TEFSİR TÂRIK Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
TÂRIK SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

TÂRIK Suresi15-16-17. Ayetler
TÂRIK Suresi15-16-17. Ayetler
Târık Sûresi Nuzül

Mushaftaki sıralamada seksen altıncı, iniş sırasına göre otuz altıncı sûredir. Beled sûresinden sonra, Kamer sûresinden önce Mekke’de inmiştir.

Târık Sûresi Hakkında

Tārık sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 17 âyettir. İsmini birinci âyette geçen ve “yıldız” mânasına gelen اَلطَّارِقُ (tārık) kelimesinden alır. Mushaf tertîbine göre 86, iniş sırasına göre 36. sûredir. Kur'an-ı Kerîm'in seksenaltıncı suresi. Onyedi ayettir. Fasılası elif, lam, ayn, ra, zı, ba ve kaf harfleridir. Mekkî sûrelerden olup, Beled sûresinden sonra nazil olmuştur. Adını ilk ayetinden geçen "Târık" kelimesinden almıştır.

Târık Sûresi Konusu

Sûrede temel inanç esasları ve Allah’ın büyüklüğünü gösteren deliller ele alınır. İnsanın değersiz atılgan bir sudan yaratıldığına dikkat çekilerek, Cenâb-ı Hakk’ın onu, bütün sırların ortaya döküleceği günde yeniden diriltip huzuruna çıkaracağı vurgulanır. Bu gerçekleri haber veren Kur’ân-ı Kerîm’in doğru bir söz olduğu ve asla şaka olmadığı dolayısıyla kâfirlerin Kur’an aleyhinde planladıkları entrikaların ilâhî plan karşısında söneceği ifade edilir.

Surede Allah Teâlâ, Kur'an ayetlerini yalanlayan kâfirlere, insanın güç açısından ne kadar önemsiz ve hakir olduğunu haber vermekte, peşinden Kur'an'ın vasıflarını açıklamakta, sonra da Resulullah (s.a.s)'e inkârcılara mühlet vermesi emredilmektedir. İki bölümden oluşan sûrenin her iki bölümü de kasem ile başlamaktadır. Birinci bölümün başlangıcında göğe ve gece ortaya çıkana (Târık) kasem edilmektedir. İkinci bölüm ise; "Dönüş yeri olan göğe" yemin edilerek başlamaktadır. İlk bölümdeki yeminden sonra insanı ve amellerini koruyan meleklerin varlığı belirtilmekte; peşinden, insanın yaratılışının ilk basamağı ikinci kasemden sonra ise, Kur'an'ın ciddi ve hak ile batılı birbirinden ayıran ilâhi bir kitap olduğu dile getirilmektedir.

ilk âyetlerde göğe ve gece ortaya çıkan bir yıldıza yemin edilmekte ve gece ortaya çıkan şeyin ne olduğu açıklanmaktadır.

"Göğe ve gece ortaya çıkana (Târık) yemin olsun. Sen gece ortaya çıkanın ne olduğunu nereden bileceksin? O, ışığıyla karanlıkları delen bir yıldızdır" (1-3).

Allah Teâlâ göğe, oradaki yıldızlara yemin ederek, her insanın üzerinde, O'nun emriyle hareket eden bir gözetleyicinin varlığını kesin olarak vermektedir. Kaseme cevap olması acısından bu mana, te'kid edilmiş gerçeğin bildirilmesidir. Bütün insanlar, Allah tarafından tayin edilmiş görevli melekler tarafından sürekli gözelenirler. Yapılan ve yapılması gerektiği halde yapılmayan her şeyi tesbit ve kaydederler. Bunun anlamı şudur: Kainatta olduğu gibi yeryüzünde de bir başıboşluk yoktur, yani insanlar kendi hallerinde terkedilmiş değillerdir. Allah Teâlâ bu gerçeği; "Her insanın üzerinde muhakkak bir murakabe edici vardır." (4) ifadesiyle tebliğ etmektedir. Kasemle teyid edilen bu ayet, herkes için çok büyük ve dehşet verici bir uyarıyı taşımaktadır. Bu gerçeği idrak eden kimse, hiç kimsenin görmediği bir yerde dahi olsa, yaptığı şeylerin sürekli gözetildiğinin ve gelecekte mükâfatlandırılmak veya cezalandırılmak için bütün işlerinin kaydedildiğinin bilincinde olarak hareket edecektir.

