TEFSİR TEVBE Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
101. Çevrenizdeki bedevîler arasında münafıklar var. Medine ahâlisi içinde de nifakta uzmanlaşmış öyle münafıklar var ki, biz bildirmediğimiz takdirde sen onları bilemezsin. Onların tamamını ve ne derece münafık olduklarını ancak biz biliriz. Onları çifte cezaya çarptıracağız. Sonra da çok daha büyük bir azaba itileceklerdir.

Medine çevresinde yaşayan bedevîler içinde münafıklar olduğu gibi, Medine’nin içinde yaşayanlar arasında da münafıklıkta ustalaşmış, mahâret kazanmış kimseler vardı. Bunlar munâfıklıkta o kadar ileri gitmişlerdi ki, sırlarını gizlemeyi, töhmet altında kalma tehlikesi olan hususlardan uzak durmayı, gerektiğinde yağ gibi suyun üstüne çıkmayı başarabiliyorlar, hatta kendilerini Peygamberimiz’in o yüksek sezgi ve dirayetinden bile gizleyebiliyorlardı. Fakat onların durumlarını Allah Teâlâ çok iyi biliyor ve Efendimiz’e haber veriyordu. Bunlar iki azaba yani dünya ve kabir azaplarına uğratılacaklar, sonunda da en büyük azap olan cehennem azabına düçar kalacaklardır.

Tebük seferinden geri kalan bir başka grup da şunlardır:

102. Bir başka grup var ki, günahlarını itiraf ettiler. Bunlar yaptıkları iyi işlerle kötü işleri birbirine karıştırdılar. Umulur ki Allah onların tevbesini kabul buyurur. Çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.

Allah Resûlü (s.a.s.) Tebük seferine çıktığında Ebu Lübâbe ve beş arkadaşı sefere katılmayıp Peygamberimiz’den geride kaldılar. Sonra Ebu Lübâbe ve iki arkadaşı yaptıklarına pişman oldular. Geride kalmaları sebebiyle helâk olacaklarına kanaat getirip, “Biz burada kadınlarla beraber gölgede huzur ve rahat içindeyiz. Allah’ın Resûlü ise mü’minlerle birlikte cihadda bulunuyor. Allah’a yemin olsun ki biz, kendimizi mescidin direklerine bağlıyacağız ve Allah’ın Rasûlü bizi mazur görüp çözmedikçe de kendimizi bu direklerden çözmeyeceğiz” dediler. Ebu Lübâbe ve iki arkadaşı gidip kendilerini mescidin direklerine bağladıkları halde üçü kendilerini direklere bağlamadılar.

Allah Resûlü (s.a.s.) seferden döndü, Mescid-i Nebevî’ye girdi. Mescidde yolu üzerinde direklere bağlı olanları görünce: “Kim bu kendilerini direklere bağlamış olanlar?” diye sordu. Ashâbı: “Ebu Lübâbe ve arkadaşlarıdır. Allah Resûlü (s.a.s.) ile sefere katılmayıp geride kaldılar, günahlarını itiraf ettiler. Sen kendilerinden razı olup onları çözünceye kadar bağlarını çözmemeğe ve kendilerini serbest bırakmamaya dair Allah’a söz verdiler” dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.s.): “Benden geride kaldılar, benimle cihada katılmadılar, müslümanların seferinden ve cihaddan yüz çevirdiler. Allah’a yemin olsun ki, Allah onları mazur görünceye kadar onları mazur görmeyecek, onları serbest bırakmakla emrolunmadıkça onları serbest bırakmayacak ve bağlarını çözmeyeceğim” buyurdu. Bunun üzerine Allah Tealâ bu âyet-i kerîmeyi indirdi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XI, 19-22)

Bu gibilere yapılacak muamele şöyle belirlendi:

103. Onların mallarından bir miktar zekât ve sadaka al ki, böylece kendilerini günahlarından arındırıp tertemiz kılasın. Ayrıca onlar için dua ve istiğfar et. Çünkü senin duan onlar için kalplerini yatıştıran bir huzur ve tatmin vesilesidir. Allah, her şeyi hakkiyle işiten, kemâliyle bilendir.

Tebük Gazvesi’nden geri kalmaları, sonra pişman olup tevbe ederek kendilerini Mescid-i Nebevî’nin direklerine bağlamaları ve haklarında bundan önceki âyet-i kerîme inerek bağışlanmaları üzerine Ebû Lübâbe ve iki arkadaşı gidip mallarını Peygamber (s.a.s.)’e getirdiler ve:

“–Ey Allah’ın Rasûlü! Bu mallar bizi seninle birlikte sefere çıkmaktan geri bıraktı. Bu malları sadaka olarak dağıt, bizim bağışlanıp günahlardan temizlenmemiz için Allah’a dua et” dediler. Efendimiz (s.a.s.):

“–Rabbim bana emretmedikçe onlardan bir şey alıp da sadaka olarak dağıtmam” buyurdu. Bunun üzerine Allah Tealâ bu âyet-i kerîmeyi indirdi. Allah Resûlü (s.a.s.) bundan sonra onların mallarından alıp sadaka olarak muhtaçlara dağıttı. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XI, 23; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 263)

Bu âyet-i kerîmenin, Tebük seferine katılmayan bir grup münafığın Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’e gelerek tevbe ettiklerini söylemeleri ve mallarından bir kısmını sadaka olarak dağıtmasını istemeleri üzerine indiği rivayet edilmişse de (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XI, 14), meşhur olan Ebu Lübâbe ve üç arkadaşı hakkında inmiş olmasıdır.

Bu rivayete göre, burada alınması emredilen sadaka, farz olan zekât olmayıp o ayak sürüyerek savaşa katılmayanlardan günahlarına bir kefaret olması için alınan özel bir sadakadır. Hasan Basrî (r.h.)’in görüşü budur. Bununla beraber bir varlık vergisi, bir vergi cezası şeklinde de değil, oruç ve yemin kefaretlerinde olduğu gibi, ibâdet ve taatteki bir kusurun affı, bir eksikliğin giderilmesi niyetiyle alınan bir sadaka olmuş olur.

Fakat fakihlerin pek çoğu, bundan asıl maksadın farz olan zekât olduğu görüşündedir. Zira yukarıdan beri konunun akışı zenginler üzerine olup, siyâkın icabı da bu olduğundan, bu âyetle zekâtın zenginlere farz olduğu belirtilmiştir. Böylece suçlarını itiraf eden bu asker kaçaklarının günaha girmelerine sebep mal sevgisi olduğundan tevbe ve pişmanlıklarının geçerli kabul edilip dindarlıklarının samimi olması, ancak farz olan zekâtı gönül rızâsıyla ve seve seve vermelerine bağlıdır. Nifak pisliğinden ancak bu yolla temizlenip kurtulabilecekleri haber verilmiştir.

Bu mâna farz olan zekâttan başka nafile olarak daha fazla vermelerine ve fazla fazla verdikleri takdirde bunun alınıp kabul edilmesine mani değildir. Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in, “almakla emrolunmadım” buyurmasının bir takım münafıkların sadakalarının kabul edilmeyişiyle ilgili olması daha kuvvetli ihtimaldir.

Hâsılı burada “al!” emrinin, rivayete göre günahlara kefaret niteliğinde nafile cinsinden olan sadakaların Peygamberimiz (a.s.) tarafından alınıp kabul edilmesine delalet etse de farz olan zekâtlarının alınıp kabul edilmesine öncelikle delalet edeceği âşikârdır. Şurası da bilinmektedir ki, Resûlullah, kendi adına sadaka almaktan menedilmişti. Peygamber evladından ve soyundan olanların vacip olan sadakaları kabul etmeleri haram olduğu gibi, Peygamberimiz’in kendisine, vacip veya nafile her türlü sadaka haram idi. Şu halde Efendimiz’in sadaka alması, kendi adına değil, Allah adına almasıdır. “Fakirlerinize verilmek üzere zenginlerinizden sadaka almakla emrolundum” hadisi şerifinde de açıkça belirtildiği üzere, devlet reisi sıfatıyla ve vazifesi gereği olarak sadakaları alıp harcama yerlerine sarfetmesidir.

İşin aslına bakılacak olursa:

104. Onlar bilmezler mi ki, kullarının tevbesini kabul buyuran ve onların içtenlikle verdikleri zekât ve sadakaları alıp değerlendiren yalnız Allah’tır. Gerçekten tevbeleri kabul eden ve merhameti bol olan da yalnız Allah’tır.

