Vefâ nedir? Bir mü’minin gönül dokusunda vefânın yeri ne olmalıdır?

nefsimutmainne

Aktif Üyemiz
Vefâ nedir? Bir mü’minin gönül dokusunda vefânın yeri ne olmalıdır?

Muhabbet, dostluk ve bağlılıkta sebat, ahde riâyet ve verilen sözde durmak demek olan vefâ, İslâmî şiarlardan biri ve belki de en ehemmiyetlisidir. Çünkü her insan, imtihan edilmek üzere geldiği bu dünyâda, ruhlar âleminde vermiş olduğu söze sadâkatini ispât ettiği taktirde, hayatını mü’min olarak yaşar.
Pek tabîdir ki bir kerpiç parçasından hiç kimse vefâ beklemez. Vefâ, insana yakışan ve insana has bir haslettir. Bir mü’minin şahsiyet inşâsında, gönül dünyâsının olmazsa olmaz temel direklerinden biridir.
Peki bir mü’min, kime karşı vefâ sâhibi olmalıdır?
Hiç şüphesiz, öncelikle kendisini yoktan vâr ederek ona îmân nimetini lutuf ve ihsân eden Cenâb-ı Hakk’a karşı vefâ sâhibi olmalıdır.
İkinci olarak, yüzü suyu hürmetine gönüllerin Hak katında makbûl olduğu, sevgisiyle yoğrulan her gönlü hidâyet ufkunda parlak birer kandil yapan Allah Rasûlü Efendimiz gelir.
Daha sonra da kademe kademe din büyüklerine, ana-babaya, hısım-akrabâya ve bilhassa din kardeşlerimize vefâyı gönlümüze yerleştirmelidir. Ayrıca insan için yaratılan bütün mahlukâta karşı da vefâ hisleriyle davranmak lâzımdır. Zira Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı kazanmak da yine Hâlık’a vefâdır. Şunu hiç unutmamalıdır ki gönlünü vefâ sadâkatine teslim eden bir mü’minin varacağı son menzil, Cenâb-ı Hakk’ın vuslat deryâsıdır.
Şeyh Sâdî, Bostan’da vefânın nasıl olması gerektiği ile ilgili olarak şöyle bir kıssa nakleder:
“Sultan Mahmud Gaznevî’nin çok sevdiği Ayaz isimli hizmetkârı için kendini bilmez gâfil birisi şöyle dedikodu etti:
«–Acayip şey! Ayaz’ın gönül cezbedici hiçbir güzelliği yok. Sultan Mahmud bu çirkinin nesini seviyor ki? Bir gülün rengi, kokusu olmazsa, onun sevdasıyla yanıp çırpınan bülbüle şaşılır.»
Bu söz Sultan Mahmud’un kulağına gittiğinde, mânevî âlemden haberdâr olmayan o gâfilin derin gafletine çok üzüldü. Onu yanına çağırarak kendisine şöyle dedi:
«–Bak efendi!.. Ben Ayaz’ın boyunu bosunu değil; onun tertemiz ve berrak olan iç dünyasını seviyor ve orada bir cennet seyrediyorum. O öyle bir gönüldür ki kimseye kin ve husûmet taşımaz, kalp kırmaz, sadâkatine de hayran olmamak mümkün değildir.»
Nitekim bir gün, Sultan Mahmud maiyyetiyle beraber geçmekte oldukları bir geçitte, üzerinde mücevherat dolu sandık bulunan bir deve ayağının sürçmesi neticesinde kaydı ve düştü. Bunun üzerine mücevherat dolu sandık da etrafa saçıldı. Sultan Mahmud bu hâli görünce etrafındakilerin sadâkatini denemek maksadıyla:
«–Herkes arzu ettiği kadar sandıktan alsın. Helâl ü hoş olsun.» dedi ve kendisi atını sürüp gitti. Sultan Mahmud’un bu sözü üzerine maiyyetindeki atlılar sandıktan bir şeyler alabilmek için padişahın yanından ayrılarak birbirlerini çiğnercesine yere düşen mücevherleri kapışmaya başladılar. Padişahın arkası sıra giden atlılardan yalnız Ayaz isimli yardımcısı, Sultânı gölgesi gibi takip ediyordu. Sultan Mahmud arkasına bakıp da Ayaz’ı görünce:
«–Ey benim iç dünyasında cennet seyrettiğim kıymetli yâverim. Sen bu saçılan mücevherlerden ne getirdin söyle bakalım?» dedi.
Ayaz’ın cevabı ise tam bir vefâ örneğiydi:
«–Padişahım, o dökülenlerden hiçbir şey beni sizin hizmetinizle şereflenmekten alıkoymadı. Sizin gönlünüze girmek ve muhabbetinize nâil olmak, benim için o mücevherlerin kıymeti ile kâbil-i kıyas bile olamaz. Her dâim sizin nimetlerinizle perverde olmuş olan bu hizmetkârınız, bir an için olsun sizin yanınızdan nasıl ayrılabilir?»”
Şeyh Sâdî bu hikâyeyi anlattıktan sonra der ki:
“Bak ey kişi! Cenâb-ı Hakk’ın dergâhında yakınlık istersen, dünyalık peşinde koşup da Hak’tan gâfil olma! Rabbine karşı vefâ sahibi ol!”
Yine Ferîdüddîn Attâr Hazretleri’nin de vefâ ile ilgili olarak şöyle bir kıssası nakledilir:
Pâdişâhın husûsî nazarlarına mazhar olmuş bir av köpeği vardı. Avcılıkta mâhir ve usta idi. Pâdişah, ona son derece değer verir ve her ava çıkışında onu mutlaka yanına alırdı. Tasmasını mücevherlerle süslemiş, ayaklarına altın ve gümüşten yapılmış halkalar ve bilezikler taktırmıştı. Sırtı da sırmalı atlas bir çulla kaplıydı.
Bir gün pâdişah, yine onu yanına almış olduğu hâlde saray erkânı ile birlikte ava çıktı. Tasmanın ipek ipi elinde, at üzerinde vakur bir şekilde ilerleyen sultan, gâyet neşeli idi. Fakat birden bu neşesini kaçıran bir şey gözüne ilişti. Çok sevdiği köpeği, pâdişâhını unutmuş bir vaziyette başka bir şeyle oyalanmaktaydı. Pâdişah, önce mahzûn olarak elindeki ipek ipi çektiyse de köpek direndi; önündeki kemik parçasını kemirmeye devam etti. Bu hâl karşısında pâdişah, hayret ve hiddet hisleri arasında haykırdı:
“–Huzûrumda beni unutarak başka bir şeyle meşgûl olmak! Nasıl olur bu?!.” dedi.
Son derece üzüldü. Köpeğinin bu nankörlük, vefâsızlık ve duygusuzluğu ona çok dokunmuştu. Bir köpek de olsa onu mâzur görüp affetmek içinden gelmedi. O kadar izzet, ihsân ve ikrâma karşı köpeğinin bir anda, hem de bir kemikle kendisini unutması, gönül yaralayıcı ve vefâyı zedeleyici bir tavır olarak aslâ affedilecek bir husus değildi. Gazapla:
“–Yol verin şu edepsize!” dedi.
Köpek, bu hiddetin mânâsını kavradı, ancak iş işten geçmiş, yapacak bir şey kalmamıştı. Öyle ki, etrafındakiler pâdişâha:
“–Sultanım, üzerinde mücevher, altın, gümüş ne varsa alalım da öyle bırakalım!” dediklerinde pâdişah:
“–Hayır! Bırakınız öyle gitsin!” dedi.
Ardından ilâve etti:
“–Bırakınız öyle gitsin! Öyle gitsin de, ıssız, kızgın ve bomboş çöllerde garip, aç ve susuz kalsın; onlara bakarak kaybettiği ikram ve lutufların acısını sürekli yaşasın!..”
Cenâb-ı Hakk’ın sayısız nîmetlerinin kadrini bilemeyip basit, fânî ve süflî menfaatlerin peşine takılarak helâk olup giden vefâsız kimselerin hâlini aksettiren bu kıssa da ne kadar ibretlidir. Bu hâle düşen kimse, sonunda bu fânî takıntıların bomboş olduğunu görür, ama her şey bitmiş olur. Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Pâdişahın oğlu eğer babasına karşı hainlik ederse, şunu iyi bil ki, babası onun başını bedeninden ayırıverir. Fakat bir Hintli köle pâdişaha vefâ gösterirse, devlet o köleyi «Çok yaşa!» diye alkışlar.
Köle de ne ki; eğer bir kapının köpeği vefâlı olsa, sahibinin gönlünde o köpeğe karşı yüzlerce râzılık, yüzlerce memnunluk duygusu vardır. Bu yüzden köpeği sever, okşar.”
“Vefâsızlık, köpekler için bile bir leke ve ayıp olduğu hâlde, sen nasıl oluyor da insan olarak vefâsızlık gösteriyorsun?”
Bu itibarla büyükler, Hak yolcularına şöyle seslenmişlerdir:
“Gâfillerin de sâlihlerin de hâllerinden lâyıkıyla ibret al ve Allâh’a vefâkâr bir kul olmaya bak!”
Çünkü Allah, kendisine kullukta bulunan güllere çok vefâlı davranır, onlara gönlü cezbeden güzel renkler ve hoş râyihalar bağışlar!
Evet bütün mesele bu: Sâdece vefâkâr bir kul olabilmek.
Yâ Rabbi! Cümlemizi Sana, Rasûl’üne, ana-babaya, akrabâya, bütün ehl-i îmâna, vatana, millete ve her türlü emânete karşı vefâkâr eyle! İki cihânda da rızâ-yı şerîfin iklîminde yaşat!
Âmîn!..
 

