TEFSİR SEBE Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
SEBE Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

SEBE Suresi
SEBE Suresi
Sebe' Sûresi Hakkında

Sebe’ sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 54 âyettir. İsmini, 15. âyette geçen ve Yemen’de bir kavmin ismi olan Sebe’ kelimesinden almıştır. Resmi tertibe göre 34, iniş sırasına göre 58. sûredir.

Sebe' Sûresi Konusu
Sûrede, diğer Mekkî sûrelerde olduğu gibi esasen tevhid, nübüvvet ve âhiret mevzuları işlenir. Bir taraftan Hz. Dâvûd ve Hz. Süleyman’ın dünya saltanatı misal verilip dünya nimetlerinin ancak şükürle devam edeceği belirtilir. Bir taraftan da, aynı dönemde yaşayan Sebe’ halkının maddî zenginlik ve refahları misal verilip nankörlük edilince nimetlerin nasıl geri alındığı dersi verilir. Kendileri inanmadıkları gibi zayıf insanları da dinden döndüren müstekbirlerle onlara kanan mustaz’aflar arasında mahşerde vuku bulacak bir cedelleşme manzarası arz edilerek, mal ve evlatlarının çokluğuna güvenip müslümanların fakirliği ile alay eden kibirli müşriklere hazin âkibetleri seyrettirilir. Çünkü iman ve sâlih amel olmadığı sürece mal da evlat da insana bir fayda sağlamayacaktır. Hepsinin âkıbeti hüsrândır. Ancak Allah yolunda harcanan küçük büyük ne olursa, Allah onun dünyada da âhirette de karşılığını verecektir. Sûrenin sonunda inkârcılar tek tek Allah’ı birlemeye davet edilerek, bâtılın yok olup gideceği, hakkın ise bütün yücelik ve haşmetiyle gâlip geleceği müjdesi verilir.

Sebe' Sûresi Nuzül
Mushaftaki sıralamada otuz dördüncü, iniş sırasına göre elli sekizinci sûredir. Lokman sûresinden sonra, Zümer sûresinden önce Mekke’de inmiştir. 6. âyetinin Medine’de nâzil olduğuna dair bir rivayet de vardır.

SEBE SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ


1. Bütün övgüler, göklerde ve yerde bulunan her şeyin gerçek sahibi olan Allah’a mahsustur. Âhirette de övgülerin tamamı yine O’na aittir. O, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır, her şeyden hakkiyle haberdârdır.

2. O, yere ne giriyor ve oradan ne çıkıyorsa, gökten ne iniyor ve oraya ne yükseliyorsa hepsini bilir. O, pek merhametlidir, çok bağışlayıcıdır.


Gökleri ve yeri yaratan ve aralarında muhteşem bir nizam var eden Allah’tır. Hepsi O’nun mülkü ve O’nun nimetidir. İnsanların elinde bulunanlar ise gerçek mülk değil, emanettir. Bu sebeple dünyada, göklerde ve yerde bütün hamdler, övgüler, şükürler yalnız Allah’a aittir; O’nun hakkıdır. Bu dünya faslından sonra ebedî âhiret âlemini yaratan ve mü’min kulları için sonsuz nimetleri hazırlayıp ikrâm eden de Allah Teâlâ’dır. Bu sebeple âhirette de övgülerin tamamı O’na aittir. Gerek dünya nimetleri gerek âhiret nimetlerinin, kulun cüzi iradesi ve şahsi kazancıyla ne kadar alakası olursa olsun, esas itibariyle Allah’ın bir ihsanı olduğunda şüphe yoktur. Bundan dolayıdır ki, cennetlikler büyük bir mânevî haz ve iştiyak içinde Allah’a hamd ederek şöyle derler:

“Bizi cennete eriştiren Allah’a hamdolsun! Eğer Allah bize doğru yolu göstermeseydi biz kendiliğimizden doğru yolu bulamazdık.” (A‘râf 7/43)

“Bize verdiği sözü yerine getiren ve cennette istediğimiz yerde oturmak üzere bizi bu ebediyet yurduna vâris kılan Allah’a hamdolsun! Sâlih ameller işleyenlerin mükâfatı ne güzel!” (Zümer 39/74)

“Bizden her türlü üzüntüyü ve endişeyi gideren Allah’a hamdolsun. Şüphesiz Rabbimiz çok bağışlayan, her güzel iş ve davranışın karşılığını bol bol verendir. O Rabbimiz ki, lütf u keremiyle bizi bu ebedî kalınacak yurda yerleştirdi. Burada artık bize ne bir yorgunluk dokunacak, ne de orada bize bir usanç gelecektir.” (Fâtır 35/34-35)

Bütün dualarının sonu da yine:

“Bütün övgüler âlemlerin Rabbi olan Allah’adır” (Yûnus 10/10) şeklinde olacaktır.

Allah اَلْحَك۪يمُ (Hakîm)dir; her türlü hükmü ve işi hikmetli ve sağlamdır. O, hikmetiyle dünyayı âhirete, âhireti dünyaya bağlayarak iki âlemin işlerini en muhkem bir şekilde idâre eder. O اَلْخَب۪يرُ (Habîr)dir; her şeyin sırrını, mâhiyetini, önünü ve sonunu bilir; işlerini bilerek idâre eder. O اَلْعَل۪يمُ (Alîm)dir; her şeyi hakkiyle bilir. Özellikle:
Yere, toprağa girenleri: Yağan yağmurları, gömülen ölüleri, ekilen ekinlerı, orada saklanan hazineleri,

Yerden çıkanları: Hayvanları, bitkileri, madenleri, buharları, kokuları, sıcaklığı, soğukluğu,
Gökten inenleri: Yağmuru, karı, şimşeği, yıldırımı, meteoru, kayan yıldızı, aydınlığı, diğer maddi ve manevî güçleri ve melekleri,
Gökyüzüne yükselenleri: Buharları, çeşit çeşit gazları, bir kısım maddeleri, güçleri, melekleri, ruhları, duaları, bunları taşıyıp götürenleri bilir.
O, اَلرَّح۪يمُ (Rahîm)dir; bu güzel ve sayısız nimetleri görüp bunlara şükreden ve bunları kendine ihsan buyuran Rabbine hamd eden kullarına rahmetiyle muamele eder. O “Gafûr”dur; bu hususta kusurları olup kendinden bağışlanma dileyenleri bağışlayıcıdır.
Bütün bunlara rağmen:

3. İnkâra saplananlar: “Başımıza öyle kıyâmet falan kopacak değil” diyorlar. De ki: “Duyular ötesi âlemi çok iyi bilen Rabbime yemin olsun ki, kıyâmet mutlaka başınıza patlayacaktır. Ne göklerde ne de yerde zerre ağırlığınca bir şey bile O’ndan gizli kalamaz. Bundan daha küçük ve daha büyük ne varsa hepsi apaçık bir kitapta kayıtlıdır.

4. Bu böyledir; çünkü Allah, iman edip sâlih ameller işleyenleri mükâfatlandıracaktır. Onlar için büyük bir bağışlanma ve çok güzel, bol, değerli ve arkası kesilmeyecek bir rızık vardır.

5. Âyetlerimizi iptal edip hükmünü geçersiz kılmak için birbirleriyle yarışırcasına çalışanlara gelince, onlara en kötüsünden pek acı bir azap vardır.


O zaman henüz müşrik olan Ebu Süfyan’ın, Mekkeli kâfirlere: “Lât ve Uzzâ adına yemin ederim ki, kıyâmet bize ebediyen gelmeyecek ve biz asla diriltilmeyeceğiz” demesi üzerine bu âyetler nâzil oldu. (Kurtubî, el-Câmi‘, XIV, 260) Halbuki bizim göremediğimiz, bilemediğimiz, duyularımızın tamamen ötesinde olan gayb âlemini bilen, zerre[1] miktarı bir şeyin bile kendisinden gizli kalamadığı, zerreden daha küçük ve daha büyük her şeyi Levh-i Mahfuz’da yazmış olan Allah, “Kıyâmet kopacak!” diyorsa elbette kopacaktır. Bunun aksini iddia etmenin bir mânası yoktur. İlâhî hikmet ve adâletin yerini bulması, iyilerle kötülerin farkı ortaya çıkıp herkesin lâyık olduğu neticeye ulaşması için, aklen de, âhiretin varlığı zarûridir.

Kur’an’ın haber verdiği hakîkatler karşısında gerçek ilim sahiplerinin hâline gelince:

Üçüncü âyette küçüklüğü ifade etmek üzere ذَرَّة (zerre) kelimesi kullanılmaktadır. Zerre, bütünün özelliklerini taşıyan en küçük parça olarak alındığında, bundan molekül anlaşılır. Ondan daha küçüğü de atom demek olur. Şâyet zerreyi bugünkü anlayışa uygun şekilde atom olarak anlarsak, ondan küçük olan şey de atom-altı parçacıklar olur. Her iki şıkta da, Kur’an’ın “zerreden daha küçük” olarak haber verdiği şeyin altında keşfi geleceğe ait ilmî bir gerçeğin varlığı belli olmaktadır. Ayrıca “atom ağırlığı” olsun, “molekül ağırlığı” olsun, bunlar birer birim olarak bilimde yer almıştır. Âyetteki “zerre ağırlığı” deyimi, bu açıdan da dikkat çekmektedir. Açıkçası Kur’an, indirilişinden yüzyıllarca sonra gelecek insanlarla konuşurken onların dilini kullanıyor. Biz de bunu dinliyor ve onun Allah kel3amı olduğunu tasdik ediyoruz. (Kandemir ve diğerleri, II, 1471)

6. Kendilerine ilim verilmiş olanlar, şunu açıkça görmektedirler ki, sana Rabbinden indirilmiş olan bu Kur’an gerçeğin tâ kendisidir ve insanları, karşı konulamaz kudret sahibi ve her türlü övgüye lâyık olan Allah’ın yoluna iletmektedir.

