FÂTIR Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri
Fâtır Sûresi Hakkında
Fâtır sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 45 âyettir. İsmini 1. âyette geçen Cenâb-ı Hakk’ın اَلْفَاطِرُ (Fâtır) sıfatından alır. Buna “Melâike” sûresi de denilir. Resmî tertîbe göre 35, iniş sırasına göre 43. sûredir.
Fâtır Sûresi Konusu
Sûre ağırlıklı olarak Allah’ın varlığı, birliği ve kudretinin kâinatta tecelli eden pek çok delillerinden söz ederek, O’nun kulluğa lâyık tek ilâh olduğu fikrini işler. Yaratan O’dur, rızık veren O’dur, izzet ve şeref veren O’dur. O zengin ve müstağnî, insanlar ise O’na sonsuz derecede muhtaçtır. Bütün izzet ve şeref yalnızca O’na mahsus olduğundan, izzet ve şeref isteyenler için O’na inanmak, O’na teslim olmak, yalnızca O’na kul köle olmak zarûrîdir. Acı ve tatlı deniz, gece ile gündüz, âmâ ile gören, karanlıkla aydınlık, ölü ile diri gibi âlemde birbirinin zıddı olarak tecelli eden varlık ve olaylar, iman ile küfrün hakikatini anlamak için birer misaldir. İman güzelliklerin, küfür ise kötülüklerin temsilcisidir. Bu sebeple sûrede iman ehlinin nâil olacağı ebedi mutlulukla, küfür ehlinin feci halleri canlı birer tablo halinde arz edilir. İnsanların zulmü ve nankörlüğüne rağmen Cenâb-ı Hakk’ın onlara mühlet verdiği, dolayısıyla bu mühletin iyi değerlendirilmesi gereği üzerinde durulur.
Fâtır Sûresi Nuzül
Mushaftaki sıralamada otuz beşinci, iniş sırasına göre kırk üçüncü sûredir. Furkan sûresinden sonra, Meryem sûresinden önce Mekke’de inmiştir.
FÂTIR SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ
1. Bütün övgüler, gökleri ve yeri herhangi bir örneği olmaksızın yoktan yaratan, ikişer, üçer, dörder kanatlı melekleri emirlerini yerlerine ileten elçiler yapan Allah’a mahsustur! O, yaratmada dilediği ölçüde artırmaya gider ve yaratıklarına dilediği kadar fazla özellikler de verir. Çünkü Allah’ın her şeye gücü yeter.
Yüce Allah’ın güzel isimlerinden biri olan اَلْفَاطِرُ (Fâtır), yokluğu yarıp oradan varlığı çıkaran, gökleri ve yeri yâni tüm kâinatı, daha önce bir benzeri olmaksızın, yoktan var eden; dünyayı yarattığı gibi âhireti de yaratacak olan demektir. Melekler, Cenâb-ı Hakk’ın kâinatın işleyişiyle vazîfelendirdiği nurdan yaratılmış varlıklardır. Bunları ikişer, üçer ve dörder kanatlı olarak yaratmıştır. Ancak Allah dilediği meleklere, dörtten de fazla kanat verebileceği gibi, diğer yaratıklara da maddî ve manevî ziyâde özellikler verebilir. Bu sadece O’nun dilemesine bağlıdır. Mesela Resûlullah (s.a.s.), Cebrâil (a.s.)’ı Nur dağında 600 kanadıyla bütün ufku kaplamış halde görmüştür. (Buhârî, Bed’ü’l-Halk 7; Müslim, İman 280) Bu ziyâde yaratılış diğer mahlukattaki çeşitliliğe ve onlarda tecellî eden güzelliklere de işaret edebilir. Şöyle ki:
Güzel yüzler, güzel sesler, güzel saçlar, güzel hatlar, gözlerde güzellik, boy ve endamda hoşluk, incelik, biçimde uyumluluk, organlarda tamamlık, güçte şiddet, akılda keskinlik, görüşte ve düşüncede verimlilik ve bereket, kalpte cesaret, ruhta hoşgörü, dilde güzel ifade, konuşmada yeterlilik, çeşitli kabiliyetler, iş yapmada beceriklilik ve maharet… gibi nice mükemmellikler sadece insan yaratılışıyla ilgili çeşitliliğe örnek teşkil eder. Bunlara kuşlar, balıklar, kelebekler, atlar, aslanlardan, dünyayı süsleyen türlü türlü çiçekler ve bitkiler âlemini, zerrelerden, atomlardan galaksilere kadar tüm kâinatı dolduran çeşitlilikler ilave edilirse bu âyetin çok geniş bir âleme pencere açtığı görülür.
