44-ilm-i ahlâk ve islâmiyyetde ahlâk terbiyesi

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Burada, din yoluna uymakda gevşek davrananlar, orada sırat köprüsünü düşe kalka geçeceklerdir. İslâmiyyetin gösterdiği doğru i’tikâddan ve amellerden ayrılanlar, sağa, sola sapanlar, sıratdan geçemeyip Cehennem ateşine düşeceklerdir.
Zuhruf sûresinin otuzaltıncı âyetinde meâlen, (Nefsine uyarak, Allahü teâlânın dîninden yüz çevirenlere, dünyâda bir şeytân musallat ederiz) buyuruldu. Bu âyet-i kerîmeye bakarak, ba’zı âlimler dedi ki, hayr ve kemâl işleri yapdıran melekeyi, bir melek hâsıl eder. Ortadan sapdıran, kötülük yapdıran melekeyi de bir şeytân hâsıl eder. İkisinden biri, kıyâmetde o insana arkadaş olur. O hâlde herkes, kendi huyuna ve ameline bakarak, âhıretdeki arkadaşının nasıl olacağını anlıyabilir.
Orta yol deyince, iki şey anlaşılır: Birisi, herkesin anladığı gibi, birşeyin tam ortasıdır. Dâirenin merkezi, kutru böyledir. İkincisi, izâfî, takdîrî orta olmakdır. Ya’nî belli birşeyin ortasıdır. O şeyin ortası olduğu için, herşeyin ortası olmak lâzım gelmez. Ahlâk bilgisinde kullanılan, bu ikinci ortadır. Bunun için, iyi huy, herkese göre farklı olur. Hattâ, zemâna ve mahalle göre de değişir. Birinde güzel olan bir huy, başkasında iyi olmıyabilir. Bir zemânda iyi denilen bir huy, başka zemânda iyi olmıyabilir. O hâlde iyi huy, tam ortada olmak değil, ortalamada olmakdır. Kötü huy da, bu ortalamanın iki tarafına ayrılmakdır. (İşlerin en iyisi, onların ortasıdır) hadîs-i şerîfi de bunu bildirmekdedir. Bundan dolayı, her iyi huya karşı, iki kötü huy bulunur. Dört esâs iyi huya karşılık da, sekiz ana kötü huy olur:
1 -Cerbeze olup, hikmetin aşırı olmasına denir. Ahlâkı ve işleri incelemek, anlamak kuvvetini, lüzûmsuz yerlerde kullanmakdır. Hiyle yapmak, aldatmak, harâm işleri neşr etmek gibi. Rûhun fen kuvvetini [ya’nî aklı], aşırı kullanmak cerbeze olmaz. Kötü olmaz. Din bilgilerini, fen bilgilerini ve matematiği ilerletmek için, ne kadar çok inceler, araşdırırsa, o kadar çok iyi olur.
2 -Belâdet, eblehlikdir. Aklı kullanmamakdır. Ahmaklık da denir. Kalın kafalılıkdır. Öğrenmesi ve işlemesi kusûrlu olur. İyiyi kötüden ayıramaz. Âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler, ilmi çok övmüşdür. Sayılmakla bitmez.
3 -Tehevvürdür. Çabuk kızmak demekdir. Şecâ’at iyi huyunun aşırı olmasıdır. Akllı tanınan kimselerin beğenmiyeceği işler yapmağa kalkışmakdır. Rûhunu veyâ bedenini boş yere yorar.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
4 -Cübndür. Korkaklık demekdir. Şecâ’atin lüzûmundan az olmasıdır. Korkmak câiz olmıyan yerde korkaklık gösterir.
5 -Fücûrdur. İffetin aşırı olmasıdır. Dünyâ lezzetlerine düşkün olur. İslâmiyyetin ve aklın beğenmediği taşkınlıkları yapar.
6 -İffetin az olması Humûd, ya’nî miskinlikdir. İslâmiyyetin ve aklın izn verdiği arzûlarını bırakmakdır. Bedeni, kuvveti gider. Hasta olur. Nesli tükenir.
