillerdir. [141]

İnsanlar içerisinde iman edenlere düşmanlık bakımından en şiddetli olarak Yahudiler ile, şirk koşanları bulacaksın. Onlar içinde iman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da ‘Biz Hıristiyanların diyenleri bulacaksın. Çünkü onların içinde keşişler ve rahipler vardır ve onlar büyüklük taslamazlar. [142]

Kur’an, Ehl-i Kitabı ve özellikle de Hıristiyanları tamamen olumsuz değerlendirmediği; içlerinde doğru şeylere inanan ve doğru işler yapan adamların, hakkı arayan kimselerin olduğunu bildirdiği gibi, Müslümanların bu kimselere karşı olumlu davranmalarını da özellikle istedi. Şu ayetler de bu isteği dile getiriyordu:

İçlerinden zulmedenleri bir yana, Ehl-i kitap ile ancak en güzel yoldan mücadele edin ve deyin ki: ‘Bize indirilene de, size indirilene de iman ettik. Bizim ilâhımızda da sizin ilâhınız da birdir ve biz O’na teslim olmuşuzdur. [143]

De ki: ‘Ey Ehl-i Kitap! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze geliniz: Allah’tan başkasına tapmayalım. O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın”. Eğer onlar (bu çağrıya rağmen) yine yüz çevirirlerse, işte o zaman Şahit olun ki biz Müslümanlarız.” deyin. [144]

Gerek Yahudilerle ve gerekse Hırisuyanlarla yaşanacak problemler İslâm davetinin evrensel oluşunun kaçınılmaz bir sonucuydu. Zira İslâm, bazı olumlu özelliklerine rağmen, birçok bakımdan temel özellik ve ilkeleri konusunda tahrifata uğramaları nedeniyle Yahudiliği ve Hıristiyanlığı ‘hak din’ olarak görmüyor, onlarla anlaşmasını sağlayacak baskın ortak özellikler olmadığı için, tüm bâtıla yönelik savaşma bu dinleri de dahil etmiş bulunuyordu. Şurası dikkatlerden kaçırılmaması gereken önemli bir durumdur ki, İslâm sadece siyasî, ekonomik, askeri egemenlik amacı taşıyan ve bu amacı gerçekleştirdiği zaman kendisini başarılı kabul eden bir din değildir. İslâm’ın çağrısı, tüm dünyada her türlü yanlış inancın, kötülüğün, ahlâksızlığın, zulmün, sömürünün, baskının yok olması ve kendisinin temsil ettiği hakikati, iyiliği, edep ve ahlâkı, hakkı, hukuku, adaleti, güven ve itimadı, esenlik ve mutluluğu egemen kılma çağrısıdır. Dolayısıyla yanlışın cephesinde yer alan her şey, ismi ne olursa olsun, islâm için yok edilmesi, silinip ortadan kaldırılması gereken bir yanlıştır. Doğal olarak da islâm ile ne Yahudiliğin ve ne de Hıristiyanlığın anlaşması, birleşmeleri mümkün değildir. Müslümanların Medine’ye hicret etmeleriyle birlikte Yahudilerle ilişkilerde açığa çıkan gerilim ve düşmanlıklar veya Müslümanların egemenlik alanlarının.büyüyüp Suriye bölgesindeki Hıristiyanlarla komşu haline gelmeleriyle açığa çıkan gerilim ve düşmanlıklar sürecin beklenen gerekleri, zorunlu sonucudur.

Şirk Cephesinin İttifakı islâm’ın kavgası, her türlü yanlış inanç ve hayat tarzıyladır. isimleri ne olursa olsun, zanna dayanan ve bu nedenle yanlış inançlara sahip bulunan bütün inançlar ve hayat tarzları (dinler) islâm’ın muhalifleridir. İslâm, insanlık katma vahyolunduğu coğrafya gereği önce ilkel putperestlikle karşı karşıya geldi. Putperestliğin saçma sapan inançlarına, tutum ve davranışlarına muhatap olup, insanları tüm bu yanlışlardan kurtarmanın mücadelesini verdi. Mekke’nin fethi Arap yarımadasındaki putperestliğin bütün gücünü kırdı. Resulüllah’ın fetih günü Kabe’ye doğru ilerlerken okuduğu ayette ifade olunduğu üzere, Mekke’nin fethi ile hakkın karşısında bâtılın putperest cephesi yok oldu; hezimete uğradı. Medine’de karşılaşılan Yahudilerin askerî, siyasî, toplumsal gücü ise hicretin ilk birkaç yılın içerisinde sona erdirildi. Yahudilerin bir daha Müslümanların karşısına askerî bir güç, rakip olarak çıkma ihtimalleri kalmadı. Ama Hıristiyanlık söz konusu olunca durum farklıydı. Her iki taraf da egemenlik yolunda birbirleriyle sadece Mûte’de karşılaşmışlardı. Aralarında birbirlerini askerî, siyasî, ekonomik açından daha ayrıntılı tanıma imkânı sağlayacak ilişkiler gerçekleşmemişti.

Mûte’de karşılaşılan günlerde Bizans yönetimi için islam çölde doğmuş bir din, Müslümanlar ise bedevi çöl insanlarından ibaretti. Bizans için ne İslâm ve ne de Müslümanlar önemsenecek bir şey değildi. Ancak kısa süre içerisinde İslâm’ın ve Müslümanların düşünüldüğü gibi olmadığı anlaşıldı. İslâm yakın zamanda Bizans iktidarının inanç ve düşünce temellerini ciddi anlamda meşgul edecek ve zorlayacak bir din, Müslümanlar da gittikçe güçlenen bir düşman topluluğu olarak görülmeye başlandı. Bu düşünce değişikliğinde ise özellikle iki farklı kesimin önemli katkısı oldu. Eğer onlar olmasalardı Bizans yönetimi bir süre daha islâm ve Müslüman tehlikesinden haberdar olmayacaktı. Söz konusu iki kesimden birisi Arap yarımadasının kuzeyinde, Suriye bölgesinde yaşayan Araplardı. Çoğunluğu putperest olan ve Bizans’a bağlı valiler tarafından yönetilen bu insanlar, diğer Arap topluluklarının Müslümanlar karşısında ya kaçmak ya da İslâm davetini kabul etmek zorunda kaldıklarını görünce, sıranın kendilerine geldiğini anlamakta zorlanmadılar. Müslümanlara karşı sığınabilecekleri bir güç vardı; o da Bizans idaresiydi. Bu nedenle bölgedeki Bizans idarecilerini Müslümanlar aleyhine kışkırtmaya ve islâm tehlikesinden bahsetmeye başladılar. Onların bu çabaları bölgedeki Bizans idarecilerinin dikkatini yarımadaya, Hicaz bölgesine çekti.

