6-)DÖRDÜNCÜ RİSÂLE BİRLEŞELİM ve SEVİŞELİM

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Mescid-ül-Bakî’: Bakî’ kabristânından çıkarken sağ tarafdadır. Resûlullah burada çok nemâz kılmışdır.
Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” nemâz kıldığı bunlardan başka otuzsekiz mescidin ismleri ve yerleri (Mir’ât-i Medîne) kitâbında uzun yazılıdır.
Mescid-ün-Nebî: Medîne-i münevverenin en büyük mescididir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Medîneye hicret etdiği zemân, devesinin ilk çökdüğü yerdir. Önce Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretlerinin evinde yedi ay müsâfir kaldı. Hazret-i Ebû Bekrden aldığı on altın ile arsa satın alıp, tesviye etdiler. İkinci senesinin Safer ayında, mescid temâm oldu. Üzeri hurma dal ve yaprakları ile örtüldü. Üç kapısı vardı. Mihrâbı, şimdiki (Bâb-ı Tevessül) yerinde idi. Şimdi mihrâbın yerinde olan kapısından cemâ’at girer çıkardı. Temelin derinliği ve dıvârların kalınlığı üç arşın [birbuçuk metre] idi. Temeli taşdan, dıvârları kerpiçden idi. Eni, boyu yüzer arşın idi. Yüksekliği yedi arşın idi. Temele ilk taşı kendi mubârek eli ile koydu. Bu taşın yanına hazret-i Ebû Bekrin, sonra Ömer, Osmân ve Alînin sıra ile birer taş koymalarını emr eyledi. Sebebini soranlara, (hilâfetlerinin sırasına işâretdir!) buyurdu. Mescidin sağ ve solunda, mubârek zevceleri için, dokuz oda da yapıldı. Mescide en yakın oda, hazret-i Âişeye verildi.
Safer ayından, vefât edinceye kadar, Medînede iken, bütün nemâzlarını hep bu mescidde cemâ’at ile kıldı. Resûlullahın, Eshâbı ile birlikde, bu câmi’lerde nemâz kıldıkları besbelli iken, komünistlerin, Salât düâ demekdir, İslâmiyyetde nemâz kılın diye bir emr yokdur, demelerine çok şaşılır.
Bekara sûresinin yüzyirmibeşinci âyetinde meâlen, (Mescid-i harâmdaki Makâm-ı İbrâhîm denilen yerde nemâz kılın! Biz İbrâhîme ve İsmâ’île emr etdik ki, tavâf edenler ve rükû’ edenler ve içinde oturanlar ve secde edenler için, benim beytimi temizleyin!) buyuruldu. Bu âyet-i kerîmede, Allahü teâlâ, Kâ’beye benim evim diyor. Bunun için Kâ’beye Beytullah denir. Allahü teâlâ, Sâlih aleyhisselâmın devesine de Hûd sûresinde (Nâka-tullah) dedi. Bu âyet-i kerîmelerdeki, Allahın evi, Allahın devesi sözlerinden, Allahü teâlânın, Kâ’be içinde, devenin yanında olması anlaşılmaz. Câhil olan, ahmak olan bile böyle anlamaz. Kâ’be gibi, bütün câmi’lere Beytullah denir. Böyle söylemek, câmi’lerin kıymetlerinin, şereflerinin çok olduğunu bildirmek içindir.
Nûr sûresinin otuzaltıncı âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, ba’zı evlerin kıymetlerinin yüksek tutulmasını emr etdi.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Kıymeti yüksek olan bu evlerde, Onun ismini zikr etmeği emr etdi. Buralarda sabâh akşam, Allahü teâlâ tesbîh olunur) buyuruldu. Dahâ yukarıda bildirdiğimiz âyet-i kerîmede, Allahü teâlâ, nemâza zikr demişdi. Bu âyet-i kerîme de, câmi’lerde nemâz kılınacağını gösteriyor. Abdüllah ibni Abbâs hazretleri, [Câmi’lere Beytullah denir. Bu âyet-i kerîmeye (Kendi evleri) diye ma’nâ vermek, Kur’ân-ı kerîmi değişdirmek olur] dedi.
Nisâ sûresinin yüzüncü âyetinde meâlen, (Yer yüzünde sefere çıkınca, salâtı kısaltabilirsiniz!) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme geldikden sonra, Resûlullah, nemâzlarını seferlerde iki rek’at kıldı. Bu âyet-i kerîmeden sonra, meâl-i şerîfi, (Sen, muhârebede Eshâbınla birlikde salât kılarken, cemâ’atin bir kısmı, seninle birlikde, silâhlı olarak kılsınlar. Bir rek’at kılınca, bunlar düşman karşısına gitsinler. Salât yapmıyanlar gelip, salâta seninle devâm etsinler!) olan âyet-i kerîme de, salâtın nemâz demek olduğunu, düâ demekdir diyenlerin yanlış söylediklerini açıkca göstermekdedir.