Vahiy ve peygamberlik hakkında geleneksel bir bilgiye sahip olan Ehl-i kitap âlimleri Kur’an’ın Allah kelâmı olduğunu bildikleri gibi, her biri Allah’ın bir kanununu keşfetmek için konmuş olup Allah’ın isim ve sıfat tecellilerini tanıtan Fizik, Matematik, Astronomi, Jeoloji, Botanik, Biyoloji… gibi ilim sahalarında iman nazarıyla araştırma yapan âlimler de, elde ettikleri neticeleri Kur’an’la mizan ettikleri zaman, onlar da kesinlikle Kur’an’ın ilâhî bir kelâm olduğunu anlayacaklardır. Nitekim günümüzde bunun pek çok misâli yaşanmaktadır:

Birincisi: Kanadalı Prof. Dr. Keith L. Moore, embriyoloji sahasında yazdığı eserinde insanın rahimdeki safhalarını izah ettikten sonra bu bilgileri âyet-i kerîmelerle karşılaştırarak, ilmin Kur’ân-ı Kerîm’le mütâbakat hâlinde olduğu, hattâ Kur’ân’ın, verdiği misâl ve tariflerle tıp ilminin önünde gittiği itirâfında bulunur. Keith, Kur’ân’daki nutfe, aleka ve mudğa tâbirlerinin, yâni bu üç safhanın husûsiyetlerinin hepsinin de ilmî hakîkatlerle uygunluğu yanında tıp âlemine büyük bir ışık tutmakta olduğunu ifade eder. Nutfe hâli olarak ifade edilen safha, ilmî araştırmaların bütün muhteviyâtına şâmildir. Aleka safhası, asılı ve donuk bir kan vaziyetindedir. Cenînin bütün hayât özellikleri, bu pıhtı hâlindeki kanda depolanmıştır. Mudğa ise, çiğnenmiş et demektir. Şekline bakıldığında, onun sanki çiğnenmiş bir et parçası hâlinde olduğu görülür. Âdetâ üzerinde diş izleri vardır. Bu araştırmalar netîcesinde Keith, Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamberimiz (s.a.s.) hakkında büyük bir hayranlık duyar ve Kur’ân’ın 1400 sene evvelki bu mûcizesini büyük bir itmi’nân içinde tasdîk eder.

İkincisi: Tayland, Cayn-Mayn Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Tajaket Tajason’a bir tıp konferansında Kur’ân-ı Kerîm’deki ilmî hakîkatlerden bahsedildiğinde, önce bunları kayda değer bulmamış ve:

“Buna benzer bilgiler, bizim oralardaki Buda dîninin kutsal kitaplarında da var” demişti.

Ancak, bunun ispatının istenmesi üzerine yaptığı araştırmalarda iddiâ ettiği bilgilerin hiçbirine rastlayamadı. Tekrâr Kur’ân-ı Kerîm’deki açıklamaları inceledi ve önceki davranışından dolayı pişman oldu. Bu hususta tartıştığı müslüman ilim adamlarından özür dilemek zorunda kaldı.

Daha evvel Tajason, azapla alâkalı bir çalışma yapmış ve şu netîcelere ulaşmıştı:

“Deriler ateşte yanıp hissiyât yok olunca, yeniden aynı kâbiliyeti kazanacak bir durum gerekmektedir. Yâni azap deriler üzerinde tahakkuk ettiği için, deriler yana yana içindeki sinirler tahrîş olur ve devre dışı kalır ki, bu, azâbın artık hissedilmemesi demektir. Çünkü beyin, idâre ettiği hissetme işini deri vâsıtasıyla komuta etmektedir. Diğer bir ifadeyle deri, sinirlerin vazîfesini icrâ ettiği bir alandır. Dolayısıyla deriler yanarak kömürleştiğinde, sinirlerin vazîfe yapması artık mümkün değildir. Yeni bir deri giydirilmesi zarûridir. Ancak yeni bir deri yaratılıp vücûda giydirildiğinde ise, azâbı tadacak sistem tekrâr kurulmuş olur.”

Bu ilmî netîcelere varan Tajason’a şu âyet gösterildi:

“Âyetlerimizi inkâr edenleri pek yakında korkunç bir ateşe sokacağız. Onların derileri kızarıp kavruldukça, yerlerini başka derilerle değiştireceğiz ki, azabı hiç aralıksız tatmaya devam etsinler. Şüphesiz ki Allah, kudreti dâima üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.” (Nisâ 4/56)

Tajason, bu âyet-i kerîmenin şok tesiri altında kaldı. Kur’ân’ın bir beşer kelâmı olamayacağına dâir îtirâfta bulundu. Memleketine döndüğünde yaptığı ilk konferansında talebelerinden beş kişi iman etti. Nihâyet kendisi de Riyâd’da yapılan sekizinci tıp kongresinde kelime-i şehâdet getirerek sevinçle “Ben de müslüman oldum!” diye haykırdı ve bundan sonraki ömrünü Kur’ân’a adadı.

Üçüncüsü: Tokyo ilmî araştırmalar merkezi müdürü olan Prof. Dr. Yuşili Kozayn’a yerin oluşumu hakkında Kur’ânî bilgiler sunulduğunda sordu:
“–Bu kitâb ne zaman indi?”

“–1400 sene önce.”

Son derece şaşırdı ve şöyle dedi:

“–Hiç şüphe yok ki bu kitap, kâinata tepeden bakıyor. Baksanıza; ne var ne yok her şeyi bütün ayrıntılarına kadar görmüş ve hem de gücüne erişilemeyecek bir mükemmellikle tasvîr etmiş! O’na gizli kalabilen hiçbir şey yok!”

Prof. Dr. Yuşili, bir konferansında yerin ve gökteki diğer cisimlerin oluşumları hakkında bugün ilmin gâyet net tesbîtler yaptığını söylemekte ve bunların sâbit gaz kütlesi hâlinde iken patlama sonucu oluştuklarını anlatmaktaydı. İşte kendisini hayrete düşüren Kur’ânî bilgi, kendisine bu sırada verilmişti. Kur’ân, bu oluşum hâlindeki varlığa الدخان (duhan) (bk. Fussılet 41/11) diyordu ve bu tâbir profesöre idrâkini eritecek kadar tesir etti. Çünkü o âna kadar ilim, gaz kütlesinin patlaması netîcesinde belirmeye başlayan şekli “sis” kelimesiyle ifade etmekteydi. Oysa sis, bünyesinde bulunan soğukluk ve su gibi özellikleriyle bu hakîkati îzahtan çok uzaktı. Kur’ân ise “duhân” demekle, hem gerçek tarifi yapmış, hem de mevcûd reaksiyona ışık tutarak patlamadaki harârete de değinmiş bulunuyordu. Dolayısıyla Kur’ân, ilmin tıkandığı bir kapıyı daha 1400 sene öncesinden aralayarak insanlığa, onların yeni fark ettiği, mükemmel bir hakîkat bilgisi kazandırmıştı.

İlim ehli nazarında Kur’an’ın hakikati güneş gibi zuhûr ederken:

7. Küfürde saplanıp kalmış olanlar, birbirlerine alaylı alaylı şöyle diyorlar: “Size, tamâmen dağılıp paramparça olduktan sonra, evet bu halde iken, yepyeni bir hayatla tekrar dirileceğinizi söyleyen bir adamı gösterelim mi?”

8. “Bu adam, Allah adına yalan mı uyduruyor, yoksa onda bir delilik mi var?” Hayır! Böyle bir şey yok! Fakat âhirete inanmayanlar azapta ve derin bir aldanış içindeler.

9. Peki onlar, kendilerini önlerinden arkalarından ve bütün çevrelerinden kuşatan göğe ve yere bakmazlar mı? Dilesek onları yerin dibine geçirir veya üzerlerine gökten parçalar düşürürüz. Elbette bunda, samimiyetle Allah’a yönelen her kul için bir ibret, bir ders vardır.


Böylesine bir küfür ve cehalet karanlığına gömülenler Kur’an’ı inkar eder, çok iyi tanıdıkları halde onu tebliğ eden Rahmet Peygamberi’ni bilmezlikten gelerek alaya alır, âhiretle alakalı verdiği bilgileri reddederler. İnsanlar üzerindeki tesirini kırmak için de onu Allah adına yalan uydurmakla ve delilikle suçlarlar. Bunlara iki şekilde cevap verilmektedir:

Âhirete iman etmeyenler dünyada da azap içindedirler, âhirette de azap içinde olacaklardır. Dünyadaki azap; ulvî bir gayeden mahrumiyet, geleceğe yönelik ümitsizlik, karamsarlık, ölümden kaçış ve âhiret inancı yerine nefsâni ihtiraslarını ikâme etmenin doğurduğu ıstıraplardır. Âhiretteki azap ise cehennemdir. Yine onlar, iman nimetinden mahrumiyetleri sebebiyle derin bir sapıklık içindedirler.