Bizans yönetiminin Müslüman dalgası karşısında direnme ve tehlikeyi bertaraf etme çabasına katkı sağlayan ikinci kesim ise Yahudilerdi. Yahudilerin nüfus olarak yoğun bulundukları Arap yarımadasında bile Müslümanlara karşı koyabilecek güçleri yoktu. Zaten başta Hayber olmak üzere birçok şehirleri ve köyleri Müslümanların eline geçmişti. Bu durumda Bizans’ın Hıristiyan idarecilerini kurtuluş kapısı olarak gördüler. Söz konusu yöneticilerin dikkatlerini Müslümanlara çektiler, islâm’ın egemenliğinin hem kendi dinlerini ve hem de Hıristiyanlığı tehlikeye sokacağını anlatıp, bir an önce tedbir alınması konusunda Bizans’ın idarecilerini uyardılar.

Büyük Savaşın Hazırlıkları

İslâm ve Müslümanlar, Suriye bölgesindeki Bizans’a bağlı yöneticilerin gündemine Mûte savaşı ile girmişti. Müslümanların gerekirse kendilerinden onlarca kat ordulara kafa tutmaktan çekinmediklerini bizzat yaşayarak görmüşlerdi. Gerek putperest Arap topluluklanndan ve gerekse Yahudilerden edindikleri bilgilerin de ifade ettiği üzere, Müslümanların gittikçe güçlendiğini görüyor ve bir gün hesaplaşacaklarını biliyorlardı. Bu nedenle İslâm’ı Arap yarımadasından dışarı çıkmadan yok etmek gerektiğini düşünüyorlardı. Bunlardan dolayı bazı yerel yöneticiler müşrik Arapların ve Yahudilerin teşvikleriyle Müslümanlara karşı bir ordu toplamak için hazırlıklara giriştiler. Muhtemeldir ki, Doğu Roma’nın bölgeye uzak sayılabilecek garnizonlarından ve hatta başkentten yardım talebinde bulundular.

Şam civarında yaşayan Nabatiler, Medine ile ticarî ilişkileri bulunan bir topluluktu. Sıklıkla Medine’ye gelir, getirdikleri ince çekilmiş un veya zeytinyağını satar, sonra memleketlerine dönerlerdi. Suriye bölgesindeki Bizans yöneticilerinin Müslümanlara karşı savaşmak için ordu toplamaya çalıştıkları haberi Nabatiler aracılığıyla Medine’ye ulaştı. Gelen bilgilere göre büyük bir ordu için erzak yığınağı yapılıyor, adam toplanmaya çalışılıyor, Arap olan Lahm, Cüzam, Gassan ve Âmile kabileleri de bu hazırlıklara destek veriyorlardı. Hatta Gassan emirinin teşkil edilecek ordu için en iyi atlarını ayırdığı, atları nallattığı bilgileri de gelen haberler arasındaydı. Atlar nallatıldığına göre saldırı yakındı.

Resulüllah, coğrafi büyümeye bağlı olarak Hıristiyanlarla karşı karşıya gelineceğini ve bir gün şirkin bu cephesiyle de savaş alanında buluşulacağını biliyordu. Büyük bir Hıristiyan ordusunun teşkil edilmeye çalışıldığı haberini alınca hiç tereddüt etmeden karşı saldırının hazırlıklarına girişti. Resulüllah’ın askeri harekâtlarla ilgili en önemli taktiklerinden birisi, harekâtın nereye olacağını gizli tutması ve mümkün olduğunca ani baskınla düşmanı hazırlıksız yakalama tarzındaydı. Ancak bu sefer daha ilk günden itibaren hedefi açıkça ortaya koydu ve Müslümanların buna göre hazırlık yapmalarını istedi.

Müslümanlar daha önce birçok savaşa katılmışlardı. Fakat hiçbir savaşta Mûte’deki Bizans ordusu gibi bir ordu görmemişlerdi. İlk defa Mûte’de olmak üzere teçhizatlarından giysilerine, hareketlerinden savaşma taktiklerine kadar her şeyleriyle farklı ve profesyonel bir orduyla karşılaşmışlardı. Bu nedende hazırlanmakta olan Bizans ordusunun profesyonel bir ordu olacağını biliyorlardı. O halde hazırlıklarını buna göre yapmalı, mümkün olduğunca en iyi savaş teçhizatlarına sahip olmalıydılar. Bu ise bütün ekonomik imkânların seferber edilmesini gerektiriyordu. Resulüllah, tüm Müslümanlardan, teşkil edecek orduya maddî katkıda bulunmalarını istedi, imkânı olan herkesin silahı olmayana silah, at veya devesi olmayana at veya deve vermesi çağrısında bulundu.

Tereddütler

Resulüllah’ın Bizans ordusuna karşı hazırlık çağrısı ilk anda birçok kişi tarafından gereksiz bulundu. Hasat zamanı yaklaşmıştı. Yakın zamanda hurmalar hasat edilecekti. Eğer savaş için Suriye’ye kadar gidilirse, bu en az iki aylık bir yolculuk demekti ve tek geçim kaynağı olan hurmaları hasat etmek mümkün olmayacaktı. Üstelik Bizans çok güçlü bir devletti. Mûte’den hareketle biliyorlardı ki, Bizans’ın profesyonel ordusuna karşı koymak zor işti. Açıkça bir saldırı olmadan harekete geçmek düşmanı kışkırtmaktan başka bir anlama gelmeyecekti. Bu ise son derece büyük bir tehlikeye davetiye çıkarmaktan başka bir şey değildi. Ayrıca, aylardan eylül idi ve havalar çok sıcak geçiyor, yaz mevsiminin yakıcı sıcakları hâlâ devam ediyordu. Üstelik gidilecek yer çok uzaktı. Tüm bunları dikkate alınca, Bizans ordularının bir saldırısı olmadan harekete geçmenin gereksiz olduğunu savunanlar çoktu. Fakat müminlerin, Resulüllah’m tartışmaya açmadan ilan ettiği kararı karşısında, imanlarının gereğine uygun bir şekilde emre itaat edip, emredildiği gibi hazırlanmaktan başka yapabilecekleri bir şey de yoktu. Zira imanları, vahye dayanan isteklerde kesin itaati gerektiriyordu. Resulüllah tartışmaya açmadan bir istekte bulunduğuna göre bu vahye dayanan bir istek olmalıydı. Müslümanlar, istemeseler bile, hazırlıklara başladılar. Açıkça ifade etmiyorlardı ama bu seferki savaş hazırlıklarının gereksiz ve hatta tehlikeli bir girişimin ilk adımı olduğunu düşünüyorlardı. Kalpleri bilen Allah, bir ayeti ile uyarıda bulunup, Müslümanlardan durumlarını gözden geçirmelerini istedi:

