TEFSİR FÂTIR Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
FÂTIR Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

FÂTIR Sûresi
FÂTIR Sûresi
Fâtır Sûresi Hakkında

Fâtır sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 45 âyettir. İsmini 1. âyette geçen Cenâb-ı Hakk’ın اَلْفَاطِرُ (Fâtır) sıfatından alır. Buna “Melâike” sûresi de denilir. Resmî tertîbe göre 35, iniş sırasına göre 43. sûredir.

Fâtır Sûresi Konusu
Sûre ağırlıklı olarak Allah’ın varlığı, birliği ve kudretinin kâinatta tecelli eden pek çok delillerinden söz ederek, O’nun kulluğa lâyık tek ilâh olduğu fikrini işler. Yaratan O’dur, rızık veren O’dur, izzet ve şeref veren O’dur. O zengin ve müstağnî, insanlar ise O’na sonsuz derecede muhtaçtır. Bütün izzet ve şeref yalnızca O’na mahsus olduğundan, izzet ve şeref isteyenler için O’na inanmak, O’na teslim olmak, yalnızca O’na kul köle olmak zarûrîdir. Acı ve tatlı deniz, gece ile gündüz, âmâ ile gören, karanlıkla aydınlık, ölü ile diri gibi âlemde birbirinin zıddı olarak tecelli eden varlık ve olaylar, iman ile küfrün hakikatini anlamak için birer misaldir. İman güzelliklerin, küfür ise kötülüklerin temsilcisidir. Bu sebeple sûrede iman ehlinin nâil olacağı ebedi mutlulukla, küfür ehlinin feci halleri canlı birer tablo halinde arz edilir. İnsanların zulmü ve nankörlüğüne rağmen Cenâb-ı Hakk’ın onlara mühlet verdiği, dolayısıyla bu mühletin iyi değerlendirilmesi gereği üzerinde durulur.

Fâtır Sûresi Nuzül
Mushaftaki sıralamada otuz beşinci, iniş sırasına göre kırk üçüncü sûredir. Furkan sûresinden sonra, Meryem sûresinden önce Mekke’de inmiştir.

FÂTIR SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

1. Bütün övgüler, gökleri ve yeri herhangi bir örneği olmaksızın yoktan yaratan, ikişer, üçer, dörder kanatlı melekleri emirlerini yerlerine ileten elçiler yapan Allah’a mahsustur! O, yaratmada dilediği ölçüde artırmaya gider ve yaratıklarına dilediği kadar fazla özellikler de verir. Çünkü Allah’ın her şeye gücü yeter.

Yüce Allah’ın güzel isimlerinden biri olan اَلْفَاطِرُ (Fâtır), yokluğu yarıp oradan varlığı çıkaran, gökleri ve yeri yâni tüm kâinatı, daha önce bir benzeri olmaksızın, yoktan var eden; dünyayı yarattığı gibi âhireti de yaratacak olan demektir. Melekler, Cenâb-ı Hakk’ın kâinatın işleyişiyle vazîfelendirdiği nurdan yaratılmış varlıklardır. Bunları ikişer, üçer ve dörder kanatlı olarak yaratmıştır. Ancak Allah dilediği meleklere, dörtten de fazla kanat verebileceği gibi, diğer yaratıklara da maddî ve manevî ziyâde özellikler verebilir. Bu sadece O’nun dilemesine bağlıdır. Mesela Resûlullah (s.a.s.), Cebrâil (a.s.)’ı Nur dağında 600 kanadıyla bütün ufku kaplamış halde görmüştür. (Buhârî, Bed’ü’l-Halk 7; Müslim, İman 280) Bu ziyâde yaratılış diğer mahlukattaki çeşitliliğe ve onlarda tecellî eden güzelliklere de işaret edebilir. Şöyle ki:

Güzel yüzler, güzel sesler, güzel saçlar, güzel hatlar, gözlerde güzellik, boy ve endamda hoşluk, incelik, biçimde uyumluluk, organlarda tamamlık, güçte şiddet, akılda keskinlik, görüşte ve düşüncede verimlilik ve bereket, kalpte cesaret, ruhta hoşgörü, dilde güzel ifade, konuşmada yeterlilik, çeşitli kabiliyetler, iş yapmada beceriklilik ve maharet… gibi nice mükemmellikler sadece insan yaratılışıyla ilgili çeşitliliğe örnek teşkil eder. Bunlara kuşlar, balıklar, kelebekler, atlar, aslanlardan, dünyayı süsleyen türlü türlü çiçekler ve bitkiler âlemini, zerrelerden, atomlardan galaksilere kadar tüm kâinatı dolduran çeşitlilikler ilave edilirse bu âyetin çok geniş bir âleme pencere açtığı görülür.

İşte gördüğümüz ve göremediğimiz tüm varlıkları ve bunlarda zuhûra gelen tüm güzellikleri yaratan Allah Teâlâ elbette bütün övgülere, her türlü yüceltmeye lâyıktır. O’ndan başka böyle övgüye lâyık kimse yoktur. O’nun her şeye gücü yeter. Murad ettiği bir işi engelleyebilecek hiçbir güç yoktur. Bu sebepledir ki:

2. Eğer Allah insanlar için bir rahmet kapısı açarsa, o rahmetin onlara ulaşmasını engelleyebilecek kimse yoktur. Aynı şekilde, eğer rahmetinin kapısını kaparsa, O’ndan başka bu rahmeti salıp gönderebilecek kimse yoktur. Çünkü O, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.

Bütün mülkün, rahmet ve nimetin gerçek sahibi Allah Teâlâ olduğu için, her şey O’nun iznine tâbidir. O’nun bilgisi ve izni dışında kâinatta ne bir rüzgârın esmesi ne de bir yaprağın düşmesi mümkündür. Bu açıdan bakıldığında her türlü nimet de tek başına Allah’ın kudret elindedir. İnsanlardan kime olursa olsun O’nun verdiğini engelleyebilecek hiçbir güç olmadığı gibi, O’nun tutup vermediğini verdirecek bir güç de yoktur. O halde Allah’tan başkasından bir şey istemeye veya öyle bir beklenti içine girmeye gerek yoktur. Böyle bir düşünce şirktir ve asılsızdır. Bu bakımdan İbn Abbas (r.a.)’ın naklettiği şu nebevî düstûr ne kadar mühimdir:
Bir gün Peygamber (s.a.s.)’in terkisinde bulunuyordum. Bana:

«Yavrucuğum, sana bazı kaideler öğreteyim» dedi ve şöyle buyurdu: «Allah’ın buyruklarını gözet ki, Allah da seni gözetip korusun. Allah’ın rızâsını her işte önde tut, Allah’ı önünde bulursun. Bir şey isteyeceksen Allah’tan iste. Yardım dileyeceksen, Allah’tan dile! Bil ki, bütün bir ümmet toplanıp sana fayda temin etmeye çalışsalar, ancak Allah’ın senin için takdir ettiği faydayı temin edebilirler. Yine eğer bütün ümmet, sana zarar vermeye kalksalar, ancak Allah’ın senin hakkında takdir ettiği zararı verebilirler. Çünkü artık kaderi yazan kalem yazmaz olmuş, yazıları değişmeyecek şekilde kesinleşmiştir.»” (Tirmizî, Kıyâmet 59)

Resûl-i Ekrem (s.a.s.), selâm verip namazı bitirince şu duayı yapardı:

“Allah’tan başka ilâh yoktur, yalnız Allah vardır. O tektir, ortağı yoktur. Mülk O’nundur. Bütün övgüler O’na mahsustur. O’nun her şeye gücü yeter. Allahım! Senin verdiğine engel olacak, vermediğini de verecek kimse yoktur. Senin yardımın olmadan hiçbir zengine serveti fayda vermez.” (Buhârî, Ezan 155; Müslim, Mesâcid 137-138)
O hâlde:

3. Ey insanlar! Allah’ın size olan nimetini hatırlayın ve onlar üzerinde düşünün. Allah’ın dışında, sizi gökten ve yerden rızıklandıracak başka bir yaratıcı var mıdır? O’ndan başka ilâh yoktur. Öyleyse nasıl oluyor da Allah’tan yüz çevirip yanlış yollara düşüyorsunuz?

4. Rasûlüm! Eğer seni yalanlıyorlarsa, üzülüp ümitsizliğe kapılma! Çünkü senden önceki peygamberler de yalanlanmıştı. Bütün işler neticede varır Allah’a dayanır ve O neye hükmederse O olur.


Yüce Rabbimiz, burada bütün insanlara hitap buyurur. Üzerlerindeki Allah’ın nimetini hatırlamalarını, ellerinde nimet olarak ne varsa hepsinin Allah’tan olduğunu bilmelerini ister. İnsanı düşünceye sevk edip gerçeği anlaması için kendisinden başka rızık verici bir yaratıcı olup olmadığını sorar. Cevabı tekrar O verir: “Allah’tan başka ilâh yoktur ve O’ndan başka kimse rızık veremez. Bunu bildiğiniz halde, niçin yalana kanıyor ve imandan küfre çevriliyorsunuz? Yaratan ve rızık veren sadece Allah olduğuna göre, ibâdet ve itaate layık olan da sadece O’dur.” Bu gerçek, güneş gibi açık ve net olmakla birlikte, insanların çoğu bunu kabul etmemekte; peygamberlerin davetinden yüz çevirmektedirler. Diğer peygamberlerde de aynı durum tekerrür ettiği için, fazla üzüntüye gerek kalmadan, tebliğ ve irşada ciddiyetle devam etmek gerekir.

