T İsLami Fıkıh AnsikLopedisi (Alfabetik

ceylannur

Yeni Üyemiz
TABAKAT-I FUKAHA NE DEMEKTİR? KAÇA AYRILIR? Tabakat-ı Fukaha: Fakihlerin mertebeleri demektir Hanefi alimleri yedi mertebeye ayrılırlar

1- MÜCTEHİD FİŞ-ŞER'İ: Mutlak müctehid demektedir Bu tip müctehid Kur'an-ı Kerim ile sünnetin ışığı altında bir takım usul ve kaideler tesis ederek bir yol çizmiş ve şer'i meseleleri ona irca' etmiştir Bu durumda onların sayıları çoktur Kesin bir rakam vermek mümkün değildir İmam-ı a'zam, İmam Malık, İmam Şafii, Ahmed b Hanbel, Süfyan-ı Sevri, Süfyan b Uyeyne, Said b Müseyyeb bunlardandır Ancak bunların bir kısmının mezhebi yayılamadı, bir kısmı yayılıp bir müddet devam etti, bilahare silinip gitti Bir kısmı ise devam etmektedir Bunlar da İslam alanında meşhur olan dört mezheptir
2- MÜCTEHİD FİL-MEZHEB: Bunlar şer'i delillere baş vurduklarında ictihad edebilecek bir yeteneğine sahip kişilerdir Ancak bir müctehidi mutlakın tesis ettiği halde ve usulüne göre ictihadda bulunurlar Ebu Yusuf, İmam-ı Muhammed ve İmam-ı Müzeni gibi şahıslar bu mertebedendir
3- MÜCTEHİD FİL-MES'ELE : Mesailde ictihad gücüne sahip kişilerdir Ne usulde ne de füru'da müctehidi mutlaka muhalefet edemez Yalnız müctehidin görüşü bulunmayan meselelerde müctehidin kaide ve usulüne uygun bir şekilde ictihad edebilir Tahtavı, Serahsi ve Kerhi gibi kimseler bu tabakaya dahildiler
4- MUHARRİC: Bu tabakaya dahil olan fukaha ictihada Kadir değildir,fakat müctehidden gelen ve birkaç ihtimalı bulunan kavlin ibhamını izale edip açıklayan kimselerdir Razı ve Cürcani gibi kimseler bu tabakaya dahildirler
5- MURACCİH: Bu tabakaya dahil olanlar ictihada Kadir olmamakla beraber, müctehidden gelen iki görüşten birisini delillere dayanarak tercih edebilen kimselerdir Kuduri ve hidaye sahibi Merginanı gibi kimseler bu tabakaya dahildirler
6- MÜMEYYİZ: Bu tabakadaki fakihlerde yukarıdaki rütbelerden birisinde olmadığı halde, zahir el-Mezheb, zahir el-Rivaye ve rivayeti nadıreyi birbirinden fark eden ve bilen kimselerdir Muhtar ve Kenz sahibi kimseler bu tabakadan sayılırlar
7- SADE MUKALLİD: Bu sınıftaki fakihler yukarıda zikredilen mertebelerden hiç birisine yetişememiştir Ancak; Mezhebin messailini ezberleyip eserlerinde derleyen kimselerdir Haskefi ve İbn Abidin gibi kimseler bu tabakaya dahildirler, diyorlar Şafi mezhebine göre ise fakihlerin durumu üç mertebeye ayrılır:

1- Müctehidi Mutlak,
2- Müctehid fil-Mezhep,
3- Müctehid fil –Mesail veya Müraccıh'tır
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
TABAKAT-I MESAİL NE DEMEKTİR, KAÇA AYRILIR?
Tabakat-ı Mesail: Fıkhı meseleler mertebesi demektir Fıkhı meseleler üç mertebeye ayrılır:

1- Zahir el-rivaye veya Zahir el-mezhebtir:

Bu imam Muhammed'in yazdığı meşhur altı eserinde yer alan meselelerdir, bu eserler de şunlardır:

a) el-Mebsut
b) el-Camius-Sağır
c) el-Camiul-Kebir
d) ez-Ziyadat
e) es-Siyer es-Sağır
f) es-Siyer el-Kebir

İmam Muhammed kendi sözlerini bu kitaplarla tesbit ettiği gibi İmam A'zam ile İmam Ebu Yusuf'un sözlerini de yazıp tesbit etmiştir

2- Nevadır veya gayri zahir el-Mezhep:

Yukarıda adı geçen kitaplardan başka İmam-ı Muhammed'in yazdığı eserlerde yer alan mesaildir Bu kitaplarda şunlardır:
Keysaniyat, Haruniyat, Curcaniyat, Rakkıyat'tır Ayrıca İmam-ı Ebu Yusuf'un Emalı isimli kitabında bulunan meselelerde bu kabıldendir Emalı kelimesi imlanın çoğuludur, imla ise not etmek demektir Rakkiyat kitabı İmam-ı Muhammed'in RAKKA isimli şehirde kadı iken derlediği meselelerdir Keysaniyat da İmam-ı Muhammed'in Süleyman b Şuayb el-Keysani'ye not ettirdiği meselelerdir Haruniyat ise; İmam Muhammed'in, Harun er-Reşid zamanında derlediği meselelerdir

3- Vakıat:

Bunlar mezhepte hükümleri beyan edilmemiş, belki Hanefi fakihleri tarafından hükümleri belirtilmiş meselelerdir Buna Nevazılde denir Bu hususta ilk yazılmış eser Ebu Leyses-Semarkandı'nin "Nevazıl” adlı kitabıdır Zahir el-Mezhep kavli var ise başka kavil ile fetve vermek caiz değildir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
TAFSİLÎ İMAN

