şimdi tam zamani

Ayyüzlüm

Yeni Üyemiz
ŞİMDİ TAM ZAMANI


Bir coşku sardı her yanı. Herkes manevi atmosfer içerisinde; aylardır susuz kalmış, kurumuş olan yüreklerine nefes aldırmaya çalışıyor. Ruhlar, dünyanın kirli elbisesinden yoruldu artık. Dayatılan modern çağın inadına… Empoze edilmeye çalışılan entelliğin inadına… Ve atılan nice İslam dışı naraların inadına… Bir ucu selamet, bir ucu nefis terbiyesi, bir ucu maneviyat ve bir ucu ise Hakkın rızasını temsil eden takva elbisesine büründü kâinat sürurla. Şimdi; yamuk bakışları düzeltme, bozuk yürekleri tamir etme ve kimliğini yitirmiş, belki unutmuş, belki de unutturulmuş olan Müslüman’a “Kendine gel” deme zamanı. Yani, Hakka tam manasıyla kul olma zamanı. Yâre ilan-ı aşk etme zamanı. Âşık değil isek, âşık olmanın tam zamanı.


Tüm yaşanmış, yaşanan, yaşanacak olan, hakiki aşkın adını çalarak kendi pisliklerine bulayıp, kendi saplantılarının adını aşk koyanların inadına… Bozulmuş yürekleriyle, bozulmuş karakterleriyle ve bozulmuş, adileşmiş, özünü yitirmiş, ayakları yere basmayan, kendini gök kubbenin efendisi zanneden aciz, bir o kadar da garip insanların inadına… Şimdi tüm bu maskelerden sıyrılma zamanı. Öze kavuşma, kendinle buluşma ve nefsinle hesaplaşma zamanı.


Yitik yüreklerimizi bazen bir çöp kutusunda, bazen bir mağazanın vitrininde, bazen televizyon denen o menem şeyin bilinmeyen bir kanalında, bazen ise ötelerde, olmaması gereken yerde buluyoruz. Hep bir şeyler eksik dimağımızda. Nedense, bir yanımız her zaman buruk. Belirsiz bir arayış içinde benliğimiz. Bir şeyler buluyor kimi zaman, doğruluk derecesini bilmeden. Bulunan yalan gerçekler ise bizi avutmuyor. Doğru olan gerçekleri arıyor, yönünü kaybetmiş zihnimiz. İş bu noktaya gelince ümitsizlik başlıyor haliyle. İşte, gerçekler kendini böylesi gizlerken, gelen güzelliklerden bihaber yaşıyor insan. Yani, mübarek aylar gelip geçiyor da ruhu duymuyor. Ve bunun için ya hiçbir şey avutmuyor bizleri, bu gerçek. Bunun sonucu olarak yürekler mahzun, bedenler yorgun… Şiirde geçtiği gibi…


Sen ey gönlüm çok mu mahzunsun?


Hep akışan göllerin durgunluğu kadar durgunsun


Yoksa vurgun olman gerekene mi vurgunsun?


Ya da vurgun olmak isteyip de olamadığın için mi durgunsun?


Hangisi acaba?


Evet, yüreğimizle aramız ne derece iyi? Ne derece sadığız birbirimize? Sizce yüreğinin ne hissettiğini anlamayan, onun dilini bilmeyen, onunla dertleşmeyen, kısacası yüreği beyninden, beyni yüreğinden bağımsız olan var mıdır? Yani demem o ki, yüreğimizin çığlıklarını ne derece duyuyoruz ve anlıyoruz? Ya da yüreğimizin çığlıklarını duymamak için kulaklarımızı tıkıyor muyuz? Gelin soralım kendimize. “Ey gönlüm! Mahzunluğunun sebebi nedir? Vurgun olman gerekene, yani Rabbine vurgun olduğun için midir senin bu durgunluğun? Eğer öyleyse, olduğun gibi kal. Hiç değişme. Çünkü sen aradığını bulmuş, yârine kavuşmuşsun.


Bir de madalyonun öteki yüzü var. Vurgun olmaya çalışmak… Şiirde geçiyor ya; “Vurgun olmak isteyip de olamadığın için mi durgunsun?” Evet, işte önemli olan nokta burası… Rabbe âşık olmaya çalışmak… Onun varlığında yok olmayı istemek… Bunlar erişilmesi zor olmamakla birlikte çoğu insanın yapamadığı, dünyanın geçiciliğine aldanarak erişemediği saadetler. Ama şurası göz ardı edilemeyecek bir gerçek ki, O’na âşık olmaya çalışmak da kulluk görevlerimizden biridir. Ve işte onun için diyoruz ya, tam zamanı… Aşk zamanı… “Rahmetim gazabımı geçmiştir” diye buyuran Rabbimizin rahmetinin coştuğu, taştığı ve âlemleri aştığı zamandır. Yani üç aylardır. Mübarek aylar. Hakka yaklaşmak için bizlere sunulmuş ve değerlendirilmesi yine biz irade sahibi kullara bırakılmış doksan gün. İçinde nice kandilleri, ışıkları, yol göstericileri de bulunduran affa bahane aylar.


Yaşamakta olduğumuz günlerin içi, birileri tarafından boşaltılmış. Görülmeyen bir el bizi uzaklardan yönetiyor. Nedense birileri, bizim hayatımıza hâkim olma merakında hep… Bizi bize bırakmamaya söz vermiş sanki. Ve öyle ki, verdiği sözde de duruyor. Belki de bizler veriyoruz bu fırsatı. Fırsatlar insanları ulaşamadığı imkânsızlara eriştirirmiş. İşte, o meçhul birilerinin inadına, içi boşaltılmış günlerimizi doldurma zamanı… Azimle, gayretle çalışma zamanı… Ele geçen doksan günlük fırsatı hakkıyla değerlendirme zamanı… Tam zamanı… Aşk zamanı…


Uzunca bir yürüyüş var önümüzde. Hedefe ulaşmamız için ayaklarımızın altına serilmiş kırmızı bir halı. Ve iki adımda bir bize sunulan, nefes almamızı sağlayan bir bardak zemzem suyu... Bunca imkânları elimizin tersiyle iterek, doğru bildiğimiz yolda devam etmemiz ve sunulan imkânları değerlendiremememiz kimin zararına acaba? Elbette ki bizim. Bu yüzden saatleri hatta dakikaları bizim lehimize olan, içinde bulunduğumuz bu mübarek günleri, bu mübarek misafiri razı etmeliyiz. Nefsimizi kızdırma pahasına da olsa. Kimliğimizi her daim yanımızda taşımalıyız. Ödün vermemeliyiz değerlerimizden. Menzilimize varmamız için bunu yapmalıyız. Yani kendimiz olmalıyız. Başkaları gibi olmaya çalışırsak, her an bir şekle giren bukalemuna döneriz. İşte bunun için diyoruz ya, değişmenin, kendin olabilmenin tam zamanı… Binlerce kimlik yerine, bir kimlik taşımanın tam zamanı… Tüm boş vermişliğimizi yok etme, sorumluluğumuzun farkına varma zamanı… Kulluk bilincini idrak etme ve Yaratana kulluğun fevkine çıkma zamanı… Evet, tüm bu güzelliklerin tam zamanı… Ve aşk zamanı…

 
Üst Alt