Göklere ve yere ibret nazarıyla bakan insan, kendisinin her yönden ilâhî kudret tarafından çepeçevre kuşatıldığını anlar. Öyle bir kudret ki, istese gökyüzünü parçalayıp üzerimize düşürebilir; istese yeri yarıp bizi içine gömebilir. İşte bu kudret sahibi, bizi öldükten sonra da kendi halimize bırakmayacaktır. Kesin fikirli, inatçı ve dik başlı olmayan, bilakis samimiyetle Allah’tan gelen hidâyeti araştıran herkes, göklere ve yerlere bakarak bir çok ders ve ibret alabilir. Fakat gönlünü Allah’tan çevirenler, kâinatta olan her şeyi zâhiren görseler de, bunların ilâhî kudreti gösteren ne büyük deliller olduğunu anlamazlar.

Şimdi, samimiyetle Rabbine yönelip maddî-manevî nice lutuflara erişen kullara misal olmak üzere şöyle buyruluyor:

10. Biz Dâvûd’a tarafımızdan büyük bir lutufta bulunduk: “Ey dağlar! Onunla beraber tesbih edin. Ey kuşlar, siz de!” buyurduk. Demiri onun için yumuşattık.

11. Ona şöyle emrettik: “Vücudun gerekli yerlerini örtüp koruyacak büyüklükte zırhlar yap ve onların yeterli ölçü ve sağlamlıkta olmasına dikkat et!” Siz de ey mü’minler, sâlih ameller işlemeye bakın; çünkü ben bütün yaptıklarınızı görüyorum.


Cenâb-ı Hakk’ın Dâvûd (a.s.)’a verdiği müstesnâ lutuflar çoktur. Bazıları şöyledir:

Onu peygamber yapması,
Zebur’u vermesi (bk. İsrâ 17/55),
Ona ve oğlu Süleyman’a hususi bir ilim vermesi (bk. Neml 27/15),
Onu kuvvet ve kudret sahibi kılması (Sad 38/17),
Adâletle hükmetmek üzere yeryüzünde halife kılınması (Sad 37/56),
Hem yüzünün hem de sesinin güzel olması. Hatta sesin güzelliğini anlatmak üzere “Davûdî ses” ifadesini kullanmak meşhur olmuştur.

Bunlara ilâveten burada Hz. Dâvûd’a verilen iki müstesnâ lutuftan bahsedilir:

Birincisi; dağların ve kuşların onunla beraber Allah’ı tesbih etmesi. Hz. Dâvûd’un öyle güzel ve tesirli sesi vardı ki, Allah’ı zikir ve tesbihe başladığı zaman dağlar da onun zikrine katılır, kuşlar da gruplar halinde onunla birlikte tesbih ederlerdi. Nitekim bu hususu açıklayan diğer âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Biz, dağları onun emrine verdik de, akşam sabah onunla birlikte Allah’ın sınırsız kudret ve yüceliğini tesbih ederlerdi. Etrafında toplanan kuşları da. Hepsi birden tesbih, dua ve yakarışlarla Allah’a yönelir, O’nun iradesine boyun eğerlerdi.” (Sād 38/18-19)

“…Dağları ve kuşları Dâvud’un emrine râm ettik; onunla beraber Allah’ı tesbih ediyorlardı. Gerçekten biz, dilediğimiz her şeyi yapma kudretine sahibiz.” (Enbiyâ’ 21/79)

İkincisi; elinde demirin yumuşaması ve bununla savaşlarda insanı ölümcül tehlikelerden koruyacak zırhlar yapması. Nakledildiğine göre demir, ateşte eritmeksizin Allah’ın lütfuyla Dâvûd (a.s.)’ın elinde mum, hamur veya çamur gibi olurdu. Çekiç gibi bir alet kullanma ihtiyacı duymadan demire istediği şekli verirdi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXII, 82) Böylece Cenâb-ı Hak ona demiri işleme sanatını bahşetmiş; demiri işleyip ondan bedeni tamamen örten geniş zırhlar yapmasını ilham etmişti. Rivayete göre zırh daha önce demir levhalar halinde yapılırdı. İlk defa küçük demir halkaları birbirine ekleyip zırh yapan Hz. Dâvûd olmuştur. Bu sebeple Allah Teâlâ ona zırh yaparken onun daha hafif ve daha iyi koruyucu olması için imal ettiği küçük demir halkaları birbirine güzelce eklemesini, ölçüleri iyi ayarlamasını ve halkalar arasında boşluk bırakmamasını emretmiştir. Âyet-i kerîmedeki “Siz de ey mü’minler, sâlih ameller işlemeye bakın; çünkü ben bütün yaptıklarınızı görüyorum” (Sebe’ 34/11) emri ve ikâzı, Hz. Dâvûd’a iman etmiş mü’minlere olabileceği gibi, kıssadan çıkarılacak bir hisse olarak, Muhammed (s.a.s.) ümmetine de tevcih edilebilir. Buna göre bizlerin de, Allah’a ibâdet ve taatta güzel ameller yapacağımız gibi, demiri işleme, ondan savaş aletleri yapma ve böylece müslümanları şer güçlerin taarruzundan koruma bakımında daha güzel faaliyetlerde bulunmamız istenmektedir.
Hz. Dâvûd’un oğlu Süleyman (a.s.)’a gelince:

12. Süleyman’ın emrine de rüzgârı verdik. Onunla sabah gidişte bir aylık, akşam dönüşte de bir aylık yol alırdı. Erimiş bakırı onun için kaynağından sel gibi akıttık. Cinlerden de, Rabbinin izniyle onun maiyetinde çalışanlar vardı. Onlardan kim emrimizden biraz sapsa, ona hemen çok yakıcı ateş azabından tattırırdık.

13. Cinler Süleyman’ın isteğine göre mâbetler, kaleler, heykeller, havuz büyüklüğünde çanaklar, leğenler, yerinden sökülemez sabit kazanlar yapıyorlardı. Ey Dâvûd ailesi! Allah’a şükür olacak ameller işleyin. Doğrusu kullarımdan gereği gibi şükredenler pek azdır.


Bu âyetlerde de dünya nimetleri ve saltanatı bakımından Hz. Süleyman’a verilen hususi lutuflardan bahsedilir. Şöyle ki:

Birincisi; Cenâb-ı Hak rüzgârı onun emrine boyun eğdirmişti. Süleyman (a.s.) seyahatlerini onunla yapardı. Sabah gidişi bir aylık mesâfe, akşam dönüşü de bir aylık mesâfe idi. Âyette geçen اَلْغُدُوُّ (ğudüv) kelimesi sabahtan öğleye kadarki, اَلرَّوَاحُ (ravâh) kelimesi de öğleden güneşin batımına kadarki zaman dilimini ifade eder. Anlaşılan o ki Hz. Süleyman bir gün içerisinde birkaç saatlik bir mesai ile, o zamana göre normal şartlarda iki ay sürecek bir seyahati gerçekleştirebiliyordu. Demek ki rüzgâr onun için günümüzdeki uçak seviyesinde bir ulaşım aracı vazifesi görmekteydi.

İkincisi; onun için bakır madeni, bir kaynaktan suyun akması gibi, eritilip akıtılmıştı. Dolayısıyla tarihte eritilmiş bakırı ilk kullanan kişi, Hz. Süleyman olmuştur.

Üçüncüsü; Hz. Süleyman’ın emrinde çalışan insanlar olduğu gibi, onun önünde ve kontrolünde çalışan bir kısım cinler de vardı. Bunlar, insanlara göre daha güçlü, kuvvetli ve maharetli olduklarından Süleyman (a.s.) ağır ve zor işleri onlara yaptırırdı. Âyet-i kerîmede onların:

مَحَار۪يبُ (mehârîb): Mâbedler, görkemli binâlar, saraylar, korunaklı kaleler,
تَمَاث۪يلُ (temâsîl): Timsaller, nakışlar, inşâ edilen muazzam binaları süsleyecek resimler. İslâm’da heykel yapmak haramdır. Tevrat’ın hükmüne göre de heykel yapmak haram kılınmıştı. Tevrat’ın hükmüne göre amel eden bir peygamber olduğu bilinen Hz. Süleyman’ın, haram olan bir şeyi yapması veya yaptırması söz konusu olamaz. Dolayısıyla bundan maksat, haram olmayan manzara resimleri ve nakışlar olmalıdır.
جِفَانٌ (cifân): Büyük havuzları andıran çanaklar, leğenler,
قُدُورٌ (kudûr): Büyüklükleri sebebiyle yerlerinden taşınamayan, kıpırdatılamayan kocaman kazanlar yaptıkları haber verilir. Demek Hz. Süleyman misafirleri çok olan ve onlara ikramı seven son derece cömert bir insandı.

Cinler emre mecbûren itaat ederlerdi. Çünkü Cenâb-ı Hak, elinde ateşten bir kamçı bulunan bir meleği vazifelendirmişti. Hz. Süleyman’ın emrinden sapan olursa, göremeyecekleri bir yerden bu kamçıyı tepesine indirir ve onu yakardı.
Bunlar Allah Teâlâ’nın büyük ihsanları olduğu için, Cenâb-ı Hak Dâvû
d ailesini şükre, devamlı şükür sayılabilecek ameller işlemeye ve hakkiyle şükretmeye davet etmektedir. Bu hitap, nimet sahibi herkes için geçerlidir. Şükür, sadece sözle ifade edilen bir teşekkürden ibaret olmayıp, buna ilâveten aslında tüm nimetleri, onu verenin rızâsı istikâmetinde ve O’na itaat yolunda kullanabilmektir. Nankörlük ise o nimetleri masiyet yolunda kullanmaktır. (bk. İbrâhim 14/6-7) Bu sebeple şükrü gereği gibi ifâ edebilen kullar gerçekten çok azdır. Kul, o seçkin azınlığa katılabilmek için şükür yolunda çok büyük bir cehd ve gayret içinde olmalıdır.