Ehl-i Sünnet imamları ve Tevhid ilmi âlimleri, "İslâm'da imanın hakikati nedir, aslî imanın rükünleri nelerdir, iman ile salih amel arasındaki münasebet nedir?" sorularının cevabını incelerken, kısacası, "İman" bahsini işlerken, "İcmalî ve Tafsilî" iman konusuna da temas etmişlerdir Biz burada, ansiklopedi maddeleri arasında yer alan "Tafsilî İman" konusunda muteber ana kaynaklarda geçen bilgileri özetleyeceğiz
Mutlak iman'ın rükünleri ve temel esasları olduğu gibi, "Tafsilî İman"ın da rükünleri, temel esasları ve dereceleri vardır Bunların her biri hakkındaki bilgiye ve tasdikin niteliğine göre, Ehl-i Sünnet âlimleri, "Tafsilî İman"ın üç derecesi olduğunu söylemişler, herbirinin temel esaslarını ve özelliğini beyan etmişlerdir
Tafsilî imanın birinci derecesi: Şu üç büyük temel esasa inanmaktır:
1- Allahu Teâlâ'nın varlığına, birliğine, eşi ve ortağı bulunmadığına, yegâne yaratıcı ve ibadete lâyık tek mabud olduğuna, bütün kemal sıfatlarla muttasıf, her türlü noksanlıklardan uzak ve münezzeh olduğuna,
2- Hz Muhammed (sav)'in Allah'ın kulu ve son peygamberi (Hâtemu'l-Enbiya) olduğuna, bütün milletlere ve tüm insanlara ve cinlere hak peygamber olarak gönderildiğine,
3- Ölümden sonra dirilmenin (Ba'su ba'de'l-mevt),Ahiretin, yani "İkinci Hayat"ın, "Ahiret Ahvâli" denilen Cennet ve nimetlerinin, Cehennem ve azabının ve âhiretteki diğer ilâhi hakikatlerın hak ve gerçek olduğuna kesin olarak (yakînen) inanmaktır
Tafsilî imanın ikinci ve daha yüksek derecesi: "Âmentü" de ifadesini bulan ve her müslümanın şeksiz şüphesiz inanması gereken altı iman esasına inanmaktır Bunlar; Allah'a, Meleklerine, Kitâplarına, Peygamberlerine, Ahiret gününe ve Kaza ve Kadere (hayır ve şerrin Allah'dan, O'nun yaratması ve takdiri ile olduğuna) kesin olarak inanmaktır Bu esaslar; Kur'ân-ı Kerîm'de bir çok âyetlerde bazen birkaçı, bazen hepsi bir arada beyan edilmiştir Ey iman edenler! Allah'a, peygamberine, peygamberine indirdiği Kitap'a ve daha önce indirdiği kitap'a iman edin Kim; Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, şüphesiz ki o, derin bir sapıklığa düşmüştür" (en-Nisâ, 4/136) Ayrıca bk el-Bakara, 2/177, 185 Kaza ve kadere iman ise, Allah'a ve mukaddes sıfatlarına (özellikle ilim, irade, kudret ve tekvin sıfatlarına) imanın tabi bir neticesidir (Bk el-Kamer 54/49, el-Furkan 25/2, Fussilet 41/12, el-Hadid 57/22, et-Tevbe 9/51) Hz Ömer (ra)'ın Peygamberimiz (sas)'den naklettiği meşhur "İman, İslâm ve İhsan " hakkındaki Cibril hadisinde, kaza ve kadere iman ayrıca zikredilmişti Bu meşhur hadise göre "İman nedir?" sorusuna cevaben peygamberimiz iman esaslarını; "Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve kadere; hayrın da, şerrin de Allah'dan olduğuna inanmaktır" diye açıklamıştır Bu hadis, Sünen-i Ebi Davud hariç Kütübü Sitte'de (Buharî, Müslim, Tirmizî, Nesaî ve İbn Mâce) mevcut olup, hadis ilminde tevâtür derecesine ulaşmıştır Bu bakımdan İslâm âlimlerince kaza ve kadere iman, iman esaslarından kabul edilmiş, Ehl-i Sünnet mezhebinin ana kitaplarında yer almıştır (Bk Kaza ve Kadere İman maddesi)
Kur'an'a, Sünnete ve İslâm âlimlerinin icmâına göre İslâm'da iman esaslarının birincisi, Allahu Teâlâ'ya imandır Çünkü diğer esaslara iman, önce bu ana esasa inanmaya bağlıdır Ancak, Allah'a iman etmek; yalnız Hak Teâlâ'nın yüce Zâtına inanmaktan ibaret olmayıp, aynı zamanda o ilâhî varlığın Zâtı hakkında vâcip (zarûrî) olan Kemal Sıfatları ile, yüce Zâtının vasfedilmesi imkânsız olan noksan sıfâtları ve Zât-ı İlâhisi hakkında inanılması câiz olan sıfatları icmalî veya tafsilî olarak bilmek ve onlara inanmakla olur "Allahu Teâlâ'ya İman" sözünden maksat işte budur (Bkz Allah'a İman maddesi)
İslâm'da iman esaslarından ikincisi; Allahu Teâlâ'nın melekleri olduğuna inanmaktır Melekler, Hak Teâlâ'nın kelâmı olan vahy-i ilâhiyi, Allah'ın peygamberlerine, semavî âlemden, insanlık âlemine nakleden Allah Elçileri, bu âlemin nizamını sağlayan ilâhî vasıtalar, nuranî varlıklardır O halde, vahy-i ilâhiye ve peygamberlere inanmak, ancak meleklere inanmakla olur Diğer bir tabirle; peygamberlere inanmadan önce, onlara peygamberliği getiren meleğin varlığına inanmak gerekir Bu bakımdan, meleğin varlığına iman, peygamberliğe de iman demektir Meleği inkâr ise, peygamberliği de inkâr manasına gelir İşte bu sebepledir ki, meleklere iman, iman esasları esasında Allah'a imandan sonra yer almış, daha sonra da, kitaplara ve peygamberlere iman etmek zikredilmiştir "Peygamber, Rabbi tarafından indirilene (Kur'an'a) inandı, mü'minler de inandılar Her biri, Allah'a, melek/erine, kitaplarına ve peygamberlerine inandılar" (el-Bakara, 2/285)
Kur'an-ı Kerim'in bir çok ayetlerinde meleklerin, diğer varlıklar gibi, müstakil olarak yaratılan, fakat canlı varlıklara mahsus olan yemek içmek, uyumak, evlenmek gibi hallerden uzak, erkeklik ve dişilikle vasıflanmayan nuranî ve lâtif varlıklar olduğu, kendilerine verilen büyük işleri yapmaya, en kısa zamanda, en uzak mesafeleri katetmeye, diledikleri şekil ve surette görünmeye muktedir, Hak Teâlâ'nın mükerrem kıldığı şerefli yaratıkları oldukları beyan olmuştur Bu bakımdan melekler, itibarî birer varlık olmayıp, Hak Teâlâ'ya asla isyan etmeyen, O'nun emirlerini usanmadan ve noksansız yerine getiren, nûranî, masum (günahsız) ve mükerrem kullardır: "Onlar, Allah'ın emirlerine isyan edip karşı gelmezler ve emrolundukları şeyleri (aynen) yaparlar" (et-Tahrim, 66/6, el-Enbiyâ, 21/26) (Bk Ali Arslan Aydın, İslâm İnançları (Tevhid ve İlm-i Kelâm), I, 402-403-7 baskı İst 1984; Bk Meleklere İman maddesi)
Semavî kitapların hepsine iman, iman esaslarındandır: Hak Teâlâ'nın insanlar arasından seçtiği "Nebî ve Resul" adı verilen, dilimizde "Peygamber" diye anılan mümtaz ve seçkin şahsiyetlere, yalnız kendi milletlerine veya bütün insanlara tebliğ etmek üzere Allah Teâlâ "İIâhî Kitaplar" indirmiştir Bu kitaplar, lâfız ve mana bakımından Allah Kelâmı olup, her şeyden önce insanları her türlü dalâlet ve sapıklıktan, kötü ve karanlık yollardan çıkararak, onları doğru ve güzel yollara sevketmek suretiyle hak ve ilâh hidayet nuruna kavuşturmak için indirilmiştir O halde "Mukaddes Kitapları" beşeriyete tebliğ etmek ve ilâhî hükümleri onlara bildirmek için peygamberlere, peygamberlik iddiasında olan bir zâtı Allah'ın elçisi olarak kabul edebilmek için de, kendine vahyedilen bir kitap veya suhufa ihtiyaç vardır Bu sebepledir ki; mü'min bir müslüman olabilmek için, Allah'a ve meleklerine imandan sonra, ilâhî kitaplara ve peygamberlere iman etmek şarttır Her peygambere niçin bir kitap veya suhuf verildiği şu ayeti kerimede beyan edilmektedir: "İnsanların ihtilâfa düştükleri şeyler hakkında hükmetmek için peygamberlerle beraber hak (ve gerçek) kitaplar da indirildi" (el-Bakara, 2/213) Kendisine müstakil bir kitap veya suhuf verilmeyen peygamberler ise, daha önce indirilen ilâhî kitap veya suhufa tabi olmuşlar, kendi milletlerine onun hükmünü talim ve telkin etmekle emredilmişlerdir Bu sebeple İslâm dini, yalnız Kur'anı Kerime değil, daha önce dünya milletlerine indirilen Mukaddes Kitaplar"ın hepsine iman etmeyi emretmekte, bütün ilâhi kitap ve suhufa inanmayı, iman esaslarından saymaktadır Ancak bu kitap ve suhufun tamamının isimleri ayrı ayrı zikredilmediğinden, bunlardan, Kur'an'da isimleri zikredilen mukaddes kitaplara ayrı ayrı inanmak, her birinin Allah kelâmı olduğunu kalp ile tasdik etmek lâzımdır Bu kitaplar; Musa (as)'a indirilen Tevrat, Dâvud (as)'a indirilen Zebur, İsâ (as)'a verilen İncil ile, Hz Muhammed (sas)'e indirilen en son ve en mükemmel ilâhi kitap Kur'an-ı Kerim'dir Ayrıca yüz Suhuf", sahifeler halinde indirilmiştir Sahih hadislere göre bunlardan (10) adedi Hz Âdem'e, (10) adedi Hz İbrahim'e, (50) adedi Hz Şit'e ve (30) adedi de Hz İdris (aleyhisselâm)'a verilmiştir Bu sebeple, tafsilî olarak, bütün peygamberlere indirilen "İlâhi kitaplar''ın ve "Suhuf”un tamamına inanmak her müslümana farzdır (age, I, s 419-422) (Bkz Kitaplara iman maddesi)
Bütün peygamberlere iman, iman esaslarındandır:
Kur'an-ı Kerim'de geçen birçok ayetlere ve peygamberimizin hadislerine göre, İslâm'da İman esaslarından biri de; Allahu Teâlâ tarafından insanları irşad ederek onlara doğru yolu göstermek için gönderilen peygamberlere iman etmektir Hz Âdem'den, Hz Muhammed (sas)'e kadar gelmiş geçmiş bütün peygamberlere inanmak, iman esasları arasında mühim bir rükündür Çünkü, İlâhî kitapları insanlara tebliğ etmekle mükellef olan peygamberlere iman edilmeden, mukaddes kitaplara iman etmek mümkün değildir Bu bakımdan Kur'an-ı Kerim'de, peygamberlere iman, onlara vahyolunan kitaplara imanla birlikte zikredilir (Bkz el-Bakara 2/177, 285, en-Nisâ 4/136) Gerçek şudur ki, peygamberlik müessesesine inanılmadan din, yani ilâhî emir ve yasaklar söz konusu olamaz Çünkü peygamberler Hak Teâlâ'nın, insanları irşad için gönderdiği birer elçi olarak, ilâhî hükümleri yalnız tebliğ etmekle kalmazlar, aynı zamanda bu hükümleri bizzat tatbik eder ve günlük hayatımızda nasıl uygulanacağını gösterirler Peygamberler, özünde ve sözünde doğru ve sadık her zaman, dürüst, emin, iyi ve güzel birer örnek oldukları için, insanlara tesir eder, onlara iman aşılar, peşlerinden sürükleyerek hayatlarında esaslı değişiklik yaparlar Bu bakımdan manevî bir hediye ve ilahî bir mevhibe olan peygamberlikten hiçbir millet mahrum bırakılmamıştır Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de: "Hiç bir millet yoktur ki, kendi içinde (onları Allah azabıyla) korkutan biri (yani bir peygamber) gelip geçmiş olmasın" (Fâtır, 35/24) "Her milletin bir peygamberi vardır" (Yunus, 10/47) buyurulmuştur Kur'an-ı Kerîm müslümanlara, yalnız İslâm peygamberi Hz Muhammed (sas)'e değil, dünya milletlerine gönderilen bütün peygamberlere de iman etmeyi emretmiştir (Bk el-Bakara, 2/136)
Bu esasa göre müslümanların, Kur'an-ı Kerîm'de adları zikredilen peygamberlerin her birine ayrı ayrı inanmaları, ayrıca adları bildirilmeyen diğer peygamberlere de toplu olarak iman etmeleri gerekir Nitekim Hak Teâlâ: "Peygamberlerin bir kısmını bundan önce sana haber verdik, bir kısmını ise haber vermedik" (en-Nisâ, 4/164, el-Mü'min, 40/78) buyuruyor Kur'an-ı Kerîm'de yalnız 25 peygamberin adı geçmektedir ki her birine iman gereklidir, Bunlar, Âdem, İdris, Nûh, Hûd, Sâlih, Lût, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub, Yusuf, Şuayb, Musa, Hârun, Dâvut, Süleyman, Eyyub, Zülkifl, Yunus, İlyas, İlyesa, Zekeryya, Yahya, İsâ ve Hz Muhammed (Salavatallahu aleyhim ecmaîn)'dir
İslâm'a göre insanlara gönderilen ilk peygamber Âdem (as), bütün insanlık âlemine gönderilen peygamber ise, Hz Muhammed (sas)'dir "Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve (Allah azabıyla) korkutucu olarak gönderdik" (Sebe, 34/28) 0 "Hatemü'l Enbiyâ”dır, peygamberlerin en büyüğü ve sonuncusudur Peygamberlik onunla son bulmuştur Ondan sonra artık peygamber gönderilmeyecektir Ehl-i Sünnete göre peygamberlerin adedi şu kadardır diye sınırlamamak daha doğrudur Aksi halde, peygamberlerin adedini artırmak veya eksiltmek gibi bir hataya düşmek ihtimali vardır Bu ise asla doğru olmaz (Bk Seyyid Ali el-Cürcânî, Şerhu'l-Mevâkıf, III,182-190; Sadeddin et-Taftazanî, Şerhu'l-Makâsıd, II, 128-129) (Bk Peygamberlere İman maddesi)
Ahiret'e, İkinci Hayata, Ba'su ba'de'l-mevte ve Ahiret ahvaline yakînen iman, İslâm'da iman esasları arasında çok önemli bir rükündür Ahiret; ölümden sonra başlayacak olan yeni ve sonsuz (ebedî) bir hayattır Bu hayat, berzah hayatı" denilen kabır hayatı ile başlar Yani kabır, Ahiretin ilk merhalesi ve ilk durağıdır Sonra zamanı gelince, Hak Teâlâ'nın emir ve iradesiyle bu dünyadaki canlı ve cansız bütün varlıklar yok edilecek, "Kıyâmet" kopacak, yeni ve sonsuz bir âlem kurulacaktır Bütün ölüler o gün ruh ve cesetleriyle birlikte diriltilecek ve "Mahser"de toplanarak Allah'a hesap vereceklerdir Ameli iyi (salih) olanlar, "Sırat"ı geçerek "Cennet"e, kötü olanlar ise geçemeyerek Cehennem"e gireceklerdir Bütün bunlar ve din günündeki diğer hadiseler, Ahiret hayatını teşkil eder Ahiretin bu safhası, ölümsüz ve sonsuz (ebed) bir hayattır Dinî ıstılahta "Ahiret Günü" denince; "İsrâfil (as)'ın Allah Teâlâ'nın emriyle kıyâmeti ilan eden "Sûr"a üflediği "Birinci nefha"dan, ölülerin dirilmesini (Ba'su ba'del mevti) sağlayan "İkinci nefha"ya ve "Mahşer"de Hesap ve Kitap”dan sonra, cennet ehlinin Cennete, cehennem ehlinin Cehenneme girmesine kadar geçecek olan zaman, diğer bir görüşe göre, İkinci nefha"dan başlayıp, sonsuz olarak devamedip giden zaman (ebedî hayat)" anlaşılır O halde "Kıyâmet", İsrafil (as)'ın "Sûr'a üfürmesi", bütün insanların yeniden (ruh ve cesetle) dirilmesi (Ba'sû ba'de'l-mevt), "Mahşerde toplanması", herkese "kitap"ının (yani dünyada yaptıkları iyi ve kötü işlere ait "amel defteri"nin) verilmesi, amellerinin ilâhî "Mizan"da tartılması, herkesin dünyada yaptıgı işlerden "Hesab"a çekilmesi, "Şefaat”, Sırat”, "Cennet" ve "Cehennem" Bunların hepsi, Ahiret gününün hadiseleridir Bunlara; Ahiret ve Ahiret Ahvali" denir İslâm akâidine göre, "Ahiret Günü"ne, yani dünya hayatının kıyametle son bulmasıyla kurulacak olan yeni "Ebed Âlem"e ve oradaki "İkinci Hayat”a kesin olarak (yakînen) inanmak, İslâm'da iman esasları esasında çok önemli bir rükündür Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de; " Allah'a ve Ahiret gününe iman edip, salih (iyi ve güzel) amel işleyen kimselerin Rableri yanında büyük ecirleri vardır Onlar için korku yoktur Ondan mahzun da olmazlar” (el-Bakara, 2/62) buyrulmakta; takva sahibi müminler, "Ahiret'e yakînen iman etmek (el-Bakara, 2/8) ile, yani şek ve şüpheden uzak, kesin bir iman ile inanmakla övülmektedirler Gerçekte; yalnız nakl delillerle, yani Kur'an ayetleri ve sahih hadislerle bilinen ve gözümüzle görülmeyen yeni bir âlemin (gâib âleminin), yani Ahiret hayatı"nın hak ve vâki olduğuna inanmak, büyük bir teslimiyet, kâmil bir iman ister Bu bakımdan, Ahirete, yani ikinci hayata, onun ilâhî oluşumundan sayılan, Berzah hayatı"na, ölümden sonra dirilmeye Haşir ve Neşir"e, "Mahşer"e, "Sual ve Hesab"a, "Mizan ve Sırat"a, "Cennet ve Cehennem"e iman, fert ve cemiyet hayatındaki yapıcı tesirleri yönünden İslâm'da İman Esasları" arasında çok önemli bir yer işgal eder Bu sebeple Ahiret inancı olmayan hiçbir semav din yoktur Çünkü bu inanç olmadan ona "Din" demek, mümkün değildir (Bk hiret'e İman maddesi)
Tafsil İman'ın Üçüncü ve en yüksek derecesi:
Hâtemul Enbiya ve Seyyidil mürselin Hz Muhammed tsas)'in, Hak Teâlâ tarafından Kitabullah” (Kur'ân-ı Kerim) ve Peygamberimizin sünneti (sahih hadisler) ile beşeriyete tebliğ ettiği kesin olarak bilinen ilâhî esas ve hükümlerin (emir ve yasakların) tamamına ve her birine ayrı ayrı (murad-ı ilâhîye uygun olarak) iman etmektir Daha açık bir tabirle; Allah Kelâmı olduğu kesin olarak bilinen Kur'an Ayetlerinde ve Peygamber (as)'ın sahih hadislerinde zikredilen namaz, oruç, zekât ve hac gibi farz ibadetleri; adam öldürmek, anababaya isyan etmek yalan söylemek, alkollü içki içmek, zina etmek ve kumar oynamak gibi haramları, hülâsa her türlü İlâhî emir ve yasakları, iman, islâm ve ahlâk esaslarını ve her biri ile ilgili din hükümleri ve delillerini gücü yettiğince öğrenerek bunların farz, vâcib, haram veya helâl olduklarını tasdik etmek ve hepsinin hak ve gerçek olduğuna ayrı ayrı iman etmek; İslâm'da tafsilî iman derecelerinin en yükseğidir Ancak, imanın bu derecesine ulaşabilmek, çok geniş ve etraflı bir ilim sahibi olmayı, yani aslî (itikadî) ve fer'î (Fıkhî-amelî) bütün dinî esas ve hükümleri ayrı ayrı öğrenip, her birine irade ve ihtiyar ile yakînen inanmayı gerektirir Bu ise, ancak, bu nitelikte ilim ve iman sahibi olan âlimlere, din bilginlerine nasip olur O halde tafsilî imanın dereceleri, her müslümanın imkân, bilgi, meslek ve ilmî ehliyet ve yeteneklerine göre değişir Gerçekte her müslüman, sahip olduğu ilim ve kabıliyet ile orantılı olarak mükellef ve Allah indinde mes'uldur Bu bakımdan, genel olarak herkes için farz kılınan iman, imanın ilk derecesi sayılan "İcmalî İman"dır Çünkü, İslâm binasına ancak bu ana kapıdan girilir Ancak, bununla yetinilmeyerek, İslâm akâidinin temel unsurları olan iman esaslarının tamamını bütün gücü ile öğrenmeye gayret etmek, onlara tereddütsüz ve kesin olarak inanarak iman derecelerinde yükselmek, onu kemale erdirmek, her müslümanın aslı görevidir Bu şuur ve gayret içinde olan müslümanlar takva yollarında ilerlemiş, imanlarını kuvvetlendirmiş, onu olgunlaştırarak kemale erdirmiş olurlar (Bk Şerhu'l-Mevâkıf, III, 182- 190; Şerhu'l-Makâsıd, II, 128- 135; Şerhu'l-Akâidi'n-Nesefiyye, 457; Salih Musa Şeref, Müzekkerat fi't-Tevhid, IV, 167-178, 185-196, Kahire 1952; İmâm-ı Âzam Ebû Hanife, Fıkh-ı Ekber ve Aliyyul-Kar Şerhi, 76-80; İmamu'-Harameyn el-Cüveyn, Kitabu'l-irsad, 396-398; İslam İnanışları (İlm-i Kelâm), İstanbul 1984, 1, 148-157)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
TAFSİLÎ İMAN