Şunu bilin ki:

5. Ey insanlar! Şüphesiz Allah’ın va‘di gerçektir. Öyleyse sakın dünya hayatı sizi aldatmasın! O çok hilekâr şeytan da, sizi Allah’ın rahmeti ve affına güvendirerek kandırmasın!

Allah’ın va’di, kıyâmettir; mü’minlere cennet, kâfirlere cehennemdir. Va’dedilen şeyler mutlaka gerçekleşecektir. Ancak bu hususta iki düşmana karşı dikkatli olmak lazımdır: Dünyanın câzibesi ve şeytan. İnsan; “bu gün keyfime bakayım yarın ne olursa olsun” dememeli, dünyaya dalıp âhiret vazifelerini unutmamalı ve dünya için âhiretini fedâ etmemelidir. Çünkü dünya hayatı bir rüya gibi gelir geçer ve bir gün ebedî âhiret âlemi gelir çatar. Nitekim şâir Hayâlî bu hususta şu uyarıyı yapar:

“Ne mihrinden safâ kesbet, ne mâhından saadet um
Sakın aldanma bu dehre, iki yüzlü münafıkdır.”


Şeytanın da diğer tahrikleriyle beraber daha ziyade; “Allah çok bağışlayıcıdır, büyük günahları bile affeder, bu kadarcık günahtan bir şey çıkmaz” gibi telkinler yaparak bizzat Allah ile aldatmasına karşı uyanık olunmalıdır. (bk. Lokmân 31/33) Çünkü onun yaratılış maksadı insana düşmanlıktır. Kur’ân-ı Kerîm’de yedi kez tekrar edilen Hz. Âdem-İblîs kıssası bu düşmanlığı tüm safahatıyla anlatmaktadır. Kendine tâbi olanları alevli cehennem ateşine çağırmaktan başka maharet ve mârifeti olmayan o mel’ûnu düşman bilip ona karşı kesintisiz bir savaşa girişmekten başka çıkar yol yoktur. Zira insanın ya şiddetli bir azaba uğraması veya ebedî cennet nimetlerine kavuşması, şeytanı dost ya da düşman edinmesine ve o istikâmette bir hayat sürmesine bağlıdır.

Hasan Basrî (k.s.)’a soruldu:

“- Şeytan hiç uyur mu?”

Şöyle cevap verdi:

“- O uyusaydı; biz dinlenir, rahat ederdik.” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 316)

Hz. Mevlânâ, avcılığıyla meşhur doğan kuşunu örnek vererek şeytanın hîlesine karşı şöyle uyarır:

Doğan kuşu, kaz kuşuna: “Sudan çık da ovaların şekerler yağdırdığını, yâni nimetler verdiğini gör” dedi. Akıllı kaz da, ona dedi ki: “Ey doğan kuşu, sen bizden uzaklaş. Su, bizim kalemizdir, eman yurdumuzdur. Neşemiz, sevincimizdir.” Şeytan da doğan gibidir. Ey kazlar, sakın ha, su kalesinden, yâni iman kalesinden, imanlı kişilerin yanından pek az dışarı çıkın. Doğana, yâni şeytana da deyin ki; “Dön, geri dön. Elini başımızdan çek, ey aşağılık varlık. Biz senin davetini istemiyoruz. Davetin senin olsun. Ey kâfir, biz sana inanmayız. Senin sözüne kanmayız. Kale bizim olsun, şeker kamışlığı da senin olsun. Armağanını da istemiyoruz. Sen al, o senin olsun.” (Mevlânâ, Mesnevî, 432-437. beyitler)

Buraya kadar beyân edilen konu şu âyetle neticeye bağlanır.

Mihr: Güneş. Mâh: Ay
Burada kaz, din deresinde yüzen iman ehlini göstermektedir. Doğan kuşu; imanlı kişileri din nehrinden dışarı çıkarıp sapıklık ovasına götürmek isteyen şeytandır.

6. Doğrusu şeytan size düşmandır, siz de onu düşman belleyin. O, kendi taraftarlarını cehennemin yoldaşları olsunlar diye Allah’a isyâna çağırır.

7. İnkâra saplanıp kalanlara şiddetli bir azap vardır. İman edip sâlih ameller işleyenlere gelince, onlara da bir bağışlanma ve büyük bir mükâfat vardır.


Allah’ın va’di, kıyâmettir; mü’minlere cennet, kâfirlere cehennemdir. Va’dedilen şeyler mutlaka gerçekleşecektir. Ancak bu hususta iki düşmana karşı dikkatli olmak lazımdır: Dünyanın câzibesi ve şeytan. İnsan; “bu gün keyfime bakayım yarın ne olursa olsun” dememeli, dünyaya dalıp âhiret vazifelerini unutmamalı ve dünya için âhiretini fedâ etmemelidir. Çünkü dünya hayatı bir rüya gibi gelir geçer ve bir gün ebedî âhiret âlemi gelir çatar. Nitekim şâir Hayâlî bu hususta şu uyarıyı yapar:

“Ne mihrinden safâ kesbet, ne mâhından saadet um
Sakın aldanma bu dehre, iki yüzlü münafıkdır.”


Şeytanın da diğer tahrikleriyle beraber daha ziyade; “Allah çok bağışlayıcıdır, büyük günahları bile affeder, bu kadarcık günahtan bir şey çıkmaz” gibi telkinler yaparak bizzat Allah ile aldatmasına karşı uyanık olunmalıdır. (bk. Lokmân 31/33) Çünkü onun yaratılış maksadı insana düşmanlıktır. Kur’ân-ı Kerîm’de yedi kez tekrar edilen Hz. Âdem-İblîs kıssası bu düşmanlığı tüm safahatıyla anlatmaktadır. Kendine tâbi olanları alevli cehennem ateşine çağırmaktan başka maharet ve mârifeti olmayan o mel’ûnu düşman bilip ona karşı kesintisiz bir savaşa girişmekten başka çıkar yol yoktur. Zira insanın ya şiddetli bir azaba uğraması veya ebedî cennet nimetlerine kavuşması, şeytanı dost ya da düşman edinmesine ve o istikâmette bir hayat sürmesine bağlıdır.

Hasan Basrî (k.s.)’a soruldu:

“- Şeytan hiç uyur mu?”

Şöyle cevap verdi:

“- O uyusaydı; biz dinlenir, rahat ederdik.” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 316)

Hz. Mevlânâ, avcılığıyla meşhur doğan kuşunu örnek vererek şeytanın hîlesine karşı şöyle uyarır:

Doğan kuşu, kaz kuşuna: “Sudan çık da ovaların şekerler yağdırdığını, yâni nimetler verdiğini gör” dedi. Akıllı kaz da, ona dedi ki: “Ey doğan kuşu, sen bizden uzaklaş. Su, bizim kalemizdir, eman yurdumuzdur. Neşemiz, sevincimizdir.” Şeytan da doğan gibidir. Ey kazlar, sakın ha, su kalesinden, yâni iman kalesinden, imanlı kişilerin yanından pek az dışarı çıkın. Doğana, yâni şeytana da deyin ki; “Dön, geri dön. Elini başımızdan çek, ey aşağılık varlık. Biz senin davetini istemiyoruz. Davetin senin olsun. Ey kâfir, biz sana inanmayız. Senin sözüne kanmayız. Kale bizim olsun, şeker kamışlığı da senin olsun. Armağanını da istemiyoruz. Sen al, o senin olsun.” (Mevlânâ, Mesnevî, 432-437. beyitler)

Buraya kadar beyân edilen konu şu âyetle neticeye bağlanır.

Mihr: Güneş. Mâh: Ay
Burada kaz, din deresinde yüzen iman ehlini göstermektedir. Doğan kuşu; imanlı kişileri din nehrinden dışarı çıkarıp sapıklık ovasına götürmek isteyen şeytandır.

8. İşlediği kötü ameller kendisine süslenip püslenip de onları güzel bir şey gibi görmeye başlayan kimse, hiç Allah yolunda giden mü’min gibi olur mu? Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola eriştirir. Bu bakımdan, inanmıyorlar diye o inkârcılar için üzülerek kendini yiyip bitirme. Allah, onlar ne yapıyorlarsa hepsini hakkiyle bilmektedir.

İki kişinin hâli kıyaslanarak hangisinin doğru ve güzel, hangisinin ise yanlış ve çirkin olduğu sorulur: Birisi itikat ve amel bakımından kötü bir yol tutuyor, yanlış işler yapıyor. Fakat işin dikkat çeken yanı, gerçekte kötü olmasına rağmen, güzel şeyler yaptığını sanıyor. İşlediği kötülükler kendine güzelmiş gibi gözüküyor. Diğeri ise kötülükleri bütünüyle terk ettiği gibi bir de iyilik yapıyor, yaptığı iyiliği de gözünde büyütmüyor, hatta daha iyisini yapmak için gayret sarf ediyor. Şüphesiz bunlar Hak katında eşit muamele görmeyecekler; iyi olanlar dâimâ kazançlı çıkacaklardır. Bunun için de kulun Allah ile beraberlik şuuruna erişip, O’nun zât, sıfat ve fiillerinin güzel tecellilerine mazhar olmalıdır. Onu bulan her şeyi bulmuştur. Allah Teâlâ ile güzel bir beraberlik hâli ancak şunlarla sağlanır:

Şeriatin belirlediği helâller ve haramlar çerçevesinde yaşayarak zahiri hal ve hareketlerimizi düzeltip bir nizama koymak.
Şeriat dairesinin derin bir boyutu olarak tarikatın ince ve hassas prensipleri çerçevesinde nefsi terbiye etmek; onun tüm arzu ve isteklerini düzeltip bir nizama koymak.
Şeriatin ve akl-i selîmin güzel gördüğünü güzel, çirkin gördüğünü de çirkin görmek.
Bu esasları dikkate alıp Allah’ı tanıma ve O’nun sınırsız kudretini anlama imkânı bulamayanlar, eğer yeniden dirilişle ilgili şüpheleri varsa şu gerçeklere iyi kulak versinler:

9. Allah odur ki, rüzgârları gönderir, onlar da bulutları harekete geçirir. Derken biz o bulutları ölü bir beldeye sevk ederiz de, ölmüş olan toprakları bulutlardan inen yağmurlarla diriltiriz. Ölülerin diriltilmesi de işte böyledir.