Daha sonra insanoğlunun bizzat kendi yaratılışına bakması, geldiği yeri ve şeklini görerek ikinci yaratılışının hiç de zor bir şey olmadığını idrak etmesi için yol gösterilmektedir.

İnsan neden yaratıldığına bir baksın. O, bel kemiği ile göğüs kemiği arasından çıkan tazyikli bir sudan yaratılmiştır. Şüphesiz Allah, insanı öldükten sonra diriltmeye kadirdir" (5-8).

Her nefis için gözetleyici tayin eden Allah Teâlâ, insanların gizli olarak işledikleri şeylerin kıyamet gününde tek tek ortaya çıkarılacağını ve o günde insanoğlunun güçsüz bir şekilde teslim olmaktan başka bir şey yapamayacağını ve hiç kimseden de yardım alamayacağını haber vermektedir: "Sırların ortaya döküleceği gün, insanın ne bir gücü ne de bir yardımcısı vardır" (9-10).

Öldükten sonra tekrar dirilmeyi ve sonrasındaki olayları kabul etmeyen veya bu konuda şüphesi bulunan kimselere bu işte şek ve şüpheye yer olmadığı, ahiret hayatının kesin ve mutlak bir gerçek olduğu, göğe ve yere kasem edilerek bildirilmektedir.

"Andolsun o dönüş yeri olan göğe ve yarılan yere ki, muhakkak o kesin bir hükümdür. O bir eğlence değildir" (11-14).

Müşrikler, Kur'an ayetlerinin insanlara ulaştırılmasını engellemek için çeşitli yollara başvuruyorlar, İslam'ın nurunu söndürmek ve insanları şüpheye düşürmek için akıl almaz iftiralarla müslümanlara karşı karalama kampanyaları tertipliyorlardı. Allah Teâlâ, onların bütün tertiplerinin boşa çıkarılacağını ve önüne geçmeye çalıştıkları İslâm davasının, her şeye rağmen takdir edilmiş hedefine ulaşacağını ve kafirlerin kısa bir zaman sonra kendilerine haber verilen sözle karşılaşacaklarını bildirmektedir.

"Onlar, tuzaklar kuruyorlar. Ben de bir düzen kurmaktayım. Ey Muhammed! Sen o kâfirlere mühlet ver. Onlara az bir zaman tanı" (15-17).
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
TÂRIK SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

1: Yemin ederim göğe ve Tãrık’a.

2: Bilir misin Tãrık ne?

3: O, karanlıkları delip geçen parlak bir yıldızdır.

4: Hiçbir kimse yoktur ki, üzerinde bir gözetleyici, bir koruyucu bulunmasın.