Ehl-i Sünnet imamları ve Tevhid ilmi âlimleri, "İslâm'da imanın hakikati nedir, aslî imanın rükünleri nelerdir, iman ile salih amel arasındaki münasebet nedir?" sorularının cevabını incelerken, kısacası, "İman" bahsini işlerken, "İcmalî ve Tafsilî" iman konusuna da temas etmişlerdir Biz burada, ansiklopedi maddeleri arasında yer alan "Tafsilî İman" konusunda muteber ana kaynaklarda geçen bilgileri özetleyeceğiz
Mutlak iman'ın rükünleri ve temel esasları olduğu gibi, "Tafsilî İman"ın da rükünleri, temel esasları ve dereceleri vardır Bunların her biri hakkındaki bilgiye ve tasdikin niteliğine göre, Ehl-i Sünnet âlimleri, "Tafsilî İman"ın üç derecesi olduğunu söylemişler, herbirinin temel esaslarını ve özelliğini beyan etmişlerdir
Tafsilî imanın birinci derecesi: Şu üç büyük temel esasa inanmaktır:
1- Allahu Teâlâ'nın varlığına, birliğine, eşi ve ortağı bulunmadığına, yegâne yaratıcı ve ibadete lâyık tek mabud olduğuna, bütün kemal sıfatlarla muttasıf, her türlü noksanlıklardan uzak ve münezzeh olduğuna,
2- Hz Muhammed (sav)'in Allah'ın kulu ve son peygamberi (Hâtemu'l-Enbiya) olduğuna, bütün milletlere ve tüm insanlara ve cinlere hak peygamber olarak gönderildiğine,
3- Ölümden sonra dirilmenin (Ba'su ba'de'l-mevt),Ahiretin, yani "İkinci Hayat"ın, "Ahiret Ahvâli" denilen Cennet ve nimetlerinin, Cehennem ve azabının ve âhiretteki diğer ilâhi hakikatlerın hak ve gerçek olduğuna kesin olarak (yakînen) inanmaktır
Tafsilî imanın ikinci ve daha yüksek derecesi: "Âmentü" de ifadesini bulan ve her müslümanın şeksiz şüphesiz inanması gereken altı iman esasına inanmaktır Bunlar; Allah'a, Meleklerine, Kitâplarına, Peygamberlerine, Ahiret gününe ve Kaza ve Kadere (hayır ve şerrin Allah'dan, O'nun yaratması ve takdiri ile olduğuna) kesin olarak inanmaktır Bu esaslar; Kur'ân-ı Kerîm'de bir çok âyetlerde bazen birkaçı, bazen hepsi bir arada beyan edilmiştir Ey iman edenler! Allah'a, peygamberine, peygamberine indirdiği Kitap'a ve daha önce indirdiği kitap'a iman edin Kim; Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, şüphesiz ki o, derin bir sapıklığa düşmüştür" (en-Nisâ, 4/136) Ayrıca bk el-Bakara, 2/177, 185 Kaza ve kadere iman ise, Allah'a ve mukaddes sıfatlarına (özellikle ilim, irade, kudret ve tekvin sıfatlarına) imanın tabi bir neticesidir (Bk el-Kamer 54/49, el-Furkan 25/2, Fussilet 41/12, el-Hadid 57/22, et-Tevbe 9/51) Hz Ömer (ra)'ın Peygamberimiz (sas)'den naklettiği meşhur "İman, İslâm ve İhsan " hakkındaki Cibril hadisinde, kaza ve kadere iman ayrıca zikredilmişti Bu meşhur hadise göre "İman nedir?" sorusuna cevaben peygamberimiz iman esaslarını; "Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve kadere; hayrın da, şerrin de Allah'dan olduğuna inanmaktır" diye açıklamıştır Bu hadis, Sünen-i Ebi Davud hariç Kütübü Sitte'de (Buharî, Müslim, Tirmizî, Nesaî ve İbn Mâce) mevcut olup, hadis ilminde tevâtür derecesine ulaşmıştır Bu bakımdan İslâm âlimlerince kaza ve kadere iman, iman esaslarından kabul edilmiş, Ehl-i Sünnet mezhebinin ana kitaplarında yer almıştır (Bk Kaza ve Kadere İman maddesi)
Kur'an'a, Sünnete ve İslâm âlimlerinin icmâına göre İslâm'da iman esaslarının birincisi, Allahu Teâlâ'ya imandır Çünkü diğer esaslara iman, önce bu ana esasa inanmaya bağlıdır Ancak, Allah'a iman etmek; yalnız Hak Teâlâ'nın yüce Zâtına inanmaktan ibaret olmayıp, aynı zamanda o ilâhî varlığın Zâtı hakkında vâcip (zarûrî) olan Kemal Sıfatları ile, yüce Zâtının vasfedilmesi imkânsız olan noksan sıfâtları ve Zât-ı İlâhisi hakkında inanılması câiz olan sıfatları icmalî veya tafsilî olarak bilmek ve onlara inanmakla olur "Allahu Teâlâ'ya İman" sözünden maksat işte budur (Bkz Allah'a İman maddesi)
İslâm'da iman esaslarından ikincisi; Allahu Teâlâ'nın melekleri olduğuna inanmaktır Melekler, Hak Teâlâ'nın kelâmı olan vahy-i ilâhiyi, Allah'ın peygamberlerine, semavî âlemden, insanlık âlemine nakleden Allah Elçileri, bu âlemin nizamını sağlayan ilâhî vasıtalar, nuranî varlıklardır O halde, vahy-i ilâhiye ve peygamberlere inanmak, ancak meleklere inanmakla olur Diğer bir tabirle; peygamberlere inanmadan önce, onlara peygamberliği getiren meleğin varlığına inanmak gerekir Bu bakımdan, meleğin varlığına iman, peygamberliğe de iman demektir Meleği inkâr ise, peygamberliği de inkâr manasına gelir İşte bu sebepledir ki, meleklere iman, iman esasları esasında Allah'a imandan sonra yer almış, daha sonra da, kitaplara ve peygamberlere iman etmek zikredilmiştir "Peygamber, Rabbi tarafından indirilene (Kur'an'a) inandı, mü'minler de inandılar Her biri, Allah'a, melek/erine, kitaplarına ve peygamberlerine inandılar" (el-Bakara, 2/285)
Kur'an-ı Kerim'in bir çok ayetlerinde meleklerin, diğer varlıklar gibi, müstakil olarak yaratılan, fakat canlı varlıklara mahsus olan yemek içmek, uyumak, evlenmek gibi hallerden uzak, erkeklik ve dişilikle vasıflanmayan nuranî ve lâtif varlıklar olduğu, kendilerine verilen büyük işleri yapmaya, en kısa zamanda, en uzak mesafeleri katetmeye, diledikleri şekil ve surette görünmeye muktedir, Hak Teâlâ'nın mükerrem kıldığı şerefli yaratıkları oldukları beyan olmuştur Bu bakımdan melekler, itibarî birer varlık olmayıp, Hak Teâlâ'ya asla isyan etmeyen, O'nun emirlerini usanmadan ve noksansız yerine getiren, nûranî, masum (günahsız) ve mükerrem kullardır: "Onlar, Allah'ın emirlerine isyan edip karşı gelmezler ve emrolundukları şeyleri (aynen) yaparlar" (et-Tahrim, 66/6, el-Enbiyâ, 21/26) (Bk Ali Arslan Aydın, İslâm İnançları (Tevhid ve İlm-i Kelâm), I, 402-403-7 baskı İst 1984; Bk Meleklere İman maddesi)
Semavî kitapların hepsine iman, iman esaslarındandır: Hak Teâlâ'nın insanlar arasından seçtiği "Nebî ve Resul" adı verilen, dilimizde "Peygamber" diye anılan mümtaz ve seçkin şahsiyetlere, yalnız kendi milletlerine veya bütün insanlara tebliğ etmek üzere Allah Teâlâ "İIâhî Kitaplar" indirmiştir Bu kitaplar, lâfız ve mana bakımından Allah Kelâmı olup, her şeyden önce insanları her türlü dalâlet ve sapıklıktan, kötü ve karanlık yollardan çıkararak, onları doğru ve güzel yollara sevketmek suretiyle hak ve ilâh hidayet nuruna kavuşturmak için indirilmiştir O halde "Mukaddes Kitapları" beşeriyete tebliğ etmek ve ilâhî hükümleri onlara bildirmek için peygamberlere, peygamberlik iddiasında olan bir zâtı Allah'ın elçisi olarak kabul edebilmek için de, kendine vahyedilen bir kitap veya suhufa ihtiyaç vardır Bu sebepledir ki; mü'min bir müslüman olabilmek için, Allah'a ve meleklerine imandan sonra, ilâhî kitaplara ve peygamberlere iman etmek şarttır Her peygambere niçin bir kitap veya suhuf verildiği şu ayeti kerimede beyan edilmektedir: "İnsanların ihtilâfa düştükleri şeyler hakkında hükmetmek için peygamberlerle beraber hak (ve gerçek) kitaplar da indirildi" (el-Bakara, 2/213) Kendisine müstakil bir kitap veya suhuf verilmeyen peygamberler ise, daha önce indirilen ilâhî kitap veya suhufa tabi olmuşlar, kendi milletlerine onun hükmünü talim ve telkin etmekle emredilmişlerdir Bu sebeple İslâm dini, yalnız Kur'anı Kerime değil, daha önce dünya milletlerine indirilen Mukaddes Kitaplar"ın hepsine iman etmeyi emretmekte, bütün ilâhi kitap ve suhufa inanmayı, iman esaslarından saymaktadır Ancak bu kitap ve suhufun tamamının isimleri ayrı ayrı zikredilmediğinden, bunlardan, Kur'an'da isimleri zikredilen mukaddes kitaplara ayrı ayrı inanmak, her birinin Allah kelâmı olduğunu kalp ile tasdik etmek lâzımdır Bu kitaplar; Musa (as)'a indirilen Tevrat, Dâvud (as)'a indirilen Zebur, İsâ (as)'a verilen İncil ile, Hz Muhammed (sas)'e indirilen en son ve en mükemmel ilâhi kitap Kur'an-ı Kerim'dir Ayrıca yüz Suhuf", sahifeler halinde indirilmiştir Sahih hadislere göre bunlardan (10) adedi Hz Âdem'e, (10) adedi Hz İbrahim'e, (50) adedi Hz Şit'e ve (30) adedi de Hz İdris (aleyhisselâm)'a verilmiştir Bu sebeple, tafsilî olarak, bütün peygamberlere indirilen "İlâhi kitaplar''ın ve "Suhuf”un tamamına inanmak her müslümana farzdır (age, I, s 419-422) (Bkz Kitaplara iman maddesi)
Bütün peygamberlere iman, iman esaslarındandır:
Kur'an-ı Kerim'de geçen birçok ayetlere ve peygamberimizin hadislerine göre, İslâm'da İman esaslarından biri de; Allahu Teâlâ tarafından insanları irşad ederek onlara doğru yolu göstermek için gönderilen peygamberlere iman etmektir Hz Âdem'den, Hz Muhammed (sas)'e kadar gelmiş geçmiş bütün peygamberlere inanmak, iman esasları arasında mühim bir rükündür Çünkü, İlâhî kitapları insanlara tebliğ etmekle mükellef olan peygamberlere iman edilmeden, mukaddes kitaplara iman etmek mümkün değildir Bu bakımdan Kur'an-ı Kerim'de, peygamberlere iman, onlara vahyolunan kitaplara imanla birlikte zikredilir (Bkz el-Bakara 2/177, 285, en-Nisâ 4/136) Gerçek şudur ki, peygamberlik müessesesine inanılmadan din, yani ilâhî emir ve yasaklar söz konusu olamaz Çünkü peygamberler Hak Teâlâ'nın, insanları irşad için gönderdiği birer elçi olarak, ilâhî hükümleri yalnız tebliğ etmekle kalmazlar, aynı zamanda bu hükümleri bizzat tatbik eder ve günlük hayatımızda nasıl uygulanacağını gösterirler Peygamberler, özünde ve sözünde doğru ve sadık her zaman, dürüst, emin, iyi ve güzel birer örnek oldukları için, insanlara tesir eder, onlara iman aşılar, peşlerinden sürükleyerek hayatlarında esaslı değişiklik yaparlar Bu bakımdan manevî bir hediye ve ilahî bir mevhibe olan peygamberlikten hiçbir millet mahrum bırakılmamıştır Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de: "Hiç bir millet yoktur ki, kendi içinde (onları Allah azabıyla) korkutan biri (yani bir peygamber) gelip geçmiş olmasın" (Fâtır, 35/24) "Her milletin bir peygamberi vardır" (Yunus, 10/47) buyurulmuştur Kur'an-ı Kerîm müslümanlara, yalnız İslâm peygamberi Hz Muhammed (sas)'e değil, dünya milletlerine gönderilen bütün peygamberlere de iman etmeyi emretmiştir (Bk el-Bakara, 2/136)
Bu esasa göre müslümanların, Kur'an-ı Kerîm'de adları zikredilen peygamberlerin her birine ayrı ayrı inanmaları, ayrıca adları bildirilmeyen diğer peygamberlere de toplu olarak iman etmeleri gerekir Nitekim Hak Teâlâ: "Peygamberlerin bir kısmını bundan önce sana haber verdik, bir kısmını ise haber vermedik" (en-Nisâ, 4/164, el-Mü'min, 40/78) buyuruyor Kur'an-ı Kerîm'de yalnız 25 peygamberin adı geçmektedir ki her birine iman gereklidir, Bunlar, Âdem, İdris, Nûh, Hûd, Sâlih, Lût, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub, Yusuf, Şuayb, Musa, Hârun, Dâvut, Süleyman, Eyyub, Zülkifl, Yunus, İlyas, İlyesa, Zekeryya, Yahya, İsâ ve Hz Muhammed (Salavatallahu aleyhim ecmaîn)'dir
İslâm'a göre insanlara gönderilen ilk peygamber Âdem (as), bütün insanlık âlemine gönderilen peygamber ise, Hz Muhammed (sas)'dir "Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve (Allah azabıyla) korkutucu olarak gönderdik" (Sebe, 34/28) 0 "Hatemü'l Enbiyâ”dır, peygamberlerin en büyüğü ve sonuncusudur Peygamberlik onunla son bulmuştur Ondan sonra artık peygamber gönderilmeyecektir Ehl-i Sünnete göre peygamberlerin adedi şu kadardır diye sınırlamamak daha doğrudur Aksi halde, peygamberlerin adedini artırmak veya eksiltmek gibi bir hataya düşmek ihtimali vardır Bu ise asla doğru olmaz (Bk Seyyid Ali el-Cürcânî, Şerhu'l-Mevâkıf, III,182-190; Sadeddin et-Taftazanî, Şerhu'l-Makâsıd, II, 128-129) (Bk Peygamberlere İman maddesi)
Ahiret'e, İkinci Hayata, Ba'su ba'de'l-mevte ve Ahiret ahvaline yakînen iman, İslâm'da iman esasları arasında çok önemli bir rükündür Ahiret; ölümden sonra başlayacak olan yeni ve sonsuz (ebedî) bir hayattır Bu hayat, berzah hayatı" denilen kabır hayatı ile başlar Yani kabır, Ahiretin ilk merhalesi ve ilk durağıdır Sonra zamanı gelince, Hak Teâlâ'nın emir ve iradesiyle bu dünyadaki canlı ve cansız bütün varlıklar yok edilecek, "Kıyâmet" kopacak, yeni ve sonsuz bir âlem kurulacaktır Bütün ölüler o gün ruh ve cesetleriyle birlikte diriltilecek ve "Mahser"de toplanarak Allah'a hesap vereceklerdir Ameli iyi (salih) olanlar, "Sırat"ı geçerek "Cennet"e, kötü olanlar ise geçemeyerek Cehennem"e gireceklerdir Bütün bunlar ve din günündeki diğer hadiseler, Ahiret hayatını teşkil eder Ahiretin bu safhası, ölümsüz ve sonsuz (ebed) bir hayattır Dinî ıstılahta "Ahiret Günü" denince; "İsrâfil (as)'ın Allah Teâlâ'nın emriyle kıyâmeti ilan eden "Sûr"a üflediği "Birinci nefha"dan, ölülerin dirilmesini (Ba'su ba'del mevti) sağlayan "İkinci nefha"ya ve "Mahşer"de Hesap ve Kitap”dan sonra, cennet ehlinin Cennete, cehennem ehlinin Cehenneme girmesine kadar geçecek olan zaman, diğer bir görüşe göre, İkinci nefha"dan başlayıp, sonsuz olarak devamedip giden zaman (ebedî hayat)" anlaşılır O halde "Kıyâmet", İsrafil (as)'ın "Sûr'a üfürmesi", bütün insanların yeniden (ruh ve cesetle) dirilmesi (Ba'sû ba'de'l-mevt), "Mahşerde toplanması", herkese "kitap"ının (yani dünyada yaptıkları iyi ve kötü işlere ait "amel defteri"nin) verilmesi, amellerinin ilâhî "Mizan"da tartılması, herkesin dünyada yaptıgı işlerden "Hesab"a çekilmesi, "Şefaat”, Sırat”, "Cennet" ve "Cehennem" Bunların hepsi, Ahiret gününün hadiseleridir Bunlara; Ahiret ve Ahiret Ahvali" denir İslâm akâidine göre, "Ahiret Günü"ne, yani dünya hayatının kıyametle son bulmasıyla kurulacak olan yeni "Ebed Âlem"e ve oradaki "İkinci Hayat”a kesin olarak (yakînen) inanmak, İslâm'da iman esasları esasında çok önemli bir rükündür Nitekim Kur'an-ı Kerîm'de; " Allah'a ve Ahiret gününe iman edip, salih (iyi ve güzel) amel işleyen kimselerin Rableri yanında büyük ecirleri vardır Onlar için korku yoktur Ondan mahzun da olmazlar” (el-Bakara, 2/62) buyrulmakta; takva sahibi müminler, "Ahiret'e yakînen iman etmek (el-Bakara, 2/8) ile, yani şek ve şüpheden uzak, kesin bir iman ile inanmakla övülmektedirler Gerçekte; yalnız nakl delillerle, yani Kur'an ayetleri ve sahih hadislerle bilinen ve gözümüzle görülmeyen yeni bir âlemin (gâib âleminin), yani Ahiret hayatı"nın hak ve vâki olduğuna inanmak, büyük bir teslimiyet, kâmil bir iman ister Bu bakımdan, Ahirete, yani ikinci hayata, onun ilâhî oluşumundan sayılan, Berzah hayatı"na, ölümden sonra dirilmeye Haşir ve Neşir"e, "Mahşer"e, "Sual ve Hesab"a, "Mizan ve Sırat"a, "Cennet ve Cehennem"e iman, fert ve cemiyet hayatındaki yapıcı tesirleri yönünden İslâm'da İman Esasları" arasında çok önemli bir yer işgal eder Bu sebeple Ahiret inancı olmayan hiçbir semav din yoktur Çünkü bu inanç olmadan ona "Din" demek, mümkün değildir (Bk hiret'e İman maddesi)
Tafsil İman'ın Üçüncü ve en yüksek derecesi:
Hâtemul Enbiya ve Seyyidil mürselin Hz Muhammed tsas)'in, Hak Teâlâ tarafından Kitabullah” (Kur'ân-ı Kerim) ve Peygamberimizin sünneti (sahih hadisler) ile beşeriyete tebliğ ettiği kesin olarak bilinen ilâhî esas ve hükümlerin (emir ve yasakların) tamamına ve her birine ayrı ayrı (murad-ı ilâhîye uygun olarak) iman etmektir Daha açık bir tabirle; Allah Kelâmı olduğu kesin olarak bilinen Kur'an Ayetlerinde ve Peygamber (as)'ın sahih hadislerinde zikredilen namaz, oruç, zekât ve hac gibi farz ibadetleri; adam öldürmek, anababaya isyan etmek yalan söylemek, alkollü içki içmek, zina etmek ve kumar oynamak gibi haramları, hülâsa her türlü İlâhî emir ve yasakları, iman, islâm ve ahlâk esaslarını ve her biri ile ilgili din hükümleri ve delillerini gücü yettiğince öğrenerek bunların farz, vâcib, haram veya helâl olduklarını tasdik etmek ve hepsinin hak ve gerçek olduğuna ayrı ayrı iman etmek; İslâm'da tafsilî iman derecelerinin en yükseğidir Ancak, imanın bu derecesine ulaşabilmek, çok geniş ve etraflı bir ilim sahibi olmayı, yani aslî (itikadî) ve fer'î (Fıkhî-amelî) bütün dinî esas ve hükümleri ayrı ayrı öğrenip, her birine irade ve ihtiyar ile yakînen inanmayı gerektirir Bu ise, ancak, bu nitelikte ilim ve iman sahibi olan âlimlere, din bilginlerine nasip olur O halde tafsilî imanın dereceleri, her müslümanın imkân, bilgi, meslek ve ilmî ehliyet ve yeteneklerine göre değişir Gerçekte her müslüman, sahip olduğu ilim ve kabıliyet ile orantılı olarak mükellef ve Allah indinde mes'uldur Bu bakımdan, genel olarak herkes için farz kılınan iman, imanın ilk derecesi sayılan "İcmalî İman"dır Çünkü, İslâm binasına ancak bu ana kapıdan girilir Ancak, bununla yetinilmeyerek, İslâm akâidinin temel unsurları olan iman esaslarının tamamını bütün gücü ile öğrenmeye gayret etmek, onlara tereddütsüz ve kesin olarak inanarak iman derecelerinde yükselmek, onu kemale erdirmek, her müslümanın aslı görevidir Bu şuur ve gayret içinde olan müslümanlar takva yollarında ilerlemiş, imanlarını kuvvetlendirmiş, onu olgunlaştırarak kemale erdirmiş olurlar (Bk Şerhu'l-Mevâkıf, III, 182- 190; Şerhu'l-Makâsıd, II, 128- 135; Şerhu'l-Akâidi'n-Nesefiyye, 457; Salih Musa Şeref, Müzekkerat fi't-Tevhid, IV, 167-178, 185-196, Kahire 1952; İmâm-ı Âzam Ebû Hanife, Fıkh-ı Ekber ve Aliyyul-Kar Şerhi, 76-80; İmamu'-Harameyn el-Cüveyn, Kitabu'l-irsad, 396-398; İslam İnanışları (İlm-i Kelâm), İstanbul 1984, 1, 148-157)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
TAHIYYATÜ'L-MESCID Tahiyye, hürmet, selâmlama, saygı gösterme; tahiyyetü'l-mescid, mescide hürmet, daha doğrusu mescidin sahibi Allah'a saygı gösterme anlamınadır Çünkü insanın gayesi mescide yaklaşmak değil onun sahibi Allah'a yaklaşmak ve onun rızasını elde etmektedir Bu maksatla kılınan namaza da tahiyyetü'l-mescid denir
Tahiyyetü'l-mescid namazı iki rekat olup müstehaptır Bir cami veya mescide girildiğinde oturmadan kılınır Oturulduktan sonra, namaz geçmiş olmayıp yine kılınırsa da, faziletli olan, oturmadan önce kılınmasıdır Nitekim Ebû Katade (ra)'dan rivâyet edilen hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (sas); "Sizden biri mescide gelince oturmadan önce iki rekat namaz kılsın" (Ebû Davûd, Salat, 19) buyurmuştur
Bir mescide ziyaret, ders okuma veya okutma gibi bir maksatla giren Müslüman tahiyyetü'l-mescid namazını kılar Bir günde bir kaç defa girilirse, bir defasında kılınması kafidir Dilerse ilk girişinde, dilerse son girişinde kılar Her girişinde kılması gerekmez
Bir mescide her hangi bir namazı kılmak veya farzı eda ve imama uymak niyetiyle girmek de tahiyyetü'l-mescid yerine kaim olur Buna göre bir mescide girince oturmadan önce kılınan her hangi bir namaz tahiyyetü'l-mescid yerine geçer
Kerahet vaktinde tahiyyetü'l-mescid namazı kılınmaz Bir mescide girip de meşguliyetinden veya kerahet vakti olması yahut abdestsiz olması gibi sebeplerden dolayı tahiyyetü'l-mescid namazını kılamayan kimse, "Sübbanellâhi ve'l-hamdü li'l-lâhi ve lâ ilâhe illallahü ve'llâhü ekber" der
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
TAHKÎM(ANLASAMAMALARDA BİRİNİ HAKEM TAYİN ETMEK)