Allah Teâla kullarının tevbesini kabul buyurur, verilen sadakaları O alır. Her ne kadar o sadakaları, zekâtları kullar alıp kendi ihtiyaçları için kullansalar da, bunları Allah’ın emri ile verip aldıkları, daha açık bir ifadeyle sırf Allah adına ve O’nun rızâsı için yaptıkları için onları bizzat Cenâb-ı Hak almış olur. Bu hususta Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Kim, helâl kazancından bir hurma kıymetinde sadaka verirse, -ki Allah, helâlden başkasını kabul etmez- Allah o sadakayı bizzat kabul buyurur. Sonra onu dağ gibi oluncaya kadar, herhangi birinizin tayını büyüttüğü gibi, sahibi için ihtimamla büyütür.” (Buhârî, Zekât 8; Müslim, Zekât 63, 64)

“Şüphesiz ki sadaka muhtâcın avucuna düşmeden önce Rahmân’ın avucuna düşer.” (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, III, 111)

Öyleyse:

105. Onlara de ki: “Bundan böyle Allah’ı hoşnut edecek işler yapın! Yaptıklarınızı Allah da, O’nun Rasûlü de, mü’minler de görecektir. Sonunda duyuların kapsama alanına girmeyen ve giren her şeyi hakkiyle bilen Allah’ın huzuruna çıkarılacaksınız. O da yaptıklarınızı size bir bir haber verecektir.

Bu âyet-i kerîmede bütün insanlara hitap edilerek sadece tevbeyle yetinmeyip, tevbelerini pekiştirmek ve Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanmak için gece gündüz sâlih amel işlemeleri ve noksanlarını bu yolla telâfi yoluna gitmeleri istenmektedir. Buna göre herkes elindeki imkânlar nispetinde çalışıp çabalayacak ve hayırlı hizmetler yapmaya gayret gösterecektir. Çünkü yapılan ameller gizli kalmayacak; Allah da, Peygamberi de ve diğer mü’minler de yapılanları göreceklerdir.

Lokmân (a.s.) oğluna nasihat ederken şöyle der:

“Evlâdım! Yaptığın iyilik veya kötülük hardal tanesi ağırlığında bile olsa, bir kayanın içinde saklı da olsa, göklerin veya yerin herhangi bir noktasında bile bulunsa, Allah onu çıkarıp âhirette karşına getirir. Çünkü Allah her şeyi bütün incelikleriyle bilir, her şeyden hakkiyle haberdardır.” (Lokmân 31/16)

Resûlullah (s.a.s.) de şöyle buyurur:

“Eğer bir kimse, hiçbir kapısı ve menfezi bulunmayan bir kaya içinde bir amel yapacak olursa, ne olursa olsun, onun ameli insanların karşısına çıkacaktır.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 28)

Son olarak, seferden geri kalan şu kimselerle ilgili hüküm bildirilmektedir:

106. Savaştan geri kalan başka bir grubun hükmü de tamâmen Allah’ın iradesine kalmıştır: İster onlara azap eder, isterse tevbelerini kabul buyurur. Allah, her şeyi hakkiyle bilen, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olandır.

Burada Ebû Lübâbe ve üç arkadaşı gibi hemen tevbe edip pişman olmayan kişilere işaret edilir. Bunlar Hilâl b. Ümeyye, Ka‘b b. Mâlik ve Murâre b. Rabi’dir. Bu hususla ilgili geniş izah Tevbe sûresinin 118. âyetinde gelecektir.

Her şeyi bilen ve nihâyetsiz hikmet sahibi olan Yüce Allah, bu ilim ve hikmetinin bir gereği olarak şimdi de İslâm devletine karşı komplolar düzenleyenlerin yaptığı sözde mescitlerin içyüzünü ortaya koyup, böyle zararlı merkezlere karşı takınılması gereken tavrı öğretmek üzere buyuruyor ki:

107. Münafıklardan bir grup, İslâm ve müslümanlar aleyhinde zararlı faaliyetler yapmak, kâfirleri desteklemek, mü’minlerin arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Rasûlüne karşı savaşmış olanların gelip kendilerine katılmasını beklemek maksadıyla bir mescid yaptılar. Üstelik bunlar: “Bu mescidi yaparken iyilikten başka bir şey düşünmedik” diye yemin de ederler. Allah şâhittir ki, onlar kesinlikle yalancıdırlar.

108. O mesidde asla namaza durma! Daha ilk günden takvâ temelleri üzere yapılan mescid, senin namaz kılmana daha uygundur. Orada her türlü günah ve kötülüklerden temizlenmek isteyen kimseler vardır. Allah da zâten bu ölçüde temizlenme gayretinde olanları sever.


“Mescid-i dırâr” olarak tarihe geçen ve Kur’ân-ı Kerîm’in ibretle beyân ettiği bu menfûr hâdisenin kısaca tarihi şöyledir:

Medine’de Hazrec kabilesinden Ebu Âmir er-Râhib adında biri vardı. Cahiliyye devrinde hıristiyan olmuş, kitap ehlinin ilmini okumuş, Hazrec kabilesi içinde büyük bir yer sahibiydi. Resûlullah (s.a.s.) Medine’ye hicret edip müslümanlar onun etrafında toplanınca, Allah Teâlâ da Bedir günü onları muzaffer kılınca Ebu Amir düşmanlığını açığa vurarak İslâm’a karşı cephe aldı. Medine’den çıkıp Mekkeli müşriklerin yanına kaçtı. Onları Peygamberimiz’e karşı savaşa teşvik etti. Uhud savaşı sonrasında Allah Resûlü (s.a.s.)’in durumunun devamlı bir yükselme içinde olduğunu görünce Ebu Amir, Resûlullah (s.a.s.)’e karşı yardım istemek üzere Rum kralı Hirakl’e gitti. Kral onu yanında ağırladı, çeşitli ihsanlarda ve va‘dlerde bulundu. Bu va‘dler üzerine Ebu Amir Medine’de Ensâr arasında nifak ve şüphe içinde bulunan bir gruba mektup yollayarak Hirakl’in va‘dlerini bir bir saydı. Yakın zamanda bir orduyla birlikte geleceğini haber verdi. Böylece Resûlullah (s.a.s.) ile savaşacağını, onu yeneceğini ve onu bulunduğu durumdan döndüreceğini bildirdi. Mektuplarını iletmek üzere göndereceği kimselerin sığınabilmesi için bir yer yapmalarını emretti. Bu yer aynı zamanda kendisi geldiğinde de onun için bir gözetleme yeri olacaktı. Bu haber üzerine Medine’deki münafıklar Kuba Mescidi yakınlarında bir mescid inşa etmeye başladılar. Peygamberimiz (s.a.s.) Tebük seferine çıkmadan önce mescidin yapımını bitirdiler. Mescidin müslümanlarca makbul sayılmasına delil olması için Efendimiz’in gelip orada namaz kılmasını istediler. Bu mescidi sadece içlerindeki zayıfların ve hastaların soğuk ve yağmurlu gecelerde namaz kılmaları için yaptıklarını söylediler. Allah Teâlâ Peygamberini orada namaz kılmaktan alıkoydu. “Şimdi biz sefere çıkmak üzereyiz. Allah dilerse döndüğümüzde namaz kılarız” dedi. Peygamberimiz (s.a.s.) Tebük’ten Medine’ye dönmek üzere yola çıktığında, Mescid-i Dırar’a bir günlük veya daha az bir mesafe kalmıştı ki, Cibrîl gelerek bu mescidi bina edenlerin, bununla, ilk günden takvâ üzerine kurulmuş olan Kuba mescidindeki mü’minler cemaatini bölme ve küfür maksadı taşıdıklarını bildirdi. Peygamberimiz (s.a.s.) de daha Medine’ye gelmeden birkaç kişi yollayarak Dırar Mescidi’ni yıktırdı. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XI, 33-35)

Âyet-i kerîmenin de açıkça beyân buyurduğu gibi onlar bu mescidi mü’minlere zarar vermek, küfürlerini artırmak, kâfirlere destek olmak, mü’minlerin arasını açmak ve daha önce Allah’a ve Peygamberine karşı savaşan kişiler lehine bir üs olarak kullanmak üzere inşa etmişlerdi. Üstelik kötü niyetlerini gizlemek üzere, bunu sadece iyilik düşüncesiyle yaptıklarına yemin ediyorlardı. Halbuki kesinlikle yalan söylüyorlardı. Allah Teâlâ onların yalan söylediklerine şâhitlik etmiş, Peygamberine orada namaz kılmayı yasaklamış ve ilk gününden takvâ üzere kurulmuş olan Kuba Mescidi’nde, her türlü günah ve kötülüklerden arınıp tertemiz olmayı seven mü’minlerle birlikte namaz kılmasını emretmiştir.

Gelen âyetler “Takvâ Mescidi” ile “Dırâr Mescidi”nin mâhiyetini ve aralarında bulunan farkı şu şekilde canlı sahneler halinde tasvir etmektedir:

109. Binasını Allah korkusu ve Allah rızâsına uygun olarak yapan kimse mi daha hayırlıdır, yoksa binasını dibi sel sularıyla oyulmuş ve her an çökmeye hazır bir uçurumun kenarına kurup, onunla beraber kendisi de cehennem ateşine yuvarlanacak kimse mi? Allah böyle zâlimler topluluğunu doğru yola erdirmez.

110. Münafıkların kurdukları bütün yapılar ve bu arada yaptıkları o bina, ölüp de kalpleri paramparça oluncaya dek yüreklerinde devamlı bir şüphe, telaş ve endişe sebebi olarak kalmaya devam edecektir. Allah her şeyi hakkiyle bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.


Burada iki farklı kişiden, bunların inşa ettikleri iki farklı mescidden iki ayrı tablo halinde bahsedilmekte ve bunlardan hangisinin daha hayırlı olduğu sorulmaktadır.