Taberânîde ve Münâvîdeki hadîs-i şerîfde, (Mescidleri yol yapmayınız! Mescidlere zikr ve salât için giriniz!) buyuruldu.
(Salâtın tâm olması, safları düzeltmekle olur) hadîs-i şerîfi, salâtın nemâz demek olduğunu ve farzların cemâ’at ile kılınacağını göstermekdedir.
İbni Âbidînde, nemâzın mekrûhları sonunda bildirilen hadîs-i şerîfde, (Evinizdeki salâtınız, benim mescidimdeki salâtınızdan dahâ kıymetlidir. Fekat farzlar, böyle değildir) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf gösteriyor ki, salât nemâz demekdir ve farzları câmi’de, sünnet nemâzları evde kılmak iyidir. Bir hadîs-i şerîfde, (Mescidimde kılınan salât, başka yerlerdeki salâtdan bin kat dahâ sevâbdır. Mescid-i harâmdaki salât da, benim mescidimdekinden yüz kat dahâ sevâbdır) buyuruldu.
Mezhebsizlerden bir kısmı ve zındıklar nemâz kılmıyorlar. Salât emr olundu. Bu da, düâ demekdir. Müslimânlıkda yatıp kalkmak ve câmi’ yapmak yokdur. Peygamberler, câmi’lere gitmeyin, kalb câmi’inde Allaha yalvarın, dedi diyorlar. Yukarıdaki âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler, onların yalan söylediklerini, müslimânları aldatmak istediklerini açıkça göstermekdedir.
9 — Mezhebsizlerden bir kısmı ezânın da düâ demek olduğunu söyliyor. Hâlbuki Peygamberimiz, müezzini olan Bilâl-i Habeşîye ezân okumasını öğretdi. Yüksek yere çıkarıp ezân okutdu. Meâl-i şerîfleri, (Salât için size nidâ edildiği zemân) ve (Cum’a günü salât için nidâ edildiği zemân) olan âyetler, ezân okumağı göstermekdedir.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Hâkimin ve Münâvînin bildirdikleri hadîs-i şerîfde, (Nidâyı işitip de oraya gelmiyenin nemâzı kabûl olmaz) buyuruldu. Nidâ ezân okumak demekdir. Câmi’lerde minâreyi ilk olarak, Eshâb-ı kirâmdan Selmetebni Halef hazretleri Mısrda yapdı. Kendisi, hazret-i Mu’âviye zemânında Mısr vâlîsi idi.
Allahü teâlâyı hafîf sesle zikr etmek ibâdetdir. Turuk-ı aliyye mensûbları, bunun için zikr ederler. Bu zikri ezân ile karışdırmak, câhillik veyâ zındıklıkdır. Resûlullah efendimiz, (Müezzinlerin, kıyâmet günü, boyunları uzun olacakdır) hadîs-i şerîfi ile, müezzinleri senâ eyledi. Ya’nî kıyâmet günü, alınları açık, göğüsleri kabarık olacakdır. Deylemînin ve Münâvînin bildirdikleri hadîs-i şerîfde, (Müezzin ezânı bitirmeden önce, salâta tekbîr almayınız!) buyuruldu. Ebû Dâvüdün ve Münâvînin bildirdiklerinde, (Fecr ağarmadan ezân okuma!) buyuruldu. Hurûfîler, müezzinlerin ezân okumasını, eşeğin anırmasına benzetiyor. Böyle söyliyenler kâfir oluyorlar. Bundan sonra gelen nesl, bu zındıkları la’net ile yâd edecekdir.
10 — (Ehl-i sünnet) denilen hakîkî müslimânlar, Peygamberimizin Ehl-i beytinin “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” kıymetini, üstünlüğünü, iyi bilmekdedir. Oniki mubârek imâmı, çok sevmekdedir. Ehl-i beytin, nûrlu se’âdete kavuşduran, bereketli yollarında bulunmağa çalışmakdadır. Sevmek, kuru lâf ile olmaz. Onlar gibi olmağa çalışmakla olur.
Ehl-i sünnet müslimânlarının en büyük âlimi, yüce imâm, Ebû Hanîfe “rahmetullahi teâlâ aleyh” hazretleri, bütün dünyâ işlerini, talebesini, vazîfesini bırakarak, iki sene, İmâm-ı Ca’fer Sâdık hazretlerinin sohbetinde bulundu. İmâm-ı Ca’fer Sâdık hazretlerinin ilm deryâsından doya doya bilgi topladı. Onun, Resûlullahdan gelen nûrları saçan mubârek kalbinden feyzler aldı. (İmâm-ı Ca’fer Sâdık hazretlerine iki sene hizmet etmeseydim, birşeyden haberim olmıyacakdı) buyurdu. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe hazretleri, imâm-ı Ca’fer Sâdıkdan aldığı bilgilerle, feyzlerle kemâle geldi. Başkalarına nasîb olmıyan yüksekliklere kavuşdu.