Birisini hakem tayin etmek, birisini bir kötülükten alıkoymak, bir kimseyi istediği bir şeyden mahrum etmek İslâm hukukunda, iki kişinin kendi rızaları ile aralarındaki bir anlaşmazlığı çözmesi için, birisini hakem yapmaları Bu durumda hakem seçilen şahsa muhakkem ve hakem denilir Bu kökten olmak üzere İslâm tarihinde şuyû bulan bir tahkimu'l-Harûriyye tabiri vardır ki, "Hz Ali ile Muaviye"nin, arasındaki anlaşmazlığı çözmeleri için hakem tayini konusunda Hz Ali'ye hata nisbet edip ondan ayrılan Harûrî'lerin, "Allah'tan başkası için hüküm yoktur" demeleridir
Tahkm, İslâm'ın meşrû kabul ettiği bir hükümdür Meşrûiyeti kitap sünnet ve sahabe uygulamasıyla sabittir Aralarında anlaşmazlık çıkan karı kocanın arasını düzeltmek için, her iki tarafın ailelerinden birer hakem tayin edilmesini emreden ayet, bu uygulamanın Kur'an'dan delîlidir (en-Nisâ, 4/35) Hz Peygamber (sas), Sa'd b Muaz'ı Benî Kurayza ile olan anlaşmazlıkta hakem tayin etmiş; bir hadisinde de "Birisini hakim tayin edip de, hükmüne razı olmayan mel'undur" buyurmuştur (İbn Kudâme, el-Muğnî, XI, 485; Ali Haydar, Dureru'l-Hukkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, IV, 80) Hz Osman ve Hz Talha, aralarındaki bir arazi davasında Cübeyr b Mut'ım'ı hakem tayin etmişler ve onun hükmüne razı olmuşlardır (el-Merğınânî, el-Hidâye, III, 33: İbn Kudâme, age, XI, 485) Bu da tahkimin câiz oluşunun sahabe uygulamasından delilidir Hatta Ali Haydar, bu konuda, sahabenin icmaının olduğunu söylemektedir (Ali Haydar, age, IV, 806)
Tahkîmin rüknü, icap ve kabuldür Yani aralarında anlaşmazlık bulunan tarafların, birisine anlaşmazlık konusunda hükmetmesi için teklifte bulunmaları onun da bu teklifi kabul etmesidir Hasımların îcabı (teklifi) olmadan tahkîm gerçekleşmeyeceği gibi, hakem kılınan şahsın kabûlü olmadan da gerçekleşemez
Tahkîmin sahih olması için, hakem tayin edenler, hakem kılınan şahıs ve dava konusunda bazı şartların mevcut olması gerekir Bunlar maddeler halinde şöyle sıralanabilir:
1- Hasımların her ikisinin de âkil ve bâliğ olmaları gerekir Dolayısıyla çocuk ve delinin tahkîmi câiz değildir
2- Hakemin şahadete ve kadâya ehil olması gerekir Buna göre, çocuk, bunak, kör, dilsiz, tarafların seslerini duyamayacak kadar sağır, taraflardan birisinin lehine olan şahitliği kabul edilmeyen, kâfir, fasık ve kazften dolayı had uygulananların hakem olmaları da caiz değildir (Merginânî, age, III, 108; Mevsilî, el-İhtyâr li ta'lli'l-Muhtâr, 94; Mecelle madde, 1794; Ali Haydar, age, 673 ve dev) Hakem bu ehliyete hem tayin edildiği zaman, hem hüküm verdiği zaman, hem de aradaki müddet içerisinde haiz olması gerekir
3- Hakemin belli olması gerekir Dolayısıyla, hasımların; "ilk önce kime rastlarsak o aramızda hakem olsun" gibi, bilinmeyen birisini hakem tayin etmeleri geçerli değildir
4- Tahkîm, (şu iş olursa gibi) bir şarta veya (falan zaman başlamak üzere gibi) bir zamana bağlı olmamalıdır
5- Tahkîm insanların haklarına bağlı olan mal davaları ile ilgili olmalıdır (Mecelle, madde, 1841) Hanefîlere göre haddi ve kısası gerektiren (hırsızlık, zina, adam öldürme, birisini yaralama) gibi davalarda tahkîm câiz değildir Bunun gereği olarak nikâh, talak gibi ictihâdî davalarda tahkîmin câiz olması gerekir Fakat sıradan insanların bu gibi meselelere cesaret edip hüküm vermeye kalkmaları endişesinden ötürü, bu konularda caiz oluşuna fetva verilmez (Merğınânî, age, III, 108) Bu yüzden Mecelle, tahkîmin mal davaları ile olmasını kayıtlamıştır Hanbelîler, nikâh, lian, kazf ve kısas davalarında tahkîmin câiz olmadığını söylemektedirler (İbn Kudâme, age, XI, 485)
Tahkîm, hakem taraflar için karar vermeden önce, gayri lâzım bir akittir Yani hasımlardan her ikisi veya dileyen birisi diğer tarafın rızası aranmadan hakem tayini konusundaki kararından vazgeçip hakemi azledebilir Hakem karar verdikten sonra artık lâzım olur Hakemin verdiği karar şerîata uygun olmak kaydıyla bağlayıcı olur Taraflardan hiç birisinin bu karara uymama yetkisi yoktur Hanefî ve Hanbelîler de bu konuda farklı bir görüş yoktur İmam Şâfiî'den ise iki görüş rivâyet edilmiştir Bir rivâyete göre, hükmün geçerliliği için iki tarafın rızası şarttır
Hakem, aynen hâkim gibi beyyine (şâhit), ikrar ve yeminden imtinâ gibi yollarla hüküm verebilir
Hakemin hükmü sadece kendisini hakem tayin eden taraflar ve hakem tayin ettikleri konuda geçerlidir Onun hükmü, üçüncü şahıs hakkında geçerli olmadığı gibi, kendisini tayin etmedikleri bir dâva konusunda da geçerli değildir
Hakemin verdiği hüküm mahkemeye götürülse, Haneflere göre şayet bu hüküm, hâkimin mezhebine uygunsa, onu bozması câiz değildir Uygun değilse, bozabilir İmam Şâfiî ve Hanbelîlere göre, aynen hâkimin hükmü gibidir Dolayısıyla hâkimin hükmünün bozulamayacağı her yerde hakemin hükmü de bozulmaz (Merğınânî, age, II, 108: İbn Kudâme, age, XI, 485; Mevsılî, age, II, 64)
Hakem tek olabileceği gibi, birden fazla da olabilir Bu durumda hükmün geçerli olması için, hakemlerin oybirliği ile hasıl olması icap eder
Tahkîm bir süre ile sınırlı ise, sürenin dolması ile hakemin yetkisi sona erer (Zeyla, Tebyınü'l-Hakâık Şerhu Kenzi'd-Dekâık, IV, 193, 194; Mecelle, Madde, 1844; Ali Haydar, age, IV, 811 vd)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
TAHRÎMEN MEKRUH