10. Kim izzet ve şeref istiyorsa bilsin ki izzet ve şeref bütünüyle Allah’a aittir. Güzel sözler Allah’a yükselir. Fakat bunları O’na yükseltecek olan da sâlih amellerdir. Buna karşılık, sinsi sinsi kötü işler tasarlayanlar için ise çetin bir azap vardır. Üstelik, böylelerinin kurdukları bütün tuzaklar boşa çıkmaya mahkûmdur.


Yağmur yağdıktan sonra ölü toprağın diriltilmesi gibi, mahşerde de insanlar yeniden diriltileceklerdir. O halde âhirete iman zaruridir. En güzel kıvamda yaratılıp âhiret yolcusu olan insana yakışan, kendini zilletten kurtarıp izzet ve şeref sahibi bir kul olmaktır. Bunun yolu, izzet ve şerefi Allah katında aramaktır. Çünkü bunların yegâne sahibi Allah’tır. Allah katındaki izzet ve şerefe nâil olmanın da iki yolu vardır:

Kelime-i tayyib: Kısaca ifadesiyle güzel söz,
Sâlih ameller.

“Kelime-i tayyib”; başta, kelime-i tevhit olmak üzere Allah için yapılan her türlü tesbih, tahmid, tekbir, dua, istiğfar ve zikirler gibi güzel ve hoş sözleri içine alır. Bunların arşa yükselip de “Şüphesiz iyilik, ihlas ve fazilet sahibi kişilerin defteri İlliyyûn’dadır” (Mutaffifîn 83/18) buyrulduğu üzere makbul ameller defterine yazılması, ancak bunları tahakkuk ve tasdik ettirecek sâlih amellere yaklaşmakla olur.

Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Sübhânellâh, elhamdülillâh, Allahu ekber, lâ ilâhe illallah diyerek Cenab-ı Hakk’ı yücelttiğiniz zikirler, arşın etrafında arı uğultusu gibi bir sesle sizin adınıza Allah’ı zikrederek dönüp dururlar. Allah katında durmadan zikredilmeyi istemez misiniz?” (İbn Mâce, Edeb 56; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 268)

سُبْحَانَ اللّٰهِ وَ الْحَمْدُ لِلّٰهِ وَ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَ اللّٰهُ اَكْبَرُ (sübhânellâhi velhamdü lillâhi ve lâ ilâhe illâhü vallahu ekber) zikri güzel bir sözdür. Kul bunu söylediği zaman melek onunla semâya çıkar, onu Rahmân’ın katına arzeder, fakat onu tasdik ve takviye edecek sâlih ameli olmazsa kabul olunmaz.” (Elmalılı, Hak Dini, V, 3980)

Efendimiz (s.a.s.) bir diğer hadistede de şöyle buyurur:

“Allah Teâlâ bir sözü amelsiz kabul buyurmaz. Sözü, ameli ve niyeti de ancak sünnete uygun olmakla kabul buyurur.” (Hâkim, el-Müstedrek, II, 425)

Mevlânâ Hazretleri der ki:

“Candan, gönülden söylenen güzel sözler, dualar, niyâzlar, yakarışlar, Hakk’a doğru yükselir. Hakk’tan başka kimsenin bilmediği, bir yere kadar varır, ulaşır. Temizlenmiş ve arınmış olan nefeslerimiz, hoş sözlerimiz, yücelir, yücelir, bizden armağan olarak ölümsüzlük, sonsuzluk âlemine varır. Sonra sözlerimizin, niyâzlarımızın sevabı, Allah’ın rahmeti eseri olarak kat kat çoğalarak bize gelir. Sonra da, kul, elde ettiklerine benzer sevabı, tekrar elde etsin diye, Allah bize, yine onlara benzer sözler söyletir. İşte böylece, hiç durmadan, güzel sözler, ötelere yükselir, yücelere gider. Karşılığında rahmet iner, bu iki hal, sende, senin varlığında dâima olur durur.” (Mevlânâ, Mesnevi, 882-886. beyitler)

Hülâsa ilâhî izzet ve şerefi elde etmek, hem dünya hem de âhirette şerefli bir mü’min olmak, niyet, söz ve amel itibariyle Allah ve Rasûlü’ne tam bir itaat ve teslîmiyetle mümkündür. Yoksa gurur, tembellik, şeytanlık ve kötülüklerle izzet elde edilmez. Çünkü sinsi sinsi kötülük planları düzenleyen, hak dinin tebliğcisi hakkında türlü entrikalar çevirip hilekârlık yapanları büyük bir zillet beklemektedir. Allah onların tüm tuzaklarını darmadağın edip altını üstüne getireceği gibi, sonunda da onları şiddetli bir azapla cezalandıracaktır.

Cenâb-ı Hakk’ın ölüleri dirilteceğine ve bütün izzetin sahibi olduğuna bir delil de şudur:

11. Allah sizi önce topraktan sonra bir damla sudan yarattı, sonra da sizi erkek-dişi şeklinde çiftler hâline getirdi. O’nun bilgisi olmadan bir dişi ne gebe kalır ne de doğurur. Bir canlıya ne kadar ömür verildiği de, ömründen neyin eksildiği de bir kitapta yazılıdır. Bütün bunlar, Allah için pek kolaydır.

Allah, cansız kara topraktan insan gibi mükemmel bir varlık yaratmış, ona ruhundan üfleyip canlandırmış, neslini de meni ve nutfeden yaratmak sûretiyle çoğaltıp devam ettirmiştir. Hayatın maddî ve manevî ahenginin sağlanması ve nesillerin iki cinsin birleşmesiyle devam etmesi için onları erkek ve dişi halinde çift çift yaratmıştır. Aralarında evlenme kanunu koymuştur. Dişilerin hamile kalıp doğurmaları da O’nun ilmi dâhilindedir. Canlıların ömürleri de böyledir. Kimin ne kadar yaşayacağı, ne zaman öleceği, ömrünün kısa mı uzun mu olacağı değişmez bir kütükte kayıtlıdır. Bütün bunlar sonsuz bir kudret, izzet ve hâkimiyetin tezâhürleridir.
Cenâb-ı Hakk’ın nihâyetsiz ilim, kudret ve merhametini gösteren şu delilleri de ibretle seyredin:

12. İki deniz birbirine eşit değildir: İşte şu tatlıdır, susuzluğu keser ve içimi kolaydır; şu ise tuzludur ve acıdır. Bununla birlikte her ikisinden de taze et yer, takınacağınız inci, mercan gibi süs eşyası çıkarırsınız. Allah’ın lutf u kereminden rızkınızı aramanız için gemilerin suları yarıp gittiğini görürsün. Umulur ki, bütün bu nimetlere şükredersiniz.

13. O, geceyi gündüze katmakta, gündüzü de geceye katmakta, böylece onları uzatıp kısaltmaktadır. Güneşi ve ayı da emrine boyun eğdirmiştir. Onların hepsi belirlenmiş bir vakte kadar yörüngesinde akıp gider. İşte bütün bunları yapan, Rabbiniz olan Allah’tır. Her şeyin mutlak mülkiyeti ve hâkimiyeti yalnızca ona aittir. Ey müşrikler! Sizin O’ndan başka taptığınız putlar ise bir çekirdek zarına bile mâlik ve hâkim değillerdir.

14. Onlara yalvarsanız duânızı işitmezler. İşitseler bile size cevap veremezler. Kıyâmet gününde de, sizin onları Allah’a ortak koşmuş olmanızı reddedeceklerdir. Hiç kimse bu gerçekleri sana, her şeyden hakkiyle haberdâr olan Allah gibi haber veremez.


Allah Teâlâ’nın sonsuz kudretinin bir delili de denizler ve onlardaki azamet tezâhürleridir. Meselâ görünüşte iki deniz birbirine benzer fakat sularının özellikleri bakımında birbirinden farklılık arz eder. Birinin suyu tatlı, içimi hoş ve susuzluğu gideren hususiyette iken, diğerinin suyu tuzludur, acıdır, içimi zordur ve susuzluğu gidermez. Bu farklılıklarına rağmen ikisinde birbirine benzer durumlar da vardır. Meselâ ikisinde de Kur’an’ın “taze et” diye isimlendirdiği çeşitli balıklar bulunmakta, ikisinden de inci ve mercan gibi süs eşyası çıkarılabilmektedir. Birbirine benzeyen iki şeyde bu derece zıt farklılıklar meydana getirebilen, iki farklı şeyde de benzerlikler var edebilen, ancak fiillerinde muhtar ve mutlak kudret sahibi Allah Teâlâ olabilir. İnsanlara büyük faydalar sağlayan gemilerin sularda akıp gitmesi de Allah’ın koyduğu kanunlar sayesindedir.
Bir diğer ilâhî kudret tecellisi de gece ve gündüzün karşılıklı ve ölçülü bir tarzda kısayıp uzayarak birbirinin yerini alması, güneş ve ayın ilâhî kanunlara boyun eğerek tâyin edilen belli bir vakte kadar yörüngelerinde dönmesidir. Yalnız bunlar sonsuza kadar böyle devam etmeyecek, Allah’ın istediği bir zamanda gelip gidişlerine ve dönüp duruşlarına son verilecektir.