Sûrede vurgulanmak istenen hakikatleri beyân için iki şey üzerine yemin edilir: Semâ ve târık. Semâ, sırlarına vakıf olmamız takatimizin ötesinde olan, ancak cüz’i bir şekilde görüp bilebildiğimiz gökyüzüdür. اَلطَّارِقُ (tārık) ise, bir aletle veya herhangi bir cisimle vurmak, çarpmak anlamına gelen اَلطَّرْقُ (tark) kelimesinden isimdir. Bu bakımdan ayaklarımızla vurup yürüdüğümüz yola, ayaklarını vurarak yola giden yolcuya ve geceleyin gelip gönül hoplatan ziyaretçiye “târık” denilir. Sonra bu mânadan hareketle her ne olursa olsun geceleyin ortaya çıkıp göze gönle çarpan her şeye hatta hayalî şekillere de târık denilmiştir. Sabaha yakın ortaya çıkan Sabah yıldızına da parlaklığıyla göze çarptığından dolayı bu isim verilmiştir. Nitekim burada onun “necm-i sâkıb” olduğu beyân edilir. اَلنَّجْمُ الثَّاقِبُ (en-necmu’s-sâkıb), “delen yıldız” anlamına gelip ışığının kuvvetinden dolayı karanlığı deliyor gibi gözüken her parlak yıldıza denir. Bu kelimenin “yüksek yıldız” anlamı da vardır. Bu anlamlardan hareketle Necm-i sâkıbın gece doğan herhangi bir parlak ve yüksek yıldıza, Sabah yıldızına, Necm sûresinin birinci ayetinde zikredilen Süreyyâ yıldızına veya Kur’an’ın inen parçalarının her birine isim olması mümkündür.
Bu yeminlerin gâyesi, her insan üzerinde, onu koruyan, onun düşünce, niyet, söz ve davranışlarını görüp gözeten, takip edip kaydeden bir bekçi bir koruyucu muhâfız bulunduğunu haber vermektir. Bu muhâfız öncelikle mutlak bir kudret ve sonsuz ilim sahibi olan Allah zü’l-celâl Hazretleridir. Cenâb-ı Hakk’ın bu vasfını dile getiren şu âyet-i kerîmeler ne kadar dikkat çekicidir:

“Allah, üzerinizde kusursuz bir gözetleyici ve koruyucudur.” (Nisâ 4/1)
“Allah, her şeyi hakkiyle görüp gözetendir.” (Ahzab 33/52)
“Gerçek şu ki, insanı biz yarattık ve nefsinin ona neler fısıldadığını da çok iyi biliyoruz. Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf 50/16)

Bu ayetler, insanın üzerindeki en büyük bekçinin yüce Allah olduğunu haber verir.

Rivayet edildiğine göre Hz. Ömer, hilâfeti devrinde Muâz (r.a.)’ı Kilâboğulları aşiretine göndermişti. Devlet hazinesinden ödenmesi gereken paraları ödeyecek, verilmesi gereken malları verecek, zenginlerden alınan zekâtları fakirlere ve muhtaçlara dağıtacaktı. Hz. Muâz, üzerine aldığı bu vazîfeyi îtinâ ile îfâ ediyor, gönüller fethederek tatlı hatıralarla geri dönüyordu. Geri döndüğünde, dünya malı olarak Sadece omuzuna attığı atkısı kalıyordu. Bu atkı zaten, giderken de var olan bir atkıydı. Bir defâsında hanımı dayanamayıp sordu:

“–Böyle bir vazîfe üstlenenler, belli bir ücret alırlar, evlerine de hediye getirirler. Senin hediyelerin nerede?”
Muâz (r.a.) cevap verdi:
“–Benimle birlikte yanımdan hiç ayrılmayan bir murâkıp vardı. Her aldığımı, verdiğimi hesap ediyordu.”
Hanımı kızdı:
“–Resûlullah (s.a.s.) her şeyde sana güvenirdi. Ebubekir de öyle. Ömer geldi; seninle birlikte murâkıp mı gönderiyor? Her yaptığını tâkip mi ettiriyor?” dedi.
Söz, Hz. Ömer’in hanımına, ondan da Hz. Ömer’e ulaştı. Hz. Ömer, Muâz (r.a.)’ı çağırıp sitemle sordu:
“–Ben senin ardından böyle bir murâkıp göndermediğim hâlde, duyduklarım nedir yâ Muâz? Benim sana îtimâdım yok mu zannediyorsun?”
Hz. Muâz’ın cevâbı pek mânidardı:
“–Ey Mü’minlerin Emîri! Hanımıma özür olarak öne sürebilecek ancak bunu bulabildim. Hem murâkıp dediğim, sizin murâkıbınız değil, Allah’ın murâkabesi idi. Bu sebeple yaptığım hizmetin ecri zâyi olmasın diye -câiz bile olsa- nefsim için hiçbir şey alamam…”
Hz. Ömer, onun bu sözlerle neyi kasdettiğini anlamıştı. Zira Muâz (r.a.) nefsine ve dünyaya âit her şeyden müstağnî idi. Halîfe, onu taltîf ederek kendinden bir miktar hediye verdi ve:
“–Git bununla âilenin gönlünü al!” dedi.