Şükür hâli husûsunda İbrâhim b. Edhem’le Şakîk-ı Belhî arasında geçen şu mülâkat ne kadar hikmetlidir:

Şakîk-i Belhî, İbrâhim b. Edhem’e sorar:

“–Geçim husûsunda ne yaparsınız?” İbrâhim b. Edhem şöyle cevap verir:
“–Bulunca şükrederiz, bulamayınca sabrederiz!..” Şâkîk-ı Belhî:
“–Horasan’ın köpekleri de böyle yapar!” deyince bu defa İbrâhim b. Edhem sorar:
“–Ya siz ne yaparsınız?” Şakîk-i Belhî şöyle cevap verir:
“–Bulursak şükredip infâk eder, bulamadığımızda ise yine şükredip sabrederiz.”
Resûlullah (s.a.s.) bir gün minbere çıkmış ve bu âyeti okuduktan sonra şöyle buyurmuştu:
“- Üç şey vardır ki bunlar kime verilirlerse, o kişiye Dâvûd hanedanının benzeri verilmiş olur.” Ashâb-ı kirâm (r.a.):
“- Bunlar hangileridir” diye sorunca Efendimiz (s.a.s.):

“- Hoşnutluk ve kızgınlık hallerinde adâlet, fakirlik ve zenginlik halinde iktisat, gizli ve açıklık hallerinde Allah’tan korkmak” buyurdu. (Hakim Tirmizî, Nevâdiru’l-Usûl, II, 7)
Rivayete göre, Süleyman (a.s.) kendisi arpa ekmeği yer, buna karşılık aile halkına kaba undan yapılmış ekmek yedirir, yoksullara ise has undan ekmek yedirirdi. O, hiçbir zaman karnını tıka basa doyurmazdı. Kendisine niçin böyle yaptığı sorulunca da: “Karnımı doyurursam, açları unutmaktan korkarım” derdi. Bu da ancak pek az kimsenin başaracağı bir şükür çeşididir. (Kurtubî, el-Câmi‘, XIV, 277)

Büyük bir saltanata sahip olsa da, insanlarla birlikte cinlere ve hayvanlara bile hükmetse de Hz. Süleyman da neticede ölümlü bir insandı. Ecel onu da yakaladı:

14. Süleyman’ın ölümünü takdir edip canını aldığımızda, son derece ağır işlerde çalışan cinler, onun öldüğünü ancak üzerine dayandığı değneğini kemiren bir ağaç kurdu sayesinde fark edebildiler. Değnek kırılıp Süleyman yere yıkılınca anlaşıldı ki, eğer cinler gerçekten duyularının ötesinde olup bitenleri bilmiş olsalardı, Süleyman öldüğü halde, kendilerini böyle zelil ve perişan eden ağır işleri yapmaya devam etmezlerdi.

Hz. Süleyman, kıyamda uzun uzun durarak Allah’a ibâdet ederdi. Bir değneği vardı, ona dayanarak Rabbinin huzurunda dururdu. İşte böyle bir ibâdeti sırasında değneğe dayanmış dururken vefat etti. Değneğe dayandığı için Allah’ın bir kudret tecellisi olarak vücudu olduğu yerde kaldı. Böylece günler, belki de aylar geçti. Askerleri ve emrinde çalışan cinler onu ibâdette zannediyor, eski vazife ve hizmetlerine devam ediyorlardı. Ağaç kurdu değneği kemirip çürütünce Hz. Süleyman’ın cansız bedeni yere düştü. İşte o zaman cinler onun öldüğünü anladılar. Böylece cinlerin gaybı yâni duyularının ötesinde kalan varlık sahasını bilmedikleri ortaya çıktı. Eğer gaybı bilselerdi, Hz. Süleyman’ın öldüğünü hemen fark edecek ve yapmakta oldukları onur kırıcı angarya işleri yapmaya devam etmeyeceklerdi.

Kur’an’ın beyânına göre müşrikler cinleri Allah’a ortak koşuyor, onları Allah’ın çocukları olarak kabul ediyor ve onlara sığınıyorlardı. (bk. En‘âm 6/100; Saffât 37/158; Cinn 72/6) Yine onlar, cinlerin gaybı bildiklerine inanıyor ve gayb bilgisini elde edebilmek için onlara yöneliyorlardı. İşte Allah Teâlâ, Hz. Süleyman’ın vefatı münâsebetiyle verdiği canlı bir misalle cinlerin gaybı bilmediklerini beyân ederek müşriklerin saplandıkları bu inançların tamamen asılsız ve yanlış olduğunu bildirir.

Hz. Dâvûd ve Hz. Süleyman’ın kıssalarından birer kesit sunan bu âyetlerin beyân ettikleri çeşitli mânalar arasında bir de bilim ve teknik alandaki gelişmelere işaret ettikleri sezilir. Cenâb-ı Hak, peygamberlere mûcize olarak verdiği nimetlerle bir yönden onların nübüvvetlerini ispat ederken, bir yönden de kâinata koyduğu ilmî kanunlardan istifade işinde peygamberlerin örnek alınmalarını işaret yoluyla teşvik eder. Burada Dâvûd (a.s.)’ın dağları konuşturmasında gramofon, plak, teyp tekniğine; demirin yumuşatılması ve erimiş bakırın sel gibi akıtılmasında, madenleri işletip sanayii geliştirmeye; Süleyman (a.s.)’ın birkaç saat içinde iki aylık mesafeyi rüzgâra binerek kat etmesinde uçak teknolojisine, Mûsa (a.s.)’ın değneği ile taştan, topraktan su çıkarmasında artezyene, İbrâhim (a.s.)’i, ateşin yakmamasında ateşe dayanıklı maddelerden elbise yapmaya, Îsâ (a.s.)’ın felçlileri hatta ölmüşleri tedavi edip diriltmesinde tıbbî tedavinin en ileri noktalarına; Süleyman (a.s.)’ın ilimde ileri gitmiş vezirinin, takrîben iki bin km uzaklıktan Belkıs’ın tahtını getirmesinde televizyona hatta ışınlayarak eşya nakline teşvik ettiği hissedilir.

Şimdi de, Allah’ın nimetlerine nankörlük edenlerin başlarına ne tür felâketler geldiğini gösteren tarihî bir ibret levhası gösterilmektedir:

15. Doğrusu, Sebe’ kavmi için yaşadıkları diyarda çok önemli bir ibret dersi vardı. Oturdukları vâdi sağından solundan, iki taraflı uzayıp giden güzel bahçelerle çevrilmişti. Peygamberleri onlara: “Rabbinizin size bahşettiği nimetlerden yiyin ve O’na şükredin. İşte sizin için ne hoş bir memleket, ne kadar da bağışlayıcı bir Rab!” demişti.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
16. Fakat onlar bu dâvetten hoşlanmayıp, şükürden yüz çevirdiler. Biz de üzerlerine, barajlarını yıkan meşhur Arim selini gönderdik de onların o güzelim bahçelerini buruk meyveli, acı ılgınlı ve içinde biraz da sedir ağacı bulunan virâne bahçelere çevirdik.

17. Nankörlükleri ve peygamberleri yalanlamaları yüzünden onları işte böyle cezalandırdık. Biz zâten çokça nankörlük eden inkârcılardan başkasını cezalandırmayız.

18. Onların yurtlarıyla bereketlerle donattığımız Filistin-Şâm diyarı arasında âdeta sırt sırta vermiş ve biri diğerinden görünebilen nice beldeler meydana getirdik; bunlar arasında da düzenli ve sistemli ulaşım imkânları sağladık. Kendilerine: “Oralarda gece gündüz güven içinde gezip dolaşın!” buyurduk.

19. Fakat onlar: “Rabbimiz! Seyahatlerimizde konaklama yerlerimiz arasındaki mesafeyi artır” dediler ve işledikleri günahlarla kendilerine yazık ettiler. Biz de onları nesilden nesle bir ibret levhası hâlinde aktarılacak efsânelere çevirdik ve tamâmen parçalayıp bölük bölük her tarafa dağıttık. Şüphesiz bunda zorluklara sabredip nimetlere çokça şükretmesini bilen herkes için nice ibretli dersler vardır.


