Tasavvuf ehlinin büyüklerinden Abdülhâlık Gucdevânî -kuddise sirruh-Hazretleri'nin tespit ettiği bâzı prensipler vardır. Husûsan Nakşî yolunun takip ettiği seyr u sülûk usûlünde, yâni ham vasıflardan kurtulup, kâmil insan hüviyetine ulaşmayı hedefleyen mânevî terbiyede bu prensiplere riâyet, müstesnâ bir ehemmiyeti hâizdir. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
Her alıp verilen nefeste manen uyanık bulunmaktır. Mevlana Sâdeddin Kaşgarî bu ölçüyü; "Bir nefesten diğer bir nefese geçerken bile asla gaflete düşmemek ve dâimâ Allâh ile huzurda olmak." şeklinde târif eder.
Her nefeste uyanık olmak, zâkirin gerek zikir esnâsında ve gerekse sâir zamanlarda, Allâh'tan gâfil olmaması demektir. Nefesleri gafletten kurtarmak, kalbe huzur bahşeder. Her nefes alıp-verişte kalbin Allâh ile huzurda olması; Allâh'a itaat bereketiyle nefesleri ihyâ etmeye bağlıdır. Bir insanın kalbi Allâh ile beraberliğin huzûr ve şuuruna erişince, buna bağlı olarak diğer hâl ve tavırlarında da düzelme görülür.
Nazar ber kadem:
Ayakucuna bakarak yürümek demektir. Sâlik, gözünün ve ona bağlı olarak da gönlünün etrafa fazlaca takılıp kalmaması için, yolda ayaklarının ucuna bakarak yürümelidir. Çünkü lüzûmunu aşan mâsivâ alâkaları kalbî huzûru dağıtır, Hak ile araya perde olur.
Hadd-i zâtında bu usul, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in yürüyüş tarzını tatbikten ibârettir. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, yürürken gerekmedikçe etrafına bakınmaz, umûmiyetle ayaklarının ucuna bakarak, sanki yokuştan iniyormuş gibi serî ve vakarlı yürürlerdi. Yâni bu prensip, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in örnek ahlâkından muktebestir.
Hakikaten göz nereye bakarsa, gönül de oraya akar. Gözün âdetâ bir kamera gibi çektiği filimler, kalbi çoğu zaman lüzûmsuz yere meşgul eder. Bu bakışlar gönül arşivinde lüzûmsuz yer işgâl eder. Bu sebeple gönlün dağınıklıktan ve perişanlıktan sâlim kalabilmesi, bir bakıma oraya akseden görüntülerin keyfiyetine bağlıdır.
Çünkü sâlikin kalbi mâsivâya takılınca vesveseler başlar. Şâyet gâfillerle ihtilât ederse, onların katı kalplerinin kasveti, kötü huyları, bozuk fikirleri kalbine akseder. Bu ise son derece tehlikelidir.
Bu sebeple sâlikin, tevazu ehline yakışan edep ve üslup ile mümkün olduğunca ayakuçlarına bakarak yürümesi gerektiği gibi, sâir zamanlarda da bakışlarına dikkat etmesi icap eder. Yürürken ayakuçlarına bakmakta; tevazu, edep, haddini bilmek, gözü haramdan korumak ve Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in sünnetine bağlılık vardır.
Sefer der vatan:
Bir mürşid-i kâmile varabilmek kastıyla çıkılan yolculuğun yanı sıra, sâlikin, kötü ahlâktan ve günahların kesâfetinden arınıp güzel ahlâk ve latîf duygulara, yâni aslî hüviyetine yönelmesini ifâde eder. Sâlik hiçbir zaman içinde bulunduğu mânevî hâli kâfî görmeyip, daha güzel bir hâle ulaşmaya çalışmalıdır. Yahut bir makamdan, daha yüksek diğer bir makama sefer gayretinde olmalıdır.
