ÜÇÜNCÜ MAKALE (Unsuru'l-Akide)

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Dördüncüsü: Tergib veya terhib hilesiyle ancak yalnız bir tesir-i sathî edip ve akla karşı sedd-i turuk edecektir. Şu hâlde a'mak-ı kulûbe nüfuz ve erakk-ı hissiyatı tehyic ve şükûf-misal olan istidadatı inkişaf ettirmek ve kâmine ve nâime olan seciyeleri ikaz ve tenbih ve cevher-i insaniyeti feverana getirmek ve kıymet-i nâtıkıyeti izhar etmek, şua-ı hakikatin hassasıdır. Evet kasavet-i mücessemenin misal-i müşahhası olan ve'd-i benat gibi umurlardan kalblerini taskil etmesi ve rikkat-i letafetin lem'ası olan hayvanata merhamet, hattâ karıncaya şefkat gibi umur ile tezyin etmesi; öyle bir inkılab-ı azîmdir –hususan öyle akvam-ı bedevide– ki, hiçbir kanun-u tabiiyeye tevfik olmadığından, harikulâde olduğu musaddak-kerde-i erbab-ı basirettir. Basiretin varsa tasdik edeceksin.
Şimdi noktayı dinle: İşte tarih-i âlem şehadet eder ki: En büyük dâhî odur ki; bir veya iki hissin ve seciyenin ve istidadın inkişafına ve ikazına ve feverana getirmesine muvaffak olsun. Zira öyle bir hiss-i nâim ikaz edilmezse, sa'y hebaen gider ve muvakkat olur. İşte en büyük dâhî ancak bir veya iki hissin ikazına muvaffak olabilmiştir. Ezcümle: Hiss-i hürriyet ve hamiyet ve muhabbet...
Bu noktaya binaen Ceziretü’l-Arab sahra-i vasiasında olan akvam-ı bedevide kâmine ve nâime ve mesture olan hissiyat-ı âliye -ki, binlere baliğdir- birden inkişaf, birden ikaz, birden feveran ve galeyana getirmek; şems-i hakikatin, ziya-i şulefeşanın hassasıdır. Bu noktayı aklına sokmayanın, biz Ceziretü’l-Arab'ı gözüne sokacağız. İşte Ceziretü’l-Arab... On üç asır beşerin terakkiyatından sonra, en mükemmel feylesoflardan yüz taneyi göndersin, yüz sene kadar çalışsın; acaba bu zamana nisbeten o zamana nisbet yaptığının yüzde birini yapabilir mi?..
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İşaret: Kim tevfik isterse, âdetullah ve hilkat ve fıtrat ile aşinalık etmek ve dostluk etmek gerektir. Yoksa, fıtrat tevfiksizlikle bir cevab-ı red verecektir. Cereyan-ı umumî ise, muhalif harekette bulunanları adem-abad hiçahiçe atacaktır. İşte buna binaen temaşa et. Göreceksin ki: Hilkatte cari olan kavanin-i amika-i dakika -ki, hurdebîn-i akıl ile görülmez- hakaik-i şeriat ne derecede müraat ve muarefet ve münasebette bulunmuşlardır ki, o kavanin-i hilkatin muvazenesini muhafaza etmiştir. Evet şu a'sar-ı tavîlede şu müsademat-ı azîme içinde hakaikini muhafaza, belki daha ziyade inkişafa getirdiğinden gösterir ki; Resul-i Ekrem aleyhisselâmın mesleği, hiçbir vakit mahvolmayan hak üzerine müessestir.