Şâriin yapılmamasını kesin ve bağlayıcı tarzda istediği fiil olmakla beraber, bu talep haber-i vâhid gibi zannî bir delil ile sabit olmuştur Başkasının alış-verişi sırasında alış-veriş teklifinde bulunmak, başkasının evlenme teklifi üzerine aynı teklifte bulunmak tahrimen mekruhtur Çünkü Hz Peygamber, "Kişi kardeşinin alış-verişi üzerine alış-veriş teklifinde bulunmasın " ve "Kardeşinin evlilik teklifi üzerine aynı teklifte bulunmasın" (Buharî, Nikâh 45; Müslim, Büyü, 8, Nikâh, 38, 49, 52, 54, 56) buyurmuştur Bu fiillerden sakınılması kesin ve bağlayıcı tarzda istenmiştir Fakat bu talep haber-i vâhid ile yani zannî bir delil ile sabit olmuştur
Tahrîmen mekruhun haramdan ayrıldığı cihet şudur Haram, Şari'in Kur'an ayetleri, mütevatir veya meşhur sünnet gibi kat'î bir delille kesin olarak bir fiilin yapılmamasını istemesidir Hırsızlık, zina, faiz alıp-verme, içki içme vb gibi haramı inkar eden kişi kafir olur Haram ve tahrimen mekruh cezayı gerektirme konusunda birleşmektedirler
Hükmü: Bu nev'iye giren fiilleri işlemek haram bir fiili işlemek gibi cezayı gerektirir, fakat haramdan farklı olarak, bu fiilin hükmünü inkar eden kişi kâfir sayılmaz (Zekyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, trc İ Kâf Dönmez, Ankara 1990, s 219; Vehbe ez-Zühaylî, Usûlü'l fıkhi'l-Aslâmî, Dımaşk 1406/1986,1, 85-86; Abdülkerim Zeydan, el-Vecîz Bağdad 1405/1985, S 47)TAHRÎMEN MEKRUH