Önceki kıssada Allah’ın verdiği nimetlere şükreden iki güzel kul misal verilmişti. Şimdi ise ilâhî nimetlere nankörlük eden bir kavim misal verilmektedir. Bu, Sebe’ kavmidir. Sebe’, Yemen’de yerleşmiş bir kabilenin ismi idi. Başkentleri bu günkü San‘a civarında yer alan Ma‘rib şehri idi. Kurdukları üstün medeniyet dillere destan olmuştu. Ülkenin zenginlik ve refah seviyesi çok yüksekti. Oturdukları vadinin sağ ve solundan uzayıp giden bağları bahçeleri meşhurdu. Yemen’le Suriye-Filistin arasında güvenli bir yol güzergâhı tesis edilmiş, güzergâh boyunca yerleşim yerleri oluşmuş, böylece emniyet içinde kârlı bir ticâret yapma imkânı doğmuştu. Ancak onlar, güneşe tapan müşrik bir toplumdu. Hz. Süleyman vesilesiyle müslüman olan kraliçe Belkıs zamanında mânen de yükselen bir millet haline geldiler. (bk. Neml 27/22-44) Daha sonra tekrar şirke ve tefrikaya düştüler. Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler. Sahip oldukları nimetlerin ve emniyetin kıymetini bilemediler. Şükretmedikleri halde daha fazlasını isteme küstahlığında bulundular. Kazanç hırsıyla, fakirleri daha çok soymak için yol konaklarının aralarının uzaklaştırılmasını bilfiil temenni ettiler. Söz ve fiilleriyle Allah’ın azabını celbetmeye başladılar. Nihâyet meşhur Ma’rib barajının çöküşü sebebiyle meydana gelen ve Kur’anî ifadesiyle “Arim Seli” denen büyük bir sel felaketi ile bağları, bahçeleri virâne haline geldi. Kendileri de oradan mecbûren göç etmek durumunda kaldılar. Böylece eski saltanatları yok oldu; büsbütün parçalanıp darmadağın oldular. Hatta onların bu halleri darbımesel haline gelmiştir. Bugün bile Araplar, bir topluluğun darmadağın olmasından bahsederken: “Sebe’liler gibi darmadağın oldu” demektedirler.

Sebe’ halkının bu ibretli hâli, apaçık düşman olan şeytana uymanın ağır bir bedelinden başka bir şey değildir:

20. Gerçekten de İblîs’in insanlar hakkındaki zan ve temennîsi doğru çıktı. Çünkü bir kısım mü’minler dışında herkes ona uyup gitti.

21. Oysa İblîs’in onlar üzerinde bir şeyi yapmaya zorlayıcı hiçbir gücü yoktur. Ancak biz, âhirete inananlarla ondan şüphe edenleri birbirinden ayırıp ortaya çıkaralım diye ona bu fırsatı verdik. Rabbin her şeyi hakkiyle gözetlemekte ve kayda almaktadır.


Şeytan Allah Teâlâ’dan kıyamete kadar müsaade almış ve bundan böyle vazifesinin insanları saptırmak olduğunu ilan etmişti. İddiasına göre ihlâsla Allah’a kulluk edenler hâricinde herkesi yoldan çıkaracaktı. (bk. A‘râf 7/14-18; Hicr 15/39-40) Anlaşılan o ki, netice İblîs’in iddia ettiği gibi olacak, ihlâsa erdirilmiş kullar dışında herkes ona uyup yoldan çıkacaktır. Aslında onun insanları zorla Allah’a isyana sevk etme gücü yoktur. Ona sadece, kendi iradeleriyle Allah’a isyan yolunu seçen kimseleri saptırma, kandırma ve aldatma yetkisi verilmiştir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Hesaplar görülüp iş bitirilince şeytan şöyle der: «Allah size gerçekleşmesi kesin olan bir va‘atte bulundu; ben de size öylesine va‘atte bulundum fakat sözümde durmadım. Aslında benim size istediğimi yaptıracak bir gücüm de yoktu. Sadece ben sizi inkâra çağırdım, siz de bana uydunuz. Öyleyse beni kınamayın da kendinizi kınayın. Bugün, ne ben sizin feryadınıza yetişebilirim, ne de siz benim feryadıma yetişebilirsiniz. Dünyada iken beni Allah’a ortak tanımış olmanızı da reddediyorum. Elbette zâlimlere can yakıcı bir azap vardır.»” (İbrâhim 14/22)

Şeytana dünyada insanları aldatma ve kandırma yetkisinin verilme hikmeti ise âhirete iman edenlerle, onunla alakalı şüphesi olanları birbirinden ayırmaktır. Çünkü bu dünyada insan ancak âhirete inanmakla doğru yola bağlanabilir. Öldükten sonra dirileceğine ve Allah huzurunda amellerinin hesabını vereceğine inanmayan bir kimsenin doğru yolda yürümesi zordur. O kişi mutlaka yoldan sapacaktır. “Şu da bir gerçek ki, âhirete inanmayanlar doğru yoldan ısrarla sapıyorlar” (Mü’minûn 23/74) âyeti bunu beyân eder. Çünkü böyle biri, hiçbir zaman kendisinde, doğru yola yürümesini sağlayacak bir mesuliyet şuuru geliştiremez. Doğru yolda olanlar ise, bunun mutlaka âhirette kendilerine faydalı olacağına inandıkları için, o yolda yürümeye devam ederler.

Dolayısıyla insanlara şu gerçeği hatırlatıp:

22. De ki: “Allah’tan başka ilâh sandığınız şeylere istediğiniz kadar yalvarın durun. Bunların size hiçbir faydası olmayacaktır. Çünkü onlar ne göklerde ne de yerde zerre miktarı bir şeyin bile gerçek sahibi değillerdir. Göklerin ve yerin hâkimiyet ve yönetiminde onların hiçbir ortaklıkları da yoktur. Ayrıca Allah onlardan bir yardımcı edinmiş veya edinecek de değildir.”

23. Allah’ın huzurunda, O’nun izin verdiği kişi hakkında ve yine O’nun izin verdiği kişi tarafından yapılmadıkça şefaat de hiçbir fayda vermez. Nihâyet şefaat izni çıkıp da kalplerindeki korku ve dehşet giderildiği zaman şefaat bekleyenler, şefaat edeceklere: “Rabbiniz ne buyurdu?” diye sorarlar. Onlar da: “Gerçeği buyurdu” diye cevap verirler. Allah, pek yüce, çok büyüktür.


İblîs ve yandaşlarının en önemli işi insanları, Allah’ı bırakıp putlara tapmaya yönlendirmektir. Halbuki putların tapmaya değer bir özellikleri yoktur. Kendilerine yalvaranlara ne cevap verebilir, ne onlara bir fayda sağlayabilir, ne de onlardan bir zararı defedebilirler. Çünkü:

Göklerde ve yerde zerre miktarı bir şeyin bile gerçek sahibi değildirler.

Bunların hâkimiyet ve yönetilmesinde hiçbir ortaklıkları yoktur.

Allah gökleri ve yeri yaratırken onlardan herhangi bir yardımcı da almamıştır.

O halde putlara tapmanın ne anlamı kalır? Müşrikler, inanmıyorlar fakat faraza âhiret olacaksa, melek ve cin gibi değişik varlıklardan edindikleri putların kendilerine şefaatçi olacaklarını söylüyorlardı. Halbuki orada Allah’ın izin vermediği hiç kimse şefaat edemeyecektir. Herkes O’nun huzurunda suspus olacak, kalpler korkudan titreyecek ve O’ndan çıkacak kararı bekleyecektir. Kimsenin O’nun vereceği karara müdâhale etmesi de mümkün değildir. Cenâb-ı Hak da gerçek neyse onu söyleyecek, böylece hak yerini bulacaktır. Böylece müşrik ve münkirler de gerçeği orada tüm netliği ile öğrenmiş olurlar. Madem dünyada da âhirette de tek söz sahibi ve tek karar mercii Allah’tır; o halde O’na kulluk ve teslimiyetten başka çıkar yol aramak boşunadır.

Doğru yolu kaybetmiş böyle inkârcılara belki şu hatırlatmalar fayda verir:

24. Onlara: “Sizi göklerden ve yerden kim rızıklandırıyor?” diye sor. Cevap veremezlerse: “Allah’tır” de ve ekle: “O halde ya biz veya siz, ikimizden biri doğru yolda, diğeri ise apaçık bir sapıklık içindedir.”

25. De ki: “Bizim işlediğimiz herhangi bir suçtan siz sorguya çekilecek değilsiniz; biz de sizin yaptıklarınızdan sorguya çekilmeyeceğiz.”

26. De ki: “Rabbimiz hepimizi bir araya toplayacak, sonra aramızda en doğru bir şekilde hükmünü verecektir. Çünkü O, hükmünü adâletle verip gerçeği ortaya çıkaran ve her şeyi hakkiyle bilendir.”

27. De ki: “Allah’ın yanına yakıştırdığınız ortakları bana gösterin bakalım! Hâşâ! O’nun hiçbir ortağı yoktur. Bilakis O, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.”


Peygamberimiz (s.a.s.)’le müşrikler arasında vuku bulan bu konuşmada, muhatapların iddiaları en tesirli bir yolla reddedilir. Şöyle ki:
Evvela rızık konusu gündeme getirilir. Müşrikler de kendilerini göklerden ve yerden rızıklandıran varlığın sadece Allah olduğunu, nihâi noktada putların bu konuda bir yetkilerinin olmadığını biliyorlardı. Şimdi karşılıklı münâkaşa eden iki gruptan biri gerçek rızık verici olan Allah’ın birliğine inanıp yalnız O’na kulluk ediyor, diğeri ise O’na ortak koşuyordu. Bu iki gruptan birinin doğru yolda olduğu, diğerinin de sapık yolda olduğu kesindir. Fakat Cenâb-ı Hak burada Peygamberimiz (s.a.s.) ve mü’minlere mühim ve semereli bir tartışma âdabı öğretmektedir: Eğer tartışan taraflardan biri kendisinin doğru, karşı tarafın ise hatalı olduğunu peşinen ifade ederek söze başlarsa bu tartışmadan verim alınamaz. Halbuki önce iki taraftan birinin hatalı olabileceğinin kabulü, taassubun atılmasına ve tarafların fikirlerini samimi olarak gözden geçirmelerine imkân sağlar. Bu sebeple hem tebliğ hem de insanların halini ıslah vazifesi bulunan Efendimiz (s.a.s.)’den ilk planda hemen müşriklerin yanlış yolda ve sadece kendisinin doğru yolda olduğunu söylememesi istenir. “Bizim işlediğimiz herhangi bir suçtan siz sorguya çekilecek değilsiniz” (Sebe’ 34/25) ifadesinde geçtiği üzere, Efendimiz (s.a.s.)’in “suçu kendisine izafe etmesi”nin istenmesinde de yine aynı incelik vardır. Hedef muhatabı kırmadan, ürkütmeden sıcak bir münakaşa ortamına çekmek, ona düşünmesini sağlayacak bir zemin hazırlamak ve böylece gerçeği görüp uyanmasını sağlamaktır.