İşte gördüğümüz ve göremediğimiz tüm varlıkları ve bunlarda zuhûra gelen tüm güzellikleri yaratan Allah Teâlâ elbette bütün övgülere, her türlü yüceltmeye lâyıktır. O’ndan başka böyle övgüye lâyık kimse yoktur. O’nun her şeye gücü yeter. Murad ettiği bir işi engelleyebilecek hiçbir güç yoktur. Bu sebepledir ki:
2. Eğer Allah insanlar için bir rahmet kapısı açarsa, o rahmetin onlara ulaşmasını engelleyebilecek kimse yoktur. Aynı şekilde, eğer rahmetinin kapısını kaparsa, O’ndan başka bu rahmeti salıp gönderebilecek kimse yoktur. Çünkü O, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.
Bütün mülkün, rahmet ve nimetin gerçek sahibi Allah Teâlâ olduğu için, her şey O’nun iznine tâbidir. O’nun bilgisi ve izni dışında kâinatta ne bir rüzgârın esmesi ne de bir yaprağın düşmesi mümkündür. Bu açıdan bakıldığında her türlü nimet de tek başına Allah’ın kudret elindedir. İnsanlardan kime olursa olsun O’nun verdiğini engelleyebilecek hiçbir güç olmadığı gibi, O’nun tutup vermediğini verdirecek bir güç de yoktur. O halde Allah’tan başkasından bir şey istemeye veya öyle bir beklenti içine girmeye gerek yoktur. Böyle bir düşünce şirktir ve asılsızdır. Bu bakımdan İbn Abbas (r.a.)’ın naklettiği şu nebevî düstûr ne kadar mühimdir:
“Bir gün Peygamber (s.a.s.)’in terkisinde bulunuyordum. Bana:
«Yavrucuğum, sana bazı kaideler öğreteyim» dedi ve şöyle buyurdu: «Allah’ın buyruklarını gözet ki, Allah da seni gözetip korusun. Allah’ın rızâsını her işte önde tut, Allah’ı önünde bulursun. Bir şey isteyeceksen Allah’tan iste. Yardım dileyeceksen, Allah’tan dile! Bil ki, bütün bir ümmet toplanıp sana fayda temin etmeye çalışsalar, ancak Allah’ın senin için takdir ettiği faydayı temin edebilirler. Yine eğer bütün ümmet, sana zarar vermeye kalksalar, ancak Allah’ın senin hakkında takdir ettiği zararı verebilirler. Çünkü artık kaderi yazan kalem yazmaz olmuş, yazıları değişmeyecek şekilde kesinleşmiştir.»” (Tirmizî, Kıyâmet 59)
Resûl-i Ekrem (s.a.s.), selâm verip namazı bitirince şu duayı yapardı:
“Allah’tan başka ilâh yoktur, yalnız Allah vardır. O tektir, ortağı yoktur. Mülk O’nundur. Bütün övgüler O’na mahsustur. O’nun her şeye gücü yeter. Allahım! Senin verdiğine engel olacak, vermediğini de verecek kimse yoktur. Senin yardımın olmadan hiçbir zengine serveti fayda vermez.” (Buhârî, Ezan 155; Müslim, Mesâcid 137-138)
O hâlde:
3. Ey insanlar! Allah’ın size olan nimetini hatırlayın ve onlar üzerinde düşünün. Allah’ın dışında, sizi gökten ve yerden rızıklandıracak başka bir yaratıcı var mıdır? O’ndan başka ilâh yoktur. Öyleyse nasıl oluyor da Allah’tan yüz çevirip yanlış yollara düşüyorsunuz?
4. Rasûlüm! Eğer seni yalanlıyorlarsa, üzülüp ümitsizliğe kapılma! Çünkü senden önceki peygamberler de yalanlanmıştı. Bütün işler neticede varır Allah’a dayanır ve O neye hükmederse O olur.