Şâriin yapılmamasını kesin ve bağlayıcı tarzda istediği fiil olmakla beraber, bu talep haber-i vâhid gibi zannî bir delil ile sabit olmuştur Başkasının alış-verişi sırasında alış-veriş teklifinde bulunmak, başkasının evlenme teklifi üzerine aynı teklifte bulunmak tahrimen mekruhtur Çünkü Hz Peygamber, "Kişi kardeşinin alış-verişi üzerine alış-veriş teklifinde bulunmasın " ve "Kardeşinin evlilik teklifi üzerine aynı teklifte bulunmasın" (Buharî, Nikâh 45; Müslim, Büyü, 8, Nikâh, 38, 49, 52, 54, 56) buyurmuştur Bu fiillerden sakınılması kesin ve bağlayıcı tarzda istenmiştir Fakat bu talep haber-i vâhid ile yani zannî bir delil ile sabit olmuştur
Tahrîmen mekruhun haramdan ayrıldığı cihet şudur Haram, Şari'in Kur'an ayetleri, mütevatir veya meşhur sünnet gibi kat'î bir delille kesin olarak bir fiilin yapılmamasını istemesidir Hırsızlık, zina, faiz alıp-verme, içki içme vb gibi haramı inkar eden kişi kafir olur Haram ve tahrimen mekruh cezayı gerektirme konusunda birleşmektedirler
Hükmü: Bu nev'iye giren fiilleri işlemek haram bir fiili işlemek gibi cezayı gerektirir, fakat haramdan farklı olarak, bu fiilin hükmünü inkar eden kişi kâfir sayılmaz (Zekyüddin Şaban, İslam Hukuk İlminin Esasları, trc İ Kâf Dönmez, Ankara 1990, s 219; Vehbe ez-Zühaylî, Usûlü'l fıkhi'l-Aslâmî, Dımaşk 1406/1986,1, 85-86; Abdülkerim Zeydan, el-Vecîz Bağdad 1405/1985, S 47)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
TAHVİL

