TEFSİR TEVBE Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
TEVBE SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

TEVBE Suresi Türkçe Okunuşu
TEVBE Suresi Türkçe Okunuşu
Tevbe Sûresi Hakkında

Tevbe sûresi Medine’de hicretin 9. senesinde nâzil olmuştur. 129 âyettir. En son inen sûrelerden biridir. Mushaf tertîbine göre 9, nüzûl sırasına göre 113. sûredir. Meşhur isimleri “Tevbe” ve “Berâe”dir. “Tevbe”, tevbeyi konu alan 102-118. âyetlerinden alınmıştır. “Berâe” ise “beri olmak, ilişiği kesmek, ihtâr, ültimatom” mânalarına gelir. Sûrenin ilk kelimesinden alınmıştır. Sûre bunlar dışında çeşitli isimlerle de anılmaktadır:
اَلْمُقَشْقِشَةُ (Mukaşkışe): Nifak alametlerinden uzaklaştıran,
اَلْمُبَعْثِرَةُ (Müba‘sire): Münafıkların iç yüzlerini deşeleyip ortaya seren,
اَلْمُث۪يرَةُ (Müsîre): Gizlilikleri meydana çıkaran,
اَلْحَافِرَةُ (Hâfire): Münafıkların sırlarını eşeleyen,
اَلْمُخْزِيَةُ (Muhziye): Münafıkları rezil rüsvâ eden,
اَلْمُنَكِّلَةُ (Münekkile): Münafıkları cezalandıran.
Öyle ki, Huzeyfe (r.a.) bu sûre hakkında: “Sizler bu sûreye Tevbe sûresi adını veriyorsunuz. Allah’a yemin olsun ki bu sûre, hiç kimseyi dışarıda bırakmaksızın hepsini sarsmış ve sorgulamıştır” demiştir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XV, 172)

Tevbe Sûresi Konusu

Aslında sûrenin isimleri, onun hangi mevzulardan bahsettiğini de ifade etmektedir. Bu bakımdan sûrenin en önemli konuları, sûrenin nüzûl tarihi itibariyle müşriklerle ve Ehl-i kitapla münâsebetler ve bunlara tatbik edilecek hükümler; Bizans ordusuna karşı çıkılan Tebük seferi öncesinde, sefer sırasında ve sonrasında yaşanan dikkat çekici hâdiseler; bu süreçte müslümanların ve münafıkların halet-i rûhiyelerini ortaya koymaktır. Sûre ayrıca müşriklerden daha tehlikeli olan münafıklardan, onların İslâm birliğini parçalamak için yaptıkları Mescid-i Dırar’dan bahseder. Sûrenin sonunda ise müminlerin sahip olmaları gereken bazı vasıflar, cihada teşvik, peygamber göndermenin insanlık açısından ehemmiyeti gibi mevzulara temas edilir.

Tevbe sûresi, başında besmele yazılı olmayan tek sûredir. Bunun birinci sebebi, Allah Resûlü (s.a.s.)’in böyle yapmış olmasıdır. İkinci sebebi şudur: Besmele emândır. Bu sûre ise kılıçla ve ahdi bozanlara karşı bir ültimatomla başlamaktadır. Dolayısıyla iki zıt şeyin bir arada bulunması uygun görülmemiştir. Ayrıca müslümanların burada besmelenin yazılamayacağında ittifak etmeleri, sahâbe ve tabiin dönemlerinde herhangi bir ictihatla buraya besmele yazılmasına karar vermemeleri, Kur’ân metninin Peygamberimiz’den itibaren en ufak bir değişikliğe mâruz kalmadığının açık delillerinden biridir.

Tevbe Sûresi Nuzül

Mushaftaki sıralamada dokuzuncu, iniş sırasına göre yüz on üçüncü sûredir. Mâide sûresinden sonra, Nasr sûresinden önce Medine’de nâzil olmuştur. Müfessirler arasındaki hâkim kanaate göre son iki âyeti Mekke’de inmiştir. 113. âyetinin de Mekke’de indiğine dair bir rivayet bulunmaktadır. Hicretin 9. yılında nâzil olmaya başlayan bu sûrenin Kur’an’ın en son inen sûresi olduğu yönünde bir rivayet de vardır (Şevkânî, II, 378; Elmalılı, IV, 2441). İçeriği ve konusuna ilişkin tarihî bilgiler, sûrenin hemen tamamının Tebük Seferi’nden az bir zaman önce başlayıp sefer süresince ve seferden hemen sonraki günlerde, en büyük kısmıyla da Medine’den Tebük’e yapılan uzun yürüyüş sırasında vahyedildiğini göstermektedir (bk. Esed, I, 343). Aşağıda açıklanacağı üzere sûrenin baş kısmı Tebük Seferi’ni takiben yani kronolojik sıra itibariyle diğer kısımlarından sonra inmiştir. Hz. Peygamber Tebük Seferi’nden döndükten sonra Hz. Ebû Bekir’i hac emîri olarak görevlendirmişti. Ebû Bekir beraberindeki müslümanlarla hareket ettikten sonra bu sûrenin baş kısmı nâzil oldu. Bunun üzerine Resûlullah sûredeki buyrukları hac esnasında insanlara tebliğ etmesi için Hz. Ali’ye görev verdi. Hz. Ali hac kafilesine yolda yetişti. Hz. Ebû Bekir ona âmir sıfatıyla mı yoksa memur sıfatıyla mı geldiğini sordu. O sadece sûreyi hac sırasında insanlara tebliğ etmekle memur olduğunu söyledi. Birlikte Mekke’ye gittiler. Hz. Ali kurban bayramının birinci günü Cemre-i Akabe yanında insanlara hitap etti, kendisinin Hz. Peygamber’in elçisi olduğunu bildirip sûreden otuz veya kırk (Mücâhid’den yapılan rivayete göre on üç) âyet okudu ve şu dört hususu özellikle tebliğ etmekle görevli olduğunu söyledi: Bu yıldan sonra Kâbe’ye müşrik yaklaşmayacak, kimse Kâbe’yi çıplak tavaf etmeyecek, mümin olmayan cennete giremeyecek, verilen söz mutlaka tutulacaktır (Zemahşerî, II, 138; Râzî, XV, 218).

Tevbe Sûresi Fazileti

Diğer sûrelerden farklı olarak bu sûrenin başında “besmele”nin olmaması şu iki sebeple açıklanmaktadır: a) Bu sûrenin, aralarındaki anlam ve içerik yakınlığı itibariyle Enfâl sûresinin devamı olma ihtimali. Hz. Peygamber’den bu sûrenin Enfâl veya başka bir sûrenin parçası olduğuna dair bir açıklama nakledilmiş olmadığı için bu ihtimal zayıf bulunmuştur. Bu görüş şu açıdan da eleştirilmiştir: Eğer sebep bu olsaydı sadece Enfâl sûresinden bu sûreye geçerken besmele okunmaması gerekirdi, oysa bu sûreye başlarken de besmele okunmaz (Elmalılı, IV, 2442-2443). b) Sûrenin müşriklere ağır bir ihtarla ve –âyetin tefsiri sırasında açıklanacak sebeplere binaen– onlarla yapılmış antlaşmanın bozulup savaş ilân edilmesi tâlimatıyla başlaması. Bu izaha göre, besmele güven ve rahmetin ifadesi olduğundan iki zıt ifadenin birlikte okunması uygun görülmemiştir. Başka bazı sûrelerin de savaş buyruğu içerdiği (Derveze, XII, 66) veya “yazıklar olsun” gibi ifadelerle başladığı (Âlûsî, X, 61) gerekçesiyle bu izah eleştirilmişse de, başka bir sûrenin başında böyle şiddetli bir uyarı ve ahdi bozma ifadesi yer almamaktadır. Bu konudaki izah farklılıkları bir yana, İslâm âlimleri bu sûrenin başında besmelenin yazılmaması ve okunmaması gerektiği hususunda fikir birliği içindedirler. Bunun herkesçe kabul edilen ortak sebebi Resûlullah’ın bu sûrenin başında besmeleyi yazdırmamış olmasıdır. Bu durum, Kur’an’ın hiçbir değişikliğe uğratılmaksızın, aynen Hz. Peygamber’den öğrenildiği biçimde sonraki nesillere aktarılması konusunda sahâbenin büyük bir titizlik gösterdiğini ve bu ulvî emanetin nesiller boyu özenle korunduğunu açıkça ortaya koyan kanıtlardan biri sayılmalıdır (Râzî, XV, 216; Mevdûdî, II, 179). Şu hususa da işaret edilmelidir ki, Tevbe sûresinde besmele çekilmemesi bu sûrenin başıyla ilgilidir. Şayet Kur’an okumaya bu sûrenin başından başlanacaksa sadece “eûzü” çekilir; daha sonraki bir âyetinden başlanacaksa eûzü ile birlikte besmele de okunur. Enfâl sûresinden Tevbe sûresine geçilirken ise eûzübesmele okumaksızın kıraate devam edilir.

TEVBE SURESİNİN TEFSİRİ


1. Bu, Allah ve Rasûlü’nden, kendileriyle anlaşma yaptığınız müşriklere bir ültimatomdur!

بَرَاۤءَةٌ (berâet), dostluk anlaşmasının kesilmesi, dokunulmazlığın kaldırılması ve sağlanmış olan emânın sona erdirilmesidir. Burada kelimenin özellikle “savaş çıkmasını gerektiren bir ilişki kesme” şeklindeki siyaset hukuku ve milletler arası hukuk dilindeki terim anlamı geçerlidir. Sûrenin ilk âyeti böyle bir ültimatom ile başlamakta, sonra bunun gerekçesi beyân edilmekte ve bu gerekçe herkese ilan edilmektedir.

Hicretin 9. yılında Tebük seferinden döndükten sonra Resûl-i Ekrem (s.a.s.), Hz. Ebûbekir’i hac emîri olarak vazifelendirdi. Hz. Ebubekir, beraberindeki müslümanlarla birlikte hareket ettikten sonra bu sûrenin başında yer alan âyetler nâzil oldu. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, gelen bu ilâhî tâlimatları hacda toplanan insanlara tebliğ etmek üzere Hz. Ali’yi gönderdi. Hz. Ali kurban bayramının birinci günü Akabe cemresi yanında hacılara hitab etti. Kendisinin Peygamber (s.a.s.)’in elçisi olduğunu bildirdikten sonra sûrenin başından 30 kadar âyeti okudu. Şu dört hususu özellikle vurguladı:

· Bu seneden sonra Kâbe’ye hiç bir müşrik yaklaşmayacak,
· Hiç kimse çıplak olarak Kâbe’yi tavaf etmeyecek,
· Müminlerden başkası cennete giremeyecek,
· Müşrik kabîleler tarafından bozulmamış antlaşmalar, anlaşma süresinin sonuna kadar yürürlükte kalacaktır. (Tirmizî, Tefsir 9/7; Nesâî, Menâsik 161; Taberî, Câmi‘u’l-beyân, X, 82-86)

Müşriklere gösterilen yol şudur:

2. Ey müşrikler! Bu günden itibaren yeryüzünde dört ay daha istediğiniz gibi dolaşın, sığınacak yer arayın. Fakat bilin ki siz hiçbir şekilde Allah’a karşı koyamaz ve O’nun kudretinden kaçıp kurtulamazsınız. Allah kâfirleri elbette rezil rüsvâ edecektir.

Kendilerine ültimatom verilen müşriklere, başlarının çaresine bakmaları, düşünüp taşınmaları ve gerekli hazırlıkları yapabilmeleri için dört ay emniyet içinde dolaşma müsaadesi verilmiştir. Çünkü Arapça’da اَلسِّيَاحَةُ (siyahât), sıradan bir gezintiyi değil, gerekli hazırlıklar yapılarak çıkılan planlı yolculuğu ifade eder. Böylece kendi yanlış tutum ve davranışları sebebiyle antlaşmaları feshedilen müşriklere, güven içinde dolaşarak kendilerini korumak için her türlü tedbiri alabilecekleri, diledikleri gibi hareket edip geleceklerini güvenceye alma yollarını araştırabilecekleri hatırlatılmakta, hatta emir kipi kullanılarak kendilerine tanınan bu imkândan sonra artık sorumluluğun da kendilerine ait olacağı ima edilmektedir. Âyetin devamındaki, “müşriklerin Allah’ın kudretinden asla kurtulamayacakları ve Allah’ın inkârcıları rüsvâ edeceği” ikazı, müşriklerin bu arayışlarında başarılı olamayacaklarını ve neticede perişan olacaklarını açıkça haber vermekte, onları gittikleri yanlış yoldan dönmeye çağırmaktadır.
Onlara şu hususlar hatırlatılmaktadır:

Verilen süreden sonra artık antlaşma güvencesinden yararlanamayacaklardır.

Eski tavırlarında ısrar eder ve Kabe’nin çevresinde varlıklarını ve hâkimiyetlerini sürdürmeye çalışırlarsa müslümanlara karşı savaş açmış sayılacaklar ve bunun sonuçlarına katlanacaklardır.

Kendilerine bu şekilde süre verilmesinin sebebi acizlik değil, onlara düşünüp taşınma ve tevbe etme imkânı sağlamaktır. Değilse onların Allah’ın iradesini aşmaları, O’nu âciz bırakmaları mümkün değildir. Böyle yaparlarsa kesinlikle rezil rüsvâ olacaklardır.

Bu sebeple müşrikler, kurtuluş için tevbe ve imana çağrılmaktadır:

3. Şu da büyük hac gününde Allah ve Rasûlü’nden bütün insanlara yapılmış bir duyurudur: Artık bundan böyle Allah’ın ve Rasûlü’nün müşriklerle hiçbir alakası kalmamıştır. Fakat ey müşrikler, eğer tevbe edip mevcut tutumunuzdan vazgeçerseniz bu elbette sizin için hayırlı olur. Yok, eğer yüz çevirirseniz bilin ki siz hiçbir şekilde Allah’a karşı koyamaz ve O’nun kudretinden kaçıp kurtulamazsınız. Rasûlüm! Kâfirlere can yakıcı bir azabı müjdele!

Hacc-ı Ekber günü, Arefe veya bayramın birinci günüdür. Bayramın birinci günü olma ihtimali daha yüksektir. Çünkü ziyaret tavafı, kurban kesmek, şeytan taşlamak gibi haccın önemli menâsiki bu günde yapılır. (bk. Buhârî, Hac 132; Ebû Dâvûd, Menâsik 66) İşte bu günde Peygamberimiz’in elçisi Hz. Ali tarafından mü’min veya kâfir bütün insanlara yapılan duyurulardan biri de şudur: Allah da Peygamberi de bütün müşriklerden beridir, uzaktır, aralarında hiçbir sevgi ve dostluk bağı yoktur. Tevbe edip küfür ve şirkten uzaklaşanlar kendi istikballeri için en hayırlı bir işi yapmış olacaklardır. Tevbeden, imandan yüz çevirenler ise kendi elleriyle kendi istikballerini karartmış olacaklardır. Çünkü hiç kimsenin -haşa- Allah’ı aciz bırakması, yapmak istediği bir işten onu engellemesi mümkün değildir. Vasfı bu olan Allah, kâfirleri can yakıcı bir azapla cezalandıracağını haber vermektedir. O halde aklı olan herkesin kendini bu ebedî azaptan korumaya çalışması gerekir.

Anlaşmalarının gereğini yapan müşriklere gelince:

4. Ancak kendileriyle anlaşma yaptığınız müşrikler, şâyet anlaşma şartlarını tamâmen yerine getirir, size karşı hiçbir menfî harekette bulunmadıkları gibi, aleyhinizde kimseye arka da çıkmazlarsa, onlarla yaptığınız anlaşmalara süreleri doluncaya kadar riayet edin. Şüphesiz ki Allah, sözünde durup haksızlıktan sakınanları sever.

Kendileriyle anlaşma yapılan müşriklerden bir kısmı bu anlaşmayı bozdular. Bazıları ise anlaşmalarına sadık kaldılar; anlaşma şartlarından hiçbirine riâyetsizlik etmediler. müslümanlara doğrudan doğruya bir zarar vermedikleri gibi, onların düşmanlarına da hiçbir şekilde arka çıkmadılar ve destek vermediler. Âyet-i kerîme müşriklerden bu iki grubu birbirinden ayırmaktadır. Anlaşmalarını bozanlara duyurunun yapıldığı tarihten itibaren sadece dört aylık bir süre tanıdığı halde, anlaşmalarına sadık kalanlara, anlaşma yapılırken belirlenen sürenin sonuna kadar beklemeyi emretmektedir. Anlaşma şartlarına uymayı takvânın bir gereği saydığı gibi, karşı taraf müşrik bile olsa ahdine vefa gösterenle gaddarlık edeni eşit seviyede tutmanın takvâya aykırı olduğuna işaret etmektedir.

Nitekim Kinâne oğullarının bir kolu ile yapılan anlaşmanın henüz dokuz ay kadar daha süresi vardı ve müslümanlar bu sürenin dolmasını beklemişlerdir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XV, 178)

Anlaşmayı bozup bozmamalarına göre gerekli süre dolduğunda müşriklere nasıl muamele edilmelidir:

5. O haram aylar sona erince müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün, onları yakalayın, esir edin, geçebilecekleri bütün yolları ve geçitleri tutup kendilerini kontrol altında bulundurun. Eğer şirkten vazgeçer, namazı kılar ve zekâtı verirlerse yollarını serbest bırakın. Şüphesiz Allah, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.

Âyette bahsedilen Haram aylardan maksat, anlaşmalarını bozan müşriklere tanınan dört aylık süre ile bozmayanlara tanınan anlaşmalarının sona erdiği vakte kadar olan süredir. Bu süre tamamlandığında müşriklere tatbik edilecek muameleler şöyle beyân edilir:

Bulduğunuz yerde onları öldürün.
Onları yakalayın.
Onları esir edin, muhasara altına alın. Onların sizin yurdunuzda tasarrufta bulunmalarını ve yanlarınıza girmelerini engelleyin.
Onların geçip kaçabilecekleri, ev ve iş yerlerine gidebilecekleri veya gafil yakalanabilecekleri bütün geçit yerlerini tutun; onları gözaltında bulundurun.

Demek ki, yakalayıp esir alma imkânı varsa hemen öldürmeye teşebbüs etmemek gerekmektedir. Öldürürken de, İslâm’ın bu konuda öğrettiği gibi en uygun bir şekilde yani müsle yapmadan, elini kolunu bağlayıp nişan almadan ve işkence etmeden öldürmek gerekir. Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Öldürme yönünden insanların en iffetlisi, iman ehli kimselerdir.” (Ebû Dâvûd, Cihad 110)
“Öldürdüğünüz vakit güzellikle öldürün.” (Ebû Dâvûd, Edâhî 22; Tirmizî, Diyât 14)

Ancak şirkten tevbe edip, bu tevbesinde samimi olduğunu göstermek üzere namazı kılan ve zekâtı verenleri; yani hem itikat hem de amel bakımından İslâm’ı tam olarak benimseyenleri serbest bırakmak, önlerindeki engelleri kaldırmak, yukarıda öngörülen cezalardan hiçbirini uygulamamak emredilmiştir. Çünkü Allah çok bağışlayıcıdır; tevbe ettikleri takdirde onların daha önceki şirk, küfür ve yaptıkları zulümleri bağışlar. Çok merhametlidir; bundan böyle yapacakları taat ve ibâdetlere de bol bol mükafât verir.

Anlaşılan o ki Tevbe sûresinin başında yer alan ve müşriklere yönelik çok ciddi uyarılar ihtiva eden bu âyetlerle beraber İslâm’ı tebliğ ve müşriklerle münâsebet açısından yepyeni bir dönem başlamıştır. Artık ilâhî irade Beytullah ve çevresinin putperest unsurlardan tamamen temizlenmesini istemektedir. Buradan “müşriklerin bulundukları yerde öldürülmeleri” hükmünün belirli bir bölge ile sınırlı olduğu da anlaşılmaktadır. Bunun için son derece ciddi bir temizlik faaliyeti öngörülmektedir. Nitekim bu sûrenin 28. âyetinde bu husus daha açık bir ifade ile beyân buyrulur:

“Ey iman edenler! Müşrikler birer pislikten ibarettir. Onun için artık bu yıldan (hicrî 9) sonra Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar!”

Bu sebeple o bölgede yaşayan anlaşmalı anlaşmasız bütün müşriklere iki yoldan birini tercih hakkı tanınmıştır:

· Ya tevbe edip İslâm’a girmek,
· Veya ölüm ve esareti tercih etmek.

Çünkü Ehl-i kitapta olduğu gibi müşriklerden cizye kabul edilmemektedir. Ancak aşağıda gelen âyette üçüncü bir yoldan bahsedilir:

6. Eğer müşriklerden biri senden sığınma hakkı isterse ona bu hakkı ver; ta ki Allah’ın kelâmını dinlesin. Sonra da onu kendini güvende hissedeceği yere kadar selâmetle ulaştır. Çünkü onlar, cehâlet içinde yüzen bir topluluktur.

Bu yol, müşriklerden herhangi birinin gelip müslümanlardan emân dilemesi; sığınma hakkı ve güvence istemesidir. Bu durumda Cenâb-ı Hak, Allah’ın kelamını işitip, dini daha yakından tanıyarak hidâyete erme ihtimaline binâen onlara güvence verilmesini istemektedir. Verilecek bu güvence her türlü baskı ve kaygı ihtimalini ortadan kaldıracak biçimde olmalıdır. Böylece o kişi hiçbir baskı ve zorlama altında tutulmaksızın, gönül rahatlığıyla Allah’ın kelâmını dinleme ve İslâm’ı tanıma imkânı bulacaktır. Sağlanan bu imkânlara rağmen İslâm’a girmezse, sadece serbest bırakılmakla yetinilmeyecek, kendini güvende hissedeceği yere kadar selâmetle ulaştırılacaktır. İslâm’ın mâhiyetini bilmeme mazeretini ortadan kaldıran bu safhadan sonra bu kimseler artık yaptıkları bilinçli tercihin sonuçlarına katlanmayı göze almış sayılacaklar; ya müşriklerin bulunması yasaklanan kutsal bölgeyi terk edecekler veya müslümanlara savaş ilan etmiş sayılacaklardır.

Bu âyetten, müslümanların, kendilerine savaş açtıkları bir topluluğun üyesi bile olsa, Allah’ın birliği ve Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliği konusunda delil gösterilmesini isteyen bir gayri müslime bunu açıklamakla ve Allah’ın dinini öğrenmek isteyenlere bu hizmeti vermekle mesul oldukları neticesi çıkmaktadır. Yine bu âyetten ve bunun tefsiri mâhiyetindeki Resûlullah’ın söz ve tatbikatlarından, ister İslâm dinini yakından tanıma maksadıyla isterse ticaret, ziyaret veya diplomatik bir maksatla İslâm ülkesine güvence alarak girmiş kimseye verilen teminat hükümlerine titizlikle riayet edilmesi gerektiği anlaşılmaktadır. (Elmalılı, Hak Dini, IV, 2459)

Ancak hak-hukuk tanımayan, kanun kural dinlemeyenlere karşı uyanık davranmak da imanın bir gereğidir:

7. Verdikleri sözü her fırsatta çiğneyen o müşriklerin Allah’ın yanında ve Peygamber’in yanında geçerli ve güvenilir nasıl bir anlaşması olabilir ki? Ancak Mescid-i Harâm’ın yanında kendileriyle anlaşma yaptığınız kimseler hâriç. Onlar size dürüst davrandıkları sürece siz de onlara dürüst davranın. Şüphesiz ki Allah, anlaşmalarına vefâ gösterip haksızlıktan sakınanları sever.

Anlaşmalarını bozan ve şartlarına riâyet etmeyen müşriklerin ne Allah katında ne de Resûlullah yanında gözetilmesi gereken bir ahitleri vardır. Bu halleriyle ne âhiret azabından ne de dünyada başlarına gelecek savaş ve öldürülme gibi musibetlerden emin olabilirler. Ancak Mescid-i Haram’ın yanında kendileriyle anlaşma yaptığınız kimseler bunun dışındadır. Bunların, Allah Resûlü (s.a.s.)’in kendileriyle Hudeybiye’de antlaşma yaptığı Kinâne oğullarından Benî Bekir kabilesi olduğu rivayet edilir. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, X, 106) Onlar anlaşmayı bozmadıkları ve müslümanlara dürüst davrandıkları müddetçe, müslümanlar da onlara dürüst davranmakla emrolunmuşlardır. Çünkü anlaşmaların gereğini yerine getirmek ve onları bozmaktan sakınmak takvânın önemli bir boyutudur.

Hiçbir hak hukuk tanımayan kâfirlere gelince:

8. Onların sözlerine nasıl güvenilebilir ki? Eğer size üstünlük sağlayacak olsalar, hakkınızda ne bir yemin, ne bir anlaşma, ne de bir hukuk hiçbir şey gözetmezler. Ağızlarıyla güya sizi memnun etmeye çalışırlar; fakat kalpleri aksi istikâmette atar. Çünkü onların çoğu, yoldan çıkmış hak-hukuk tanımaz kimselerdir.

9. Onlar, Allah’ın âyetlerini az bir ücret karşılığı sattılar da, böylece kendileri Allah yolundan uzaklaştıkları gibi, başkalarını da o yoldan alıkoymaya çalıştılar. Gerçekten onlar ne fenâ işler çeviriyorlar!

10. Onlar, bir mü’min hakkında ne bir yemin, ne bir anlaşma, ne de bir hukuk hiçbir şey gözetmezler. Onlar, işte böyle sınır tanımaz saldırgan kimselerdir.