‘Ey iman edenler! Size ne oldu ki, ‘Allah yolunda savaşa çıkın!’ denildiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz? Dünya hayatım ahirete tercih mi ediyorsunuz? Fakat dünya hayatının faydası ahiretin yanında pek azdır. Eğer (gerektiğinde savaşa) çıkmazdanız, (Allah) sizi pek elem verici bir azap ile cezalandırır ve yerinize sizden başka bir kavim getirir; siz (savaşa çıkmamakla) O’na hiçbir zarar veremezsiniz. Allah her şeye kadirdir. Eğer siz ona (Resulüllah’a) yardım etmezseniz (bu önemli değil); Allah O’na yardım eder: (Hatırlayın ki) kâfirler O’nu, iki kişiden biri olarak (Ebû Bekir ile birlikte Mekke’den) çıkarmışlardı. Onlar mağaradaydılar. O, arkadaşına ‘Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir’ diyordu. Bunun üzerine Allah ona (sükûnet sağlayan) emniyetini indirdi, onu sizin görmediğiniz bir ordu ile destekledi ve kâfir olanların sökünü alçalttı. Allah’ın sözü ise zaten yücedir. Çünkü Allah üstündür, hikmet sahibidir. (Ey müminleri) Gerek hafif, gerek ağır olarak savaşa çıkıp., mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihat edin. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.[145] Bu ilâhî uyarı Müslümanlar için fazlasıyla yeterliydi. Hemen içten gelerek hazırlıklara başladılar. Ordunun hazırlanmasında birbiriyle yarışmaya ve sahip oldukları mal varlıklarını ordu için bağışlamaya başladılar.

Resulüllah savaş için hazırlanılmasın! isteyince, bu istekten en çok rahatsızlık duyanlar münafıklar oldu. Böylesi bir savaşa katılmamak için yığınla gerekçeleri vardı. En önemli gerekçeleri ise dünyanın en büyük devletine yönelik bir savaşa girişilecek olmasıydı. Bu savaşın sonunun hezimet olacağına kuşku duymaksızın inanıyorlardı. Görünen şartlar aksini doğrulamıyordu. Bu münafıkların korkusunu hakhlaştmyordu. Asıl kimliklerini ortaya koyup orduya katılmayacaklarım söyleyemediler. Bunun yerine, bir çoğunun zihni karışık olan Müslümanları ayartarak hazırlıkları engellemeye çalıştılar. Onların durumu vahyolunan bir ayetle gözler önüne serildi; asıl niyetleri ve kimlikleri açığa vuruldu ve Müslümanların oyuna gelmeleri önlendi. Söz konusu ayet şöyleydi: ‘Eğer yakın bir dünya malı ve kolay bir yolculuk olsaydı (o münafıklar) mutlaka sana uyup peşinden gelirlerdi. Fakat meşakkatli yol onlara uzak geldi. Gerçi onlar, ‘Gücümüz yetseydi mutlaka sizinle beraber çıkardık’ diye kendilerini helak edercesine Allah’a yemin edecekler. Halbuki Allah onların mutlaka yalancı olduklarım biliyor.[146]

Hayırda Yarış Resulüllah’ın kararında ısrarlı olması ve vahyolunan ayetler, Müslümanlar için, nasıl davranacaklarını tespit konusunda fazlasıyla yeterliydi. El birliğiyle hazırlıklarını tamamlamaya çalıştılar. Resulüllah’ın yardımlaşma çağrısı gereği aralarında güzel bir yarış başladı. Müslümanların zenginlerinden bir çoğu, mal varlıklarının yarısını veya yarısına yakın kısmını bağışlayarak, birçok mücahidin bineğini ve savaş araçlarını temin ettiler. Bu şekilde bağışta bulunanlar arasında Talha b. Ubeydullah, Abbas b. Abdulmuttalib, Sâ’d b. Ubâde, Muhammed b. Mesleme, Abdurrahman b. Avf, Asım b. Adiyy, Osman b. Affan vardı. Ordu teşkili için hazırlıkların yürütüldüğü, Müslümanların yardımlaşmada birbirleriyle yarıştıkları bu günlerde birçok dikkat çekici olay yaşandı. Bunların her biri, Müslümanların imanlarmdaki samimiyetleri açığa vuran olaylardı. Şunlar bunun örneklerinden sadece birkaçıdır:

Hz. Ebû Bekir ve Ömer arasında gizli bir yarış vardı. Yarışları kişisel menfaatlerinde değil, hayır işlerindeydi. Ebû Bekir bu yarışlarda her zaman önde olmuş, imanındaki samimiyet, imanının gerektirdiği fedakârlık, hep Ömer’in bir adım önünde yer almasına vesile olmuştu. Bizans’a karşı hazırlanan ordu için yardımlaşma çağrısı yapıldığı zaman, Ömer çoktandır beklediği fırsatlardan birisini elde ettiğini düşündü. O zaman düşündüğü ve yaşadığı şeyleri bizzat kendisi şöyle anlatmıştır: ‘Bu sefer Ebü Bekir’i geçeceğim’ deyip, servetimin yansını götürüp Resulüllah’a verdim. Resulüllah ‘Ömer! Ailene ne bıraktın?’ dedi. Servetimin diğer yansım bıraktığımı söyledim. Büyük bir merakla Ebü Bekir’in ne yapacağını bekliyordum. Onun benim kadar çok bağışta bulunacağını sanmıyordum. Bir süre sonra Ebû Bekir geldi ve mümkün olduğunca gizleyerek bağışım Resulüllah’a takdim etti. Gördüğüm kadarıyla Resulüllah’a verdikleri benim bağışımdan azdı. Sevindim. Nihayet Ebû Bekir’i geçmiştim. Resulüllah, bana sorduğu gibi Ebû Bekir’e de sordu: ‘Ebû Bekir! Ailene ne bıraktın?’. Ebü Bekir ‘Onlara Allah ve Resulünü bıraktım. Bu onlara yeter. Başka bir şey bırakmadım’ dedi. Anladım ki neyi varsa her şeyini getirip vermişti. Evinde hiçbir şey bırakmamıştı. Yarışı yine kaybetmiştim. ‘Ey Ebû Bekir! Bu sefer de hayırda beni geçtin. Bir daha seninle yarışmayacağım. Çünkü seni hiç geçemeyeceğimi biliyorum’ dedim ve bir daha hayır işlerinde onu geçmeyi ummadım.[147]

Resulüllah bazı kimselerle birlikte otururken, devesinin yularından tutup gelen bir adam gördüler. Kısa boylu, yoksul görünümlü, çirkin ve siyah denecek kadar koyu renkli adam Resulüllah’ın yanma gelip ‘Ey Allah’ın Resulü! Bağışlamak için başka bir şeyim yok. Bunu kabul eder misin’ diyerek devesini gösterdi. Resulüllah bağışı kabul ettiğim bildirince de devesini bırakıp gitti. Orada oturanlardan hiç kimse bu adamın kim olduğunu bilmiyordu. İçlerinden birisi görünüşünden hoşlanmadığı adamı aşağılamak için ‘Bağışladığı şey kendisinden daha güzel ve değerli’ dedi. Resulüllah bu sözden hoşlanmadı. O adamı hor gören kişiye bakarak ‘Doğru söylemiyorsun. Düşündüğün gibi değil. O senden de, bağışladığı deveden de daha değerli [148] dedi.