Bununla birlikte ayette bahsedilen “hâfız”ın bekçi melekler olması da mümkündür. Zira:

“Oysa yanıbaşınızda sizi sürekli gözetleyenler var. Her söz ve davranışınızı kayda geçiren tertemiz, şerefli melekler. Yaptığınız her şeyi bilirler.” (İnfitâr 82/10-12)
“Allah, kullarının üzerinde her istediğini yapma kudret ve kuvvetine sahiptir. Ayrıca üzerinize, yaptıklarınızı kaydeden ve sizi koruyan melekler gönderir...” (En‘âm 6/61)

ayetleri, insanı takip eden, onun söz ve davranışlarını yazıp kaydeden bekçi meleklerin varlığını haber vermektedir. Bu sebeple insanın, azgın nefsin aldatmalarına kanmayıp hayatını bu ilâhî ikazlar ışığında tanzim ederek düzene sokmaya çalışması gerekir. Özellikle çocuklarımızı terbiye ederken, üzerlerinde böyle ilâhî bir kontrolün olduğu onların körpe dimağlarına kesinlikle nakşedilmelidir.

İnsanın başıboş bırakılmadığına, kontrol edildiğine ve birgün hesaba çekileceğine delil isterseniz:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
5: Hangi şeyden yaratıldı, bir düşünsün insan!

6: Yaratıldı fışkırarak dökülen basit bir sudan,

7: Omurga kemiği ile göğüs bölgesi arasından çıkan.

8: Elbette insanı yoktan var eden Allah’ın, onu yeniden hayata döndürmeye de gücü yeter.

9: O gün bütün gizlilikler meydana serilir.

10: İnsanın, Allah’ın cezalandırmasına mâni olacak ne bir gücü olur, ne de bir yardımcısı.


Bitki olsun hayvan olsun bütün canlı varlıklar gibi insan da toprak ile sudan yaratılmıştır. Fakat insanın diğerlerinden çok büyük farklılığı ve üstünlüğü vardır. İnsanın dışındaki canlı varlıklar yaratılışlarını, başlangıç ve sonlarını düşünmekten mahrum iken insan tefekkür edebilme, düşünüp anlayabilme yeteneğiyle donatılmıştır. İşte âyet-i kerîmedeki “düşünsün” ifadesi, insanın sadece topraktan yaratılan maddî varlığına değil, düşünen ve anlayan ma’nevî varlığına dikkat çeker. İnsan, dünya gözüyle göremediği ve fakat var olduğu da en doğru sözlü tarafından haber verilen yanındaki gözetleyici ve koruyucu karşısındaki acizliğini ve zayıflığını düşünmeli; kibir, gurur ve küstahlığa kapılmamalıdır. Bir taraftan değerli, diğer taraftan her tarafı kuşatılmış olduğu bilincini taşıyarak şuurlu ve maksatlı bir hayat sürmeye çalışmalıdır. Daha önemlisi insan, kendisini değersiz bir sudan yaratıp geliştirerek düşünen ve anlayan bir varlık düzeyine çıkaran Yüce Yaratıcı’nın yaratma, koruma ve takip etme kudretinin büyüklüğünü tefekkür ederek yeniden dirilişin gayet kolay olduğu inancına ulaşmalı; kendi iradesiyle kalbinden ve ruhundan fışkıran bir gayretle samimi olarak Allah’a doğru mânen yükselmeye çalışmalıdır.

İnsanın hangi şeyden yaratıldığı sorusuna, onun, اَلصُّلْبُ (sulb) ve اَلتَّرَٓائِبُ (terâib) arasından çıkan اَلدَّافِقُ (dâfık) bir sudan yaratıldığı belirtilerek cevap verilir. Dökmek ve atmak anlamlarına gelen اَلدِّفْقُ (dıfk) kelimesinden türeyen اَلدَّافِقُ (dâfık), embriyonun oluşumuna başlangıç teşkil eden suyun vasfı olarak “dökülen ve atılan” mânasını taşımaktadır. Bu suyun dökülüşünde bir gayret, bir sürat, bir atılganlık bulunmaktadır. Bu su, icra ettiği görev bir tarafa bırakılarak dışarıdan bakıldığında göze hoş gelmeyen değersiz bir su görünümündedir.