7 -Zulmdür. Adâletin sınırını aşmakdır. Başkasının hakkına tecâvüz etmekdir. Başkasının mâlına, cânına, nâmûsuna zarar verir.
8 -Haysiyyetsizlikdir. Kendisine karşı yapılan zulm, işkence ve hakâretleri kabûl eder. Adâletin noksan olmasıdır. Adâletde bütün iyilikler toplandığı gibi, zulmde de, kötülükler toplanmışdır. Bunun içindir ki, ba’zı âlimler, gönül incitmiyen şeyler günâh olmaz dedi. Meselâ, Abdüllah-i Ensârî “kuddise sirruh” buyurdu ki:
Hak yolcuları hiç gönül kırmaz,
bunun gibi büyük günâh olmaz!

Abdüllah-i Ensârî, sôfiyye-i aliyyenin büyüklerindendir. Şeyhul-islâm idi. 396 da Hiratda tevellüd, 481 [m. 1088] de orada vefât etdi. Ba’zı sapıklar, bu büyük zâtın sözünü iyi anlıyamadı. Başkasına kötülük yapma da, kendine ne yaparsan yap sandı. Böylece, ibâdetleri bırakıp, her günâhı işleyip, kimseye zararımız yok diye de övündüler. Hattâ:
İster kâfir ol, ister Kâ’beyi yak,
istersen şerâb iç, yalnız kırma kalb!

diyerek islâmiyyetden ayrıldılar. Hâlbuki, dînin harâm etdiği herşey zulmdür. İster başkasına, isterse kendi kendine yapılması harâm olan herşey zulmdür. Zâlimler, ekseriyâ mâlı, mülkü, mevkı’i çok olanlardır. Mazlûmların çoğu da, fakîrlerdir. Orta hâlli olanların çoğu, adâleti gözetenlerdir.
İyi huyların hepsi vasatî [ortalama] mikdârlardır. Herbirinin aşırı veyâ az olması, birer kötü huy olur. Bu muhtelif kötü huylar için, belki her lisânda, ism bile bulunmaz. Fekat, düşünülürse, ma’nâları [ne demek oldukları] kolay anlaşılır.
Şecâ’at ve sehâvet bunlara misâldir. Bu iki iyi huyun aşırı, fazla olanları tehevvür ve isrâfdır. Câhiller, hele, İslâm ahlâkını bilmiyenler, isrâf edeni, çok cömerd sanır ve överler. Tehevvür edenlere de, çok cesûr, kahraman derler. Hâlbuki, korkak ve hasîs olana hiç kimse, kahraman ve cömerd demez.
İnsanda bulunması lâzım olan güzel ahlâkdan ba’zısı da vardır ki, az olunca iyi zan olunur. Aşırı, çok olunca, kötülüğü belli olur. Tevâdu’ böyledir. İnsanda kibrin bulunmaması demekdir. Bunun noksan olması tezellüldür. Tezellülü, tevâdu’dan ayırmak güçdür. Hattâ çok kimse, dilencinin zilletini, âlimin tevâdu’u ile karışdırır. Çünki, kibrsizlik onda da çokdur. Onu da çok iyi sanır.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
DÖRDÜNCÜ BÂB Güzel ahlâka benziyen kötü ahlâkı ve bunların iyi huylardan nasıl ayrılacağını bildireceğiz.
Çok kimse, hâlis altını, pirinc denilen sarı ma’denden ayıramaz. Mâvi boncuğu mücevher sanır. Bunun gibi, kötü huyu iyi sanır. Bunun için ahlâk ilmini iyi öğrenmek, işlerdeki saklı aybları, kusûrları görebilmek, iyiyi kötüden ayırmakda usta olmak lâzımdır.