MURATS44

Özel Üye
Vefâ, insana yakışan ve insana has bir haslettir. Bir mü’minin şahsiyet inşâsında, gönül dünyâsının olmazsa olmaz temel direklerinden biridir.
Allah, kendisine kullukta bulunan güllere çok vefâlı davranır, onlara gönlü cezbeden güzel renkler ve hoş râyihalar bağışlar!
Evet bütün mesele bu: Sâdece vefâkâr bir kul olabilmek.
Yâ Rabbi! Cümlemizi Sana, Rasûl’üne, ana-babaya, akrabâya, bütün ehl-i îmâna, vatana, millete ve her türlü emânete karşı vefâkâr eyle! İki cihânda da rızâ-yı şerîfin iklîminde yaşat!
Âmîn!..
Allah razı olsun kardeş..Gerçekten günümüzün hem dini hem insani yöndeki en büyük eksiklikerinden biridir Vefâ...Vefâ'lı olmak , hem Râbb'bimize hem insanlara, insanlığa...Bir insan için önemli olan ,hayat şartları gerektiği gibi özenemediğimiz ,aslında üzerşnde ısrarla durmamız gereken konulardan biri değil mi? İnşallah ,İnşallah ,,bu eksikli giderenlerden oluruz...Emeğine sağlık kardeş..:birincizgd:aferin
 
Üst Alt