Şüphesiz bu muazzam işleri yapan, her şeyin mülkü, saltanat ve hâkimiyeti kudret elinde bulunan Rabbimiz Allah’tır. İsterseniz dönüp bir de, Allah’ın dışında tanrılık pâyesi verilen varlıkların durumuna bir göz atalım: Onların hiçbir şeye güçleri yetmez. 13. âyette geçen اَلْقِطْم۪يرُ (kıtmîr) kelimesi, “hurmanın çekirdeği üzerindeki çok ince zar” demektir. Bu kelime, müşriklerin putlarının bu kâinat içinde en değersiz bir şeye bile sahip olmadıklarını gösterir. Her şeyi en iyi bilen ve hakkiyle haberdâr olan Rabbimiz, putların mâhiyeti ve âhiret ahvâli hakkında da en doğru bilgiyi vermektedir. Hiç kimsenin Rabbimiz gibi bu hususları bilip haber vermesi mümkün değildir.
Bunun için:

15. Ey insanlar! Hepiniz gerçekten Allah’a muhtaçsınız. Allah ise, sınırsız servet sahibi olup hiçbir şeye muhtaç değildir; her türlü övgüye lâyık olan da O’dur.

16. O, dilerse sizi yok eder, yerinize yepyeni bir nesil getirir.
 
Son düzenleme:

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
17. Bunu yapmak Allah için hiç de zor değildir.

İnsan zayıf yaratılışlı ve nazik bir varlıktır. (bk. Nisâ 4/28) Toprak ve nutfe safhasından başlayıp insan sûretine bürünene, oradan dünyaya gelip bebeklik ve çocukluk safhalarını geçirerek aklı başında olgun bir insan haline gelene kadar Allah’a karşı sonsuz bir ihtiyaç içindedir. Aynı şekilde dünyada yaşadığı süre içerisinde de maddeten ve mânen Allah’a muhtaçlığı hiçbir zaman bitmez tükenmez. Cenâb-ı Hak havasını ve suyunu kesse yaşayamaz ölür. Yiyeceğini kesse yine ölür. İnsanın ruhî yönden Allah’a muhtaçlığı belki maddi yönünden daha fazladır. Dünyadaki maddî nimetler onun topraktan gelen bedeninin ihtiyaçlarını karşıladığı gibi, dini tâlimatlar da onun ruhî ihtiyaçlarını karşılamak üzere verilmiştir. Dolayısıyla yalnızca Allah’a kulluk etmenin emredilmiş olması da sadece insanın menfaatinedir. İnsanın dünya âhiret mutluluğu buna bağlıdır. Allah ise ganîdir, zengindir; kimseye muhtaç değildir. Kendisi zengin olup kimseye muhtaç olmadığı halde, yarattığı nimetlerden hep başkalarının faydalanması sebebiyle de Hamîd’dir; övülmeye ve hamd edilmeye layıktır. Hem Allah’ın kudret, kahretme ve intikam alma gibi sıfatları da vardır. Nimetler lütfedip ihtiyaçlarımızı karşıladığı gibi, bu nimetlerin kıymetini bilemediğimiz veya bile bile bunlara nankörlük yaptığımız takdirde ilâhî bir cezaya çarptırılma ihtimali de bulunmaktadır. Yüce Allah öyle bir kudret ve kuvvet sahibidir ki, istese her an bizleri hatta tüm insanlığı yok edebilir, yerimize ya insan cinsinden veya başka türlerden varlıklar yaratabilir. Bu O’nun için hiç de zor değildir. O halde doğru olan, insanlığımızın ve Allah’a sonsuz muhtaçlığımızın farkında olarak ve bu düşüncenin sağladığı nihâyetsiz bir tevazu duygusu içerisinde Allah’a boyun eğmektir.

İşin âhiret boyutuna baktığımızda:

18. Hiçbir günahkâr, başkasının günahını yüklenmez ve onunla yargılanmaz. Ağır bir günah yükü altında ezilen kimse, yükünü taşımak için başkasını yardıma çağırsa, bu çağırdığı kimse akrabası bile olsa, onun günahından en küçük bir şey yüklenemez. Sen ancak görmedikleri halde Rablerinden korkan ve namazı dosdoğru kılan kimseleri uyarabilirsin. Artık kim günahlarından temizlenirse kendi iyiliğine temizlenmiş olur. Nihâî dönüş yalnız Allah’a olacaktır.

Âhiret âlemine intikal edildiğinde artık kimin ne kadar günahı ne kadar sevabı olduğu bellidir, nettir. Herkes kendi günahından mes’ul olacak, hiç kimseye bir başkasının günahı sorulmayacaktır. Ancak kötülükte çığır açanlar, hem kendi günahlarından hem de kötülük işlemelerine sebep oldukları insanların günahlarından, sebep oldukları nispette, hesaba çekileceklerdir. Çünkü bu da onların bizzat kendi elleriyle işledikleri günah kapsamındadır. (bk. Ankebût 29/13) Bunun dışında, bir akraba mesela bir anne, baba veya evlat çıkıp günah yükü altında iki büklüm ezilen yakınına yardımcı olmak üzere günahlarından bir kısmını almak istese de bu mümkün olmayacaktır. Yani bırakalım hiçbir fayda ve zararı olmayan putları, dünyada birbirini seven, birbirine yardımcı olan en yakın dostların bile orada biri diğerine yardımcı olamayacaktır. İslâm’a göre sorumluluk ferdîdir. Herkes ölüm, hesap, cennet veya cehennem turnikelerinden tek başına geçecektir. Yine iyi ya da kötü herkes kendi yaptıklarının karşılığını görecektir. Bunun için dünya hayatında nefsi tezkiye ve kalbi tasfiye etmeye ihtiyaç vardır. Âyette bu yola girebilmenin iki mühim şartından bahsedilir:

Dünya gözüyle göremediğimiz, gaybda bulunan Allah’tan korkmak, her an ilâhî kameraların altında yaşadığımızın idraki içinde bulunmak. Bu cümle, itikatla ilgili tüm hususları hülâsa eder.

Namazı dosdoğru kılmak. Bu da ibâdetle alakalı tüm hususları hülasa eder.

Bunları ifâ edip kendini temizleyen ve cennete girebilecek bir seviyeye getiren kimse, şüphesiz kendi iyiliğine bir başarı sağlamış olur.
Osmanlının en meşhur mimarı Mimar Sinan’ın şu hali tezkiye olmuş nefsin nasıl bir yüceliğe ve ahlâkî olgunluğa eriştiğinin en güzel misallerinden birini teşkil eder:
Süleymâniye Câmii’nin kubbe hatlarını yazma vazîfesi, Hattat Karahisârî’ye verilmişti. Karahisârî, hatları, câminin ihtişâmına yakışır bir şekilde tamamlamak için fevkalâde bir gayretle çalışmaya koyuldu. Öyle ki, son çizginin son tashîhini bitirdiği an, gözlerinin feri de tükendi ve dünyayı seyir penceresi kapandı. Câmînin inşâsı tamamlanıp da ibâdete açılacağı zaman Kânûnî Sultan Süleyman Han:

“–Câmî-i şerîfi ibâdete açma şerefi, onu böylesine muazzam ve muhteşem bir şekilde binâ ve inşâ eyleyen mîmarbaşımız Sinan’a âittir” dedi. Sanatına önce tevâzûyu öğrenmekle başlamış olan Mîmar Sinan ise, zâhirdeki emsâlsizliğini, kalbî olgunlukta da göstererek, o an Hattat Karahisârî’nin fedâkârlığını düşündü ve Sultân’ın sözlerine edeple şu mukâbelede bulundu:

“–Hünkârım! Hattat Karahisârî bu câmî-i şerîfi hatlarıyla tezyîn ederken gözlerini fedâ etti; âmâ oldu. Bu şerefi ona bahşediniz!..”
Bunun üzerine Kânûnî, büyük bir kadirşinaslık göstererek, orada bulunanların gözyaşları arasında, câmî-i şerîfi Hattat Karahisârî’nin açmasını fermân eyledi.
Şimdi de, imanla inkârın mâhiyetini anlayabilmek için, zikredilen şu zıtlar arasındaki ilişkiyi düşündürmek üzere buyruluyor ki:

19. Ne kör ile gören bir olur,

20. Ne karanlıklar ile aydınlık,

21. Ne de gölge ile sıcak.

22. Dirilerle ölüler de bir değildir. Allah dileğine gerçeği işittirir. Sen ise onu kabirlerde olanlara işittiremezsin.


Bu karşılaştırmalı misaller mü’min ile kâfirin hâlini izah eder. Âyetlerde yer alan “gören” kelimesi mümini, “kör” kelimesi kâfiri, “aydınlık” imanı, “karanlıklar” küfrü, “gölge” rahatlığı ve huzuru, “sıcak” sıkıntıyı ve yakıcı ateşi, “diriler” müminleri, “ölüler” kâfirleri anlatmak için kullanılmıştır. Buna göre:

Allah Teâlâ’nın, Peygamberi vasıtasıyla gönderdiği dinin gerçekliğini göremeyenle, onun gerçek olduğunu görüp Hz. Muhammed (s.a.s.)’i tasdik ederek ona ittibâ eden bir değildir. Yine basîret gözü kapalı olduğu için kâinattaki tüm varlığın hangi hakikate işaret ettiğini göremeyenle, basîret sahibi olduğu için her zerrede Allah’ın birliğini ve insanın Allah indindeki kıymet ve mesuliyetini idrak edenler eşit değildir.
Küfrün karanlıkları ile imanın nuru bir değildir. Birinciler cehalet, zan, vehim ve karanlıklar içinde olup Peygamber (a.s.)’ın getirdiği aydınlıktan bilerek kaçmaktadırlar. İkinciler ise, açık olan basîret gözleriyle Allah Resûlü’nün getirdiği aydınlığı hemen görürler. İnkâr, şirk ve isyân yolunun felakete, Kur’an ve sünnet yolunun ise hayır ve felâha götürdüğünü anlarlar.
Cennetin güzel gölgeleri ile cehennemin kavurucu sıcaklığı da bir değildir. Bu iki grup insan aynı yolun takipçileri olmadığı için bunların âhirette karşılaşacakları sonuçlar da farklı olacaktır. Mutlaka kötülüğe ceza, iyiliğe mükâfat verilecektir. Bir grup kavurucu cehennem ateşinde yanarken, diğer grup Allah’ın rahmetinin gölgesinde serinleyecektir. Âyet-i kerîmede buyrulur: “Cennetin yiyecekleri de, gölgesi de devamlıdır.” (Ra‘d 13/35)
Kalpleri Allah ve Rasûlü’ne iman ve Kur’an mârifetiyle diri olanlar ile küfrün galebesi sebebiyle kalpleri ölü olanlar; Allah’ın hiçbir emir ve nehyini tanımayanlar da bir değildir. Mümin sahip olduğu duygu, idrak, anlayış ve şuur sebebiyle iyilik ve kötülüğü ayıracak derecede hassastır. Kalbi ve ruhu diridir. Kâfirler ise tam aksine inatçılığa gömülüp karanlıklar içinde kalmış bir körden daha beter hale geldikleri için kendisinde hiçbir duygudan eser kalmamış ölüye benzerler.
Bu gerçekler ışığında peygamberlerin vazifelerinin ne olduğunu bildirmek üzere şöyle buyruluyor.

23. Sen sadece bir uyarıcısın.

24. Ey Peygamber! Elbette biz seni hem insanları müjdelemen hem de uyarman için hak din ile gönderdik. Zâten içlerinden kendilerini uyaran bir peygamber gelmiş olmayan hiçbir toplum yoktur.

25. Eğer seni yalanlıyorlarsa üzülme, onlardan öncekiler de peygamberlerini yalanlamışlardı. Oysa peygamberleri onlara apaçık deliller, hikmet ve öğüt dolu sayfalar ve aydınlatıcı kitaplar getirmişlerdi.

26. Sonra ben o kâfirleri azabımla kıskıvrak yakaladım. Görsünler bakalım, beni inkâr etmek nasıl oluyormuş!


Peygamberin vazifesi sadece tebliğ etmek, Allah’ın azabıyla uyarıp korkutmaktır. Onun bilfiil doğru yola erdirmek gibi bir salahiyeti yoktur. Doğru yola iletmek ancak Cenâb-ı Hakk’ın elindedir. Bu sebeple Peygamberimiz (s.a.s.), önceki peygamberlerin yaptığı gibi, Rabbinden gelen gerçek vasıtasıyla mü’minleri cennet ile müjdeler, inkârcıları da cehennem ile korkutur. Her ümmete bir uyarıcı göndermek de Allah’ın bir kanunudur. Aralarından uyarıcı bir peygamberi olmayan hiçbir toplum yoktur. Ancak ekseriyetle önceki kavimler peygamberlerini yalanladıklarından Allah’ın azabına uğramışlardır. Bu yüzden Cenâb-ı Hak, müşriklerin yalanlamalarına karşı Rasûlü’nü, onun şahsında da İslâm’ın derdiyle dertlenen mü’min gönülleri teselli etmekte; Kur’an’ın öğrettiği şekilde gerçekleri tüm insanlığa duyurmalarını istemektedir:

27. Görmez misin ki, Allah gökten bir su indiriyor? Biz onunla renkleri çeşit çeşit meyveler, sebzeler çıkarıyoruz. Dağlarda da toprağın rengine göre beyaz, kırmızı, daha farklı renklerde ve simsiyah yollar vardır.

28. İnsanlar, yerde yürüyen canlılar ve sağmal hayvanlar da aynı şekilde çeşit çeşit renklerdedir. Gerçek şu ki, kulları içinde ancak âlimler, Allah’tan gerektiği gibi korkarlar. Şüphesiz Allah, karşı konulamaz kudret sahibidir, çok bağışlayıcıdır.


Allah Teâlâ’nın ilim, hikmet, kudret ve azametinin tecelli ettiği yerlerden biri de bitkiler, dağlar ve yollar, insanlar ve hayvanlardaki renklilik ve çeşitliliktir. Aynı sudan sulanıp aynı topraktan çıkan bitkiler, meyveler, sebzeler ve çiçekler türlü türlü renk, desen, şekil, koku, tat ve özelliktedir. Bunlardan göze ilk çarpan “renkleri” olduğu için, burada nazar-ı dikkate renkler verilmektedir. Dağlar da öyledir. Onların üzerindeki yollar, kısımlar ve taşlar da rengârenktir. Bunlardan beyaz, kırmızı ve simsiyah olanları bulunduğu gibi, bunların karışımından oluşan daha çeşitli renkler dikkatimizi çekmektedir. Dağlar aynı zamanda madenlerin depolarıdır. Buralarda demir, bakır, altın, gümüş, krom, çinko, kurşun, fosfat, kalay, uranyum, bor, kömür ve benzeri maden yatakları yer almaktadır. Bu madenlerin bulunduğu yataklar da rengârenktir. Nazarımızı insanlar âlemine çevirdiğimiz zaman onların da tenleri itibariyle beyaz, kırmızı, siyah ve muhtelif renklerde olduğunu görürüz. Buna göz ve saç renklerini de eklersek manzara daha da zenginleşir. Sivrisinekten file, kelebekten kuşlara, kediden aslanlara kaplanlara kadar yeryüzünde yürüyen tüm canlıların; eşek, katır, at gibi binek hayvanlarının; aynı şekilde deve, sığır, koyun, keçi gibi sağmal hayvanların da rengârenk oldukları görülür. Bu özellikleri itibariyle hiçbir varlık tam olarak diğerine benzemez. Aklını kullanıp bu gerçekler üzerinde düşünenler, araştırma ve inceleme yapanlar, gerek tabiatta gerek canlılar âleminde bu kadar renk ve çeşitteki varlıkları yaratan Allah’ın kudret ve ilminin sonsuzluğunu, yalnızca O’nun kulluğa ve hamde layık olduğunu anlarlar. İşte Kur’an, böyle bir anlayış, kavrayış ve idrake sahip olanları “gerçek âlim” olarak tanıtmaktadır. Ancak böyle olan âlimler, Allah’tan hakkiyle korkar, O’na derin bir saygı duyar ve O’nun sonsuz kudret ve azameti karşısında hayranlıktan başka bir şey yapamazlar.

Bu âyetlerden Kur’ân-ı Kerîm’in tabiatı, dağları, bitkileri, hayvanları, insanları inceleme ve araştırma konusu yapan fizik, kimya, biyoloji, botanik, jeoloji, zooloji… gibi tabiat bilimlerini teşvik ettiği söylenebilir. Zira iman gözüyle bunları inceleyen âlimler, sonsuz bir ilim, hikmet, irade ve kudret gerektiren bu varlıkların kör bir tesadüfün eseri olamayacağını; bu ince ve hassas nizamın, bu renk renk canlıların, mahsullerin kendi kendilerine var olamayacağını anlar ve bunları yaratan Allah’a gönülden saygı ile yönelerek O’na samimiyetle kulluk eder. Dolayısıyla âyet-i kerîmeler, tabiat ve varlıklar üzerinde derin araştırmaların insanı Allah’a inanmaya ve ibâdete götüreceğini anlattığı gibi, ilmin de ehemmiyetine dikkat çeker. Böylece Kur’an açısından bakıldığında, insanı Allah’ı tanımaya, O’na saygı ve kulluğa götürmeyen, aksine insanı kibre sürükleyen ilim, gerçek ilim değildir. Nitekim Abdullah b. Mesud (r.a.):

“İlim, çok rivayetle olmaz; Allah korkusu ile olur” der. (Velîler Ansiklopedisi, I, 70)

Hint âlimlerinden Doktor İnâyetullâh el-Maşrikî’nin anlattığı şu hâdise bu âyetin tefsiri bakımından ne kadar câlib-i dikkattir:

1909 yılında yağmurlu bir Pazar günü Cambridge Üniversitesi profesörlerinden meşhur astronomi âlimi Sir James Jones’i gördüm. İncil ve şemsiyesi koltuğunun altında olduğu hâlde kiliseye gidiyordu. Ona yaklaşarak selâm verdim, cevap vermedi. Tekrar selâm verince:

“–Benden ne istiyorsun?” dedi.

“–İki şey istiyorum beyefendi! Birincisi, yağmurun bu şiddetine rağmen şemsiyeniz neden koltuğunuzun altında duruyor?” dedim. Gülümseyerek derhâl şemsiyesini açtı.

Devamla dedim ki:

“–İkincisi de, sizin gibi dünya çapında söz sahibi olan bir âlimi kiliseye gitmeye sevk eden şey ne olabilir?”

Sir James, bu suâlim karşısında kısa bir duraklamadan sonra:

“–Bugün bize gel de akşam çayını birlikte içelim!” dedi.

Akşam evine gittiğimde, bana semâvî cisimlerin yaratılışından, onlardaki müthiş sistemlerden, aralarındaki korkunç uzaklık ve farklardan, bu cisimlerin mâcerâlarından, mihverlerinden, çekimlerinden, akıllara durgunluk veren ışık tufanlarından vs. bahseden bir konferans vermeye başladı ki, o anda kalbimin Allah’ın azamet ve heybetinden titrediğini hissediyordum. Sir James’in ise Allah korkusuyla saçları diken diken olmuş, gözlerinden yaşlar boşanmış ve elleri tir tir titriyordu. Bir ara durdu ve sözlerine şöyle devam etti:

“İnâyetullâh dostum! Allah’ın yaratmış olduğu bütün bu güzelliklere bir göz attığımda, Allah’ın celâlinden vücûdum titremeye başlar. Allah’ın huzûrunda eğilerek O’na: “Allahım! Sen büyüksün!” diye seslendiğim zaman da, benim şu varlığımın her bir parçasının, bu duada beni desteklediğini görürüm. İşte o zaman ben, büyük bir huzur ve saadet hissederim ve benim bu saadetimin, diğerlerinin saadetinden bin defâ daha üstün olduğunu bilirim.”

Bunun üzerine ben de kendisine, o anda hatırıma gelen şu âyet-i kerîmeyi okudum:

“Gerçek şu ki, kulları içinde ancak âlimler, Allah’tan gerektiği gibi korkarlar.” (Fâtır 35/28)

Sir James, âyet-i kerîmeyi işitince birdenbire haykırdı:

“–Ne diyorsun, «Gerçek şu ki, kulları içinde ancak âlimler, Allah’tan gerektiği gibi korkarlar» öyle mi? Bu çok müthiş, aynı zamanda çok garip ve cidden acâyip!.. Benim elli yıldır devam eden uzun araştırma ve tecrübelerim neticesinde keşfettiğim şey, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in önceden haber verdiği şeyler arasında mı? Bu âyet hakîkaten Kur’ân’da var mı? Eğer öyleyse, Kur’ân-ı Kerîm’in Allah tarafından vahyedilmiş bir kitap olduğuna şâhitlik ettiğimi yaz! Hz. Muhammed ümmî idi, okuma-yazma bilmiyordu. Bu yüzden O’nun bu sırrı kendi kendine keşfetmesi mümkün değildir. O hâlde bu sırrı O’na bildiren Cenâb-ı Allah’tır.” (Vahidüddin Han, İslâm Meydan Okuyor, s. 251-253)

Şimdi de, Allah’tan gereğince korkan gerçek âlimlerin önemli hususiyetlerini ve aslâ zarara uğramayacak ebedî ticâretin yollarını bildirmek üzere buyruluyor ki:

29. Allah’ın kitabını gerektiği gibi okuyan, namazı dosdoğru kılan ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda gizli açık harcayanlar, asla zarara uğramayacak bir ticâreti ümit edebilirler.

30. Çünkü Allah onlara mükâfatlarını eksiksiz vereceği gibi, lutf u kereminden onlara daha fazlasını da bahşedecektir. Şüphesiz O, çok bağışlayandır, her güzel iş ve davranışın karşılığını fazlasıyla verendir.


İman ve hakiki ilimden sonra sâlih amel gelir ve bunlar birbirini tamamlar. Nitekim önceki âyetlerde hakiki ilim, âlim ve onun kalbî durumundan söz edilmişti. Burada ise dil, beden ve mal ile yapılması gereken ameller bildiriliyor ve asla ziyana uğramayacak kârlı ticâretin bu olduğu müjdeleniyor. Bunlar hülâsa olarak şöyledir:
Birincisi; Allah’ın son kitâbı olan Kur’ân-ı Kerîm’i hakkını vererek okumak, onu bu şekilde okumaya devam etmek; hükümlerini öğrenip onunla amel etmek. Vakti Kur’an’a tahsis ederken Dâvûd-i Tâî’nin şu hassasiyetini göstermeye çalışmak:

Bir gün hizmetçisi Dâvûd-i Tâî’ye şöyle sordu:

“- Efendim, ekmek yemek ister misin?”

Şu cevabı aldı:

“- Ekmek çiğnemekle, onu bir şey içinde ezip içmek arasında elli âyet okuyacak zaman kaybı vardır.” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 369-370)

Bir adam vardı. Her sabah cemaatle namazdan sonra evinin yakınında bulunan mezarlığın arasındaki yolda yürür, giderken bir cüz, dönerken de bir cüz Kur’ân-ı Kerîm okurdu. Bir taraftan da Yüce Allah’tan kendisini Hızır (a.s.) ile görüştürmesini isterdi. Günler böyle geçerken, yine bir gün mezarlıkta yürüyüşe başlayıp Kur’an kıraati için eûzü-besmele çekmişti ki hırpani kılıklı bir şahıs yanında beliriverdi. Kendisiyle konuşmaya başladı. Hem konuşuyor, hem de yürüyorlardı. Gelen zat “annen nasıl, baban nasıl, çocuklar ne yapıyor, ne yersin, ne içersin” diye soruyor, berideki zavallı da ona cevap yetiştirmeye çalışıyordu. Nihayet yolun sonuna varıp tekrar döndüler. Gelen o zat şu dikkat çekici izahta bulundu:

“- Uzun zamandır Allah’tan sana göstermesini istediğin Hızır benim. İşte benimle görüşmüş ve konuşmuş oldun. Ama bundan daha önemlisi bu gün iki cüz Kur’ân-ı Kerîm okumaktan mahrum kaldın.”

İkincisi; namazı dosdoğru kılmak. Namaz diğer ibâdetlerin özü ve tacı mesâbesinde olup, dosdoğru kılındığı takdirde kulu her türlü çirkin işler ve kötülüklerden korur. (bk. Ankebut 29/45)

Üçüncüsü; Allah’ın verdiği rızıklardan yine O’nun yolunda gizli ve açık harcamak. Bu da kulun insanlara ve topluma karşı vazifelerinin esasını teşkil eder. Zira şefkat ve merhamet dini olan İslâm, ancak şefkat ve merhamet dolu gönüllerin muhtaç, çaresiz ve bîkeslere uzanması sâyesinde hayata aksettirilip hedefine ulaşacaktır.
Allah rızâsı ve âhiret ümidiyle yapılan bu ameller, asla iflas ve zarar etme ihtimali olmayan bir ticârettir. Bu ticâretin kârı ise, Allah tarafından tastamam, hatta fazlasıyla verilecek olan ebedî mükâfât olacaktır.

Bu müjdeleri size haber veren Kur’ân-ı Kerîm’le ilgili şu önemli hususları dikkatinizden kaçırmayın:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
31. Rasûlüm! Sana vahyettiğimiz bu kitap, kendinden önceki kitapları doğrulayıcı olarak gelen gerçeğin tâ kendisidir. Elbette Allah, kullarından hakkiyle haberdârdır, onları görmektedir.

32. Sonra o kitaba kullarımızdan seçtiklerimizi mirasçı yaptık. Onlardan kimi vardır, kendi kendine zulmeder. Kimi vardır, dengelidir, orta yolu tutar. Kimi de vardır, Allah’ın izniyle her türlü hayırlı işlerde önde koşar. İşte en büyük lutuf budur.

33. Onların mükâfatı, sonsuz nimet ve ebedî mutluluk yeri olan Adn cennetleridir. Onlar o cennetlere girer, orada altın bilezik ve incilerle süslenirler. Elbiseleri de ipektir.

34. Şöyle derler: “Bizden her türlü üzüntüyü ve endişeyi gideren Allah’a hamdolsun. Şüphesiz Rabbimiz çok bağışlayandır, her güzel iş ve davranışın karşılığını bol bol verendir.”

35. “O Rabbimiz ki, lutf u keremiyle bizi bu ebedî kalınacak yurda yerleştirdi. Burada artık bize ne bir yorgunluk dokunacak ne de orada bize bir usanç gelecektir.”