Birinci tablo: Sahnede bir adam, gayet güzel ve güvenli bir arsaya bir mescid inşa ediyor. Mescidini Allah’tan korkarak ve O’nun rızâsını kazanmak isteyerek tesis ediyor. Bu mescidle, kendisinin ve din kardeşlerinin Allah’a masiyetten korkup sakınmalarını; güzel bir itaatle rızâsını istemelerini hedefliyor. Hiçbir korku, hiçbir endişe, hiçbir telaş ve hiçbir tasa söz konusu değil. Gayet teenniyle ağır ağır sağlam bir şekilde binasını yapmaya devam ediyor. Şimdi biz, emniyet içinde yükselen güçlü takvâ binasının inşasını ve tamamlanıp ibâdete açılışını izliyor; onun, Allah’ın gazabından sakınıp rızâsını kazanma açısından mü’minlere sağladığı faydaları gözlüyoruz.

İkinci tablo: Sahnede diğer bir adam daha var ki, bu da bir mescid inşa ediyor. Ama nereye, ne şekilde? Zavallı adam, başka yer yokmuş gibi mescid yeri olarak dere kenarında selin dibini yalayıp oymuş olduğu bıçık üzerinde kalan, ayrıca geriden çatlamış devrilmek üzere bulunan toprak veya çamur çıkıntısını buluyor. Böyle bir yerin üzerine çıkıyor. Buranın da orta kısmına değil uçuruma yakın kenar kısmına mescidini inşa etmeye başlıyor. Orada doğru dürüst temel kazmak zaten mümkün değil. Tuğlaları çarçabuk örerek mescidin duvarlarını yükseltmeğe çalışıyor. Biz şimdi hem adamın hem de yapacağı binanın akibetini merakla izliyoruz. Bir defa üzerinde inşaat yapılan yer bir yar kenarı ve geriden de çatlamış; kendi kendini tutacak hali yok. Yıkılmak ve dökülmek üzere. Bir de bunun üzerine taştan veya tuğladan ağır bir binanın yapıldığını düşünün ve bunun akıbetini teemmül edin.

Tekrar adama bakıyoruz. Evet binasını tamamlamak üzere. Şimdi karşımızda yıkılmak üzere olan, sallanıp duran bir uçurumun kenarındaki toprak parçası üzerine kurulmuş bir bina var. Adam da binasının inşaatini tamamlamak üzere onun üzerinde ve onunla meşgul. Ve bir anda bakıyoruz ki o çökmek üzere olan yarın kenarındaki toprak sarsılıyor, sallanıyor ve çöküyor. Yapılan mescid de, yapanlarıyla birlikte uçurumlara aşağı yuvarlanıyor. O korkunç uçurum bu toprak yığınını, o binayı ve onu inşa edenleri birden yutuveriyor.

Şimdi biz çöküveren binanın ve sahiplerinin uçuruma aşağı yuvarlanışını izliyoruz. Son derece yüksek ve uzun bir uçurumdan aşağı doğru durmadan yuvarlanıyorlar. Nihayet uçurumun sonuna geliyorlar. Orada daha büyük bir felaketle karşılaşıyorlar. Çünkü yıkılan uçurumun altı cehennem ateşidir. İşte o adamlar yaptıkları mescidle beraber cehennem ateşinin dibini boyluyorlar. Görüldüğü üzere bâtılın taraftarlarının ve dinle alakalı işlerini nifak üzerine bina edenlerin durumları bu temsille güzel bir şekilde dile getirilmiştir.

İşte münafıkların yaptığı bütün işlerin âkıbeti böyle hüsran olacaktır. Ölüp kalpleri paramparça oluncaya kadar yaptıkları işler yüreklerinde dâmî bir şüphe ve nifak sebebi olacak; hiçbir zaman rahat ve huzur yüzü görmeyeceklerdir.

Canlarını ve mallarını Allah yolunda fedâ eden mü’minler ise dünyada maddi hiçbir nimetle değiştirilmeyecek tarifi imkânsız bir gönül huzuru, âhirette de ebedi cennetlere ulaşacaklardır:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
111. Allah mü’minlerden, kendilerine vereceği cennet karşılığında canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. Müjdelenen bu cennet Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da Allah’ın yerine getirmeyi uhdesine aldığı kesin bir sözdür. Verdiği sözü Allah’tan daha iyi yerine getirecek kim olabilir? O halde, ey mü’minler, Allah ile yapmış olduğunuz bu alış verişten dolayı sevinin. İşte bu, gerçekten büyük bir başarı ve kurtuluştur.

112. Onlar; günahlarına tevbe eden, ibâdetle meşgul olan, hamdeden, oruç tutan, rükû eden, secde eden, iyilik ve güzellikleri teşvik edip yayan, her türlü kötülük ve çirkinliğin önünü almaya çalışan ve Allah’ın koyduğu sınırları gözetenlerdir. Rasûlüm! Sen böyle gerçek mü'minleri müjdele!


İkinci Akabe bey‘atı gecesi Ensâr yetmiş küsür kişi olarak Resûlullah (s.a.s.)’a bey‘at ettiklerinde Abdullah b. Revâha (r.a.), Peygamberimiz (s.a.s.)’e:

“–Rabbin ve kendin için dilediğini şart koş” demişti. Allah Resûlü (s.a.s.):

“–Rabbim için O’na kulluk etmenizi ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmamanızı; kendim için de mallarınızı ve canlarınızı neden koruyorsanız beni de onlardan korumanızı şart koşuyorum” buyurdu. Oradakiler:

“–Bunu yaparsak bizim için ne var?” diye sordular. Efendimiz (s.a.s.):

“–Cennet” buyurdu. Onlar da:

“–Kazançlı bir alış veriş; biz bu alış verişi bozmayız, bozulmasını da istemeyiz” dediler de bunun üzerine bu âyet-i kerîmeler nâzil oldu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XI, 49; Kurtubî, el-Câmi‘, VIII, 267)

Fuzûlî der ki:

“Cânı cânân dilemiş vermemek olmaz ey dil!
Ne nizâ’ eyleyeyim ol ne senindir, ne benim.”


“Bedenimizde emânet olan bu canı en yüce sevgili olan Allah Teâlâ istemektedir. O istediğine göre cânı vermemek, bu konuda çekimser davranmak doğru olmaz. Çünkü, hiç tartışmaya gerek yok ki, o cân ne senindir, ne de benim. O cân, onu bize emânet eden Allah’a aittir.”

Cenâb-ı Hak, bu âyet-i kerîmelerde kendi yolunda malıyla canıyla cihad edebilecek, bu hususta hiçbir fedakârlıktan çekinmeyecek, cenneti kazanma uğruna dünyayı feda edebilecek kâmil iman sahibi mü’minlerin özelliklerini saymaktadır. Bu vasıflar şöyledir:

Malı ve canı cennet karşılığında Allah’a satmak,
Allah yolunda savaşmak, öldürmek ve şehîd olmak.
Bunun, Allah Teâlâ’nın Tevrat, İncil ve Kur’an’da hak bir va‘di olduğuna ve sözüne en sâdık olanın Allah olduğuna inanmak,
Bu karlı alış verişten dolayı sevinmek.

Allah yolunda maldan ve candan fedâkârlığın cennete girebilmenin iki mühim şartı olduğuna dair şu hâdise ne kadar ibretlidir:

Beşîr bin Hasâsiyye (r.a.) anlatıyor:

Resûlullah (s.a.s.)’e bey’at etmek için geldim. Bana, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in de O’nun kulu ve Rasûlü olduğuna şehâdet etmemi, namaz kılmamı, zekât vermemi, İslâm’ın öğrettiği şekilde haccetmemi, ramazan orucunu tutmamı ve Allah yolunda cihâd etmemi şart koştu. Ben de şöyle dedim:

“–Ey Allah’ın Rasûlü! Vallahi bunlardan ikisine gücüm yetmez. Onlar da cihad ve sadakadır. İnsanlar cihaddan kaçan kimseye Allah’ın gazab ettiğini söylüyorlar. Ben ise cihad meydanına gelince nefsimi ölüm korkusu kaplayıp kaçmaktan endişe ediyorum. Sadakaya gelince, benim malım küçük bir koyun sürüsü ve on deveden ibârettir. Onlar da ehlimin maîşet kaynağı ve binek hayvanlarıdır.”

Resûlullah (s.a.s.) elimi tuttu, salladı ve şöyle buyurdu:

“–Cihad yok, sadaka yok, peki o hâlde nasıl cennete gireceksin?!” Bunun üzerine:

“–Yâ Rasûlallah! Bey‘at ediyorum.” dedim ve Allah Resûlü’ne, koştuğu bütün şartlar üzerine bey‘at ettim. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 224)

Diğer vasıflar şöyle devam etmektedir:

Dâimî olarak tevbe hâlinde olmak; ibadetlere devam etmek; hamd etmek,
Oruç tutmak. اَلسَّاۤئِحُونَ (sâihûn) kelimesinin, ilim, cihad, ibret ve tefekkür için seyehat etmek, dinlerini özgürce yaşamak için hicret etmek gibi mânaları da vardır. Resûlullah (s.a.s.) bu kelimenin anlamı sorulunca: “Oruç tutanlar” buyurmuştur. (Hâkim, el-Müstedrek, II, 365)
Rükû etmek, secde etmek; rukû, secde ve diğer rükünleriyle namazı dosdoğru kılmak,
İyilik, doğruluk ve güzelliği teşvik edip yaymak; her türlü kötülük, yanlışlık ve çirkinliğin önünü almaya çalışmak,
Allah’ın koyduğu hudutları korumak, belirlediği haram-helâl sınırlarını hassasiyetle gözetmek.

