Hz. Muhammed (sav ) Yeni bir yurt

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
İMAN YURDUNUN İNŞASI

 Yeni bir yurt
Yeni bir yurt
Veda yokuşundan doğdu dolunay,
Allah’a şükretmek üzerimize farz oldu.
Ey bize gönderilen peygamber!
Boyun eğmemiz gereken bir emirle geldin bize. (Medineliler)

Resulüllah ve yol arkadaşı Ebû Bekir, hicretleri sırasında emniyetli ama uzun bir yolu tercih ettiler. Önce Mekke’nin güneyine yöneldiler. Bir müddet böyle gittiler. Sonra sahile yaklaşıp, oradan kuzeye, Medine tarafına döndüler. Mekkelileri yanıltmak için üç gün mağarada beklediklerinden ve hicret için uzun bir yolu tercih ettiklerinden dolayı Mekke’den ayrıldıkları haberi kendilerinden önce Medine’ye ulaştı. Medine’deki tüm Müslümanlar büyük bir heyecan ve özlemle Resulüllah’ı ve Ebû Bekir’i beklemeye başladılar. Mekke ile Medine arası normal şartlarda beş günlük mesafeydi. Beklenen yolcuların Mekke’den ayrılışlarının üzerinden bir hafta geçti. Yolcular artık gelmeliydiler. Fakat gelmediler. Belki yarın geleceklerdi. Ertesi gün oldu, fakat yolculardan yine haber yoktu. Bir gün daha, bir gün daha… günler geçtikçe Medine’deki Müslümanlar endişelenmeye, Resulüllah’ın başına kötü bir şey gelmiş olmasından korkmaya başladılar. Belki de ödül avcıları tarafından yakalanmış, esir edilmişlerdi. Birçok bedevi topluluğun, Mekke eşrafının vaadettiği ödülü almak için Resulüllah’ın peşine düştükleri biliniyordu. Başlarına bir şey gelmiş olabilir miydi? Zaman geçtikçe endişe ve korku arttı; dayanılmaz bir hâl aldı.

Medine veya Resulüllah’ın hicretinden önceki ismiyle Yesrib, o zamanlar toplu bir yerleşim merkezi değildi. Eni ve boyu yaklaşık 15 kilometre olan bir ova içerisinde yer alan, birbirlerine birkaç yüz metre ile birkaç kilometre uzaklıktaki irili ufaklı birçok yerleşim merkezinin ortak ismiydi. Hz. Peygamber hicret ettiği zaman, ovadaki tüm yerleşim merkezlerinin toplam nüfusu on bin civarındaydı. Ovanın dışarıyla irtibatı, dağların arasındaki dar vadilerden geçen yollarla sağlanıyordu. Her yerleşim merkezinde bir veya iki kuyu vardı. İnsanlar su ihtiyaçlarını bu kuyulardan karşılıyorlardı. Evlerin tamamı taş veya kerpiçtendi ve büyük çoğunluğu iki katlıydı. Ayrıca her yerleşim merkezinde, ‘Utun veya ‘Ucum’ ismiyle anılan tamamen taştan inşa edilmiş küçük bir kale sayılabilecek özel yapılar vardı. Düşman saldırısı sırasında buralara sığınılarak savunma savaşı yürütülürdü. Bazı yerleşim merkezlerindeki kalelerin sayısı onu aşıyordu. Bu da o yerleşim merkezinin nüfusunun çokluğu veya
Daha önce hicret eden Mekkeli Müslümanlar, önceden tanıdıkları Medineli Müslümanların ikamet ettikleri yerlere göre, ovadaki yerleşim merkezlerine dağılmışlardı.

Önemli bir kısmı diğerlerine göre daha güneyde bulunan Küba’da kalıyordu. Küba, ovanın Mekke tarafında yer alan bir yerleşim merkeziydi. Dolayısıyla, Resulüllah Medine’ye ulaştığında önce Küba’ya gelecekti. Bu nedenle Kûba’da müslümanlar Resulüllah’ın Mekke’den ayrıldığı haberini alınca, hergün köyün kıyısında toplanıp beklemeye başladılar. Sabah saatlerinde ve ikindi sonrasında ufukta Resulüllah’ı bekliyorlar, öğle vaktinin yakıcı sıcağında gölgeliklere ikiliyorlardı. Günler bu şekilde geçiyordu. Günler geçtikçe; günlerin geçmesine bağlı olarak merak, endişe, korku arttıkça, bekleyenlerin sayısı da arttı. Artık, Küba’nın kıyısında, çölün derinliklerine uzanan bakışlarla Resulüllah’ı bekleyenler Müslümanlar değildi. Bölgede yaşayan müşrikler ve Yahudiler de hakkında çok şey duydukları Resulüllah’ı bir an önce görmenin heyecan ve merakı içerisindeydiler. Müslüman olsun veya olmasın, hemen herkes, yüksek hurma ağaçlarının tepesinde veya evlerinin damında çölden gelecek peygamberi ilk gören olmanın heyecanı içerisinde bekliyordu. Günler bu şekilde geçiyor, beklenen yolcu gelmeyince umutlar hep bir gün sonrasına erteleniyordu.