Ehl-i sünnet imâmları, îmân ve fıkh bilgilerinin ve tesavvuf ma’rifetlerinin, hattâ tefsîr ve hadîs bilgilerinin çoğunu Ehl-i beyt imâmlarından öğrendiler. Onların terbiyeleri ile yetişdiler. Onların teveccühleri ile yükseldiler. Onlardan müjdeler aldılar. Şî’î kitâbları da böyle olduğunu bildirmekdedir. Şî’î âlimlerinden ibni Mutahhir-i Hullî (Nehcülhak) ve (Minhecülkerâme) kitâblarında, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe ile imâm-ı Mâlikin, imâm-ı Ca’fer Sâdıkdan “rahmetullahi teâlâ aleyhim” ders aldıklarını, Onun yanında yükseldiklerini yazıyor.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, imâm-ı Muhammed Bâkırdan ve Zeyd-i şehîdden de ders aldı. Şî’îler bu yüce Ehl-i beyt imâmlarını görmemiş olan dedelere saygı göstermek ibâdet olur, diyorlar da, o mubârek imâmlara yıllarca hizmet ederek ilm ve feyz almış olan Ehl-i sünnet âlimlerine niçin dil uzatıyorlar? Şî’îlerin, O yüce imâmlardan fetvâ vermek ve ictihâd etmek için icâzet almış olan bu âlimlere itâ’at etmeleri de farz olmaz mı? İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin, imâm-ı Bâkırdan ve Zeyd-i şehîdden ve imâm-ı Ca’fer Sâdıkdan, fetvâ vermek için icâzet aldığını şî’î imâmlarından şeyh-i Hullî bildiriyor. İmâm-ı a’zamın, ictihâd etmek şartlarını taşıdığı, ma’sûm imâmların şehâdetleri ile anlaşılıyor. İmâm-ı a’zama dil uzatmak, ma’sûm olan oniki imâmın şâhidliğini red etmek olur. Bu ise, bütün şî’îlerce küfr olmakdadır. Hele ma’sûm imâmın bulunmadığı bu zemânda, İmâm-ı a’zamın mezhebine girmek, ya’nî Ehl-i sünnet olmak, bütün şî’îlere farz olmuyor mu?
Şî’î âlimlerinden şeyh Hullî diyor ki: Ebülmuhâsin Hasen bin Alî, Ebülbuhtürden haber veriyor: Ebû Hanîfe, Ebû Abdüllah Ca’fer Sâdıkın yanına geldi. İmâm-ı Ca’fer Sâdık, Ebû Hanîfeyi görünce, (Sen babamın sünnetini her yere yayacaksın. Şaşırmışlara yol göstereceksin. Korkuda olanların yardımcısı olacaksın. Kurtuluş yolunun rehberi olacaksın. Allahü teâlâ yardımcın olsun!) dedi. Şî’î kitâblarının hepsi diyor ki: Ebû Hanîfe, Abbâsî halîfelerinden Ebû Ca’fer Mensûrun yanına geldi. Orada Îsâ bin Mûsâ vardı. Ebû Hanîfeyi görünce, (Yâ Halîfe! Bu gelen, bugün yeryüzünün en büyük âlimidir!) dedi. Mensûr sordu: Yâ Nu’mân! İlmi kimden öğrendin? Alînin talebeleri vâsıtası ile Alîden ve Abbâsın talebeleri vâsıtası ile Abbâsdan öğrendim, dedi. Halîfe de çok sağlam vesîkalar bildirdin, dedi. Yine, şî’î kitâblarında diyor ki, Ebû Hanîfe, Mescid-i harâmda oturmuşdu. Herkes etrâfına toplanmış, kendisine herşeyden soruyorlardı. Onlara cevâb veriyordu. Sanki cevâbları hâzır cebinden çıkarıyormuş gibi saçıyordu. İmâm-ı Ebû Abdüllah Ca’fer Sâdık, ânsızın yanına geldi, durdu. İmâmı görünce, hemen ayağa kalkdı. Ey Resûlün torunu! Burada olduğunu önceden bilseydim, böyle iş yapmazdım, dedi. İmâm-ı Ca’fer Sâdık hazretleri de, otur yâ Ebâ Hanîfe! Müslimânların bilmediklerini öğretmeğe devâm et! Babalarımdan öğrendiklerini herkese yay, buyurdu. Yukarıdaki iki haber, İbni Hullînin (Tecrîd)i şerhinde yazılıdır.
Süâl: Şî’îler şöyle diyebilir ki, Ebû Hanîfe ve diğer Ehl-i sünnet imâmları, oniki imâmın “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” talebeleri oldukları hâlde, nasıl oluyor da, onların inançlarına uymıyan fetvâlar veriyorlar?
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Cevâb: Bu süâlin cevâbı, şî’î âlimlerinden Kâdî Nûrullah Şuşterînin (Mecâlisülmü’minîn) kitâbında yazılıdır. Şöyle ki, (Abdüllah ibni Abbâs, hazret-i Emîrin talebesi idi. Onun huzûrunda, ictihâd derecesine varmışdı. Onun yanında ictihâd yapardı. Birçok ictihâdı, Onun ictihâdlarına uymazdı. Emîr “kerremallahü teâlâ vecheh” hazretleri, Onun böyle ictihâdlarını kabûl ederdi. Bundan anlaşılıyor ki, müctehidin kendi anlayışına göre cevâb vermesi lâzım imiş. Evet, âyet-i kerîmelerde ve hadîs-i şerîflerde açık bildirilmiş olan şeyler için ictihâd yapılmaz. Ya’nî böyle açık bilgilerden ayrılmak harâmdır. Fekat, açık bildirilmemiş olan şeyleri anlamak için ictihâd etmek lâzım olur. Şu kadar var ki, ma’sûm olan imâm, ictihâdında hiç yanılmaz. Başkaları ise yanılabilir. Fekat bu yanılmaları suç olmaz. Yanılmalarına bir sevâb verilir) demekdedir. Şî’îlerin (Me’âlimül-üsûl) kitâbında da, bunlar yazılıdır. İctihâdda yanılarak elde edilen bilginin, Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere ve icmâ’ı ümmete muhâlif olmaması lâzımdır.
Ehl-i beytin ictihâdlarına uymıyan fetvâyı vermek suç olsaydı, hazret-i Hüseynin de suçlu olması lâzım gelirdi. Çünki şî’î âlimlerinden Ebû Muhnel Ezdî bildiriyor ki, hazret-i Hüseyn kardeşi hazret-i Hasenin, hazret-i Mu’âviye ile sulh yapmasını beğenmedi. Yanlış iş yapdığını bildirdi. Oniki imâmdan birinin ictihâdını kabûl etmemek, hatâ etdiğini söylemek, Ona düşmanlık demek olsaydı, hazret-i Hasenin hazret-i Hüseyne düşman olması lâzım gelirdi. Hazret-i Mu’âviyeye “radıyallahü anh” dil uzatanların, Ona iftirâ kampanyası açanların, kötü yolda oldukları buradan da anlaşılmakdadır.
Ehl-i sünnetin hadîs âlimleri ve müctehidleri “rahmetullahi aleyhim”, takvâ ve adâlet ve dindarlık ile meşhûrdurlar. Şî’îlerin Ehl-i sünnet âlimlerini beğenmemeleri, bu âlimlerin îmânlarının, kendi inançlarına uymadığı içindir. Günâh işlediler, yalancıdırlar, dünyâya düşkündürler diyemiyorlar. Hâlbuki, onların âlim dedikleri kimseleri, kendileri de kötülemekdedirler.
Kendilerine, ilk olarak şî’î diyenler, Sıffîn muhârebesinde hazret-i Alînin ordusunda birlik kumandanları idi. Hazret-i Emîrin sözleri, hareketleri, şî’î kitâblarına, hep bunlardan işitmekle yazılmışdı. Hâlbuki, hâin, fâsık ve Emîre âsî ve yalancı oldukları (Nehcülbelâga) gibi şî’î kitâblarında yazılıdır. Emîr “kerremallahü teâlâ vecheh”, bunların münâfık olduklarını haber verdi. Küfe şehrindekilerin inançları ve ibâdetleri hep bunlardan işitdiklerine göre idi. Bunlara, ma’sûm imâmlar hep beddüâ ve la’net etmişlerdi.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Bunları yanlarına sokmamışlardı. Bunlardan (Kesâî)nin müslimân olduğu belli değildir. Biri de (Zekeriyyâ bin İbrâhîm)dir. Ebû Ca’fer Muhammed bin Hasen Tûsî ve başkaları, bundan işitdiklerini yazmışlardır. Hâlbuki bu Zekeriyyâ, hıristiyan idi.
Abbâsî hükümdârları, Ehl-i beyt imâmlarını zındanlara sokmuşlardı. Yanlarına gitmek, konuşmak yasakdı. Kimse, gidip görüşemezdi. Ehl-i sünnet âlimleri, tehlükeyi göze alıp, ziyâretlerine giderlerdi. Onlardan ilm, feyz alırlardı. Bütün târîhler bildiriyor ki, Mûsâ Kâzım “rahmetullahi aleyh” hazretleri zındanda iken, Ehl-i sünnet âlimlerinden Muhammed bin Hasen Şeybânî ve kâdî Ebû Yûsüf “rahmetullahi aleyhimâ” ziyâretine gider, bilmediklerini sorar, öğrenirlerdi. O sıkı zemânda, imâmın huzûruna gidebilmek için, çok sevgi ve ihlâs lâzım gelir. Bunlar, şî’î kitâblarında da yazılıdır. Şî’îlerin imâmiyye kolu âlimlerinden (Füsûl) kitâbının sâhibi, imâm-ı Mûsâ Kâzım hazretlerinin kerâmetlerini anlatırken, imâm-ı Muhammedden ve imâm-ı Ebû Yûsüfden işiterek bildiriyor ki, Hârûn Reşîd, imâm-ı Mûsâ Kâzım hazretlerini habs etmişdi. İkimiz yanına gitdik. Oturduk. Zindancılardan biri geldi. Sana birşeyler lâzım ise, bana söyle! Yarın gelirken getireyim, dedi. İmâm hazretleri, birşey lâzım değil, buyurdu. Adam gidince, imâm bize dönerek, (Bu adama şaşarım ki, benden birşey soruyor ve yarın getireceğini söylüyor. Hâlbuki, bu gece ânsızın ölecekdir) buyurdu. Adamın o gece öldüğünü haber aldık.
(Kâmûs-ül-a’lâm) kitâbında diyor ki, (İmâm-ı Ca’fer Sâdık, hazret-i Alînin torununun torunudur. Annesi Ümm-i Ferve olup, hazret-i Ebû Bekrin torunu olan Kâsımın kızı idi. İmâm “rahmetullahi aleyh” bunun için, hazret-i Alîden gelen Vilâyet kemâllerine kavuşduğu gibi, hazret-i Ebû Bekrden gelen Nübüvvet kemâllerine de kavuşdu. Her iki kemâlden imâm-ı a’zam Ebû Hanîfeye bol bol ihsân eyledi. İmâm-ı Ca’fer Sâdık, cefr, kimyâ ve diğer fen bilgilerinde de âlim idi. Büyük islâm kimyâgeri Câbir, imâm-ı Sâdıkın talebesi idi. Ebû Müslim Horasânî, Emevîlere karşı ısyânını başarabilmek için, İmâm-ı Ca’fer Sâdığı halîfe i’lân etmek istedi. İmâm hazretleri bunu kabûl etmedi. Hattâ, Ebû Müslimin mektûblarını yakdı. Yedi erkek oğlundan en büyüğü İsmâ’îl, babasından önce öldüğü için, imâmdan sonra, ikinci oğlu Mûsâ Kâzım “rahime-hümullahü teâlâ” imâm oldu. Şî’î olduklarını söyliyenlerden bir kısmı, ayrı yol tutarak, İsmâ’îli ve oğullarını imâm tanıdılar. Bunlara (İsmâ’îliyye) denildi.) (Esmâ’ülmüellifîn) kitâbında diyor ki, imâm-ı Ca’fer Sâdıkın (Taksîm-i rü’yâ), (El-câmiatü fil-cefr) ve (Kitâb-ül-cefr) adında üç kitâbı vardır.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Cefr, dört aylık kuzu demekdir. Cefr ilmi, ilerde olacak şeyleri önceden anlıyan bir ilmdir. Eflâtûnun ve eski Hindlilerin cefr üzerinde kitâbları vardır. Bu ilm üzerinde islâmda ilk kitâb yazan hazret-i Alîdir. Câmi’ ve Cefr adındaki iki kitâbını kuzu derisi üzerine yazdığı için, bu ilme cefr adı verildiği (Kâmûs)da bildiriliyor.
İmâm-ı Ca’fer Sâdık, din, ibâdet hakkında hiç kitâb yazmadı. Şî’îlerin elinde bulunan (İmâm-ı Ca’fer Buyruğu) adındaki kitâbı, Ca’fer bin Hüseyn Kummî yazmışdır. Bu adam 340 [m. 951] senesinde Kûfede ölmüşdür. Şî’îlerin ilk fıkh, din bilgilerini bunun yazdığını, meşhûr (Müncid) kitâbı da bildirmekdedir. Ellerindeki (Risâle-i Ca’feriyye) kitâbını da, Ebû Ca’fer Muhammed Tûsînin yazmış olduğunu (Kâmûs-ül-a’lâm) bildiriyor. Bu da, 460 [m. 1068] da ölmüşdür. Tefsîri yirmi cilddir. Şî’îler, bu iki Ca’ferin kitâblarını ileri sürerek, kendilerine (Ca’ferî) diyor. İmâm-ı Ca’fer Sâdıkın yolunda olduklarını, bu yoldan isbâta kalkışıyorlar. Ca’fer ve cefr kelimeleri birbirine benzediği için, bu kitâbların da imâm-ı Ca’fer Sâdık hazretleri tarafından yazıldığını söylüyorlar.
11 — Hurûfîler, islâmiyyeti içden yıkabilmek için, dînin direği, Ehl-i sünnetin gözbebeği, büyük âlim imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi aleyh” hazretlerine de saldırıyorlar. Bu yüce imâmı lekeliyebilmek için, her çirkin iftirâyı, her alçak yalanı yazmakdan utanmıyorlar.
Bu yüce imâmın hâl tercemesi, (Se’âdet-i Ebediyye) ve (Fâideli Bilgiler) ve (Eshâb-ı Kirâm) kitâblarında yazılıdır. Büyük islâm âlimi İbni Hacer-i Mekkî “rahmetullahi teâlâ aleyh” hazretlerinin arabî (Hayrât-ül-hisân) kitâbından ve Ferîdeddîn-i Attâr hazretlerinin, fârisî (Tezkire-tül-evliyâ) kitâbından ve Taşköprü zâdenin (Mevdû’ât-ül’ulûm) türkçe kitâbından alarak aşağıda birkaç kelime dahâ yazmağı uygun gördük.
İmâm-ı a’zamın adı Nu’mândır “rahmetullahi teâlâ aleyh”. Ebû Hanîfe, doğru yoldaki müslimânların babası demekdir. Yoksa, Hanîfe adında bir kızı olmadığı gibi, anasının adı da Hanîfe değildir. Anasının adı Hanîfe olsaydı, Nu’mân ibni Hanîfe denirdi.Îsâ aleyhisselâma Îsebni Meryem denildiği gibi, buna da Nu’mân ibni Hanîfe demek lâzım olurdu. Hiçbir kitâbda böyle yazılı değildir. Dost düşman herkes Nu’mân bin Sâbit demekdedir. Her kitâb, babasının adını yazmakdadır. Yalnız, Ehl-i sünnet düşmanı olanlar, anasının adı Hanîfedir, diyerek çirkin hikâyeler uyduruyorlar.
İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi teâlâ aleyh” hazretlerinin dedesinin adı (Zûtâ)dır.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Bunu birçok kitâblar, meselâ büyük âlim İbni Esîr Cezrî hazretleri (Câmi’ul-üsûl) kitâbında yazmakdadır. Bu zât köle idi. Fıkh âlimlerinden çoğu kölelerden yetişmişdir. İmâmın babası Sâbit, müslimân ana babadan dünyâya geldi. Sâbit, hazret-i Alînin sohbetinde bulunurdu. İmâm hazretlerinden çok feyz aldı. İmâm-ı Alî, Sâbite ve evlâdına hayr ve bereket ile düâ etdi. Zûtânın ikinci ismi Nu’mân idi. Bu Nu’mân, Nevruz günü, hazret-i Alîye, fâlûzec, ya’ni pelte, jele ikrâm etmişdi. İmâm-ı a’zam hazretleri İmâm-ı Şa’bîden ve bu, yüzdört târîhinde vefât edince, Hammâddan ders aldı. Hammâd, hicretin yüzyirminci senesinde vefât edince, bütün islâm memleketlerinden, ilm âşıkları, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin yanına üşüşdü. Talebe yetişdirmeğe başladı. O zemân, Şaddar adında bir âlim yokdu. Böyle bir kimseden ders aldığı, hiçbir islâm kitâbında yazılı değildir.
İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe Nu’mân bin Sâbit hazretlerinin her sözü, her işi, Kur’ân-ı kerîm ile ve hadîs-i şerîfler ile idi. (Mîzân-ül-kübrâ) kitâbında diyor ki, (Bir kimse, dört mezheb imâmının sözlerini, kıskanmadan ve inâd etmeden, insâf ile incelerse, herbirinin, gökdeki yıldızlar gibi olduklarını görür. Bunlara dil uzatanları, bu yıldızların sudaki hayâllerini görüp, yıldız sanan ahmak gibi görür.) İmâm-ı a’zam buyurdu ki, nass [ya’nî âyet, hadîs] olan yerde kıyâs yapılmaz. Biz, zarûret olmadıkça kıyâs yapmayız. Bir süâl karşısında kalınca, önce Kur’ân-ı kerîmde ararız. Bulamazsak, hadîs-i şerîflerde ararız. Yine bulamazsak, Eshâb-ı kirâmın herhangi birinin sözlerinde ararız. Bu süâlin cevâbını bunlarda da bulamazsak, kıyâs yaparak cevâbını buluruz. Bir kerre de buyurdu ki, (Bir süâlin cevâbını, âyetde ve hadîs-i şerîflerde bulamazsak, Eshâb-ı kirâmın çeşidli cevâblarını bulursak, kıyâs yaparak, bu cevâblardan birini seçeriz). Bir kerre de buyurdu ki, (Âyetde ve hadîslerde bulamadığımız bilgilerde, hazret-i Ebû Bekrin, Ömerin, Osmânın ve Alînin “radıyallahü anhüm” cevâblarını seçeriz. Resûlullahdan gelen hadîs-i şerîflerin başımız üstünde yeri vardır. Onlara uymıyan birşey söylemeyiz). İmâm-ı a’zam, hiçbir yerde bulamadığı bir bilgi için, kendi kıyâs etdikden sonra, hazret-i Ebû Bekrin sözünü işitirse, kendi re’yini bırakıp, o söze uygun cevâb verirdi. Bütün Eshâb-ı kirâm için de böyle yapardı. Ebû Mutî’ diyor ki, bir Cum’a sabâhı Ebû Hanîfe ile birlikde Küfe Câmi’inde idim. Süfyân-ı Sevrî ve Mukâtil ve Hammâd bin Müslim ve Ca’fer Sâdık ve dahâ başkaları içeri girip, Ebû Hanîfeye sordular, senin, din işlerinde hep kıyâs yaparak cevâb verdiğini işitdik. Senin için korkduk, dediler. İmâm-ı a’zam öğleye kadar, bunlarla münâzara eyledi. Mezhebini uzun anlatdı.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Önce Kur’ân-ı kerîmden, sonra hadîs-i şerîflerden, dahâ sonra Eshâb-ı kirâmın sözbirliği ile bildirdiklerinden cevâb verdiğini anlatdı. Hepsi kalkıp, imâmın elini öpdüler ve sen âlimlerin seyyidisin. Bizi afv et! Bilmeden seni üzdük, dediler. İmâm da, Allahü teâlâ, bizi ve sizi afv ve mağfiret eylesin, buyurdu. Hanefî mezhebindeki bütün müctehidler de, mezhebin reîsi gibi, zarûret olmadıkça, kıyâs yapmamışlardır. Diğer mezhebler de, hep böyle idi. Nass olan yerde kıyâs yapılmaz, buyururlardı.
İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin bizlere bildirdiği hadîs-i şerîflerin hepsi, Eshâb-ı kirâmdan kendisine bir cemâ’at tarafından bildirilmişdir. Her hadîsi, bunu bildirenlerin ismleri ile birlikde yazmışdır. İmâmın ictihâdına i’tirâz edenler, Onun mezhebinin inceliğini anlıyamıyanlardır. Yâhud, Ehl-i sünnete düşman olan sapıklardır. Hanefî mezhebi ile Şâfi’î mezhebi arasında birbirine uymıyan yirmi kadar mes’ele vardır. Bu da, iki mezhebin üsûl ve kâ’ideleri arasındaki farkdan ileri gelmekdedir. İmâm-ı a’zamın “rahmetullahi teâlâ aleyh” sened olarak gösterdiği hadîs-i şerîflerin hepsini inceledim. Onun ve talebelerinin delîllerinin çok sağlam, hepsinin doğru olduğunu gördüm. Bu sözümü, başkalarının yapdığı gibi ezberden veyâ hâtır için değil, uzun zemân inceleme sonunda anlıyarak bildiriyorum. İmâm-ı a’zamın bildirdiği hadîs-i şerîflerin hepsinin, hayrlı, iyi oldukları hadîs-i şerîf ile bildirilmiş olan Tâbi’înin seçilmişlerinden alınmış olduklarını gördüm.
Tâceddîn-i Sübkî “rahmetullahi teâlâ aleyh” hazretleri, (Tabakât-ül-kübrâ) kitâbında buyuruyor ki, (Mezheb imâmlarına karşı edebli olmalıdır! Din büyükleri için yapılan dedi-kodu ve iftirâlara kıymet vermemelidir! Din imâmlarının sözlerine karşı dil uzatan, felâkete gider. Onların her sözü bir delîle, vesîkaya dayanmakdadır. Onlar gibi olmıyanlar, bu delîlleri anlıyamaz. Bizlere düşen, Onları övmekdir. Birbirine uymıyan sözlerine karışmamakdır. Bunların ayrılıkları, Eshâb-ı kirâm arasındaki ayrılıklar gibidir. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ayrılıkları için, Eshâb-ı kirâma dil uzatmamızı yasak etdi. Hepsini iyilikle anmamızı emr eyledi.)
İmâm-ı a’zamın “rahmetullahi teâlâ aleyh” bildirdiği hadîs-i şerîflerin ve mezhebinin doğru olduğunu anlamak istiyorsan, Ehlullahın tarîkatine gir. İlmde ve amelde ihlâs üzere olarak ilerle! İslâmiyyetin hakîkatine kavuş! Dört mezheb imâmının ve Onların yolunda giden âlimlerin, hak yolda olduklarını o zemân iyi anlarsın. Sözlerinin, hep islâmiyyete uygun olduklarını görürsün.
Şakîk-i Belhî hazretleri buyuruyor ki, Ebû Hanîfe, çok vera’ sâhibi, çok bilgili, âbid [çok ibâdet edici], çok kerîm ve dinde çok dikkatli idi.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Dinde kendi görüşü ile birşey söylemezdi. Kendisine birşey sorulunca, talebesini toplar, onlarla münâzara [tartışma] yapar. Sözbirliği olunca, Ebû Yûsüfe veyâ başkasına kitâbın şurasına yaz, derdi. Abdüllah ibni Mubârek diyor ki, (Küfe şehrine gitdim.Âlimlerini bulup, hepsine en büyük âlim kim olduğunu sordum. Hepsi, en üstünümüz imâm-ı a’zam Ebû Hanîfedir, dediler. Vera’ı en çok olan kimdir, dedim. Ebû Hanîfedir, dediler. En zâhid kimdir, dedim. Ebû Hanîfedir, dediler. İlm ile en çok uğraşan kimdir, dedim. Ebû Hanîfedir, dediler). (Mîzân-ül-kübrâ) kitâbından terceme temâm oldu.
En’âm sûresinin yüzellidokuzuncu (159) âyetinde meâlen, (Ey Peygamberim! Dinde fırka fırka ayrılanlarla senin hiçbir ilişiğin olamaz. Onların cezâlarını Allah verecekdir. Kıyâmet günü, Allahü teâlâ, dünyâda işlediklerini onlara hâtırlatacakdır) buyuruldu. Âyetde geçen parça parça fırkalar, mezhebsizlerin fırkalarıdır. Bunların dinden, îmândan ayrıldıkları, bu âyet-i kerîmede açıkça bildiriliyor. Ehl-i sünnetin dört imâmının “rahmetullahi teâlâ aleyhim” mezhebleri, îmânda ayrı olmadıkları için, bu âyetin sapık bid’at fırkalarını gösterdiği meydândadır.
12 — Bir mezhebsizin kitâbında, Kurban bayramı, ya’nî hazret-i İbrâhîmin oğlunu kurban etmek istediği gün belli değildir ve kurban edilecek olan, İsmâ’îl değildi. İshak idi, diyor.
Alî Zeynel’âbidîn ve Muhammed Bâkır ve Abdüllah ibni Abbâs ve Hasen-i Basrî, kurban edilecek olan, İsmâ’îl idi, dediler. Peygamberimiz, (Ben iki kurbanlığın oğluyum) buyurdu. Bu hadîs-i şerîf de, kurbanlığın, hazret-i İsmâ’îl olduğunu gösteriyor. Çünki, Peygamberimiz, hazret-i İsmâ’îlin soyundandır.
Buhârî ve diğer hadîs kitâblarında, Abdüllah ibni Abbâsın “radıyallahü anhümâ” haber verdiği hadîs-i şerîfde, (Hiçbir ibâdetin kıymeti, Zilhicce ayının ilk on gününde yapılan ibâdetlerin kıymeti gibi olamaz) buyuruldu. Bir hadîs-i şerîfde de, (Arefe günü tutulan oruc, bir geçmiş senenin ve bir gelecek senenin günâhlarına keffâret olur) buyuruldu. Ya’nî, Zilhiccenin dokuzuncu günü tutulan oruc, geçmiş ve gelecek birer senede yapılan tevbelerin kabûl olmasına yarar.
Kurban edilenin hazret-i İshak olduğunu, yehûdîlerin ellerinde bulunan uydurma Tevrât ile isbât etmeğe kalkışıyorlar. Hâlbuki, eldeki Tevrâtların bozuk, uydurma olduğunu Kur’ân-ı kerîm haber vermekdedir. Kur’ân-ı kerîm, kurbanlığın İsmâ’îl “aleyhisselâm” olduğunu gösteriyor. Sâffât sûresinin yüzüncü ve sonraki âyetlerinde meâlen, (Yâ Rabbî! Bana iyilerden bir oğul ver. Biz de, Ona halîm [çok uysal] bir oğlan müjdeledik.
 
Üst Alt