Şu nükte ve noktaları bildikten sonra geniş ve muhakemeli ve müdakkik bir zihinle dinle ki: Muhammed-i Hâşimî aleyhissalâtü vesselâm ümmîyeti ve adem-i kuvvet-i zâhiresi ve adem-i hâkimiyeti ve adem-i meyl-i saltanat ile beraber, gayet hatarlı mevakide kemal-i vüsuk ile teşebbüs ederek efkâra galebe etmekle, ervaha tahabbüb ve tabayia tasallut, gayet kesire ve müstemirre ve rasiha ve me'lufe olan âdât ve ahlâk-ı vahşiyaneyi esasıyla hedmederek, onların yerine ahlâk-ı âliyeyi gayet metin bir esas ile lahm ve demlerine karışmış gibi tesis etmekle beraber, zaviye-i vahşette hâmid olan bir kavimdeki kasavet-i vahşiyeyi ihmad ve hissiyat-ı dakikayı tehyic... Evet, hissiyat-ı âliyeyi ikaz ve cevher-i insaniyetlerini izhar etmekle beraber evc-i medeniyete bir zaman-ı kasirde is'ad ederek, şark ve garbda oturmuş bir devlet-i cesimeyi bir zaman-ı kalilde teşkil edip, ateş-i cevval gibi belki nur-u nevvar gibi veyahut asâ-yı Musa gibi sair devletleri bel' ve imha derecesine getirdiğinden, basar-ı basireti kör olmayanlara sıdkını ve nübüvvetini ve hak ile temessükünü göstermiştir. İşte eğer sen görmezsen, seni insanların defterinden sildirecektir.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Dördüncü Meslek
Sahife-i müstakbelden, lâsiyyema mesele-i şeriattır. İşte dört nükteyi nazar-ı dikkatten dûr etmemelisin.
Birincisi: Bir şahıs dört veya beş fende meleke sahibi ve mütehassıs olmaz. Meğer harika ola...
İkincisi:Mesele-i vahide, iki mütekellimden sudûr eder. Birisi, mebde ve müntehası ve siyak ve sibaka mülâyemetini ve ehavatıyla nisbetini ve mevzi-i münasibde istimalini, yani münbit bir zeminde sarfını nazara aldığı için o fende olan meharetine ve melekesine ve ilmine delâlet ettiği hâlde; öteki mütekellim şu noktaları ihmal ettiği için sathiyetine ve taklidiyetine delâlet eder. Halbuki kelâm yine o kelâmdır. Eğer aklın bunu farketmezse, ruhun hisseder.
Üçüncüsü:İkinci mukaddimede geçtiği gibi bir-iki asır evvel harika sayılan keşif bu zamana kadar mestur kalsaydı, tekemmül-ü mebadi cihetiyle bir çocuk da keşfedebildiğini nazara al. On üç asır geri git, o zamanların tesiratından kendini tecrid et, dehşet-engiz olan Ceziretü’l-Arab'da otur, dikkatle temaşa et, görürsün ki: Ümmî, tecrübe görmemiş, zaman ve zemin yardım etmemiş tek bir adam ki; yalnız zekâya değil, belki gayet kesir tecarübün mahsulü olan fünunun kavaniniyle öyle bir nizam ve adaleti tesis ediyor ki; istidad-ı beşerin kameti, netaic-i efkârı teşerrübünden tekebbür ederse, o şeriat dahi tevessü ederek ebede teveccüh eder. Kelâm-ı ezelîden geldiğini ilân etmekle beraber, iki âlemin saadetini temin eder. İnsaf edersen, bu ise yalnız o zamanın insanlarının değil, belki nev-i beşerin tavkı haricinde göreceksin. Meğer evham-ı seyyie, senin şu tarafa müteveccih olan fıtratının tarfını (Haşiye1) çürütmüş ola...
Haşiye 1- Dikkat lâzımdır.

 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Dördüncüsü: Onuncu Mukaddimede geçtiği gibi, hem de ikinci nokta-i itirazın cevabında da geleceği gibi şudur ki: cumhurun istidad-ı efkârı derecesinde şeriatın irşad etmesidir. Şöyle ki: cumhurun âmiliği için, hakaik-i mücerredeyi; me'lufları vasıta olmaksızın adem-i telâkkileri sebebiyle, müteşabihat ve teşbihat ve istiarat ile tasvir etmesidir. Hem de fünun-u ekvanda cumhurun, hiss-i zâhir sebebiyle hilâf-ı vakii zarurî telâkki etmekle beraber, mebadi basamakları adem-i in'ikad ve tekemmülünden, mağlataların vartalarına düşmemek için, şeriat öyle mesailde ibham etti ve mutlak bıraktı; lâkin hakikatı imadan hâlî bırakmadı.