Günler birbirini takip ediyor, fakat Resulüllah’tan bir haber alınamıyordu. Resulüllah’ın evinden ayrılışının üzerinden on iki gün geçmişti. Kutlu yolcuyu bekleyen herkes o gün sabah saatlerinden itibaren ufku gözlemiş, yolcularla ilgili en küçük bir karaltıyı herkesten önce fark eden olmanın şerefini elde edebilmek için çabalamış, ama öğle sıcağı bastırınca evine veya bir gölgeliğe sığınmıştı. Öğle saatiydi, nefes almayı zorlaştıran bir sıcak vardı. Bu saatte çölde yolculuk yapmak imkânsız denecek kadar zordu. Resulüllah’ın böylesi bir sıcakta yola devam edeceğine ve Medine’ye geleceğine ihtimal verilmiyordu. Öğle sıcağının ortalığı yakıp kavurduğu saatlerin birisinde, evinin damında bekleyen bir .Yahudi’nin sesi duyuldu: ‘Ey Arap topluluğu! Müjdeler olsun sizlere! İşte nasibiniz, devletliniz, kutlu davetliniz, gelmesini bekleyip durduğunuz ulu kişiniz geliyor’. Sokaklar bir anda hareketlendi, insanlar evlerinden, gölgeliklerden fırlayıp, Yahudi’nin işaret ettiği tarafa yöneldiler. Gözler ufku taramaya başladı. Beklenen yolcular görülmeye çalışıyordu. Çok dikkatli bakınca Seniyyetû Veda tepesinin yakınlarında bir karaltı fark ediliyordu. Acaba geliyorlar mıydı; gelen Resulüllah mıydı? Karaltılar seçilemiyor, gelenlerin kimler olduğu anlaşılamıyordu. Herkes dayanılmaz bir heyecanla bekledi.

Bir süre sonra karaltı biraz daha netleşti. Evet geliyorlardı, Resulüllah geliyordu. Her bir ağızdan sevinç çığlıkları yükseldi. Kimisi haykırıyor, kimisi oynuyordu. Sevinçten kimse ne yapacağını bilemiyordu. Sevinç çığlıkları gittikçe arttı ve bir süre sonra benzeşti. Müslümanların ‘Allahu ekber, Allahu ekber; La ilahe illallah, La ilahe illallah’ veya ‘Muhammed geldi, Allahu ekber; Muhammed geldi, Allahu ekber’ haykırışları tüm Küba sokaklarında yankılanmaya başladı. Köyün kızları, sanki bir düğün alayına katılmışlar gibi teflerini çalıyor, oynayıp şarkılar söylüyorlardı. Herkes kendince bir şeyler söylüyor, bir şeyler yapıyor, sevincini dile getiriyordu. Şarkı söyleyenler, kılıç ve kalkanlarını çıkarıp savaş oyunları sergileyerek, mutluluklarım açığa vuranlar birbirine karıştı. Sevinç dalgası gittikçe büyüdü, büyüdü… Müslümanlar, sevinçten yüreklerinin boşaldığını, adeta uçar casına hafiflediklerini hissederlerken; hiçbir sözün sevinçlerini ifade edemediğini fark ettiler. O andaki mutluluğu ifade edecek kelimeler yoktu. Hiçbir söz o mutluluğu gerektiği gibi ifade edemiyordu. Sevinçten ne yapacaklarım bilemez hâlde birbirlerine bakarlarken müzik yardımlarına yetişti. Kadınlar ve çocuklar gönülden gelen bir arzuyla, gönüllerde o anda doğan bir şarkıyı teflerin eşliğinde söylemeye başladılar:

Veda yokuşundan doğdu dolunay,
Allah’a şükretmek üzerimize farz oldu.
Ey bize gönderilen peygamber!
Boyun eğmemiz gereken bir emirle geldin bize.

Küba’da bekleşen bütün Müslüman erkekler Resulüllah’a doğru koşmaya başladılar. Bir kısmı hayvanlarının sırtında, bir kısmı yayaydı. Herkes, diğer herkesten daha önce Resulüllah’a ulaşmak, O’nu herkesten önce görmek, O’nunla konuşmak istiyordu. Önce hareket eden birkaç genç, hızla koşup Resulüllah’ın yanına vardılar. Hava çok sıcak olduğu için yolcular mola vermişler, bir ağacın gölgesinde oturuyorlardı. Resulüllah’m yanına herkesten önce varanlar son derece sevinçliydiler, fakat aynı zamanda da şaşırmış bir haldeydiler. Yolcuların yanma varınca soru soran gözlerle birbirlerine bakıştılar. Ağacın altında iki kişi oturuyordu ve bunlardan hangisinin Resulüllah olduğunu bilmiyorlardı. İçlerinden hiç birisi daha önce Resulüllah’ı görmemişti. Acaba bu iki kişiden hangisi Resulüllah idi? Bunu soramadılar. ‘Resulüllah hanginiz?’ diyemediler. Sevinç içerisinde, ağacın altında dinlenen yolculara yaklaşırlarken, ‘Ey Allah’ın Resulü! Hoş geldin. Safalar getirdin!’ demekten başka bir şey yapamadılar. Kübalı gençler merakla iki yolcuyla da konuşmaya başladılar. Hallerini, hatırlarını sordular. Fakat bu sırada sorularına cevap arıyor, Resulüllah’m yolculardan hangisi olduğunu anmaya çalışıyorlardı. Bir ara yolculardan birisi ayağa kalkarak, diğerine ağaç dallarıyla gölgelik yapmaya çalıştı. İşte şimdi tanımışlardı, Resulüllah oturandı. Zaten o sırada Mekkeli Müslümanlardan ve Resulüllah’ı görmüş, konuşmuş Medineli Müslümanlardan bazıları da geldiler. Herkes sevinç içerisindeydi. Birbirlerine sarılıyor ‘Müjdeler bize ki bu mutlu günü gördük’ diyorlardı. Mutluluktan göz yaşı döken, mutluluğun coşkusundan nefesi kesilen, sevincinden ne diyeceğini ve ne yapacağını bilemeyen bir topluluk halinde Resulüllah’m etrafını sardılar.

Resulüllah, kendisini karşılamak için Küba’dan koşup gelen Müslümanlarla bir süre konuşup, sohbet etti. Durumlarım sordu. Sonra kalkıp devesine bindi. Küba’ya gitmek üzere hareket etti. Küba’ya gelince, Medine’nin eşrafından Evs’li Külsum b. Hidm’in davetini kabul ederek, onun evine yerleşti. Daha önce hicret eden Müslümanlardan Ebû Ubeyde b. Cerrah, Mıkdad b. Amr, Habbab b. Eret, Süheyl b. Beyzâ, Safvan b. Beyzâ, Iyaz b. Zubeyr, Vehb b. Sâ’d, Mâmer b. Ebî Şerh, Arar b Ebî Amr, Umeyr b. Avf, Abdullah b. Mahreme de Külsum b. Hidm’in evinde kalıyorlardı. Resulüllah, ev sahibi ve diğer Müslümanlarla bir süre konuştu. Hâl ve durumlarının nasıl olduklarını sordu. Bir ara dikkatli bir şekilde çevresindeki kalabalığa bakındı. Özellikle birisini aradığı belliydi. Es’ad b. Zurâre’yi göremediğini, nerede olduğunu sordu. Kûba’lı olan Es’ad, kalabalık arasında yoktu.

Resulüllah, ikinci Akabe biati sırasında on iki kişiyi Medine’deki Müslümanların işlerini yürütmek, yönetimlerini üstlenmek için seçip görevlendirmiş, Es’ad b. Zurâre’yi de bu kimselerin sorumlusu olarak tayin etmişti. Resulüllah, Es’ad b. Zurâre ile görüşerek Medine’deki Müslümanların durumlarını öğrenmek istiyordu. Fakat Es’ad görünürde yoktu. Onun, Külsum b. Hidm’in evine gelemediği söylendi. Resulüllah, bunun sebebini sorduğunda, Hazreçli olan Es’ad b. Zurâ-re’nin, Evslilerle İslâm öncesinden gelen bir kan davasına sahip olduğu, bu nedenle Evslilerin mahallelerine giremediği bildirildi. Anlaşılıyordu ki, Müslüman olan Hazreçliler ile Evsliler arasındaki çekişme ve fiilî kavgalar her ne kadar sona er-mişse de; geleneksel ayrılık ve korkular hâlâ devam ediyordu. Hâlâ Müslüman Hazreçliler ve Evsliler bir araya gelmekten kaçmıyor, birbirlerinin bölgelerine girmeye çekmiyorlardı.

Resulüllah’ı görmek isteyen, üstelik O’nun tarafından sorulduğunu duyan Es’ad b. Zurâre akşam olunca başını örtüp, tanınmayacak bir kıyafetle Resulüllah’m yanına geldi. İslâm öncesi kırgınlıkların kalplerde yaşamaya devam ettiğini, bu nedenle tedbir alarak gizlice gelmek zorunda kaldığım, kendisine bir zarar gelmesinden korktuğunu söyledi. Bu problemin bir an önce çözülmesi gerekiyordu. Elbette ki kalplerdeki kin ve düşmanlıkları bir anda yok etmek zordur. Ancak buna rağmen birşeyler yapıp öncelikle ve hemen Es’ad b. Zurâre’nin probleminin çözülmesi gerekiyordu. Bu ise himaye ile gerçekleşebilirdi. Resulüllah, Müslümanlardan güçlü bir ailenin Es’ad b. Zurâre’yi himayesine almasını, Es’ad’ın çekinmeden her mahalleye gidebilir duruma gelmesini istedi. Müslümanlardan bazıları ‘Ey Allah’ın Resulü! Onu sen himayene al dediler. Bu isabetli bir teklifti. Resulüllah teklifi kabul etti ve Esad b. Zurâre’yi himayesine aldığını ilan etti. Es’ad b. Zurâre o günden sonra Evslilerin mahallelerine korkmadan girdi. Hiç kimse, Resulüllah’m himayesindeki bir kişiye kin ve düşmanlıkla bakmadı; hakkında bir kötülük düşünmedi.

Resulüllah Küba’da on iki gün kaldı.[1] Bu süre içerisinde Medine’nin diğer yerleşim merkezlerindeki Müslümanlar kendisini görmek ve konuşmak için sıklıkla Küba’ya gelip gittiler. Resulüllah, Külsum b. Hidm’in evinde kalıyor, ama ziyaretçileriyle Sâ’d b. Hayseme’nin evinde görüşüyordu. Çünkü, Sâ’d b. Hayseme bekârdı ve evi genişti. Onun evindeki görüşmeler ve kalabalıklar hiç kimseyi rahatsız etmiyordu. Halbuki Külsum b. Hidm’in evi kalabalıktı. Kalabalığın daha da artması nedeniyle kadınlar ve çocuklar rahatsız olabilirlerdi. Resulüllah bu tercihiyle, her şartta insanların durumlarını gözetmede ayrıntılara ne kadar dikkat ettiğini bir kez daha göstermiş oldu.

Resulüllah Küba’da kaldığı süre içerisinde Müslümanların arasındaki bazı problemleri çözdü, aralarındaki kardeşlik bağım güçlendirdi. Kûba’daki Müslümanların eskiden beri cemaatle namaz kıldıkları Külsum b. Hidm’e ait bir düzlüğü duvarla çevirtip, bir kısmının da üstünü de örttürerek islâm’ın ilk mescidini inşa etti. Kendisi de bu inşa işinde fiilen çalıştı. Esasen, Mekke yıllarında, Ammar b. Yâsir ve Ebû Bekir evlerinin bir kısmını sadece namaz kılmaya tahsis ederek, bir tür mescit inşa etmişlerdi. Fakat bu mekanlar şahsa aitti ve Mekke’deki müşriklerin zorbalıkları nedeniyle Müslümanlar cemaat halinde namaz kılamıyorlardı. Dolayısıyla o iki mekan hiçbir zaman gerçek bir mescit niteliğine sahip olamamıştı. Resulüllah, imamlığım yaptığı ilk Cuma namazını Kûba’daki mescitte kıldırdı. Böylelikle, hicretten önce Medine’deki Müslümanlar tarafından kılınmaya başlanan Cuma namazı, müşriklerin saldırılarından korkmadan toplanabilecekleri bir yere taşındıkları için artık Mekkeli Müslümanlar tarafından da kılınmaya başlanmış oldu. Resulüllah, kıldırdığı bu ilk Cuma namazının hutbesinde Müslümanlara bazı hatırlatmalarda bulundu. Bazı istek ve tavsiyelerini dile getirdi. Özellikle Medineli Müslümanların (Ensar’m), Mekke’den hicret etmiş ve hepsi de yoksullaşmış Müslümanlara yardımcı olmalarını, mallan konusunda cimrilik etmemelerini istedi.

Suheyb b. Sinan hicrete geç karar verenlerdendi. Hicret etmek için Mekke’den ayrılacağı sırada bir grup müşrik tarafından yakalanmıştı. Süheyb, kendisini yakalayan müşriklere sahip olduğu bütün mal varlığını vererek hicretine izin alabilmiş ve Küba’da ikamet eden Resulüllah’a yetişmeyi başarmıştı. Suheyb, aralarında Hz. Ömer’in de bulunduğu bir grup Müslüman’la birlikte hurma yemek üzereyken Resulüllah’m yanma geldi. Resulüllah, Süheyb’i görünce sevindi. Hemen yerinden kalkıp Süheyb’e sarıldı. Bütün malını vererek hicretine izin alması nedeniyle kazandı! Suheyb kazandı! Suheyb kârlı bir ticaret yaptı ve bu ticaretten kârlı çıktı’ dedi. Elinden tutup Süheyb’i yanma oturttu. Durumunu sordu. Suheyb yolculuk sırasında gözlerinden rahatsızlandığını, çok iyi göremediğini söyledi. Suheyb bir yandan Resulüllahla konuşurken, bir yandan da önündeki kapta bulunan hurmalara bakıyordu. Çünkü çok acıkmıştı. Resulüllah’m hurma yemesini söylemesi üzerine, adeta hücum edercesine eli hurma yığınına gidip gelmeye başdi Hurmaları peş peşe ağzına atıyordu. Fakat hurmaların en iyisini, tazesini seviyordu. Herkes durup Süheyb’i seyretmeye başladı. Suheyb’in hurmaları seçip, peş peşe ağzına atmasını seyreden Hz. Ömer gülümseyerek ‘Ey Allah’ın Resulü! Suheyb hem gözünden rahatsız olduğunu, iyi göremediğini söylüyor, hem de hurmaların en iyisini bulup yiyor. Bu nasıl bir iş!y dedi. Suheyb sitemi duymuştu. Resulüllah’a bakarak ıEy Allah’ın Resulü! Ömer doğru söylüyor. Gözüm gerçekten ağrıyor. Ama, ikisi de ağrımıyor. Ben daha iyi gören gözümle hurmaları seçip alıyorum’ dedi. Resulüllah gülümsedi, Süheyb’e devam etmesini söyledi.[2] Bu sırada vahyolunan bir ayette Suheyb’in hicreti konu edilerek, o ve onunla aynı durumda olanlar övüldüler ‘İnsanlardan öyleleri de var ki, Allah’ın rızasını kazanmak için kendini ve malını feda eder. Allah kullarına şefkatlidir.[3]

Resulüllah, Mekke’den ayrılırken, müşrikleri aldatarak oyalayıp vakit kazanmak için Ali’yi yatağına yatırmış ve yanında bulunan Mekkelilere ait bazı emanetleri ertesi gün sahiplerine iade etmesini söylemişti. Ayrıca, işini bitirdikten sonra hemen yola çıkmasını ve kendisine yetişmesini de söylemişti. Ali söylenenleri aynen yapıp, emanetleri sahiplerine teslim edince Mekke’den ayrıldı. Zorluklarla dolu, yorucu bir yolculuğu takiben Küba’ya gelebildi. Ali, Resulüllah’a yetişmiş ve Küba’ya gelmişti fakat yolculuğu çok zor şartlarda geçtiği için yorgundu, ayakları yaralanmıştı. Küba’ya gelir gelmez yorgunluktan yığılıp kaldı. Bir adım dahi atacak hali yoktu. Resulüllah’a, Ali’nin Küba’ya geldiği, ancak ayakları yaralı ve çok yorgun olduğu için yerinden kalkamadığı bildirildi. Resulüllah, Ali’nin geldiğini duyunca sevindi. Hemen kalkıp onun bulunduğu eve gitti. Ayaklan kanlar içinde, yorgunluktan kıpırdayamaz hale gelmiş Ali’yi görünce duygulandı. Ona sarıldı. Yanma oturup ayaklarını kucağına alarak sıvazladı ve dua etti. Bu sırada gözlerinden yaşlar akıyordu.

Küba, Müslümanlar için Mekke’yle kıyaslanamayacak oranda güvenilir bir yerdi. Müşrikler ve Yahudiler çoktu, ama İslâm’a ve Müslümanlara açıkça düşmanlık yapan hiç kimse yoktu. Fakat buna rağmen, başta Resulüllah olmak üzere tüm Müslümanlar, o zamana kadar bildikleri ve davranışlarına alıştıkları Mekke müşriklerinden daha farklı bir düşman tipiyle ilk defa Küba’da karşılaştılar. Bunlar münafıklardı. Münafıklar, İslâm’a ve Müslümanlara yönelik kinlerini, düşmanlıklarını açığa vuramayan ve Müslüman görünme ihtiyacı hisseden kimselerdi. Fırsatını buldukça düşmanlıklarının gerektirdiği şekilde davranmaktan geri kalmıyorlardı. Düşmanca girişimlerden birisini Resulüllah’ın Küba’da kaldığı günlerde gerçekleştirdiler. Gecenin karanlığı çökünce, eteklerine topladıkları taşlarla Resulüllah’ın kaldığı evi taşladılar. Amaçları Resulüllah’ı korkutup kaçırmaktı.

Resulüllah Küba’da kalıyordu ama amacı ovanın merkezindeki Cevf ismiyle anılan bölgeye yerleşmekti. Böylelikle ovadaki tüm yerleşim merkezine eşit mesafede ikamet ediyor olacaktı. Resulüllah, Kûba’daki işlerini bitirdikten sonra, Neccar oğullarından bir grup gencin eşliğinde, yol arkadaşı Ebû Bekir’le birlikte Cevf bölgesine hareket etti. Yol uzun sayılmazdı. Yolculuğu sırasında, evi yol üzerinde bulunan Abdullah b. Ubeyy’i ziyaret etmek istedi. Medine’nin eşrafından olan Abdullah b. Ubeyy, bazı Medineliler Müslüman oldukları ve Resulûllah’ı Medine’ye davet ettikleri günlerde, Medine’nin kralı ilan edilmek üzereydi. Hatta, Yahudi bir kuyumcuya krallık tacı bile sipariş edilmişti. Ama İslâm’ın Medine’de taraftar bulması ve Resulüllah’ın Medine’ye hicret etmesi Abdullah b. Ubeyy’in hayallerini sona erdirmişti. Yakm zaman öncesine kadar Medine’nin en itibarlı kişisiyken, artık kapısına gelen, krallığını kabul ettiğini bildiren kimse yoktu. Herkes Resulüllah’ın yanında yer alıyordu. Bu nedenle Abdullah b. Ubeyy, hayallerinin gerçekleşmesine engel olan Resulüllah’a karşı kin ve düşmanlıkla doluydu. Fakat düşmanlığını açığa vurmasının kendisine zarardan başka bir şey getirmeyeceğini de biliyordu. Zira, adamlarının çoğu Müslüman olmuş ve Resulüllah’a bağlanmışlardı. Resulüllah, Abdullah b. Ubeyy’in kendisine kızgın olduğunu, kalbinin öfkeyle dolup taştığını biliyor; fakat onun bu öfkesine hak veriyordu. Bu nedenle de Abdullah b. Ubeyy’i ziyaret ederek öfkesini dindirmek ve bu ziyaretiyle onun Medineliler gözünde tamamen kaybolmak üzere olan itibarını devam ettirmek arzusundaydı. Resulüllah, Abdullah b. Ubeyy’in evine yaklaştı, ama hiçte hoş olmayan bir şekilde karşılandı. Ukala bir tavırla kapıyı açan Abdullah b. Ubeyy, Resulüllah’a, niçin geldiğini ve ne istediğini sordu. Resulüllah’ın, ziyaret amaçlı geldiğini söylemesi üzerine ‘Sen, seni davet edenlere git ve onların evinde otur’ diyerek evine girip, kapıyı kapadı. Sâ’d b. Ubâde, Abdullah b. Ubeyy’in kabalığının Resulûllah’ı üzmesinden ve bu davranışın tüm Medineliler tarafından paylaşıldığı düşüncesine kapılmasından çekindiği için durumu açıklamak ihtiyacı hissederek; ‘Ey Allah’ın Resulü! Onun bu davranışına üzülme. Sen bize geldiğin zaman o krallık hayalleri kuruyordu. Hazreç oğulları onu kendilerine kral seçeceklerdi, îşte şurası benim evim, evimi şereflendir. Benim misafirim oV dedi. Resulüllah, Sâ’d b. Ubâde’nin teklifine teşekkürle karşılık verdi ve yoluna devam etti.

O gün cuma idi. Küba’dan Cevf’e yolculuk sırasında öğle vakti oldu. Resulüllah, Ranuna denilen yere gelince yanındaki Müslümanlarla cuma namazı kıldı. Daha sonraları bir mescit inşa edilen ve ‘Mescid-i Atika’ veya ‘Mescid-i Cuma’ ismiyle anılan bu yerdeki hutbesinde sayısı yüz civarında olan cemaate islâm’dan bahsetti; ve hareketleri konusunda uyarıp bazı nasihatlarda bulundu.

Hutbesi şöyleydi:[4]

Hamd, Allah’a mahsustur. O’na hamd eder, O’ndan yardım ister, O’ndan mağfiret ve hidayet dilerim. O’na iman ederim. O’na nankörlük etmem. Düşmanlığım O’na nankörlük edenedir. Allah’tan başka ilâh bulunmadığına, tek olduğuna ortaksız olduğuna, Muhammed’in de O’nun kulu ve elçisi olduğuna, Muhammed’i hidayet, hak din, nur ve öğüt ile gönderdiğine şahitlik ederim. Ey insanlar! O Allah ki, peygamberlerin arasının açıldığı, ilmin azaldığı, insanların sapkınlığa düştüğü bir zamanda kulunu, tam bir hidayet, tam bir nur ve en güzel öğüt olan Kur’an ile gönderdi. Ey insanlar! Sözlerin en güzeli Allah’ın kitabının sözleridir. Allah kimin kalbini Kur’an’la süsler ve onu küfürden sonra islâm’a mensup kılarsa; o da Kur’an’m sözlerini insanların sözlerine tercih ederse; işte o kimse felaha erer; kurtulanlardan olur. Allah’a ve resulüne uyan doğru yolu bulmuştur. Allah’a ve resulüne karşı gelen de azgınlık ve taşkınlığa saplanmış, sapıklığa düşmüştür. Allah’ın sizi sakındırdığı şeylerden sakının. Bundan daha üstün bir hatırlatma ve bundan daha değerli bir nasihat yoktur. Ey insanlar! Sadece Allah’a ibadet edin; O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. O’ndan sakınılması gerektiği gibi sakının. Allah’ı sevin, Allah’ın sevdiğini sevin. Allah’ın kitabından usanmayın; O’nun zikrinden kalbinize darlık gelmesin. O’nun kitabı, yaratılan her şeyin üstününü s’eçip ifade eder; amellerin hayırlısını, kulların seçkinlerini, kıssaların iyisini anlatır. Haram ve helâlleri bildirir. Güzel sözlerinizle Allah’ın söylediklerini tasdik edin ve söyleyin. Allah’ın ihsan ettiği rahmet ve sevgiyle birbirlerinize karşı muhabbetli olun. Ey insanlar! Allah’tan başkasında kuvvet ve kudret yoktur. Allah’ın düşmanlarına düşman olun. O’nun yolunda gereği gibi cihad edin.

Ey insanlar! Kendinizi ahirete hazırlayın. Ahiret azığınızı kendinizden önce gönderin ki oraya gittiğiniz zaman hazır bulabilesiniz. Şunu bilin ki hepiniz öleceksiniz ve malınız sahipsiz, sürüleriniz çobansız kalacak. Rabbiniz size ‘Benim elçim size gerekli şeyleri bildirmedi mi? Ben sana mal verdim, ihsan da bulundum. Sen bunlardan kendine ahiret payım ayırdın mı?’ diye soracak. Eğer azığınızı önceden göndermemişseniz sağınıza bakacaksınız, solunuza bakacaksınız ve cehennemden başka bir şey göremeyeceksiniz. Öyle ise yarım hurma ile de olsa, kendinizi cehennemden uzak tutun. Gücü yeten hayır işlemeyi ertelemesin. Onu bulamayan da güzel sözle kendisini cehennemden korusun. Allah’ın rahmet ve bereketi üzerinize olsun.[5]

Resulüllah namaz sonrasında Cevf e olan yolculuğuna devam etti. O’nun Küba’dan ayrıldığını duyan herkes yollardaydı. Cevf de yaklaşık beş yüz kişiden oluşan bir kalabalık tarafından karşılandı. Herkes tarifi mümkün olmayacak bir mutluluk içerisindeydi. Herkesin yüzü gülüyor, sevinç gösterilerinde bulunuyorlardı. Enes b. Malik, o günün tanıklarından birisi olarak şunu söylemiştir: ‘Ben, Resulüllah in Medine’ye geldiği günden daha güzel, daha parlak ve daha coşkulu bir gün görmedim. [6]
Herkes mutluydu. Ama bu mutluluk kısa süre sonra bir çekişmeye dönüştü. Her Müslüman, kutlu misafirin ev sahibi olma şerefini kimseye kaptırmamanın çabasını yürütüyordu. Fırsatını bulan kendisini Kusva’nm önüne atıyor ve Ey Allah’ın resulü! Anam babam sana feda olsun! Bizde kuvvet ve servet var. Bizim evimizi şereflendir.

Bizim misafirimiz ol’ diyordu. Resulûllah ise, bütün bu isteklere, bu misafirperverlik yarışına ‘Allah onları size hayırlı etsin; mübarek kılsın’ diyerek dua ediyordu. O, her kimin evini seçerse, diğerlerinin üzüleceğini, kendilerinin tercih edilmediği gibi yanlış bir kanaate sahip olacağını biliyordu. Çözümü devesi Kusva’ya bıraktı. Nasıl olsa bir hayvanın tercihine kimse itiraz etmez ve küsmezdi. Kusva her nerede çökerse orada kalacağım, oranın sahibine misafir olacağını söyledi. Artık bütün gözler Kusva’daydı. Müslüman olan Cevfli herkes Kusva’nm kendi evlerinin avlusunda, kendi bahçelerinde çökmesi için dualar ediyordu. Serbest bırakılan Kusva bir süre gezinip sonra bir bahçeye gelince durdu ve çöktü. Bir anda sevinç çığlıkları ile üzüntü ifadeleri birbirine karıştı. Bazıları kutlu misafirlerine ev sahipliği yapamamanın üzüntüsüyle kahrolurken, Neccar oğulları sevinçlerinden ne yapacaklarını şaşırmış bir hâlde birbirlerine sarıldılar. Bu arada, kimseye çaktırmadan Kusva’yı tekmeleyenler vardı. Olurdu ki, Kusva kalkar da, belki de kendi bahçesinde veya evinin önünde çökerdi. Fakat bir kez çöken Kusva yerinden kalkmadı. Kusva’nın çöktüğü yer Neccar oğullarına ait olduğu için Resulûllah, Neccar oğullarından birisinin evinde kalacağını bildirdi. Bu sefer de Neccar oğullarının arasında misafirlerini paylaşamamanın itişmeleri-kakışmaları görüldü. Sonunda kura çekildi ve kura Ebû Eyyûb el-Ensarî’ye çıktı. Ebû Eyyûb yedi ay süreyle kutlu misafirinin ev sahipliğini yapma şerefine sahip oldu.

Resulûllah, Ebû Eyyûb el-Ensarî’nin evine giderken bir grup kız çocuğu etrafını sardı. Sevinçliydiler. Ellerindeki tefleri çalarak ‘Neccar oğullarının kızlarıyız bizi Ne hoştur komşuluğu Muhammed’in!’ diye şarkı söylüyorlardı. Resulûllah durdu ve ‘Beni seviyor musunuz?’ diye sordu. Çocuklar hep bir ağızdan “Ey Allah’ın Resulü! Seni çok seviyoruz’ diye bağırdılar. Resulûllah yürekten gelen bu sözlere sevindi ve ‘Vallahi ben de sizleri seviyorum [7] dedi. Sonra eve girdi.