İnsanın yaratılışına başlangıç teşkil eden ve “meni, nutfe” diye isimlendirilen bu su, sulb ile terâib arasından çıkar. Sözlük anlamıyla katı, sert ve şiddetli anlamlarına gelen اَلصُّلْبُ (sulb) kelimesi, daha çok omurgaya ve omurga bölgesine denilir. Burası, insan bedeninin güç ve kuvvetinin temelini teşkil eden bir bölgedir. اَلتَّرَٓائِبُ (terâib) ise göğüs, gerdanlık yeri, iki meme arası; kadının iki eli, iki ayağı, iki gözü, iki omuzu ile göğüs arası; göğüs bölgesinde dördü sağda dördü de solda olan sekiz kaburga kemiğinin kapsadığı kısım, göğüs kemiği, meme ve çevresindeki et gibi mânalar taşımaktadır. Şunu belirtelim ki sulb ve terâib hem erkek hem de kadının anatomisinde bulunmaktadır. Ancak burada kadının devreye sokulup sokulmadığı tartışmalıdır:

Sulbün erkekle, terâibin kadınla alakalı olduğu düşünülünce meninin sulbden, yumurtanın terâibden kaynaklanıp oluştuğu anlaşılır. Böylece her ikisinden kaynaklanan ayrı sıvılar hakkında, erkeğinki öne alınarak “tek su” ifadesi kullanılmıştır.

Hem sulbün hem de terâibin erkekle ilgili olduğu düşünülünce, erkeğin menisinin oluşma ve akışma alanı sözkonusudur ki bu alanın sınırları bu iki kavramla çizilmiştir.

Üçüncü bir ihtimalle erkek ve kadının sulb ve terâibinden çıkan iki suyun birleşmiş haline işaret edilmektedir. Bu ihtimal, bugünkü bilimsel araştırmalarla da desteklenmektedir.

Şüphesiz bütün varlığı yoktan var eden Allah Teâlâ, ölümünden sonra insanı hayata döndürmeye elbette kâdirdir. İnsanın yaratılış biçimine bakıldığında onu ilk olarak yaratanın tekrar geri döndürmeye, mahşer günü dirilterek huzuruna dikmeye ve kendi azamet, kuvvet ve kudretini göstermeye kâdir olduğu anlaşılır. Allah Teâlâ’nın insanı yeniden dirilteceği o dehşetli gün, bütün sırların yoklanacağı, imtihan meydanına serilip Allah’a arzedileceği hesap günüdür. Bu hesap gününde kalplerde gizlenen niyetler, düşünülen gizli şeyler; kin, haset, intikam, şehvet, sevgi, rahmet ve merhamet gibi olumlu olumsuz bütün duygular; namaz, oruç, hac ve zekât gibi emirlerin yerine getirilip getirmediği gibi durumlar birer birer ortaya serilecek, iyisi kötüsünden ayırdedilecek ve teker teker hesabı görülecektir. Böylece gizli tutulan her düşünce, niyet ve duygu o gün ya kişinin yüzünde bir zînet bir süs, ya da kara bir leke olarak belirecektir. Bu durumda artık kişinin yüzünü karartacak şeyleri gizli tutmaya ne gücü yeter ne de onlardan dolayı kendisini Allah Teâlâ’ya karşı savunacak bir yardımcısı bulunur. Bu bakımdan o dehşetli günde insanın ortaya dökülen sırları yüz karartmayacak, güzel ve temiz sırlar ise; o kimse selîm bir kalple Mevlâsının huzuruna varmış ise ona ne mutlu! Yok eğer fâş olunan sırlar yüz karası olacak iğrenç şeyler ise kulun vay haline!