Sayılan bu güzel vasıflara sahip olan mü’minler, Allah yolunda yürümektedirler ve öldüklerinde Allah’ın müjdelediği cennetlere varacaklardır. Müşriklere gelince, onlara Peygamberimiz (s.a.s.)’in yapacağı bağışlanma talebi bile fayda vermeyecektir:

113. Ne Peygamber’in ne de inananların; şirk içinde ölüp de cehennemlik oldukları kesinkes açığa çıktıktan sonra, akrabaları bile olsa, böyle müşrikler için bağışlanma dilemeleri doğru değildir.

Rivayete göre Ebu Talib’in ölüm hastalığında Peygamber Efendimiz (s.a.s.) onun yanına girdi. Orada Ebu Cehil ve Abdullah b. Ebî Ümeyye de vardı. Allah Resûlü (s.a.s.): “Amca, üzerimde hakkı en çok olan kişi sensin, insanların bana en çok ihsanda bulunanı sensin, senin bendeki hakkın babamın hakkından daha büyüktür Ey amca, «Lâ ilâhe illallah» kelimesini söyle ki Allah katında senin için bir delile sahip olayım” dedi. Ebu Cehil ve Abdullah b. Ebî Ümeyye de: “Ey Ebu Talib, Abdülmuttalib’in dininden yüz mü çevireceksin?” dediler ve böyle söylemeye devam ettiler. Nihâyet Ebu Talib’in söylediği son sözü: “Abdülmuttalib’in dini üzere” demek oldu. Peygamberimiz (s.a.s.): “Sana bağışlanma dilemekten men’olunmadığım sürece senin için mutlaka Rabbimden af edeceğim” buyurdu. Bunun üzerine bu 113. âyet (Buhârî, Tefsir 9/16) ile “Rasûlüm! Sen sevdiğini doğru yola erdiremezsin...” (Kasas 28/56) âyeti nâzil oldu. (Buhârî, Tefsir 28/1; Müslim, İman, 39; Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XI, 57-58)

Hz. İbrâhim’in müşrik olan babası için yaptığı istiğfara gelince:

114. İbrâhim’in babası için Allah’tan af dilemesi ise, sırf daha önce ona verdiği bir sözden dolayı idi. Fakat onun bir Allah düşmanı olduğu açıkça belli olunca hemen ondan uzaklaştı. Gerçekten İbrâhim, Allah’a içten yalvaran, âh edip inleyen, yumuşak huylu bir peygamberdi.

Hz. Ali şöyle anlatıyor: Bir kişiyi müş‏rik olan ana-babası için Allah’tan bağışlanma dilerken iş‏ittim ve: “Müş‏rik oldukları halde ana-baban için af talebinde mi bulunuyorsun?” dedim. O: “İbrâhim, babası müş‏rik olduğu halde onun için bağışlanma dilemedi mi?” diye karşılık verdi. Gidip durumu Allah Resûlü (s.a.s.)’e haber verince bu âyet nâzil oldu. (Nesâî, Cenâiz 102; Tirmizî, Tefsir 9/16)

Meryem sûresi 47. âyette haber verildiği üzere Hz. İbrâhim, “Rabbimden seni bağışlamasını isteyeceğim” diyerek babasına söz vermişti. Bu sözünü yerine getirmek için istiğfar ediyordu. Ancak babası tevbe etmeden müşrik olarak ölünce bundan vazgeçmiş ve babasıyla ilişkisini kesmiştir.

İbrâhim (a.s.)’ın mühim bir vasfı olarak zikredilen اَوَّاهٌ (evvâh); çok âh eden, Allah korkusuyla ağlayan sızlayan, ince kalpli, yufka yürekli, bağrı yanık, hep dua ve niyâz halinde olan, pek şefkatli ve merhametli, imanında şüphe ve tereddüt bulunmayan, günahlardan uzak duran gibi mânalar ihtiva eder. Diğer vasfı olan حَل۪يمٌ (halîm) ise; hiddetten uzak, ezâ ve cefâya katlanan; Allah için olması dışında hiçbir kimseyi cezalandırmayan ve hiçbir kimseden intikam almayan kimse demektir. Dolayısıyla iki vasıf birbirini mükemmel bir şekilde tamamlamış olmaktadır.

Şimdi de İslâm’ın temel kâidelerinden birine yer verilerek buyruluyor ki:

115. Allah bir toplumu doğru yola erdirdikten sonra, nelerden sakınacaklarını kendilerine iyice açıklamadıkça, onları sapmaya terk edecek ve saptıracak değildir. Muhakkak ki Allah her şeyi hakkiyle bilendir.

Allah, sakınacakları hususlarda yeterli tebligat yapılmadığı takdirde insanları sorumlu tutmayacaktır. Bununla birlikte ilâhî talimatlar bildirildikten sonra masiyetlerin işlenmesi, doğruluk ve hidâyetin terk edilmesine, böylece sapıklık ve helâke sebep teşkil edecektir. Dolayısıyla kul, dâima Allah’a sığınmalı, doğruluk üzere sebât ve istikrârı, ilâhî emir ve yasaklar çerçevesinde yaşayabilmeyi O’ndan istemelidir. Çünkü bütün hükümranlık O’nun elindedir. Murad ettiği her şeyi yapabilme kudreti yalnız O’na aittir. İstediğini affetme, dilediğine azap etme yetkisi de sadece O’nun elindedir. Bu sebepledir ki, Tebük seferi münâsebetiyle yaşanan bir takım girift olaylar sebebiyle ortaya çıkan durumlarda hem Peygamberimiz (s.a.s.)’e, hem de beraberindeki mü’minlere merhametle muamele etmiş ve onların tevbelerini kabul buyurmuştur:

116. Hiç şüphesiz göklerin ve yerin mutlak mülkiyeti ve hâkimiyeti Allah’ındır. O, diriltir ve öldürür. Sizin Allah’tan başka ne bir dostunuz ne de bir yardımcınız vardır.

Allah, sakınacakları hususlarda yeterli tebligat yapılmadığı takdirde insanları sorumlu tutmayacaktır. Bununla birlikte ilâhî talimatlar bildirildikten sonra masiyetlerin işlenmesi, doğruluk ve hidâyetin terk edilmesine, böylece sapıklık ve helâke sebep teşkil edecektir. Dolayısıyla kul, dâima Allah’a sığınmalı, doğruluk üzere sebât ve istikrârı, ilâhî emir ve yasaklar çerçevesinde yaşayabilmeyi O’ndan istemelidir. Çünkü bütün hükümranlık O’nun elindedir. Murad ettiği her şeyi yapabilme kudreti yalnız O’na aittir. İstediğini affetme, dilediğine azap etme yetkisi de sadece O’nun elindedir. Bu sebepledir ki, Tebük seferi münâsebetiyle yaşanan bir takım girift olaylar sebebiyle ortaya çıkan durumlarda hem Peygamberimiz (s.a.s.)’e, hem de beraberindeki mü’minlere merhametle muamele etmiş ve onların tevbelerini kabul buyurmuştur:

117. Allah, Peygamberine rahmetiyle yöneldiği gibi, içlerinden bir kısmının gönülleri hemen hemen eğrilmek üzere iken o zorluk zamanında Peygamber’e tâbi olan muhacirlerle ensârı da tevbeye muvaffak kıldı ve tevbelerini kabul buyurdu. Çünkü Allah, kullarına karşı çok şefkatli, çok merhametlidir.

Allah Teâlâ’nın Resûlullah (s.a.s.)’e rahmetiyle yönelip tevbesini kabul buyurması, munâfıklara cihada çıkmayıp evlerinde oturmalarına izin vermesi sebebiyledir. “Hay Allah seni affedesice, onlara niçin izin verirsin ki?” (Tevbe 9/43) âyeti buna işaret eder. Muhâcir ve ensarı ise, bazılarının Peygamberimizden geri kalıp savaşa çıkmamaya kalplerinin meyletmeleri yüzünden affetmiştir.