Görüldüğü üzere Cenab-ı Hak, Resûlü’ne işte böyle insanın psikolojik ve sosyolojik bütün yönlerini dikkate alarak tebliğde bulunma metotlarının ip uçlarını veriyordu. Çünkü onun hakkında şöyle buyuruyordu:

28. Rasûlüm! Biz seni ancak bütün insanlara müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. Ne var ki, insanların çoğu bunu bilmez.

29. Bir de: “Eğer doğru söylüyorsanız, bizi tehdit edip durduğunuz şu kıyâmet ne zaman?” diye alay ederler.

30. De ki: “Sizin için belirlenmiş öyle bir gün var ki, o gün gelip çattığında, ne onu bir an geri alabilirsiniz, ne de bir an ileri geçirebilirsiniz!”


Önceki peygamberler belli bir zaman dilimi ve belli bir bölgeye gönderilirken, Allah Resûlü (s.a.s.) kıyâmete kadar bütün insanlara müjdeci ve uyarıcı olarak gönderilmiştir. Çünkü, önceki zamanlarda olduğu gibi, ne kendisiyle birlikte başka bir peygamber gönderilmiştir, ne de kendisinden sonra başka bir peygamber gelecektir. (bk. Ahzab 33/30) Onun tebliğ ettiği din ebediyen geçerli olacaktır. O dinin üzerinde durduğu en mühim husus kıyâmet ve hesaptır. İnsanların kıyametin kopmasıyla ilgili şüpheleri olsa da, hem küçük kıyamet olan ölüm için, hem de büyük kıyamet için belirlenmiş kesin bir an vardır ki, o an gelince olacak olacaktır. Onu bir saniye ileri veya geri almak imkânsızdır.

Bu kaçınılmaz gerçeklere rağmen, bunlara inanmayanları ve kör bir taassupla bu inançsız zâlimlerin peşinden sürüklenenleri çok dehşetli bir son beklemektedir:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
31. Kâfirler: “Biz ne bu Kur’an’a inanırız, ne de bundan önceki kitaplara” diyorlar. Sen o zâlimleri bir de hesap için getirilip Rablerinin huzurunda durdurulduklarında bir görsen! Birbirlerine laf yetiştirmeye çalışacaklar: Dünyada zayıf düşürülüp ezilenler büyüklük taslayan liderlerine seslenerek: “Eğer siz olmasaydınız biz elbette iman ederdik” diyecekler.

32. Büyüklük taslayanlar ise, zayıf düşürülüp ezilenlere: “Size doğru yolu gösteren kitap ve peygamber geldikten sonra, siz iman edecektiniz de, biz mi sizi ondan zorla alıkoyduk. Hayır, asıl siz günaha dalmış inkarcı suçlulardınız” diye karşılık verecekler.

33. Bu kez, zayıf düşürülüp ezilenler büyüklük taslayanlara: “Hiç de öyle değil! Gece gündüz işiniz gücünüz hilekârlıktı. Allah’ı inkâr etmemiz ve O’na ortaklar koşmamız için bize baskı üstüne baskı yapıyordunuz” diyecekler. Kendilerini bekleyen azabı gördüklerinde ise artık tartışmayı bırakacaklar, içlerine çöken pişmanlık acısı bir kor gibi yüreklerini yakıp kavuracak! Biz de o kâfirlerin boyunlarına demir halkalar geçirip, hepsini aşağılık bir halde cehenneme sürükleyeceğiz. Onlar, başka değil, sadece yaptıkları günahların cezasını çekecekler!


Dünyada nüfûz, güç, kuvvet sahibi olup kendileri inanmadıkları gibi, zayıf buldukları bir kısım insanları da Allah yolundan saptıran kibirli nasipsizler vardır. Kur’ân-ı Kerîm, saptıranlardan “müstekbir”, onlara uyup sapanlardan ise “müstaz’af” olarak bahseder. Ne kitap ve peygambere ne de âhirete inanan bu zâlimlerin, mahşerdeki kavgalarından, birbirlerine laf yetiştirmeye çalışmalarından acıklı bir manzara arz edilir. Özeti şudur: Hiçbiri suçu sahiplenmek istemez, hep birbirlerini suçlarlar, o korkunç cehennem azabı karşısında bir suçlu bulup onu kurban vererek kendilerini kurtarmak isterler. Pişmanlıktan için için yanarlar. Fakat bu nâfile bir çaba olacaktır. Çünkü boyunlarına demir halkalar geçirilerek cehenneme sürükleneceklerdir. Bu manzaranın takdimindeki maksat, hâlihazırda imansızlık ve sapıklık içinde bulunanları mahşerin dehşetli manzaralarıyla korkutarak uyanmalarına vesile olmaktır. (bk. A‘râf 7/38-39; Ahzab 33/66-68; Mü’min 40/47-48)

Çünkü hangi çağda olursa olsun, toplumun geniş imkânlara sahip şımarıkları, ilâhî buyruklar karşısında hep aynı inkârcı tavrı sergilemektedirler:

34. Biz hangi memlekete bir uyarıcı gönderdiysek, oranın hiçbir ahlâkî kaygı taşımadan nimetler içinde şımarıp dünyevî zevkler peşinde koşan ileri gelenleri mutlaka peygamberlere: “Bakın, size indirildiğini söylediğiniz o ilâhî buyrukları ret ve inkâr ediyoruz” diye karşı çıkmışlardır.

Allah’ın hikmeti, peygamberlerin ve onlara inananların çoğu fakir, onlara karşı çıkanların çoğu da nimet ve zenginlikle şımarmış kimseler olmuştur. Bunlar zenginliklerine, mal ve evlatlarının çokluğuna güvenerek ilâhî mesajı reddetmişlerdir. Hatta onlarda şöyle bir düşüncenin oluştuğu da hissedilmektedir: “Biz, Allah’ın gözde kullarıyız. Bu sebeple bize, müslümanları mahrum bıraktığı veya az miktarda verdiği nimetlerden bol bol ihsan ediyor. Eğer Allah bizden hoşnut olmasa, neden bütün bu serveti, mal ve gücü bize versin? Bize dünyada bu kadar bol nimetler veren Allah, eğer varsa âhirette de bizi cezalandırmayacaktır.” Halbuki insana verilen rızkın çok veya az oluşunun, kişinin Allah yanındaki değeriyle bir alakası yoktur. O tamamen Allah’ın dilemesine kalmış ve imtihanı gerektiren bir durumdur. Esas değer, ahlâk ve fazilet sahibi olgun bir insan olabilmektedir. Nitekim şâir Bâkî şöyle der:

“Şeref vermez dür ü gevher, kemâl olmaz zer ü zîver
Hüner kesbet hüner, bahr-i fazilet, kân-ı irfân ol.”


“Aslında hiçbir değeri olmayan bir insanı inciler ve mücevherlerle süsleyerek şerefli bir kişi hâline getirmeye çalışmak ne kadar faydasız bir emek ise, sayısız servetlere sahip bir insan için de, «Ben kemâl sahibiyim!» diye iddiada bulunmak o kadar yersiz ve gülünçtür. Sen, gerçekten kâmil bir insan olmak istiyorsan, her türlü âlâyişi bir tarafa bırakarak ilim elde et, fazilet ve irfân sahibi ol! Ancak bunlar seni şerefli bir insan yapar.” (Unutulmaz Mısralar, s. 144)
Şunu unutmayın ki:

35. Üstelik: “Bizim malımız da, evladımız da sizinkinden daha fazla. Biz öyle azap filân da görecek değiliz” demişlerdir.

36. De ki: “Rabbim dilediğine rızkı bol verir, dilediğine az verir. Ne var ki, insanların çoğu bu gerçeği bilmez.”


Allah’ın hikmeti, peygamberlerin ve onlara inananların çoğu fakir, onlara karşı çıkanların çoğu da nimet ve zenginlikle şımarmış kimseler olmuştur. Bunlar zenginliklerine, mal ve evlatlarının çokluğuna güvenerek ilâhî mesajı reddetmişlerdir. Hatta onlarda şöyle bir düşüncenin oluştuğu da hissedilmektedir: “Biz, Allah’ın gözde kullarıyız. Bu sebeple bize, müslümanları mahrum bıraktığı veya az miktarda verdiği nimetlerden bol bol ihsan ediyor. Eğer Allah bizden hoşnut olmasa, neden bütün bu serveti, mal ve gücü bize versin? Bize dünyada bu kadar bol nimetler veren Allah, eğer varsa âhirette de bizi cezalandırmayacaktır.” Halbuki insana verilen rızkın çok veya az oluşunun, kişinin Allah yanındaki değeriyle bir alakası yoktur. O tamamen Allah’ın dilemesine kalmış ve imtihanı gerektiren bir durumdur. Esas değer, ahlâk ve fazilet sahibi olgun bir insan olabilmektedir. Nitekim şâir Bâkî şöyle der:

“Şeref vermez dür ü gevher, kemâl olmaz zer ü zîver
Hüner kesbet hüner, bahr-i fazilet, kân-ı irfân ol.”