Süresi ve faiz miktarı belirli kredi sağlama yöntemini belirleyen belge Ortaklar, yatırımcılar veya devlet kuruluşları, sürekli ortak payı ile yatırımlarını büyütmek yerine, belirli projeleri tahvil çıkarmak yoluyla gerçekleştirmeyi tercih ederler Böylece tahvilin süresi bitince önceden belirlenmiş olan faizi ile ana parayı ödeyip tahvil sahiplerinin işletme ile ilişkisini kesmiş olurlar
İslâmî açıdan faizli karz kullanmakla tahvil çıkarıp faizli kredi sağlamak aynı niteliktedir Tasarrufu iki yıl vadeli yüzde miktarı belli bir faizle bankaya yatırmak ne ise, böyle bir tasarrufla iki yıllık, faiz miktarı belli tahvillere yatırmak da aynı şeydir Yatırımcılar bankayı araya sokmadan doğrudan kredi sağlama yöntemi olarak çıkardıkları tahvilleri çoğu zaman "hamiline" çıkarırlar Böylece tahvillerin hisse senetlerinde olduğu gibi elden ele dolaşması sağlanmış olur Bunun anlamı tahvil sahibinin tahvilini süre dolmadan da satabilmesidir Tahvili en son elinde bulunduran kişi ise bunu çıkaran kuruluştan bedelini alabilecektir (bk "Şirket"; "Hisse Senedi", "Mudârebe" maddeleri)
Tahvil çıkararak kredi sağlama yönteminden "kâr-zarar tahvili" çıkararak yararlanmak da mümkündür Bu takdirde anapara riske sokulduğu için faiz şüphesi kalkar Buna "Mudarebe Tahvili" (bk "Mudarebe") de denebilir Meselâ; bir işletme belli bir ihracat projesinde kullanılmak üzere bir yıllık "Mudârebe tahvili" çıkarsa, yaklaşık bir yıl sonra bu projeden elde edilecek kâr işletme ile tahvil sahibi arasında paylaştırılır Burada işletme sadece emeğinin ve dış satımı organıze etmesinin karşılığı olarak kârdan pay alır İşletme kendisinden hiç sermaye koymamışsa mudarebe yönteminde kasıt, kusur veya ihmali söz konusu olmadıkça zarara katlanması gerekmez Çünkü onun zararı emeğinin boşa gitmesi olarak ortaya çıkar Zarar önce kârdan karşılanır, bu yeterli olmazsa, anaparadan ödenir Bu yüzden zarar büyük olunca anapara azalır veya tamamı yok olabilir İşletme, kâr-zarar tahvil bedelleri yanında kendisinden de anapara koymuşsa, bu takdirde belirli proje işletme ile tahvil sahipleri arasında "ortaklık" yöntemiyle gerçekleşmiş olur Bu takdirde taraflar kârı aralarında belirledikleri şartlara göre paylaşırlarken, zarara sermaye oranlarına göre katlanırlar Bu duruma göre, kâr-zarar tahvili uzun veya kısa vadeli her çeşit projelerin gerçekleştirilmesinde araya bankayı sokmadan veya faizli muameleye ihtiyaç duyulmadan başvurulabilecek bir yöntemdir
Mudarebe veya kâr-zarar tahvili yöntemi daha düzenli bir biçimde İslâm bankası tarafından da uygulanabilir Tahvile süre konulması gerektiği için burada projelerin sonuçlarının alınabileceği süreyi tahmin etmek önem arzeder Çünkü projenin sonucu alınmadan tahvillerin ödenme vadesi gelirse işletme ödeme güçlüğü çekebilir Diğer yandan tahvil sahibine kârdan pay verileceği için proje sonuçlanmadan kârın miktarını belirlemek mümkün olmaz Bu yüzden İslâm'da tahvil süresini yaklaşık bir süre olarak belirlemek gerekir Proje bu süreden önce tamamlandığı takdirde kârın paylaşılması yoluna gidilir Proje uzadığı takdirde ise sonuçlanıncaya kadar sürenin kendiliğinden uzadığı, kabul edilmelidir
Meselâ; bir İslâm bankası kendisinden hiç sermaye kullanmaksızın, çıkaracağı üç ay süreli mudârebe tahvili yoluyla peşin para ile satın alacağı kâğıtları yabancı bir ülkeye akreditifli muamele ile ihraç etse, bu ihracat işlemini organıze karşılığında anlaşmaya göre kârdan pay alır Tahvil sahipleri de anaparaları yanında kârdan da paylarını almış olurlar Bu ihracat projesi iki ayda sonuçlanmışsa projenin tasfiyesi süreyi beklemeden yapılır Çeşitli engeller yüzünden ancak altı ayda sonuç alınmışsa tahvil sürelerinin kendiliğinden uzadığı kabul edilmelidir Çünkü taraflar böyle bir projeye girerken çeşitli riskleri üstlenmiştir Zaten kârın meşru oluşunun nedeni de riske katlanmadır Ancak projenin gecikmesi, zararın meydana gelmesi hallerinde işletmecinin kusuru bulunmamalıdır (Hamdi Döndüren, Günümüz Ekonomik Problemlerine İslâmî Yaklaşımlar, İstanbul 1988, s 87 vd; Delilleriyle İslâm İlmihali, İstanbul 1991, s 654)
Sonuç olarak sürekli ortak yerine tahvil yöntemi geçici, süresi belirli ortaklık yöntemini ifade etmektedir Sermaye piyasanın oluşması ve dengeli biçimde kullanılması kâr-zarar tahvilleri yoluyla sağlanabilir Ancak İslâm'ın diğer ekonomik ve ticarî yöntemleri gibi "kâr-zarar tahvili" yöntemi de güvene dayanır Taraflar bu güveni sürdürdükleri sürece iyi sonuçlar alınır Bu ekonomik yöntem ve modellerle İslâm toplumlarının geçmiş yüzyıllarda dünya ülkeleri arasında büyük ekonomik güçler oluşturdukları, dosta-düşmana örnek müesseseler kurdukları ve bununla kendi dönemlerinde süper güçler oluşturdukları bilinmektedir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
TAKAS (TRAMPA)

Bir alım satım çeşidi Para olmayan bir malın, yine para olmayan bir malla değişimi Bu alım satım şeklinin İslâm hukuk ilmindeki karşılığı mukayazadır Değişen mallar ister taşınır (menkul) ister taşınmaz (gayri menkul) olsun, fark etmez Bedellerden birisi para olmayınca akdedilmiş olan bu alım satım muamelesine mukayaza (takas veya trampa) denilir Bu akd çeşidi Mecelle'de şöyle tarif edilmiştir: "Aynı, ayna yâni gayri ez nakdeyn (altın ve gümüş başka ayn olan) mala mübadele etmek (değişmek) tir ki, lisan-ı Türkîde (Türkçede) trampa denilir (Mecelle, madde 122)
Mukayaza yoluyla yapılan alım satım akdinde bedellerden her bir açıdan semen (para) bir açıdan da mebî (satım akdine konu olan mal)dır Dolayısıyla alım satımda ödeme bakımından birisinin öbürüne önceliği söz konusu değildir Halbuki, para karşılığı bir mal satıldığında önce müşteriye parayı ödemesi söylenir (el-Merğınânî, el-Hidâye, III, 272; İbn Abidîn, Reddu'l-Muhtar, V, 272)
Mukayazada bedellerden her ikisi de mebî hükmünde olduğu için onlarda mebîde bulunması gereken şartlar aranır Dolayısıyla, satım anında elde mevcut olmalıdır, teslimi mümkün olmalıdır, satışı dinen meşru olan mallardan olmalıdır, vs Şayet bedellerden birisi, akitten sonra fakat henüz teslimden evvel telef olursa, akit münfesih olur Halbuki normal bir satım akdinde para olan bedel teslimden önce telef olacak olsa, akit devam eder Müşteri, başka para ödemek durumunda olur Ayrıca, mukayaza yoluyla yapılan bir alış verişte ikale (karşılıklı rıza ile akdi feshetmek)'nin caiz olması için bedellerin her ikisinin de mevcut olması gerekir Çünkü satılan malın telef olması ikaleye engeldir (el-Merğınânî, age, III, 55; el-Mevsilî, el-İhtiyar li ta'lıli'l-MuXtâr, II, 12)
Birbirine borcu olan kişilerin borçlarını, birbirine mukabıl tutarak düşürmelerine de mukâsât denilir Bu da takas kelimesi ile aynı kökten gelir (Mukâsât için bkz İbn Abidin, Reddü'l-Muhtar,V, 266)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
TAKKE
Yarım küre biçiminde ince, hafif, siperliksiz başlık
Takke kelimesi Arapçadır Aslı "takiyye"dir Takiyye'nin kök harfleri "v-k-y"dir O da korumak, düzene koymak demektir Takke, başı terden koruduğu için, bu isimle isimlendirilmiştir
Namaz için kullanılan takkeye namaz takkesi dendiği gibi, yatarken kullanılan takkeye de, yatak takkesi ya da şeb takkesi denir Eskiden külah, fes, kavuk vb başlıkların içine, başlığın terden kirlenmesini önlemek için kullanılan takkelere de, arakçin ya da terlik denirdi
Islâm aleminin çeşitli yerlerinde, değişik takkeler kullanılmaktadır Genelde beyaz renk tercih edilmekle beraber, diğer renklerden de takkeler kullanıldığı olur Ekseriyetle takkeler iplikten örme olurlar Bununla berâber, çeşitli kumaşlardan dikilerek yapılanları da vardır Bunun en güzel görünümü, hac mevsiminde Mekke, Medine, Arafat vb mukaddes topraklarda meydana gelmektedir Değişik renk ve yapıda olan takkeler, oralarda bir arada görülmektedirler
Dinî kaynaklarda adı geçen kalensöve hem takke ve hem de fes, kalpak, külah gibi başa giyilen diğer bazı giysiler için de kullanılır
Rukâne b Abdi Yezid el-Haşimî'nin naklettiğine göre, Hz Muhammed (sav) şöyle buyurmuş:
"Müşriklerle aramızdaki fark, kalensövenin üzerine sardığımız sarıktır" (Tirmiz, Libâs, 42) Ibn Kayyim'in dediğine göre, Hz Muhammed (sav) kalensövenin üzerine sarığı sarıp kullandığı gibi, sarıksız kalensöveyi ve kalensövesiz sarığı da kullanmıştır (eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, Beyrut, tsz, II, 108)
Bu rivâyete göre, Hz Muhammed (sav) sarık sarmaya önem vermiştir Takkeyi de kapsamına alan kalensöveyi hem sarıklı hem de sarıksız olarak kullandığı vaki olmuştur
Bu ve benzeri rivâyetlerin bildirdiğine göre, hem namazda hem de namazın dışında sünnet olanı, sarık sarmaktır Yalnız takke veya benzeri şeyleri kullanma alışkanlığı, müslüman olmayan milletlerden müslümanlara geçmişse de, bugün takke bir nevi müslümanlara mal olmuştur Yukarıda ifâde edildiği gibi hac mevsiminde, dünyanın her tarafından gelen hacıların ekseriyetinin bunu kullandıklarını görüyoruz Önemli olanı, namazı kılmaktır Baş kısmı, erkekler için örtülü olması gereken avret yerinin dışındadır Nitekim, hac veya umreye gidenler, ihramda iken başlarını örtemezler, başlarının açık olması gerekir Bunun dışında takke kullanmak insana bir huşu ve huzur veriyorsa, kullanılması,başaçık namaz kılmaktan daha iyidir Yukarıda işâret edildiği gibi, sarık kullanmanın sünnet olduğunu unutmamak gerekir
Hz Muhammed (sav)'in kalensöveyi kullandığı, çeşitli hadis kaynaklarında geçmektedir Takke de bu kalensövenin kapsamına girmektedir (Bak Buhârî, el-Amelu fi's-Sala, 1; Salat, 23; Tirmizî, Libâs, 10, 42; Fedâilu'l-Cihâd, 14; Müslim, Cenâiz 13; Ebû Davud, Salat, 102, 173; Libâs, 22, 51)
__________________
 
Üst Alt