Âyette bahsedilen tevbeye şöyle bir izah getirmek de mümkündür: “Tevbe”, sözlük mânası itibariyle “rücû’ etmek, dönmek” demektir. Buna göre Allah Teâlâ’nın kuluna tevbesi, onu bir hâlden daha yüksek bir hâle getirmek muradıyla kuluna inayet ve rahmetiyle nazar etmesidir. Bu ise, günah hâlinden taat hâline döndürmek anlamına bir rücû’ olabileceği gibi, bir taat hâlinden daha yüksek bir taat haline rücû’ da olabilir. İşte bu âyette bahsedildiği üzere Peygamberimiz (s.a.s.)’e tevbesi böyledir. Çünkü Tebük gazvesinin meydana gelişinden ve onun sıkıntılarına tahammül gösterişinden sonraki hâlini, gaza öncesindeki hâlinden daha mütekâmil bir hâle yükseltmiştir. Muhacir ile ensara tevbesi ise, onların noksan bir hâlden bu gaza sebebiyle din uğrunda yaptıkları fedakârlıkları ve itaatları ile daha olgun hâle gelmiş olmalarıdır. Kalpleri neredeyse kayacak olan bir bölük hakkındaki tevbesi ise onları daha aşağı durumda iken, bağışlayacağı ve râzı olacağı bir hâle getirmesidir. (İbn Atıyye, III, 92-93)

Âyetteki سَاعَةُ الْعُسْرَةِ (sâ‘atü’l-‘üsre) tabiri, “zorluk vakti, zorluk zamanı” anlamına gelir. Tebük seferi sırasında çekilen sıkıntıları, meşakkat ve zorlukları ifade eder. Belki de başından sonuna kadar sıkıntılarla dolu olan seferin en zor ânına işaret eder. Resûlullah (s.a.s.) bu Tebük seferine katılan orduyu da جَيْشُ الْعُسْرَةِ (Ceyşü’l-‘Üsre) olarak isimlendirmiş; “Zorluk ordusunu kim donatırsa ona cennet vardır” (Buhârî, Vesâyâ 33) buyurmuştur.

Gerek Tebük seferine hazırlık sırasında, gerekse sefer esnâsında Peygamberimiz ve ashâbı çok büyük güçlüklerle karşılaşmışlardır. Su sıkıntısı, yiyecek sıkıntısı ve binit sıkıntısı bunların başında geliyordu. Öyle ki, on kişiye ancak bir deve düşüyor ve nöbetleşe binmeye çalışıyorlardı. Yiyecekleri öyle azalmıştı ki, bir hurma tanesini iki kişi paylaşıyordu. Öyle zamanlar oldu ki, tadı bozulmuş olan bir sudan zor da olsa içebilmek için birçok kişi aynı hurma tanesini birer kere emmek mecburiyetinde kalıyordu. Hatta susuzluktan deveyi boğazlayıp karnındaki suyu içiyorlardı. Nihayet Peygamberimiz (s.a.s.) ellerini kaldırıp yağmur için dua etti. Cenab-ı Hak, çok geçmeden bir bulut gönderdi ve yağmur ihsan eyledi. Herkes içti ve kabını doldurdu. Yine bu gazada ashâb-ı kirâm açlıktan develeri kesmek istediler, Efendimiz müsaade buyurmadı. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XI, 75-76)

Tebük seferinden herhangi bir mazereti olmaksızın geri kalan üç kişi hakkında ilâhî karar şöyle tecelli ediyor:

118. Allah, seferden geri kalan ve haklarındaki hüküm ertelenen o üç kişinin de tevbesini kabul etti. Öyle ki, bütün genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmış ve Allah’ın azabından kurtulmak için yine O’ndan başka bir sığınak kalmadığını iyice anlamışlardı. Tevbe edip eski güzel hallerine dönmeleri için Allah onları tevbeye muvaffak kıldı. Gerçekten Allah, tevbeleri çokça kabul eden, çok merhametli olandır.

Âyette bahsedilen üç kişi, herhangi bir mâzeretleri bulunmadığı ve münafıklardan da olmadıkları hâlde sefere katılmayan, bununla birlikte daha önceden pişman olup kendilerini direklere bağlayan ashâbın da dışında kalan üç sahâbîdir: Ka‘b b. Mâlik, Mürâre b. Rebî ve Hilâl b. Ümeyye. Bu üç sahâbî, sefere katılmadılar, fakat münafıklar gibi yalan da söylemediler. Sadece Peygamberimiz’e gelip mâzeretsiz olarak sefere iştirâk etmediklerini söylediler. Yaptıklarına son derece pişman olduklarından dolayı da Allah Resûlü’nden affedilmelerini istediler. Efendimiz bu üç sahâbîyi affetmedi. Hattâ vahyin gelmesini beklediğinden, onların selâmlarını dahî almadı. Her hâlükârda kendisine tâbî olan ashâbı da aynı şekilde hareket etti.

Bu üç sahâbî, bütün gazvelere katılmışlardı. İçlerinden Ka‘b Akabe’de bulunmuş, diğer ikisi de Bedr’e de iştirâk etmişlerdi. Tebük’e katılmamakla içine düştükleri hata yüzünden kendilerine uygulanan tavır karşısında dünya, bütün genişliğine rağmen onlara dar geldi. Allah Resûlü (s.a.s.)’in selâmlarını dahî almayacak derecede kendilerinden yüz çevirmesi onlara çok gîrân geldi. Hanımları bile kendileri için bir yabancı gibiydi. Yapacak hiçbir şeyleri kalmamıştı. Bu sebeple gece-gündüz ağladılar. Yaptıklarına pişman oldular, günahlarına istiğfar ettiler. Böylece elli gün geçti. Nihâyet doğru konuşmuş olmaları ve samîmî bir şekilde tevbe etmelerinin bir mükâfâtı olarak bu âyet-i kerîme ile affa mazhar oldular.

Resûlullah (s.a.s.), Ka‘b b. Mâlik’e bu müjdeli haberi şöyle bildirmiştir:

“–Seni, doğduğun günden beri geçirdiğin en hayırlı ve mes’ûd bir günle müjdelerim!..”

Ka‘b b. Mâlik de Allah’ın bu yüce affına bir şükrâne olarak: “Yâ Rasûlallah! Ben de Allah ve Resûlü’nün rızâsı için malımın hepsini sadaka olarak vermek istiyorum!” dedi. Ancak Allah Resûlü (s.a.s.):

“–Malının bir kısmını kendin için alıkoy! Böylesi senin için daha hayırlıdır!” buyurdu. Ka‘b b. Mâlik:

“–Öyleyse Hayber’deki hissemi alıkoyuyorum. Ey Allah’ın Rasûlü! Allah beni bu bâdireden yalnızca doğruluğum sebebiyle kurtardı. Artık ben bundan böyle, hayâtım boyunca doğrudan başka bir söz söylemeyeceğim!..” dedi.

Ka‘b (r.a.) şöyle der:

“Allah’a yemin ederim ki, İslâm ile şereflendirdikten sonra Cenâb-ı Hakk’ın bana verdiği en büyük nimet, Peygamber Efendimiz’in huzûrunda doğruyu söylemem, böylece yalan söyleyenlerle birlikte helâk olmaktan kurtulmamdır. Çünkü Allah Teâlâ, Tebük seferine katılmayıp da mâzeret uydurarak yalan söyleyenler hakkında, hiç kimse için kullanmadığı ağır sözleri vahyederek: «… Artık onları kınamaktan ve azarlamaktan vazgeçin. Çünkü onlar pisliktir...» (Tevbe 9/95) buyurdu.” (Buhârî, Meğâzî 79; Cihâd 103; Müslim, Tevbe 53)

Bu üç sahâbî, Allah Resûlü (s.a.s.) ile bütün gazvelere katıldıkları hâlde, Sadece bir gazveden geri kaldıkları için bu kadar ağır bir cezaya dûçâr oldular. Bu hâdise, mâzeretsiz bir şekilde Allah yolunda cihadın, hizmetin ve i’lây-ı kelimetullah uğrunda mücâdelenin dışında kalanlara çok büyük bir uyarıdır. Bunun için tüm mü’minlere hitap edilerek buyruluyor ki:

119. Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının; özü sözü doğru, samimi ve dürüst insanlarla beraber olun!

“Sadâkat”, sözde ve özde doğruluk; dürüstlük üzerine kurulmuş samimi ve sağlam bir dostluk, içten bağlılık, kalp istikâmeti, samimiyet ve ihlas gibi mânalar ifade eder. Dürüst olmak, doğru muamelede bulunmak, sıdk ve ihlâs ile dostluk etmek, herhangi bir şahsî çıkar ve menfaat beklentisinden uzak ve her yönüyle Allah rızâsı için olan dostluk da sadâkattir.

Sadâkat, peygamberlerin en mühim vasıflarından biridir. Peygamberler, istikâmet üzere olan hâlleri ve sözleriyle dâimâ sadâkati tebliğ hâlinde olmuşlardır. Kur’ân-ı Kerîm’de, bâzı peygamberlerin şahsiyeti anlatılırken, meselâ Hz. İbrâhim ve Hz. İdrîs hakkında; “Gerçekten o, özü sözü doğru bir peygamberdi” (Meryem 19/41, 56) buyrulmaktadır.

Âyet-i kerîme, sıdk ve sadâkatin faziletini, derecesinin yüceliğini göstermekte ve mü’minleri doğruluğa teşvik etmektedir.
Mârifetten nasîbi olan bir zat: “Sürekli yapılması gereken farzı eda etmeyen kimseden, namaz, oruç gibi belli vakitlerde yapılan farzlar kabul olunmaz” deyince kendisine: “Dâimî farz nedir?” diye sorulmuş, o da: “Doğruluk” cevabını vermiştir.
Ubeydullah Ahrâr (k.s.), âyette emredilen “sâdıklarla beraber olma”yı şöyle izah etmektedir:

“Burada bahsedilen beraberlik iki çeşittir:

Hissî,
Mânevî.

Hissî beraberlik, onlarla oturup kalkmaktır; onların sohbetinde bulunmaktır. Bir kimse onlara yakın olur, sohbetlerine devam eder, onlarla oturur kalkarsa, onların iç âlemlerinin nurlarının bereketiyle kalbi nurlanır. Gerçek anlamda onların huyu gibi güzel huy sahibi olur. Manevî beraberliğe gelince, bunu şöyle anlatmak gerekir: Kalbi onlara bağlayıp ruhâniyetlerine dönmek… Bu durumda, onların yakınında da olunsa, uzaklarına da gidilse hep onlarla olunur. Anlatılan manevî bağ, kalp irtibatı tam olunca, o büyüklerin bütün sırları, tarifi yapılan irtibatı ve bağı kuran kulda yansır.”

Bu hususa şöyle bir yorum da yapılabilir:

“Sâdıkların emirlerine tutunmak vaciptir. Buna göre Allah’ın rızâsını kazanmak isteyen Hak yolcusu kula düşer ki: Kalbini sâdık kula bağlaya… Sâdık kul ise, Yüce Hakk’ın zâtına yabancı şeylerden, zıtlardan yana temizdir. Zira sâdık kulların hâlinde, yolunda bir eğrilik, bir sapma yoktur.

Yüce Allah, insana hem tesir etme, hem de tesir altında kalma yeteneğini vermiştir. Ama bu sohbetle olur. Bu âyet-i kerîmede verilen emir de bu mânayı anlatır. Buna göre haller için sohbetten daha faydalı, daha çekici bir iş yoktur.” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 657-658)

Sâdıklarla beraberliği artırmak, sadâkat vasfını kazanmaya, onu devam ettirmeye ve onların hâliyle hâllenmeye vesîle olacaktır. Nitekim Şeyh Sâdî Şîrâzî, sâdıklarla beraberliğin faziletini ve bunun zıddına sâdıklardan ayrılmanın hazin âkıbetini şöyle ifade eder:

“Ashâb-ı Kehf’in köpeği Kıtmîr, sâdıklarla beraber olup onlara sadâkat gösterdiği için büyük bir şeref kazandı, nâmı Kur’ân-ı Kerîm’e geçti. Hz. Nûh ve Hz. Lût’un hanımları ise, fâsıklarla beraber oldukları için cehenneme dûçâr oldular.”

Şurası bir gerçektir ki, mü’min kulluktaki sadâkati ölçüsünde Resûlullah (s.a.s.)’e aşkla tâbi olur ve kıyâmete kadar sürecek İslâm dâvasında onu yalnız bırakmaz:

120. Medine halkının ve çevresindeki bedevîlerin, savaşta Rasûlullah’tan geri kalmaları ve ona gereken ihtimâmı göstermeyip kendi canlarının ve başlarının derdine düşmeleri olacak şey değildir. Zira onlar ne zaman Allah yolunda herhangi bir susuzluğa, yorgunluğa ve açlığa düçar kalsalar; kâfirleri öfkelendirecek biçimde bir yere ayak basıp orayı ele geçirseler ve bir şekilde düşmana karşı üstünlük sağlayıp zafer kazansalar, bunların her biri kendilerine mutlaka birer sâlih amel olarak yazılır. Çünkü Allah, iyilik eden ve işini güzel yapanların mükâfatını asla zâyi etmez.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
121. Onlar, Allah yolunda küçük veya büyük bir harcama yapsalar veya herhangi bir vâdiden geçmiş olsalar, bunlar da yine mutlaka onların lehine sevap olarak yazılır. Neticede Allah, onları işledikleri amellerin en güzeliyle mükâfatlandırır.

Burada Medine halkı ve çevresindeki bedeviler misal olarak verilmiştir. Yoksa âyetlerin hitabı bütün müslümanlaradır. Geçerli mazereti olmayan hiç kimsenin Peygamber’den geri kalması ve kendi canını onun canına tercih etmesi câiz değildir. Aynı şekilde susuzluk, açlık, yorgunluk gibi Allah yolunda çekilecek sıkıntılara ve yapılacak fedakârlıklara va‘dedilen mükâfâtlar da kıyâmete kadar bütün mü’minler için geçerlidir. Nihâyetsiz kerem ve rahmet sahibi olan Cenâb-ı Hak, kendi yolunda yapılan her türlü sa’y ü gayreti, fedakârlığı, infakı, cihadı kabul buyuracak, onların her birini amel-i sâlih olarak kaydedecek ve fazlasıyla mükâfatlarını verecektir.

Ebû Hüreyre (r.a.)’dan rivayete göre ashâb-ı kirâmdan bir kişi, tatlı bir su pınarının bulunduğu bir vadiye rastladı ve burası onun hoşuna gitti. Kendi kendine: “İnsanları terk edip de şu vadiye yerleşsem! Ama bu işi Resûlullah (s.a.s.)’den izin almadan yapmayacağım” dedi. Durumu Allah Resûlü (s.a.s.)’e açtı. Efendimiz şöyle buyurdu:

“Böyle yapma! Çünkü sizden birinizin Allah yolunda cihad ederek elde edeceği makam, yetmiş yıl namaz kılmasından daha faziletlidir. Allah’ın sizi bağışlamasını ve cennete sokmasını istemez misiniz?!. Allah yolunda savaşın! Kim Allah yolunda bir deve sağımı müddeti kadar savaşırsa cennet ona vacip olur.” (Tirmizî, Cihad 17/1650; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 524)

Öyleyse ey mü’minler, Allah yolunda cihad çağrısı yapıldığında koşarak gelin. Ancak, İslâm toplumunun ihtiyaçları, gelişmesi ve faydası aşısından cihad ile ilim tahsili arasındaki şu dengeyi de ihmal etmeyin:

122. Her şeye rağmen, mü’minlerin savaş için topyekün sefere çıkmaları doğru değildir. Doğrusu şudur: Her kabile veya her topluluktan bir kısmı savaşa gitmeli; bir kısmı da ruhuna tam mânasıyla nüfûz ederek dîni iyice öğrenmeli ve savaşa gidenler geri döndüklerinde onlara Allah’ın emir ve yasaklarını bildirmelidirler. Belki böylece onlar da, muhtemel yanlış tavır ve davranışlardan sakınırlar.

Bu âyetten anlaşıldığına göre bir milletin topyekün savaşa çıkması doğru değildir. Savaş durumunda toplumun silah kullanabilen bir kısmı silah altına alınırken, bir kısmı da ilmî faaliyetleri devam ettirmelidir. Hususiyle dinî ilimlerde toplumun ihtiyacını karşılayacak seviyede ilim adamları yetiştirmelidir ki toplumu aydınlatıp, Allah’ın emir ve yasaklarını toplumun fertlerine öğretsinler. Ancak âyette geçen “din ve dinî ilimler” dar mânada anlaşılmamalıdır. Çünkü İslâm, aynı zamanda siyasî, ictimâî ve iktisâdî hayatı tanzim ettiğine göre bu mânada İslâm’ın yücelmesine hizmet edecek ilimler de dinî ilimler sayılır. Savaş uzun süre devam edebilir. Toplumun ayakta durabilmesi için din ve ilim adamlarının iman, bilgi ve teknik bakımından savaşan kesimi beslemeleri ve desteklemeleri gerekir. Bir millet ilim ve teknik alanında geri kalmışsa, askerî alanda kuvvetli dahî olsa çöker. Fakat iman, ilim ve teknikte ileri gitmiş milletler, askerî alanda zayıf bile olsalar, noksanlarını süratle telafi edebilirler. Bu sebeple cephedeki cihadı bilim ve teknolojiyle destekleyen ve tamamlayan bilim adamlarının cihadı da önemlidir.

Âyette geçen لِيَتَفَقَّهُوا فِي الدّ۪ينِ (li yetefekkahû fi’d-dîn) ifadesi müslümanlara dinî eğitimin esas maksadını öğretmek için kullanılmıştır. Bu İslâmî hayat tarzını ve sistemini iyice kavramak, diğer bir ifadeyle hayatın her sahasında İslâmî olan ve olmayan düşünce ve tavırlarını ayırt edip onlar hakkında hüküm verebilmek için İslâm’ın gerçek yapısı ve ruhuyla tanışmak demektir. Bundan sadece günümüzde kullanılan şekliyle dar mânada “Fıkıh” ilmini anlamak eksik kalmaktadır. Bu ilmin İslâm’ın hayat sistemi içerisinde önemli bir yeri olduğu inkâr edilemez. Ne var ki Kur’an’ın ifade etmek istediği şeyin hepsi olmayıp sadece bütünün bir parçasıdır. Bu nevi yanlış anlamalar, İslâm toplumu ve müslümanların dini bir bütün olarak kavrama noktasında sıkıntıya düşüp zarara uğradıklarında şüphe yoktur. Belki, İslâm’ın ruhuna, küllî hayat anlayışına hiç ehemmiyet vermeksizin, İslâm’daki dinî eğitimin, salt zahiri şekillerin yorumuna indirgenmesinin sebebinin bu nevi yanlış anlamalar olduğu söylenebilir. Çünkü böyle anlayışların, zorunlu olarak kuru bir şekilciliğin, müslümanların hayatının nihai gayesi haline gelmesine sebep olduğu görülmektedir. (bk. Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, II, 273)

Bununla birlikte savaşın önemi de bir başkadır. Yeri gelince en yakından başlayarak İslâm düşmanlarıyla savaşmak mecburiyeti vardır. Bu sebeple buyruluyor ki:

123. Ey iman edenler! Siz öncelikle size yakın mesâfede bulunan kâfirlerle savaşın ve onlar sizde üstün bir gayret, ciddiyet ve metânet görsünler. İyi bilin ki Allah, elbette takvâ sahipleriyle beraberdir.

İslâm’da aslolan barıştır. Fakat barışın sağlanabilmesi için İslâm devletinin ve toplumunun varlığını tehdit eden unsurların bertaraf edilmesi lazım geldiği de bir vâkıadır. Bunun için öncelikle tehdit olarak algılanan en yakın güçlerle savaşmak emredilmiştir. Çünkü en fazla zarar yakından gelir. Yakın tehlike demek olan yakın düşmanları bırakıp da, isteseler de müslümanlara zarar veremeyecek uzaktaki düşmanlarla uğraşmak savaşın hikmetine uygun değildir. Ayrıca savaş esnâsında kâfirlerin, müslüman ordusunda savaş bakımından kararlı, azimli, tavizsiz ve katı duruş olduğunu; onların galibiyet konusunda kuvvetli ve sarsılmaz bir inanca sahip bulunduklarını hissetmeleri gerekir ki mücâdelen vazgeçsinler. Savaşta gâlibiyetin en mühim şartı takvâdır. Çünkü bunun için Allah’ın yardımına ihtiyaç vardır; Allah’ın yardımının ulaşması için de takvâ şart koşulmuştur.

Kimin takvâ sahibi olduğunu, kimin olmadığını ise insanların, inen Kur’an âyetleri karşısında sergiledikleri tutum ve davranışlardan anlamak mümkündür:

124. Bir sûre indirildiği zaman münafıklardan bazıları alaylı alaylı: “Bu sûre hanginizin imanını artırdı?” diye sorar. İman edenlere gelince, inen her sûre onların imanlarını kuvvetlendirir ve onlar, âyetlerde yer alan müjdelerle sevinirler.

125. Kalplerinde o çirkin nifak hastalığı bulunanlara gelince, inen her sûre onların murdarlık ve küfürlerini kat kat artırır. Sonunda kâfir olarak ölüp giderler.


Burada tekrar münafıkların indirilen Kur’an sûreleri karşısında sergiledikleri tutum ve davranışlara temas edilir. Kur’an, mü’minlerin imanlarını pekiştirip kuvvetlendirdiği, oradaki müjde veren işaretler mü’min gönülleri neş’e ve surûra garkettiği halde; kalpleri küfür ve nifak hastalığı ile çalışmaz hale gelmiş münafıkların küfürleri üstüne küfür, nifakları üstüne nifak, pislikleri üstüne pislik katmaktadır. Nitekim bir diğer âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Biz Kur’an’ı mü’minlere şifa ve rahmet olarak indiriyoruz. O, zâlimlerin ise ancak ziyânını artırır.” (İsrâ 17/82)

Aslında Yüce Allah, münafıkların gerçeği görüp kâmil iman sahibi olmaları için zaman zaman uyarılarda bulunsa da, o gâfiller bunlardan gereken dersi çıkarmaktan yoksunlar:

126. Görmüyorlar mı ki, her sene birkaç defa imtihan mâhiyetinde çeşitli belâ ve musîbetlerle karşı karşıya geliyorlar. Buna rağmen ne tevbe ediyorlar ne de düşünüp ibret alıyorlar!

Münafıkların her sene birkaç defa sınandıkları musibet ve belâlarla alakalı şu izahlar yapılmıştır:

Kıtlık, sıkıntı ve darlıklar,
Hastalıklar, çeşitli ağrılar ve ölümcül ıstıraplar,
Onların gerçek ve çirkin yüzlerinin görülmesini sağlayacak şekilde vuku bulan hâdiseler,
Peygamberimiz (s.a.s.) ile birlikte cihada çıkma mecburiyetinde kalmaları ve Allah’ın ona va‘dettiği zaferleri görmeleri.

Esasen bu ikazlardan ders alıp intibaha gelmeleri gerekirken, kalplerini saran kalın nifak ve gaflet perdesini yırtıp düşünme, uyanma ve tevbe etme başarısını gösteremiyorlar. Tam aksine:

127. Yine onlar, bir sûre indirildiği zaman, birbirlerine göz kırpar, “Acaba bizi gören biri var mı?” diye endişeyle etraflarına bakınır, sonra da sıvışır giderler. Halbuki Allah, gerçeği anlamayan, idrak yoksunu bir gürûh oldukları için onların kalplerini imandan çevirmiştir.

Burada münafıkların haklarında inen bir sûre karşısında takındıkları tuhaf, şüpheci, korkak ve ürkek durumlarına dikkat çekilir. Sûre inince birbirlerine bakıyorlar; “Acaba biri bizi gözetliyor mu?” diye birbirlerine göz kırpıyorlar. Sûrenin kendileriyle alakalı kısmının tesirinden bunalıyor, vahiy meclisinden kaçmak istiyor, fakat kaş göz işaretlerini mü’minlerden biri görüverecek, bu konuşulanlardan alındıkları anlaşılıverecek, nifak ve hâinlikleri anlaşılıverecek diye gizlice oradan sıvışıp gitmek istiyorlar. Bu, ne kadar tuhaf, fakat bir o kadar da ıstırap veren korkunç bir ruh halidir. Ancak hiçbir müslüman kendisinde bu nifak hallerinden bir hastalık bulunmadığını iddia etmemeli, nifaka düşmekten korkmalıdır. Nitekim İbn Ebî Müleyke (r.h.) şöyle der:

“Resûlullah (s.a.s.)’in ashâbından otuz kişiye ulaştım. Onların hepsi kendi nefsi için nifaktan korkuyorlardı. Onların hiçbirisi Cibrîl ve Mîkâîl’in imanı gibi bir imana sahip olduğunu söyleyemiyordu.” (Buhârî, İman, 36)

Eğer insanlar, kendilerine gönderilen Peygamber (s.a.s.)’in ve ona indirilen Kur’an’ın, değer biçilemez ne kadar büyük bir nimet olduğunu anlayabilseler, Kur’an ve sünnet karşısında böyle münafıkça tavır ve davranışları terk eder, tam bir iman ve teslimiyet içinde bunlara yönelir, hatta maddi mânevî tüm varlıklarını o yolda fedâ ederler. Bu gerçeği hatırlatmak üzere şöyle buyrulmaktadır:

128. Andolsun ki size kendi içinizden öyle bir Peygamber geldi ki, gayet izzetli ve şereflidir, sıkıntıya uğramanız ona pek ağır gelir, size çok düşkündür ve mü’minlere karşı çok şefkatli, çok merhametlidir.

Bu âyet-i kerîmede Peygamberimizin beş önemli özelliği anlatılır:

Birincisi; kendi içinizden bir Peygamber: Allah Teâlâ Resûlü’ne: “Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Şu farkla ki bana, ilâhınızın bir tek ilâh olduğu vahyedilmektedir” (bk. Kehf 18/110) demesini tavsiye buyurur. Eğer Peygamberimiz melek olarak gelseydi, insanların işi daha zor olurdu. (bk. En‘âm 6/9). Peygamber Efendimiz aynı zamanda Araplardandır. Kur’ân-ı Kerîm ilk olarak Araplara hitap etmiş; onlar vasıtasıyla bütün insanlığa mesajını sunmuştur. Dolayısıyla bu ayetle Yüce Rabbimiz, Arapları Peygamberimiz (s.a.s.)’e yardım etmeye ve ona hizmete koşmaya teşvik etmekte ve onlara: “Bu dünyada o peygamber için gerçekleşecek her türlü devlet, şan ve şeref, sizin için de bir övünç vesilesi olacaktır. Çünkü o sizin soyunuzdandır” demek istemektedir. (Fahreddi er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XVI, 236)

İkincisi; “azîz”: Bu vasıfla, Resûlullah (s.a.s.)’in, izzet, şeref ve yücelik sahibi bir peygamber olduğu beyân edilmiş olmaktadır. Allah Rasulü’nün hayatı, sayısız izzet ve şeref örnekleriyle doludur. O, en büyük şerefi, Rabbine ihlasla kulluk etmekten alıyordu. Onda izzet ve şerefine leke sürecek en küçük bir durum yoktu.

Üçüncüsü; meşakkate uğramamızın ona ağır gelir: Buradaki العنت (anet) kelimesi, “kişinin içinden çıkamayacağı, helak ve telef olmaktan korkacağı bir darlığa ve sıkıntıya düşmesi” anlamına gelir. Bu kelimenin “yorgunluk ve zorluk” anlamları da vardır. Bizim kötülüğe uğramamız, üzülmemiz ve spıklığa düşmemiz ona zor ve ağır gelir. O yüksek izzet sahibi Peygamber’in, kendi cinsinden evlatlarının zor durumda kalmasına gönlü razı olmaz. Bütün dertlerinizi ve kederlerinizi yüreyinde duyar, acınızı hisseder. Şâir Kemalzâde Ekrem’in şu beyti âdetâ Peygamberimiz (s.a.s.)’in bu hâlini anlatır:

“Her duyduğum terâneyi ruhumla dinledim,
Her bülbülün enîni ile ben de inledim.”


Resûl-i Ekrem (s.a.s.), özellikle, kendilerine rahmet olarak gönderildiği insanların inanmamalarına, kendini helak edecek derecede üzülürdü. Bu sebeple: “Rasûlüm! Onlar bu Kur’an’a inanmıyorlar diye arkalarından üzülerek neredeyse kendini helak edeceksin! Hayır böyle yapma!” (Kehf 18/6) gibi ayetlerle tesellî ve teskin edilirdi. Bu yüce ahlâkı sebebiyle ümmetine karşı son derece rıfk ve mülayemet sahibi olmuş; onları dünya ve âhirette maruz kalacakları azaptan sakındırmıştır. Hususiyle onların Allah’ın azabına müstehak olmalarına mani olmaya çalışmıştır. Yine o, bu vasfı sebebiyle mahşerde şefaate layık bütün insanlara şefaat edecek; bir an önce hesaplarının sona erip cennete girmelerine vesile olmaya çalışacaktır. Onun getirdiği şeriat de, onun ahlâkına uygun olarak gelmiş; onda zorluk ve meşakkat olmadığı ifade buyrulmuştur. (Bakara 2/185)

Dördüncüsü; ümmetine çok düşkün: اَلْحِرْصُ (hırs), bir şeye karşı aşırı arzu ve istek duymaktır. اَلْحَر۪يصُ (harîs) ise böyle bir özelliğe sahip olan kimseye denir. Şüphesiz o Peygamber, ümmetinin hidâyet, dünyevî-uhrevî ve maddî-manevî iyiliğine, faydasına ve hayrına çok düşkündür. Onların üzerlerine toz kondurmak istemediği gibi, onları mutluluğun en yüce noktasına ulaştırmak, selamete çıkarmak, cennete ve rıdvana kavuşturmak için bütün hırsıyla ve var gücüyle çalışır. (Elmalılı, Hak Dini, IV, 2653) Rahmet Peygamberi Efendimiz, ümmetine olan düşkünlüğü sebebiyle onları hiçbir zaman unutmamakta, onları Kevser havuzunun başında beklemekte ve kabulü kesin olan en büyük duasını kıyamet günü ümmetinin affı için yapacağını müjdelemektedir.

Beşincisi; mü’minlere raûf ve rahîm: اَلرَّأْفَةُ (re’fet), ince bir şefkat ve derin bir merhamet anlamına gelir. Bu duyguda daha çok acınan kimseden zararlı şeyleri, musibet ve belâları defetme özelliği vardır. رَؤُۧفٌ (raûf) ise pek şiddetli şefkat sahibi demektir. اَلرَّحْمَةُ (rahmet), “acınan ve merhamet edilen kişiye iyilik etmeyi gerekli kılınan bir incelik ve şefkat” mânasındadır. رَح۪يمٌ (rahîm) ise pek şiddetli rahmet ve merhamet sahibi olanları anlatan bir ifadedir. Peygamberimiz (s.a.s.)’e, Allah’ın güzel isimlerinden ikisi olan “raûf” ve “rahîm” isimleri verilmiştir. Hiçbir peygambere bu iki isim birlikte vermemiş, ancak Peygamberimiz bu güzel vasıflarla vasıflandırılmıştır. Bu durum, Peygamberimiz’in Allah katındaki şeref ve yüceliğine işaret eder. Bu vasıfların bir gereği olarak Allah Teâlâ pek çok âyet-i kerîmede Peygamberine, mü’minlere karşı merhametli olmasını, onlara karşı yumuşak davranmasını ve onlara kol kanat germesini emreder. (bk. Hicr 15/88; Şu’arâ 26/215)

Bu ilâhî hitapların yüklü bulunduğu mânaları en derin duygularıyla hissedip anlayan Efendimiz (s.a.s.), müşfik bir annenin evlâdına olan düşkünlüğünden daha büyük bir muhabbetle biz ümmetine kol-kanat germiş, ömrü boyunca da; “Ümmetî, ümmetî…” diyerek yaşamıştır. Nitekim Rahmet Çağlayanı (s.a.s.) ashâbına şöyle buyuruyordu:

“Dikkat edin! Ben hayatımda sizin için bir emniyet vesîlesiyim. Vefât ettiğimde ise, kabrimde: «Yâ Rabbî, ümmetî ümmetî!..» diye ilk Sûr üfleninceye kadar nidâ edeceğim…” (Ali el-Mütteki, Kenzü’l-Ummâl, XIV, 414)

Nitekim Refîk-ı Âlâ’sına da; “Ümmetî, ümmetî…” diyerek göç etti. Son nefesinde; “Ben sizi havz-ı kevserimin başında bekliyor olacağım...” diyerek bizlere olan muhabbet, şefkat ve düşkünlüğünü ifade buyurdu.

Hak dostu Ahmed er-Rufâî’de ümmet-i Muhammed’e karşı tecelli eden şu nebevî şefkat ve merhamet hissi gerçekten ne muhteşemdir:

Devamlı hizmetini gören Yakup (r.h.) anlatıyor:

“Efendim Ahmed er-Rufâî hasta oldu. Artık ölüm döşeğindeydi. Bunu anladım ve şöyle dedim:

«- Bu defa arûs göründü…»
«- Evet, öyle olacak..» buyurdu. Hikmetini sordum; şöyle devam etti:
«- Bir takım işler cereyân etti. Biz onları ruhlarla satın aldık.» Sonra o işlerin ne olduğunu izah etti:
«- Halka büyük bir belâ geliyordu. Ben onu, kalan ömrümle onlardan satın aldım. Kendimi verdim.»
Bundan sonra yüzünü yere sürmeye başladı. Kaldırdığı zaman yüzü ve sakalı toprak olmuştu. Ağlıyor ve:

«Af… af… Allahım! Bu halka gelecek belâ için beni tavan yap… gelen belâ üzerime gelsin!» (Velîler Ansiklopedisi, II, 517)

Şunu belirtmek gerekir ki, İslâm dinini tebliğ edecek kişiler, Resûlullah (s.a.s.)’in sayılan bu hususiyetlerine mümkün olduğu ölçüde sahip olmaya gayret göstermelidirler. Çünkü bu mümtaz vasıflar, İslâm’la bütünleşip onu temsil etmede ve insanların ruhlarına girerek onları bu ulvî dine cezp etmede anahtar vazîfesi görmektedir. Başarının sırrı bu ahlâkî kemâlde saklıdır. Ama hepsinden önemlisi, hoşumuza giden ve gitmeyen durumlar karşısında yalnız Allah’a yönelmek, O’na güvenip dayanmaktır:

Terâne: Ses, sadâ, nağme, ezgi. Enîn: İnleme
Arûs: Düğün gecesi. Burada “ölüm” anlamında kullanılmıştır. Çünkü Allah dostlarına göre ölüm, manevî bir muhabbetle sevgilinin sevdiğine kavuştuğu bir düğündür.

129. Rasûlüm! Bütün bunlara rağmen, onlar yine de sana inanmaktan yüz çevirirlerse de ki: “Bana Allah yeter. O’ndan başka ilâh yoktur. Yalnız O’na dayandım, O’na güvendim. O, büyük arşın Rabbidir.”

Bu âyet hem Allah Resûlü (s.a.s.)’i, hem de onun izinde dini tebliğ vazifesiyle meşgul olan mü’minleri teselli etmektedir. Çünkü hakkı kabul edenler olacağı gibi, ondan yüz çevirenler de olacaktır. Mühim olan üzerimize düşen mesuliyeti yerine getirmeye çalışmaktır. Bu yolda azim ve iradesini tam olarak ortaya koyup gayret gösteren ve Allah’a güvenip dayananlara Allah kâfi gelecek, onları zararlardan koruyup başarıya eriştirecektir. Çünkü O, büyük arşın Rabbidir; her şey yalnızca O’nun tasarruf ve yetkisindedir.

Şimdi, Tevbe sûresinin sonunda tevhid dininin kuvvetindeki olgunluğu ve yüceliği gösteren ve büyük arşın Rabbinin teklik sırrı ve rubûbiyet saltanatının neticesi olan Kur’ân ve peygamberlik mes’elelerinin kapsamlı bir izah ve açıklamasını yapmak üzere Yûnus sûresi başlayacaktır:
 
Üst Alt