Allah katında en kötü varlıklar olan kâfirlerin, Allah ve Peygamber düşmanlarının ortak bir özelliği vardır: Bu da, fırsat bulunca bütün kuvvet ve imkânlarıyla mü’minlere düşmanlık yapmaktır. Nitekim bir diğer âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Eğer kâfirler sizi ele geçirecek olsalar, size karşı acımasız bir düşman kesilirler, ellerini ve dillerini size fenâlık yapmak için uzatırlar ve sizin de kendileri gibi kâfir olmanızı cân ü gönülden isterler.” (Mümtehene 60/2)

Bu sebeple Cenâb-ı Hak, mü’minleri, müşriklerle olan münâsebetlerinde dikkatli ve uyanık olmaya davet etmekte, onların hâkimiyeti ele geçirmelerine fırsat vermemelerini istemektedir. Çünkü hâkimiyeti ele geçirdiklerinde yapacakları şey bellidir. Bunlar mü’minlerle alakalı hiçbir yemini ve hiçbir anlaşmayı tanımazlar, hiçbir hukuka riâyet etmezler. Bu bakımdan, kalpleri onaylamadığı halde, sadece ağızlarıyla geveledikleri hoşnut edici sözlere; dostluk, insanlık ve insaftan bahseden palavralara da aldanmamak gerekir. Zira ağızlarından çıkan söz gönüllerindeki niyetlerle taban tabana zıttır. Yaptıkları dostluk değil, iki yüzlülüktür. Onların pek çoğu fâsıktır; ahdini bozmuş, taati terk etmiş, günahkâr, utanmaz ve arlanmaz kimselerdir. Bunlar Allah’ın âyetlerini, geçici dünya menfaatleri karşılığında satarlar ve çeşitli entrikalarla insanları Allah yolundan; Kâbe’ye gelmekten, İslâm’a girmekten, ibâdet ve taatten engellemeye çalışırlar. İslâm toplumuna karşı olduğu gibi, mü’minlerden bir tek kişi hakkında bile hiçbir hakkı, yemin ve ahdi dikkate almazlar. Gerçekten bunlar haddi aşan, saldırgan, hak hukuk tanımayan ve hiçbir zaman haksızlıktan geri durmayan kimselerdir.

Ancak nihayetsiz merhamet sahibi Rabbimiz, tevbe ve hidâyet kapısını sürekli açık tutmaktadır:
 
Son düzenleme:

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
11. Her şeye rağmen eğer tevbe edip yaptıklarından vazgeçer, namazı kılar ve zekâtı verirlerse, bu takdirde onlar sizin din kardeşlerinizdir. Biz, bilip anlayacak kimseler için âyetleri böyle ayrıntılarıyla açıklıyoruz.

12. Sizinle anlaşma yaptıktan sonra yeminlerini bozar ve dîninize dil uzatmaya kalkışırlarsa, o zaman küfrün elebaşlarıyla sonuna kadar savaşın. Çünkü onların yaptıkları anlaşmaların, ettikleri yeminlerin hiçbir inandırıcılığı kalmamıştır. Belki böylece azgınlıklarından vazgeçerler.


Bütün bu kötülüklerine rağmen eğer tevbe edip küfür ve şirkten vazgeçer ve inanmışlığın bir göstergesi olarak namazı kılıp zekâtı verirlerse, müslümanların din kardeşleri olurlar. İman kardeşliğinin gerektirdiği tüm haklardan istifade eder ve tüm sorumluluklarını yerine getirirler. Mü’minlerin lehine olan onların da lehine, aleyhine olan onların da aleyhine olur. Görüldüğü üzere merhameti sonsuz olan Rabbimiz, hangi derecede bir günahkârlık içinde bulunursa bulunsun, bütün kullarına tevbe kapısını açık tutmakta ve her fırsatta o kapıdan içeri girmeye davet etmektedir. Fakat bunlar hakka dönüş fırsatını değerlendiremez, aksine, anlaşmalarını bozdukları gibi yeminlerini de bozar, bununla da yetinmeyip İslâm dinine saldırır, sövmeye kalkışır, ayıplar ve küçük düşürmeye yeltenirlerse yapılacak tek şey onlara haddini bildirmektir. Artık küfrün elebaşı, önderi, lideri konumuna gelmiş bu şerefsizlerle ölümüne vuruşmak ve kellelerini uçurmak gerekir. Yalnız savaştan maksat, sırf yakıp yıkmak, yok etmek, eziyet edip öldürmek değil, onları ve onlar gibileri küfürden, dine saldırmaktan ve anlaşmaları bozmaktan vazgeçirmek olmalıdır.

Bu gibilerle savaşmak artık zaruret halini almıştır:

13. Siz, yeminlerini bozan ve Peygamber’i yurdundan çıkarmaya kesin olarak azmeden bir toplulukla savaşmaz mısınız? Kaldı ki, savaşı size karşı ilk başlatanlar da onlar olmuştu. Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer mü’minseniz, kendisinden asıl çekinip korkulacak olan Allah’tır.

14. Onlarla savaşın ki Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın, onları rezil rüsvâ etsin, onlara karşı size yardım ve zafer ihsân buyursun, baskı ve zulüm altında inleyen mü’min toplulukların gönüllerini ferahlatsın!

15. Hem mü’minlerin kalplerindeki kin ve öfkeyi gidersin! Allah, dilediği kimselere tevbe ve hidâyet nasip eder. Allah her şeyi bilendir, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olandır.


Burada müslümanlar, din düşmanlarıyla olan bir kısım kan ve akrabalık bağlarını, dünyevi menfaatlerini bir tarafa bırakarak sebat ve azimle Allah yolunda savaşmaya ve mücadeleye teşvik edilmektedir. Bu âyetler aynı zamanda İslâm’a göre bir topluma veya devlete savaş açmanın gerekçelerini, müslümanların savaştan uzak durmalarına sebep olacak zaafiyetleri ve savaştan beklenen hedefleri beyân eder.

Müslümanların bir topluma veya devlete savaş açmalarının gerekçeleri: Onların anlaşmalarını ve yeminlerini bozmaları; Peygamberi yurdundan çıkarmaya kesinlikle azmetmeleri; savaşı ilk olarak başlatanların bizzat kendilerinin olmasıdır.

Müslümanların savaştan uzak durmalarına sebep olacak zaafiyetleri; Allah’tan değil düşmandan korkmaları, öldürülmekten ve bir kısım menfaatlerinin elden gitmesinden endişe etmeleridir. Dünyayı âhirete tercih etmeleridir. Halbuki inananlar için en çok korkulması gereken elbette ki Allah’tır. Nitekim bir diğer âyet-i kerîmede: “Dünya hayatını verip âhireti almak isteyen samimi mü’minler Allah yolunda savaşsınlar!” (Nisâ 4/74) buyrulur.

Savaştan beklenen hedefler ise şöyle beyân edilir:

Ahdini bozan, hak hukuk tanımayan suçlu ve saldırganları hak ettikleri cezaya çarptırmak. Fakat bu cezalandırma sadece bir eza ve cefadan ibaret olmamalıdır. Müminler, ilâhî azabı hak etmiş olan bir topluma, o azabın tatbikiyle vazifeli bir el durumunda olduklarını bilerek, haksız ve gereksiz işkencelerden sakınmalıdırlar. Böylece yaptıkları iş kendi işleri olmaktan çıkıp, hakkın cezalandırması haline dönüşecek; “Onları savaşta siz kendi kuvvetinizle öldürmediniz; onları Allah öldürdü. Rasûlüm! Düşmana bir avuç toprak attığın zaman da sen atmadın; Allah attı” (Enfâl 8/17) sırrı tahakkuk edecektir.

Saldırganları zelil ve perişan edip, bir daha başkaldıramaz hâle getirmek. Bu da ancak Allah adına yapılan bir zelil kılma olduğu takdirde gerçek hedefine ulaşmış olacaktır.
Allah’ın kâfirler karşısında mü’minlere nasıl yardım ettiğini; onların şan ve şereflerini nasıl yücelttiğini ortaya çıkarmak. Savaştan esas gaye de zaten bu ilâhî yardıma kavuşmaktır. Değilse bir taraftan düşmanlar zillete düşmekle beraber, diğer taraftan müminler de bir afete uğrayacak olursa savaştan beklenen fayda sağlanmamış ve hedef gerçekleşmemiş olur.
Senelerdir kâfirlerin her türlü eziyet ve baskısı altında ezilmiş ve acı çekmiş olan müslümanların gönüllerine su serpip ferahlık vermek.
Hakkın yerini bulmasından dolayı, galip tarafı da, mağlup tarafı da yeni yeni kin ve öfkelerden korumak. Zira elde edilmiş öyle zaferler olur ki, galiplerin başına daha büyük dertler açabilir. Galip tarafın gönlünü okşayan öyle geçici başarılar olur ki, daha büyük kin ve öfkelerin devreye girmesine sebep olabilir.

15. âyetteki “Allah, dilediği kimselere tevbe ve hidâyet nasip eder” ifadesi, savaştan beklenen hedeflere ayrı bir ufuk kazandırmaktadır. Kâfirler hep küfür üzere kalacak değillerdir; içlerinden nice hidâyete erecek talihliler vardır. İşte savaş esnâsında harbin acısını ve Allah’a iman edenlerin zaferini yakından gören bir kısım kâfirler, intibaha gelecek, küfür ve günahlarından tevbe edip İslâm’a döneceklerdir. Mekke’nin fethinde bunun çok açık bir misâli yaşanmıştır. Diğer taraftan böyle bir savaşın müminler üzerinde de büyük bir terbiyevî tesiri vardır. Savaş onların da imanlarını kuvvetlendirecek, hakka bağlılıklarını artıracak, insanlık gereği işlemiş oldukları günahlardan tevbe edip temizlenmelerine vesile olacaktır.
Ancak, “iman ettim” sözü ispatlanması gereken bir iddiadır. Bunun ispatlanması gerekir:

16. Yoksa siz, Cenâb-ı Hak içinizden cihâd edenlerle Allah’tan, Rasûlü’nden ve mü’minlerden başkasını dost ve sırdaş edinmeyenleri iyice ortaya çıkarmadıkça öyle kendi hâlinize bırakılacağınızı mı sanıyordunuz? Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdârdır.

Bunu ispatlayacak en güçlü deliller şunlardır:

Allah yolunda cihâd etmek,
Allah için candan ve maldan fedakârlık yapmak,
Allah’ın, Peygamber’in ve mü’minlerin dostluğu ile yetinip bunların dışında kimseyi dost ve sırdaş edinmemek,
Müslümanların sırlarını düşmanlarına sızdırmamak.

Ancak böyle samimi tutum ve davranışlarla küfrün en ince izlerinden dahi kurtulup, Allah’ın huzurunda tam bir teslimiyet içinde secdeye kapanacak bir kulluk kıvamına yücelmek mümkün olabilecektir:

17. O müşrikler, küfür içinde bulunduklarına söz ve eylemleriyle bizzat kendileri şâhit olup dururken, Allah’ın mescitlerini îmâr etmeleri tasavvur olunamaz. Onların bütün yaptıkları boşa gitmiştir. Onlar cehennem ateşinin içinde ebedî kalacaklardır.

“Allah’ın mescitlerini imar” maddî ve manevî olmak üzere iki yönlüdür:

Maddî imar; mescitlerin fizikî olarak binâlarını inşa etmek, sonra da onların bakım, onarım ve temizliğini sağlamaktır. Harap olup kullanılmayacak hale gelmelerini engelleyecek tüm faaliyetleri devam ettirmektir. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Kim Allah için bir mescit binâ ederse, Allah da onun için cennette bir köşk binâ eder.” (Buhârî, Salât 65; Müslim, Mesâcid 24)
Resûlullah (s.a.s.) büyük bir tevâzû ile Allah için yapılabilecek her işe koşmuştur. Bir devlet başkanı olduğu hâlde Mescid-i Nebevî’nin inşâsında ashâbıyla birlikte kerpiç taşımıştır. O bir taraftan kerpiçleri taşırken, bir yandan da:


هذَا الْحِمَالُ لاَ حِمَالَ خَيْبَرْ هـذَا أَبَـرُّ رَبـَّنَا وَأَطْهَرْ

“Bu yük Hayber yükü değildir. Ey Rabbimiz! Bu, senin katında daha kalıcı, daha iyi ve daha temiz bir iştir.” buyurmuştur. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr 45)

Bir diğer rivayete göre mescidin inşâsı esnâsında, toprak taşıyan bir adam, Âlemlerin Efendisi’ne rastlayınca O’na:

“−Ey Allah’ın Rasûlü! Müsaade buyurun, kerpicinizi ben taşıyayım!” dedi. Efendimiz ise cevâben:
“−Sen git, başka bir tane al! Zira sen Allah’a benden daha çok muhtaç değilsin!” buyurdu. (Semhûdî, Vefâü’l-Vefâ, Beyrut 1997, I, 333)
Mescid-i Nebevî yapılırken, herkes kerpiçleri birer birer taşıyor, Ammar b. Yâsir (r.a.) ise, biri kendisi, diğeri de Peygamber Efendimiz için olmak üzere ikişer ikişer taşıyordu. Allah Resûlü (s.a.s.) onu gördü, tozlarını silkeledi ve:
“−Ey Ammar! Sen kerpiçleri niçin arkadaşların gibi birer birer taşımıyorsun?” diye sordu. O da:
“−Allah’tan, bunun ecrini bekliyorum!” dedi. Bunun üzerine, Peygamber Efendimiz (a.s.) onun sırtını sıvazladı ve:
“−Ey Sümeyye’nin oğlu! Diğer insanlar için bir ecir var, senin için ise iki ecir var!” buyurdu. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 91; İbn Kesîr, el-Bidâye, III, 256)

Manevî imar ise onların içinde Allah rızâsı için ibâdet edilmesi; namaz kılmak, zikretmek, Kur’an okumak, ilim öğrenmek gibi hayırlı ve faziletli amellerin yapılması; orada bu hizmetleri yürütecek liyakatli hocaların yetiştirilmesi ve mescitlerin, yapılış gayelerine uygun olmayan her türlü faaliyetten uzak tutulmasıdır. Nitekim Beytullâh’ı ziyaret etmeye “imâr”la aynı kökten gelen “umre” adı verilir. Gönlü mescitlere bağlı olan, oraya çokça gidip gelenlere de عُمَّارُ الْمَسَاجِدِ (ummâru’l-mesâcid) denilir.

Allah Resûlü (s.a.s.), mescitleri manen imâra teşvik eden hadis-i şeriflerinden birinde şöyle buyurur:

“Bir adamı mescitlere devam ediyor gördünüz mü onun mü’min olduğuna şâhitlik edin.” (Tirmizî, Tefsir 9/8; İbn Mâce, Mesâcid 19)

Bir kudsî hadiste de Rabbimiz şöyle buyurur:

“Yeryüzünde benim evlerim mescitlerdir ve oralardaki benim ziyaretçilerim de onları mamur edenlerdir. Ne mutlu o kula ki, evinde temizlenir ve iyice temizlendikten sonra gelir beni evimde ziyaret eder. Ziyaretçisine ikramda bulunmak ise ziyaret edilen üzerine bir vazîfedir.” (Ali el-Mütteki, Kenzü’l-Ummâl, VII, 20740)

Buna göre Allah’ın birliğine inanmayan, âhiretin varlığını kabul etmeyen, bütün hal ve hareketleri kâfir olduklarını açıkça gösteren müşriklerin, sadece Allah’a kulluk için yapılması gereken mescitleri imar etmeleri, akıl ve mantık itibariyle de olacak şey değildir. O mübârek mekanları boş lakırdılardan bile korumak gerekirken, bir mescide herhangi bir küfür ve şirk şöyle dursun, en küçük bir günahın yaklaştırılması bile o mescidin manevî imarına indirilen bir darbe sayılırken, müşriklerin imar adına yaptıkları şeylerin imar olarak vasıflandırılması mümkün değildir. Küfür ve şirkten tevbe etmedikleri müddetçe bu yaptıklarından hiçbir fayda göremeyecek ve ebedî kalmak üzere cehenneme gireceklerdir.

O halde Allah’ın mescitlerini hangi vasıftaki insanlar imar edeceklerdir? Bu süâlin cevâbı bir sonraki âyette verilmektedir:

18. Allah’ın mescitlerini ancak Allah’a ve âhiret gününe inanan, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve sadece Allah’tan korkan kimseler gerçek mânada îmâr edebilir. Doğru yola ermiş olmaları umulanlar işte bunlardır.

Allah’ın mescitlerini ancak şu mühim vasıfları üzerinde taşıyan hakiki mü’minler imar edebilirler:

Birincisi; Allah’a iman eden: Allah’a imanı olmayan bir kişinin mescitle ve ibâdetle ne alakası olabilir?

İkincisi; âhiret gününe iman eden: Yeniden diriltileceğine, hayatının hesabını bir başkasına değil bizzat Yaratanına vereceğine, amellerinin hassas terâzilerde zerre miktarına göre tartılıp değerlendirileceğine, cennet veya cehennemin kaçınılmaz iki sondan biri olduğuna inanmayan kişinin de sırf ibâdet kastıyla mescitlere ihtimam göstermesi olacak şey değildir. Bunun için âhirete îkan derecesinde bir iman gerekir.

Üçüncüsü; namazı dosdoğru kılan: Zira mescitlerin yapılmasındaki asıl maksat, içinde namaz kılınmasıdır. Namazın lüzumuna inanmayanlar mescit yapmak ihtiyacını da hissetmeyecekler, üstelik mescitlerin boş kalıp manen harap olmasına sebep olacaklardır.

Günde beş vakit câmilerde cemaate devam etmenin belli başlı faydalarını ehlullâh şöyle sıralamıştır:

Allah’ın câmilere lutfettiği feyiz ve bereketten istifade ile mü’minin gönlünde ictimâîleşme şuurunun kökleşmesi,
Namazları en makbul zamanda, yâni ilk vaktinde kılmak,
Meleklerin dua, istiğfar ve şâhitliğine mazhar olmak,
Şeytandan uzaklaşmak,
İftitâh tekbirine yetişerek büyük bir ecre nâil olmak,
Ameldeki nifak sıfatından arınmak,
Toplu yapılan dua ve zikirlerin feyzinden istifade etmek,
Müslümanlar arasındaki ülfetin devamını sağlamak,
Tâat ve ibâdet husûsunda yardımlaşmak,
Sesli okunan namazlarda tilâvet ahkâmına alışmak ve öğrenmek,
Namazı kâmilen ve huzurlu bir şekilde edâ edebilmek.

Bu sebeple İslâm, namazların camide cemaatle kılınmasını, böylece hem camilerin hem de ruhların imarını teşvik etmiştir.
Dördüncüsü; zekâtı veren: Farz olan zekât borcunu vermeyen, fakir ve kimsesizleri gözetmeyenlerin mescit bina etmeleri veya mescitleri imar etmeyi düşünmeleri onlardan beklenecek bir hareket değildir.

Beşincisi; Allah’tan başka hiçbir şeyden korkmayan, sadece Allah’tan korkan: Allah’ın emirlerini yerine getirmek için Allah korkusundan başka hiçbir korkuyu saymayan, herhangi bir korku sebebiyle Allah rızâsı için yapacağı hayırlı işlerden vazgeçmeyen, nefsânî menfaatleri ile Allah’ın hakkı çatıştığı zaman Allah’ın hakkını üstün tutan, ilâhî buyrukları yapmak için kınayanların kınamasından çekinmeyen ve bu yüzden uğrayacağı zulümlerden yılmayan, hatta gerektiğinde cihada koşmaktan korkmayan, hâsılı çeşitli korkular ve endişeler ile Allah yolundan çıkmayacak bir imana sahip olan kimseler mescitleri imar ederler.

İşte bu vasıftaki mü’minler hem Allah’ın mescitlerini yaparlar hem de namazıyla, zekâtıyla, zikriyle, istiğfarıyla orada Allah’a güzel güzel kulluk yaparak, hidâyete erenlerden olmak üzere bütün güçleriyle çalışıp çabalarlar. Çünkü onlar, zayıf iradeler ve az gayretlerle sarp yokuşların aşılamayacağını çok iyi bilirler.

Şu bir gerçek ki, iman olmadan âhirette hiçbir amelin faydası olmayacaktır:

19. Yoksa siz hacılara su dağıtma ve Mescid-i Harâm’ın bakım ve onarımını üstlenme gibi hizmetleri, Allah’a ve âhiret gününe inanan ve Allah yolunda cihâd eden kimselerin yaptığı işlerle bir mi tutuyorsunuz? Bu iki grup Allah yanında elbette eşit değildir. Allah böyle zâlimlere doğru yolu göstermez.

İman olmaksızın hacılara su dağıtmanın, Mescid-i Haram’ın onarımını üstlenmenin veya buna benzer işler yapmanın hiçbir değeri olmadığı 17. ayette belirtildi. Dolayısıyla bu tür imana dayalı olmayan faaliyetleri, Allah’a ve âhirete iman ve Allah yolunda cihad gibi fevkalade faziletli amellerle kıyaslamak doğru olmaz. Bu mânaya göre âyet, müşriklere hitap etmekte ve onları asılsız kuruntularla kendilerini aldatmayı bırakıp imana gelmeye teşvik etmektedir. Bu tür faaliyetler imanla yapıldığı takdirde bile, Allah yolunda cihat eden mü’minlerin iman, amel ve cihadına denk olamazlar:

20. İman edenler, hicret edenler ve mallarıyla canlarıyla Allah yolunda cihat edenler, Allah yanında pek büyük mertebelere sahiptirler. İşte bunlar kurtuluş ve başarıya erişenlerin ta kendileridir.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
21. Rableri onları kendi tarafından bir rahmetle, rızâsıyla ve içinde onlar için hazırlanmış çok kıymetli, ebedî nimetler bulunan cennetlerle müjdeler.

22. Onlar, o cennetlerde ebediyen kalacaklardır. Hiç şüphesiz en büyük mükâfat Allah yanındadır.


Bu âyetlerde tekrar iman, hicret ve malla canla Allah yolunda cihada vurgu yapılarak, bu yolda yürüyen mü’minlerin Allah katında derecelerinin çok büyük olacağı haber verilir. Bu ibâdetler, diğerleriyle kıyaslanmayacak derecede sevabı bol olan ve sahiplerini ebedî kurtuluşa götürecek ibâdetlerdir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Hastalık, körlük, topallık gibi bir mazereti bulunmaksızın savaştan geri kalıp evde oturan mü’minlerle, mallarıyla canlarıyla Allah yolunda savaşanlar elbette bir değildir. Allah, mallarıyla canlarıyla savaşanları, herhangi bir sebeple savaştan geri kalan kimselerden derece itibariyle daha üstün tutmuştur. Gerçi Allah, her birine varılacak en güzel yurt olan cenneti vâdetmektedir. Yine de Allah, cihad edenleri, pek büyük bir mükâfatla, mücâdeleden kaçıp oturanlara üstün kılmıştır. Onlar için Allah’ın yanında yüksek dereceler, bir bağışlanma ve bir rahmet vardır. Çünkü Allah, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.” (Nisâ 4/95-96)

İşte Allah Teâlâ böyle fedakâr, gayretli ve çalışkan kullarına şu müjdeleri vermektedir:

Kendi katından bir rahmet,
Onlardan razı olmak ve onları da kendisinden razı kılmak,
Kendileri için çok kıymetli, bol ve ebedî nimetlerin hazırlandığı ve içinde ebedi kalacakları cennetler.

Bu ebedî nimetlere ermenin bir bedeli de, iman-küfür sınırını iyi tayin etmek, baba ve kardeş gibi en candan yakınlarımız bile olsa küfrün karşısında yüce dağlar, yalçın kayalar gibi sağlam ve sert durmaktır:

23. Ey iman edenler! Eğer imana karşı küfrü sevip tercih ediyorlarsa babalarınızı ve kardeşlerinizi bile dost edinmeyin! Sizden kim onları dost edinirse işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.

Allah Resûlü (s.a.s.), ashâbına Medine-i Münevvere’ye hicret etmelerini emrettiği zaman müslümanlardan kimisi bunu babasına, kardeş‏ine, eşine söyleyip onlardan izin alma gereği duymadan hemen Peygamberimiz’in emrine uydu. Kimisi de eşi, çocukları ve aile efradı: “Bizi burada malsız, mülksüz, sahipsiz bırakacaksın, biz de perişan olup gideceğiz” deyince ş‏efkati galip gelip ailesiyle birlikte Mekke’de oturmaya devam ederek hicreti terk etti. İ‏şte böylelerini kınamak üzere bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 248)

Kâfir olan baba ve kardeşleri dost edinmek haram kılınmakla birlikte, özellikle kâfir olan, hatta çocuğunu şirke zorlayan ana-babaya bile belli ölçüler içinde iyilik yapmayı emreden âyet-i kerîmeler de vardır. Lokmân sûresinde şöyle buyrulur:

“Biz insana, anne-babasına mümkün olan en iyi şekilde davranmasını emrettik… Eğer anne-baban seni, ilâhlığına dair bilgin olmayan şeyleri bana ortak koşmaya zorlayacak olurlarsa, o takdirde onlara itaat etme. Fakat yine de dünyada onlara gerektiği ölçüde sahip çık.” (Lokmân 31/14-15)

Bilinmelidir ki iyilik yapmak ayrı şey, başka kişi ve nesneleri Allah ve Resûlü’nden daha fazla sevmek ayrı şeydir. Bu bakımdan gösterilmesi gereken dikkat ve ciddiyetin boyutlarını ortaya koymak üzere şöyle buyruluyor:

24. Rasûlüm! De ki: “Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, kabileniz, kazandığınız mallar, iyi iken durgunluğa uğramasından korktuğunuz ticâret ve hoşunuza giden meskenler size Allah’tan, Rasûlü’nden ve O’nun yolunda cihattan daha sevimli ise o zaman Allah’ın azap emri gelinceye kadar bekleyin! Çünkü Allah, böyle yoldan çıkmış fâsıklar gürûhunu doğru yola erdirmez.”