“Aslında hiçbir değeri olmayan bir insanı inciler ve mücevherlerle süsleyerek şerefli bir kişi hâline getirmeye çalışmak ne kadar faydasız bir emek ise, sayısız servetlere sahip bir insan için de, «Ben kemâl sahibiyim!» diye iddiada bulunmak o kadar yersiz ve gülünçtür. Sen, gerçekten kâmil bir insan olmak istiyorsan, her türlü âlâyişi bir tarafa bırakarak ilim elde et, fazilet ve irfân sahibi ol! Ancak bunlar seni şerefli bir insan yapar.” (Unutulmaz Mısralar, s. 144)

Şunu unutmayın ki:

37. Sizi bize yaklaştıracak olan ne mallarınız ne de evlatlarınızdır. Ancak iman edip sâlih ameller işleyenler müstesnâ. Onlara, yaptıklarına karşılık kat kat mükâfat verilecek ve onlar cennetin yüksek köşklerinde güven ve huzur içinde kalacaklardır.

38. Âyetlerimizi iptal edip hükmünü geçersiz kılmak için birbirleriyle yarışırcasına çalışanlara gelince, onlar da tutuklanıp getirilecek ve azabın orta yerine bırakılacaklardır.


İnsanları Allah’a yaklaştıran şeyler, mallar ve evlatlar değil, bilakis iman ve sâlih amellerdir. İman kalp işidir. Fakat sâlih amellerin yapılmasında malın ve evlâdın tesiri büyüktür. Bu sebeple mallar ve evlatlar, ancak mallarını Allah yolunda harcayan ve evlatlarını iyi bir terbiye ile Allah’a karşı takvâ sahibi kimseler olarak yetiştirmeye çalışan mü’minler için Allah’a yaklaştırıcı bir vesile olabilir. Ömrünü iman ve sâlih amellerle dolduran, mal ve evlâdını da Allah’a kulluk yolunda kullanan mü’minler, hiç tükenmeyecek sonsuz mükâfatlara nâil olacaklardır. Allah’ın âyetlerine karşı mücâdele edip onları iptale çalışanların âkıbeti ise cehennem azabıdır. Zebânîler tarafından yakalanıp oraya tıkılacaklardır.

O halde Resûlüm şu gerçeği ilan ederek:

39. De ki: “Rabbim kullarından dilediğine rızkı bol verir, dilediğine ise az verir. Şunu bilin ki, hayır yolunda ne harcarsanız, Allah onun yerine yenisini lutfeder. Çünkü O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.”

Sahip olduğumuz mallardan bize faydalı olacak olanlar, Allah yolunda harcadıklarımızdır. Gönül rızâsıyla veren kişi bundan ötürü bir kayba da uğramaz. Allah Teâlâ tarafından onların yeri, güzel bir şekilde yenileriyle doldurulur. Mesela dünyada benzeri maddi imkânlar lütfeder. Daha önemlisi o kişide, bitmez tükenmez bir hazine olan kanaat duygularını geliştirir ve onun iç huzurunu artırır. Âhirette ise infaktaki cömertlik ve ihlasına göre kat kat mükâfat verir. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.), infâkın faziletini beyân sadedinde şöyle buyurur:

“Her sabah iki melek iner. Biri: «Yâ Rabbi! Senin yolunda harcayana, buna karşılık sen de yenisini ihsân eyle!» der. Diğeri de: «Yâ Rabbi! Cimrilik edenin malını telef et!» diye dua eder.” (Buhârî, Zekât 27; Müslim, Zekât 57)

“Ey Âdemoğlu! İhtiyacından fazla olan malını sadaka olarak vermen, senin için iyi; vermemen ise kötüdür. İhtiyacına yetecek kadarını elinde tutmandan dolayı ayıplanmazsın. İyiliğe, geçimini üstlendiklerinden başla. Veren el, alan elden daha üstündür.” (Müslim, Zekât 97; Tirmizî, Zühd 32)

“Kim, helâl kazancından bir hurma kadar sadaka verirse, ki Allah helâlden başkasını kabul etmez, Allah o sadakayı kabul eder. Sonra onu dağ gibi oluncaya kadar, herhangi birinizin tayını büyüttüğü gibi, sahibi adına ihtimamla büyütür.” (Buhârî, Zekât 8; Tevhîd 23; Müslim, Zekât 63, 64)

Böyle dinî gerçekleri hiçe sayıp, sadece kendi doğrularının peşinden giden kâfirlerin âkibetine gelince:

40. Kıyâmet günü Allah herkesi huzurunda toplayacak, sonra da meleklere: “Şunlar size mi tapıyordu” diye soracak.

41. Melekler ise: “Seni noksan sıfatlardan ve herhangi bir ortağının bulunmasından pak ve uzak tutarız. Bizim dostumuz, sahibimiz ve koruyucumuz ancak sensin! Bizim onlarla bu mânada hiçbir münâsebetimiz olmamıştır, olamaz da! Hayır, onlar, bize değil cinlere tapıyordu ve çoğu onlara inanıyordu” diye cevap verecekler.

42. O gün artık birbirinize ne bir yararınız dokunacak, ne de bir zararınız. Zulmedenlere ise: “Yalanlayıp durduğunuz ateş azabını tadın da, yalan mıymış gerçek miymiş görün!” diyeceğiz.


Müşrikler, melekleri sembolize eden putlar yapıp onlara da tapıyorlardı. Bu neviden onların yağmur tanrısı, şimşek tanrısı, rüzgar tanrısı, zenginlik tanrısı, hayat tanrısı ve ölüm tanrısı vardı. Bunun kıyâmet günü meleklere sorulması, onların bunu tasvip edip etmediklerini ortaya çıkarmak, böylece müşriklerin hatalarını kendilerine fark ettirip bundan vazgeçmelerini sağlamaktır. Nitekim bu sorunun sadece meleklere değil, dünyada iken ilâh olarak kendilerine tapılan herkese sorulacağı haber verilir:

“O gün Rabbin müşrikler ile onların Allah’tan başka taptıklarını huzurunda toplayacak, sonra da o tapılanlara: «Şu kullarımı siz mi sapıklığa düşürdünüz, yoksa onlar kendi kendilerine mi yoldan çıktılar?» diye soracak.” (Furkan 25/17)

Yine Allah Teâlâ Hz. İsa’ya:

“Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara: «Allah’ın yanı sıra beni ve annemi de iki tanrı kabul edin» diye sen mi söyledin?” buyuracak, o da şöyle diyecek: «Hâşâ! Sen, ortağı bulunmaktan ve her türlü noksan sıfatlardan pak ve uzaksın Allahım! Hakkım olmayan bir şeyi söylemek bana düşmez. Eğer böyle bir şey söylemişsem sen onu elbette bilirsin. Çünkü sen benimle ilgili her şeyi, içimden geçenleri dahî bilirsin; fakat ben sende olanı, senin gizleyip de bana öğretmediğini bilemem. Şüphesiz bütün gizlilikleri hakkiyle bilen ancak sensin.»” (Mâide 5/116)

Melekler de, aynen Hz. İsa gibi, insanlara böyle bir şeyi söylemiş olmaktan Allah’a sığınarak, onların cinlere taptıklarını ifade ederler. Çünkü melekler nurdan yaratılmış günahsız ruhânî varlıklar olup kimseye bir kötülük telkininde bulunmazlar. Bu onların tabiatlarında yoktur. Âyetteki “cin” ile de cinlerden olan şeytanlar kastedilir. Çünkü sadece şeytanlar onlara, Allah’tan başkalarına tapmalarını telkin ediyorlardı.

Müşrikler ister melek, ister cin, isterse başka varlıklardan olsun taptıkları putların kendilerine yardımcı olacaklarını ve kendilerine şefaat edeceklerini sanıyorlardı. Oysa kıyâmet günü, Allah’ın izni olmadığı sürece ne meleklerin ne de başkalarının bir başkasına fayda veya zarar vermeye yahut bir zararı defetmeye güçleri yetmeyecektir. Dini yalanlayanların o yakıcı cehennem azabını tatmalarına kimse mâni olamayacaktır. Dolayısıyla Allah’tan başkasına tapmanın hiçbir yararı olmadığına göre, şirki terk etmekten başka yol kalmamaktadır.
Oysa:

43. Onlara apaçık âyetlerimiz okunduğu zaman: “Bu, başka değil, sırf sizi atalarınızın taptıkları putlardan vazgeçirmek isteyen bir adam” demişlerdi. Yine: “Kur’an diye okuduğu şey, uydurulmuş bir yalandan başka bir şey değil” demişlerdi. Kendilerine gerçek geldiğinde o kâfirler: “Bu, düpedüz bir büyü!” dediler.

44. Halbuki onlara Kur’an’dan önce ders alacakları herhangi bir kitap vermediğimiz gibi, senden önce kendilerine bir uyarıcı da göndermemiştik.

45. Onlardan öncekiler de gerçeği yalanlamışlardı. Oysa bunların güç ve kuvveti, öncekilere verdiğimizin onda birini bile bulmuyor. Buna rağmen peygamberlerimi yalanladılar. Beni inkâr etmenin cezası nasılmış gördüler!