Yüce Rabbimiz, burada bütün insanlara hitap buyurur. Üzerlerindeki Allah’ın nimetini hatırlamalarını, ellerinde nimet olarak ne varsa hepsinin Allah’tan olduğunu bilmelerini ister. İnsanı düşünceye sevk edip gerçeği anlaması için kendisinden başka rızık verici bir yaratıcı olup olmadığını sorar. Cevabı tekrar O verir: “Allah’tan başka ilâh yoktur ve O’ndan başka kimse rızık veremez. Bunu bildiğiniz halde, niçin yalana kanıyor ve imandan küfre çevriliyorsunuz? Yaratan ve rızık veren sadece Allah olduğuna göre, ibâdet ve itaate layık olan da sadece O’dur.” Bu gerçek, güneş gibi açık ve net olmakla birlikte, insanların çoğu bunu kabul etmemekte; peygamberlerin davetinden yüz çevirmektedirler. Diğer peygamberlerde de aynı durum tekerrür ettiği için, fazla üzüntüye gerek kalmadan, tebliğ ve irşada ciddiyetle devam etmek gerekir.
Şunu bilin ki:
5. Ey insanlar! Şüphesiz Allah’ın va‘di gerçektir. Öyleyse sakın dünya hayatı sizi aldatmasın! O çok hilekâr şeytan da, sizi Allah’ın rahmeti ve affına güvendirerek kandırmasın!
Allah’ın va’di, kıyâmettir; mü’minlere cennet, kâfirlere cehennemdir. Va’dedilen şeyler mutlaka gerçekleşecektir. Ancak bu hususta iki düşmana karşı dikkatli olmak lazımdır: Dünyanın câzibesi ve şeytan. İnsan; “bu gün keyfime bakayım yarın ne olursa olsun” dememeli, dünyaya dalıp âhiret vazifelerini unutmamalı ve dünya için âhiretini fedâ etmemelidir. Çünkü dünya hayatı bir rüya gibi gelir geçer ve bir gün ebedî âhiret âlemi gelir çatar. Nitekim şâir Hayâlî bu hususta şu uyarıyı yapar:
“Ne mihrinden safâ kesbet, ne mâhından saadet um
Sakın aldanma bu dehre, iki yüzlü münafıkdır.”
Şeytanın da diğer tahrikleriyle beraber daha ziyade; “Allah çok bağışlayıcıdır, büyük günahları bile affeder, bu kadarcık günahtan bir şey çıkmaz” gibi telkinler yaparak bizzat Allah ile aldatmasına karşı uyanık olunmalıdır. (bk. Lokmân 31/33) Çünkü onun yaratılış maksadı insana düşmanlıktır. Kur’ân-ı Kerîm’de yedi kez tekrar edilen Hz. Âdem-İblîs kıssası bu düşmanlığı tüm safahatıyla anlatmaktadır. Kendine tâbi olanları alevli cehennem ateşine çağırmaktan başka maharet ve mârifeti olmayan o mel’ûnu düşman bilip ona karşı kesintisiz bir savaşa girişmekten başka çıkar yol yoktur. Zira insanın ya şiddetli bir azaba uğraması veya ebedî cennet nimetlerine kavuşması, şeytanı dost ya da düşman edinmesine ve o istikâmette bir hayat sürmesine bağlıdır.
Hasan Basrî (k.s.)’a soruldu:
“- Şeytan hiç uyur mu?”
Şöyle cevap verdi:
“- O uyusaydı; biz dinlenir, rahat ederdik.” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 316)
Hz. Mevlânâ, avcılığıyla meşhur doğan kuşunu örnek vererek şeytanın hîlesine karşı şöyle uyarır:
Doğan kuşu, kaz kuşuna: “Sudan çık da ovaların şekerler yağdırdığını, yâni nimetler verdiğini gör” dedi. Akıllı kaz da, ona dedi ki: “Ey doğan kuşu, sen bizden uzaklaş. Su, bizim kalemizdir, eman yurdumuzdur. Neşemiz, sevincimizdir.” Şeytan da doğan gibidir. Ey kazlar, sakın ha, su kalesinden, yâni iman kalesinden, imanlı kişilerin yanından pek az dışarı çıkın. Doğana, yâni şeytana da deyin ki; “Dön, geri dön. Elini başımızdan çek, ey aşağılık varlık. Biz senin davetini istemiyoruz. Davetin senin olsun. Ey kâfir, biz sana inanmayız. Senin sözüne kanmayız. Kale bizim olsun, şeker kamışlığı da senin olsun. Armağanını da istemiyoruz. Sen al, o senin olsun.” (Mevlânâ, Mesnevî, 432-437. beyitler)
Buraya kadar beyân edilen konu şu âyetle neticeye bağlanır.