1 -Hikmete benzeyen kötü ahlâkı bildirelim: Akl ölçülerinden, fen bilgilerinden veyâ tesavvuf ma’rifetlerinden birkaçını ağızlardan kaparak veyâ gazeteden, mecmû’a ve radyodan duyarak, bunları ötede beride söyliyen, münâkaşalara karışan kimseleri, akllı, bilgili, fen adamı, mütehassıs ve mürşid zan edenler az değildir. Hâlbuki bu kimse, söylediği mes’elelerden birinin çözümünü, ma’rifetlerden hiçbirinin ma’nâsını bilmez. Bunun âlimlere, mürşidlere ve fen adamlarına benzemesi, papağanın insan gibi konuşmasından fazla değildir. Çünki, hikmet denilen huy, insanın kafasında, rûhunda olur. Eserleri, nûrları, his organları ile duyulmaz. Birçok ilerici denilen kimseler vardır ki, hikmetden ve kıymetden haberleri yokdur. Bilgisiz ve kötü huyludurlar. İlm ve ahlâk ile bir münâsebetleri de yokdur. Ağızlarından iyi huylu bir söz çıkmaz. Fekat arkalarında şık elbise taşırlar. Mevkı’ sâhiblerinin karşılarında eğilmesini iyi bilirler. Balolarda, kokteyl partilerinde dansa giderler. İçki masalarında hizmet ederler. Bir şef veyâ meclis a’zâsı, yâhud müşâvir adı ile ortaya çıkarlar.
2 -İffete benziyen kötü huy da vardır: Kötü iş yapmazlar. Şehvetlerinin arkasında koşmazlar. Ağır başlı, fazîletli, ilm ve güzel ahlâk sâhibi görünürler.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Dillerde medh olunur, her yerde hürmet gösterilir. Mâlı çok olanlar arasında ve mevkı’ sâhibleri yanında sözleri kırılmaz. Kendilerine gelen hediyyelerin ardı kesilmez. Adak, zekât paraları önlerine yığılır. Farz ve sünnetleri yapmakda gevşekdirler. Başkalarının yanında, nâfile ibâdetleri yapmakdan, bedenleri za’îf olmuşdur. Nefs-i emmâreleri ise, pek kuvvetlenmişdir. İnsanlar arasında emîn, Allah nazarında hâindirler. Sahte tarîkatcılar ve dünyâya düşkün din adamları böyledir.
Ba’zı köylüler, şehrdeki yemekleri yimez. Ba’zıları da, parasına kıyamayıp kıymetli gıda almaz. Bunları gören, kendilerini derviş sanır. Kanâ’at ve iffet sâhibi görünürler. Bunlar, kanâ’atsız ve iffetsizdir. Yapdıkları, hep gösterişdir, yalandır, riyâdır.
3 -Sehâya benziyen kötü huy da şöyle olur: Mâlı alınteri ile kazanmamış, mîrâsa konmuş veyâ kaçakçılık, istifcilik yapmış, yâhud piyango, toto vurmuşdur. Mâlın kıymetini bilmez. Harâmlara, lüzûmsuz yerlere dağıtır. Aklın ve islâmiyyetin beğenmediği kötü yerlere saçar. Ahmaklar, bunu cömerd sanır. Hâlbuki, bunda sehâ denilen iyi huy yokdur. Mâl kazanmak, dağa yük çıkarmak gibidir. Mâl dağıtmak, yuvarlak taşı, dağdan aşağı bırakmağa benzer. Fakîrlik, çok kimsenin iyi adam olmasına mâni’ olur. Çok kimse, fakîrlik sıkıntısı ile îmânını elden kaçırmış, mürted olmuşdur. (Râmûz-ül-ehâdîs)deki hadîs-i şerîfde, (Eshâbım için fakîrlik se’âdetdir. Âhır zemândaki ümmetim için, zengin olmak se’âdetdir) buyuruldu.
İyi anladım, uzun tecribe ile:
Adam ilmle ölçülür, ilm de mâl ile!

Mâlı halâldan, sahîh bey’ ile kazanmak güçdür. Halâl yoldan, islâmiyyete uyarak kazanan az olur. Halâl mâl damla damla, harâm mâl ise, sel gibi akarak gelir. Mâl dağıtmakda sehâvet iyidir. İsrâf ise, kötüdür, harâmdır. Sehâ demek, sehâ huyunu kazanmak, cimrilik denilen kötü huydan kurtulmak için vermek demekdir. Dünyâdan birşey ele geçirmek için ve nefsin kötü arzûsuna kavuşmak için vermeğe sehâ denilmez.