Habbab b. Akil son derece yoksul birisiydi. Resulüllah’ın ordu için bağış çağrısını işitince, ne bağışlayacağım düşündü. Ama bağışlayabileceği hiçbir şeyi yoktu. Ne yapacağını düşünürken, aklına bir çare geldi. Bir bahçe sahibi için sabaha kadar su taşıyıp, emeğinin karşılığı olarak bir miktar hurma aldı. Sonra, aslında o hurmaları yemeye herkesten daha muhtaç olmasına rağmen, getirip Resulüllah’ın yanına bıraktı ve Ya Resulallah! Bağışlamak için bundan başka bir şeyim yok. Kabul buyuf dedi. Resulüllah, eğer kabul etmese üzüleceğini bildiği sahabesini üzmemek için bağışını kabul etti ve ‘Allah bağışını kabul etsin. Kazancını bereketlendirsin’ diye dua ederek, görevliden o hurmaların bağış hurmalarına katılmasını istedi.

Kadınların en önemli maddî varlıkları mehirlerinin bir parçası olan takılarıydı. Onlar eşlerinin bağışlarında kendilerinin de paya sahip olduklarını, hayırda eşlerine ortak olduklarını bilmelerine rağmen, bir de ayrıca bağışta bulunmayı arzuladılar. Çoğu taktlarım bağışlayarak ordunun hazırlığına katkı sağlamaya çalıştı. Bununla ilgili olarak Ümm-ü Sinan lakaplı bir kadının tanıklığı önemlidir. Ümm-ü Sinan, gördüğü bir şeyi şöyle anlatmıştır: Ayşe’nin odasına gitmiştim. Yerde bir örtü seriliydi. Örtünün üzerinde çokça biledik, pazubend, halhal, yüzük, küpe vardı. Bunların hepsi Müslüman kadınların bağışlarıydı. Savaş için hazırlanan ordu için bağışlamışlardı.

Müslümanlar bağışa birbirleriyle yarışırlarken münafıklar boş durmuyor, çok bağışta bulunan Müslümanları aşağılamak için ‘gösteriş yapıyor’, az bağışta bulunanlar için de ‘Allah’ın onun bağışına ihtiyacı mı var? Bu şey bağış sayıîır mı?’ diyorlardı. Fakat Müslümanlar bu zihin karıştıran, moral bozan dedikodulara ve oyunlara aldırmadan imanlarının gereği olan ‘işittik ve itaat ettik1 tutum ve anlayışı içinde bulunmaya devam ettiler. Münafıkların sinsi planları ve kötü durumları ise bir ayetle deşifre edildi. Söz konusu ayet şöyleydi: ‘(Münafıklar), Allah’ın, onların sırrını da fısıltılarını da bildiğini ve gayblan (gizli şeyleri) çok iyi bilen olduğunu hâlâ anlamadılar mı? Sadakalar hususunda, müminlerden gönüllü verenleri ve güçlerinin yettiğinden haşhaşım bulamayanları çekiştirip onlarla alay edenler var ya, Allah işte onları maskaraya çevirmiştir. Ve onlar için elem verici azap vardır.[149]

Münafıklar Ve Müslümanlar

Hazırlıklar çabucak tamamlandı. Resulüllah ordugâhı Senetü’l Veda tepesine kurdu. Farklı yerleşim merkezlerindeki Müslümanlar gruplar halinde Medine’ye gelmeye başladılar. Yaklaşık otuz bin kişi toplandı. Bu risâlet sürecinde, Resulüllah’m komuta ettiği en büyük orduydu. Medine’den ayrılış günü yaklaşınca münafıklar çeşitli bahanelerle gelip orduya katılmamak için izin istemeye başladılar. Resulüllah Müslümanlardan yaşlı, genç her kim olursa olsun orduya katılmalarını istemiş, vahyolunan ayetler de bu savaşa katılmanın önemine dikkat çekmişti. Resulüllah, buna rağmen, orduya katılmamak için değişik bahaneler üreten ve Medine’de kalmak için izin isteyen herkese izin verdi. Zira asıl amacın ne olduğunu biliyordu. Şurası açıktı ki bu bir anlamda imanın test edildiği bir sefer olacaktı ve geride kalanlar bunu kaybetmiş, imanlarının mahiyetini ortaya koymuş oluyorlardı. Medine’de ikamet eden münafıkların bedeviler üzerinde de etkisi görüldü ve bazı bedeviler savaşa katılmamak için yığınla bahaneler dile getirdiler. Hepsine izin verildi. Bu şekilde orduya katılmayanların sayısı seksen civarındaydı. O günlerde vahyolunan bir grup ayet münafıkların ve münafıkların oyununa gelen bedevilerin asıl niyetlerini şöyle açığa vurdu: ‘Çevrenizdeki bedevi Araplardan ve Medine halkından birtakım münafıklar vardır ki, münafıklıkta maharet kazanmışlardır. Sen onları bilmezsin, biz biliriz onları. Onlara iki kez azap edeceğiz, sonra da onlar büyük bir azaba itiîecekler.[150] Diğer bir ayet ise münafıklara kolaylıkla izin verdiği için Resulüllah’a uyarıda bulundu: ‘Allah seni affetsin! Doğru söyleyenler İyice belli olup, yalancıları bilinceye kadar onlara niçin izin verdin?.[151]

Münafıklar orduya katılmayıp geride kalmak için bahaneler uydurup, izin almaya çalışırlarken, orduya katılmamak için haklı gerekçeleri olan Müslümanlar ise engelleyici şartları yok edip, orduya katılmak için çabalıyorlar ve böylelikle imanlarının gereğine göre davranmış oluyorlardı. Bu konuda bir grup Müslümanın samimiyeti ayete konu olacak kadar önemliydi ve yüce Allah onların imanlarına tanıklık etti. Ayet şöyleydi: ‘Kendilerine binek sağlaman için sana geldiklerinde, ‘Sizi bindirecek bir binek bulamıyorum’ deyince, harcayacak bir şey bulamadıklarından dolayı üzüntüden gözleri yaş dökerek dönen kimselere sorumluluk yoktur.[152] Söz konusu kimseler bir grup yoksul Müslümandı. Yedi kişiydiler. Çok yoksul oldukları ve ordu için yapılan bağışlar kendilerine ulaşmadığı için binek hayvanına sahip değillerdi. Böylesi çok uzun bir yolculuğa yaya katılmak ise mümkün değildi. Resulüllah’a gelerek durumlarını anlatıp, kendilerine binek verilmesini istediler. Ordu için yapılan bütün yardımlar harcanmış ve hiçbir şey kalmamıştı. Bu yoksul Müslümanlara verilecek bir şey yoktu. Resulüllah, kendisine sunulan istek karşısında ‘Size verecek bir şeye sahip değilim’ dedi. O yoksul Müslümanlar istemedikleri bir cevap almışlardı. Bu durumda orduya katılamayacaklardı. Halbuki, ordudan geride kalmak istemiyorlardı. Görünüşte münafıklarla aynı safta olmaktan korkuyor ve kaçmıyorlardı. Üzüldüler. Üzüntülerinden ağladılar. Üzüntüleri ileri safhaya erişti. Ne yapacaklarını bilmiyor, problemlerini çözecek bir çare de bulamıyorlardı. İşte o aşamada söz konusu ayet vahyotundu ve yüce Allah onların imanlarına, imanlarmdaki samimiyetlerine tanıklık etti. Onların yoksullukları ayetle de dile getirilince, hâlâ bir miktar imkâna sahip bulunan Müslümanlardan bazıları bu yedi kişinin ihtiyaçlarını karşılayarak orduya katılmalarını sağladılar.

Hareket vakti gelince, Resulüllah, Muhammed b. Mesleme’yi kendisine vekalet etmesi için Medine’de bıraktı. Ayrıca Ali’ye de Peygamber ailesine mensup kadın ve çocukların ihtiyaçlarım karşılamak, güvenliklerini sağlamak için Medine’de kalmasını söyledi. Ali hiç istemediği bir şeyle karşı karşıyaydı. Halbuki o orduya katılmak ve gerekirse savaşmak istiyordu. İmanının ve yiğitliğinin gereği bu idi. Fakat Resulüllah’ın isteği hoşuna gitmediği halde kabul etti ve ordugâhtan ayrılıp Medine’ye döndü. Zira, Resulüllah’m tercihine rağmen tercihte bulunmak onun yapacağı bir şey değildi. Ancak Medine’ye dönünce münafıkların alaylanyla karşılaştı. Münafıkların dedikodularından çok rahatsız oldu. Hemen yola çıkıp hareket etmek üzere olan orduya yetişti. Doğruca Resulüllah’m yanına gidip ‘Ey Allah’ın Resulü.’ Beni kadın ve çocuklarla birlikte bırakma. Müsaade et ben de geleyim. Ben senin yanında olmak istiyorum’ dedi. Resulüllah onun bu isteğini kabul etmedi, isteğini, Ali’yi üzmeden tekrar dile getirdi. ‘AHİ Harun Musa’nın yanında ne ise sen de benim yanımda öylesin. Ancak ne var ki benden sonra peygamber gelmeyecek [153] dedi. Resulüllah bu sözüyle Hz. Musa ile Harun’un kardeşliğini, İslâm’ı tebliğ ve beyandaki yardımlaşmalarını hatırlatıyor ve orduya katılıp-katılmamanın Müslüman-münafık ayrımında ölçü kılınmasına rağmen bu durumun Ali için geçerli olmadığını, onun imanına kendisinin ve Allah’ın şahitlik ettiğini ifade etmiş ötüyordu; aynen Musa’nın yanında Harun örneğinde olduğu gibi. Bunun üzerine Ali, kalbinde bir sıkıntı olmadan Medine’ye döndü ve münafıkların alaylarına hiç aldırış etmedi.

Talha b. Ubeydullah ordunun sağ kanadına, Abdurrahman b. Avf ise sol kanadına komutan tayin edildiler. En büyük iki sancaktan birisini Ebû Bekir, diğerini de Zübeyr b. Avvam taşıyordu. Ayrıca başka sancaklar da vardı. Evs’in sancağı Üseyd b. Hudayr’da, Hazreç’in sancağı Ebû Dücane’deydi. Bunların yanı sıra bazı birliklerin kendilerine ait sancakları vardı. Zeyd b. Sabit ve Muaz b. Cebel bu sancaklardan ikisini taşıyorlardı.

Peygamber Gönlü

Bizans ordusuyla savaşmak için hazırlanan orduya katılmak veya katılmamak bizzat Kur’an tarafından imandaki samimiyetin ölçüsü kılınmıştı. Peş peşe vahyolunan ayetlerle İslâm ordusuna katılmanın imanın; çeşitli bahanelerle katılmayıp, geride kalmanın ise münafıklığın gereği olduğu açıklarmıştı. Çünkü bu seferki yolculuk uzun ve zordu. Hurmalar henüz olgunlaşmadığı için fazla yiyecek yoktu; yolculuk sırasında açlık çekileceği kesindi. Ayrıca hava çok sıcaktı. Üstelik son derece büyük ve profesyonel bir ordu ile savaşılacaktı. Bu ise ölümü bir anlamda kaçınılmaz kılıyordu. Savaş kazanılsa bile şehit sayısının fazla olacağı kesin gibiydi. İşte bu kadar zorluk ve tehlikeye rağmen İslâm ordusunda yer almak imandaki samimiyete şahitlik ediyor, Müslüman olunduğu iddiasına rağmen islâm ordusunda yer almamak ise münafıklığın gereği olarak anlam kazanıyordu. Bu ayrımın haklı ve gerçekçi olduğu da her aşamada kendini açıkça belli ediyordu. İslâm ordusu daha Medine’den ayrılmak üzereyken, sahte gerekçelerle Resulüllah’tan izin alıp Medine’de kalan münafık Abdullah b. Ubeyy yanındaki arkadaşlarına orduyu göstererek ‘Muhammed ve adamlarının ikişerli, üçerli birbirlerine bağlanmış bir halde esir edildiklerini görür gibiyim [154] diyor ve hâl ve hareketleriyle bundan memnun olacağını belli ediyordu.

Resulüllah orduya katılmanın iman-küfür ayrımında ölçü haline gelmesi nedeniyle, herkesin iradesine göre hareket etmesini istiyor ve kişinin imanı durumunu açığa çıkaracak teıcihine müdahü olmuyordu. Esasen ikna olmadığı halde, orduya katılmamak için çeşitli gerekçeler uydurup izin isteyenlerin isteklerini reddetmiyor, istedikleri izni veriyordu. Konuşmalarında orduya katılmanın önemine dikkat çekiyor, ama kimseyi zorlamıyordu. Fakat şu da kesindi ki, o güne kadar imanlarını her türlü zorluklar, tehlikeler karşısından onlarca kez ispatlamış arkadaşlarından hiç kimsenin geride kalmasını, geride kalarak imanına zarar verecek bir duruma sahip olmasını istemiyordu. Ebû Zerr el-Gıfari ile ilgili yaşanan durum ve Resulüllah’ın bu değerli arkadaşıyla ilgili temennisi, peygamberin gönlünden geçeni açığa vurması açısından önemli ve anlamlıydı. Ebû Zerr ile ilgili olay şöyle gerçekleşti: Ordu hareket etmişti. İstemeyerek orduya katılmak zorunda kalmış bazı kimseler ‘nasıl olsa bu kalabalıkta fark edilmem’ diyerek geride kalıyor ve fırsatını bulunca da vadilerden birisine girip gözden kayboluyorlar di. Bu şekilde kaçanlar Resulüllah’a bildirildiği zaman ‘Bırakın onu! Onda bir hayır olsa yüce Allah onu size kavuşturur’ diyor, başka bir şey demiyordu. Bir ara Ebû Zerr’in geride kaldığı görüldü. Bazı kimseler Resulüllah’a gelerek ‘Ebû Zerr de geride kaldı1 dediler. Resulüllah benzer haberler kendisine ulaştırıldığında söylediği sözü söyleyip, başka bir şey demedi. Fakat durum hiçte Ebû Zerr’i Resulüllah’a şikayet edenlerin düşündükleri gibi değildi. Ebû Zerr, hiç tereddüt etmeden Allah’ın ve Resulüllah’ın isteğine itaat etmiş ve orduya katılmıştı. Ancak yolculuk sırasında bindiği deve zayıf ve oldukça güçsüzdü. Yola çıktıktan bir süre sonra hayvan yoruldu ve geride kaldı. Bu, Ebû Zerr için katlanılması zor bir durumdu. Ordudan geride kalmak istemiyor, ama takati kesilmiş bineğiyle yolculuk da yapamıyordu. Ebû Zerr, Tebuk’a uzanan yolculuk sırasında yaşadıklarını şöyle anlatmştır:.

Devem bakımsız olduğu için yürümeye hali yoktu. Bu nedenle ordunun gerisinde kaldım. Zorlukla yolculuk yapıyor bir türlü orduya yetişemiyordum. Kendi kendime dedim ki; ‘Bir yerde birkaç gün kalır ve deveyi bir güzel besleyip dinlendirirsem biraz güç kazanır. Böylelikle yürüyebilecek hale gelir. O zaman biner ve hızlı hareket ederek orduya yetişirim’. Dediğim gibi yaptım. Uygun bir yere gelince mola verip, birkaç gün kaldım. Bu süre içerisinde deveyi bir güzel dinlendirip besledim. Sonra yola çıktını. Ancak devede hayır yoktu. Yürümek istemiyordu. Bütün zorlamalarıma rağmen deveyi istediğim gibi yürütemeyince, taşıyabileceğim eşyaları sırtıma alıp, yürüyerek orduya yetişmeye karar verdim. Biraz daha gecikirsem yetişmem hepten imkansızlaşacaktı. Hava çok sıcaktı. Yolculuk çok zordu. Ancak buna rağmen kendimi zorladım ve gündüzleri dinlenip, geceleri yolculuk yapan orduya yetişmek için çabalayıp durdum. Bir gün öğle vakti, konaklamış bulunan orduya yetiştim. Yorgunluktan ve susuzluktan perişan haldeydim. Ama orduya yetiştiğim, tekrar Resulüllah’ın yanında olduğum için sevinçliydim.

Ebû Zerr orduya yetişmek için çabalayıp, sonunda amacına ulaştığı için sevinirken, kendisiyle ilgili olarak bazı Müslümanlarla Resulüllah’ın arasında geçen konuşmadan haberi yoktu. Resulüllah, konuşma sırasında, Ebû Zerr’le ilgili bir temennisini dile getirmişti. Onun, imandaki samimiyetin ölçüsü kılınmış yolculuk ve bu yolculuğun sonundaki muhtemel savaştan geri kalmamasını arzulamış, bunu da açıkça ifade etmişti. Gönlünden geçeni dile getirişi şu şekilde gerçekleşmişti: Uzaklardan gelen bir yayanın orduya yetişmeye çalıştığını fark eden gözcülerden birisi Resulüllah’a gelerek ‘Bir adam tek başına yürüyerek geliyor’ dedi. Daha önce Ebû Zerr’in ordudan geri kaldığı haberini alınca diğerleri için dediğinden farklı bir şey demeyen Resulüllah’ın, bu sefer, ‘Gelen acaba Ebû Zerr’mi? Gelenin Ebü Zerr olmasını isterim’5 dediği duyuldu. O büyük Resul, o seçkin sahabesinin bu iman imtihanında kaybeden olmasını istemiyordu. Kendisine yazık edenlerden, ahiretini mahvedenlerden olmasından korkuyordu. Gözcü bir süre sonra tekrar gelip, ‘Gelen Ebû Zerf dediğinde, Resulûllah’ın sevindiği görüldü. Daha sonra Ebû Zerr’i yanma çağırttı. Neden geride kaldığını sordu. Ebû Zerr başından geçenleri anlatınca ‘Ey Ebü Zerr! Allah senin her adımına bir hayır yazsın. Seni bağışlasın7 diye dua etti.

Dini Alaya Alanlar

Orduya katılmak zorunda kalan münafıklar yolculukları boyunca dedikodu yapmaktan, Müslümanların moralini bozmak için çabalamaktan, Resulüllah’ı çekiştirmekten geri durmadılar. Birkaçı bir araya gelince münafıklıklarının gereği olan her türlü sözü sarf ediyor, tutum ve davranışı sergiliyorlardı. Bir keresinde yine aynısını yaptılar. Birkaçı sohbet ediyor, Resulüllah’ı çekiştiriyorlardı, içlerinden birisi ‘Muhammed Bizans ile savaşmanın Araplarla savaşmak gibi olacağını sanıyor, ama yanılıyor. Daha şimdiden O’nun ve adamlarının esir edilip, ellerinin bağlandığını görür gibiyim’ diye konuştu. Diğerleri de benzer sözler söylediler. Ancak bu sefer dikkatsiz davranmışlar ve yanlarında kendileri gibi münafık olmayan birisinin bulunduğunu dikkate almamışlardı. Söz konusu kişi oradaki münafıklardan Cülas b. Süveyd’in sığıntılarından birisi olan Umeyr isminde bir yoksuldu. Muhtemeldir ki onun kendileri gibi düşündüğünü veya sığıntı olması nedeniyle konuulanları başkalarına aktarmayacağını sanmışlardı. Ancak Umeyr samimi bir Müslümandı. Sığıntısı olduğu Cülas b. Süveyd’e hitaben ıSen benim için insanların içinde en sevimlilerden, hakkı ödenmez iyi adamlardan birisiydin. Bana çok iyiliklerin oldu. Biraz önce söylediğin sözü Resulüllah’a bildirirsem senin iyiliklerine nankörlük etmiş olurum. Bu durumda sen de rezil olursun. Fakat sözlerini saklayıp, söylemeyecek olursam bu seferde ben helak olurum. îmanıma zarar vermiş olurum. Ben bunlardan birisim seçmek durumundayım ve birincisini seçiyorum. Duyduklarımı, aranızdaki konuşmaları Resulüllah’a bildireceğim’ dedi.

Münafıkların rica ve tehditlerine aldırmaksızın gidip işittiklerinin tamamını Resulüllah’a anlattı. Resulüllah o münafıkları yanma çağırtarak Umeyr’in anlattıklarının doğru olup olmadığını soldu. Önce inkar etmek istediler. Ancak inkarlarının inandırıcı olmayacağını anlayınca, konuşmalarının amacını değiştirdiler. ‘Biz bütün bunları şaka amaçlı söyledik. Ciddi değildik. Hiç senin hakkında böyle kötü söz söyler miyiz’ diyerek konuyu çarpıtmaya çalıştılar. Resulüllah gerçeği anlamıştı, ancak buna rağmen bir şey demedi. Konunun üzerinde durmak istemiyordu. Fakat vahyolunan bir ayet münafıkların söz ve davranışlarını tüm zamanların münafıklarının bir örneği olarak Müslümanlar için bildirip, açıkladı. Bunu yaparken, Müslümanları münafıkların evrensel kimlik ve kişilikleri konusunda bilgilendirmiş ve benzer durumlara düşmemeleri için uyarmış oluyordu. Ayet şöyleydi: ‘Eğer onlara, (niçin alay ettiklerini) sorarsan, elbette, ‘Biz sadece lafa dalmış şakalaşıyorduk’ derler. De ki: ‘Allah ile, O’nun âyetleriyle ve O’nun peygamberi ile mi alay ediyordunuz?’ (Boşuna) özür dilemeyin; çünkü siz iman ettikten sonra tekrar kâfir oldunuz. Sizden (tevbe eden) bir grubu bağışlasak bile, bir gruba da suçlu olduklarından dolayı azap edeceğiz.[155]

Sıcak, açlık ve yorgunluk nedeniyle oldukça zor geçen yolculuk Medine’ye 780 kilometre mesafedeki Tebük’e kadar devam etti. Medine’den başlayan ve Tebük’e uzanan yolculuk on dokuz gün sürdü. Tebük’e gelindiği zaman herhangi bir orduyla karşılaşılmadı. Üstelik toplanmış herhangi bir ordunun varlığıyla ilgili bir bilgi de elde edilemedi. Halbuki Medine’ye gelen haberlere göre Bizans ordusu Tebük’te toplanıyordu. Haberler doğru çıkmadı. Anlaşılan o ki ya Medine’ye ulaşan haberler bazı müşrik toplulukların bir temennisini dile getiriyordu, ya da Müslümanlara yönelik ordu teşkili için gerçekleştirilen girişimler sonuçlanmamış ve bir temenni olarak kalmıştı. Resulüllah bir süre Tebük’te kalınacağını bildirdi. Tebük’te kalman günlerin birisinde, bazı Müslümanlarla, Şam’a kadar gidip gitmeme konusunda istişare etti. Konuya ilişkin düşüncelerini sorduğu zaman Hz. Ömer ‘Eğer daha da ilerlemekle emrolundun ise devam et. Biz seninleyiz’ dedi. Resulüllah, Ömer’in bu cevabı üzerine, vahyin bir insan olarak kendisini de diğer müminlerden farksız bağlayıcı özelliğine dikkat çeken bir cevap verdi: ‘Eğer bu konuda Allah tarafından bir emir almış olsaydım size danışmazdım.[156] Ömer, konunun vahiyle bildirilmediğini, Müslümanların iradesine bırakıldığını anlayınca, ‘Ey Allah’ın Resulü! Rumlar kalabalık bir toplumdur. Üstelik aralarında hiç Müslüman da yok. Eğer daha fazla ilerlersek kendimizi tehlikeye atmış olabiliriz. Buraya kadar gelmiş olmamız onları yeteri kadar korkuttu. Bence daha fazla gidip kendimizi zor durumda bırakmayalım. Uygun bulursan buradan dönmeyi teklif ediyorum’ dedi. Resulüllah, Ömer’in teklifini isabetli buldu. Tebük’ten daha ileri gidilmeyeceğini, bir süre Tebük’ta kalınıp daha sonra Medine’ye dönüleceğini bildirdi.

Tebük’te yirmi gün kalındı. Bu hem Bizans ordusundan korkulmadığının mesajına sahip bir mola süresiydi ve hem de bölge insanlarıyla irtibata geçmek için bir fırsattı. Bu süre içerisinde yakın bölgedeki kabilelerle anlaşmalar yapıldı. Kabilelerden bir kısmı İslâm davetini kabul ederken, bir kısmı Müslümanlara cizye vererek kendi dinlerinde kalmak istediklerini bildirdiler. Her iki durum da Resulüllah tarafından kabul edildi. Anlaşma yapılanların arasında bölgenin büyük topluluklarından Âmile, Lahm, Cüzam kabileleri vardı. Resulüllah, bölgede Müslümanların iradesinin geçerli olmasını istiyordu. Bu nedenle bölgede islâm karşıtı bir iradenin olmasına müsaade etmedi. Bu şekilde düşmanca bir iradeye sahip olan Dümetü’l Cendel emirinin üzerine, Halid b. Velid komutasında dört yüz kişiden oluşan birlik gönderdi. Dümetü’l Cendel, bölgenin Önemli ticaret merkezlerinden birisiydi. Bizans yönetimine bağlı Ukeydir b. Abdulmalik isimli bir emir tarafından yönetiliyordu. Ukeydir, Müslümanlara karşı düşmanlıkla dolu bir emirdi. Halid b. Velid komutasındaki birlik Dümetü’l Cendel’in emiri Ukeydir’i esir alıp Tebük’e, Resulüllah’m yanma getirdi. Resulüllah emirle bir süre konuştu ve Müslüman olmasını istedi. Fakat teklifi reddedildi. Bunun üzerine kendisine Müslümanların egemenliğini tanıması ve cizye vermesi karşılığında serbest bırakılacağı bildirildi. Ukeydir bu teklifi kabul etti. Resulüllah, cizye miktarını da açıklayan bir anlaşma metni hazırlattı ve Ukeydir serbest bırakıldı. Ukeydir’in Bizans adına hareket ederken, Resulüllah’la anlaşma yapmış olması bölge yöneticileri için asıl iradenin bundan böyle Müslümanlara ait olacağının anlaşılmış olmasını göstermesi açısından önemliydi. Resulüllah, Tebük’te kaldığı süre içerisinde bölgedeki diğer vali ve emirlere de islâm’a davet mektupları gönderdi. Mektuplarında eğer Müslüman olmazlarsa İslâm devletine cizye vermek şartıyla idarelerine devam edeceklerini bildirdi. Bir çoğu bu teklifi kabul etli ve cizye vermeye razı oldular. Bu şekilde anlaşma yapanların arasında Eyke, Cerbâ, Ezruh emirleri vardı.

Resulüllah Tebük’te kaldığı süre içerisinde bölge insanlarına ya bizzat kendisi veya irşat heyetleri aracılığıyla İslâm’ı anlattı. Bölge insanlarıyla görüşmelerinden arta kalan zamanlarda da ordusunu teşkil eden Müslümanlarla ilgilendi. Müslümanları inançları konusunda bilgilendirdi, ahlâkları konusunda eğitti. Birçok defa Müslümanlara yönelik genel konuşmalar yaptı. Konuşmalarında hâl ve hareketler konusunda önemli uyarı ve hatırlatmalarda bulundu. Bir defasında bir hurma ağacına dayanarak çevresindeki Müslümanlara şunları söyledi: ‘Size insanların iyisini ve kötüsünü haber vereyim mi? İnsanların iyisi, atının veya devesinin sırtında, ya da yaya olarak ölünceye kadar Allah yolunca çalışıp, çabalayandır, insanların kötüsü ise Allah’ın kitabını okuduğu halde ondan hiç yararlanmayan kişidir. [157] Bir başka zaman da, tüm orduya ve kendilerini dinleyen bölge insanlarına hitaben yaptığı konuşmasında, kısa cümlelerle önemli mesajlar verdi:

Ey insanlar! İyi bilin ki sözlerin en doğrusu Allah’ın kitabıdır. Yapışılacak, tutunacak en sağlam tutamak ise takvadır. Unutmayın ki, dinlerin doğrusu ve hayırlısı İbrahim’in dinidir; İslâm’dır. Yolların hayırlısı, Muhammed’in yoludur. Sözlerin şereflisi, Allah’ın sözleridir. İşlerin hayırlısı, Allah’ın emrettikleridir.

İşlerin kötüsü, dine sonradan sokuşturulan ve dinden olmayan şeylerdir.

Ölümlerin şereflisi, şehitliktir. Körlüğün kötüsü, kalp körlüğüdür.

En koyu körlük ise, doğru yolu bulduktan sonra sapmaktır. Veren el, alan elden hayırlıdır.

Az olup kanaat edilen şey, çok olup saptıran şeyden hayırlıdır. Tövbenin kötüsü, ölüm gelip çattığı zaman yapılan tövbedir. Pişmanlığın kötüsü, kıyamet günü pişmanlığıdır. Zenginliğin hayırlısı, kalp zenginliğidir. Azıkların hayırlısı, takva azığıdır. Kazançların kötüsü, faiz kazancıdır. Yemelerin kötüsü, yetim malı yemektir. Mutlu kişi, başkasının halinden ibret alan kişidir.

Gösteriş yapan kişiye Allah’ta gösteriş yapar (Onu aldanma ve oyalanma içinde bırakır)

Allah, hayırlı işlerinde güçlüklere direnip gidişatını bozmayan kimseye mükafatları kat kat artırarak verir. [158]

Tebük’te yirmi gün kalındıktan sonra Medine’ye dönmek için hareket edildi.

Dönüş sırasında bir grup münafığın taşlık bir vadide devesini ürküterek Resulüllah’ı düşürüp öldürmek veya sakatlamak amaçlı suikast planlamalarının dışında önemli bir durum yaşanmadı. Suikasttaki haberdar olan Resulüllah, yanma sadece Ammar b. Yâsir ile Huzeyfe b Yeman’ı alarak suikast girişiminde bulunulacak vadiyi ordudan ayrılarak geçti. Böylelikle münafıklardan hiç kimse açıkça ortaya çıkıp, amacını gerçekleştirmek için Resulüllah’ın devesini ürkütme cesaretini kendisinde bulamadı. Ordu Medine’ye döndüğü zaman münafıklar dışında herkes sevinçliydi. Bütün kadınlar, çocuklar, ihtiyarlar yollara dökülmüştü. Son derece zorluklarla dolu, bir yolculuk tamamlanmış, tehlikeli bir harekât başarıyla tamamlanmıştı. Yolculuk sırasında yaşanan açlık nedeniyle ‘Gazvetü’l Usre Darlık/Yokluk savaşı olarak isimlendirilen harekâtın zorluğuna Kur’an da tanıklık yaptı.[159] Yolculuk sonunda varılan bölgenin ismi nedeniyle Tebük olarak isimlendirilen ve bu isimle meşhur olan harekâtın, münafıkları açığa çıkardığı için ‘Gazvetû’l Fazîha olarak isimlendirildiği de oldu.

[130] Bakara, 2:120
[131] Maide, 5:51
[132] Bakara, 2:145
[133] Bakara, 2:111
[134] Maide, 5:18
[135] Al-i îmran, 3:78
[136] Al-i İmran, 3:100
[137] Maide, 5:14
[138] Tevbe, 9:30
[139] Tevbe, 9:34
[140] Al-i îmran, 3:75
[141] Maide, 5:69
[142] Maide, 5:82
[143] Ankebut, 29:46
[144] Al-i Imran, 3:64
[145] Tevbe, 9:38-41
[146] Teybe, 9:42
[147] Vakıdî, Meğazi, IIİ/991; Belâzürî, Ensâbül Eşraf, 1/368; îbnü’l Esir, Üsdü’l Gabe, III/326, 327.
[148] Taberî, Câmiu’l-Beyân fî Tefslril-Kur’ân, X/196.
[149] Tev-be, 9:78,79
[150] Tevbe, 9:101
[151] Tevbe, 9:43
[152] Tevbe, 9:92
[153] Müslim, Fezaili’ Sahabe 4; Tirmizî, Menakıb 21; Ahmed, Müsned, 1/182, 183; Ibn Sâ’d, et-Tabakatü’J-Kübra, II1/24.
[154] Vakıdî, Meğazi, HI/996.
[155] Tevbe, 9:65, 66
[156] Ibn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, IV/167; Vakıdî, Meğazi, III/1000.
[157] Ibn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, IV/170; Taberî, Tarihu’r-Rusül ve’l-Mülûk, III/147.
[158] Ahmed, Müsned, 111/37.
[159] Tevbe, 9:117
 
Üst Alt