Âyette bahsedilen kişiler ve varlıklar her insanın fıtrî olarak sevdiği ve gönül bağladığı şeylerdir. Bu hususla alakalı olarak bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Kadınlara, oğullara, yüklerle altın ve gümüş yığınlarına, iyi cins salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere olan düşkünlük isteği insanlara câzip gösterildi. Bunlar, dünya hayatının geçici birer metâından ibarettir. Asıl varılacak güzel yer, Allah yanındadır.” (Âl-i İmran 3/14)

Bu bakımdan bizden istenen, sayılan bu unsurları hiç sevmemek değil, onlara duyulan sevginin Allah ve Resûlullah sevgisinin üzerine çıkmamasıdır. Dolayısıyla buradaki “sevgi”den maksat iradeye bağlı olan sevgidir. Yani Allah ve Rasûlü’nün emirlerini devamlı olarak yerine getirme ve onları hiç terk etmeme neticesini hâsıl edecek bir sevgidir. Az önce temas edildiği gibi insanda bulunan fıtrî sevgi değildir. O halde âyet, Allah ve Peygamber sevgisine aykırı düşen ve dinî vecibelerin yerine getirilmesini engelleyen her türlü muhabbet ve münâsebetten uzak durmayı emretmektedir.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Hiçbiriniz, ben kendisine malından, çocuğundan ve bütün insanlardan daha sevimli olmadıkça iman etmiş olamaz.” (Buhârî, İman 8; Müslim, İman 70)

Hadiste geçen imandan maksat “kâmil iman”, sevgiden maksat da ihtiyârî sevgidir.

Efendimiz cihatla alakalı olarak da şöyle buyurur:

“Şüphesiz ki şeytan Âdemoğluna karşı üç yerde pusu kurmuştur. O, İslâm’a giden yolda oturur ve ona: «Niçin kendi dinini ve atalarının dinini bırakıyorsun?» der. Kişi onun sözünü dinlemeyerek İslâm’a girer. Yine şeytan hicrete giden yolda oturur ve ona: «Malını ve aileni mi bırakacaksın» der. Kişi onun aldatmasına kanmayarak hicret eder. Hicret ettikten sonra ise bu sefer cihada giden yolda oturur ve ona: «Sen cihad edeceksin ve öldürüleceksin. Hanımını başkası nikahlayacak, malın ise paylaştırılacak» der. Eğer kişi bu hususta da ona aldırmayıp cihad ederse, Allah onu mutlaka cennete konduracaktır.” (Nesâî, Cihad 19)

Hâsılı bir mü’min için hiçbir dünyevi menfaat ve maksat Allah ve Rasûlü’nden ve Allah yolunda cihattan daha ehemmiyetli, kıymetli ve cazip olmamalıdır. Ayrıca âyetlerin mesajı, İslâm toplumunu kuvvetlendirme ve mü’minler arasındaki tesânüdü artırma hedefinin diğer bütün beşeri ilişkilerden önde gelmesi gerektiğini gösterir. Bu hususta mü’minler Allah Teâlâ’nın yardımına güvenerek çalışmalı, fakat nefsin aldatmalarına karşı da uyanık olmalıdırlar:

25. Gerçek şu ki, Allah size pek çok yerde ve bu arada Huneyn gününde yardım etmişti. O gün sayıca çokluğunuz sizi gururlandırmış, fakat bu size hiçbir fayda sağlamamıştı. Onca genişliğine rağmen yeryüzü size dar gelmiş, sonra da arkanızı dönüp kaçmıştınız.

26. Sonra Allah, Rasûlü’nün ve mü’minlerin üzerine iç huzuru ve güven duygusu veren rahmetini indirdi, ayrıca göremediğiniz ordular gönderdi ve o inkârcıları ağır bir yenilgiye uğrattı. Kâfirlerin cezası işte budur!

27. Sonra Allah, bu olup bitenin ardından dilediği kimsenin tevbesini kabul buyurur, dilediğine hidâyet lutfeder. Çünkü Allah, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.


Allah Resûlü (s.a.s.), Mekke’nin fethinden sonra Sadece Kâbe’deki putları yıkmakla kalmamış, civar bölgelere de mücâhit gruplar gönderip her tarafta bir tevhîd temizliği başlatmıştı. Ancak bu durumu, Huneyn’de yaşayan Hevâzin kabîlesi ile Tâif’te oturan Sakîfoğulları hazmedemediler. Müslümanların üzerine hücûm etmeye karar verdiler. Bunun için büyük bir ordu hazırladılar. Bir ölüm-kalım savaşına çıkmışçasına her şeylerini beraberlerine aldılar. (İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 65; İbn Sa‘d, et-Tabakât, II, 150)

Durumdan haberdâr olan Resûl-i Ekrem (s.a.s.), ordusuna Mekke’den iki bin kişi daha katarak onların üzerine yürüdü. İslâm ordusu her bakımdan mükemmeldi. Göz kamaştırıcı bir ihtişamla Huneyn’e doğru ilerliyordu. Herkes, şimdiye dek böyle techîzat ve teşkîlâtlı kalabalık bir ordunun Arabistan’da görülmediğini düşünüyordu. Bu durum, ashâb-ı kirâmın gönlünü bir an gurûra sevk edip: “Böyle bir ordu aslâ yenilmez!” diyerek düşmanı küçümsemelerine ve maddî güce rağbetle gâlibiyete mutlak gözüyle bakmalarına sebep oldu. İşte bu bir anlık gurur ve ucub, müslümanların ilâhî imtihâna tâbî tutulmalarına sebebiyet verdi:

İslâm ordusunun öncü kuvvetleri, Huneyn’e girilen dar yollarda kendilerinden emîn bir şekilde ilerlerken, sabahın alacakaranlığında âniden pusuya düşürüldüler. Büyük bir panik zuhûr etti. müslümanlar, üzerlerine yağmur gibi yağan oklar karşısında durakladılar. İslâm ordusunda, tereddüt ve telâş dolu bir dağınıklık ve bozulma baş gösterdi. Bu, arkadan gelenlere de sirâyet edince, müslüman safları çözülüp geriledi. Hevâzin ve Sakîf kabîleleri de onları tâkibe koyuldu.

O dehşetli hengâmede yerinden ayrılmayan, sürekli olarak düşmanın üzerine yürüyen ve bindiği hayvanı dâimâ ileri sürerek kendisini düşmanın ortasına atan yalnız Allah Resûlü (s.a.s.) oldu. O gün Efendimiz, eşsiz bir cesâret ve şecaat nümûnesi sergiledi. Hattâ amcası Hz. Abbâs ve Ebû Süfyân b. Hâris, onun mübârek cânının tehlikeye düşmemesi için hayvanının dizginini tutmuşlar, daha fazla ilerlemesine mânî olmaya çalışıyorlardı. (Müslim, Cihâd 76)

Diğer taraftan, İslâm ordusunun karışıklığı devam ediyordu. Aralarında “Bugün sihir bozuldu” diye feryâd edenlerden; “Bu bozgunluğun arkası denize kadar alınamaz!” diyenlere kadar birçok ye’se kapılanlar vardı. Mekkelilerden bâzılarının arasından da: “Peygamber öldü. Araplar eski dinlerine dönecekler!” diye şâyialar duyuluyordu. Oysa Peygamberimiz (s.a.s.) sağ idi ve düşmana mukâvemet göstererek hayvanının üzerinde dimdik durmaktaydı. Allah’a tevekkül ve teslîmiyet hâlinde ashâbına şöyle sesleniyordu:

“–Ey Ensâr! Ey Muhâcirler! Ey Allah’ın kulları! Buraya geliniz! Ben Allah’ın kulu ve peygamberiyim!..”

Sonra gür sesli olan amcası Hz. Abbâs’a işaret buyurarak, İslâm ordusuna seslenmeye devam etmesini istedi. Abbâs (r.a.)’ın yüksek sesle: “Ey Akabe’de bey’at edenler! Ey Rıdvân ağacı altında söz verenler! Koşun, Allah’ın Resûlü burada!..” diyerek seslenmeye başladı. Nidayı duyan sahâbe-i kirâm Efendimiz’in yanına koştu. Böylece Peygamberimiz’in yanında saf tutmaya başlayan mü’min gönüller, içine düştükleri korkudan sıyrılarak huzur ve sükûnete erdi. Yavaş yavaş Allah’ın lutfuyla bütün İslâm safları derlenip toparlandı. Bundan sonra Allah Resûlü (s.a.s.), ellerini yüce dergâha açıp:

“Allahım! Bana olan zafer va‘dini ihsân buyur!” niyâzında bulundu.

Tıpkı Bedir savaşındaki gibi yerden mübârek elleriyle bir avuç toprak alarak düşman saflarına doğru attı ve ashâb-ı güzîne:
“–Haydi şimdi tam bir samimiyet ve gayret içinde hücûm edin!” buyurdu. (Müslim, Cihâd, 76-81; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 157, V, 286; İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 72; Vâkıdî, el-Meğâzî, III, 897-899)

Bu defâ İslâm ordusu, savaş yeni başlarcasına bir hızla müşriklerin üzerine saldırdı. Yaptıkları şiddetli hücûm ve hamlelerle kısa zamanda düşmanı perişan edip hüsrâna uğrattılar. Sadece dört şehîd verilmiş, buna karşılık müşriklerden yetmiş kişi öldürülmüştü. Düşman öyle mağlûb edilmişti ki, onların savaş meydanına getirdikleri her şey müslümanlara kalmıştı. Ele geçen ganimetin hadd ü hesâbı yoktu. (İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 79)

Şüphesiz ki bu hâl, yüce Allah’ın mü’minlere nasîb buyurduğu büyük bir lutfu ve ikrâmı idi. Çünkü onlar, başlangıçta yenilmiş durumda iken netîcede Resûlullah (s.a.s.)’in şecaat, cesâret, îtidal ve Cenâb-ı Hakk’a gönülden ilticâ ve niyâzıyla zafere nâil olmuşlardı.

Nitekim o gün müşrik saflarında olup da sonradan iman edenler, Allah Teâlâ’nın mü’minlere olan bu yardımını ifade sadedinde, kendilerine, o âna kadar hiç görmedikleri kimselerin hücumda bulunduklarını hayretle îtirâf etmişlerdir. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 286; Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, VI, 182-183; İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 79)

Huneyn savaşının ardından, Sakîf kabilesinin reisi ve 1düşman ordularının başkumandanı Mâlik b. Avf en-Nadrî ile birlikte daha pek çokları müslüman oldu. Allah onlara küfürden dönüp doğru yolu bulma nimetini lütfetti. müslüman olmayıp şirk içinde kalanlarla ilgili ise, onların Mescid-i Haram’a yaklaşmalarını yasaklayan yeni hükümler indi:

28. Ey iman edenler! Müşrikler birer pislikten ibarettir. Onun için artık bu yıldan sonra Mescid-i Harâm’a yaklaşmasınlar! Eğer onların engellenmesiyle yeterli gelir elde edememekten, dolayısıyla fakirliğe düşmekten korkarsanız, unutmayın ki, Allah dilediği takdirde lutf u keremiyle sizi zenginleştirir. Şüphesiz Allah her şeyi bilen, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olandır.

Müşrikler bâtıl inançları, ahlâkî telakkileri ve yaşayışlarıyla mânen pis oldukları gibi, abdest, gusül ve tahâret nedir bilmedikleri içinde mânen pistirler. Onları esas pislik yapan şey ise işledikleri şirk günahıdır. Çünkü şirk manevî pisliklerin en kötüsüdür. Nasıl inançsız, gusülsüz, abdestsiz hiçbir ibâdet yapılamazsa, içinde Kâbe de bulunan Mescid-i Haram’a aynı tarz pislik içinde girilmez. Bu sebeple hicri 9. sene itibariyle müşriklerin Mescid-i Haram’a yaklaşmaları yasaklanmış, bunu sağlama vazifesi de müslümanlara verilmiştir. Âyetteki اَلْمَسْجِدُ الْحَرَامُ (el-Mescidu’l-Harâm), ifadesi âlimlerimiz tarafından Harem bölgesi olarak anlaşılmış ve müşriklerin Harem diye bilinen bölgeye girmeleri o tarihten günümüze kadar yasaklanmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’in yer yer yahudi ve hıristiyanları kâfir olarak, bazan de müşrik olarak vasıflandırması sebebiyle onlar da müşriklerle aynı katagoride değerlendirilerek o tarihten itibaren Harem bölgesine alınmamışlardır. Günümüzde de uygulama bu şekildedir. müslüman olmayanlar Harem bölgesine girememektedirler.

Mekke’de müslümanların geçim kaynağını Beytullah’ı ziyarete gelen insanların sağladığı kazançlar teşkil etmekteydi. Müşriklerin bu bölgeye girmelerinin yasaklanması, onların sağladıkları faydaların da bir anda sona ermesi demekti. Dolayısıyla bu durum müslümanlarda ister itemez iktisâdî yönden bir sıkıntı doğacağı yönünde endişeye sebep oldu. Cenâb-ı Hak: “Eğer onların engellenmesiyle yeterli gelir elde edememekten, dolayısıyla fakirliğe düşmekten korkarsanız, unutmayın ki, Allah dilediği takdirde lütf ü keremiyle sizi zenginleştirir” (Tevbe 9/28) buyurarak, onların gönlünü feraha kavuşturmuştur. Gerçekten de o seneden itibaren hayır ve bereket artmaya başladı. Çevre bölgelerdeki insanlar İslâm’la şereflendiler ve Mekke’ye eskisinden daha fazla yiyecek getirdiler. Fetihler başladıktan sonra ise dünyanın her tarafından insanlar oraya akın akın gelmeye başladı.

Âyetteki “Allah dilediği takdirde” (Tevbe 9/28) kaydı, bütün umutların sadece Allah’a yöneltilmesi gerektiğine vurgu yapmakta; sonra da Allah’ın bahşedeceği bu refah halinin her zaman ve her toplum için değişmez bir şey olmayacağına, değişme ihtimalinin bulunduğuna dikkat çekmektedir.

Kâfir olan Ehl-i kitapla münasebetlere gelince:

29. Ehl-i kitaptan oldukları halde Allah’a ve âhiret gününe inanmayan, Allah ve Rasûlü’nün haram kıldıklarını haram tanımayan ve hak dîni din olarak kabul etmeyen kimselerle, himaye vergisini tam bir aşağılık ve baş eğmişlik duygusu içinde kendi elleriyle verinceye kadar savaşın!

Kur’ân-ı Kerîm, İslâm dinine girip onun itikat, ibâdet ve muâmelâtla alakalı bütün hükümlerini kabul etmedikleri sürece Ehl-i kitabın gerçek birer mü’min olamayacaklarını bildirir. Buna göre onlar, Allah’a ve âhiret gününe inandıklarını iddia etseler de gerçek böyle değildir. Çünkü Allah’ı yegâne tek İlâh ve bir Rab olarak tanıyan, kabul eden ve O’nun sıfatları, O’na yapılan ibâdetler ve O’nun güç ve kudreti konusunda başka herhangi bir şeyi ortak koşmayan kişi, ancak gerçekten Allah’a inanmış sayılır. Halbuki gerek hıristiyanlar gerekse yahudiler, müteakip ayetlerde de açıklandığı gibi şirk içinde bulunuyorlardı. Aynı şekilde onlar, ölümden sonra dirilişe inanmalarına rağmen âhirete de gerçek mânada iman etmiyorlardı. Âhirete imanın tam olması için kişinin, mahşer gününde her bir ferdin iman ve amelini esas alan mutlak adâletin icra edileceğine de inanması gerekir. Aynı şekilde âyetlerde beyân edildiği üzere hiçbir fidye, kefâret veya dost sanılan birine herhangi bir mânevî yakınlığın da fayda vermeyeceğine inanmalıdır. Bu açıdan bakılınca yahudi ve hıristiyanların âhirete imanlarının da bozuk olduğu görülecektir. Çünkü onlar, bu tür şeylerin hesap gününde onları, adâlete karşı koruyup himaye edeceğine, ateşin kendilerine ancak sayılı birkaç gün dokunacağına inanıyorlardı. Diğer taraftan Allah ve Rasûlü’nün haram kıldığı hususları haram saymıyorlar; Allah katında yegâne hak din olan İslâm’ı da hak din olarak kabul etmiyorlardı.

İşte bu yüzden Allah Teâlâ müslümanlara, kendilerini “cizye” denilen himâye vergisi vermeye mecbur kılıncaya kadar Ehl-i kitapla savaşmayı emretmektedir. Yahudi ve Hıristiyanlarla yapılan cihadın hedefi budur. Onları müslüman olmaya zorlamak ve İslâmi hayat tarzını benimsetmek değil, cizye vermeye mecbur etmektir. Bu şekilde yeryüzünde idarecilikleri ve hâkimiyetleri kalmayacak şekilde bağımsızlıklarına ve büyüklüklerine son vermektir.

Cizye, İslâm devletindeki gayri müslim tebanın erkeklerinden alınan baş vergisinin adıdır. Bu vergi onlardan, kendilerine din hürriyeti, can ve mal güvenliği sağlanması karşılığında alınır. Onlar, müslümanların hâkimiyetini kabul ederek, buna razı olarak ve ancak onların himayesinde hayat hakkı elde ettiklerini bilerek bu vergiyi verirler.

Cizye emri önceleri, sadece yahudi ve hıristiyanlara mahsustu. Resûlullah (s.a.s.) daha sonra onu, Mecusilere de teşmil etmiştir. Efendimiz’in vefatından sonra da ashâb-ı kirâm bu hükmü Arabistan’ın dışında yaşayan bütün gayr-ı müslimlere ittifakla uygulamışlardır.

Yahudi ve hıristiyanlar, peygamberlerinin kendilerine tebliğ ve emanet ettiği dini değiştirdiler; onu tanınmaz hale getirdiler. Bu sebeple buyruluyor ki:

30. Yahudiler: “Uzeyir Allah’ın oğludur” dediler. Hıristiyanlar da: “Mesîh Allah’ın oğludur” dediler. Bu, onların ağızlarında geveledikleri câhilce sözlerdir ki, kendilerinden önce geçmiş bazı kâfirlerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin! Nasıl da haktan bâtıla döndürülüyorlar!

Burada Ehl-i kitabın hakiki Allah inancını kaybedip şirke düştükleri nokta deşifre edilmektedir. Çünkü Allah Teâlâ’ya çocuk isnat etmek açık şirktir. Kur’ân-ı Kerîm bunun, Cenâb-ı Hakk’ın son derece gazabını celbeden bir suç olduğunu haber verir:

“Bazıları: «Rahmân çocuk edindi» dediler. Ey, böyle söyleyenler! Gerçekten siz çok çirkin ve korkunç bir iddia ortaya attınız! Neredeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak, dağlar yıkılıp yerle bir olacaktı; Rahman’a çocuk isnat ettiler diye! Halbuki çocuk edinmek asla Rahmân’ın şânına yakışmaz!” (Meryem 20/88-92)

“Allah, gökleri ve yeri hiç yoktan, eşsiz ve benzersiz şekilde yaratandır. Eşi olmadığı halde O’nun nasıl çocuğu olabilir ki? Her şeyi O yaratmıştır ve O her şeyi hakkiyle bilendir.” (En‘âm 6/101)

Şu kadar var ki, Allah’a çocuk isnat etmek ilk defa yahudi ve hıristiyanların ortaya çıkardığı bir şey değildir. Daha önceleri de bir kısım insanlar bu hataya düşmüşlerdi. Meselâ eski Mısırlılar, Yunanlılar, Romalılar ve Persler bunlardandır. Yahudiler ve hıristiyanlar, bu eski kavimlerin felsefelerinden, hurafelerinden ve hayallerinden onların yaptığı gibi aynı yanlış ve hatalı hareketleri yapacak kadar etkilenmişlerdir. Ayrıca Ehl-i kitap bu tutumlarıyla, melekleri Allah’ın kızları olarak kabul eden ve putları Allah’a ortak koşan inkârcılara da benzemiş olmaktadırlar.

Gelen âyette yahudi ve hıristiyanların şirk batağına kaydıkları önemli bir noktaya dikkat çekilerek buyruluyor ki:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
31. Onlar Allah’ı bırakıp hahamlarını, râhiplerini ve Meryem oğlu Mesîh’i rab edindiler. Halbuki onlara, kendisinden başka ilâh olmayan bir tek Allah’a kulluk etmeleri emredilmişti. Allah, onların şirk koştukları şeylerden münezzehtir.

Adiy b. Hatim’in başından geçen şu hâdise bu âyette bahsedilen din âlimlerini rab edinme keyfiyetini gayet anlaşılır bir şekilde izah etmektedir.

Adiy b. Hatim şöyle anlatır:

Boynumda altından bir haç bulunduğu halde Resûlullah (s.a.s.)’in huzuruna vardım. Bana:

“- Bu da ne oluyor Ey Adiy? Şu putu üzerinden at” buyurdu.

Onu, Tevbe sûresindeki: “Onlar Allah’ı bırakıp hahamlarını, râhiplerini ve Meryem oğlu Mesîh’i rab edindiler” (Tevbe 9/31) âyetini okurken dinledim. Sonra şöyle buyurdu: “Onlar bunlara ibâdet etmiyorlardı. Fakat kendilerine bir şeyi helâl kıldıkları vakit onu helâl belliyorlar ve bir şeyi haram kıldıkları vakit de onu haram belliyorlardı.” (Tirmizî, Tefsir 9/10)

Buna göre, herhangi birini Rab edinmek için ona “rab” adını verip vermemek şart değildir. Allah’ın emrine uygun olup olmadığını hesaba katmadan o kişinin emrine uymak ve özellikle de dinin hükümlerine ait olan hususlarda o kişiyi kanun koymaya yetkili zannedip, ne söylerse, ne emrederse doğru kabul etmek, ona uyduğu zaman Allah’ın emrine ters düşeceğini hesaba katmadan hareket etmek, onun emirlerini taparcasına yerine getirmek onu rab edinmek ve ona tapmak demektir. Bu şekilde şirk düzenini ayakta tutmaya çalışanların elbette bir hedefi vardır:

32. Onlar Allah’ın nûrunu ağızlarıyla üfleyip söndürmek istiyorlar. Allah ise, kâfirler hiçbir zaman hoşlanmasa da, nûrunu mutlaka tamamlamak istiyor.

33. Allah, Rasûlü’nü doğru yolun ta kendisiyle ve adâlet ve hakkaniyet üzerine kurulan hak dîni ile gönderdi ki, müşrikler hiçbir zaman istemese de, o dîni diğer bütün dinlere üstün ve hâkim kılsın.


“Allah’ın nûru”, Kur’ân-ı Kerîm’in hükümleri ve sünnet-i seniyyesinin tatbikatıyla Resûlullah (s.a.s.)’in muşahhas bir şekilde yaşayıp örnek olarak insanlığın önüne koyduğu İslâm dinidir. Bütün iman, ibâdet, ahlâk ve muamelât esasları ve içtimâî, iktisâdî, idârî kaideleriyle İslâm, insanların kalpleri ve zihinleriyle birlikte bütün cihânı aydınlatan lekesiz bir nur, bir ışık kaynağıdır. Dünyaya nispetle güneş hangi mevkide ise, kalplere ve ruhlara nispetle İslâm dini de o mevkidedir. Nûrunu Cenâb-ı Hak’tan alan bu din çağları aydınlatacak, kimse onun önüne geçemeyecektir. Kâfirler istemese de Allah mutlaka nûrunu tamamlayacak; kelime-i tevhidi yüceltecek ve İslâm dinini hâkim kılacaktır. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın muradı, Peygamberine gönderdiği hidâyet rehberi ve hak dini İslâm’ın diğer bütün dinlere üstün gelmesini sağlamaktır. Allah’ın muradını engelleyecek ise hiçbir güç yoktur. Müşrikler istese de istemese de hakikat böyle tecelli edecektir.

Nitekim Peygamber Efendimiz’in, Allah’ın dînini tebliğ etme ve öğretme husûsundaki azim, gayret ve şevki karşısında büyük bir âcizliğe düşen Kureyş müşrikleri birgün:

“– Sen bizi ve ilâhlarımızı yermeyi bırak, biz de seni ve ilâhını kendi hâlinize bırakalım” dediklerinde Resûlullah (s.a.s.) başını kaldırıp semâya baktı ve:

“– Şu güneşi görüyor musunuz?” diye sordu.

“– Evet, görüyoruz” dediklerinde Allah Resûlü (s.a.s.), İslâm’ın mâhiyetine ve istikbaldeki durumuna dikkat çekecek bir tarzda:
“– Peki ben sizin bu güneşin ışıklarından faydalanmanıza mâni olabilir miyim?” buyurdu. (İbn Kesîr, el-Bidâye, III, 92; İbn İshâk, es-Sîre, s. 136)

Bu sebeple din düşmanları tarafından İslâm’ı söndürme maksadıyla tezgahlanan ve uygulamaya konan her plan, ancak güneşi ağızla üfleyerek söndürmeye çalışmanın dışında bir ağırlığa sahip değildir ve olamaz.

Şunu belirtmek gerekir ki, kendilerini İslâm’a nispet eden, dolayısıyla müslüman olarak anılmakla birlikte İslâm’ı gerçek mânada hayatlarına tatbik edemeyen insanlar bazan küfür dünyası karşısında mağlup duruma düşebilirler. Fakat bu asla İslâm’ın mağlubiyeti değildir. İslâm, din olarak her zaman bütün dinlerin üzerinde yüksek bir mevkie sahiptir. Bu ilk günden itibaren böyle olduğu gibi, bugün de böyledir, gelecekte de böyle olacaktır. müslümanların siyâsî, askerî ve iktisâdî açıdan en zayıf dönemlerini yaşadıkları son birkaç asırda bile İslâm, her türlü gelişmiş teknik ve vasıtaya sahip evrensel düşman güçlerin her cepheden ardı arkası kesilmez saldırılarına rağmen ilk günkü gibi yerindedir, terütazedir. Bu süre içinde pek az kimse İslâm’dan çıkıp başka dinlere girerken, diğer dinlerden çok sayıda insan İslâm’la buluşmaya devam etmektedir. Günümüz müslümanlarının onca hatasına ve kusuruna, İslâm’ı temsil ve tatbikteki onca yanlışlarına ve yetersizliklerine ve evrensel düşman güçlerin İslâm’ı olduğundan farklı göstermek için ortaya koydukları onca çabaya rağmen, batıda pek çok insan, herhangi bir dine inansın veya inanmasın, İslâm’dan etkilenmeye devam etmektedir. Bu konuda İslâm’ın dinamizmi ve nasıl söndürülemez bir ışık kaynağı olduğu günden güne insanların, özellikle entelektüel insanların dikkatini daha da çekmektedir. (Ünal, s. 422)

Hâsılı İslâm, ebediyen eskimeyecek ve bozulmayacak bütün esasları ve kaideleriyle ilk günkü gibi dupduru ortada olup insanlığın semâsında bir güneş gibi parlamaktadır. Fakat insanlar nefislerini, nefsânî arzularının mahkûmu olmuş kalplerini ve zihinlerini onun önünde perde yaparak onun nûrundan mahrum kalmaktadırlar. müslümanların asıl vazifesi, aradaki o perdeleri kaldırarak kalpleri İslâm’ın o sönmez nûruyla buluşturmaktır.