4 -Şecâ’ate benziyen kötü huy da şöyledir: Şecâ’at göstermesi, şecâ’at huyunu kazanıp, tehevvür ve korkaklık kötü huylarından kurtulması için değildir. Dünyâ mâlını, mevkı’ini ele geçirmek için tehlükeye atılır. Yâhud şöhret kazanmak ister. Mâl toplamak için, müslimânların yolunu keser, hayvânlarını kapar, evlere girer.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Bunları yapabilmek için tehlükelere atılır. Bunlar arasında yakalananlar, işkencelere katlanarak, hattâ mallarını, cânlarını vermeği göze alarak, suç ortaklarını ele vermemeği şecâ’at sayarlar. Hâlbuki, bu alçaklarda şecâ’atin kokusu bile yokdur. Şecâ’at sâhibi kimse, aklın ve dînin beğendiği şeyi yapmak için ortaya atılır. Millete, hükûmete hizmet etmek, sevâb kazanmak ister. Şecâ’at güzel huyuna kavuşarak, Allahü teâlânın rızâsına ulaşmağı sever. Kurdun, kaplanın saldırmaları da bir kahramânın hücûmuna benzer ise de, şecâ’atla alâkaları yokdur. Kuvvetleri ve yaratılışları îcâbı saldırarak zarar yaparlar. İyi düşünce ile ve hayr yapmak, sevâb kazanmak için ileri atılmazlar. Kendilerine dayanamıyan za’îflere hücûm ederler. Silâhlı ve kuvvetli bir kimsenin, silâhsız, çıplak, aç bir kimseye saldırması da böyledir. Bu ise, şecâ’at olmaz. Şecâ’at demek, aklı, fikri ve bilgisi ile saldırmayı uygun görmek, dünyâ kazancını düşünmeyip, rûhunda şecâ’at iyi huyu bulundurmağı, tehevvür ve korkaklık kötü huylarından kurtulmağı istemek demekdir. Böyle kimse, zararlı, çirkin iş işlemekden ise, ölmeği tercîh eder. Şerefle ölmeği, şerefsiz yaşamakdan üstün tutar. Hayr ile anılmağı, yüz karası ile yaşamağa değişir. Şecâ’atde, yaralanmak ve ölmek tehlükeleri olduğu için, önceden tatlı olmıyabilir. Fekat sonunda, dünyâ ve âhıret kazanclarının ve zaferin lezzeti ile sonsuz tatlı olur. Hele islâmiyyeti korumak, Resûlullahın parlak dînini yaymak için can vererek (Şehîd olmak) lezzeti, dünyâ ve âhıret lezzetlerinin hiç birinde bulunmaz. Nitekim Âl-i İmrân sûresinin yüzaltmışdokuzuncu âyetinde meâlen, (Allah yolunda canlarını verenleri ölü sanmayınız! Onlar diridir. Rablerinin ni’metlerine kavuşmuşlardır) buyurulmuşdur. Şecâ’ati medh eden hadîs-i şerîfler sayılamıyacak kadar çokdur. Cihâddan kaçmak, insanı ölümden kurtarmaz. Ömrü uzatmaz. Düşman karşısında kalmak da, insanı öldürmez, yok etmez. Ecel, ileri ve geri gitmez. İnsanın ömrü değişmez. Çok olur ki, kaçmak ölüme sebeb olur. Düşmana karşı dayanmak da, zafere ve selâmete kavuşdurur. Hazret-i Mu’âviye “radıyallahü anh” diyor ki, Sıffîn muhârebesinde kaçmağa niyyet etmişdim. (Sabr eyliyen, belâdan kurtulur) hadîs-i şerîfi hâtırıma geldi. Sabr etdim, dayandım. Allaha şükr, kaçmakdan kurtuldum. Bu sabrım sâyesinde hilâfete kavuşdum.