Vehim ve Tenbih: Resul-i Ekrem'in her bir fiil ve her bir hâlinde sıdk lemaan eder. Fakat her fiili ve her hâli harika olmak lâzım değildir. Zira izhar-ı harika tasdik-i müddea içindir. hacet olmadığı veya münasib olmadığı vakitte cereyan-ı umumiyeye mütabaatla, kavanin-i âdetullaha destedâd-ı teslim oluyor. Hem de öyle olmak gerektir.
Ey birader!.. Şu Tenbih, Birinci Mesleğin Mukaddimesinin taifesindendir. nisyanın hatasıyla yolunu şaşırmakla yerini kaybedip şuraya girmiştir. İyice şu nükteleri tut. İşte neticeye giriyoruz:
Bak ey birader! Fünun ve ulûmun zübde-i hakikiyesi berahin-i akliye üzerine müesses olan diyanet ve şeriat-ı İslâmiye öyle fünunları tazammun etmiştir. Ezcümle: Fenn-i tehzib-i ruh ve riyazetü’l-kalb ve terbiyetü’l-vicdan ve tedbirü’l-cesed ve tedvirü’l-menzil ve siyasetü’l-medeniye ve nizamatü’l-âlem ve fennü’l-hukuk ve saire... Lüzum görülen yerlerde tafsil ve lüzum olmayan veya ezhanın veya zamanın müstaid ve müsaid olmadığı yerlerde birer fezleke ile kavaid-i esasiyeyi vaz' ederek tenmiye ve tefriini
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
ukulün meşveret ve istinbatatına havale etmiştir ki; bu fünunun mecmuuna değil, belki ekalline on üç asır terakkiden sonra en medenî yerlerde en harika zekâ ile mevsuf olanlar, tâkat-ı beşerin haricinde -bahusus o zamanda- olduğunu tasdikten vicdan-ı munsıfane seni men’edemiyor. İşte fazl odur ki; a'dâ ona şehadet ede. Yeni Dünya'nın en meşhur feylesofu olan Carlayl*, Almanya'nın meşhur bir hakîminden ve rical-i siyasiyesinden naklen diyor ki: "O tedkikatından sonra kendi kendine sual ederek demiş: İslâmiyet böyle olursa acaba medeniyet-i hazıra hakaik-i İslâmiyetin dairesinde yaşayabilir mi?” Kendisi kendine "Evet" ile cevab veriyor. Şimdiki muhakkikler o daire içinde yaşamaktadırlar. Evvelki feylesof dahi diyor ki: “Hakaik-i İslâmiyet çıktıkları zaman; ateş-i cevval gibi hatabın parçalarına benzeyen sair efkâr ve edyanı bel' etti. Hem de hakkı vardır. Zira başkaların safsatiyatından birşey çıkmaz.” ilâ âhirihi...
Evet on üç asırdan beri o kadar dehşetli müsademata karşı hakaikini muhafaza etmiştir. Belki bu müsademe, keşmekeş; hakikat-ı İslâmiyetin omuzu üstünden türab-ı hafâyı terkik ve tahfif ediyor. neam, vücud ve hâl-i âlem buna şahiddir. Makale-i ûlâdaki mukaddematı nazara almak gerektir.
Vehim ve tenbih: Eğer desen: Her bir fende yalnız bir fezlekeyi bilmek bir adam için mümkündür...
Elcevap: neam, lâ!.. Zira öyle bir fezleke ki: Hüsn-ü isabet ve mevki-i münasibde ve münbit bir zeminde istimal gibi.. sabıkan mezkûr sair noktalar ile cam gibi maverasından ıttılâ-ı tam ve melekeyi gösteren fezlekeler mümkün değildir. Evet, kelâm-ı vahid iki mütekellimden çıkarsa; birinin cehline ve ötekisinin ilmine bazı umur-u mermuze-i gayr-ı mesmua ile delâlet eder.