Bu gerçekleri hesap ederek insan, yaratılışına bakmalı da sulb ile terâib arası gibi bir kafes, bir geçit olan dünyada Yaratıcı’nın kendisine verdiği kuvvet, istidat ve kabiliyetleri kötü yollarda kullanmamalı, kendini nefsinin alçak arzularına kaptırmamalı, üzerinde daima hazır bulunan bir bekçi bulunduğunu bilerek, sırların ortaya çıkacağı günde temiz sırlarla Hakk’ın huzuruna varmak için lekesiz bir kalb-i selîm ile hareket etmeli, bu dünya geçidinde zorluklara göğüs gererek bu ten kafesinden kamil iman ve sâlih amellerle Allah’a gitmeye gayret etmelidir. Bunun için de Kur’an’ın verdiği haberlerin gerçekleğine ve bunların asla şaka olmadığına tam anlamıyla inanarak, onun gösterdiği yolda yürümelidir:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
11: Yemin ederim dönümlü ve döndürümlü göğe,

12: Bitkilerin çıkması için çatlayıp patlayan yere ki:

13: Bu Kur’an, hiç şüphesiz, hak ile bâtılı ayıran kesin bir sözdür.

14: O, asla bir şaka, bir eğlence değildir.


Kur’ân-ı Kerîm’in hakkı bâtıldan, doğruyu eğriden ayırdeden ilâhî bir söz olduğu bildirilmek üzere önce önemli birer vasıfları ile göğe ve yere yemin edilir. İlk olarak içindeki cisimlerle beraber dönen ve aşağıdan yükselen suyu yağmur olarak geri döndüren göğe yemin edilir. Ayette geçen اَلرَّجْعُ (rec‘) kelimesinin hem “dönümlü” hem de “döndürümlü” anlamına gelmesi mümkün olduğundan ayet “dönümlü ve döndürümlü göğe yemin olsun” mânasını taşır. Nitekim gökyüzü, içinde bulunan kocaman cisimlerle birlikte hareket halinde olup dönmektedir. Aralarındaki mesafeler ancak ışık yılıyla ölçülebilecek kadar büyük olan gökteki sayısız yıldızlar, yıldız kümeleri, galaksiler sürekli hareket halindedir. Bu gün bilimsel araştırmalar, içinde bulunduğumuz Samanyolu galaksisinin saniyede 320 km hızla kendi etrafında döndüğünü ve büyüklüğü sebebiyle bu dönüşünün ancak 200 milyon yılda tamamlanabileceğini söylemektedir. Rec’ kelimesinde “yağmur” mânası da vardır. Buna göre ayet, yağmurun tekrar tekrar yağmasına veya suyun denizlerden buhar halinde yükselerek tekrar yağmur halinde geri dönmesine işaret eder.

İkinci olarak dünyayı yemyeşil zümrüt gibi bir cennet halinde süslemek ve üzerinde yaşayan canlıları besleyip büyütmek için her türlü bitkiyi çıkarmak üzere çatlayıp patlayan, şerha şerha yarılan yere yemin edilir. Ayette zikredilen اَلصَّدْعُ (sad‘) kelimesinde yarılmak, çatlamak ve çatlak mânaları bulunur ki bu, ilk olarak yeryüzünün bitkileri bitirmek için çatlayıp yarılışını anlatır. Bununla birlikte yeryüzünde değişik sebeplerle meydana gelen çatlaklar, yarıklar, hendekler, vadiler ve yolları; yarılıp insanların defnedildiği ve yine yarılıp insanların mahşere çıkacağı kabirleri de ifade eder.

Sûrenin akışı üstten ve alttan gelen şeylerin birleşip kaynaşarak yeni oluşumlar meydana gelmesiyle alakalıdır. Dolayısıyla göğün dönüşlü olması yukarıdan gelen fiil ve etkiyi, yerin yarılışlı olması da aşağıda bulunan alıcı kabiliyet ve istidadı ifade ederek gök ve yer biri diğerini sararak aşılayan karı ve koca konumunda olmaktadır. İkisinin izdivacından en faziletli ve en mükerrem varlık olarak doğan insan yine bunlar arasından, sulb ve terâib arasından çıkar gibi çıkarak Allah’a dönmek üzere âhiret âlemine gidecektir. Bütün bunlar da, Allah Teâlâ’nın kudreti altında yine O’nun yaratması ve korumasıyla cereyan etmektedir.