Şecâ’atin temeli, Allahü teâlânın takdîrine râzı olmak, Ona tevekkül etmek, Ona güvenmekdir. Allahın arslanı, şecâ’at nehrlerinin kaynağı, vilâyet bağçesinin gülü olan hazret-i Alî “radıyallahü anh”, Sıffîn muhârebesinde, hücûm sırasında, başı açık, kolları sıvalı koşar ve şu beytleri okurdu:
Ölümden kaçmak, şu iki gün doğru olmaz:
ecel geldiği gün ve gelmediği gün.
Ecel geldîse kaçmak fâide vermez,
gelmedi ise, tedbîr olmaz hiç uygun!

Mâlını, mevkı’ini gayb etdiği için veyâ düşman eline esîr düşdüğü için intihâr eden, ya’nî kendini öldüren ahmaklarda şecâ’at değil, korkaklık vardır. Şecâ’at sâhibi olan derdlere, belâlara göğüs gerer, dayanır, sabr eder. Bu ahmaklar ise, ölmekle sıkıntıdan kurtulacaklarını sanırlar. Bunlar çok câhildir. Ölünce dahâ çok sıkıntılara, acılara düşeceklerini bilmiyorlar. İntihâr etmek, başkasını öldürmekden dahâ büyük günâhdır. Şiddetli azâb çekecekdir. Aklı gitdikden sonra intihâr eden böyle değildir. Ölmeği değil, Allahü teâlâdan sıhhat ve âfiyet istemelidir.
5 -Adâlete benziyen kötü huy da vardır. Bu, iffete benzeyen kötü huya yakındır. Adâlet iyi huyundan mahrûm, kötü bir kimse, bulunduğu yerlere adâleti öven levhalar asar. Adâlet üzerinde konuşur. Fıkralar yazar. Dahâ kötüsü, adâleti temsîl eden vazîfeleri, kürsîleri tutar. Gösteriş olarak, âdillerle düşer kalkar. İçleri zulm, kin, intikam ile doludur. Adâlet ise, huyları ve hareketleri dîne ve akla uygun olmak demekdir. Görünüşü, içi gibi olmakdır. Herkesin yanında, yalnız iken olduğu gibi bulunmakdır. İki yüzlülük, adâlet değil, münâfıklıkdır. Beyt:
İbâdet, temiz niyyetli olmak gerek,
birşeye yaramaz, içi boş çekirdek.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
BEŞİNCİ BÂB Şimdi, adâletin ne olduğunu bildirelim: Adâlet, iyi huyların en şereflisidir. Âdil kimse, insanların en iyisidir. Adâlet; ittifâk, müsâvât demekdir. İki şeyin yâ kendileri veyâ sıfatları müsâvî olur. Benziyen yerlerinde birleşmişler demekdir. Demek ki adâlet, birlikden, vahdetden doğmakdadır. Vahdet ise, en şerefli bir sıfat, en üstün bir hâldir. Çünki, bütün varlıklar bir varlıkdan meydâna gelmişdir. Âlemde rastlanan her birlik, hakîkî biricik varlığa benzemekdedir. Her varlık, o bir olan varlıkdan olduğu gibi, her birlik, o birdendir. Ölçme, karşılaşdırma işlerinde, müsâvât ya’nî eşitlik gibi şereflisi, kıymetlisi yokdur. Mûsikîde bu mes’ele dahâ mufassal tedkîk edilmekdedir. İşte bunun için, iyiliklerin en şereflisi adâletdir.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Adâlet, ortada olmakdır. Ortadan ayrılanda adâlet olmaz. Üç yerde adâletin bulunması lâzımdır:
1 -Bir malı, bir ni’meti bölerken adâlet ile bölmek lâzımdır.
2 -Mu’âmelâtda, alış verişde adâlet lâzımdır.
3 -Ukûbâtda, cezâ vermekde adâlet lâzımdır. Bir kimse, birisine korku verse, saldırsa, bu kimseye de, öyle yapılması lâzımdır. [Fekat, bu karşılığı ancak hükûmet yapar. Kendisine saldırılan kimse, buna karşılık yapmamalı, bunu emniyete, mahkemeye haber vermelidir. Müslimân, hem islâmiyyete uyar, günâh işlemez. Hem de kanûna uyar, suç işlemez.] Adâlet olunca, herkes korkusuz yaşar. Adâlet, korkusuzluk demekdir.