Mihr: Güneş. Mâh: Ay
Burada kaz, din deresinde yüzen iman ehlini göstermektedir. Doğan kuşu; imanlı kişileri din nehrinden dışarı çıkarıp sapıklık ovasına götürmek isteyen şeytandır.
6. Doğrusu şeytan size düşmandır, siz de onu düşman belleyin. O, kendi taraftarlarını cehennemin yoldaşları olsunlar diye Allah’a isyâna çağırır.
7. İnkâra saplanıp kalanlara şiddetli bir azap vardır. İman edip sâlih ameller işleyenlere gelince, onlara da bir bağışlanma ve büyük bir mükâfat vardır.
Allah’ın va’di, kıyâmettir; mü’minlere cennet, kâfirlere cehennemdir. Va’dedilen şeyler mutlaka gerçekleşecektir. Ancak bu hususta iki düşmana karşı dikkatli olmak lazımdır: Dünyanın câzibesi ve şeytan. İnsan; “bu gün keyfime bakayım yarın ne olursa olsun” dememeli, dünyaya dalıp âhiret vazifelerini unutmamalı ve dünya için âhiretini fedâ etmemelidir. Çünkü dünya hayatı bir rüya gibi gelir geçer ve bir gün ebedî âhiret âlemi gelir çatar. Nitekim şâir Hayâlî bu hususta şu uyarıyı yapar:
“Ne mihrinden safâ kesbet, ne mâhından saadet um
Sakın aldanma bu dehre, iki yüzlü münafıkdır.”
Şeytanın da diğer tahrikleriyle beraber daha ziyade; “Allah çok bağışlayıcıdır, büyük günahları bile affeder, bu kadarcık günahtan bir şey çıkmaz” gibi telkinler yaparak bizzat Allah ile aldatmasına karşı uyanık olunmalıdır. (bk. Lokmân 31/33) Çünkü onun yaratılış maksadı insana düşmanlıktır. Kur’ân-ı Kerîm’de yedi kez tekrar edilen Hz. Âdem-İblîs kıssası bu düşmanlığı tüm safahatıyla anlatmaktadır. Kendine tâbi olanları alevli cehennem ateşine çağırmaktan başka maharet ve mârifeti olmayan o mel’ûnu düşman bilip ona karşı kesintisiz bir savaşa girişmekten başka çıkar yol yoktur. Zira insanın ya şiddetli bir azaba uğraması veya ebedî cennet nimetlerine kavuşması, şeytanı dost ya da düşman edinmesine ve o istikâmette bir hayat sürmesine bağlıdır.
Hasan Basrî (k.s.)’a soruldu:
“- Şeytan hiç uyur mu?”
Şöyle cevap verdi:
“- O uyusaydı; biz dinlenir, rahat ederdik.” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 316)
Hz. Mevlânâ, avcılığıyla meşhur doğan kuşunu örnek vererek şeytanın hîlesine karşı şöyle uyarır:
Doğan kuşu, kaz kuşuna: “Sudan çık da ovaların şekerler yağdırdığını, yâni nimetler verdiğini gör” dedi. Akıllı kaz da, ona dedi ki: “Ey doğan kuşu, sen bizden uzaklaş. Su, bizim kalemizdir, eman yurdumuzdur. Neşemiz, sevincimizdir.” Şeytan da doğan gibidir. Ey kazlar, sakın ha, su kalesinden, yâni iman kalesinden, imanlı kişilerin yanından pek az dışarı çıkın. Doğana, yâni şeytana da deyin ki; “Dön, geri dön. Elini başımızdan çek, ey aşağılık varlık. Biz senin davetini istemiyoruz. Davetin senin olsun. Ey kâfir, biz sana inanmayız. Senin sözüne kanmayız. Kale bizim olsun, şeker kamışlığı da senin olsun. Armağanını da istemiyoruz. Sen al, o senin olsun.” (Mevlânâ, Mesnevî, 432-437. beyitler)
Buraya kadar beyân edilen konu şu âyetle neticeye bağlanır.
Mihr: Güneş. Mâh: Ay
Burada kaz, din deresinde yüzen iman ehlini göstermektedir. Doğan kuşu; imanlı kişileri din nehrinden dışarı çıkarıp sapıklık ovasına götürmek isteyen şeytandır.