Kur’ân-ı Kerîm, kendinden önceki ilâhî kitapları tasdik eden; onların tahrif ve tebdile uğrayan kısımlarını tashih eden gerçek ilâhî kelâmdır. Allah’tan Peygamberimiz (s.a.s.)’e vahiy yoluyla gelmiştir. Cenâb-ı Hak bu Kitâb’ı Muhammed (s.a.s) ümmetine miras bırakmıştır. Resûlullah (s.a.s.) Efendimiz bu konuda şöyle buyurur:

“Bir kimse, ilim elde etmek arzusuyla bir yola girerse, Allah o kişiyi cennetin yollarından birine sevkeder. Melekler yaptığından hoşnut oldukları için ilim öğrenmek isteyen kimsenin üzerine kanatlarını gererler. Göklerde ve yerde bulunan her şey, hatta suyun altındaki balıklar bile âlim için Allah’a istiğfar ederler. Âlimin âbide üstünlüğü, dolunayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Âlimler, peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler, mîras olarak altın ve gümüş bırakmazlar; onlar ilmi miras bırakırlar. Kim bu mîrâsı alırsa, büyük bir nasip almış olur.” (Ebû Dâvûd, İlim 1/3641; Tirmizî, İlim 19/2682)

Kur’ân-ı Kerîm’e mirasçı olan Muhammed ümmeti, Allah Teâlâ’nın kulları arasından seçtiği bir ümmettir. Nitekim, “Böylece sizi, bütün insanları kontrol edip gözetim altında tutasınız, Peygamber de sizi gözetim altında tutsun diye ölçülü, dengeli ve örnek bir ümmet kıldık” (Bakara 2/143), “Ey mü’minler! Siz, insanların iyiliği için yeryüzüne çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz” (Âl-i İmran 3/110) ayetleri de bu ümmetin, diğer ümmetler arasından seçilmiş özel bir ümmet olduğunu açıkça beyân eder.

Kur’ân-ı Kerîm’e vâris olan bu ümmetten her bir fert ona aynı ihtimamı gösteremeyecektir. Onlardan bir kısmı kitaba vâris olduğu halde onu gereği gibi tilâvet etmeyecek, emir ve yasaklarına uygun hareket etmeyerek nefsine zulmedecek; kimi de muktesid, orta yerde gâh amel edecek gâh etmeyecek; kimisi de Allah’ın izniyle hayırlarda ileri gidecektir. İşte hayırlar da öne geçen bu kimseler gerçek peygamber vârisi olarak halkın önderleri olacaklar ve “Üçüncü zümre «sâbikûn»; dünyada hayırlı işlerde öne geçenlerdir ki, onlar âhirette mükâfatda da öne geçeceklerdir. İşte bunlar «mukarrabûn»; Allah’a en yakın kullardır. Nimetlerle dopdolu cennetlerde olacaklardır” (Vâkıa 56/10-12) ayetlerindeki övgüye hak kazanan kimseler olacaklardır. Bu ise büyük bir lutuftur. (Zemahşerî, el-Keşşâf, III, 308-309; Elmalılı, Hak Dini, V, 3993)

Bununla beraber ayette ظَالِمٌ (zâlim), مُقْتَصِدٌۚ (muktesid), سَابِقٌ بِالْخَيْرَاتِ (sâbikun fi’l-hayrât) şeklinde zikredilen üç grup hakkında şu farklı yorumlar yapılmıştır:

Zâlim, günahları ağır basan; muktesid, günahları ile sevapları eşit olan; sâbık ise sevapları daha çok olandır.

Zâlim, dışı içinden daha hayırlı olan; muktesid, içi ve dışı denk olan; sâbık, içi daha hayırlı olandır.

Zâlim, büyük günahları olan; muktesid, küçük günahları bulunan; sâbık, günahsız olandır.

Zâlim, kitabı solundan verilen; muktesid, kitabı sağından verilen; sâbık, Allah Teâlâ nezdinde en önde bulunan mukarreblerdir.

Zâlim, hesaba çekildikten sonra cehenneme atılan; muktesid, hesaptan sonra cennete giren; sâbık, her hangi bir hesaba çekilmeden cennete girendir.

Zâlim, günahta ısrar eden; muktesid, pişman olup tevbe eden; sâbık, tevbesi makbul olandır.

Zâlim, Kur’an’a inandığı halde onunla amel etmeyen; muktesid aynı zamanda onunla amel eden; sâbık ise Kur’an’a inanıp onunla amel eden ayrıca insanlara Kur’an’ın emirlerini açıklayarak onların da amel etmesine vesile olan kimsedir. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXII, 88-90; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXVI, 25)

Neticede Kur’an’a vâris olan bu üç grup da Hz. Muhammed (s.a.s.) ümmetinin parçaları olup hepsi de cennete girecektir. Nitekim devamında gelen, “Onların mükâfatı, sonsuz nimet ve ebedî mutluluk yeri olan Adn cennetleridir. Onlar o cennetlere girer, orada altın bilezik ve incilerle süslenirler. Elbiseleri de ipektir” (Fâtır 35/33) ayeti bu gerçeği ifade eder. Ancak günah işleyip nefsine zulmedenlerin, Allah’ın umûmî bir affı olmadığı takdirde cehennemde bir müddet kaldıktan sonra cennete girme ihtimali kuvvetlidir. Cennete girenler, oranın nimetlerinden istifade ederler ve kendilerini dünyada, kabir ve mahşer yerinde yaşadıkları her türlü üzüntü, endişe ve tasadan kurtarıp böyle ebedî saadet yurduna kavuşturduğu için, gönüllerinden taşa taşa “Elhamdülillâh” derler; Allah’a hamd ü senâ ederler. “Burada artık bize ne bir yorgunluk dokunacak, ne de orada bize bir usanç gelecek” (Fâtır 35/35) diyerek sevinir, ebedî mutluluğun hazzını tadarlar.

Peki kâfirlerin sonu nasıl olacak:

36. İnkâra saplanmış olanlara gelince, onlar için cehennem ateşi vardır. Ne haklarında ölüm kararı verilir ki ölüp de azaptan kurtulsunlar. Ne de tattıkları azaptan en küçük bir eksiltme ve hafifletme olur. Biz, Allah’ı ve nimetlerini inkâr eden her nankörü işte böyle cezalandırırız.

37. Orada avazlarının çıktığı kadar yüksek sesle feryat edecekler: “Rabbimiz! Ne olur, bizi buradan çıkar ve dünyaya geri gönder de, daha önce yaptıklarımızın yerine sâlih ameller işleyelim!” Allah da onlara: “Size, düşünüp öğüt alacak bir kişinin, düşünüp öğüt alabileceği bir ömür vermedik mi? Hem size uyarıcı bir peygamber de gelmişti. O halde tadın azabı! Artık zâlimler için hiçbir yardımcı yoktur” buyuracak.


Kâfirler için cehennemde bir hayat yoktur ki, yaşayıp ondan istifade edebilsinler. Ölüm yoktur ki, ölüp istirahata erebilsinler. Onlar ebediyen azap içinde olacaklar ve Rablerine karşı perdeli bulunacaklardır. Azapları da hiçbir zaman hafifletilmeyecektir. Yırtınırcasına, avazları çıktığı kadar feryat edecekler, cehennemden çıkıp dünyaya dönmeyi isteyeceklerdir. Fakat bu artık imkânsızdır. Bu taleplerine karşı Cenâb-ı Hak onları iki önemli noktaya temas ederek azarlar:

Size, düşünüp ders ve öğüt alacak kişinin, düşünüp öğüt alabileceği bir ömür vermedik mi?

Size Allah’ın azabını haber veren bir peygamber gelmedi mi?

Bu ilâhî ikazlardan, elbette istifade etmesi gerekenler, henüz ölüm gerçeği ile karşılaşmamış olup elinde fırsat bulunan kimselerdir. Hayatta olan tüm insanlıktır. Nihâî noktada şâirin:

“Kimi vicdâna dokundu, kimi cism ü câna
Zevk nâmıyla ne yaptımsa peşiman oldum”
(Nâmık Kemâl)

şeklinde dile getirdiği çaresi olmayan bir pişmanlığa düşmemek için, Peygamber (s.a.s.)’in uyarılarına kulak vermek ve kalan ömrü âhiret gerçeğini dikkate alarak yaşamak zaruridir.

Unutmamak gerekir ki:

38. Şüphesiz Allah, göklerin ve yerin bütün gizliliklerini bilendir. Doğrusu O, göğüslerde saklı bulunan bütün gizli düşünce, niyet ve inançları da hakkiyle bilir.

39. Sizi yeryüzünde halîfeler yapan O’dur. Kim inkâr ederse, inkârı kendi kötülüğüne olur. Çünkü kâfirlerin inkârı, Rableri katında kendilerine karşı gazabın artmasına ve rahmetin kesilmesine sebep olacaktır. Sonuçta, kâfirlerin inkârı ancak kendi zarar ve ziyanlarını artıracaktır.


Göklerin ve yerin bütün gizliliklerini bilen ve bizi yeryüzünün halifeleri, yöneticileri kılan Allah olduğuna göre, O’nun dışındaki varlıklardan gönlümüzü koparıp yalnızca O’na kulluk etmek lâzımdır. “Sizi yeryüzünde halîfeler yapan O’dur” (Fâtır 35/39) âyetinde, müslümanların pek yakında yeryüzünün yöneticileri olacağına, büyük devletler kurup başlarına halifeler geçireceklerine işaret vardır. Âyetin indiği Mekke dönemindeki zor ve ağır şartlar düşünüldüğünde, Kur’an’ın bu haberinin bir gayb mûcizesi olduğu görülür. Kendilerine dinî ve dünyevî böyle nimetler ve devletler verildiği halde, yine inkâr ve nankörlüğe devam edenler, ancak Allah’ın gazap, azap ve hışmını celbederler. Böylece sadece zarar ve ziyanlarını artırırlar.

Allah’tan başka tapılan putların ve o putlara tapanların gerçek yüzlerini tanıtmak üzere buyruluyor ki:

40. De ki: “Bir baksanıza, Allah’a ortak koşup, O’nun dışında ilâh diye yalvardığınız şu varlıklara! Gösterin bana, yeryüzünde hangi şeyi yaratmış bunlar? Yoksa onların göklerin yaratılmasında ve yönetilmesinde Allah ile bir ortaklıkları mı var? Yahut biz onlara bir kitap verdik de ondan bir delile mi dayanıyorlar?” Hayır! aslında o zâlimler, birbirlerini yalan ve boş va‘atlerle aldatmaktan başka bir şey yapmıyorlar.