İşaret ve İrşad ve tenbih: Ey benimle şu kitabın evvel-i menazilinden hayaliyle seyr ü sefer eden birader-i vicdan! Geniş bir nazar ile nazar et ve muvazene et. Kendi hayalinde muhakeme etmek için bir meclis-i âliyeyi teşkil et
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Sonra da "Mukaddemat-ı isna aşer"den müntehabatını davet et, hazır olsunlar. Sonra da şu kaidelerle müşavere et! İşte: Bir şahıs çok fünunda mütehassıs ve meleke sahibi olmaz. Hem de bir kelâm iki mütekellimden mütefavittir, başkalaşır. Ve hem de fünun, mürur-u zaman ile telâhuk-u efkârın neticesidir. Hem de müstakbeldeki bedihî birşey, mazide nazarî olabilir. Hem de medenîlerin malumu, bedevilere meçhul olabilir. Hem de maziyi, müstakbele kıyas etmek, bir kıyas-ı hâdi'-i müşebbittir. Hem de ehl-i veber ve bâdiyenin besateti ise, ehl-i meder ve medeniyetin hile ve desaisine mütehammil değildir. Evet, neam; hile medeniyetin perdesi altında tesettür edebilir. Hem de pek çok ulûm, âdât ve ahval ve vukuatın telkinatıyla teşekkül edebilir. Hem de beşerin nur-u nazarı, müstakbele nüfuz edemez. Müstakbele mahsus olan şeyleri göremez. Hem de beşerin kanunu için bir ömr-ü tabiî vardır. Nefs-i beşer gibi o da inkıta eder. Hem de muhit, zaman ve mekânın, nüfusun ahvalinde büyük bir tesiri vardır. Hem de eskide harikulâde olan şeyler, şimdi âdi sırasına geçebilir. Zira mebadi tekemmül etmişler... Hem de zekâ eğer çendan harika olsa da, bir fennin tekmiline kâfi değildir. Nasıl çok fenlerde kifayet edecektir?
İşte ey birader! Şu zatlar ile müşavere et. Sonra da müfettişlik sıfatıyla nefsini tecrid et. Hayalât-ı muhitiye ve evham-ı zamaniyenin elbiselerini çıkart, çıplak ol. Bahr-i bîkeran-ı zaman olan şu asrın sahilinden, içine gir. Tâ asr-ı saadet olan adaya çık. İşte her şeyden evvel senin nazarına çarpacak ve tecelli edecek şudur ki: vahid, nâsırı yok, saltanatı mefkud, tek bir şahıs; umum âleme karşı mübareze eder. Ve küre-i zeminden daha büyük bir hakikatı omuzuna almış ve bütün nev-i beşerin saadetine tekeffül eden bir şeriatı ki; o şeriat, fünun-u hakikiye ve ulûm-u ilâhiyenin zübdesi olarak istidad-ı beşerin nümuvvü derecesinde tevessü edip iki âlemde semere vererek

 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
ahval-i beşeri güya bir meclis-i vahid, bir zaman-ı vahidin ehli gibi tanzim eden öyle bir adaleti tesis eder. Eğer o şeriatın nevamisinden sual edersen ki: Nereden geliyorsunuz? Ve nereye gideceksiniz? Sana şöyle cevab verecekler ki: Biz kelâm-ı ezelîden gelmişiz. nev-i beşerin selâmeti için ebedin yolunda refakat için ebede gideceğiz. Şu dünya-yı faniyeyi kestikten sonra, bizim surî olan irtibatımız kesilirse de; daima maneviyatımız beşerin rehberi ve gıda-yı ruhanîsidir. Hatime: Şübehat ve şükûkun üç menbaları vardır. Şöyle: Eğer maksud-u şâri'den ve efkârın istidadları nisbetinde olan irşaddan tecahül edip, bütün evham-ı seyyienin yuvası hükmünde olan şöyle bir mağlata ile itiraz edersen ki, şeriatın başı olan Kur’an’da üç nokta vardır:
Birincisi: Kur’an’ın mâbihi’l-imtiyazı ve vuzuh-u ifade üzerine müesses olan belâgata münafidir ki, vücud-u müteşabihat ve müşkilâttır.
İkincisi:Şeriatın maksud-u hakikisi olan irşad ve talime münafidir ki, fünun-u ekvanda bir derece ibham ve ıtlakatıdır.