Ancak bir kısım güçler ve insanlar bu mücadelenin önüne geçmek için çalışacaklardır. Bunun bir takım sebepleri vardır. Bunlardan yahudi ve hırısitiyan din adamları olan hahamların ve rahiplerin İslâm nûrunu söndürmek istemelerinin ve onun yayılmasına engel olmaya çalışmalarının sebebi şu şekilde beyân edilmektedir:

34. Ey iman edenler! Hahamlardan ve râhiplerden pek çoğu halkın mallarını haksız yollarla yemekte ve insanları Allah yolundan alıkoymaktadırlar. Rasûlüm! Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onları elem verici bir azab ile müjdele!

35. Kıyâmet gününde, biriktirilen o altın ve gümüşler cehennem ateşinde kızdırılıp onların alınları, yanları ve sırtları bunlarla dağlanacak ve onlara: “İşte bunlar, kendiniz için biriktirdiğiniz altın ve gümüşlerdir. Şimdi tadın bakalım o durmadan yığıp biriktirdiğiniz şeylerin cezasını!” denilecek.


Dinin gönderilmesinden maksat, onu sadece Allah emrettiği için ve O’nun rızâsını kazanmak üzere bir kulluk şuuru içinde yaşamaktır. Bu sebeple dini dünya adına bir kazanç vasıtası yapmak; onu mal, makam, mevki, şöhret ve siyaset gibi şeylere alet etmek yasaklanmıştır. Bu konuda en önemli tehdit de âlim, fakih, mürşidler gibi dini birinci derecede temsil ve tebliğ etmesi gereken kişilere yapılmıştır. Çünkü onların halk nazarında mühim bir yeri vardır ve bu yeri ve sahip oldukları statüyü başka maksatlarla kullanma riski, başkalarına nispetle onlar için daha fazladır. Dolayısıyla bu âyetlerde insanların mallarını haksız yollarla yiyen ve daha çok dinî hükümleri yanlış tevil ederek insanları Allah yolundan alıkoyan yahudi ve hıristiyan din adamları; onlar üzerinden de aynı vasıfları taşıyan bütün din adamları ciddi olarak ikaz ve tehdit edilirler.

Onların insanların mallarını yedikleri haksız yollardan bazıları şunlar olabilir:

Verdikleri hükümler ve fetvalar karşılığında rüşvet almaları,
İlâhî kitapta değişiklik yapıp, yazdıkları tahrif edilmiş nüshaları satmaları,
Allah katında duaların kabulüne vesile olacağını söyleyerek bağış toplamaları,
Günah çıkarma karşılığında gelir elde etmeleri,
Bu ve bunlara benzer dolambaçlı yollarla malî kaynaklar oluşturmaları.

İkinci olarak altın ve gümüşü biriktirip onları Allah yolunda harcamayanlar can yakıcı bir azapla korkutulurlar. Çünkü altın ve gümüş, para olarak alışverişi kolaylaştırmak ve insanların gerçek ihtiyaçlarını karşılamak üzere ihsan edilmiştir. Buna göre altın, gümüş ve diğer paralar bütün halk arasında tedavül etmeli; ihtiyaçların daha önemlisi diğerine, şiddetlisi hafifine tercih edilerek güzelce harcanmalıdır. Bunlar, ihtiyaçların önceliklerine göre kullanılması gerekirken bazıları onu tedavülden çeker, gömer, herhangi bir yerde gizler, yığar, sımsıkı saklar ve bunları Allah yolunda sarf etmezler. Allah için hakkını vermezler. Bunlar parayı toplayıp saklamak suretiyle aynı zamanda onun Allah yolunda harcanmasını engellemiş olurlar. Esasında bu paralarla Allah yolundan saptırmak için para harcayanlara karşı mücadele etmek gerekirken, bunlar ellerinde tutmak suretiyle parayı hiçbir işe yaramaz hale getirirler.

Bunlar kim olursa olsunlar, gerek o haham ve rahiplerden, gerek onları örnek alıp para saklayanlardan, gerekse zekâtlarını vermeyen ve paralarını saklayan müslümanlardan olsun işte bunları elem verici bir azap beklemektedir. Bu azap, günahın cinsinden olacak; biriktirilen altın ve gümüşler cehennem ateşinde iyice kızdırılarak, onlarla, kendilerini haksız yollarla kazanan ve gerektiği şekilde harcamayan ahmak sahiplerinin alınları, yanları ve sırtları dağlanacaktır. Bu azap yetmiyormuş gibi bir de hasret ateşlerini iyice alevlendirmek üzere kendilerine: “İşte bunlar, kendiniz için biriktirdiğiniz altın ve gümüşlerdir. Şimdi tadın bakalım o durmadan yığıp biriktirdiğiniz şeylerin cezasını!” (Tevbe 9/35) denilecektir.

Resûlullah (s.a.s.) bu hususta şöyle buyurur:

“Altın ve gümüş sahibi olup da ondan hakkını ödemeyen her bir kimse mutlaka kıyamet günü olduğunda ona ateşte kızdırılmış büyük madeni parçalar getirilir, cehennem ateşinde bu parçalar kızdırılır ve bunlarla böğrü, alnı ve sırtı dağlanır. Soğudukça bunlar tekrar kızdırılır ve bu, süresi elli bin yıl kadar olan bir günde kullar arasında hüküm verilinceye ve cennete mi, yoksa cehennem ateşine mi gideceğini görünceye kadar devam eder…” (Müslim, Zekât 24, 26)

Diğer azaların değil de özellikle alınların, yanların ve sırtların dağlanmasının sebep ve hikmetiyle alakalı şunlar söylenebilir:
Zengin kişi kendisinden zekât isteyen fakiri görünce suratını asar, zekât istemede ısrar ederse ona yanını döner, daha da ısrar ederse çoğunlukla yerinden kalkar, sırtını döner ve fakire hiçbir şey vermez.

Altın ve gümüşü yığan kimsenin mal biriktirmekten maksadı, zenginliği ile üstünlük peşinde koşmak olunca dağlama işi yüzünün en yüksek yeri olan alnına uygulanır. Aynı şekilde bu kişiler mal biriktirirken yanlarının şişmanlamasına sebep olan leziz yiyeceklerle ve sırtına giydiği güzel giysilerle refah içinde olmayı hedeflediklerinden cehennemde de yanları ve sırtları dağlanır.

Böyle şiddetli tehditler ihtivâ eden âyet-i kerîmelerden sahâbe-i kirâmın aldığı dersi Hz. Sevbân şöyle anlatır:

…Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onları elem verici bir azab ile müjdele!”
(Tevbe 9/34) âyeti nâzil olduğu zaman biz, Efendimiz’le birlikte seferde bulunuyorduk. Ashaptan bazıları: “Altın ve gümüş hakkında inecek olan indi. Artık bir daha onları biriktirmeyiz. Keşke hangi malın daha hayırlı olduğunu bilsek de ondan biraz edinsek?” dediler. Resûlullah (s.a.s.) şu cevabı verdi:

“– Sahip olunan şeylerin en faziletlisi zikreden bir dil, şükreden bir kalp, kocasının imanına yardımcı olan sâliha bir kadındır.” (Tirmizî, Tefsir 9/9)

Dünyevî maksatlarla Allah’ın koyduğu kanunlarla oynamanın bir örneği de müşriklerin, daha büyük gelirler elde etmek için her yıl haccı aynı mevsime denk getirmek gayesiyle birkaç yılda bir, seneye bir ay ilave edip o yılı 13 aya çıkararak takvim üzerinde gelişigüzel oynamayı adet hâline getirmeleri idi. Halbuki ay takvimine göre hac ibâdeti her yıl bir öncekinden 10 gün geriye sarkarak farklı mevsimlerde yapılır. İşte Allah Teâlâ, maddî çıkarları uğruna ilâhî hükümleri oyuncak hâline getiren bu tür keyfî uygulamaları yasaklamak ve en tabiî, en kullanışlı takvim ölçüsünü ortaya koymak üzere şöyle buyuruyor:

36. Gökleri ve yeri yarattığı gün koyduğu kesin hükme göre Allah katında ayların sayısı on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. İşte doğru ve geçerli olan hesap budur. O halde bu aylarda konulmuş yasakları çiğneyerek kendinize zulmetmeyin. Bununla beraber müşrikler bir araya gelip hiçbir kural tanımadan sizinle nasıl topyekün savaşıyorlarsa siz de onlarla topyekün savaşın. Şunu da bilin ki Allah, kalpleri ilâhî saygıyla dolu olup kendine karşı gelmekten sakınanlarla beraberdir.

Allah Teâlâ gökleri ve yeri yarattığı zaman dünyanın düzenini ve ayın hareketlerini, ay hesabına göre bir yıl on iki ay ve 354 gün olacak şekilde tanzim buyurmuştur. Bu ayların isimleri: Muharrem, safer, rebiülevvel, rebiülâhir, cemâziyelevvel, cemâziyelâhir, recep, şaban, ramazan, şevval, zilkâde ve zilhiccedir. Bunlardan dört tanesi haram ay kılınmıştır. Bunlar zilkâde, zilhicce, muharrem ve recep aylarıdır. Bu aylara hürmet gösterilmesi istenmiş ve bunlarda savaş yapılması yasaklanmıştır. (bk. Bakara 2/217)

Resûl-i Ekrem (s.a.s.) Veda haccında Mina’da okuduğu meşhur hutbesinde bu dört ayı beyân ederek şöyle buyurmuştur: “Bir sene on iki aydır, bunlardan dördü haram olan aylardır, üçü peşpeşe gelen zilkâde, zilhicce ve muharremdir, biri de Mudar kabilesinin recebidir ki o da, cemaziyelâhir ile şaban ayı arasındadır.” (Buhârî, Tefsir 9/8; Müslim, Kasame 29)

Efendimizin bu beyânıyla zaman Allah’ın yarattığı ilk günkü şeklini aldı. Zaman üzerinde ileri geri alma şeklinde yapılan haksızlıklar ortadan kalktı. Senenin ayları üzerinde oynamalara son verildi ve aylar ilk yaratılıştaki gibi yerli yerine oturdu. Her biri ne ise o oldu; zilhicce zilhicce, muharrem muharrem oldu. Böylece hac ibâdeti de olması gereken zamanda yapılmaya başlandı:

37. Harâm ayların yerlerini değiştirip ertelemek, kâfirlikte ileri gitmekten başka bir şey değildir. Ayrıca bu, kâfirlerin daha da sapmasına yol açmaktadır. Çünkü onlar, Allah’ın haram kıldığı ayların sayısını denkleştirmek, böylece O’nun haram kıldığını meşrûlaştırmak üzere haram ayı bir yıl helâl, bir yıl da haram kabul ederler. Yaptıkları bu çirkin ameller şeytan tarafından süslenmekte ve dolayısıyla onlara güzel görünmektedir. Oysa Allah, böylesi kâfirler gürûhunu doğru yola erdirmez.

اَلنَّس۪يۤءُ (nesî), haram ayların vakitleriyle oynamak, onları ileri veya geri almak; ertelemek veya ilâve etmek demektir. Kamerî hesaba göre her yıl onar gün geri gelmek suretiyle ayların ve mevsimlerin yeri değiştiğinden, “nesî” uygulamasının gayesi, hac mevsimini devamlı surette aynı zamana denk getirmekti. Çünkü hac merâsiminin değişik mevsimlere rastlaması menfaatlerine uygun düşmüyor, haccı havanın mutedil ve ticârî şartların müsait olduğu zamanlarda yapmak istiyorlardı. Bunu temin etmek için de ay yılı ile güneş yılını denk getirmek gerekiyordu. Bu sebeple yıla bir ay daha ilâve ediyorlardı. Böylece hac 33 yıl gerçek tarihinin dışında yapılıyor, ancak 34. yılda gerçek zilhicce’de ifâ edilebiliyordu. Efendimiz’in vedâ haccı gerçek hac mevsimine denk geldi ve o tarihten itibaren hac tam mevsiminde yapılmaya devam etti.

Diğer taraftan cahiliye Araplarının bir kısmı maişetlerini soygunculuk, gasp ve talan ile sağladıkları gibi, kendi aralarında da kan davaları ve iç savaşlar eksik olmuyordu. Bu sebeple peş peşe gelen haram ayların hürmetine saygı göstermekte, kendilerini bağlayan bir kısım yasaklara uymakta zorlanıyorlardı. Onun için haram ayların zamanlarını tayinde canlarının istediği gibi oynuyor; mesela muharrem ayındaki hürmeti safer ayına çeviriyor, aynı şekilde diğer haram ayları da ileri geri götürüyorlardı. İşte âyet-i kerîme bütün bu uygulamaların bir küfür ve sapıklık olduğunu açıkça beyân etmekte ve bunu yasaklamaktadır.

Şimdi ilâhî hitap müslümanlara çevrilerek, Tebük seferine çağrıldıkları sırada sergilenen bir kısım tutum ve davranışlardan hareketle Allah’a ve Rasûlü’ne gerçek iman ve itaatin ölçüleri belirlenmektedir:

38. Ey iman edenler! Size ne oldu ki, “Allah yolunda topluca savaşa çıkın!” dendiğinde olduğunuz yere çakılıp kaldınız. Yoksa âhiretten vazgeçip dünya hayatına mı râzı oldunuz? İyi bilin ki, âhiretin yanında dünya hayatının zevki hiç denecek kadar azdır.

Hicretin dokuzuncu senesinde Tebük seferine çıkmak üzere seferberlik emredildiği zaman müslümanlar, Huneyn ve Taif seferinden henüz dönmüş bulunuyorlardı. Vakit de yaz sıcağının pek şiddetli olduğu bir döneme rastlamıştı ve kıtlık hüküm sürüyordu. Bununla beraber Medine’nin hurmaları yetişmiş, gölgeleri de güzelleşmişti. Ayrıca gidilecek yer uzak, düşman sayıca çok ve teçhizat bakımından da güçlü idi. Bu seferde kalabalık ve güçlü Rum askerleri ile savaşılacaktı. Buna göre diğer gazalardan daha fazla hazırlığa ihtiyaç vardı. Bu gibi sebeplerden dolayı bu seferberlik ilanı birçoklarına ağır gelmişti. Hatta şartların zorluğu sebebiyle bu orduya جَيْشُ الْعُسْرَةِ (Ceyşu’l-‘Usre) “Zorluk Ordusu” adı verilmişti. Bu orduya ve onu teçhîze katılma husûsunda bazı mü’minlerde görülen ağırlık ve tembellik üzerine bu âyet-i kerîmeler nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 250-251)

Âyet-i kerîmede “ağırlaşarak yere çakılıp kalma” manâsı,اِثَّاقَلْتُمْ (issâkaltüm) kelimesiyle ifade edilmiştir. Bu kelime lafız ve edâ itibarıyla, bir işi yapma konusunda tembellik gösterip ağırdan alan ve yere yığılıp kalan bir insanı tasvir etmektedir. Bu hâliyle âyet-i kerîme:

Size böyle ne oldu ki, “Allah yolunda seferber olunuz” denildiği zaman;
“Yere doğru ağırlaştınız,
Yere meylederek, onun câzibesine kapılarak, yani dünya düşüncesine, yeryüzünün çekiciliğine dalarak işi ağırdan aldınız,
Tembellik ve uyuşukluk gösterdiniz,
Yahut sefere çıkmayı ağır gördünüz,
Korku ve kederinizden yerlere yığıla kaldınız” mânalarını ihtivâ eder ki, bunların hepsi de insanı Allah yolunda cihad ve hizmetten alıkoyan kötü hasletlerdir. müslüman bu mezmum sıfatlarla mücâdele etmek durumundadır.

Allah yolunda seferberlik emri verilince hemen icâbet etmek farzdır. Âyet-i kerîmede, savaş emrine kulak tıkayanlar bir tarafa, işi ağırdan alanlar bile kınanmış ve azarlanmıştır. Halbuki bu ağırdan alma işi müminlerin hepsinde meydana gelmiş değildir. Fakat, birlikte hareket etmesi zarûrî olan bir grubun içinden bazılarının ağırdan alması, tamâmının hareketini ağırlaştırıp aksatarak seferberliğin vaktinde tamamlanamayıp ordunun gecikmesine sebep olur. Bunun da zararı bütün müslümanlara dokunur. Bu sebeble âyet-i kerîmede hitap, ayırım yapmaksızın bütün mü’minlere vâki olmuştur. Buradan vazîfesinin şuuruna ermiş gayretli mü’minlerin, Allah’ın emirleri karşısında yavaş davranan kardeşlerini uyarma ve teşvik etme gibi sorumluluklarının bulunduğu da anlaşılmaktadır.

Cenâb-ı Hakk’ın îkâzları şöyle devam etmektedir:

39. Eğer size emredildiği gibi topluca savaşa çıkmazsanız, Allah sizi acıklı bir azab ile cezalandırır ve yerinize itaatkâr başka bir toplum getirir de savaşa çıkmamakla O’na hiçbir zarar veremezsiniz. Allah’ın her şeye gücü yeter.

Mü’minler Allah yolunda birlik olup, seferberlik halinde topyekün savaşa katılmadıkları takdirde Allah onları, pek acı bir azap ile cezalandıracak; başlarına, kolay kolay altından kalkamayacakları bir felaket getirecektir. Câzibesine kapıldıkları, uğruna cihadı terk veya ihmal ettikleri dünya hayatını kıtlık, sefalet, mağlubiyet ve mahkumiyet gibi çok acıklı sebeplerle ellerinden alacak ve onları perişan edecektir. Yerlerini, yurtlarını ellerinden alıp, başka bir kavme verecektir. Emirlerini onların eliyle yerine getirecektir. Allah yolunda savaşı terk etmek bu denli gadab-ı ilâhîyi celbedeceği ve eldeki nimetlerin gitmesine sebep olacağı gerçeğinden hareketle zor veya kolay her hâlukârda cihâda devam edilmesi istenmektedir.

Yalnız şu unutulmamalıdır ki bu ilâhî emirlerin faydası Allah’a ve Resûlü’ne değil, mü’minlerin bizzat kendilerinedir:

40. Eğer o Peygamber’e yardım etmezseniz, iyi bilin ki, Allah ona vaktiyle yardım ettiği gibi yine edecektir: Hani kâfirler onu Mekke’den çıkardıklarında, ikinin ikincisi olarak mağarada iken arkadaşına: “Üzülme, Allah bizimle beraberdir!” diyordu. İşte o zaman Allah ona yardım etti, üzerine huzur veren emniyet ve rahmetini indirdi, onu göremediğiniz ordularla destekledi. Kâfirlerin bâtıl inanç ve dâvalarını alçalttı. Allah’ın dâvası ise zâten her zaman yücedir. Çünkü Allah, kudreti dâimâ üstün gelen, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olandır.

Mekke’de yıllar boyu müşriklerin en acımasız saldırı ve işkencelerine maruz kalan mü’minler, Resûlullah (s.a.s.)’in müsaadesiyle peyderpey Medine’ye hicret etmişlerdi. Geride pek az kimse kalmıştı. Resûlullah (s.a.s.), hicret etmek için Rabbinin iznini bekliyordu. En sonunda bu izin de tahakkuk edince en sadık arkadaşı Hz. Ebubekir ile Medine’ye doğru yola koyuldu. Hicret esnasında müşrikler tarafından ısrarla takip edilen Peygamber Efendimiz ve Hz. Ebubekir bir ara Sevr mağarasına sığınmışlardı. Müşriklerin seslerini duyuyorlardı. Ebubekir (r.a.) korkmuştu. Rivayete göre müşrikler, mağaranın girişindeki örümcek ağı ve güvercin yuvasını görünce, içeride kimse yoktur, diye bırakıp gittiler. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, X, 95) Burada Hz. Ebubekir: “Eğer oraya gelen müşriklerden biri ayaklarına baksaydı, muhakkak bizi ayakları altında görürdü” dedim de Resûlullah (s.a.s.): “Ey Ebubekir! Üçüncüleri Allah olan iki kişi hakkındaki bu endişen niyedir” buyurdu. (Buhârî, Fezâilü’s-sahâbe 2; Müslim, Sahâbe 1) İşte âyet-i kerîmede bu yardımın Allah’ın gönderdiği meleklerden müteşekkil görünmez ordu sayesinde olduğu dile getirilmektedir. Allah Teâlâ orada Peygamberini, katından indirdiği görünmez melek ordularıyla takviye etmiştir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, X, 95) Bu melek orduları, mağaranın ağzına kadar yaklaşan müşrikleri şaşkınlaştırmış ve onları, Resûlullah (s.a.s.)’i takipten alıkoymuşlardır. Yoksa Medine’ye varıncaya kadar müşriklerin Allah Resûlüne ulaşmaları ve onu bulmaları gayet kolaydı. Bu melekten ordular onlara mani olmuşlardır.

Bu sebeple:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
41. Ey mü'minler! İster kolay, ister zor; imkânlarınız az veya çok, ister silahlı ister silahsız hangi durumda olursanız olun hep beraber savaşa çıkın ve mallarınızla canlarınızla Allah yolunda cihâd edin. Bilirseniz, böyle yapmanız sizin için daha hayırlıdır.

Âyette geçen خِفَافًا (hifâfen) ve ثِقَالًا (sikâlen) kelimelerine şu mânalar verilmiştir:

Gerek hafif gerek ağır hangi halde olurlarsa olsunlar,
Gerek kolay gelsin, gerek ağır gelsin,
Genç veya ihtiyar,
Bekar veya evli,
İşsiz veya meşgul,
Fakir veya zengin,
Piyade veya süvari,

İster ağır silahlarla ister hafif silahlarla, kendi durumları ve teçhizatları her ne olursa olsun müslümanların hepsi birden, hiç beklemeden akın akın sefere koşmalı, mallarıyla ve canlarıyla cihad etmelidirler. Hem malla, hem canla katılmaya gücü yeten ikisiyle birden, yalnız malla katılabilen malıyla, yalnız canıyla katılmaya gücü yetenler de canıyla gücü yettiği ölçüde gayret göstermelidir. Böyle davranmak eğer bilirlerse onlar için daha hayırlıdır.

Bu âyeti can kulağıyla dinleyen şu sahâbenin cihad aşkı ne kadar heyecan vericidir:

Rivayete göre Ebu Talha (r.a.) Tevbe sûresini okumuş, “Ey müminler! İster kolay, ister zor; imkânlarınız az veya çok, ister silahlı ister silahsız hangi durumda olursanız olun hep beraber savaşa çıkın ve mallarınızla canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Bilirseniz, böyle yapmanız sizin için daha hayırlıdır” meâlindeki bu âyete geldiğinde:

“Görüyorum ki Rabbimiz, genç ihtiyar demeden umûmen seferber olmamızı emrediyor. Ey oğullarım, beni cihad için donatıp hazırlayın!” demişti.

Oğulları:

“Allah sana merhamet etsin. Sen, vefat edinceye kadar Resûlullah (s.a.s.) ile beraber savaşlarda bulundun. Aynı şekilde vefat edinceye kadar Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’le birlikte de savaştın. Şimdi senin yerine savaşa artık biz gideceğiz” dediler ise de kabul etmedi.

Deniz seferine çıktı ve şehitlik mertebesini kazandı. Ancak dokuz gün sonra mübârek cesedini defnedebilecekleri bir ada bulabildiler. Cesedi hiç değişmemişti. Onu bu uğradıkları adaya defnettiler. (İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân, II, 359)

Bütün gücüyle cihad etmeye bir misal de Mihmândâr-ı Rasûl (r.a.)’den:

Ebû Eyyûb el-Ensârî (r.a.), İstanbul istikâmetinde Rumlara karşı tertib edilen gazâya katılmıştı. Yolda hastalandı. Vefâtı yaklaşınca asker arkadaşlarına şöyle dedi:

“–Şayet ölürsem beni yanınıza alın ve Rum topraklarına doğru gidebildiğiniz en son noktaya götürün. Düşman saflarıyla karşılaşıp daha fazla ilerleyemez olduğunuzda beni oraya, ayaklarınızın altına defnedin!..” (bk. Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 419, 416)

Ebû Mûsâ el-Eş‘arî (r.a.), sahâbenin Allah yolunda gösterdiği fedakârlıktan ibretli bir kesiti şöyle anlatır:

“Resûlullah (s.a.s.) ile birlikte sefere çıkmıştık. Altı kişi nöbetleşe bir deveye biniyorduk. Yürümekten ayaklarımız delinmişti. Benim de ayaklarım delinmiş ve tırnaklarım düşmüştü. Ayaklarımıza bez parçaları sarıyorduk. Bu bez parçalarından dolayı o sefere «Zâtü’r-Rikâ» ismi verildi.”