Ebû Eyyûb için, Resulüüah’a ev sahipliği yapmak, ifadesi mümkünsüz bir mutluluk, değeri tahmin edilemeyecek bir şerefti. Herkesin gıpta ettiği, kıskandığı birisi olmuştu. İnsanların en kutlusuna ev sahipliği yapmanın mutluluğunu, sonsuz şerefini hayatı boyunca doyasıya yaşadı. Fakat, iki katlı evinin alt katma kendi isteğiyle yerleşen Resulüllah’m üstünde yaşıyor olmaktan rahatsızlık duyuyordu. Resulûllah kabul etmek istemediği halde, zorlada olsa kendisi alt kata geçip, Resulüllah’ı üst kata çıkardı. Artık daha da mutluydu. Resulüllah’ı evlerinde misafir etme şerefini kaçırdıkları için üzülen diğer Müslümanlar ise, O’na hizmet şerefinden pay alma yarışına giriştiler. O’nun ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyorlar, en güzel yemeklerini O’na sunuyorlardı. Resulûllah ise kendisine gelen bu yiyecekleri her seferinde yoksul Müslümanlarla paylaşıyordu.

Ebû Eyyûb, evinde kaldığı yedi ay içerisinde Resulüllah’ı daha yakından tanıdı. Tanıdıkça daha da çok sevdi. O’na her geçen gün daha derin bir sevgi ve saygı ile bağlandı. O’nu yakından tanıyan bir Medineli olduğu için, Medineli diğer Müslümanlar, kendisinden hep Resulüllah’ı soruyor, o da büyük bir mutlulukla kutlu misafirini dostlarına, komşularına anlatıyordu. Kendisine, Resulüllah’m zor beğenen, kaprisli birisi olup olmadığı soruluyordu. Zira O’nu herhangi birisi olarak değil, Medine’nin kralı olarak görüyorlardı. Kanaatlerince kralların sahip olduğu gurur ve kapris az da olsa O’nda da olmalıydı. Fakat Ebû Eyyûb’dan aldıkları cevap kanaatlerini desteklemiyordu. Ebû Eyyûb, O’nun çok mütevazı birisi olduğunu söylüyordu. Bu sefer ‘O’nun sevmediği yemekler neler? Hangi yemekleri daha çok seviyor?’ diye soruyorlardı. Bu sorularına aldıkları cevap, umdukları ama hâlâ düşüncelerinde bir peygamberi bir kraldan ayıracak kriterler netleşmediği için beklemedikleri bir cevaptı: ‘O yemek ayırmıyor. Hiçbir yiyeceği beğenmezlik yapmıyor. Kendisine ne takdim edersek onu yiyor. Kendisi için özel bir istekte bulunmuyor. Fakat sanki keşkeği biraz daha fazla seviyor gibi. [8] Ebû Eyyûb, bir başka seferinde de aynı nitelikte soruya, Resulüllah’m soğan ve sarımsak yemekten kaçındığını ve bunun gerekçesini ise ‘Ben insanlarla konuşan bir kişiyim. Bunların kokusu nedeniyle insanları rahatsız etmekten çekinirim [9] diyerek açıkladığını söyledi.

[1] Resulüllah’m Küba’da kalış süresiyle ilgili rivayetlerde farklı sayılar yer almaktadır. Ağırlıklı görüş, Küba’da ondört gün kaldığıdır. Ancak bu görüş, diğer bazı bilgilerle bir arada düşünüldüğünde yanlıştır. Şöyle ki; Resulüllah’ın Pazartesi günü Küba’ya geldiği, ilk Cuma namazını Küba’da kıldığı ve yine bir başka Cuma günü Küba’dan ayrıldığı, bu yolculuğu sırasında ikinci cuma namazını Küba ile Medine arasındaki bir yerde kıldığı kesin olarak bilinmektedir. Buna göre Resulüllah Küba’da on iki gün kalmış olmalıdır.

[2] ibn Sâ’d, et-Tabakatü’l-Kübra, III/228, 229; Belâzürî, Ensâbü’l Eşraf, 1/182, 183.
[3] Bakara, 2:207
[4] Bu hutbe, içeriği aynı olmak üzere kaynaklarda çok farklı uzunluklarda ve biçimlerde rivayet edilmektedir. Burada mevcut rivayetler dikkate alınarak ortak bir metin oluşturulmaya çalışılmıştır.
[5] Hakim, Müsteârek, 111/399
[6] Taberî, TarihtiY-Rusüî ve’l-Mülûk, 11/255, 256; Ibn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihâye, III/259; Kurtubî, el-Cami’u li Ahkâmi’l Kur’an, XVIlI/98.
[7] Ibn Sâ’d, Tabakat, V 233, 234; Hakim, Uüstedrek, 111/12.
[8] Belâzürî, Ensâbü’l Eşraf, V 267.
[9] Ahmed, Müsned, IV/462.
 
Üst Alt