Ebû Osman el-Mağribî Hazretleri buyurmuşlardır ki: "Sâlik, hevâ ve hevesini terk edip Allâh'a ibâdet ve tâata dönmelidir. "Sefer der vatan" sözüyle kastedilen, bir memleketten diğer bir memlekete yolculuk etmek değil, insanın kendi iç âleminde Allâh -celle celâlühû-'ya vuslatıdır. Sâlik, bir mürşid-i kâmil bulduğu zaman zâhirî yolculuğu bırakıp bâtınî yolculuğa başlar."
Seyr u sülûkte bu düstûr ile sâlik, "Ben Rabbime gidiyorum." (es-Saffat, 99) diyen İbrahim -aleyhisselâm- gibi, her adımda Rabbine gitmekte olduğunun idrakine ulaşır.
Halvet der encümen:
Halk içindeyken bile Hâlık ile beraberlik şuurunu muhâfaza edebilmektir. Yâni sâlik zâhiren insanlarla ihtilat hâlindeyken ve günlük işleriyle meşgulken bile, bâtınen Hak Teâlâ ile berâber olma dirâyetine erişmelidir. Bu sâyede etrâfına hissettirmeksizin Rabbiyle beraberliğini sürdürmüş ve aynı zamanda beşerî hayatın îcaplarını da aksatmamış olur. Nitekim "el kârda, gönül yarda" kelâm-ı kibârı, bu hâli pek veciz bir sûrette ifâde eder.
Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerim’de bu kalbî dirâyete sâhip kullarını şöyle tavsif buyurur: "Onlar, ne ticaretin ne de alış-verişin kendilerini Allâh'ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı kimselerdir. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar." (en-Nûr, 37)
Nakşîlikte sohbet ve ictimâîleşmek esastır. Bu sebeple de tek başına tenhâ bir yerde halvete girmek değil, zâhiren kalabalıklar içinde bulunulsa bile kalben Hak Teâlâ ile halvet hâlini sürdürebilmek daha makbûl görülmüştür.
- Hûş der dem: Her alınıp verilen nefeste mânen uyanık bulunmak.
- Nazar ber kadem: Gözün ayakucuna bakması.
- Sefer der vatan: Her adımda Hakk'a yürümek.
- Halvet der encümen: Halk içindeyken bile Hâlık ile beraber olmak.
- Yâd-kerd: Kalbin zâkir hâle gelmesi.
- Bâz-geşt: Matlup ve maksûdun ancak Allâh rızâsı olması.
- Nigâh-dâşt: Şeytânî ve nefsanî havâtırdan korunmak.
- Yâd-dâşt: Kendini dâimâ Allâh'ın huzûrunda bilmek.
- Vukûf-i zamânî: Her an kendini yoklamak ve zamanı iyi değerlendirmek.
- Vukûf-i adedî: Zikir sayısına dikkat ve riâyet etmek.
- Vukûf-i kalbî: Kalbin dâimâ zikr-i ilâhî ile meşgûl olması ve zikirde kalbe yönelmek.
Her alıp verilen nefeste manen uyanık bulunmaktır. Mevlana Sâdeddin Kaşgarî bu ölçüyü; "Bir nefesten diğer bir nefese geçerken bile asla gaflete düşmemek ve dâimâ Allâh ile huzurda olmak." şeklinde târif eder.
Her nefeste uyanık olmak, zâkirin gerek zikir esnâsında ve gerekse sâir zamanlarda, Allâh'tan gâfil olmaması demektir. Nefesleri gafletten kurtarmak, kalbe huzur bahşeder. Her nefes alıp-verişte kalbin Allâh ile huzurda olması; Allâh'a itaat bereketiyle nefesleri ihyâ etmeye bağlıdır. Bir insanın kalbi Allâh ile beraberliğin huzûr ve şuuruna erişince, buna bağlı olarak diğer hâl ve tavırlarında da düzelme görülür.
Nazar ber kadem:
Ayakucuna bakarak yürümek demektir. Sâlik, gözünün ve ona bağlı olarak da gönlünün etrafa fazlaca takılıp kalmaması için, yolda ayaklarının ucuna bakarak yürümelidir. Çünkü lüzûmunu aşan mâsivâ alâkaları kalbî huzûru dağıtır, Hak ile araya perde olur.
Hadd-i zâtında bu usul, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in yürüyüş tarzını tatbikten ibârettir. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, yürürken gerekmedikçe etrafına bakınmaz, umûmiyetle ayaklarının ucuna bakarak, sanki yokuştan iniyormuş gibi serî ve vakarlı yürürlerdi. Yâni bu prensip, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in örnek ahlâkından muktebestir.
Hakikaten göz nereye bakarsa, gönül de oraya akar. Gözün âdetâ bir kamera gibi çektiği filimler, kalbi çoğu zaman lüzûmsuz yere meşgul eder. Bu bakışlar gönül arşivinde lüzûmsuz yer işgâl eder. Bu sebeple gönlün dağınıklıktan ve perişanlıktan sâlim kalabilmesi, bir bakıma oraya akseden görüntülerin keyfiyetine bağlıdır.
Çünkü sâlikin kalbi mâsivâya takılınca vesveseler başlar. Şâyet gâfillerle ihtilât ederse, onların katı kalplerinin kasveti, kötü huyları, bozuk fikirleri kalbine akseder. Bu ise son derece tehlikelidir.
Bu sebeple sâlikin, tevazu ehline yakışan edep ve üslup ile mümkün olduğunca ayakuçlarına bakarak yürümesi gerektiği gibi, sâir zamanlarda da bakışlarına dikkat etmesi icap eder. Yürürken ayakuçlarına bakmakta; tevazu, edep, haddini bilmek, gözü haramdan korumak ve Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'in sünnetine bağlılık vardır.
Sefer der vatan:
Bir mürşid-i kâmile varabilmek kastıyla çıkılan yolculuğun yanı sıra, sâlikin, kötü ahlâktan ve günahların kesâfetinden arınıp güzel ahlâk ve latîf duygulara, yâni aslî hüviyetine yönelmesini ifâde eder. Sâlik hiçbir zaman içinde bulunduğu mânevî hâli kâfî görmeyip, daha güzel bir hâle ulaşmaya çalışmalıdır. Yahut bir makamdan, daha yüksek diğer bir makama sefer gayretinde olmalıdır.
Ebû Osman el-Mağribî Hazretleri buyurmuşlardır ki: "Sâlik, hevâ ve hevesini terk edip Allâh'a ibâdet ve tâata dönmelidir. "Sefer der vatan" sözüyle kastedilen, bir memleketten diğer bir memlekete yolculuk etmek değil, insanın kendi iç âleminde Allâh -celle celâlühû-'ya vuslatıdır. Sâlik, bir mürşid-i kâmil bulduğu zaman zâhirî yolculuğu bırakıp bâtınî yolculuğa başlar."
Seyr u sülûkte bu düstûr ile sâlik, "Ben Rabbime gidiyorum." (es-Saffat, 99) diyen İbrahim -aleyhisselâm- gibi, her adımda Rabbine gitmekte olduğunun idrakine ulaşır.
Halvet der encümen:
Halk içindeyken bile Hâlık ile beraberlik şuurunu muhâfaza edebilmektir. Yâni sâlik zâhiren insanlarla ihtilat hâlindeyken ve günlük işleriyle meşgulken bile, bâtınen Hak Teâlâ ile berâber olma dirâyetine erişmelidir. Bu sâyede etrâfına hissettirmeksizin Rabbiyle beraberliğini sürdürmüş ve aynı zamanda beşerî hayatın îcaplarını da aksatmamış olur. Nitekim "el kârda, gönül yarda" kelâm-ı kibârı, bu hâli pek veciz bir sûrette ifâde eder.
Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerim’de bu kalbî dirâyete sâhip kullarını şöyle tavsif buyurur: "Onlar, ne ticaretin ne de alış-verişin kendilerini Allâh'ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı kimselerdir. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar." (en-Nûr, 37)
Nakşîlikte sohbet ve ictimâîleşmek esastır. Bu sebeple de tek başına tenhâ bir yerde halvete girmek değil, zâhiren kalabalıklar içinde bulunulsa bile kalben Hak Teâlâ ile halvet hâlini sürdürebilmek daha makbûl görülmüştür.