8. İşlediği kötü ameller kendisine süslenip püslenip de onları güzel bir şey gibi görmeye başlayan kimse, hiç Allah yolunda giden mü’min gibi olur mu? Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola eriştirir. Bu bakımdan, inanmıyorlar diye o inkârcılar için üzülerek kendini yiyip bitirme. Allah, onlar ne yapıyorlarsa hepsini hakkiyle bilmektedir.
İki kişinin hâli kıyaslanarak hangisinin doğru ve güzel, hangisinin ise yanlış ve çirkin olduğu sorulur: Birisi itikat ve amel bakımından kötü bir yol tutuyor, yanlış işler yapıyor. Fakat işin dikkat çeken yanı, gerçekte kötü olmasına rağmen, güzel şeyler yaptığını sanıyor. İşlediği kötülükler kendine güzelmiş gibi gözüküyor. Diğeri ise kötülükleri bütünüyle terk ettiği gibi bir de iyilik yapıyor, yaptığı iyiliği de gözünde büyütmüyor, hatta daha iyisini yapmak için gayret sarf ediyor. Şüphesiz bunlar Hak katında eşit muamele görmeyecekler; iyi olanlar dâimâ kazançlı çıkacaklardır. Bunun için de kulun Allah ile beraberlik şuuruna erişip, O’nun zât, sıfat ve fiillerinin güzel tecellilerine mazhar olmalıdır. Onu bulan her şeyi bulmuştur. Allah Teâlâ ile güzel bir beraberlik hâli ancak şunlarla sağlanır:
› Şeriatin belirlediği helâller ve haramlar çerçevesinde yaşayarak zahiri hal ve hareketlerimizi düzeltip bir nizama koymak.
› Şeriat dairesinin derin bir boyutu olarak tarikatın ince ve hassas prensipleri çerçevesinde nefsi terbiye etmek; onun tüm arzu ve isteklerini düzeltip bir nizama koymak.
› Şeriatin ve akl-i selîmin güzel gördüğünü güzel, çirkin gördüğünü de çirkin görmek.
Bu esasları dikkate alıp Allah’ı tanıma ve O’nun sınırsız kudretini anlama imkânı bulamayanlar, eğer yeniden dirilişle ilgili şüpheleri varsa şu gerçeklere iyi kulak versinler:
9. Allah odur ki, rüzgârları gönderir, onlar da bulutları harekete geçirir. Derken biz o bulutları ölü bir beldeye sevk ederiz de, ölmüş olan toprakları bulutlardan inen yağmurlarla diriltiriz. Ölülerin diriltilmesi de işte böyledir.
10. Kim izzet ve şeref istiyorsa bilsin ki izzet ve şeref bütünüyle Allah’a aittir. Güzel sözler Allah’a yükselir. Fakat bunları O’na yükseltecek olan da sâlih amellerdir. Buna karşılık, sinsi sinsi kötü işler tasarlayanlar için ise çetin bir azap vardır. Üstelik, böylelerinin kurdukları bütün tuzaklar boşa çıkmaya mahkûmdur.
Yağmur yağdıktan sonra ölü toprağın diriltilmesi gibi, mahşerde de insanlar yeniden diriltileceklerdir. O halde âhirete iman zaruridir. En güzel kıvamda yaratılıp âhiret yolcusu olan insana yakışan, kendini zilletten kurtarıp izzet ve şeref sahibi bir kul olmaktır. Bunun yolu, izzet ve şerefi Allah katında aramaktır. Çünkü bunların yegâne sahibi Allah’tır. Allah katındaki izzet ve şerefe nâil olmanın da iki yolu vardır:
› Kelime-i tayyib: Kısaca ifadesiyle güzel söz,
› Sâlih ameller.
“Kelime-i tayyib”; başta, kelime-i tevhit olmak üzere Allah için yapılan her türlü tesbih, tahmid, tekbir, dua, istiğfar ve zikirler gibi güzel ve hoş sözleri içine alır. Bunların arşa yükselip de “Şüphesiz iyilik, ihlas ve fazilet sahibi kişilerin defteri İlliyyûn’dadır” (Mutaffifîn 83/18) buyrulduğu üzere makbul ameller defterine yazılması, ancak bunları tahakkuk ve tasdik ettirecek sâlih amellere yaklaşmakla olur.
Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Sübhânellâh, elhamdülillâh, Allahu ekber, lâ ilâhe illallah diyerek Cenab-ı Hakk’ı yücelttiğiniz zikirler, arşın etrafında arı uğultusu gibi bir sesle sizin adınıza Allah’ı zikrederek dönüp dururlar. Allah katında durmadan zikredilmeyi istemez misiniz?” (İbn Mâce, Edeb 56; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 268)
سُبْحَانَ اللّٰهِ وَ الْحَمْدُ لِلّٰهِ وَ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَ اللّٰهُ اَكْبَرُ (sübhânellâhi velhamdü lillâhi ve lâ ilâhe illâhü vallahu ekber) zikri güzel bir sözdür. Kul bunu söylediği zaman melek onunla semâya çıkar, onu Rahmân’ın katına arzeder, fakat onu tasdik ve takviye edecek sâlih ameli olmazsa kabul olunmaz.” (Elmalılı, Hak Dini, V, 3980)
Efendimiz (s.a.s.) bir diğer hadistede de şöyle buyurur:
“Allah Teâlâ bir sözü amelsiz kabul buyurmaz. Sözü, ameli ve niyeti de ancak sünnete uygun olmakla kabul buyurur.” (Hâkim, el-Müstedrek, II, 425)
Mevlânâ Hazretleri der ki:
“Candan, gönülden söylenen güzel sözler, dualar, niyâzlar, yakarışlar, Hakk’a doğru yükselir. Hakk’tan başka kimsenin bilmediği, bir yere kadar varır, ulaşır. Temizlenmiş ve arınmış olan nefeslerimiz, hoş sözlerimiz, yücelir, yücelir, bizden armağan olarak ölümsüzlük, sonsuzluk âlemine varır. Sonra sözlerimizin, niyâzlarımızın sevabı, Allah’ın rahmeti eseri olarak kat kat çoğalarak bize gelir. Sonra da, kul, elde ettiklerine benzer sevabı, tekrar elde etsin diye, Allah bize, yine onlara benzer sözler söyletir. İşte böylece, hiç durmadan, güzel sözler, ötelere yükselir, yücelere gider. Karşılığında rahmet iner, bu iki hal, sende, senin varlığında dâima olur durur.” (Mevlânâ, Mesnevi, 882-886. beyitler)
Hülâsa ilâhî izzet ve şerefi elde etmek, hem dünya hem de âhirette şerefli bir mü’min olmak, niyet, söz ve amel itibariyle Allah ve Rasûlü’ne tam bir itaat ve teslîmiyetle mümkündür. Yoksa gurur, tembellik, şeytanlık ve kötülüklerle izzet elde edilmez. Çünkü sinsi sinsi kötülük planları düzenleyen, hak dinin tebliğcisi hakkında türlü entrikalar çevirip hilekârlık yapanları büyük bir zillet beklemektedir. Allah onların tüm tuzaklarını darmadağın edip altını üstüne getireceği gibi, sonunda da onları şiddetli bir azapla cezalandıracaktır.
Cenâb-ı Hakk’ın ölüleri dirilteceğine ve bütün izzetin sahibi olduğuna bir delil de şudur:
11. Allah sizi önce topraktan sonra bir damla sudan yarattı, sonra da sizi erkek-dişi şeklinde çiftler hâline getirdi. O’nun bilgisi olmadan bir dişi ne gebe kalır ne de doğurur. Bir canlıya ne kadar ömür verildiği de, ömründen neyin eksildiği de bir kitapta yazılıdır. Bütün bunlar, Allah için pek kolaydır.
Allah, cansız kara topraktan insan gibi mükemmel bir varlık yaratmış, ona ruhundan üfleyip canlandırmış, neslini de meni ve nutfeden yaratmak sûretiyle çoğaltıp devam ettirmiştir. Hayatın maddî ve manevî ahenginin sağlanması ve nesillerin iki cinsin birleşmesiyle devam etmesi için onları erkek ve dişi halinde çift çift yaratmıştır. Aralarında evlenme kanunu koymuştur. Dişilerin hamile kalıp doğurmaları da O’nun ilmi dâhilindedir. Canlıların ömürleri de böyledir. Kimin ne kadar yaşayacağı, ne zaman öleceği, ömrünün kısa mı uzun mu olacağı değişmez bir kütükte kayıtlıdır. Bütün bunlar sonsuz bir kudret, izzet ve hâkimiyetin tezâhürleridir.