Müşrikler, insanları Peygamberimiz (s.a.s.)’e ve Kur’an’a imandan uzaklaştırmak için çeşitli yollara baş vuruyorlardı. Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in, şahsi çıkarları için insanları geleneksel putperestlik inancından vazgeçirmeye çalışan tuhaf bir adam olduğunu söylüyorlardı. Allah kelâmı diye iddia edilen Kur’ân-ı Kerîm’in de O’nun adına uydurulmuş bir iftira veya insanları etkileyen apaçık bir büyüden başka bir şey olmadığı fikrini yerleştirmeye çalışıyorlardı. Halbuki onlara daha önce Allah’tan başkalarına ibâdet etmelerini öğreten ne bir kitap, ne de bir peygamber gelmişti. Onlar Kur’an’ın ve Peygamber (s.a.s.)’in tevhide davetini de, doğru bir bilgiden hareket ederek değil, sadece cehaletlerinden dolayı inkâr ediyorlardı. Çünkü bu hususta dayanabilecekleri hiçbir mesnetleri yoktu. Ayrıca peygamberleri yalanlayan önceki kavimlerin, bunlardan on kat güçlü ve kuvvetli olmalarına rağmen, Allah’ın kahrına uğramaları ve kendilerini ilâhî helak ve hışımdan koruyamamaları, hem Mekke müşrikleri, hem de onlardan sonra gelen putperestler için büyük bir ders ve ciddi bir ibret vesîkası değil midir?

O halde, ey insanlar, sonsuza dek değişmeyecek, modası geçmeyecek, aksine hep fayda sağlayacak şu ilâhî öğütlere kulak verin:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
46. De ki: “Size bir tek öğüdüm var: Ya ikişer kişi hâlinde veya tek tek Allah için kalkıp şöyle bir kenara çekilin ve bütün önyargılarınızdan sıyrılarak samimi ve ciddi olarak düşünün! Göreceksiniz ki, arkadaşınız Muhammed’de delilikten hiçbir eser yok! O, çok çetin bir azabın öncesinde sizi ondan sakındırmak için gelen bir peygamberden başkası değildir.”

47. De ki: “Bu yaptığım hizmet karşılığında sizden hiçbir ücret talep etmiyorum. Böyle bir şey istedimse, o sizin olsun. Çünkü benim ücretimi verecek olan ancak Allah’tır. O, her şeye hakkiyle şâhittir.”

48. De ki: “Şüphesiz Rabbim bâtılı imhâ ederek gerçeği ortaya çıkaracaktır. O, bütün gizlilikleri çok iyi bilir.

49. De ki: “Hak geldi ve bütün açıklığıyla kendini ortaya koydu. Artık, tâkipçileri canlı tutmaya çalışsa da, bâtıl ne yeni bir şey ortaya koyabilir, ne de gideni geri getirebilir; böylece sönüp gitmeye mahkûmdur.”

50. De ki: “Eğer ben yanlış bir yola sapmışsam bunun zararı banadır. Eğer doğru yolu bulmuşsam, bu da Rabbimin bana vahyettiği Kur’an sayesindedir. Gerçekten O, her şeyi hakkiyle işitendir, kullarına çok yakındır.”


İnsan, bir kısım ön yargılardan kendini kurtarıp, gerçeği bulabilmek için samimiyetle düşünecek olsa; yine aynı safiyetle Hz. Muhammed (s.a.s.)’in hayatını ve kişiliğini inceleyecek olsa, onda delilikten hiçbir iz bulunmadığını, aksine onun toplumun en akıllı insanı olduğunu görecektir. Hem Mekkeliler, zaten henüz kendisine peygamberlik verilmeden önce de ona çok güveniyor, emanetlerini ona bırakıyor ve mühim işlerinde ona danışıyorlardı. “Kâbe hakemliği” olarak bilinen şu hâdise bunun canlı şâhididir:

Allah Resûlü’nün nübüvvetinden beş sene önce Kâbe’yi tâmir eden Kureyşliler Hacer-i Esved’i yerine kimin koyacağı hususunda anlaşamamış, aralarında neredeyse kan dökülecek kadar sert tartışma ve çekişmeler başlamıştı. Neticede Harem kapısından ilk gelecek zâtı aralarında hakem tâyin etmeye karar verdiler. Tam o esnâda Âlemlerin Efendisi (s.a.s.), Harem kapısında görünmüş, herkesin yüzünü tatlı bir tebessüm kaplamıştı. Zira gelen Muhammedü’l-Emîn idi. Kureyş’in, Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’e karşı sevgi, hürmet ve îtimâdı, her geçen gün daha da ziyâdeleşmişti. Bu sebeple Kureyşliler O’nu görür görmez: “İşte el-Emîn! O’nun aramızda hakem olmasına hepimiz râzıyız!” dediler. Efendimiz (s.a.s.) da, her kabîleden bir kişi seçmiş, ridâsını çıkarıp yere sermiş, sonra Hacer-i Esved’i ridâsının üzerine koydurup, seçtiği kişilerin her birine bir ucundan tutturmuş, mübârek taşı birlikte taşımışlar, Allah Resûlü (s.a.s.) de onu kendi elleriyle yerine yerleştirmişti. Böylece Efendimiz, fetânet ve firâsetini göstererek kabîleler arasında çıkabilecek muhtemel bir savaşa mânî olmuştu. (İbn Hişâm, es-Sîre, I, 209-214; Abdürrazzâk, el-Musannef, V, 319)

İşte ondaki bu ferâset, akıl ve fetânet nübüvvetle beraber kat kat artmıştır. Dolayısıyla o deli değil, bilakis mâverânın sır perdelerini aralayan nebevî bir akılla insanları gelmesi muhakkak bir azaba karşı uyaran, bütün hedefi insanların kurtuluşu olan ve bu hususta hiçbir dünyevî menfaat beklentisi olmayan, şefkat ve merhamet ummanı emsalsiz bir insandır. Onun vasıtasıyla Allah Teâlâ hakkı ortaya çıkarmış; hak onunla ayakta durup yükselirken, bâtıl onun karşısında tutunamayarak yok olup gitmiştir. Bâtılın zaman zaman kendi varlığını hissettirmesine aldanmamak lâzımdır. Çünkü onun tekrar geri dönüp, hak karşısında bir varlık ortaya koyması mümkün değildir. Bâtılın taraftarları da dünyada az bir müddet geçinip gitseler, yiyip içseler, bilmedikleri gaybî konularda atıp tutsalar da bunun bir ehemmiyeti yoktur. Çünkü:

51. Rasûlüm! Kâfirleri kıyâmet günü korkuya kapılarak dehşete düştükleri zaman bir görsen! Öyle ki, artık azaptan kaçıp kurtulacak hiçbir çâreleri kalmamıştır. Çünkü cehenneme çok yakın bir yerde yakalanmışlardır.

52. İş işten geçtikten sonra: “Kur’an’a ve Peygamber’e inandık!” diyecekler. Ama, bu kadar uzak bir mevkiden, tâ âhiretten dünyaya uzanarak, imana ve kurtuluşa ermek nasıl mümkün olacak?

53. Oysa daha önce inanmaları gereken zamanda onu inkâr etmişlerdi; o zaman tamâmen gayb âlemine âit olan âhiret hakkında uzaktan uzağa atıp tutuyorlardı.

54. Neticede, tıpkı daha önce benzerlerine yapıldığı gibi, onlarla arzu ettikleri şeyler arasına perde çekilecektir. Çünkü onlar, dinî gerçekler hakkında insanı sürekli şaşkınlığa götüren bir şüphe içindeydiler.


Ölüm anında zebânîler onları kıskıvrak yakalayacak, korkudan dehşete düşecekler, fakat kaçmaları mümkün olmayacak. İnanmadan ölüp gidecekler. Kabirden kalkarken dehşete düşecekler, yardım eden olmayacak. Cehennemin yakınlığını iyice hissetmeye başladıkları mahşerde dehşete düşecekler, kaçış ve kurtuluş olmayacak. Kıskıvrak yakalanıp cehenneme atılacaklar. Dünyadayken ve fırsat varken inkâr ettikleri için, artık orada Peygamber’e iman etmelerinin bir faydası yoktur. Tekrar dünyaya dönüp iman etmeleri ve yanlışlarını düzeltmeleri de mümkün olmayacaktır. Böyle olunca da, dünyada ölüm onları sevdiklerinden ayırdığı gibi, âhirette de cehennem onları tüm arzu duydukları şeylerden ayıracaktır. Onlarla, tekrar dünyaya dönüp iman etme gibi boş arzularının arasına, bir daha ebediyen kalkmayacak bir perde çekilecektir. O halde bizi ölüm anında ve âhirette böyle çaresiz bırakan inkâr, şirk ve şüphelerden uzaklaşıp, doğru yol rehberimiz Kur’an’ın aydınlığında ve ebedî önderimiz Peygamber (s.a.s.) izinde yürüyerek bu engelleri aşmaya, ebedî arzumuz olan cennet ve cemâlullâha ermeye çalışmalıyız.

Allah’a hamd ile başlayan Sebe’ sûresinin âhirette kâfirlerin böyle dehşetli bir azâba yakalanacaklarını haber veren bu âyetlerinden sonra, hem Peygamberimiz (s.a.s.)’e hem de mü’minlere büyük bir müjde ve Allah’ın bütün kullarına büyük bir nimet olması cihetiyle şimdi gelen Fâtır sûresinin de aynı şekilde hamd ile başlaması ne kadar münâsip ve güzel düşmektedir:
 
Üst Alt