Adâlet nedir? Bunu insan aklı ile bulmak çok güç olduğu için, Allahü teâlâ, kullarına acıyarak, memleketleri korumak için, bir ölçü âleti gönderdi. Bu ilâhî ölçü ile, adâleti ölçmek kolay oldu. Bu ölçü, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” getirdikleri dinlerdir. İslâmiyyete nâmûs-i ilâhî de denir. Bugün ve kıyâmete kadar kullanılması emr olunan ilâhî ölçü, Muhammed aleyhisselâma gönderilen dindir. Bu ölçüden sonra, bir de ikinci ölçü verilmişdir. Bu da, sözü geçen hâkimdir. İnsan, medenî olarak yaratılmışdır. Ya’nî, öyle yaratılmışdır ki, birbirleri ile karışmak, bir arada yaşamak, yardımlaşmak zorundadırlar. Hayvânlar, medenî yaratılmadı. Medînede, şehrde birlikde yaşamağa mecbûr değildirler. İnsan nâzik, za’îf yaratıldığı için, pişmemiş yemek yiyemez. Gıdâ, elbise ve binânın, hâzırlanması lâzımdır. Ya’nî, san’atlara ihtiyâc vardır. Bunun için de, araşdırmak, düşünmek ve tecribe yapmak, çalışmak lâzımdır.
[İslâmiyyet fenni, tekniği, çalışmağı, güzel ahlâkı teşvîk etmekde, emr eylemekdedir. İngilizler ve komünistler, islâmiyyete alçakca iftirâ ediyor. İslâmiyyet, insanları uyuşdurmakda, çalışmağı frenlemekdedir diyerek, küstahca yalan söylüyorlar. İslâm memleketlerinde avladıkları, aldatdıkları, câhil, soysuz kimselere, bol para ve mevkı’ sağlıyarak, onları da, böyle konuşduruyorlar. Fenni, ilmi, çalışmağı emr eden, çalışanları öven âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler meydânda dururken, bu alçak, hayâsızca iftirâlar, güneşi balçıkla sıvamağa benziyor. İngilizler, islâmiyyete sinsice saldırıyor. İslâmiyyeti içerden yıkıyorlar. Yalanlarına gençlerin kolay aldanmalarını sağlıyabilmek için, islâm bilgilerini, din kitâblarını yok ediyorlar. İslâmiyyete hücûm etmek için, Londrada (Müstemlekeler nezâreti) kurdular. Burada hâin plânlar hâzırladılar. Binlerce câsûs yetişdirdiler.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Tuzaklarına düşen câhil, soysuz din adamlarından, Necdli Abdülvehhâb oğlu Muhammed ve Der’iyye emîri Sü’ûd oğlu Muhammed ile işbirliği yaparak ve milyonlarca lira ve silâh kuvvetleri ile (Vehhâbîlik) bid’at fırkasını kurdular. Müslimânların hâmîsi, bekçisi olan Osmânlı devletini içerden yıkdılar. (İngiliz Câsûsunun İ’tirâfları) kitâbına bakınız!
Abdürreşîd İbrâhîm efendi, 1328 [m. 1910] da İstanbulda basılan türkçe (Âlem-i islâm) kitâbının ikinci cildinde, (İngilizlerin islâm düşmanlığı) yazısının bir yerinde diyor ki: (Hilâfet-i islâmiyyenin bir an evvel kaldırılması, ingilizlerin birinci düşünceleridir. Kırım muhârebesine sebeb olmaları ve burada türklere yardım etmeleri, hilâfeti mahv etmek için bir hîle idi. Pâris muâhedesi, bu hîleyi ortaya koymakdadır. [1923 de yapılan Lozan sulhunun gizli maddelerinde, bu düşmanlıklarını açıkça bildirmişlerdir.] Her zemân müslimânların başına gelen felâketler, hangi perde ile örtülürse örtülsün, hep ingilizlerden gelmişdir. İngiliz siyâsetinin temeli, islâmiyyeti yok etmekdir. Çünki, islâmiyyetden korkmakdadırlar. Müslimânları aldatmak için, satılmış vicdanları kullanmakdadırlar. Bunları islâm âlimi, kahraman olarak tanıtırlar. Sözümüzün hülâsası, islâmiyyetin en büyük düşmanı İngilizlerdir.) Abdürreşîd efendi, 1363 [m. 1944] de Japonyada vefât etdi.