41. Gökleri ve yeri hiçbir arızaya meydan vermeden tutan ve yok olup gitmekten koruyan Allah’tır. Şâyet yıkılıp gidecek olsalar, yemin olsun ki, Allah’tan başka onları tutabilecek hiçbir güç yoktur. O, ceza vermekte acele etmeyen ve çok bağışlayandır.


Müşriklerin Allah’tan başka taptıkları putların, kesinlikle tapılmaya değer bir yönleri yoktur. Çünkü:

Yeryüzünde onların yarattığı hiçbir şey yoktur. Tüm varlıklar gibi, o putlar da Allah’ın yaratığıdır. Yaratılmış olan ise ilâh olamaz.

Onların, göklerin yaratılıp devam ettirilmesinde de Allah ile hiçbir ortaklıkları yoktur. Çünkü ne Allah Teâlâ’nın böyle bir şeye ihtiyacı vardır, ne de onların Allah’a yardım edebilecek bir güçleri vardır.

Allah Teâlâ o müşriklere, taptıkları putların Allah’a ortak olduğunu söyleyen bir kitap da indirmemiştir. Ellerinde böyle yazılı bir belgeleri de yoktur. Demek ki müşriklerin ellerinde, şirk davalarında doğru olduklarını kanıtlayacak ne aklî ne de naklî hiçbir delilleri bulunmamaktadır. Sadece onlar yalan ve dolanla birbirlerini aldatmaktadırlar.

Gerçek ilâh, gökleri ve yeri bozulmaktan ve dağılmaktan koruyan Allah Teâlâ’dır. Öyle ki bunlar bir kere bozulmaya yüz tutsalar, Allah’tan başka hiç kimse onu tutmaya güç yetiremez. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Allah uyumaz, uyuması da düşünülemez. İnsanların amellerini ve erzaklarını ölçtüğü teraziyi yükseltir, alçaltır. Kullarının gündüz yaptığı amellerden önce gece yaptıkları, gece yaptıklarından önce de gündüz yaptıkları O’na arz edilir. O’nun görülmesini engelleyen bir nur vardır. Şâyet o perdeyi açsaydı, azamet ve celâli, gördüğü bütün varlıkları yakıp kül ederdi.” (Müslim, İman 293; İbn Mâce, Mukaddime 13)

Bu sebepledir ki, Allah’a ortak koşulması, gökleri ve yeri yerinden oynatacak, onları çatlatıp paramparça edecek derecede ağır bir suçtur. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Bazıları: «Rahmân çocuk edindi» dediler. Ey, böyle söyleyenler! Gerçekten siz çok çirkin ve korkunç bir iddia ortaya attınız! Neredeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak, dağlar yıkılıp yerle bir olacaktı; Rahman’a çocuk isnat ettiler diye!” (Meryem 19/88-91)

Fakat Yüce Rabbimiz “Halîm” olduğu için sabretmekte, hemen cezalandırma cihetine gitmemekte ve kullarına hatalarından dönmeleri için mühlet tanımaktadır. Tevbe edenlerin tevbesini kabul edip, istiğfar edenleri de bağışlamaktadır. O’nun muradı, kulların günah çukurlarında kalıp helak olmaları değil, tevbe ve istiğfar kulpuna sarılıp kurtuluşa ermeleridir.
Bunun için de onlar, müşriklerin yaptığı gibi, hiçbir bahane arkasına sığınmamaldırlar:

42. Müşrikler, kendilerine bir uyarıcı geldiği takdirde, doğru yola uymada, önceki ümmetlerden daha ileride olacaklarına dâir Allah’a var güçleriyle yemin ediyorlardı. Fakat kendilerine bekledikleri uyarıcı gelince, bu onların doğru yoldan daha da uzaklaşmalarına sebep oldu.

43. Çünkü onlar yeryüzünde büyüklük taslıyor ve kötülük planları tasarlıyorlardı. Oysa kötülük planları, ancak onu kuranların ayağına dolanır. Yoksa onlar, kendilerinden önceki inkârcı toplumların helâkine sebep olan ilâhî kanunların kendi üzerlerinde de uygulanmasını mı bekliyorlar? Sen Allah’ın kanununda hiçbir değişiklik bulamazsın. Yine sen Allah’ın kanununda kesinlikle hiçbir sapma göremezsin!


Mekke müşrikleri, Peygamberimiz (s.a.s.) henüz gönderilmeden önce, Ehl-i kitap olan yahudi ve hıristiyanların durumlarını da iç açıcı görmediklerinden, kendilerine gerçek bir peygamber gönderildiği takdirde onu asla inkâr etmeyeceklerine ve onun getireceği tâlimatlara, geçmiş ümmetlere nazaran çok daha fazla sahip çıkacaklarına yemin ediyorlardı. (bk. En‘âm 6/156-157) Fakat Resûl-i Ekrem (s.a.s.), peygamberliğini ilan edince ondan süratle uzaklaştılar. Bunun sebebi ise, Allah Resûlü (s.a.s.)’in getirdiği tâlimatların onların nefsânî arzularına uymaması ve dünyevi menfaatleriyle çatışması idi. Çünkü Kur’an onları dürüstlüğe, doğruluğa, tevazua, Allah ve Rasûlü’ne itaate, mahlukata karşı şefkat ve merhamete davet ediyordu. Onlar ise tüm bu ahlâkî faziletlerin aksine büyüklük taslıyorlar, insanları, hele yetim ve köleleri küçük görüyorlar, işlerine geldiği gibi haince planlar yapıyorlardı. Hâsılı Peygamberin mesajı ile onların arzuları arasında âdeta kan ve doku uyuşmazlığı vardı. Bu sebeple onlar yemin ettikleri gibi Peygamber’e inanacakları yerde onu reddettiler, davetini engellemek için sinsi tuzaklar kurdular ve onu öldürmek için suikastlar düzenlediler. Onlar yaptıkları bu kötülükler yüzünden daha önceki sapık milletlerin yoluna girmiş oldular. Dolayısıyla öncekilerin başına gelen felâket ve cezaların, kendi başlarına da gelmesine zemin hazırlamış oldular. Çünkü Allah’ın toplumlar için koymuş olduğu değişmez kanunu, bu neticeyi gerekli kılmaktadır:

“Zâlim yine bir zulme giriftâr olur âhir,
Elbette olur ev yıkanın hânesi vîrân.”
(Ziyâ Paşa)

“Başkalarına zulmeden kişi, sonunda kendisi de elbet bir zulme uğrar. Başkasının evini yıkanın bir gün kendi evi de vîrân olacaktır.”

İnkârcıların fenâ akıbetlerini görme, Allah’ın kudretini tanıma ve böylece gerçeği idrak etme açısından önceki kavimlerin ibretli kıssaları büyük ehemmiyet arz eder:

44. Onlar yeryüzünde dolaşıp da kendilerinden önce yaşamış toplumların âkıbetlerinin nasıl olduğuna ibretle bakmazlar mı? Oysa onlar, bunlardan daha güçlü kuvvetli idiler. Ama ne göklerde ve ne de yerde Allah’ın elinden kaçıp kurtulabilecek hiçbir şey yoktur. Doğrusu O, her şeyi hakkiyle bilen ve her şeye gücü yetendir.

45. Eğer Allah insanları yaptıkları günahlar yüzünden hemen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde tek bir canlı bile bırakmazdı. Fakat Allah belirlenmiş bir vakte kadar onlara süre tanıyor. Vâdeleri dolunca gerekeni yapacaktır. Allah, kullarını hakkiyle görmektedir.


Özellikle peygambere karşı çıkmaları sebebiyle Allah toplumları çeşitli felaketlerle helak etmiş, fakat buna hiçbir güç engel olamamıştır. Bundan böyle de Peygamber düşmanlarını bekleyen hazin son budur. Fakat Allah Teâlâ’nın âdeti, günahın cezasını hemen vermek değil, belli bir zamana kadar beklemek şeklinde tecelli etmektedir. Eğer Allah insanlar tarafından işlenen her zulmün, her günahın, özellikle şirk günahının cezasını hemen verecek olsaydı, yeryüzünden hareket eden en küçük bir canlı bile kalmaz, hepsi helak edilir, dünya yaşanmaz hale gelir, imtihanın önemi kalmazdı. Bu sebeple Allah Teâlâ, hilim ve sabırla davranmaktadır. Ancak belirlenen vakit geldiğinde, eğer kullar verilen fırsatı değerlendirip tevbe etmedilerse, Allah kime nasıl muamele edeceğini takdir edecek ve gereken cezayı verecektir. Çünkü O kullarını hakkıyla görmekte, O’nun kudret nazarından hiçbir şey gizli kalmamaktadır.

Fâtır sûresinin sonunda yer alan “O’nun kulları” (Fâtır 35/45) ifadesi, kulluğunun farkında olan seçkin kullara bir teselliyi bildirmekle birlikte, genel mânada diğer insanlar için ağır bir azarlamayı hatırlatan heybetli bir uyarıdır. İşte bu sonucu, büyük bir heyecan ile duyurup yaşatmak için bu sûreyi, Yâsin sûresi ilâhî aşk ile çarparak vuslata ulaşan bir kalbin çarpıntısı ile takip edip açıklayacaktır:
 
Üst Alt