Rec’ yağmur, sad’ bitki diye mülahaza edildiğinde, fışkırarak çıkan erkeğin menisinin kadının yumurtacığını aşılaması gibi, yağmur da uzay boşluğunda bir yumurtayı andıran yeryüzünü, bitkileri bitirmek üzere aşılamakta böylece ilâhî bir fiil olarak canlılar yoktan var edilmektedirler.

Göklerdeki düzenli hareket ve yerdeki faydalı yarılma, sürülme ve açılma Allah’ın yüce kudretini yansıttığı; her olay ve harekette O’nun düzenlemesiyle ilgili bir proğramın bulunduğunu ortaya koyduğu gibi Kur’an da her ayet ve kelimesiyle ilâhî kudretten süzülüp gelen ve beşer idrakine seslenip onun aklını ve düşüncesini harekete geçiren, sonra da ona en doğru yolu ve en iyi hayat düzenini öğreten son ilâhî kitaptır. O kitap muhaliflerini, içinde taşıdığı binlerce hakikat belgeleriyle susturmaktadır. O, şüphesiz ki hak ile bâtılı ayıran kesin bir hükümdür. O asla şaka değildir. Bu bakımdan Kur’ân-ı Kerîm ve ayetlerini alaya almak, mizah ve şaka konusu yapmak büyük günahtır, hatta kişinin küfrüne bile sebep olabilir.

Bütün bunlara rağmen:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
15: Kâfirler, vargüçleriyle tuzak kurup duruyorlar.

16: Ben de onların tuzaklarına karşı tuzak kuruyorum.

17: Onun için sen o kâfirlere biraz mühlet ver, bir süre onları kendi hallerine bırak!

Kur’ân-ı Kerîm’in verdiği bilgilerin bu kadar önemli olmasına karşın kâfirler onun nûrunu söndürmek ve tesirini engellemek için her türlü hile ve tuzak kurmakta ve değişik entrikalarla tedbirler almaktadırlar. Bu ışığı önleyebilmek ve insanları şüpheye düşürebilmek için Peygambere karşı acımasızca iftira kampanyası yürütmektedirler. Önceden de böyle olmuştur, şimdi de böyle olmaktadır. Halbuki onların hilelerine karşılık Allah da hile kurmaktadır. Allah’ın planı sayesinde onların tüm hileleri boşa çıkacak ve engellemeye çalıştıkları Kur’an’ın mesajı hızla yayılacaktır.

Şâir Sünbüllüzâde Vehbî şöyle der:

“Cümle erbâb-ı hiyel müdbir olur,
Hîlesi pek çoğa varmaz duyulur.
Yoğ iken tilki gibi hîle-güzâr,
Yine postu soyulur âhir-i kâr.”[1]

Sûrenin son kelimesi olan رُوَيْدًا (ruveydâ), az mühlet anlamındaki اَلرُّودُ (rûd) kelimesinin daha da küçültülmüşü olup “oldukça az müddet” mânasına gelir. Dolayısıyla mü’minler lehindeki ilâhî hükmün çok yakında geleceğini müjdelemektedir. Bu müjdenin gerçekleşmesi ve hakiki bayram sevinci olan âhiret mutluluğunun elde edilmesi için gereken kulluk şartlarını açıklamak üzere de Yüceler Yücesi Rabbin ismini tesbih emriyle başlayan A’lâ sûresi gelmektedir:

[1] Erbâb-ı hiyel: Hîle sahipleri, tuzak kuranlar.
Müdbir: Duruma göre hareket eden.
Hîle-güzâr: Hîle yapan.
Âhir-i kâr: Sonunda.
 
Üst Alt