Bu hadîsi nakleden Ebû Bürde diyor ki:

“Ebû Mûsâ el-Eş’arî bunları söyledi, fakat sonra da yaptığından hoşlanmadı ve; «Bunları söylemekle hiç de iyi etmedim» diye pişmanlığını dile getirdi. Herhâlde o, Allah için yaptığı bir yiğitliği ifşâ etmiş olduğundan dolayı üzüldü.” (Buhârî, Meğâzî, 31)

Tebük’le birlikte gelen umûmî seferberlik emri, münafıkların yüzündeki nifak maskesini düşürdü. Dünyalık bir çıkar göremedikleri bu seferden, sudan bahaneler ileri sürerek geri durmak istediler. Gelen âyetler, onların ibrete şâyan bu iki yüzlü hallerini gözler önüne sermektedir:

42. Eğer dâvet edildikleri şey kolay bir ganimet ve çıkılacak sefer de şöyle yakın mesâfeli bir sefer olsaydı, o münafıklar mutlaka senin peşinden gelirlerdi. Fakat o meşakkatli sefer, onlara pek uzak göründü. Sonra da kalkıp Allah adına yemin ederek: “Eğer imkânımız olsa ve gücümüz yetseydi mutlaka sizinle beraber sefere çıkardık” diyeceklerdir. Böyle yapmakla kendilerini helâke sürükleyeceklerdir. Oysa Allah, onların yalan söylediğini kesinlikle bilmektedir.

Resûlullah (s.a.s.) Tebük seferine katılmayı emrettiği zaman insanlar üç gruba ayrıldılar. Bir grup acele davranıp emre itaat etti. Bunlar muhâcir ve ensârın ileri gelenleri idi. Fakir müminlerin bir kısmına Allah’ın emri ve Rasûlü’nün işaretine uymak ağır geldi ve nefislerinin arzusuna uymayı tercih ettiler. Bir kısmı da geride kalmayı tercih etti. Bunlar münafıklar idi. İşte bu âyetler, onlar hakkında nâzil oldu.

Âyette bahsedilen kimselerin sefere katılmamalarının sebebi, güçlerinin yetmeyişi değildi. Güçleri vardı ve isteselerdi çıkabilirlerdi. Fakat böyleyken çıkmadılar. Eğer hemen elde edebilecekleri bir menfaat olsaydı kaçırmazlardı. Fakat sonunu kestirmedikleri uzun bir sefere çıkmak işlerine gelmedi.

Münafıkların, menfaatleri peşine koşturan kimseler olduğu hakkında Efendimiz (s.a.s.)’in şu beyânı dikkat çekicidir:

“Onlardan herhangi bir kimse yağlı bir kemik yahut da güzel iki koyun paçası bulacağını bilse, hiç şüphesiz yatsı namazında hazır bulunurdu.” (Buhârî, Ezan 29; Müslim, Mesâcid 251)

Sefere katılmaya gönülleri olmayan bu münafıklar çeşitli bahaneler uydurarak Efendimiz (s.a.s.)’den izin istiyorlar, insanların en temiz kalplisi olan Efendimiz de onlara izin veriyordu. Ama bu husustakı ilâhî uyarının gelmesi gecikmedi:

43. Hay Allah seni affedesice Nebî! Sefere çıkmamak için senden izin isteyen o münafıklara, sence kimin doğru söylediği iyice belli olmadan ve kimlerin yalancı olduğunu henüz bilmeden neden izin verirsin ki?

“Allah seni affedesice, …niçin izin verirsin ki” (Tevbe 9/43) hitabında ordu komutanına bir ikaz bulunmaktadır. Sefere çıkmamak için izin isteyenlere hemen izin vermeyip, doğru söyleyenle yalancıyı ayıracak kadar bir araştırma ve bekleyişten sonra izin vermesi gerektiği beyân edilmektedir. Ayrıca ileride gelecek olan “Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla cihad et; onlara karşı katı ve sert davran…” (Tevbe 9/73) emrine bir başlangıç olmak üzere, münafıklara karşı daha çetin olması gerektiği yolunda bir uyarıdır.

Bu hitap, bir taraftan da bütün ümmetin Allah korkusunu ziyadeleştirmek ve onları heyecanla tevbeye teşvik etmek maksadı taşır. Zaten:

44. Allah’a ve âhiret gününe iman edenler, mallarıyla canlarıyla cihat etmekten geri kalmak maksadıyla senden asla izin istemezler. Allah o takvâ sahiplerini çok iyi bilir.

Hakiki mü’minlerin özelliği cihattan geri kalmak için izin istemek değil, seve seve cihada koşmaktır. Çünkü onlar, cihadın ne kadar faziletli bir ibâdet olduğuna inanıyorlar. Allah Teâlâ’nın defalarca onu emrettiğini ve ona teşvik ettiğini biliyorlar. Canlarla ve mallarla durmadan cihâd etmenin, cennetin bedeli olduğunun şuurundalar. İzin istemek bir tarafa, hatta Medine’de yapılacak işler sebebiyle Peygamber Efendimiz, onlara kalmalarını, cihada katılmamalarını emretmiş olsa onların gücüne giderdi. Nitekim Tebük seferinde Hz. Ali’ye Medine’de kalmasını emrettiğinde Ali (r.a.)’ın gücüne gitmişti. Sonra da: “Ya Ali, sen bana göre, Mûsâ’nın yanındaki Hârûn gibisin” buyurarak gönlünü almıştı. (Buhârî, Fezâilü’s-sahâbe 9; Tirmizî, Menâkıb 20) Tevbe sûresinin 92. âyetinde geleceği üzere niceleri cihada katılamadıkları için üzüntülerinden dolayı ağlayıp göz yaşı döküyorlardı. Bu durum, kalpte kökleşen imanın açık tezâhürleri idi.
Peki münafıklar ne durumdaydı:

45. Cihâda katılmamak hususunda senden ancak Allah’a ve âhiret gününe inanmayan, kalpleri şüpheye düşmüş olup da o şüpheleri içinde bocalayıp duranlar izin isterler.

46. Eğer gerçekten sefere çıkmak isteselerdi onun için az da olsa bir hazırlık yaparlardı. Fakat Allah, onların böyle isteksizlik içinde harekete geçmelerini istemedi de kendilerini engelledi ve haklarında: “Evlerinde oturan çocuk ve kadınlarla beraber siz de oturun” hükmü verildi.

47. Onlar sizinle beraber sefere çıksalardı, problem artırmaktan başka bir işe yaramazlar, sizi fitneye ve ayrılığa düşürmek için aranızda koşuşturup dururlardı. Kaldı ki, içinizde onlar için casusluk yapacaklar da vardır. Allah, o zâlimleri çok iyi bilir.


Geçerli bir özrü olmaksızın savaştan izin istemek, imansızlığın ve mânen şüpheler içinde bocalamanın açık bir alâmeti sayılmıştır. İşte uzun Tebük seferine katılmak istemeyen ve yalandan mazeretlerle izin isteyen münafıklar böyleydi. Şüphecilik bütün ruhlarını sarmıştı. Ne yapsalar bu halden kurtulamıyorlar, şüpheler içinde bocalayıp duruyorlardı. İmanla küfür arasında mekik dokuyorlardı. Bir çıkar söz konusu olunca imana meyil gösteriyorlar, bir meşakkatle karşılaştıkları zaman hemen küfre kayıveriyorlardı. Bu şüpheci halleriyle münafıkların Allah yolunda cihâd etmeyi gönüllü olarak istemeleri mümkün değildi. Zaten eğer böyle bir arzuları olsaydı, sefere çağrıdan sonra kaçmanın yollarını aramak yerine az da olsa bir hazırlık yaparlardı. Halbuki bu yönde hiçbir kıpırdanma yoktu. Olmaması da netice itibariyle mü’minlerin lehine oldu. Çünkü bu imansız ve şüpheci halleriyle mü’minlerle beraber sefere çıksalardı, hiçbir faydaları olmayacağı gibi, üstelik büyük zararları olacaktı. Mü’minlerin azim ve gayretlerini zayıflatmak, morallerini bozmak, fitne ve fesat çıkarmak için çalışacaklardı. Karakterlerine uygun hareket edeceklerdi. Zayıf imanlı bazı kimseler de onların bu ayartmalarına kanıp sıkıntı oluşturacaklardı. Ayrıca İslâm ordusu içinde onlar lehine casusluk yapacak kimseler de eksik olmayacak, böylece büyük bir fitnenin fitili tutuşturulmuş olacaktı. Cenâb-ı Hak buna müsaade buyurmadı.

Münafıkların daha önce çıkardıkları fitne ve fesatlara örnek olması için buyruluyor ki:

48. Gerçekten bunlar daha önce de fitne çıkarmayı çok istemişler ve Rasûlüm, nice planlar içine girip senin aleyhinde türlü türlü entrikalar çevirmişlerdi. Ama sonunda, onlar hiçbir zaman hoşlanmasalar da, hakikat ortaya çıktı ve Allah’ın emri üstün geldi.

Münafıkların fitne çıkarma arzuları sadece Tebük seferiyle sınırlı değildi. Daha önce de fitne çıkarmışlar; meselâ Abdullah b. Übeyy Uhud’da 300 arkadaşıyla beraber müslüman ordusunu terk etmişti. Hendek savaşının en kritik anında: “Ey Medine halkı! Siz burada düşmana karşı koyamazsınız, mevzilerinizi bırakıp derhal geri dönün!” (Ahzâb 33/13) demişlerdi. Birkaç kez Peygamber Efendimiz’i öldürmeye teşebbüs etmişlerdi. Bununla birlikte İslâm davasını ortadan kaldırmak için çok çalıştılar, çeşitli görüşler ortaya attılar ve nice hile ve tuzaklar kurdular. Fakat ne yaptılarsa da hakikatin ortaya çıkıp, bütün entrikalarının deşifre edilerek Allah’ın emrinin, muradının ve dininin galip gelmesini engelleyemediler.

Onlardan sefere katılmamak için daha ilginç bahaneler ileri sürenler de oldu:

49. Onlardan: “Savaşa gitmemek için bana izin ver de başımı belâya sokma!” diyenler var. Oysa onlar zâten fitnenin tam içine düşmüş durumdadırlar. Şüphesiz ki cehennem kâfirleri çepeçevre kuşatacaktır.

Resûlullah (s.a.s.), Tebük seferi için hazırlıklarını sürdürürken Selime oğullarından Cedd b. Kays’a: “Ey Ebu Vehb, sarı ırkın çocuklarından köle ve hizmetkârların olsun istemez misin?” buyurdu‏. O da: “Ey Allah’ın Rasûlü, kavmim iyi bilir ki ben kadınlara düş‏kün bir adamım. Korkarım ki Asfar oğulları kızlarını görünce onlara sabredemem. Beni onlarla fitneye dü‏şürme. Savaş‏a katılmamam için bana izin ver. Ben de sana malımla yardım edeyim” dedi. Resûlullah (s.a.s.) de ondan yüzünü çevirerek “Sana izin verdim” buyurdu‏. İş‏te bu hâdise üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, X.191-192)

Şimdi demünafıklarım müslümanlara karşı içlerinde besledikleri düşmanlıktan bir kesit sunuluyor:

50. Sana bir iyilik gelse, bu onları üzer. Fakat sana bir musîbet dokunsa: “İyi ki biz tedbirimizi önceden almıştık” derler ve sevine sevine dönüp giderler.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
51. De ki: “Allah bizim için ne yazdıysa, başımıza gelecek ancak odur. O bizim Mevlâmız’dır. Mü’minler, yalnızca Allah’a güvenip dayansınlar.”

Münafıkların temel karakter özelliklerinden biri şudur: müslümanlara bir iyilik, güzellik, refah, saadet, başarı veya zafer geldiği zaman buna çok üzülürler. Onlara bir musibet, ölüm, sıkıntı, darlık, hastalık dokunduğu zaman da çok sevinirler. “İyi ki biz önceden tedbirimizi alıp, kendimizi zarardan korumuşuz” diye keyiflenirler. Bu ise imanın değil küfrün, dostluğun değil düşmanlığın açık bir alâmetidir. müslümanlar ise hayır veya şer başlarına gelen her şeyin Allah’ın takdiriyle geldiğine inanırlar; iyiliklere şükreder, sıkıntılara sabreder ve vazifelerini yerine getirmeye çalışıp her durumda yalnız Allah’a güvenip dayanırlar.

Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Kul hayrıyla ve şerriyle kadere inanmadıkça hatta başına gelecek bir musibetin asla şaşırmayacağını, başına gelmeyecek bir musibetin de asla gelmeyeceğini bilmedikçe imanın hakikatine ulaşamaz.” (Tirmizî, Kader 10)

Bu sebeple Peygamberimiz (s.a.s.)’e şöyle demesi tavsiye olunuyor:

52. Münafıklara şunu söyle: “Siz bizim hakkımızda ancak şu iki güzellikten; zafer veya şehâdetten birinin gelmesini gözetip duruyorsunuz. Biz ise sizin hakkınızda, ya Allah’ın kendi tarafından veya bizim elimizle sizi cezalandırmasını bekliyoruz. Öyleyse bekleyin, biz de sizinle beraber beklemekteyiz.”

Allah yolunda cihat edip malla ve canla savaşırken müslümanları bekleyen iki güzel neticeden biridir: Ya zafer ve ganimet veya şehâdet. Üçüncü bir ihtimal yoktur. Dolayısıyla müslümanlar sonuçta ya kesin bir zafer kazanacak, gazi olacaklar, ya da şehit düşeceklerdir. Bunların ikisi de güzeldir. Hatta âhiret yönünden bakıldığında, münafıkların uykularını kaçıran ölüm, müslümanlar için sevgiliye kavuşturan bir şeb-i arûs keyfiyeti taşımakta ve ebedî mutluluğa kapı aralamaktadır.
Hadis-i şerifte şöyle buyrulur:

“Allah, kendi yolunda cihad için çıkan ve bunu da yalnızca Allah’a olan imanı ve Resûlü’nü tasdikden dolayı yapan kimseye cennete girmeyi veya çıkmış olduğu evine ecir ya da ganimete nâil olmuş olarak geri dönmeyi garanti eder.” (Müslim, İmâret 103)

Münafıkların başına gelecek kaçınılmaz son ise, Allah’ın onları, ya doğrudan doğruya kendi katından gelecek bir azapla ya da müslümanların elleriyle vuku bulacak bir azapla cezalandırmasıdır. Onlara layık olan akibet de ancak budur.

Münafıkların yaptıkları harcamalara ve kıldıkları namazlara gelince:

53. De ki: “Malınızdan ister içinizden gelerek verin isterse hoşlanmaya hoşlanmaya verin, yaptığınız harcama, Allah katında hiçbir zaman asla kabul görmeyecektir. Çünkü siz yoldan çıkmış bir topluluk hâline geldiniz.”

54. Onların yaptığı bağışların kabul edilmesine engel olan şey, Allah’ı ve Rasûlü’nü inkâr etmeleri, namaza tembel tembel gelmeleri ve bağışlarını gönülsüz olarak zorlana zorlana yapmalarıdır.


Münafıklar, inandıklarından değil de, bir kısım menfaat beklentileri veya korkuları sebebiyle harcamada bulunabilirler. Onların bu harcamaları Allah katında makbul değildir. Çünkü:

Onlar Allah ve Rasûlüne iman etmezler. Halbuki amellerin, ibâdet ve taatlerin kabul olunmasının birinci şartı imandır.
Namaza isteksiz bir şekilde tembel tembel, üşene üşene gelirler.
Zekâtı da mecburiyet savma kabilinden istemeyerek ve zorlanarak verirler.

Yani onlar Allah ve Rasûlü’ne küfürleri kalben devam ettiğinden, namazın ve infakın ne yerine getirilmesindeki sevaba, ne de terkinden dolayı günaha inandıkları için adeta namazı boşuna bir külfet, infakı da bir zarar sayarlar. Dolayısıyla bu gibi vazifeleri ifâ ederken, iman ve gönül hoşluğu ile, seve seve Allah rızâsı için değil, dünyevî bir maksatla ve sadece dış görünüşü kurtarmak niyetiyle yaparlar. Buradan, onların infaklarının kabul edilmeyişinin esas sebebinin herhangi bir günah değil, kalplerindeki küfür olduğu anlaşılmaktadır.

Kâfirler, akrabalık bağlarını gözetmek, yoksulların ihtiyacını karşılamak, darda kalmış olanın sıkıntısını gidermek gibi iyiliklerinin sevabını alamaz ve âhirette bunlardan faydalanmazlar. Fakat bu iyilikleri karşılığında dünyada onlara ihsanda bulunulur. Bununla alakalı bir hâdiseyi Hz. Aişe şöyle anlatır:

Bir gün Allah Resûlü (s.a.s.)’e:

“- Ey Allah’ın Rasûlü! İbn Cud‘an cahiliye döneminde akrabalık bağını gözetir, yoksula yemek yedirirdi. Bunun kendisine bir faydası olacak mı?” dedim. Peygamberimiz:

“- Bunun kendisine faydası olmayacak. Çünkü o, bir gün olsun: «Rabbim, kıyamet günü günahımı bağışla dememiştir»” buyurdu. (Müslim, İman 365)

Resûlullah (s.a.s.) bir diğer hadis-i şerifte şöyle buyurur:

“Şüphesiz Allah hiçbir mü’mine mükâfatını eksik vermek suretiyle en küçük bir iyiliğinde dahi haksızlık yapmaz. Dünyada iyiliklerinin karşılığı olarak ona ihsanda bulunulur. Âhirette de bu sebeple ona mükâfat verilir. Kâfire gelince, yapmış olduğu iyilikler karşılığında dünyada ona yemek yedirilir, ihsanda bulunulur. Âhirete gittiğinde ise onun karşılığını görebileceği herhangi bir iyiliği kalmamış olur.” (Müslim, Münafıkîn 56)

Kâfirin yaptığına اَلْحَسَنَةُ (hasene) “güzellik, iyilik” denilmesi, kâfirin bu husustaki zannı dolayısıyladır. Yoksa onun Allah’a yakınlaşmak üzere yapacağı herhangi bir ameli sahih değildir. Çünkü Allah’a yakınlaştırıcı amelin sahih olmasının şartı olan iman bulunmamaktadır. Ya da buna “hasene” deniliş sebebi, mü’minin hasenesine şekil itibariyle benzediğinden dolayıdır.

Mânen bu kadar kötü durumda olmalarına rağmen Allah Teâlâ’nın münafıklara bunca mal ve evlat vermesinin sebebine gelince:

55. Onların ne malları ne de evlatları sakın seni imrendirmesin! Çünkü Allah, onları daha dünya hayatında bunlar yüzünden sıkıntılara düşürmeyi ve neticede kâfir olarak can vermelerini istemektedir.

Münafıkların dikkatleri üzerine çekecek ve imrenilecek kadar mal ve evlatları olabilir. Cenâb-ı Hak, ister müslüman, ister münafık ister kâfir olsun dünya hayatında ayırım yapmaksızın herkese rızık vermiş ve maişet imkânları sunmuştur. Zaman zaman bu durum müslümana az, kâfire çok şeklinde de tezâhür etmekte, müslümanların yanlış bir takım düşüncelere kapılmasına sebep olmaktadır. Halbuki böyle düşünmeye gerek yoktur. Çünkü mü’min helâlinden kazanıp Allah yolunda harcadığı malının ve İslâm’a göre yetiştirdiği evladının hem dünyada hem de âhirette mükâfâtını görecekken, münafıklar mal ve evlatları yüzünden dünya hayatında sıkıntılara maruz kalacaklardır. Mal ve evlatları hususunda duydukları korkular ve endişeler sebebiyle Allah onları cezalandıracaktır. Nifak hallerini değiştirmedikleri takdirde kâfir olarak ölecek ve âhirette de ebedi azaba uğrayacaklardır.

Münafıkların bir başka kötü huyları da şudur:

56. Bir de kalkıp: “Biz de sizdeniz!” diye Allah adına yemin ederler. Onlar kesinlikle sizden değildir. Fakat onlar, başlarına geleceklerden ödleri patlayacak şekilde korkan bir gürûhtur.

57. Eğer sığınabilecekleri bir yer yahut barınabilecekleri mağaralar, hatta başlarını sokabilecekleri bir delik bulabilselerdi, hiç durmaz azgın bir at gibi derhal oraya seğirtirlerdi.


Kâfir oldukları halde, mü’min olduklarına dair yemin etmek münafıkların âdet haline getirdikleri huylarıdır. Nitekim bir başka âyet-i kerîmede yine onlar hakkında şöyle buyrulur:

“Rasûlüm! Münafıklar sana geldikleri zaman: “Şâhitlik ederiz ki, sen gerçekten Allah’ın Rasûlü’sün!” derler. Allah, senin kendi Rasûlü olduğunu elbette biliyor. Bununla beraber Allah şâhitlik eder ki, münafıklar kesinlikle yalan söylemektedir.” (Münafıkûn 63/1)

Onları bu şekilde yalan yere yemin etmeye sevkeden sebep, iç yüzlerinin ortaya çıkıp bundan dolayı öldürülmekten veya zarara uğramaktan, ödleri patlayacak derecede korkmalarıdır. O kadar korkmakta idiler ki, sığınacak herhangi bir yer, dağların taşların arasında barınabilecekleri bir mağara veya girilebilecek en küçük bir delik bulsalardı, müslümanlardan kaçarak serkeş bir at gibi hızlıca oraya girerlerdi. Çünkü inanç ve düşünceleri mü’minlerinkiyle uyuşmuyor, ikisi arasında iki mıknatısın artı kutupları arasındaki şiddetli itme gibi bir itişme ve kaynaşamama hali yaşanıyordu. Sâdi’nin Gülistan’ında yer alan papağanla karga hikâyesi bu gerçeği basit bir dille izah etmektedir:

Papağanla kargayı aynı kafese koymuşlardı. Papağan, karganın çirkin manzarasından sıkılıyor, diyordu ki: “Ne çirkin surat! Ne iğrenç sima! Ne melun manzara!.. Keşke aramız doğuyla batı arası kadar açık olsaydı da şu yüzü görmeseydim.” Asıl tuhaflık şurada ki, karga da onun arkadaşlığından memnun değil. O da “lâ havle” çekerek inliyor, talihinin aksiliğinden şikâyet ediyor, diyordu ki: “Bu, ne talihsizlik! Benim şerefime lâyık olan, kendim gibi bir karga ile bir bağ duvarı üzerinde zıplaya zıplaya gezmekti. Acep günahım neydi de böyle ahmak, kendini beğenmiş, saçma sözlü bir yabancının arkadaşlığıyla mübtelâ oldum.”

Asmaî şöyle anlatır:

Halil b. Ahmed’in yanına vardım. Küçük bir hasır üzerinde oturuyordu. Bana oturmamı işaret etti. “Sana darlık veriyorum” dedim. “Bırak, birbirinden nefret eden iki kişiye bütün dünya dar gelir. Birbirini seven iki kişiye ise bir karışlık yer bile geniş gelir” dedi.

Münafıkların, zekât ve sadakaların taksimi konusunda da itirazları vardı:

58. Onlar arasında, zekât ve sadakaların taksimi konusunda iğneli sözlerle seni ayıplayanlar da var. Kendilerine bu mallardan bekledikleri pay verilirse hoşnut olurlar; verilmezse o zaman kızıp öfkelenirler.

59. Eğer onlar Allah ve Rasûlü’nün kendilerine verdiklerine râzı olup: “Allah bize yeter! Bize Allah lutf u kereminden yine verir, Rasûlü de verir. Biz yalnızca Allah’a gönül bağlamışız, O’nun rızâsını istiyoruz” deselerdi, elbette haklarında daha hayırlı olurdu.


Âyetlerin inişine sebep olabilecek hâdiselerden biri şöyle vuku bulmuştur:

Ebu Saîd el-Hudrî (r.a.) şöyle anlatıyor: Biz, Resûlullah (s.a.s.)’in yanındaydık. O, ganimetleri veya kendisine getirilen zekât mallarını taksim ediyordu. Temîm oğullarından olan Zü’l-Huvaysıra geldi ve:

“- Ey Allah’ın Resûlü, adâletli ol” dedi. Peygamberimiz (s.a.s.):

“- Yazıklar olsun sana, ben adâletli değilsem, başka kim adâletli olabilir ki? Eğer ben adâletli davranmamışsam sen kaybettin, hüsrana uğradın demektir” buyurdu. Hz. Ömer:

“- Ya Resûlallah, izin ver şunun boynunu vurayım” dediyse de Efendimiz (s.a.s.):

“- Bırak onu. Onun öyle arkadaşları var ki sizden birisi onunla birlikte kıldığı namazını, onunla birlikte tuttuğu orucunu değersiz görür. Onlar Kur’ân okurlar ama Kur’an onların hançerelerinden aşağı geçmez. Onlar okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkarlar...” buyurdu. (Buhârî, Menâkıb 25; Edeb 95; Müslim, Zekât 142)

Zekatların taksim edileceği yerler şu şekilde belirlenmiştir:

60. Zekâtlar ancak fakirlere, yoksullara, zekâtların toplanmasında görevli memurlara, kalpleri İslâm’a ısındırılacak olanlara, kölelere, borçlulara, Allah yolunda cihâd edenlere ve yolda kalmışlara verilir. Allah’ın bu konudaki kesin emri ve taksimi böyledir. Allah her şeyi hakkiyle bilen, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olandır.

اَلصَّدَقَاتُ (sadakalar)dan maksat, yine âyetin devamında yer alan “Allah’ın bu konudaki kesin emri ve taksimi böyledir” (Tevbe 9/60) kaydından anlaşıldığına göre, paralardan, mallardan, madenlerden ve ürünlerden verilmesi farz olan zekâtlardır. Bunun dışında nâfile olan sadakalar vardır ki, bu âyette onlar söz konusu edilmez.