İslâmiyyet, fenne, tekniğe, çalışmağa mâni’ olur mu? İnsan, her ihtiyâcını hâzırlamağa mecbûrdur. Bunu hâzırlıyan da, fen ve san’atdır ve çalışmakdır. Bir insanın her san’atı öğrenmesi, mümkin değildir. Herbir san’atı mu’ayyen kimseler öğrenir, yapar. Herkes, kendine lâzım olan şeyi, bu san’at sâhibinden alır. Bu san’at sâhibi de, kendine lâzım olan başka birşeyi, onu yapan diğer san’at sâhibinden alır. Böylece, insanlar birbirlerinin ihtiyâclarını te’mîn eder. Bunun için, insan yalnız yaşıyamaz. Bir arada yaşamağa mecbûrdurlar. Medeniyyet demek, (Ta’mîr-i bilâd ve terfîh-i ibâd) için, bir arada yaşamak demekdir.]
İnsanlar bir araya gelince, açıkgözler, başkasının hakkına saldırır. Zulm edenler olur. Çünki, her nefs, istediğine kavuşmak ister. Tatlı olanı almağa uğraşır. Bu şeyleri istiyen birkaç kişi çekişmeğe başlar. Bir leşe toplanan köpeklerin birbirlerine hırlamaları gibi, aralarında döğüşme başlar. Bunları ayırmak için, kuvvetli bir hâkim lâzım olur. Alış verişde, herkes kendi yapdığının dahâ kıymetli olduğunu söyler. Yapılan şeylerin karşılıklı değerlerini adâlet ile ölçmek lâzım olur. Eşyânın değerlerini karşılıklı ölçen şey, altın ile gümüşdür. Ya’nî paradır. Altın ile gümüşe (Nakdeyn) denir.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Her milletin kullandığı kâğıd liralar, şimdi hep altın karşılığıdır. Ya’nî, altını çok olan hükûmetler, çok kâğıd para basabilir. Altını az olan, kâğıd parayı çok basarsa, bunların kıymeti olmaz. Çünki, Allahü teâlâ, altın ile gümüşü para olarak yaratmışdır. Başka hiçbirşey, altının yerini tutamaz. Bunun içindir ki, zekâtın altın veyâ gümüş olarak hesâb edilmesi ve verilmesi emr olunmuşdur. Eşyânın kıymetlerini altın ve gümüşle, adâleti gözeterek ölçecek âdil bir hâkim lâzımdır. Sözü geçer olan bu hâkim de, hükûmetdir. Âdil bir hükûmet, zulmü, işkenceyi önler. Allahü teâlânın emr etdiği adâleti te’mîn eder. Eşyânın kıymetlerini, adâlet ile tesbît eder.
Demek ki, insanlar arasında adâleti te’mîn etmek için üç şey lâzımdır: Nâmûs-i rabbânî, hâkim-i insânî ve dinâr-ı mîzânî. Bunlardan en kuvvetlisi, en büyüğü, nâmûs-i rabbânî olan islâmiyyetdir. Dinler, Allahü teâlânın adâleti sağlamak için gönderdiği kanûnlardır. Hakîmlerin adâleti sağlamaları için, bu ilâhî kanûnları gönderdi. Hadîd sûresi yirmibeşinci âyetinde meâlen, (Onlara kitâb ve terâzî gönderdik ki, bunlarla adâleti yerine getirsinler) buyuruldu. Burada, kitâb, din demekdir. Çünki din, Kur’ân-ı kerîmdeki emr ve yasakların ismidir. Terâzî de, altına işâretdir. Çünki altın, ağırlıkla ölçülür. Kur’ân-ı kerîmin emr ve yasaklarını beğenmiyen kâfirdir ve münâfıkdır. Hâkimi, hükûmeti dinlemiyen âsîdir. [Müslimân, Dâr-ül-harbdeki kâfirlerin kanûnlarına da karşı gelmez. Suç işlemez.] Altının değerini kabûl etmiyen de, hâin ve hırsız olur.
TENBÎH -İnsanın evvelâ kendine, hareketlerine, a’zâsına adâlet etmesi lâzımdır. İkinci olarak, çoluk çocuğuna, komşularına, arkadaşlarına adâlet yapması lâzımdır. Adliyecilerin ve hükûmet adamlarının da, millete adâlet yapması lâzımdır. Demek ki, bir insanda adâlet huyunun bulunabilmesi için, önce kendi hareketlerinde, a’zâsında adâlet bulunmalıdır. Her kuvvetini, her a’zâsını, ne için yaratıldı ise, o yolda kullanmalıdır. Allahü teâlânın âdetini değişdirip, onları aklın ve islâmiyyetin beğenmediği yerlerde kullanmamalıdır. Çoluk çocuğu varsa, onlara karşı da, akla ve dîne uygun hareket etmeli, dînin gösterdiği güzel ahlâkdan sapmamalıdır. Güzel ahlâk ile huylanmalıdır. Hâkim, vâlî, kumandan ve herhangi bir âmir ise, yine ibâdetleri yapdırmalı ve yapmalıdır. Böyle olan kimse, bu dünyâda, Allahü teâlânın halîfesi olmuşdur. Kıyâmetde de âdiller için va’d edilen ni’metlere kavuşur. Böyle bir hayrlı kimsenin hayr ve bereketi, onun bulunduğu tâli’li zemâna, mubârek yere ve orada bulunmakla bahtiyâr olan insanlara, hayvânlara, hattâ nebatlara ve rızklara sirâyet eder, yayılır.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Fekat, Allah korusun, bir yerdeki hükûmet adamları, şefkatli, iyi huylu, adâletli olmazsa, insan haklarına saldırırlar, zulm, yağma, işkence yaparlarsa, bunlar adâlet erbâbı değil, iblislerin ahbâbı, şeytânların yoldaşlarıdırlar. Beyt:
Aldatmasın seni, diktatörün serâyları, kumaşı,
serây bağçesini, sular dâim, mazlûmların göz yaşı!

Emri altında olanlara merhamet etmeyenler, kıyâmet günü Allahü teâlânın merhametinden uzak kalacaklardır.
Men, lâ yerham, lâ yurham!
buyurulmuşdur ki, acımıyana acınmaz demekdir. Böyle zâlimlerin topluluğuna hükûmet değil, eşkıyâ denir. Bunlar, birkaç senelik, muvakkat dünyâ zevkleri için, milyonlara eziyyet ederler. Fekat, zulmlerinin cezâsını çekmedikce, bu dünyâdan gitmezler. O kadar refâh ve lezzetler içinde oldukları hâlde, elbette şiddetli sıkıntılar, büyük derdler yakalarını bırakmaz. O saltanat hiçbirinin elinde kalmaz. Çok olur ki, saltanatları düşmanlarının eline geçer. Bu hâli görür. Ciğerleri yanar. Meryem sûresinin seksenbirinci âyetinde meâlen, (Mâlik, hâkim olduğunu söylediği şeylerin hepsini elinden alırız. Yalnız başına huzûrumuza gelir) buyuruldu. Burada buyurulduğu gibi, Allahü teâlânın mahkemesine, yüzü kara, sürünerek getirilir. Yapdığı kötülükleri inkâr edemez. Hepsinin cezâsını çok acı olarak çeker. Yapdığı zulmlerin, işkencelerin karanlığı, etrâfını kaplar. Önünü göremez. Azâb meleklerinin pençesinde, kendi yapdıklarının katkat kötüsünü çekmek için, Cehennem azâbına atılır. Allahü teâlânın dînini beğenmediği, ona çöl kanûnu dediği için, orada rahmete kavuşamaz.
 
Üst Alt