Üçüncüsü:Tarik-i Kur’an olan tahkik ve hidayete muhaliftir. İşte o da bazı zevahiri, delil-i aklînin hilâfına imale edip, hilâf-ı vakıa ihtimalidir.
Ey birader!.. tevfik Allah'tandır. Ben de derim ki: Sebeb-i noksan gösterdiğin olan şu üç nokta, tevehhüm ettiğin gibi değildir. Belki üçü de i'caz-ı Kur’an’ın en sadık şahidleridir. İşte:
Birinci Noktaya Cevab: Zaten iki defa şu cevabı zımnen görmüşsün. Şöyle ki: Nâsın ekseri cumhur-u avamdır. Nazar-ı şâri'de ekall, eksere tabidir. Zira avama müvecceh olan hitabı, havass fehm ve istifade ediyorlar. Bilakis olursa olamaz. İşte cumhur-u avam ise, me'luf ve mütehayyelatından tecerrüd edip hakaik-i mücerrede ve makulat-ı sırfeyi temaşa edemezler.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Meğer mütehayyelatlarını dûrbîn gibi tevsit etseler... Fakat mütehayyelatın suretlerine hasr ve vakf-ı nazar etmek, cismiyet ve cihet gibi muhal şeyleri istilzam eder. Lâkin nazar, o suretlerden geçerek hakaikı görüyor. Meselâ: Kâinattaki tasarruf-u ilâhîyi sultanın serir-i saltanatında olan tasarrufunun suretinde temaşa edebilirler. 1
muhakemat_136_1.gif
gibi... İşte hissiyat-ı cumhur şu merkezde olduklarından, elbette irşad ve belâgat iktiza eder ki; onların hissiyatı riayet ve ihtiram edilsin ve efkârları dahi bir derece mümaşat ve ihtiram edilsin. İşte riayet ve ihtiram; ukul-ü beşere karşı olan tenezzülat-ı ilâhiye ile tesmiye olunur. Evet o tenezzülat, te'nis-i ezhan içindir. Onuncu Mukaddimeye müracaat et. İşte bunun içindir ki: hakaik-i mücerredeye temaşa etmek için hissiyat ve hayal-âlûd cumhurun nazarlarını okşayan suver-i müteşabiheden birer dûrbîn vaz' edilmiştir. İşte şu cevabı teyid eden maani-i amîka veya müteferrikayı bir suret-i sehl ve basitada tasavvur veya tasvir etmek için nâsın kelâmında istiarat-ı kesireyi irad ederler. Demek müteşabihat dahi, istiaratın en ağmaz olan kısmıdır. Zira en hafi hakaikin suver-i misaliyesidir. Demek işkâl ise mananın dikkatindendir, lâfzın iğlakından değildir.
Ey muteriz! İnsafla nazar et ki, fikr-i beşerin bahusus avamın fikirlerinden en uzak olan hakaiki, şöyle bir tarik ile takrib etmek, acaba tarik-i belâgat olan mukteza-yı hâlin mutabakatına muvafık ve makamın nisbetinde kemal-i vuzuh ve ifadeye mutabıktır; yahut tevehhüm ettiğin gibidir? Hakem sen ol...
İkinci Noktaya Cevab: İkinci Mukaddimede mufassalan geçmiştir. Âlemde meylü’l-istikmalin dalı olan insandaki meylü’t-terakkinin semeratı ve tecarüb-ü kesire ile ve netaic-i efkârın telâhukuyla teşekkül eden ve


1- Hiç şüphesiz Rahman olan Allah arşa istiva etmiştir. (Taha Suresi: 5)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
merdiven-i terakkinin basamakları hükmünde olan fünun ise; müterettibe ve müteavine ve müteselsiledirler. Evet müteahhirin in'ikadı, mütekaddimin teşekkülüne vabestedir. Demek mukaddem olan fen, ulûm-u mütearifenin derecesine gelecek; sonra müteahhirine mukaddime olabilir. Bu sırra binaendir ki: Şu zamanda temahhuz-u tecarüble satha çıkıp ve tevellüd etmiş olan bir fennin faraza on asır evvel bir adam tefhim ve talimine çalışsa idi, mağlata ve safsataya düşürmekten başka birşey yapamazdı. Meselâ, denilse idi: "Şemsin sükûnuyla arzın hareketine ve bir katre suda bir milyon hayvanatın bulunduklarına temaşa edin, tâ Sâni'in azametini bilesiniz." cumhur-u avam ise; hiss-i zâhir veya galât-ı hissin sebebiyle hilâflarını zarurî bildikleri için ya tekzib veya nefislerine mugalâta veya mahsus olan şeye mükâbere etmekten başka ellerinden birşey gelmezdi. teşviş ise; bahusus onuncu asra kadar, minhac-ı irşada büyük bir vartadır. Ezcümle; sathiyet-i arz ve deveran-ı şems onlarca bedihiyat-ı hissiyeden sayılırdı.
Tenbih: Şu gibi meseleler, müstakbeldeki nazariyata kıyas olunmaz. Zira müstakbele ait olan şeylere hiss-i zâhir taalluk etmediği için iki ciheti de muhtemeldir. İtikad olunabilir. İmkân derecesindedir. İtminan kabildir. Onun hakk-ı sarihi tasrih etmektir. Lâkin hîna ki hissin galâtı bizim "ma nahnü fih"imizi imkân derecesinden bedahete, yani cehl-i mürekkebe çıkardı. Onun nazar-ı belâgatta hiç inkâr olunmaz olan hakkı ise; ibham ve ıtlaktır. Tâ, ezhan müşevveş olmasınlar. Fakat hakikate telvih ve remz ve îma etmek gerektir. Efkâr için kapıları açmak, duhûle davet etmek lâzımdır. Nasıl ki şeriat-ı garra öyle yapmıştır.
Yahu.. ey birader! İnsaf mıdır, taharri-i hakikat böyle midir ki: Sen irşad-ı mahz ve ayn-ı belâgat ve hidayetin mağzı olan şeyi, irşada münafi
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
ve mübayin tevehhüm edesin? Ve belâgatça ayn-ı kemal olan şeyi noksan tahayyül edesin? Yâ eyyühel hoto! Acaba senin zihn-i sakîminde belâgat o mudur ki, ezhanı tağlit ve efkârı teşviş ve muhitin müsaadesizliği ve zamanın adem-i i'dadından ezhan müstaid olmadıkları için ukule tahmil edilmeyen şeyleri teklif etmektir? Kellâ. 1
muhakemat_138_1.gif
bir düstur-u hikmettir. İstersen mukaddemata müracaat et... bahusus Birinci Mukaddimede iyi tefekkür et!.. İşte bazı zevahiri, delil-i aklînin hilâfına göstermek olan Üçüncü Noktaya Cevab:
Birinci Mukaddimede tedebbür et, sonra bunu da dinle ki: Şâri'in irşad-ı cumhurdan maksud-u aslîsi; isbat-ı Sâni-i Vahid ve nübüvvet ve haşir ve adalette münhasırdır. Öyle ise, Kur’an’daki zikr-i ekvan, istitradî ve istidlâl içindir. Cumhurun efhamına göre sanatta zâhir olan nizam-ı bedi' ile nazzam-ı hakiki olan Sâni-i Zülcelale istidlâl etmek içindir. Halbuki sanatın eseri ve nizamı her şeyden tezahür eder. Keyfiyet-i teşekkül nasıl olursa olsun, maksad-ı aslîye taalluk etmez.
Tenbih: Mukarrerdir ki delil, müddeadan evvel malum olması gerektir. Bunun içindir ki; bazı nususun zevahiri, ittizah-ı delil ve istinas-ı efkâr için cumhurun mutekadât-ı hissiyelerine imale olunmuştur. Fakat delâlet etmek için değildir. Zira Kur’an, âyatının telâfifinde öyle emarat ve karaini nasbetmiştir ki; o sadeflerdeki cevahiri ve o zevahirdeki hakikatleri ehl-i tahkika parmakla gösterir ve işaret eder. Evet "Kelimetullah" olan Kitab-ı Mübinin bazı âyatı, bazısına müfessirdir. Yani bazı âyatı, ehavatının


1- İnsanlarla akıllarının seviyesine göre konuşun.

 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst Alt