Zekâtlar, “Onların mallarından bir miktar zekât ve sadaka al” (Tevbe 9/103) âyeti gereğince devlet eliyle toplanır ve dağıtılır. Bu âyette toplanan zekâtların dağıtılacağı sekiz sınıf şöyle beyân edilir:

Birinicisi; fakirler: “Fakir”; muhtaç olan, kendi geliri asli ihtiyaçlarına yetmeyen, zaruri ihtiyaçları için başkalarına bağımlı olan kimselerdir. Fizikî bir sakatlık, yaşlılık sebebiyle veya geçici olarak fakir düşmüş kimseler, ya da işsizler, yetimler, dullar gibi yardım edildiğinde kendi kendilerini idare edebilecek hale gelen fakirler bu gruba girer. Bunlar az bir gelire sahip de olabilir, böylece fakir ve muhtaç durumda olduğunu gizleyebilirler ve cahiller onları zengin sanabilirler. Bunlar hakkında âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Vereceğiniz zekatlar, öncelikle kendilerini Allah yoluna adayan, bu sebeple yeryüzünde maişet için dolaşma imkânı bulamayan fakirler içindir. İffet ve hayaları sebebiyle halktan bir talepte bulunmadıklarından cahiller onları zengin zanneder. Sen ise onları sîmâlarından tanırsın. Hele yüzsüzlük edip de insanlardan ısrarla bir şey istemezler. Hayır olarak her ne verirseniz, Allah onu elbette bilir.” (Bakara 2/273)

İkincisi;yoksullar: Bunlar, fakirlerden daha bir sefalet içinde bulunan düşkün, âciz ve zillet içindeki kimselerdir. “Yersiz yurtsuz, evsiz barksız yoksul ve kimsesizler” (bk. Beled 90/16) âyetinin de işaretiyle, dışarıdan bakıldığı zaman yoksulluğu belli olan kişiler demektir.

Zekâtlar öncelikle böyle fakir ve yoksuların hakkıdır. Onlara verilmelidir. Aşağıda geleceği üzere diğerlerine de yine onların menfaati sebebiyle veya fakirlik ve ihtiyaçları dolayısıyla verilecektir.

Üçüncüsü; zekâtla ilgili çalışan memurlar: Zekâtın toplanması, biriktirilmesi, kaydedilmesi, muhafaza edilmesi ve dağıtılması gibi zekâtla ilgili bütün işlerde çalışan memurların ücretleri zekâttan verilir. Bu onlar için bir sadaka değil, yaptıkları hizmetlerin ücreti olur.

Dördüncüsü; müellefe-i kulûb: Bunlar, kalpleri İslâm’a ısındırılmak istenen kimselerdir. Resûlullah (s.a.s.)’in uygulamalarına bakıldığında bunların üç grup olduğu görülür:

Bunların bir kısmı bazı azılı kâfirlerdir. Peygamberimiz, bunların şerlerini defetmek ve müslümanlara eziyetlerini önlemek, diğer kâfirlere, müşriklere ve zekât vermek istemeyenlere karşı çıkmalarını sağlayıp İslâm tarafını tutmalarını temin etmek için böyle ihsan ve yardımlarla kendilerini İslâm’a meyilli kişiler yapardı. Rivayetler değerlendirildiğinde, Efendimiz’in bunlara farz olan zekâtlardan değil de ganimetlerin kendi payına düşenlerinden verdiği yönündeki görüş daha ağır basmaktadır.
Bir kısım kabile reisleri ve ileri gelen kimselerdir. Allah Resûlü (s.a.s.) bunlara bol bol ikram ve ihsanda bulunur, kendi kabilelerinden İslâm’a girenlere eza ve cefa etmelerini önlemeye çalışırdı. Kendilerinin ve emrindekilerin İslâm’a girmeleri ve İslâm’da sebat etmeleri gibi bir takım İslâmî maksatlar ve maslahatlar gözetilirdi.
Bir kısmı da İslâm’a yeni girmiş, niyetleri ve iradeleri henüz iyice pekişmemiş olan zayıf karakterli kişilerdir. Fakir ve muhtaç olmasalar da kalpleri iyice İslâm’a ısınsın, imanları pekişsin ve İslâm'ı iyice benimsesinler diye özellikle fazla fazla ikram ve ihsan görüyorlardı.

Beşincisi; köleler: Zekâtın bir kısmı da köleleri özgürlüğe kavuşturmak için harcanır. Bu da iki şekilde olabilir: Birincisi, efendisiyle belirli bir miktar para ödendiğinde özgür kalmak üzere anlaşma yapan kölenin bu parayı ödemesine yardımcı olunur. İkincisi ise İslâm devleti kölenin özgürlüğünü satın alıp, daha sonra onu serbest bırakabilir. Birinci yol hakkında görüş birliği, ikinci yol hakkında ise görüş farklılığı vardır.

Altıncısı; borçlular: Para kazansın veya kazanmasın, gerçek anlamıyla yoksul olsun veya olmasın tüm borçlarını kendi servetinden ödediğinde fakir düşecek olan borçlulara da zekât fonundan yardım yapılabilir. Bir kısım âlimlere göre, zekâttan yardım yapılamayacak tek borçlu, müsrif kimse veya haram işlerde para harcayarak borca giren kimsedir. Bu tür kimseler ancak tevbe ettiklerinde yardım yapılabilir.

Yedincisi; Allah yolunda çalışanlar: Âyette geçen ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ (fî sebîlillâh) “Allah yolunda” ifadesiyle, fakihlerin çoğunluğuna göre Allah yolunda bilfiil savaşanlar yanı sıcak savaşa katılanlar kastedilmiştir. Bir kısım İslâm âlimlerine göre ise bu fasıldan, hac ve umre yapanlara, ilim tahsiliyle meşgul olanlara zekât verilebilir, hatta cami, okul, hastane yapımı gibi işleri üstlenmiş hayır müesseselerine ödenek ayrılabilir. Günümüz İslâm âlimlerinin birçoğu, âyetteki bu ifadeyi İslâm’ın ve müslümanların menfaatine olan her türlü faaliyet şeklinde anlamaktadırlar.

Sekizincisi; yolda kalmış olanlar: Kendi vatanında iken yardıma muhtaç olmasa bile yolculara zekâttan pay verilebilir. Çünkü o mallardan istifade imkânı yoktur. Yine memleketlerinde mal ve mülkleri olduğu halde çeşitli baskılarla orayı terketmek zorunda kalan mültecilere ve kalacak yeri, oturacak evi olmadığı için ortalıkta kalmış olan kimselere de zekât gelirinden pay ayrılabilir. Ancak dinen günah olan niyetlerle yapılan yolculuklar bu âyetin şumulü dışında tutulmuştur.

Münafıkların içlerinde Peygamberimiz (s.a.s.) hakkında münâsip olmayan şeyler söyleyip eziyet edenler de bulunmaktaydı:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
61. Münafıklardan bazıları Peygamber’i incitmekte ve onun hakkında: “O, her söyleneni safça dinleyen, her söze inanan bir kulaktır” demektedirler. De ki: “O, sizi dinlerken hep hayrınıza dinleyen ve hakkınızda ancak iyi sözleri işitmek isteyen bir hayır kulağıdır. Allah’a inanıp itimat ettiği gibi, mü’minlerin sözlerine de inanır ve değer verir. Ayrıca o, içinizden iman edenler için kavrayamayacağınız büyüklükte bir rahmettir.” Gerçek bu iken, Allah Rasûlü’nü incitenler için can yakıcı bir azap vardır.

Bu âyet Allah Resûlü (s.a.s.)’e eziyet eden bir grup münafık hakkında nâzil olmuş‏tur. Bunlar Efendimiz hakkında uygun olmayan ‏şeyler söylüyorlardı. İçlerinden bazıları: “Böyle ‏şeyler söylemeyin, sonra kulağ‏ına gider de bizim aleyhimize olur” dedilerse de Peygamberimiz hakkında ileri geri konuş‏anlardan Culâs b. Suveyd: “Muhammed, her söyleneni dinleyen bir kulaktır; ne duyarsa ona kanar. Burada onun hakkında istediğimizi konu‏şur, sonra onun yanına varır baş‏ka türlü konu‏şuruz, o da söylediklerimize inanır ve bizi tasdik eder” dedi. Allah Tealâ da bu âyet-i kerîmeyi indirdi. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 254)

Araplar casusa اَلْعَيْنُ (ayn) “göz” dedikleri gibi, her söylenene kanan ve her işittiğine inanan saf kimseye de اَلأذُنُ (üzün) “kulak” derlerdi. Efendimiz (s.a.s.), münafıkların hâinliklerini ve kabahatlerini yüzlerine vurmaz, şefkat ve merhametle muamele ederdi. Hususiyle Allah adına yeminlere çok hürmet gösterirdi. Münafıklar da onun bu müşfikâne tutumunu saflık olarak değerlendirirlerdi. Halbuki Merhamet Ummanı Efendimiz, bütün insanların hayrını ister, onların hayrına olan şeylere kulak verir ve onların hayrı için çalışırdı. O, Allah’a inandığı için O’nun adına yapılan yeminlere son derece hürmet gösteren, mü’minlere güvendiği için onların sözlerine itibar eden mümtaz bir şahsiyete sahipti. Onu incitenler ve aldatmak isteyenler aslında kendilerini aldatmakta idiler. Çünkü o gerçekten iman edenler için bir rahmettir. Fakat münafıklar gibi, dilleriyle iman ettiklerini söyleyip içten içe inkâr eden ve bu inkârlarının bir tezâhürü olarak Allah Resûlüne eziyet edenler için neticede can yakıcı bir azap olacaktır.

Zira:

62. Onlar sizi hoşnut etmek için yanınıza gelip yüzünüze karşı Allah adına yemin ederler. Oysaki gerçekten mü’min kimseler ise, en doğru olan Allah ve Rasûlü’nü hoşnut etmeye çalışmaktır.

63. O münafıklar bilmez mi ki, kim Allah’a ve Rasûlü’ne karşı gelirse, hiç şüphesiz onun hakkı, içinde ebedî kalacağı cehennem ateşidir. En büyük rezillik işte budur.


Rivayete göre münafıklardan bir adam, kendi yandaşlarını kastederek: “Allah’a yemin ederim ki bunlar bizim ileri gelenlerimiz ve en hayırlılarımızdır. Eğer Muhammed’in söyledikleri gerçekse bunlar eşeklerden daha kötüdürler” demişti. Bunu müslümanlardan bir adam duydu ve: “Allah’a yemin ederim ki Muhammed’in söyledikleri gerçektir ve sen eşeklerden daha kötüsün” dedi ve gidip olanları Peygamberimiz (s.a.s.)’e anlattı. Efendimiz (s.a.s.) o münafığı çağırttı ve: “Seni bu şekilde konuşmaya iten sebep nedir?” diye sordu. Bunun üzerine adam kendi kendine lânet edip böyle bir şey söylemediğine dair Allah’a yemin etmeye başladı. Onun söylediklerini gelip Peygamberimiz (s.a.s.)’e anlatan müslüman da: “Ey Allahım, doğrunun doğruluğunu, yalancının da yalanını ortaya çıkar” diyordu. Bu hâdise üzerine “Onlar sizi hoşnut etmek için yanınıza gelip yüzünüze karşı Allah adına yemin ederler” (Tevbe 9/62) âyet-i kerîmesi indi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, X, 218)

Görüldüğü üzere kalplerine iman tam olarak yerleşmemiş olan münafıklar, bir taraftan iki yüzlü davranmaya devam ederken, bir taraftan da haklarında vahiy gelip iç yüzlerini deşifre etmesinden çekiniyorlardı:

64. Münafıklar, kalplerinde gizledikleri küfür, düşmanlık ve hileleri yüzlerine vuracak bir sûrenin tepelerine indirilmesinden çekiniyorlar, buna rağmen yine de alay ediyorlar. De ki: “Siz alay edin bakalım! Hiç şüphesiz Allah, bilinmesinden çekindiğiniz o şeyleri orta yere döküverecektir.”

65. Kendilerine niçin alay ettiklerini sorsan, mutlaka: “Biz öylesine lafa dalmış, eğleşiyorduk!” derler. De ki: “Demek siz Allah ile, O’nun âyetleriyle ve O’nun Rasûlüyle eğleniyorsunuz, öyle mi?”

66. Artık boşuna özür dilemeyin! Çünkü siz iman ettikten sonra tekrar küfre girdiniz. Samimi tevbelerinden dolayı sizden bir grubu affetsek bile, diğerlerini inkâr ve günahta ısrar etmeleri sebebiyle cezalandıracağız.


Bu âyet-i kerîmeler de Tebük seferi sırasında nâzil olmuştur. Rivayete göre Tebük seferinde münafıklardan birisi Resûlullah ve ashâbını kastederek: “Şu bizim kurramız gibi midesine düşkün, dili yalancı, dü‏şmanla karş‏ılaş‏ma esnasında korkak olanını görmedim” dedi. Sahâbeden Avf b. Mâlik (r.a.): “Yalan söyledin, fakat sen bir münafıksın ve hiç ‏şüphen olmasın bu söylediklerini gidip Resûlullah (s.a.s.)’e haber vereceğim” deyip olanları anlatmak üzere Peygamberimiz’e geldi. Fakat inen âyetler durumu ondan önce haber vermiş‏ti. Bahsedilen münafık Allah Resûlü (s.a.s.)’e geldi. Efendimiz yerinden ayrılmış‏, devesine binmiş‏ti. “Ey Allah’ın Rasûlü, biz lafa dalmış eğleniyor, yolcuların yolculuktan sıkılmasını önlemek üzere anlattığı sözler kabilinden aramızda konu‏şuyorduk” dedi. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 255)

Yine Tebük seferinde Allah Resûlü (s.a.s.)’in önünde bir grup münafık yürüyordu. İçlerinden birisi Efendimiz’i kastederek: “Bu adam Şam’ın kalelerini ve saraylarını fethedeceğini sanıyor, heyhat ki heyhat!” dedi. Allah Tealâ, Rasûlü’nü onun bu sözüne muttali kıldı. Oradakilere: “Binitleriniz üzerinde bekleyin” buyurup o münafıkların yanına geldi‏ ve: “Şöyle ş‏öyle söylediniz değil mi?” buyurdu. Onlar: “Ey Allah’ın Rasûlü, biz konuş‏maya dalmış‏ eğleniyorduk” dediklerin de bu âyet-i kerîmeler nâzil oldu‏. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 256)

Münafıkların kim olduğunu daha iyi tanıyabilmemiz için onların diğer kötü vasıfları şöyle haber verilmektedir:

67. Erkek olsun kadın olsun bütün münafıklar birbirinin aynısıdır: Kötülüğü teşvik edip yayarken, iyilik, doğruluk ve güzelliğin önünü kesmeye çalışırlar, Allah yolunda harcamaktan yana ellerini pek sıkı tutarlar. Allah’ı unuttukları için, Allah da onları unutmuştur. Gerçekten münafıklar yoldan çıkmışların ta kendileridir.

68. Allah, erkek olsun kadın olsun bütün münafıkları ve kâfirleri, içinde ebedî kalacakları cehennem ateşiyle tehdit etmektedir. O ateş onlara yeter. Allah onları rahmetinden uzaklaştırmıştır; onlar için bitip tükenmez bir azap vardır.


Bu âyetlerde erkek veya kadın bütün münafıkların beş kötü tutum ve davranışları ve bunlara mukâbil kendilerine verilecek beş büyük ceza beyân edilir.

Münafıklar:

· Kötülükleri emrederler; onların işlenmesini ve yayılmasını isterler.
· İyilikleri yasaklarlar, iyiliklerin yapılmasına ve yayılmasına engel olmaya çalışırlar.
· Allah yolunda, hayır ve hasenât işlerinde harcama konusunda ellerini sımsıkı kapatırlar; en küçük bir harcamada bulunmak istemezler.
· Onlar Allah’ı unutmuşlardır, dolayısıyla Allah da onları unutmuştur; Allah ile bağlarını tamâmen koparmışlardır.
· Onlar her türlü günahı işleyen, itaat çizgisinden çıkmış fâsık kimselerdir.

Bunlara mukâbil verilecek cezalar da şöyledir:

§ Cehennem ateşi,
§ Orada ebedî olarak kalmak,
§ Onlara layık olanın, yetecek olanın başka bir şey değil sadece ateş olması.
§ Allah’ın lânetine uğramaları, nihâyetsiz ilâhî rahmetten en küçük bir nasip alamamaları,
§ Ateşten başka onlar için bitmez tükenmez, dâimî ve kalıcı bir azabın olması.

Dolayısıyla mü’minler, devamlı kendilerini murakabe ve muhasebe altında tutarak bu gibi münafıklık hallerinden titizlikle uzak durmaya çalışmalıdırlar. Eğer bu konuda ciddiyet gösterilmezse ayakların kayma tehlikesi devamlı ihtimal dâhilindedir. Allah Teâlâ ve Peygamberimiz (s.a.s.)’in hususi övgü ve iltifatına nâil olmuş sahâbe-i kirâmın şu korkulu hali hepimiz için bir numûne teşkil etmelidir:

Hz. Ebubekir, bir gün Hanzala (r.a.)’a rastladı. Hâl ve hatırını sordu. Hanzala (r.a.) büyük bir üzüntü ve endişe içinde:

“–Hanzala münafık oldu, ey Sıddîk!” dedi. Hz. Ebubekir:

“–Sübhânallah! Bu nasıl söz böyle?” deyince, Hz. Hanzala şöyle devam etti:

“–Biz, Peygamberimiz’in sohbetindeyken, o bize cennet ve cehennemi hatırlatıyor, hattâ onları gözümüzle görüyormuş gibi bir hâle bürünüyoruz. Resûlullah (s.a.s.)’in huzûrundan çıkıp çoluk-çocuğumuz ve dünyevî maîşetimizle meşgul olmaya dalınca da, duyduklarımızın pek çoğunu unutuveriyoruz. Onun sohbetindeki feyz ve rûhâniyetimizi kaybediyoruz” dedi.

Ebubekir (r.a.):

“–Vallahi, buna benzer hâller bizde de oluyor” dedi.

Hanzala (r.a.) olayın devamını şöyle anlatıyor:

“Bunun üzerine ikimiz kalkıp doğru Resûlullah Efendimiz’in huzûruna vardık ve durumu kendisine arz ettik. Peygamberimiz (s.a.s.) de:

«–Canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, benim yanımdaki hâlinizi devamlı muhâfaza edip, zikr-i dâimî üzere olabilseydiniz, yatakta yatarken de, yollarda yürürken de melekler sizinle musâfaha ederlerdi» dedi ve sonra üç defa tekrarlayarak:

«–Yâ Hanzala! Bazan öyle, bazan de böyle olur!»” buyurdu. (Müslim, Tevbe 12)

Bu rivayette bahsedildiği şekilde sahâbenin yaşadığı ruh hâlini Hak dostlarından Şakîk-i Belhi (k.s.) ne güzel ifade eder: “Mü’min öyle bir hâle sahiptir ki, anlatayım: Hurma ağacı diker; onda diken devşirmekten korkar. Dinleyin; münafıkı da anlatayım: O da diken eker ve bu ektiğinden taze yemiş almayı arzular. Yazıklar olsun böyle düşünene!” (Velîler Ansiklopedisi, I, 249)

Bu sebepledir ki hem o dönemin münafıklarını hem de içlerinde münafıklık alameti taşıyanları uyarmak üzere şöyle buyruluyor:

69. Ey münafıklar! Sizin hâliniz tıpkı sizden önce gelip helâk edilmiş kavimlerin hâline benzer. Üstelik onlar sizden daha güçlü, mal ve evlatları sizinkinden daha fazlaydı. Onlar nasipleri kadar dünya nimetlerinden faydalanıp zevk almaya çalıştılar. Sizden öncekiler nasıl nasipleri kadar bu nimetlerden faydalanmaya çalıştılarsa, siz de aynı şekilde nasibiniz kadar bunlardan faydalandınız. Hep birlikte oyun ve eğlence bataklığına dalanlar gibi siz de daldınız. O münafık ve kâfirlerin yaptıkları dünyada da âhirette de boşa gitmiştir. En büyük zarara uğrayanlar işte onlardır.

70. Yoksa onlara daha önce helâk edilen toplulukların, Nûh kavminin, Âd ve Semûd’un, İbrâhim kavminin, Medyen halkının ve şehirleri altı üstüne getirilmiş Lût kavminin ibret dolu haberleri gelmedi mi? Halbuki onlara peygamberleri apaçık deliller getirmişti de, kabul etmemişlerdi. Allah onlara kesinlikle zulmetmedi, fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı.


Dünya nimetleri birer imtihan malzemesidir. Onları nefsânî arzuların tatmini yolunda değil, Allah’ın rızâsına erişmek niyetiyle ruhâniyeti artırma yollarında kullanmasını bilmek lazımdır. Cenâb-ı Hak, mü’minlerden mallarını ve canlarını cennet karşılığında satın aldığını haber veriyor. (bk. Tevbe 9/111) En mühim iş, canı ve malı bu hedef doğrultusunda harcayabilmektir. Değilse âdi niyetler ve bayağı arzular istikâmetinde İsrâf edilen imkânların hasret, nedâmet ve ebedî hüsranın habercileri olduğu bilinen bir gerçektir. Daha önce gelip geçmiş olan ve Kur’ân-ı Kerîm’de kıssaları anlatılan kavimlerde bunun en dikkat çekici misallerini bulmak mümkündür. Dolayısıyla bu âyet-i kerîmeler, kıyamete kadar tüm insanlığı uyararak kaybedenlerden, kendilerine zulmedenlerden değil, kulluk vazifelerini yerine getirip kazananlardan olmaya davet etmektedir. Bunun için de cennete girecek ve Allah’ın rızâsına erecek mü’minlerin özelliklerini bildirmek üzere buyruluyor ki:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
71. Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin dostu ve yardımcısıdırlar. İyiliği emir ve tavsiye eder, kötülüklerin önünü almaya çalışırlar. Namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ederler. İşte onlar, kendilerine Allah’ın merhametle muâmele edeceği seçkin kimselerdir. Şüphesiz ki Allah, kudreti dâimâ üstün gelen, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olandır.

72. Allah mü’min erkek ve mü’min kadınlara altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler ve Adn cennetlerinde çok güzel ve hoş meskenler va‘detmektedir. Allah’ın hoşnutluğu ise hepsinden daha büyüktür. İşte en büyük başarı ve kurtuluş budur.


67-68. âyetlerde yapılan münafık tasvirine karşılık bu âyetlerde de mü’min tasviri yapılmakta; bunların sergilediği beş güzel vasıf, tutum ve davranışa mukâbil mü’minlere de beş büyük mükâfat müjdelenmektedir.
Birbirlerinin dostu ve yardımcısı olan mü’minler:

İyiliği emrederler; kendileri iyilik yaptıkları gibi, başkalarının da iyilik yapmasını tavsiye eder ve böylece iyiliğin yayılması için çalışırlar.
Kötülüğü yasaklarlar; kendileri yapmadıkları gibi başkalarının yapmasına da engel olurlar, kötülüğün yayılmasını istemezler.
Namazı dosdoğru kılarlar,
Zekâtı verirler,
Allah’ın ve Rasûlü’nün bütün talimatlarına kayıtsız şartsız itaat ederler.
Bu güzel davranışlara karşılık onlara verilecek mükâfâtlar da şöyledir:
Allah onlara rahmetiyle muamele edecektir.
Onları altlarından ırmaklar akan cennetlere yerleştirecektir.
cennetlerde ebedi kalacaklardır.
Adn cennetlerinde onları çok güzel, çok hoş köşk ve meskenlerde barındıracaktır.
Hepsinden önemlisi Allah onlardan razı olacaktır. Allah’ın bir kuldan razı olması, bütün cennet nimetlerinin fevkinde bir nimettir.

Resûlullah (s.a.s.)’in haber verdiğine göre Allah Teâlâ cennet ehline: “Râzı oldunuz mu?” diye sorar. Onlar: “Nasıl râzı olmayalım ki! Yarattıklarından kimseye vermediğin şeyleri bize verdin” derler. Bunun üzerine Allah: “Size bundan daha üstün olanını da vereceğim” buyurur. Onlar: “Bundan daha üstünü nedir ki?” diye sorarlar. Allah Teâlâ: “Rızâ ve hoşnutluğumu size vereceğim ve artık size asla gazap etmeyeceğim” buyurur. (Buhârî, Rikâk 51; Müslim, Cennet 9)
Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

“Kapları ve içindeki eşyalar gümüşten olan iki cennet vardır. Kapları ve içindeki eşyaları altından olan iki cennet daha vardır. Adn cennetindeki mü’minlerle Rablerini görmeleri arasında Allah’ın yüzündeki azamet ve kibriya örtüsünden başka bir şey bulunmayacaktır.” (Buhârî, Tefsir 55/1; Müslim, İman 296).

Efendimiz (s.a.s.) bir defasında:

“Kim Allah’a ve Rasûlü’ne iman eder, namazını dosdoğru kılar ve Ramazan orucunu tutarsa Allah onu mutlaka cennetine yerleştirir. İster Allah yolunda cihad ve hicret etmiş olsun, isterse doğduğu topraklarda oturmuş olsun” buyurunca, ashâb-ı kirâm:

“- Ey Allah’ın Rasûlü! Bunu insanlara müjdeleyelim mi?” diye sordular. O zaman Resûlullah (s.a.s.), hatta şunu da söyleyin dercesine sözüne devam ederek buyurdu ki:

“Cennette yüz derece vardır, bunları Allah kendi yolunda cihad edenler için hazırlamıştır. Her iki derece arasındaki mesafe gökle yer arasındaki kadar mesafedir. Allah’tan dilekte bulunduğunuz zaman O’ndan Firdevs cennetini isteyin. Çünkü Firdevs, cennetlerin en yükseği ve en değerlisidir. Cennet ırmakları oradan kaynar. Rahman’ın arşı da onun üzerindedir.” (Buhârî, Cihad 4; Tevhid 22)

Âhiret nimetlerine ve Allah rızâsına erişmeye teşvik sadedinde Allah dostlarının çok güzel tavsiyeleri vardır. Bunlardan Yahyâ b. Muâz şöyle der:

“Dünya, bir harâbedir. Ondan daha harap olanı ise onu mâmur hale getirmeye çalışan insanın kalbidir. Âhiret, mamur bir yerdir. Ondan daha mamur olanı ise onu kazanmaya çalışan insanın kalbidir.”

Buraya kadar bir taraftan münafıkları tanımamızı sağlayacak ip uçları verilip yüzlerindeki maskeler düşürülürken, bir taraftan da gerçek mü’minlerin özellikleri ortaya kondu. Şimdi ise hitap Peygamberimiz (s.a.s.)’e çevrilerek, ona kâfir ve münafıklarla nasıl mücâdele edeceği bildirilir:

73. Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla cihâd et; onlara karşı katı ve sert davran. Onların varacağı yer cehennemdir. Orası ne kötü varış yeridir.

Resûlullah (s.a.s.), Allah’ın bildirmesiyle münafıkların kimler olduğunu biliyor fakat İslâm toplumu içinde karışıklık çıkmasına engel olmak için onlara daha ziyade af ve müsamaha ile davranıyordu. Bu şekilde Medine’de 9 yıllık bir süre geçti. Fakat onlar, Efendimiz müsâmaha gösterdikçe daha da ileri gidiyor, Peygamberimiz ve müslümanlara kötülük için ellerinden geleni arkalarına koymuyorlardı. Bu âyet-i kerîme, inkârlarını içlerinde gizleyen münafıkların da, açıktan küfrünü ilan eden kâfirler gibi algılanıp aynı şekilde onlarla da cihad edilmesini emretmektedir. Peygamberimiz’e yapılan emir, onun şahsında tüm müslümanlar için de geçerlidir. Yalnız âyette “sıcak savaş” mânasındaki “kıtâl” değil de daha genel bir mâna ifade eden “cihad” kelimesinin kullanılmış olmasına dikkat edilmelidir. Zira kâfirlerle ve müşriklerle diğer Kur’an âyetlerinin de delâletiyle sıcak savaş yapmak mümkün iken, küfürlerini gizleyen sadece dilleriyle de olsa müslüman olduğunu söyleyen münafıklarla böyle bir savaşa izin verilmemektedir. Dolayısıyla münafıklara açılacak cihad, onlara İslâmiyeti en iyi şekilde anlatmak, delilleri ortaya koymak, belgeleri açıklamak ve onların müslümanlara verebilecekleri zararları en asgari seviyeye indirmeye çalışmaktır. Bunun için de münafıkların bir kısım gizli hile ve desiselerine karşı dikkatli olunması gerekmektedir:

74. O münafıklar din ve Peygamber aleyhine olumsuz bir şey söylemediklerine dair Allah adına yemin ediyorlar. Halbuki onlar dinden çıkmalarına sebep olan o sözü söylediler, İslâm’a girdikten sonra tekrar inkâra saplandılar ve ellerinin erişemeyeceği bir takım kötülüklere, cinâyetlere yeltendiler. Onların bu düşmanlıklarının tek sebebi, sonsuz lutuf ve bereketi sayesinde Allah’ın ve Râsûlullah’ın onları maddî ve mânevî nimetlerle zenginleştirmiş olmasından başka bir şey değildir. Her şeye rağmen eğer tevbe ederlerse kendileri için hayırlı olur. Yok, eğer yüz çevirirlerse Allah onları dünyada da, âhirette de can yakıcı bir azap ile cezalandıracaktır. Yeryüzünde de onlar için ne bir dost ne de bir yardımcı olacaktır.

Burada münafıkların sergiledikleri bir kısım menfi tutum ve davranışlar gözler önüne serilmektedir. Yalan yere yemin etmeleri, içlerinde gizledikleri küfrü ifşâ eden sözler söylemeleri, dıştan müslüman gözüktükleri halde içlerinin küfürle dolu olması ve İslâm sayesinde eriştikleri bolluk ve refaha teşekkür edecekleri yerde nankörlük edip müslümanlardan öç almaya kalkışmaları bunlardan bazılarıdır. Âyet-i kerîmenin iniş sebebiyle ilgili bazı rivayetler vardır. Bunlardan önemli gördüğümüz iki rivayete yer vermemiz, şüphesiz âyetin daha kolay anlaşılmasına yardımcı olacaktır:

Tebük seferi sırasında birisi Cuheyne, diğeri de Ğıfâr’dan iki kiş‏i kavga etmişti. Ğıfâr’dan olan Cuheyne’liyi bastırınca Cuheyneliler Ensar’ın anlaşmalı dostları olduğu için münafıkların reisi Abdullah b. Übeyy: “Ey Evs oğulları, kardeş‏inize yardıma koş‏un. Vallahi bizim ve Muhammed’in misali aynen «Köpeğini semirt seni yesin» diyen adamın söylediği gibidir. Vallahi, eğer Medine’ye dönecek olursak içimizden daha aziz ve güçlü olan, daha zelil olanı oradan çıkaracaktır” demiş‏ ve onun bu sözünü duyan bir müslüman da gelip Peygamberimiz (s.a.s.)’e haber vermişti‏. Allah Resûlü (s.a.s.) de Abdullah’ı çağırtarak yanına getirtti‏, o da böyle bir ş‏ey söylemediğine dair yemin etmeye baş‏ladı. İş‏te bunun üzerine “Din ve Peygamber aleyhine olumsuz bir şey söylemediklerine dair Allah adına yemin ediyorlar. Halbuki onlar dinden çıkmalarına sebep olan o sözü söylediler” (Tevbe 9/74) âyet-i kerîmesi nâzil oldu. ‏ (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, X, 237; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 257)

Diğer rivayet ise şöyledir:

Resûlullah (s.a.s.)’in yanında olanlardan bir grup münafık onu öldürmeyi plânladılar ve plânı tatbik için fırsat kollamaya baş‏ladılar. Nihayet bir gece bir geçitte plânlarını uygulayabileceklerini dü‏şündüler. Tam geçitten geçeği sırada Efendimiz (s.a.s.)’i binitiyle birlikte vadiye itmeye karar verdiler. Bu sebeple bir kısmı ilerlerken bir kısmı da geride kaldı. O gece Resûlullah (s.a.s.)’in binitini çeken Ammâr b. Yâsir, arkadan süren de Huzeyfe idi‏. Huzeyfe birden develerin tırnak sesini duyup geri dönünce bu kiş‏ilerle karş‏ılaş‏tı‏: “Uzaklaş‏ın ey Allah’ın dü‏şmanları” diye bağırınca o mel’unlar isteklerine kavuşamadan oradan uzaklaşmak durumunda kaldılar. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) de ilerleyerek konaklayacakları yere ulaştı.‏ Âyetin “Ellerinin erişemeyeceği bir takım kötülüklere, cinâyetlere yeltendiler” (Tevbe 9/74) kısmı işte bu menfur teşebbüse işaret etmektedir. ‏ (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 257)

Münâfığın bir özelliği de Allah’ın verdiğine razı olmamak, kanaat getirmemek ve şükrünü ifâ edip edemeyeceğini düşünmeden daha fazlasını istemektir. Bunun gerçekleşmesi için de Allah’a tutamayacağı sözler vermesidir:

75. Onlardan bir kısmı da: “Eğer Allah lutf u keremiyle bizi zengin kılarsa mutlaka zekât ve sadaka verecek, kesinlikle dürüst ve iyi kimseler olacağız” diye Allah’a kesin söz vermişlerdi.

76. Derken, Allah onları lutf u keremiyle zengin kılınca cimrileştiler ve yüz çevirerek sözlerinden gerisin geri döndüler.

77. Bunun üzerine Allah, kendisine verdikleri sözü tutmamaları ve yalan söylemeyi âdet edinmeleri sebebiyle, kendi huzuruna çıkacakları güne kadar bir daha temizlenmeyecek şekilde, kalplerinin tam ortasına o çirkin nifak hastalığını yerleştirmiştir.

78. O münafıklar bilmiyorlar mı ki, Allah elbette kendilerinin gizlice ve fısıldaşarak konuştuklarının hepsinden haberdârdır. Ayrıca O, bütün gizlilikleri eksiksiz bilmektedir.


Bu âyetlerin Ensar’dan Sa‘lebe b. Hatıp hakkında indiği rivayet edilir. Hâdise şöyle gerçekleşir:
Sa‘lebe Peygamberimiz (s.a.s.)’e:

“- Allah’a dua et de bana bol rızık ihsan etsin” diye talepte bulununca Efendimiz:

“- Yapma ey Sa‘lebe! Şükrünü edâ edebileceğin az bir mal, şükrünü eda edemeyeceğin çok maldan daha hayırlıdır” buyurdu. İkinci defa gelerek yine isteğini tekrarlayınca Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu:

“- Allah’ın Peygamberi gibi olmaya razı değil misin? Ben, dağların altın olup benimle beraber yürümesini isteyecek olsam, hiç şüphesiz öylece yürürlerdi.”

Buna rağmen Sa‘lebe:

“- Seni hak din ile gönderen Allah adına yemin ederim ki, eğer sen Allah’a dua edip O da bana bol mal ihsan edecek olursa, hiç şüphesiz her hak sahibine hakkını vereceğim” diyerek talebinde ısrar etti. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.s.) ona dua etti. O da koyun satın aldı. Solucan ve kurtların çoğalması gibi çoğaldılar. Medine ona dar geldi. Bu sefer Medine’nin dışına çıktı, Medine vadilerinden birisine yerleşti. Artık sadece öğle ve ikindi namazlarını cemaatle kılabiliyordu. Diğerlerini ise terk etti. Zamanla koyunları daha bir artıp çoğaldı, bu sefer, Cuma namazı müstesna, Peygamber ve cemaati büsbütün terk etti. Koyunları artmaya devam etti, nihayet Cuma’ya da gelmez oldu. Resûlullah (s.a.s.) üç defa: “Yazıklar olsun sana ey Sa‘lebe!” buyurdu. Daha sonra yüce Allah’ın: “Onların mallarından bir miktar zekât ve sadaka al” (Tevbe 9/103) ayeti nâzil olunca Peygamberimiz (s.a.s.) zekât toplamak üzere iki kişiyi gönderdi. Onlara:

“- Sa’lebe’ye ve” Süleym oğullarından bir adamın ismini vererek “filana uğrayın ve onların zekâtlarını alın” buyurdu. Bunlar Sa’lebe’ye gittiler. Ona, Resûlullah (s.a.s.)’in gönderdiği mektubu okuttular. Bu sefer O:

“- Bu cizye de neyin nesi oluyor? Bu istediğiniz şey cizye değilse de onun bir benzeridir. Hele siz şimdi gidin, ben bir düşüneyim” dedi. Tahsildarlar dönüp durumu Peygamberimiz’e arzedince: “Eyvah! Yazıklar oldu Sa’lebe’ye” buyurdu. (Heysemi, VII, 31-32)

Bu vesileyle gelen âyet, Allah Resûlü (s.av)’in Tebûk seferi için maddi yardım çağrısında bulunduğu zaman münafıkların sergiledikleri cimrice tavırları haber vermektedir:

79. Onlar, gönüllü olarak bol bol bağışta bulunan mü’minleri gösteriş yapmakla suçlayarak kınıyorlar. Öte yandan, çalışıp didinerek ancak imkânları ölçüsünde bulabildiklerini veren yoksul mü’minleri de: “Bu üç beş kuruşa Allah’ın ihtiyacı mı var?” diye alaya alıyorlar. Oysa Allah, asıl kendilerini alay edilecek duruma düşürmüştür ve onların hakkı can yakıcı bir azaptır.

Efendimiz’in yardım çağrısına zengin olsun fakir olsun bütün mü’minler var güçleriyle icâbet ettiler. Hz. Ebubekir, Hz. Osman ve Hz. Abdurrahman b. Avf gibi zengin sahâbîler büyük miktarlarda cömertçe infakta bulundular. Fakir sahâbeler de ne kadar güçleri varsa o nispette bir şeyler getirip Allah Resûlü (s.a.s.)’e teslim ettiler. Mesela Asım b. Adiyy (r.a.) bir ölçek hurma getirmiş: “Bu gece bir zatın hurmalığını sulamak için sabaha kadar çalıştım. Karşılığında iki ölçek hurma kazandım. Birini çocuklarıma bıraktım, birini de Allah için buraya getirdim” demişti. Efendimiz de bunun, zekât olarak toplanan öteki hurmaların üzerine dökülmesini emretmişti. İşte münafıklar, kendileri bir katkıda bulunmadıkları gibi imkânları dâhilinde cömertçe yardımda bulunan samimi müslümanlarla da, imkânı olmayıp az bir şey getirenlerle de alay etmeye başladılar. Bol miktarda vereni gösteriş yapmakla suçladılar. Diğer taraftan fakir bir müslüman, ailesinin ihtiyaçlarından fedakârlık yapıp ayırdığı veya çalışıp çabalayıp biriktirdiği az miktarda bir sadaka getirdiğinde alay ederek: “Şuna bakın hele; işte Roma İmparatorluğunun kalelerini fethetmeye yarayacak para!” dediler. (bk. Buhârî, Zekât 10; Tefsir 9/11; Müslim, Zekât 72; Taberî, Câmi‘u’l-beyân, X, 247-252)

Peygamberimiz ve mü’minlerle alay etmede bu kadar ileri giden münafıkların, artık kendilerine ilâhî af ve bağışlanma kapısını kapattıklarını haber vermek üzere buyruluyor ki:

80. O münafıklar için ister Allah’tan bağışlanma dile, ister dileme fark etmez. Eğer onlar için yetmiş defa bağışlanma dilesen bile Allah onları asla affetmeyecektir. Çünkü onlar Allah’ı ve Rasûlü’nü inkâr etmişlerdir. Allah böyle inançsızlar ve itaatsizler gürûhuna doğru yolu göstermez.

Son derece geniş bir merhamet ve müsamaha sahibi olan Resûlullah (s.a.s.), türlü türlü hile, tuzak ve bozgunculuklarına rağmen münafıklara hep af ve müsâmaha ile davranmıştır. Onların hallerini düzeltecekleri hususundaki ümidini hiç kaybetmeden vazifesine devam etmiştir. Zira münafıkların cehennemin en alt tabakasına atılacağını bildiren âyetlerde dahi istisna yapılmakta, bunlardan tövbe edip kendini düzelten ve gönülden teslimiyet içine girenlerin Allah’ın büyük mükâfatlara lâyık gördüğü müminlerle beraber olacakları haber verilmekte idi. (bk. Nisâ 4/145-146) Dolayısıyla Efendimizin bu hali aynı zamanda bütün müslümanlara “Asıl fazilet, güçlü olduğu halde yanlış yoldaki insanları dışlama yönüne gitmeyip onların ıslahı ve kazanılması için çaba harcamak” olduğu yönünde kuvvetli bir mesaj ihtiva etmektedir. Fakat bu âyet-i kerîme, kendilerinden söz edilen münafıkların affedilme fırsatlarını tamamen yitirmiş olduklarını haber vermekte; Efendimiz’in istiğfarının bile artık onlara bir fayda sağlamayacağını açıkça beyân etmektedir. Çünkü bahsedilen bu münafıklar Allah ve Rasûlü’nü tamamen inkâr etmişlerdir.

Münafıkların, Peygamber (s.a.s.) ile birlikte savaşa katılma hususunda sergiledikleri olumsuz tavırlara gelince:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
81. Sefere katılmayıp geride kalanlar, Allah Rasûlü’ne muhalefet ederek evlerinde oturup rahatlarına bakmakla pek sevindiler. Mallarıyla canlarıyla Allah yolunda cihâd etmekten hiç hoşlanmayıp, yandaşlarına da: “Bu sıcakta sefere çıkmayın” tavsiyesinde bulundular. De ki: “Cehennem ateşi çok daha sıcaktır!” Keşke gerçeği anlayabilselerdi.

82. Artık onlar, kazandıkları günahlar yüzünden az gülsünler, çok ağlasınlar!


Allah Resûlü (s.a.s.)’e aykırı davranmak ve onun karşısında yer almak büyük bir günah, böyle bir cürümde bulunduğuna sevinmek daha büyük bir günah, bunlar yetmiyormuş gibi sıcaklık bahanesiyle başkalarını da seferden vazgeçirmeye çalışmak ayrı bir günahtır. Böyle üst üste zifiri karanlıklar gibi günaha batmış olanlara düşen sevinmek değil; az gülüp çok ağlamaktır. Çünkü bu gidişin sonu, kesinlikle pişmanlık, azap ve hüsran olacaktır.

Müslümana yakışan da az gülmek çok ağlamaktır. Zira Allah Resûlü (s.a.s.)’in hüzünlü hali sevinç halinden daha çok olurdu. Kahkahayla asla gülmez, gerektiğinde sadece tebessüm ederdi. Ashâb-ı kirâm da gülerdi. Ancak çokça gülmek ve insanı menfi yönde etkileyecek şekilde sık sık gülmeye devam etmek yasaklanmıştır. Hatta hadis-i şerifte “çokça gülmenin kalbi öldürdüğü” beyân edilmiştir. (Tirmizî, Zühd 2; İbn Mâce, Zühd 19)

Peygamber Efendimiz (s.a.s.) gülmek ve ağlamakla alakalı olarak şöyle buyurur: “Allah’a yemin ederim ki, eğer siz benim bildiklerimi bilseydiniz şüphesiz az güler çok ağlardınız. Yollara dökülüp yüce Allah’a yüksek sesle feryad ile dua ederdiniz.” (Tirmizî, Zühd 9; İbn Mâce, Zühd 19) Bu hadisi rivayet eden Ebu Zer (r.a.): “Keşke koparılan bir ot olsaydım, diye temenni ederim” der. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 173)

Allah korkusundan, azabının dehşetinden ve çetin cezasından dolayı ağlayabilmek güzel bir haslettir. Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Ağlayın, ağlayamayacak olsanız dahi ağlar gibi yapın.” (İbn Mâce, Zühd 19)

Mü’min, hiçbir zaman cehennem azabının şiddetini aklından çıkarmamalı, ondan Allah’a sığınmalıdır. Bir gün Resûl-i Ekrem (s.a.s.):

“- Sizin yaktığınız ateşin sıcaklığı, cehennem ateşinin sıcaklığının yetmişte biri kadardır” buyurunca ashâb-ı kirâm:
“- Ey Allah’ın Resûlü! Dünya ateşi bile insanı cezalandırmaya yeter” dediler. Resûlullah Efendimiz şöyle buyurdu:
“- Cehennem ateşi dünya ateşinden altmış dokuz derece daha can yakıcı kılındı; onların her bir derecesi dünya ateşi kadar şiddetlidir” (Buhârî, Bed’u’l-halk 10; Müslim, Cennet 30)

Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.), cehenem azabının şiddetinden söz ettiği bir başka hadisinde de şöyle buyurur:

“Şüphesiz kıyâmet gününde cehennemliklerin azabı en hafif olanı, ayaklarının altına iki kor konulup da bu sebeple beyni kaynayan kişidir.” (Buhârî, Rikâk 51; Müslim, İman 362-364)

Dünya zevklerini ebedî âhiret nimetlerine tercih edip Allah’a ve Resûlü’ne karşı gelen münafıklara dünyada uygulnacak bazı cezaları bildirmek üzere şöyle buyruluyor:

83. Eğer Tebük seferinden sonra Allah senin onlardan bir topluluğun yanına dönmeni nasip eder de, o topluluk bir başka savaşa çıkmak için senden izin isterse onlara de ki: “Siz, bundan böyle bir daha benimle cihâda çıkmayacak ve benimle birlikte herhangi bir düşmanla asla savaşmayacaksınız. Çünkü siz sefere ilk çağrıldığınızda evinizde oturmayı tercih ettiniz. O halde şimdi de geri kalanlarla birlikte oturmaya devam edin.”

84. Onlardan ölen hiç kimsenin cenâze namazını kılma ve hakkında dua etmek maksadıyla kabrinin başında da durma. Çünkü onlar Allah ve Rasûlü’nü inkâr etmişler ve yoldan çıkmış kimseler olarak ölmüşlerdir.

85. Onların ne malları ne de evlatları sakın seni imrendirmesin! Çünkü Allah, onları daha dünyada bunlar yüzünden sıkıntılara düşürmeyi ve neticede kâfir olarak can vermelerini istemektedir.


“Onlardan bir topluluk” ifadesi, Medine’de kalıp sefere çıkmayanların hepsinin münafık olmadığını gösterir. Çünkü bunlar arasında mazereti uygun görülenler vardı. Hiçbir mazereti olmadığı halde daha sonra affa mazhar olan ve tevbeleri kabul olunan kimseler de vardı. (bk. Tevbe 9/118) Dolayısıyla burada özellikle Tebük seferine katılmamak için yalandan mazeretler uyduran, havaların aşırı sıcak olduğu bahanesine sığınan, aynı zamanda başkalarını da sefere çıkmaktan caydırmaya çalışan münafıklara, Resûlullah (s.a.s.) ile beraber bir daha ebedi olarak sefere çıkmaları ve onunla beraber düşmana karşı savaşmaları yasaklanmaktadır. Bu, onlara layık görülen ve bir daha affedilme fırsatlarını kaybettiklerini haber veren pek büyük bir manevî cezadır. Bunlardan ölenlerin imansız olarak can verdikleri bildirilip, Peygamberimiz’e de onların cenâze namazlarını kılmaması emredilmektedir.

Münafıkların başı Abdullah b. Übeyy b. Selûl ölünce, samimi bir müslüman olan oğlu Abdullah, babasının bağışlanmasına vesile olacağı ümidiyle ve ona kefen yapmak düşüncesiyle Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’den gömleğini istedi. Efendimiz ona gömleğini verdi. Sonra Abdullah Peygamberimizden babasının cenaze namazını kıldırmasını istedi. Efendimiz (s.a.s.) cenaze namazını kıldırmak üzere kalkınca Hz. Ömer, Resûl-i Ekrem’in elbisesini tutarak:

“- Ey Allah’ın Rasûlü! Rabbin yasakladığı halde onun namazını kılacak mısın?” dedi. Peygamber Efendimiz ona:

“Rabbim bana, «O munâfıklar için ister Allah’tan bağışlanma dile, ister dileme fark etmez. Eğer onlar için yetmiş defa bağışlanma dilesen bile Allah onları asla affetmeyecektir» (Tevbe 9/80) buyurmak suretiyle af dileyip dilememekte beni serbest bıraktı. Ben ona yetmiş defadan fazla af dileyeceğim” diye cevap verdi. Hz. Ömer:

“- İyi ama, o munâfık!” dedi. Resûlullah (s.a.s.) onun cenaze namazını kıldırdı. Bunun üzerine, “Onlardan ölen hiç kimsenin cenâze namazını kılma…” (Tevbe 9/84) âyeti nâzil oldu. (Buhârî, Cenâiz 22; Müslim, Munâfikîn 3)

Âyette yer alan “kabrinin başında da durma” (Tevbe 9/84) ifadesini Efendimiz’in cenazenin defninden sonraki tatbikatına göre açıklamak uygun olur. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) bir müslümanm cenazesi defnedildikten sonra kabri başında bir süre durur ve etrafındakilere şöyle buyururdu: “Kardeşiniz için Allah’tan mağfiret dileyiniz ve sorulanlara şaşırmadan cevap verebilmesi için dua ediniz; zira şu anda o hesaba çekilmektedir.” (Ebû Dâvûd, Cenâiz 69)

Bu bakımdan gönlümüzü nifak lekelerinden arındırıp hesabımızı kolaylaştırmak için Allah yolunda cihada çağrıldığımızda hemen koşmalı, şu âyetlerde haber verilen münafıkça tavırlardan uzak durmalıyız:

86. “Allah’a iman edin ve Rasûlü ile beraber cihâda çıkın” diye bir sûre indirildiği zaman, içlerinden servet ve imkân sahibi olanlar savaşa gitmemek için hemen senden izin istemeye kalkar ve: “Bırak bizi, şu evlerinde oturan kadın ve çocuklarla beraber kalalım” derler.

87. Böylece seferden geride kalanlarla beraber bulunmayı tercih ettiler ve kalplerinin üzerine mühür vuruldu. Bu sebeple onlar gerçeği ve meselenin özünü idrak edemezler.


Tebük seferine çıkmayı emreden sûre ve âyetler geldiğinde, gerçek mü’minler hiç tereddüt göstermeden savaş çağrısına hemen icâbet ettiler. Münafıklar ise mazeretler uydurdular. Bunlardan servet sahibi zenginlere, nefsani arzularını terkedip sefere çıkmak ağır geldi. Geride kalıp oturanlarla beraber bulunmayı tercih ettiler.

87. âyetteki “geride kalanlar” diye tercüme ettiğimiz اَلْخَوَالِفُ (havâlif) kelimesine şu mânalar verilebilir:

Kadınlar: Çünkü kadınlara benzetmek, münafıkların son derece ağırlarına giden bir ifade idi.
Çocuklar, yaşlılar, özür sahibi erkekler,
Peygamberimiz’in emrine karşı çıkanlar.

Münafıkların bahsedilen tutum ve davranışlarından uzak durduğumuz gibi buna karşılık Resûlullah (s.a.s.) ve ashabının örnek hayatını kendimize ölçü almalıyız:

88. Fakat Peygamber ve beraberindeki mü’minler mallarıyla canlarıyla cihâd ettiler. İşte bütün hayırlar onlarındır ve onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.

89. Allah, onlar için altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler hazırlamıştır. En büyük kurtuluş ve başarı işte budur.


Önceki âyetlerde cihad emri karşısında sergilenen münafıkça tutum ve davranışlardan bahsedildi. Burada ise, çağlar boyu gelecek insanlara örnek olması bakımından Peygamberimiz’in ve beraberindeki mü’minlerin takdire şâyan güzel hallerine temas edilmektedir. Onlar, bütün ihlas ve samimiyetleriyle, canlarıyla ve mallarıyla Allah yolunda cihad ettiler. Böylece bütün hayırlara, ebedî kurtuluşa ve her türlü cennet nimetlerine nâil oldular.

Sefere katılmamak için ileri sürülen mazeretlere gelince, bunların bir kısmı düpedüz yalandı. Fakat haklı gerekçeleri olanlar da vardı:

90. Bedevîler arasından savaşa katılmalarını engelleyecek geçerli mazereti olanlar, gelip seferden muaf tutulmaları için kendilerine izin verilmesini istediler. Allah ve Rasûlü’ne karşı dürüst olmayıp yalan söyleyenler ise, özür beyân etme zahmetine bile katlanmadan evlerinde oturmayı tercih ettiler. Onlardan küfürde kalmayı sürdürenlere pek acı bir azap isabet edecektir.

اَلْاَعْرَابُ (el-a‘râb), çölde yaşayan kaba saba insanları ifade eden bir kelimedir. Bunlardan daha çok “bedevî” olarak bahsedilir. Medine’nin çevresinde İslâm’ı kabul etmiş bedevîler vardı. Sefer ilanı yapılınca bunlar üç ayrı gruba ayrıldılar. Bir grup sefere katılma kararı aldı. Bir grup çeşitli bahaneler ileri sürerek sefere katılamayacaklarını bildirdi. Allah ve Peygamberine sadakat gösterme sözünden cayanlar ise Medine’ye gelip özür beyân etme ihtiyacı bile duymadan, oldukları yerde oturup kaldılar. Bunlardan haklı mazeretleri olanlarının bağışlanma ihtimali olmakla birlikte, inkâr edenlerine yakında başlarına gelecek elim bir azap uyarısı yapılmaktadır. Akabinde sefere katılmayı engelleyecek haklı gerekçeler şöyle beyan edilmektedir:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
91. Allah’a ve Rasûlü’ne karşı samimi oldukları sürece zayıflara, hastalara ve savaşa hazırlanmak için maddî imkân bulamayanlara sefere katılmadıkları için herhangi bir sorumluluk ve vebâl yoktur. Zâten böyle dürüst olup, geride kaldıklarında hep iyilikle meşgul olanları kınamak için herhangi bir sebep söz konusu olamaz. Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.

Şu üç gruba savaşa katılmama müsaadesi verilmektedir:

Zayıflar, güçsüzler, sefere veya savaşa çıkacak mecâli olmayanlar,
Hastalar,
Maddî imkânları yetersiz kimseler.

Bunlar geride kaldıkları zaman Allah ve Rasûlü’ne karşı dürüst olacaklar; fitne ve fesat çıkarmadan, yalan haberler yaymadan duracaklar; mümkün oldukça da savaşa katılanların ailelerine yardımcı olup moral vereceklerdir.

Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:

“Medine’de öyle bir takım kimseleri geri bıraktınız ki, siz ne kadar yol aldıysanız, neyi harcadıysanız, ne kadar vadi geçtiyseniz, mutlaka onlar onda sizinle birliktedirler.”

Ashâb-ı kirâm:

- Ey Allah’ın Rasûlü! Medine’de bulundukları halde nasıl bizimle beraber olabilirler? dediklerinde Efendimiz:

“Zira onları, mazeretleri alıkoydu” buyurdu. (Buhârî, Cihad 35; Müslim, İmâre 159)

Efendimiz (s.a.s.)’in bahsettiği kişilere örnek olması bakımından şimdi durumları bildirilen Allah, Resûlullah ve cihad aşıklarının halleri ne kadar gönülleri derinden etkileyecek misallerdir:

92. Kendilerine binek sağlaman için sana geldiklerinde: “Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum” diye cevap verdiğin zaman, sefer için maddî imkân bulamamanın verdiği üzüntüyle gözyaşları dökerek geri dönenlere de herhangi bir sorumluluk ve vebâl yoktur.

Ashâb-ı kirâmın fakirlerinden yedi kişi, sefere iştirâk etmek için binek hayvanı bulamamışlardı. Çoğunlukla iki askere, hattâ bazan üç askere bir deve düşüyordu ve deveye sırayla bineceklerdi. Fakat sefere iştirâk etmeyi ve her an Allah Resûlü ile beraber olmayı cân u gönülden arzu ettikleri hâlde, nöbetleşe de olsa binecek bir deve bulamayan fakir sahâbîler de vardı. Onlar da Allah Resûlü’ne gelerek hâllerini arz ettiler. “Bindirecek deve olmadığı” cevâbını alınca, ağlaya ağlaya döndüler. Âyet-i kerîme bunlardan bahseder.

Âyetteki ilâhî iltifata mazhar olan kişilerden Abdurrahman b. Ka‘b ile Abdullah b. Muğaffel, Allah Resûlü’nün yanından ağlayarak dönerlerken, İbn Yâmin onlara:

“–Siz niçin ağlıyorsunuz?” diye sordu.

“–Bize binit sağlaması için Resûlullah’a gitmiştik. Yanında bizi üzerine bindirecek bir şey bulamadı. Bizim de binip Allah Resûlü ile birlikte gazâya çıkacak bir hayvanımız yok!” dediler.

İbn Yâmin, ikisine bir deve, azık olarak da bir miktar hurma verdi. Hz. Abbâs, gözyaşı dökenlerden ikisine, Hz. Osman da üçüne binit sağladı. (İbn Hişâm, es-Sîre, IV, 172; Vâkıdî, el-Meğâzî, III, 994) Bir kısım ihtiyaç sahiplerine de daha sonra Allah Resûlü (s.a.s.) binek temin etti. (Buhârî, Meğâzî 78) Seferden muaf oldukları hâlde Allah Resûlü’nden ayrı kalmak kendilerine giran gelen ve kalpleri Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetiyle dolu olan bu sahâbîler, bu canhıraş iştiyak ve muhabbetlerinin karşılığında sefere katılma nimet ve şerefine nâil oldular. İşte bu hâl, ashâb-ı kirâmın malıyla ve canıyla Allah yolunda nasıl fedâkârlıkta bulunduklarını ve onların gönül yapısını sergileyen sayısız misâllerden biridir.

Tebük’ten ibret dolu diğer bir hâtırayı da Vâsile b. Eskâ (r.a.) şöyle anlatıyor:

“Tebük seferine çıkılacağı günlerde Medine’de şöyle seslendim:

«–Ganimet hissemi vermem karşılığında kim beni bineğine bindirir?»

Ensâr’dan yaşlı bir zât, nöbetleşe binmek üzere beni sefere götürebileceğini bildirdi. Ben hemen; «Anlaştık!» deyince:

«–Öyleyse Allah’ın bereketi üzere yürü!» dedi. Böylece hayırlı bir arkadaşla yola çıktım. Allah ganimet de nasîb etti; hisseme bir miktar düştü. Bunları sürüp Ensârî’ye getirdim. O bana:
«–Develerini al götür» dedi.
«–Başta yaptığımız antlaşmaya göre bunlar senin» dedim. Ama Ensârî:
«–Ey kardeşim! Ganimetini al, ben senin bu maddî payını istememiştim. Ben sevabına, yâni mânevî kazancına iştirâk etmeyi düşünmüştüm» dedi.” (Ebû Dâvûd, Cihâd 113/2676)

İmkânı olsun olmasın her fırsatta böylesine bir samimiyetle Rabbinin rızâsını arayan hakiki mü’minlerin yanında, cihaddan kaçmak için bahaneler bulup girecek delik arayanlar da vardır ki, bunların vebâlden kurtulması mümkün değildir:

93. Sorumluluk ve vebâl ancak, zengin oldukları halde sırf cihattan kaçmak için çeşitli bahanelerle senden izin isteyenleredir. Çünkü onlar geride kalması tabii olan kadın ve çocuklarla beraber bulunmayı tercih ettiler; Allah da kalplerini mühürledi. Bundan dolayı artık onlar gerçeği bilemezler.

اَلسَّبِيلُ (sebîl) “yol”dan maksat; sorumlu tutmak, kınamak, cezalandırmak, günah işlendiğini bildirmektir. Bahsedilen kişiler, imkânları olduğu halde yalandan bahaneler uydurarak, sırf savaştan kaçmak için izin isteyen münafıklardır. Burada onlara tekrar temas edilmesinin sebebi ise, yapılan işin ne kadar fenâ olduğunu tekitle bildirmek ve insanları bu nevi kötü davranışlardan şiddetle sakındırmaktır.

Faziletli insan olmak zor, alçaklığa düşmek ise kolaydır. Hz. İsâ’ya: “İnsanların hangisi daha şereflidir?” diye sorulunca iki eline birer avuç toprak alıp: “Bu ikisinden hangisi daha şereflidir?!” diye sorar. Sonra avuçlarındaki toprağı birleştirip yere atar ve: “İnsanların tümü topraktandır. Onların Allah katında en değerli olanları, en çok takvâ sahibi olanlarıdır” buyurur. Şu halde yücelik ve şeref, takvâda, mücâhedeyi rahata, hüznü ve ağlamayı sevinç ve sürûra tercih etmektedir. Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur:

“Kıyamet gününde insanların Allah’a en yakın olanları, hüznü, susuzluğu ve açlığı çok olanlardır.” (Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, I, 287)

Allah Teâlâ münafıkların sevinmelerini ve alay etmelerini kötülemiş, ihlaslı mü’minleri de hüzünlü olmaları ve ağlamaları sebebiyle övmüştür. Münafıkların gülmeleri çok ağlamaya, ihlaslı mü’minlerin ağlamaları ise ardı arkası gelmeyen surûra, neş’eye ve tebessüme sebep olacaktır.

Gelen âyetler, mü’minlerin Tebük seferinden zaferle ve selametle döneceklerini müjdelemekte, sefere geçerli bir mazereti olmadan katılmayanların ise hüsrana uğrayacaklarını haber vermektedir:

94. Sefer dönüşü kendileriyle karşılaştığınız zaman o münafıklar size özür beyân edecekler. De ki: “Boşuna özür dilemeye kalkmayın; size asla inanacak değiliz. Çünkü Allah mazeretlerinizin geçersizliği ile alakalı olarak nifak ve yalanlarınızı bize haber verdi. Bundan böyle de Allah ve Rasûlü, ne yapacağınıza bakacak. Sonra da duyuların kapsam alanına girmeyen ve giren her şeyi hakkiyle bilen Allah’ın huzuruna varacaksınız. O da yaptıklarınızı size bir bir haber verecektir.

95. Savaştan dönüp yanlarına geldiğinizde, kendilerini kınamaktan vazgeçmeniz için size Allah adına yemin edecekler. Artık onları kınamaktan ve azarlamaktan vazgeçin. Çünkü onlar pisliktir. Kazandıkları günahlar yüzünden varacakları yer cehennemdir.


Bahsedilen kimseler, yalan söyleyerek Rasûlüllâh (s.a.s.)’den izin isteyen seksen kadar münafık idi. Allah Resûlü (s.a.s.) Tebük’ten döndükten sonra ashâb-ı kirâmı onlarla oturmaktan ve konuşmaktan men etmiştir. (Kurtubî, el-Câmi‘, VIII, 231) Çünkü onlar âyetin beyânıyla “pislik” olmuşlardır. Dışarıdan görünmese bile içleri pistir; niyetleri ve ruhları habistir. Gözle görülen cismânî pisliklerden sakınmak nasıl vacip ise, bulaşması daha çabuk, zararı daha fazla olan ruhânî ve ahlâkî pisliklerden uzak durmak da daha öncelikli olarak vaciptir.

Muhammed Bâkır (r.a.) demiştir ki: “Babam Zeynelâbidîn (r.h.) bana tavsiyede bulunup şunları söyledi:

«Şu beş sınıf insanla dostluk kurma, komşuluk etme ve onlarla yola çıkma:
Fâsıkla dostluk kurma. Çünkü seni bir lokma ekmeğe ve hatta daha basitine satar.» Ben «Babacığım! Daha basiti nedir ki?» diye sorunca: «Bir lokma ekmeğe tamah eder, sonra da onu elde edemez» dedi.
«Cimriyle dost olma. Çünkü, en çok ihtiyacın olan şeyi bile senden esirger.
Yalancıyla dost olma. Çünkü o serap gibidir. Sana, yakın olanı uzak, uzak olanı da yakın gösterir.
Ahmakla dost olma. Çünkü, sana fayda vereyim derken zarar verir. Nitekim, ‘Akıllı düşman, ahmak dosttan daha hayırlıdır’ diye bir söz vardır.
Akrabasıyla ilişkisini kesen kimseyle de dost olma. Çünkü ben böyle insanların Allah Teâlâ’nın kitabı Kur’ân-ı Kerîm’in üç yerinde lânetlendiklerini gördüm.»” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, III, 620)

Önceki âyetlerde şehirde yaşayan münafıkların hallerinden kesitler sunuldu. Köylerde ve çöllerde yaşayan bedevîlere gelince:

96. Yine kendilerinden hoşnut olasınız diye size yemin ederler. Siz onlardan hoşnut olsanız bile, şunu bilin ki Allah, yoldan çıkmış o günahkârlar gürûhundan asla hoşnut olmaz.

Bahsedilen kimseler, yalan söyleyerek Rasûlüllâh (s.a.s.)’den izin isteyen seksen kadar münafık idi. Allah Resûlü (s.a.s.) Tebük’ten döndükten sonra ashâb-ı kirâmı onlarla oturmaktan ve konuşmaktan men etmiştir. (Kurtubî, el-Câmi‘, VIII, 231) Çünkü onlar âyetin beyânıyla “pislik” olmuşlardır. Dışarıdan görünmese bile içleri pistir; niyetleri ve ruhları habistir. Gözle görülen cismânî pisliklerden sakınmak nasıl vacip ise, bulaşması daha çabuk, zararı daha fazla olan ruhânî ve ahlâkî pisliklerden uzak durmak da daha öncelikli olarak vaciptir.

Muhammed Bâkır (r.a.) demiştir ki: “Babam Zeynelâbidîn (r.h.) bana tavsiyede bulunup şunları söyledi:

«Şu beş sınıf insanla dostluk kurma, komşuluk etme ve onlarla yola çıkma:
Fâsıkla dostluk kurma. Çünkü seni bir lokma ekmeğe ve hatta daha basitine satar.» Ben «Babacığım! Daha basiti nedir ki?» diye sorunca: «Bir lokma ekmeğe tamah eder, sonra da onu elde edemez» dedi.
«Cimriyle dost olma. Çünkü, en çok ihtiyacın olan şeyi bile senden esirger.
Yalancıyla dost olma. Çünkü o serap gibidir. Sana, yakın olanı uzak, uzak olanı da yakın gösterir.
Ahmakla dost olma. Çünkü, sana fayda vereyim derken zarar verir. Nitekim, ‘Akıllı düşman, ahmak dosttan daha hayırlıdır’ diye bir söz vardır.
Akrabasıyla ilişkisini kesen kimseyle de dost olma. Çünkü ben böyle insanların Allah Teâlâ’nın kitabı Kur’ân-ı Kerîm’in üç yerinde lânetlendiklerini gördüm.»” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, III, 620)

Önceki âyetlerde şehirde yaşayan münafıkların hallerinden kesitler sunuldu. Köylerde ve çöllerde yaşayan bedevîlere gelince:

97. Göçebe çöl bedevîleri, câhillikleri ve eğitimsizlikleri sebebiyle küfür ve nifakta şehirlilerden daha şiddetli olup, konumları ve içinde bulundukları şartlar itibariyle Allah’ın Peygamberi’ne indirdiği hükümlerin sınırlarını bilmeme onlardan daha çok beklenir. Allah her şeyi hakkiyle bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.

اَلأعْرَابُ (el-a‘râb) bedevîler demek olup اَلأعْرَابُي (a‘râbî) kelimesinin çoğuludur. اَلْعَرَبُ (arap) ise اَلْعَرَبِيُّ (arabî) kelimesinin çoğulu olup özel bir ırkın yani bildiğimiz Arapların adıdır. “Arap”, o ırkın hem şehirde hem de çölde yaşayanlarına şâmildir. “A’râb” ise bu ırkın sadece çölde yaşayanlarına verilen addır. Bunlar daha çok “bedevî” olarak bilinir.

Çölde yaşayan bedevîler, şehirlerde yaşayanlardan kâfirlik ve münafıklık bakımından daha şiddetlidirler. Çünkü yaşadıkları çöl hayatı kalplerinin katılığını artırmış, huylarını sertleştirmiştir. Kolay kolay itaate yanaşmaz, emre boyun eğmezler. Bu yönleriyle âdetâ vahşî hayvanlara benzerler. Kalplerindeki katılık da onlarda kibir, gurur, övünme ve haktan sapma gibi kötü hasletlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu halleriyle onlar Resûlullah (s.a.s.)’e indirilen hükümlerin, ahlâk ve âdâbın sınırlarını bilmemeye daha yatkın, daha layıktırlar. Çünkü onlar Peygamberimiz’in sohbetlerinden uzak, onun mûcizelerini yakından görmekten, kitap ve sünnette bildirilen ibâdet ve diğer ahkâmın tatbik ediliş biçimlerini tanıma şerefinden mahrum kalmışlardır. Bu yüzden tevhid ve âhiret akidesinin ve peygamberliğin içyüzünü, inceliğini ve bunlarla alakalı delillerin inceliklerini, şer’î hükümlerin muhtevâ ve hudutlarını tam mânasıyla bilemeyebilirler. Derin fıkhî mevzular şöyle dursun, basit ilmihallerini bile bilemeyecek bir haldedirler.

Fakat bunların hepsi bir değildir. Burada iki grubundan kısaca bahsedilmektedir. Birinci grup:

98. Bedevîlerden öylesi var ki, Allah yolunda verdiklerini kendilerinden zorla alınmış bir angarya sayar ve bundan kurtulmak için sizin başınıza felâketlerin gelmesini gözetleyip durur. O kötü felâketler, belâlar kendi başlarına gelsin. Allah, her şeyi hakkiyle işiten, kemâliyle bilendir.

Bahsedilen bedevîler Allah yolunda harcayacağı malı, sadaka olarak yapacağı infakı zorla ödenmiş bir borç, boşa gitmiş, telef olmuş bir zarar, bir ziyan olarak görür, öyle kabul eder. Allah rızâsını umarak vermediği ve karşılığında bir sevap beklemediği için verdiği o mal, onun anlayışına göre ganimet değil, tam aksine bir cereme olur. Gönlü rahatlatan, ruha inşirah veren hayırlı bir kazanç değil, aksine ölümcül bir dert, yüreğine vurulmuş bir düğüm olur. Bu harcamalar, ibâdet kastı olmaksızın, sırf gösteriş ve takiyye gibi menfi düşüncelerle yapıldığından tam mânasıyla bir zarar ve hüsran olur. Bu sebeple Peygamberimiz’in ölmesini, müslümanların başına belâların, musibetlerin gelmesini, devletlerinin yıkılmasını ve böylece infak etme zahmetinden kurtulmayı gözetleyip durur.

İkinci grup:

99. Ama bir kısım bedevîler de var ki, Allah’a ve âhiret gününe inanır, hayır yolunda harcadığını Allah’a yakınlaşmaya ve Peygamber’in duasını kazanmaya vesile sayar. Gerçekten de, hayır yolunda yaptıkları harcamalar onlar için Allah’a birer yakınlaşma vesilesidir. Allah onları husûsî rahmetine erdirecektir. Hiç şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.

Burada ise, önceki grubun mukâbilinde Allah’a ve âhiret gününe iman eden ve yapacağı harcamanın Allah katında yakınlığa ve Peygamberimiz (s.a.s.)’in dua ve istiğfarına vesile olacak hayırlı bir iş olduğuna inanan bir gruptan söz edilir. Allah Resûlü (s.a.s.), böyle sadaka verenler hakkında hayır ve bereket niyazında bulunur ve onlar için Allah’tan mağfiret niyaz ederdi. Dolayısıyla onların hayır yolunda yaptıkları harcamalar gerçekten de Allah’a yakınlaşma sebebidir. Allah onların hayırlarını kabul buyuracak, bu vesileyle onları rahmetine dâhil edecek; cennetine, nimetine, ebedî saadet ve selâmetine erdirecektir. Çünkü O, çok bağışlayıcı ve sonsuz merhamet sahibidir.

Şunu ifade etmek gerekir ki, tarih bize Resûlullah (s.a.s.) zamanında yaşayan kâfirler ve münafıkların, bütün zamanların kâfir ve münafıklarının en sert, en acımasız, en kurnaz, en riyâkar, eğitilmeye en uzak ve kökleşmiş inanç, âdet ve yaşayışlarına bağlılıkta en mutaassıp olduklarını haber vermektedir. Konuyla ilgili Kur’an âyetleri de bunun böyle olduğunu apaçık göstermektedir. Fakat Resûl-i Ekrem (s.a.s.), Allah’ın izniyle bu insanlardan çok kısa bir sürede bütün zamanların ilme ve düşünceye en açık, en merhametli, en faziletli, kıyâmete kadar gelecek nesillere öğretmen olacak mükemmel ve muhteşem bir nesil çıkarmıştır. Öyle ki onlar “Sahâbe Nesli” olarak anılacak ve artık kıyâmete kadar milyarlarca insanın saygı ve sevgisine mazhar olacak yüksek bir mevkiye ulaşmışlardır. Bu Resûlullah (s.a.s.)’in tarihte bir benzerine rastlanmayan mûcizelerinden biridir.

İşte bu münâsebetle burada üçüncü bir gruptan bahsedilir ki, onlar kulluk ve fazilette zirvelere tırmanmış, Allah yolundaki fedakârlık ve feragatleriyle kıyamete kadar gelecek imanlı nesillere örnek olacak mükemmel bir İslâmî hayat sergilemişlerdir:

100. İslâm’ı kabul ve ona hizmette öne geçen muhâcir ve ensârın ilkleri ile bunların yoluna en güzel bir şekilde uyanlar var ya, Allah onlardan râzı olmuş, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır. Allah onlar için her tarafında ırmaklar çağlayan, içinde ebedî kalacakları cennetler hazırlamıştır. İşte en büyük başarı ve kurtuluş budur.

“Muhâcir ve Ensâr’ın ilkleri”nden maksadın kimler olduğu hakkında şu izahlar yapılır:

İki kıbleye; hem Mescid-i Aksâ’ya hem Mescid-i Haram’a doğru namaz kılmış olanlar,
Bedir savaşına katılanlar,
Hudeybiye’de ağaç altında yapılan Bey’atü’r-Rıdvân’da hazır bulunanlar,
“Muhacir ve ensar” olarak vasıflandırılan ilk müslümanlar, yani bütün sahâbeler.

“Bunların yoluna en güzel şekilde uyanlar” (Tevbe 9/100) ise muhâcir ve ensârın, Allah Resûlü’ne itaat ve İslâm’ı güzel yaşama hususundaki örnek hal ve hareketlerine tabi olan kıyamete kadar gelecek bütün mü’minlerdir.

Bu âyet-i kerîme sahâbe-i kirâmın, özellikle içlerinde ön safları tutanların ve büyük bir aşk, iştiyak, dikkat ve titizlikle onların izlerini takip edenlerin Hak katındaki değer ve yüceliğini ifade bakımından büyük bir önem taşımaktadır. müslüman âlimler, sahâbe-i kirâmın peygamberlerden sonra bütün insanların en faziletlisi olduğu hakkında görüş birliği içindedir.
Hasan Basrî Hazretlerine ashâb-ı kirâmdan soruldu. Önce içli içli ağladı, sonra şöyle anlattı:

“Onlarda hep iyilik ve hayır alâmetleri vardı. Bu alâmetler yüzlerinden belliydi. Oturmaları, kalkmaları, konuşmaları hep hayrı anlatırdı.
Onların giyimleri orta halli idi; güzel olurdu.
Onların tutuşları hoştu; tevazuu dile getirirdi.
Onların konuşmaları dâimâ iyi ve güzel olan şeyleri işlemeye dairdi.
Onlar yerken içerken rızkın en temizini, helâlini seçer yerlerdi.
Onlara Yüce Rablerine taat için eğilirlerdi; boyunlarını O’nun emri karşısında bükerlerdi. Sevdikleri işte hep O’nun emrini gözetirlerdi; sevmedikleri işte de hep O’nun emrini gözetirlerdi.
Onlar Yüce Hak için verirlerdi; bu verdiklerini candan verirlerdi. Bu halleri onların mâna susuzluklarını giderirdi, cisimlerini zayıflatırlardı.
Onlar, Yüce Hakk’ı hoşnut etmek yolunda, kulların darılmasına önem vermezlerdi.
Onlar, öfkede aşırı gitmezlerdi.
Onlar, Allah’ın hükmü dışına çıkmazlardı.
Onlar, Kur’an’a tutunur ve sünnet üzere hareket ederlerdi.
Onlar, dillerinde Allah zikri ile dolaşırlardı.
Onlar, kendilerinden yardım istendiği zaman, kanlarını Allah yolunda akıtırlardı.
Onlar, kendilerinden Allah rızâsı için borç istendiği zaman, mallarını seve seve verdiler.
Onlar, ahlâkları gâyet güzel olan zatlardı.
Onlar, dünyalığın azı ile yetindiler.
Onlar, öbür âlemin yolunu tutuncaya kadar hep böyle oldular, oldukları gibi göründüler.” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 338)[1]
Fakat bu büyük ve ebedî nimetlerden habersiz olan bir takım beyinsizler, onulmaz bir iç yarası ve telafisi imkânsız bir zarar karşılığında münafıklık yapmaya devam etmektedirler:

Bu âyet-i kerîmede dikkat çeken mühim ve ince bir nokta vardır: Kur’ân-ı Kerîm, cennetlerden bahsederken devamlı olarak kullandığı ve “altlarından ırmaklar akan cennetler” diye meâl verdiğimiz جَنَّاتٍ تَجْر۪ي مِنْ تَحْتهَا الْاَنْهَارُ (cennâtin tecrî min tahtiha’l-enhâr) ifadesinde تَحْتهَا (tahtihâ) kelimesinden önce “baziyet” yani bir sınırlama ifade eden مِنْ (min) harfini getirir. Dikkat çekicidir ki bu âyette bu harf yoktur ve söz konusu ifade تَحْتَهَا الْاَنْهَارُ (tehteha’l-enhâr) şeklinde gelmiştir. Bunun işaret ettiği mâna şudur: Sahâbe-i kirâma vaat edilen ırmaklarda bir kısıtlama yoktur ve onlara müjdelenen cennetler bütünüyle ırmaklarla kaplıdır ki, bu da, onlara ihsan edilecek cennetlerin, diğerlerine nispeten daha muhteşem ve nimetlerle dolu olacağını gösterir. (Ünal, s. 440)
 
Üst Alt