Cenâb-ı Hakk’ın nihâyetsiz ilim, kudret ve merhametini gösteren şu delilleri de ibretle seyredin:
12. İki deniz birbirine eşit değildir: İşte şu tatlıdır, susuzluğu keser ve içimi kolaydır; şu ise tuzludur ve acıdır. Bununla birlikte her ikisinden de taze et yer, takınacağınız inci, mercan gibi süs eşyası çıkarırsınız. Allah’ın lutf u kereminden rızkınızı aramanız için gemilerin suları yarıp gittiğini görürsün. Umulur ki, bütün bu nimetlere şükredersiniz.
13. O, geceyi gündüze katmakta, gündüzü de geceye katmakta, böylece onları uzatıp kısaltmaktadır. Güneşi ve ayı da emrine boyun eğdirmiştir. Onların hepsi belirlenmiş bir vakte kadar yörüngesinde akıp gider. İşte bütün bunları yapan, Rabbiniz olan Allah’tır. Her şeyin mutlak mülkiyeti ve hâkimiyeti yalnızca ona aittir. Ey müşrikler! Sizin O’ndan başka taptığınız putlar ise bir çekirdek zarına bile mâlik ve hâkim değillerdir.
14. Onlara yalvarsanız duânızı işitmezler. İşitseler bile size cevap veremezler. Kıyâmet gününde de, sizin onları Allah’a ortak koşmuş olmanızı reddedeceklerdir. Hiç kimse bu gerçekleri sana, her şeyden hakkiyle haberdâr olan Allah gibi haber veremez.
Allah Teâlâ’nın sonsuz kudretinin bir delili de denizler ve onlardaki azamet tezâhürleridir. Meselâ görünüşte iki deniz birbirine benzer fakat sularının özellikleri bakımında birbirinden farklılık arz eder. Birinin suyu tatlı, içimi hoş ve susuzluğu gideren hususiyette iken, diğerinin suyu tuzludur, acıdır, içimi zordur ve susuzluğu gidermez. Bu farklılıklarına rağmen ikisinde birbirine benzer durumlar da vardır. Meselâ ikisinde de Kur’an’ın “taze et” diye isimlendirdiği çeşitli balıklar bulunmakta, ikisinden de inci ve mercan gibi süs eşyası çıkarılabilmektedir. Birbirine benzeyen iki şeyde bu derece zıt farklılıklar meydana getirebilen, iki farklı şeyde de benzerlikler var edebilen, ancak fiillerinde muhtar ve mutlak kudret sahibi Allah Teâlâ olabilir. İnsanlara büyük faydalar sağlayan gemilerin sularda akıp gitmesi de Allah’ın koyduğu kanunlar sayesindedir.
Bir diğer ilâhî kudret tecellisi de gece ve gündüzün karşılıklı ve ölçülü bir tarzda kısayıp uzayarak birbirinin yerini alması, güneş ve ayın ilâhî kanunlara boyun eğerek tâyin edilen belli bir vakte kadar yörüngelerinde dönmesidir. Yalnız bunlar sonsuza kadar böyle devam etmeyecek, Allah’ın istediği bir zamanda gelip gidişlerine ve dönüp duruşlarına son verilecektir.
Şüphesiz bu muazzam işleri yapan, her şeyin mülkü, saltanat ve hâkimiyeti kudret elinde bulunan Rabbimiz Allah’tır. İsterseniz dönüp bir de, Allah’ın dışında tanrılık pâyesi verilen varlıkların durumuna bir göz atalım: Onların hiçbir şeye güçleri yetmez. 13. âyette geçen اَلْقِطْم۪يرُ (kıtmîr) kelimesi, “hurmanın çekirdeği üzerindeki çok ince zar” demektir. Bu kelime, müşriklerin putlarının bu kâinat içinde en değersiz bir şeye bile sahip olmadıklarını gösterir. Her şeyi en iyi bilen ve hakkiyle haberdâr olan Rabbimiz, putların mâhiyeti ve âhiret ahvâli hakkında da en doğru bilgiyi vermektedir. Hiç kimsenin Rabbimiz gibi bu hususları bilip haber vermesi mümkün değildir.
Bunun için:
15. Ey insanlar! Hepiniz gerçekten Allah’a muhtaçsınız. Allah ise, sınırsız servet sahibi olup hiçbir şeye muhtaç değildir; her türlü övgüye lâyık olan da O’dur.
16. O, dilerse sizi yok eder, yerinize yepyeni bir nesil getirir.
Son düzenleme: