İsLami Fıkıh AnsikLopedisi (Alfabetik)N

ceylannur

Yeni Üyemiz
NAMAZLARDAN SONRA "YÂ-SÎN" OKUMA VE MUSAFAHA
Camimizde sabah namazından sonra "yâ-sîn"-i şerif okunuyor Bu hal namazın parçası durumuna geldi Cemaat beklemek zorunda kalıyor Bu davranışımız sünnete uygun mudur? Ayrıca okunan o Yâ-sîn-i Şeriften sonra musafaha yapılıyordu Şimdi sadece cuma günleri yapılıyor Bunun durumu nedir?
Kur'ân-ı Kerim'den bir sûre, hatta Kurân'in kalbi olarak "Yâ-sîn"-i şerifi okumak, hele manasını düşünerek okumak güzel bir şeydir Bu, başka zaman okunabileceği gibi sabah namazının arkasından da okunabilir Cemaat sabredip dinliyorsa, onlar da dinleme sevabı almış olur Ancak bunu namazın bir devamı ve tamamlayıcısı gibi okumak da öyle dinlemek de bid'attır Keşke cemaat bilinçli olsa, dinleyecekse, zorunluluk olmadığını bilerek dinlese ve sevap alsa, işi olduğu zaman da rahatlıkla çıksa, çıktığında da diğerleri tarafından kınanmasa Ama çoğunlukla böyle olmuyor ve kaş yapayım derken göz çıkarılıyor Bunu yapan imamlar da bir şey yaptıklarını sanıyorlar Bunu yapacaklarına keşke tek bir ayetin manasını açıklasalardı O zaman Kur'ân'ın sözleri kulaklarımıza çarpıp, mum alevine çarpan pervaneler gibi yere düşmezdi, biz de onunla dirilmiş olurduk Musafaha için de aynı şeyi söyleyeceğiz Aslında sünnet olan bir iş olmakla beraber, namazların arkasından namazın bir gereği gibi görülerek yapılması ve terkedildiğinde kınanmayı gerektiren bir adet halini alması bidattır ve terkedilmesi gerekir Yoksa musafaha namazın arkasından da yapılır önünden de yapılır (Musafaha hakkında geniş bilgi için bk Ebu'1-Vefa el-Efgânî, Muhtaşarru't-Tahâvi üzerine tahkiki 438-39; Nevevî, Fetavâ, 61) Bu tür uygulamaların çoğu insanı camiden ve cemaatten uzaklaştırdığı maalesef, bir gerçektir ve bunu yapan zavallılar kendilerini kandırmaktadırlar
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
NORMAL MEMLEKETLERDE FARZ NAMAZLARIN VAKİTLERİ FIKIH KİTAPLARINDA AÇIKÇA BEYAN EDİLMİŞTİR FAKAT NORMAL OLMAYAN YANİ KIRKBEŞ ENLEM DERECESİNDEN DOKSAN DERECESİNE KADAR OLAN MEMLEKETLERDE NAMAZ VAKİTLERİNİN DURUMU AÇIK DEĞİLDİR NAMAZLARI NASIL TESBİT ETMELİYİZ? Yer küresini üç bölüme ayırmak mümkündür

1- Ekvator çizgisinin ayırdığı kuzey ve güney yarım küresinin kırkbeş enlem derecesinde yer alan memleketler sualde belirtildiği gibi hadis ve fıkıh kitapları, burada farz namazların vakitlerini şüphe bırakmayacak şekilde açıklamışlardır Ayrıca açıklama yapmamıza hiç gerek yoktur
2- Altmışaltı enlem ile doksan enlem arası olan yerler Burada her mevsimde gece ve gündüz yirmi dört saatten ibaret değildir Gece veya gündüzü –Kutup mihverine yakınlık ve uzaklık nisbetine göre- on yedi gün ile altı ay arasında bir zaman kadar uzar Peygamber (sav) buranın da namaz vakitlerini beyan buyurmuştur, ihtilaf etmek manasızdır Nevas bin Sem'an (ra) diyor ki: Peygamber (sav) Deccal'dan söz etti Bunun üzerine: "Ey Allah'ın Resulü, O, yeryüzünde ne kadar kalacak?” diye sorduğumuzda buyurdu ki: "Kırk gün kalacak Bir günü bir sene gibidir, diğer bir günü bir ay gibidir, Başka bir günü de bir hafta gibidir Kalan diğer günleri ise günlerimiz gibidir” "Yani ey Allah'ın Resulü, bir sene gibi olan günde bir günlük namaz bize kafi gelir mi?” diye sorduk Peygamber (sav): "Hayır” takdir ediniz buyurdu”

Hadisten anlaşılıyor ki, vaktin normal teşekkül etmediği yerlerde namaz ve oruç gibi ibadetler, vaktin normal teşekkül ettiği en yakın memleketlere göre kıyas edilecektir
Gece ve gündüzü yirmi dört saatten uzun olan bu yerlerde güneşin durumu misal olarak gösterilmiştir
66 Kuzey enleminde 13 Hazıran'dan 1 Temmuz'a kadar,
70 Kuzey enleminde 17 Mayıs'tan 7 Temmuz'a kadar,
90 Kuzey enleminde altı aya kadar güneş hiç batmaz, ufukun üstünde kalır Güney enlerimde ise durum tam tersidir

3- Kırk beş enlem ile altmışaltı enlem arası olan yerlerde gece ve gündüz yirmi dört saatten ibaret ise de, mu'ayyen zamanlarda şafak ile fecr birbirine kavuşurlar, yani şafak batmadan önce fecr doğar

İşte böyle yerlerde ve zamanda yatsı namazının farz olup olmadığı hakkında ulema ihtilaf etmiştir Şafii, Malıki, Hanbeli ve Hanefi ulemasının çoğu, yatsı namazının farz olduğu kayd etmişlerdir Şafii ulemasından İbn Hacer "Tuhfetü'l-Muhtac”'da, Hatib Şirbini de "Mugni'l-Muhtac” da bu mes'eleyi "Namaz Vakitleri” bahsinde uzun uzadıya beyan edip yatsı namazının kesin olarak farz olduğunu yazmışlardır Nesefi, Durer, al-Fayz, Mecma'ul-Enhur, al-Kemal, al-Tanvir, al-Dur, al-Muhtar ve Nazuretü'l-Hakk gibi kitaplarda yatsı namazının farz olduğunu beyan ediyorlar Delilleri ise: Allah'ın, kullarına beş vakit namazın farz olduğunu beyan buyurup, eda edilmesi için emretmiş olmasıdır Halvani ve Zeyla'i gibi zevat da vakit, namazın şartı ve vücubun sebebidir Sebep olmayınca müsebbeb de olmaz diyerek böyle yerlerde yatsı namazının farz olmayacağını savunmuşlardır Bazı kimseler adeta namaz ve ibadet düşmanlığı yaparak söz konusu olan bu yerlerde yatsı ve vitir namazının kılınmaması için büyük gayret gösteriyorlar Halbuki ihtilaflı mes'elelerde ihtiyate göre hareket etmek daha efdaldır Hatta bazıları daha ileriye giderek, o yerlerde orucun da farz olmadığını söylüyorlar 1981 yılında Ramazan-ı şerifte Hollanda'da bulunduğum sırada yatsı namazı ve orucun farziyetleri ile ilgili dedikoducular yapıldığında Lahey din müşaviri bu mes'eleyi bana sordu, kendisine yazılı olarak verdiğim cevabı nakletmek istiyorum

1- 1981 yılında Ramazan-ı şerif münasebetiyle Hollanda'da bulundum İçinde ikamet ettiğim şehir ve gezdiğim yerlerde belirli zamanlarda yatsı namazının ve Ramazan orucunun farz olmadığını ve Teravih namazının kılınmaması gerektiğini söyleyen bazı kimselere rastladım

Bunların iddiaları şuydu: "Bu yerlerde güneş battıktan sonra yeteri kadar ufkun altına inmemekte ve ufuktaki kızıllık (akşam namazı vakti) bitmeden sabah olmaktadır Bu durumda Hanefi mezhebine göre yatsı ve imsak vakitleri kat'iyetle yoktur Hanefi mezhebine göre vakit, namazın şartı olduğu gibi vücubunun da sebebidir Binaenaleyh bir yerde namaz vakitlerinden biri veya birkaçı tahakkuk etmezse o vakitlere ait namazlar o yer ahalisine farz olmamış olur Söz konusu bu iddia çok zayıf bir fetvaya istinad ettiğinden, böyle bir vaziyet karşısında Hanefi mezhebine göre amel etmek isteyen müslüman kardeşlerimize en uygun tavsiyemiz yatsı ve teravih namazlarını kılmamak ve oruç tutmamaktan ibarettir”
Bu iddia birkaç yönden doğru değildir

1- Hanefi mezhebinde mu'tedil memleketlerde vakit, namazın şartı ve vücubun sebebidir Fakat mu'tedil olmayan memleketlerde ise al-Dur al-Muhtar ve Mecma'ü'l-Enhur gibi kitapların ifade ettiklerine göre vakit, ne namazın şartı ne de vücubün sebebidir "Mecma'ü'l-Enhur” c 1, s 71'de şöyle denilmektedir: Bir şeyin alametinin olmaması, onun yokluğunu ifade etmez Ayrıca böyle yerlerde (Şafağın batmadığı yerlerde) yatsı namazının farz olduğuna dair delil, vardır O da: Allah'ın, kullarına beş vakit namazın farz olduğunu beyan buyurup edasını emretmesidir Ve yatsı namazı kesinlikle kılınacak ki, Allah emrine imtisal edilsin "al-Duru'l-Muhtar” da bu hususta şöyle diyor: "Bulgar” gibi yerlerde yatsı ve vitir namazının vaktini bulamayan (Çünkü burada şafak batmadan önce fecr doğar) yatsı ve vitir namazını kılmakla mükelleftir Ve onlar için vakit takdir edilecektir
2- Bir hüküm hakkında ihtilaf vaki olursa, yani, ulemanın bir kısmı yapılamsı lazımdır, bir kısmı yapılması lazımdır, bir kısmı da lazım değildir derse, ihtiyaten yapılması daha uygundur Çünkü gerçekten gerekli olduğu halde terk edilirse vebal terettüp eder, gerekli olmadığı halde eda edilirse zarar vermez
3- Dünyanın kuzey kesiminin hem doğuşunda hem de batısında asırlardan beri müslümanlar bulunmaktadır Onlar şafağın batmadığı zamanlarda da yatsı namazını kılıp oruç tutarlardı Kazan ve Volga nehrinin çevresinde bulunan Türkler, Hanefi oldukları halde ne yatsıyı, ne orucu terk ettiler

Hanefi ulemasından ''Multeka al Ebhur'' sahibi ise Zayle-i gibi zevatlar şafağın batmadığı yerlerde yatsı namazının farz olmadığını söylemişler ise de al –Fayz Mecmaul-Enhur ,al- Kemal ,el Tenvir, Durrul –Muhtar ve Reddül Muhtar gibi kitaplar vacipolduğunu söylemişlerdir
Üzerinde durulması gereken bir husus varsa o da yatsı namazının vakti meselesidirŞöyle ki kırkbeş enlem ile altmışaltı enlem dereceleri arasında bulunan bölgelerde muayyen zmanlarda şafak batmadan önce fecr doğar Böyle olunca yatsı namazının farz olup olmadığı hakkında ihtilaf vardır diye kaydedilmiştiFarz olduğu taktirde ki müftabih olan da budur yatsı namazı takdir edilerek kılınacaktırFakat şafak battığı zaman da çok geç batarBazan şafak ile Fecr arasında mesafe çok kısadırNamaz kılmak için şafağın batmasını beklemek çok zor olurHatta mutlaka beklemenin luzumu söylense, yatsı namazının terk edilmesine vesile olacaktırBahusus oradaki müslümanların yüzde doksan dokuzu işçidir Yatsı namazını kılmaları için saatlerce şafağın beklemeleri ve sabahları iş başı yapmaları imkansızdırAcaba normal memleketlerde olduğu gibi güneşin batmasından bir buçuk saat sonra yatsı namazını kılmak caiz midir? İşte bu işi görüşmek için 1980 yılında Belçıkada islam ülkelerinden alimlerin katıldığı bir toplantı yapıldıMuzakere neticesinde konferansa katılanlar özetle aşağıdaki karara varmışlardır:Toplantıya katılanlar; gece boyunca hiç şafağın batmadığı veya çok uzadığı kırkbeş enlem dairesinden sonra bölgelerde yaşayan müslümanların durumu ve içinde bulundukları ağır şartları tetkik ederek inceledilerYatsı namazını eda etmek için her sene aylarca geceleyin uzun zaman beklemek sağlıklarına büyük zarar vereceği gibi güçlerinede zarar verecektirHalbu ki islam dini kolaylık dinidirİbadet ve Taatte meşakkat olduğu zaman kolaylaştırıcı hükümler getirirBunun için hasta ve benzeri kimselerin durumunu nazar'ı itibara alarakonlar için cem'u takdim ve te'hir ile (Şafii,Hanbeli ve Malıki mezhebinde olduğu gibi)namaz kılmalarına müsade ettiBu ülkelerde yaşayanların şafak meselesi hususunda ki durumları, hasta ve misafir gibi kimselerin durumundan az ağır değildirKonferansa katılan zevatta buna kıyas ederek bu bölgelerde yaşayan müslümanların cem'u takdim ile namaz kılmalarının caiz olduğuna kanaat getirdiler
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
NAMAZLIK ÜZERİNDE BİR AYET-İ KERİME VEYA ALLAH'IN İSMİ YAZILI BULUNSA ÜZERİNE OTURMAK VEYA NAMAZ KILMAK CAİZ MİDİR?
Bir sergi veya namazlık üzerine ayet-i kerime veya Allah'ın ismi yazılı olursa üzerine oturmak veya namz kılmak caiz değildir Ayet-i Kerime'ye ve Allah'ın ismine karşı su'i edebdir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
NAZAR

Göz, bakma, bakış, fikir, düşünme, mülahaza, niyet, dikkat, iltifat, teveccüh Arapça asıllı olan bu kelime, Türkçe'ye geçerken manâ değişikliğine uğramış ve "ayn göz" kelimesi karşılığında kullanılmaya başlanmıştır Nitekim Araplar, göz değmesi için "isabetül-ayn" tabirini kullanırlar (İbn Manzûr, "Lisânül-Arab", Nazara madd)
Nazar kelimesi Türkçe'de kem göz manasına gelmekte ve daha ziyade "gelme", "uğrama", "değme" ve "etme" fiilleriyle birlikte; "nazara gelme", "nazara uğrama", "nazar değme" ve "nazar etme" şeklinde kullanılmaktadır
"Nazarcılık" deyimi; nazarın zarar verebileceğini kabul eden düşüncenin adıdır
Nazar, bugün için henüz pozitif ilimlerin ilgi alanına girmemiştir Girip girmeyeceği ya da ne zaman gireceği belli değildir Zira pozitif diye tanınan bilimlerin kendilerine mahsus bir takım metodları ve bazı kuralları vardır Olayları bu metodlarla inceler ve bir sonuca varmaya çalışırlar Nazar ise şu aşamada, fizik ya da kimya laboratuarında incelenip deneye tabi tutulacak durumda değildir Aksine bugün, bu ilimlerle uğraşanların ekseriyeti -bilhassa doktorlar- nazarın fizik etkisini kabul etmemektedirler
Buna rağmen, gerek folklor olarak gerekse dînî bir inanç olarak, dünyanın hemen her yerinde milyonlarca insan nazarı tanımakta ve ona inanmaktadır Nazarla ilgili olayları anlatan haberler de tevâtür derecesine ulaşmaktadır Nazarın mahiyetinin bilinmemesi, onu inkâr etmeyi gerektirmez Nazar, mahiyeti henüz anlaşılmamış nice olaylar vardır "Tabiî hayatta veya zihin hayatında bugünkü ilmî metodlarımızla açıklanması mümkün olmayan olaylara metapsişik veya parapsikoloji denir" (Osman Pazarlı, Din Psikolojisi, İstanbul 198, s 202)
Her ne olursa olsun bilhassa halk arasında bazı kimselerin sebebi bilinmeyen olağanüstü nazar (göz değmesi) güçleri olduğuna inanılır Bu güce sahip bir kimsenin, bir insana, bir hayvana ve özellikle bir çocuğa bakmakla durup dururken hastalık, sakatlık, ölüm gibi bir olayın meydana gelmesine yol açacağı sanılır Her hangi bir olay böyle bir sebebe bağlandığı zaman "nazar değdi”, nazara geldi”, "nazara uğradı" denilir "Kem göz" tâbiri de, nazarı değen kimseler için kullanılır
Halk arasında açık, çiğ mâvi (gök) gözlerde nazar gücü olduğuna inanılır Bu inanca dayanılarak mâvi gözlülerin kötü niyetli, kıskanç, başkalarına zarar vermekten hoşlanan kimseler olduğu söylenir Ancak, bu anlayışın doğruluğunu kanıtlayıcı hiç bir kesin delil yoktur Bazı yörelerde kıskançlık duygusunun nazara yol açtığı inancı da yaygındır İşte isâbet-i ayn yani bu kötü bakışın, kötü gözün değmemesi için çocukların elbiselerine dikilen mâvi camdan küçücük tesbih tanesi şeklinde, bâzan göz şeklinde olan, ortaları delikli cam yuvarlarlara nazar boncuğu denilir Bunların beş parmak şeklinde olanları da vardır Bazı yörelerde -şimdi bile- çocuklara, atlara ve nazar korkulan diğer hayvan ve eşyaya da nazar boncuğu takanlara rastlanır Nazar boncuğunun dâima mâvi olduğu söylenir Buna göz boncuğu da denir Böyle mâvi boncuk, muska, çörek otu, mâşallah gibi bir kaç nazarlığın bir arada olup bir takım teşkil edenlerine de "nazar takımı" denir Şüphesiz nazar boncuğu, göz değmesine karşı bir tedbir olsun diye takılır Bunun yanında çeşitli nazarlıkların kullanıldığı da bilinmektedir Halk arasında nazara karşı başvurulan en yaygın tedbirler ise, kurşun dökmek, tuz çevirmek, üzerlik yakmak veya herhangi bir hocaya okutmak vs'dir Ancak, bunların tıp yönünden bir faydası olmadığı gibi, bâtıl inançlar devam ettirildiği için de bu tür davranışlar dinimizce haram kılınmıştır Peygamberimiz (sas) de nazarlık kullanmayı hoş karşılamamış, bu gibi şeyleri üzerlerine asan kimselerin bey'atlerini kabul etmemiştir (Nesâî, Zinet,17; İbn Mâce Tıb, 39) Diğer taraftan Resulullah (sas); "Göz değmesi gerçektir" (Buhârî, Tıb, 36; Müslim, Selâm, 41) buyurmak suretiyle bir mânevî faktöre işaret etmişlerdir Şu halde İslâmda göz değmesi (nazar) vardır Ancak, nazar boncuğu takmak vs bâtıl inançlardan sayılmıştır
Öyle anlaşılıyor ki göz değmeşinin temelinde yatan esas sebep kişinin kıskançlık duygusudur Ve bu duygunun, baktığı kimseye yansıması ve onu te'sir altında bırakmasıdır Nazar boncuğu takmakla bu kıskançlık dolu bakışların tesirinin azaltılması veya başka yönlere yansıtılması amaçlanmaktadır
Müfessirlerin ekseriyeti; Rabbi onu seçip iyilerden kıldı Doğrusu inkâr edenler, zikri (Kur'an-ı) işittikleri vakit nerdeyse gözleri ile seni yıkıp devireceklerdi Bir de durmuşlar, o herhalde bir delidir, diyorlardı" (el-Kalem, 68/50, 51) âyetinde geçen gözleriyle seni yıkıp devireceklerdi" sözünü "nazar" ile tefsir etmişlerdir (Elmalılı MHamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, VIII, 5305; İbn Kesîr, "Tefsirul Kur'an'il-Azîm", VIII, 227)
Alûsî (1270/1854)'nin el-Kelbî'den yaptığı bir rivayete göre; Arap asıllı bir kişi, yemek yemeden iki veya üç gün çadırına çekilir, daha sonra oradan gelip geçen koyun ve deve sürüsüne bakar ve "gördüğüm bu koyun ve deve sütünden daha güzelini görmedim" derdi Bunun üzerine o sürü hastalanır veya yere düşerek helâk olurdu İşte nazar etmede maharetli olan bu kişiye, Peygamberimizi çekemeyen Mekkeli müşrikler, Hz Peygâmbere nazar etmesini teklif etmişler, o da bu teklifi kabul etmişti Allahu Teâlâ da bu ayetleri (el Kalem, 51, 52) ile Resulünü korumuştu (Alûsî, Rûhul-Meânî, 29/38)
Yusuf suresinin altmış yedinci ayetinde ise, Hz Yakub (as)'m oğullarına şöyle dediği anlatılmaktadır:
Ey oğullarım! Bir kapıdan (Mısır'a) girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin Ama ben Allahdan hiçbir şeyi sizin için savamam Çünkü hüküm Allah'dan başkasının değildir Onun için ben yalnız O'na tevekkül ettim Tevekkül edenler yalnız O'na tevekkül etsinler" ( Yusuf 12/67)
Elmalılı Hamdi Yazır, âyetin yorumunda: "Bu tavsiyenin sebebi, toplu bir surette göze çarpmalarından ve bir hased ve gamze uğramalarından sakınmak idi" demektedir (Elmalılı, age, IV, 2890)
Nazar ile kıskançlık arasında yakın bir münasebet vardır Elmalılı Hamdi Yazır, bu münasebeti şöyle ifade ediyor: "Kıskançlıklarından az daha Hz Peygamber'i nazara uğratacaklar, aç ve kötü gözlerinin şerriyle ellerinden gelse onu helâk edeceklerdi Demek ki, öfkenin bedende bir hükmü bulunduğu gibi, gözlerin de karşılarındakine bakışlarına göre iyi veya kötü bir hükmü vardır Kimi elektrik gibi dokunur çarpar; mıknatıslar ve manyetize eder Kimi de aldığı teessürle hasedinden bir gayze düşer, türlü türlü su-i kasde ve hilelere kalkışır ki, maddî veya manevî hangisi olursa olsun hedefine vardığı zaman, isabet-i ayn değmesi veya nazar tabir olunur Bunun hakkında uzun uzadıya sözler söylenmiş, inkâr edenler, ispat edenler olmuştur Keyfiyeti ne olursa olsun isabet-i ayn vardır" (Elmalılı, age, VIII, 5305)
Kur'an-ı Kerim nazardan söz ederken açık ve kesin bir hüküm bildirmemekte, buna karşı hadisler, kesin bir ifadeyle nazarın gerçek olduğunu bildirmekteler Hz Âişe (ra)'den rivayet olunduğuna göre Resulullah (sas) şöyle buyurmuşlardır: "Nazardan Allah'a sığınınız Çünkü göz (değmesi) gerçektir" (İbn Mace, Tıb, 32; Buhari, Tıb, 36; Müslim, Selâm, 41)
Esma bint Umeys (ra)'den rivayet edildiğine göre kendisi: "Ya Resulullah! Cafer'in oğullarına cidden nazar değiyor, ben onlar için şifa dileğiyle okutturayım mı?" demiş Resulu Ekrem (sas) de: "Evet, lakin kader ile yarışan bir şey olsaydı nazar değme işi onu geçerdi" buyurmuştur (İbn Mace, Tıb, 33; Muvatta, Ayn, 3)
Nazarın gerçek olduğunu kabul edince, ondan korunma yollarını da öğrenmek gerekir Bunun için de, dinimizin bize müsaade ettiği yollara baş vurmak, sakındırdığı yollardan da kaçınmak durumundayız Bu konudaki rehberimiz yine Allah'ın Resulu'dür Ebû Said el-Hudrî (ra)'den rivayet olunduğuna göre: "Resulullah (sas), "Cinlerin ve insanların nazarından Allah'a sığınırım"gibi dualarla cinlerin ve insanların nazarından Allah'a sığınırdı Sonra Muavvezatân nazil olunca bu sureleri okumaya başladı diğer duaları terketti" (İbn Mace, Tıb, 34)
Hz Peygamberin kötülüklerden ve kötü kimselerin şerrinden emin olabilmek için sık sık okumuş olduğu duâ ve surelerden bazıları şunlardır: Enes b Mâlik'ten rivayete göre Resulullah (sas) şöyle buyurmuştur: "Evinden çıkarken şu duâyı okuyan kişiye bu duâ kâfidir O adam muhafaza altına alınır, şeytan da o adamdan uzaklaşıp bir kenara çekilir: Bismillâhi tevekkeltü alellâhi lâ havle velâ kuvvete illâ billâh " Manası: "Allah Teâlâ'nın ism-i şerifini zikrederek evimden çıkarım Ben Allah'a tevekkül ettim, güç ve kuvvet sadece Allah'ın lütuf ve ihsânıyladır" (Tirmizî, Deavât, 34) Ümmü Seleme'nin rivayetine göre Resulullah (sas) evinden çıkarken şöyle derdi: "Allah'ın ismini zikrederek çıkarım Ben Allah'a tevekkül ettim Allah'ım hata yapmaktan, yolumu şaşırmaktan, zulmetmekten, zulme uğramaktan, cahillikle başkasına bela olmaktan ve başkasının cahilce davranışıyla karşılaşmaktan sana sığınırım” (Tirmizî, Deavat, 35): Osman b Affan'ın rivayetine göre Resulullah (sas) şöyle buyurmuştur: "Bir kul her günün sabahında, her gecenin akşamında üç defa şu şekilde duâ ederse, o kişiye hiç bir şey zarar veremez Bu: Bismillâhi lâ yedurru me'asmihi şey'in fıl'ardı vela fı'ssemâi ve huve's-semiul-alîm"duâsıdır
Anlamı: "İsmiyle beraber bulundukça yerde ve gökte hiç bir şeyin zarar veremeyeceği Allah'ın ismiyle (sabaha erdim, akşamladım) O her şeyi işiten ve bilendir" (İbni Mace, Duâ, 14)
Hz Âişe (ra) da Resulullah (sas)'ın yatağına girdiğinde iki eline üfleyip muavvizât (İhlâs, Felâk ve Nâs) surelerini okuduğu ve vücuduna sürdüğünü rivayet etmiştir (Buhârî, Deavât, 12)
Bütün bu nasslara göre nazardan korunmak için, "nazarlık" denilen; mavi boncuk, sarımsak, at nalı, minyatür süpürge vb nesnelerle, içinde ne yazılı olduğu bilinmeyen ya da acaip bir takım şifrelerle yazılmış bulunan muskaları, -nereye olursa olsun- takmak şirktir Zira bu tür davrânışlarda, Allah'dan başka birinden veya bir nesneden, zararı defetmesini istemek vardır Halbuki Allah (cc), şöyle buyurur; "Eğer Allah, sana bir zarar dokundurursa; hiç kimse onu gideremez ve eğer sana bir hayır ihsan ederse, zaten O, herşeye Kadirdir" (el-En'am, 6/ 17)
İmam Ahmed, Ukbe b Nâfi'den merfû' olarak şu hadisi nakleder: "Kim temîme (mavi boncuk) takarsa Allah onun işini tamamlamasın Kim bir ved'a (katır boncuğu) takarsa Allah onu korumasın” (Ahmed İbn Hanbel, IV, 154, 156)
Başka bir hadiste: "Kim bir muska, mavi boncuk ve benzerini kesip atarsa bir köle azat etmiş gibi olur" (Yusuf el-Kardavi, "Tevhidin Hakikati", Terc Mehmet Alptekin, İstanbul 1986, s 73)
Nazar kavramının batıdaki ifadesi, psikokinezidir Nazar olayında iyi niyet ve yoğuşmaya göre alıcı ile verici uçlardan geçen bir "ark" oluşmaktadır Gıbta, övünme, imrenme gibi dostça duygular, hatta ebeveynlerin; çocuklarına sevgisi, nazarın küçük dozda uğratma sebebidir Nazara uğrayan kişi, çok sık esner ve sıkılır Asıl uğursuz nazar, "haset" duygusundan gelişir Bu duyguda, düşmanlık, kin ve intikam mevcuttur Nazarın dozajında bu haset duygusunun şiddeti çok önemlidir Haset duygusu ne kadar şiddetli olursa, nazarın gücü de o kadar şiddetli olur (Nazarın Bilimsel Yönü, Yankı Dergisi, 5-30 Haziran 1983, sayı 635, s 52)
Gözlerin elektromanyetik ışınlar yolladığı konusu, Sovyetler Birliğinde yoğun bir şekilde araştırılmaktaydı Yayının dalga boyu yaklaşık yüzde sekiz mmdir Yani radyo dalgalarıyla enfraruj (kızılötesi) dalgalar arasındadır (H Egemen Sarıkaya, S Birgil, C Cümbüşel, Telepati, İstanbul 1978 s15 Nazann bilimsel açıklaması için bak Din ve İlim Açısından Nazar, Yrd Doç Celal Kırca, Diyanet Dergisi, XXII sayı: 1, 1986)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
NAZARLIK VE MUSKA :
Peygamberimiz (sas): "Allah hiçbir dert göndermemiş ki, dermanını da göndermesin" (Müslim, selâm 69; Buhârî, tib 1; Ebû Dâvûd, tib 1,11; Ibn Mâce, tib 1, Tirmizî, tib 2; Müsned NI/156)buyurmuş ve hastaların tedavi edilmesini istemiştir Yani hastanın doktor ve ilâç aracılığıyla şifâ araması, ama doktoru ve ilâci, etkisinin kaynağı değil, sebebi olarak görmesi esas şifânın Allah'tan olduğunu bilmesi, Peygamberimizin emridir Yine Peygamberimiz ilâcın, neşterle ameliyatta, bal şerbetinde ve dağlamada bulunduğunu bildirmiş(Buhârî, tib 3, 4,15; Ibn Mâce tib 23; Müslim, selâm 71; Müsned I/245, NI/19, 343), hiçbir hastaya nazarlık yada muska tavsiye etmemiştir Çünkü bu tür işlerin özellikle cahiller tarafından yapılması, çoğu zaman Allah'a şirk, yani ortak koşma anlamı taşır: Nitekim Rasûlüllah Efendimiz: "Nazarlık(Temime) takan şirk koşmustur" buyurur ("Allah kendisine ortak tanınmasını bağışlamaz, bunun dışındakileri diledigi kimseler için bağışlar" Nisâ (4) 48) Gerçi bu tesirin ondan görülmesi halindedir Çünkü nazarlık, hamail, ya da muska takanlar, kötülüklere karşı onların etkili olabileceğini sanırlar,işte bu şirktir Halbuki, Allah'ın hiç affetmeyeceği tek günah kendisine şirk koşulmasıdır (Hakim IV/216 )Peygamberimiz bu tür bir korunmayı tavsiye etmediği gibi, yapanlara da şiddetle karşı çıkmıştır Bunlar gibi, çeşitli tılsımlı sözlerle okuyup efsun yapmalar da batıldır ve şirktir Peygamberimiz onları da yasaklamıştır Kendisine bîat eden, yani her konuda önderliğini kabul eden on kişinin bîatını kabul etmiş, birininkini etmemiştir Sebebi sorulduğunda: "Onun pazusunda muska var!" buyurmuş, bunun üzerine adam muskayı kesip atınca Efendimiz, onun bîatını da kabul etmiş ve: "Bunu takan şirk yapmıştır" demiştir (Müsned IV/156 )Bir başka hadîslerinde "Kim birşey takarsa ona havale edilir" (Müsned IV/311) buyurulmuştur Ancak yazılıp üzerine asılan şey öyle tılsımlı ve şifreli şeyler olmayıp Kur'ân'dan bazı âyetler, ya da meşrû bazı duâlar olursa bunun câiz olacağını söyleyenler vardır (bk Müslim, selâm 65; Ebû Dâvûd, tib 18; Davudoğlu IX/605 ) Bahçelere tarlalara ve binaların üzerine asılan kemik ve kafatasları da haramdır Çünkü onların gözdeğmesine engel olacağına inanılır(Ibn Âbidin VI/363) Allah'tan başkasına etki gücü veren bu tür bir inanış şirktir Ancak onu görenin, gözdeğmesini hatırlayarak, "subhânallah", "mâşâallah, lâ havle" demesi için asılmışsa, sakıncası yoktur, diyenler de vardır Çünkü göz değmesi haktır (agk "Eğer kaderi bozabilecek bir şey olsaydı göz değmesi olurdu" Ahmed) Gerçi gözdeğmesi ve sihirin tesiri gerçektir Ancak bunlardan korunma çâreleri nazarlıklar ve muskalar değildir Tıbbın ilâç bulamadığı konularda Efendimizin sünnetine uyarak, Kur'ân ayetleri okunur ve anlamını bildiği duâlarla Allah'tan şifâ istenir Peygamberimiz (sas) gözdeğmesi için rukye (okuyarak tedavi) yapılabileceğini haber vermiştir (Buhârî, tib 1 ; Müslim, iman 374; Ebû Dâvûd, tib 17-18; Tirmizî, tib 15)Gözdeğmemesi için de, hoşa giden birşey görüldüğünde: "Mâşâallah, Lâ-havle velâ kuvvete illâ billâh" (her şey Allah'ın dilemesiyledir Her türlü güç ve kuvvet Allah'tandır) denmesini emretmiştir (el-Hindî, Kenz VI/746 (17670) Aynı yerde konuyla ilgili benzer hadisler de vardır; Ayrıca bk Mûnavî, Feyz V/429; VI/130)Çeşitli hastalıklar için Peygamberimiz'den nakledilen birçok duâ vardır Kişi biliyorsa onlarla, bilmiyorsa kendi sözleriyle Allah'tan şifâ istemelidir
"Rukye (ayet ve dua okuyarak tedavi); özellikle gözdeğmesi, zehirli hayvan sokması ve kandan ötürü yapılır (Feyzu'l-Kadîr VI/426, Müslîm'den) "Gözdeğmesine rukye için Allah'ın kitabında sekizayet vardır: Fatiha (nın yedi ayefi) ve Ayetü'l-kürsî (feyzu'l-Kadîr IV/457 Hadis zayıttır) "Hazreti Peygamber gözdeğmesine rukye yapmamızı emrederdi" (Müslîm "Hz Aişe: Rasûlullah bana rukye yapmamı emrederdi" (Feyzu'l-Kadîr V/197) Rasûlüllah (sa), "Cin ve insan gözünden Allah'a sığınırım" diye dua ederdi Muavizeteyn (Felak ve Nâs sûreleri) indirilince onlarla istiâze eder oldu, diğerlerini bıraktı (Feyzu'l-Kadîr V/202, Tirmizî'den)
Sihirden korunmanın yolu ise güçlü bir imana sahip olmak ve Allah dilemedikçe hiçbir zararın gelmeyeceğine kesinkes inanmaktır Buna rağmen gelirse, bunun için de yine Allah'a sarılmalıdır
Bu konularda özellikle kadınlar çok duygusal ve çoğunluğu çok cahil oldukları için, her söylenene inanmakta, böylece hem paralarını düzenbazlara kaptırmakta hem de imanlarından olmaktadırlar Çeşitli mezarlara türbelere ve yatırlara adaklarda bulunmak, mum yakmak ve purçuk vs asmak gibi şeyler ise, bu kötülüğün daha ileri derecesidir Bu zavallı cahiller, böyle yapmakla dertlerine dert katmaktan başka birşey yapmış olmazlar Işin daha ilginç yanı; bu tür batıl inançlara sahip olup, evine arabasına, saçının tokasına bebeğin omuzuna vs nazarlık takan insanlar, inançları ve dinleri çok zayıf olan insanlar ve özellikle sosyete kesimidir Bu da bize sağlam inançla ruhu beslememenin insanı nasıl gülünçlüklere götüreceğini gösterir
"Ibn Âbidin" diye bilinen kitapta: "Efsunlamak, nazarlıklar ve muska takmak şirktir" (Ebû Dâvûd, tib 29: Ibn Mâce, tib 39) hadîs-i şerîfini verdikten sonra : Burada ki muska (tivele), karı koca arasında sevgi ve muhabbet olsun diye yapılan uygulamalardır, denilir (Ibn Âbidîn VI/364)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
NEBİZ(ŞIRA'NIN HÜKMÜ)

Kuru üzüm, hurma, bal, arpa, buğday vb şeylerin suda bekletilerek onu tadlandırması yolu ile elde edilen bir içki çeşidi Sarhoş etsin veya etmesin aynı adla anılır Nitekim, nebize şarap (hamr) dendiği gibi, üzüm suyundan elde edilen şaraba da nebiz denmektedir (İbnül-Esir, en-Nihâye fî Garîbil-Hadis, 5, 8)
Nebiz, helâl ve haram olmak üzere iki kısma ayrılır:
a) Haram olan: "Çoğu sarhoş eden herşeyin azı da haramdır" genel prensibi çerçevesinde değerlendirildiğinde hububat, meyva vb şeylerden elde edilen sarhoş edici içkiler, ister pişirilerek, isterse pişirilmeden imal edilsin haramdır Bu, üzüm, buğday, arpa, arı sütü, vb şeylerden elde edilen bütün içkiler için aynıdır Sahabi, Tabiîn ve sonraki âlimlerden oluşan cumhurun görüşü budur
Âlimler bu konuda karar verirken, Resulullah (sas)'in koymuş olduğu "sarhoş eden her içki haramdır" hükmünden hareket etmişlerdir Hz Âişe (ranha)'dan rivayet edilen bir hadiste Resulullah (sas)'in şöyle söylediği rivayet edilmektedir: "Resulullah (sas)'den Yemenlilerin baldan elde ettikleri "bit'ı" adlı iş sorduklarında o; "sarhoş eden her içki haramdır" cevabım vermişti" (Buhârî, Eşribe, 4; Müslim, Eşribe, 68, 69)
Ve yine Ebû Mûsa el-Eş'arî (ra)'dan nakledilen diğer bir hadiste de şöyle buyurulur: "Resulullah'a, ey Allah'ın Resulü, bize Yemen'de imal edip, içmekte olduğumuz iki çeşit şarap hakkında fetva ver! Bu içkilerin biri balın suda köpürene kadar bekletilmesiyle elde edilen bit'ı, diğeri de buğday ve arpa suyunun köpürtülmesiyle elde edilen "mizr" (bira) adındaki içkidir, dedim Resulullah; Namazdan meneden her sarhoşluk veren içki haramdır" buyurdu (Buhârî, Meğâzî, 60; Edep, 80; Müslim, Eşribe, 70, 71) Ömer (ra)'dan nakledilen diğer hadiste de; "Sarhoş edici her şey şaraptır (hamr) ve her sarhoş edici şey de haramdır" Diğer bir rivayette; "Sarhoş edici her şey şaraptır (hamr) ve her çeşit şarap da haramdır" şeklindedir (Müslim, Esribe, III; Nesâî, Eşribe, 25; İbn Mace, Eşribe, 10) Bir hadiste de; "Bir ferak miktarı içildiğinde sarhoş eden içkiden, bir avuç içmekte haramdır" denilmektedir (Ahmed b Hanbel, VI, 71, 72,13,I) (bir Ferak yaklaşık olarak 7,5 gramdır)
Nehâî, Şa'bî, Ebû Hanife ve diğer birtakım Kûfe ulemâsı, üzüm ve hurmadan elde edilen sarhoş edici nebizin dışında; buğday, arpa, mısır ve bal gibi şeylerden elde edilen nebizin sarhoş edecek kadar içildiğinde haram olduğu, daha az içildiğinde ise haram olmadığı görüşünü benimsemişlerdir Ancak, üzüm suyu, bekletildiği zaman kabarıp çoğalarak köpük atarsa, şarap haline gelmiş olur Bunun çoğunun ve azının haramlığı hususunda ümmetin icma'ı hasıl olmuştur Adları zikredilen âlimler üzümün dışında, diğer şeylerden elde edilen nebizi, hamr (şarap) adıyla isimlendirmemektedirler Onlara göre, hurma ve kuru üzümden elde edilen zebib pişirilmemiş halde iken sarhoş edici özellikte ise, azı da çoğu da haramdır Ancak şarap olarak isimlendirilmez ve az da olsa pişirildiğinde sarhoş etmeyecek kadar yenirse helaldır Fakat, üzüm suyu sarhoş edici bir hal almışsa, üçte biri kalana kadar pişirilirse, yenebilir Ancak, şaraplaşan üzüm suyunun pişirilse bile haramlığının kalkmayacağı tartışmasızdır
Tercihe şayan olan görüş, cumhurun görüşüdür Çünkü, Kur'an'da zikredilen "hamr" kelimesi Arap dilinde, üzümden elde edilen içkiye has bir terim olmayıp, hurma ve diğer şeylerden üretilen sarhoş edici içkilerin tamamı için kullanılmaktadır Çünkü içkiyi (hamr) yasaklayan ayet indiği zaman Medine'de içkinin çoğu hurmadan elde edilmekte idi İbn Ömer (ra) şöyle rivayet etmektedir Resulullah (sas) hutbeye çıktı ve şöyle dedi: İçkiyi (hamr) yasaklayan ayet indi O içki ki; üzüm, hurma, buğday, arpa ve bal olmak üzere beş şeyden imal edilmektedir Hamr, aklı gideren şeydir" (Buhârî, Eşribe, 5) İbn Hacer el-Askalânî, müsned sahiblerinin bu hadisi merfu' Hadislerden kabul ettiklerini bildirmektedir Bu hadis içkiyi yasaklayan âyetin nüzûl sebebine şahid olan sahabe sözü olduğundan ref'ine hükmedilmiştir Ancak, Ömer (ra) Ashab'ın ileri gelenlerinin de bulunduğu bir cemaate hitap ederken bu hadisi dile getirdiği zaman, hiç kimse bunu inkâr etmemişti (el-Askalâni, Fethûl-Bârî, X, 49) Resulullah (sas)'in şu sözü bunu te'yid etmektedir: "Üzümden hamr ( arap) vardır, hurmadan hamr vardır, buğdaydan hamr vardır, arpadan hamr vardır" (Ebû Dâvud, Eşribe, 4) Bu anlamda diğer bir çok sahih hadis bulunmaktadır ve bunların hepsinin ifade ettiği manâ, hamrın sadece üzümden elde edilen içkiye has bir ad olmadığıdır Ayrıca tahrim ayeti nâzil olduğu vakitte, üzümden imal edilen şarap diğerlerinin yanında gerçekten çok azdı Sonra, içkinin haramiyetinin illeti, bütün diğer sarhoş edici içkilerde olduğu gibi tektir Bu, afyon, haşhaş vb katı uyuşturucularda da böyledir Nitekim Hz Aişe (ranha)'nın şöyle söylediği nakledilmektedir: "Su ve ekmek olsa dahi sarhoş edici özelliği olan hiç bir şey helâl değildir" (en-Nesâî, Eşribe, 48) Ashab, nebizi sarhoş edici hal almadan önce içiyordu Nitekim Resulullah (sas) onu içmiş ve içilmesine izin vermişti Onlar, hurma, kuru üzüm vb şeyleri tatlanıncaya kadar suda bekletiyorlardı Resulullah (sas) köpürene kadar bunlardan içiyordu Fakat nebiz üç gün bekledikten sonra ondan içmezdi İbn Abbâs (ra), şöyle demiştir: "Resulullah (sas) nebiz yapar ve bundan üçüncü günün akşamına kadar içerdi Bu zamandan sonra kapta bir şey kaldığında onu içmez, dökerdi" (Müslim, Eşribe, 79-82; Nesâî, Eşribe, 56) Diğer bazı Hadislerde de bir günden sonra içilmesine izin vermediği rivâyet edilmektedir Firûz (ra)'dan şöyle nakledilmektedir: "Resulullah (sas)'e gittim ve şöyle dedim: "Ya Resulullah, Allah Teâlâ, içkiyi haram kılan ayetini indirdi Bizim bağlarımız var, üzümleri ne yapalım, dedim" Resulullah; "kurutursun"dedi "Kurusunu ne yapacağım" deyince; "sabah ıslatır, akşam içersiniz akşam ıslatır, sabah içersiniz" dedi "Köpürünceye kadar bekletebilir miyiz?" diye sorduğumda da o; "Testilere koymayın, tulumlara koyun, tulumlarda bekleyince sirke olur" cevabını verdi" (Nesâî, Eşribe, 56; Ebû Dâvud Eşribe, 10)
İbn Hazm şöyle demektedir: Bu iki haber de sahihdir Haram oluş süresi için kesin bir sınır olmayıp bölgelere ve nebizin içinde bulunduğu kaba göre değişiklik arzetmektedir Bazı bölgeler soğuktur ve üzüm suyu bir hafta özelliğini korur Üzüm suyunun içinde bulunduğu kabın koruyucu özelliği varsa yine aynı şey sözkonusudur Bunun gibi, bazı bölgeler sıcaktır Veya kabın koruyucu özelliği yoktur O zaman da bir gün sonra nebiz sarhoş edici hal alır Bu konudaki hüküm Resulullah (sas)'ın zikredilen sözüdür: Nebizi tatlılaştıktan sonra iç" ve "her sarhoş eden şey haramdır" (İbn Hazm, el-Muhella, VIII/284; Nesâî, Eşribe, 38)
Fakat bazı âlimler, İbn Abbas (ra)'ın hadisini esas alarak, nebizin üç günden sonra içilmeşinin haram olduğuna karar verdiler Üç gün dolmadan köpürdüğü takdirde de haram olacağını söylediler Diğer bazıları da Firûz (ra)'ın hadisini delil gösterdiler Onlar da, bir gün dolmadan köpürmesi halinde haram olacağı görüşündedirler Sa'id İbn Cubeyr; "taze hurma suda akşama kadar bekletildiğinde yarılırsa, ona yaklaşma; akşamdan yarıp suya koyulunca sabah ona yaklaşma demektedir" (el-Muhella, VIII, 283)
Tercihe şayan olan, İbn Hazm'ın görüşüdür Zira bundan dolayıdır ki Resulullah (sas), iki ayrı tür nebizin karıştırılarak içilmesini nehyetmiştir Hurma ile üzüm veya olgun hurma ile renkli hurma vb değişik türde nebizlerin karıştırılması gibi Halbuki bunların herbiri, sarhoş edici bir hal almadıktan sonra helaldırler
Rasulullah (sas) şöyle buyurmaktadır: Renkli hurma ile olgun taze hurmayı, kuru üzüm ile kuru hurmayı bir arada birbiriyle karıştırarak nebiz yapmayın Her birinden ayrı ayrı nebiz yapmanızda bir mahzur yoktur" (Müslim, Eşribe, 22-24)
Buna göre içilmesi haram olarak zikredilen her şeyin alınıp, satılması, elde bekletilmesi ve ondan herhangi bir şekilde yararlanılması da helâl değildir Her kim, bunlardan sirke yapar ve onu helâl kabul ederse Allah Teâlâ'ya isyan etmiş olur
Çoğu sarhoş eden nebizden içen kimse, sarhoş olmayacak kadar içse bile, yine de had uygulanır İmam Şafiî; "Bir içkinin sarhoş edici olduğu bir kimsenin ondan içtiğinde sarhoş olması ile anlaşılabilir Bundan sonradır ki o içkiden içene had uygulanabilir" demektedir İmam Şafiî, Ömer (ra) zamanında şöyle bir olayın geçtiğini nakletmektedir: Ömer (ra), cenaze namazı kılmak için çıktığında Saib'in sesini duydu O şöyle diyordu: "Ben Ubeydullah ve arkadaşlarından şarab kokusu aldım Hz Ömer; "ne içtiklerini soruşturacağım Eğer sarhoş edici ise onlara had uygularım" dedi Süfyan, Saib b Yezid'in onlara had uygulanırken hazır bulunduğunu söylediğini nakleder (İmam Şâfiî, el-Ümm, VI, 176-177)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
NECÂSET(PİSLİK)

Pislik, kan, sidik ve dışkı gibi pis şey Ruhsat olmaması halinde namazın sıhhatine engel olan pisliktir Necâset, temizliğin; necis de temiz olanın zıddıdır Necis, şer'an pis olan şeyi ifade eder Hakikî veya hükmî necis için kullanılır Hakikî necise "habeş", hükmî olanına ise "hades" denir Necis sıfat, neces şekli ise isim olarak kullanılır
Necâset, hakikî ve hükmî olmak üzere ikiye ayrılır Hakikî necâset, sözlükte kan, sidik ve dışkı gibi gerçek pislik olarak var olan şeyleri; terim olarak ise, namazın sıhhatine engel olan pisliği ifade eder Hükmî necâset ise, insan bedeninde manevî olarak bulunan abdestsizlik veya cünüplük hâli için kullanılır
Hakikî necâset üçe ayrılır: Ağır ve hafif; katı ve sıvı; görülen ve görülmeyen pislik
Ağır Pislik - Hafif Pislik
Buna galîza veya muğallaza pislik de denir Giysilerde, bedende veya namaz kılınacak yerde bu pislikten, katı ise yaklaşık 3 gr kadarı; sıvı ise avuç içinden fazla bir alanı kaplayacak miktarı namazın sıhhatine engel olur Bunların necisliği kesin delille sabittir Kan, sidik, dışkı gibi"Elbiseni de temiz tut" (el-Müddessir, 74/4) ayeti uyarınca bunları temizlemek farzdır
Hafif pislik ise kesin delille sabit olmayan pisliktir Bunların bulaştığı elbise veya bedenin dörtte birinden az miktarı namaza engel olmaz Eti yenenin sidiği ve yenmeyen kuşun pisliği gibi
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
NEFS-İ EMMÂRE

Kötülüğü ve şerri şiddetle emreden nefis Allah Teâlâ, Kur'an-ı Kerim'de Yusuf (as)'ın dilinden nefsin kötülükleri işlemeyi, heva ve hevesi doğrultusunda Allah'ın emirlerine muhalefet etmeyi arzuladığını ve sahibini buna yönelmek için zorladığını bildirmektedir: (Yusuf), nefsimi temize çıkaramam Çünkü Rabbimin acıyıp koruduğu hariç, nefis aşırı şekilde kötülüğü emredicidir" (Yusuf 12/53)
Gerçekte insan nefsi tek bir şeydir Ancak o çeşitli sıfatlarla nitelenmektedir Dünyaya olan bağlılıklardan kurtulup ilâhî âleme yöneldiği zaman nefis, "nefs-i mutmainne" olarak adlandırılır Şehvete tabi olup üzerine gazap hakim olduğu zaman da nefis, sahibine kötülükleri işlemeyi emreder Bu nefsin tabiatından olan bir durumdur (Fahreddin er-Râzî, Tefsirul Kebîr, XVIII, 157)
Taberî; "kötülüğü emreden nefis, insanların tamamına ait olan nefistir" demektedir Onun arzusunun Allah Teâlâ'nın rızası olmayan şeylere yönelmek olduğunu ve Allah'ın kullarından rahmet etmeyi dilediği kimselerin dışında kalanların nefsin bu yönlendirmesinden kurtulamayacağını söylemektedir (İbn Cerir et-Taberî, Tefsir, Mısır 1968, XIII, 1)
Râzî, ayetteki "Rabbımın acıyıp koruduğu müstesna"ifadesine dayanarak, taat ve imanın Allah Teâlâ'dan geldiğini ve nefsin, O'nun rahmeti olmadan kötülüklerden vazgeçmeşinin sözkonusu olmadığını söylemektedir (Râzî, aynı yer)
Nefs-i emmârenin, Yusuf (as) tarafından kullanılış tarzı, iyi ve kötü bûtûn insanların nefislerinin kötü şeylere yönelme istidadında olduğunu ortaya koymaktadır Çünkü bir peygamber olan ve bu sebeple günahlardan temizlenmiş bulunan Yusuf (as)
"Ben nefsimi temize çıkarmıyorum Çünkü nefis kötülüğü emredicidir" diyor Dolayısıyla kötülüğü şiddetli arzulama, nefsin tabiatındandır Ancak Allah'ın emirlerine yönelen ve böylece ilahi rahmetin gölgesi altına sığınan kimseler, nefsin arzuladığı şeyleri işlemekten sakınırlar İyiliğe yönelen kimselerin üzerinde nefsin yaptırım gücü azalır Belirli bir aşamadan sonra ise, kalbe yönlendirici hiç bir tesiri olmayan gelip geçici düşüncelerden ibaret kalır Zira Yusuf (as) Mısır azizinin karısının kendisini çağırdığı zaman onun çağrısına cevap vermemiş ve böyle bir kötülükten Allah'a sığınmıştı Ve aslında nefsinin, tabiatından kaynaklanan bir özelliği olarak bu çağrıya cevap vermesini telkin ettiğini itiraf etmektedir: "Ben nefsimi temize çıkarmıyorum" Ancak bu sadece bir dürtü olarak kaldığı ve Rabbine sığınıp bu dürtüye iltifat etmediği için bir zararının dokunması sözkonusu olmamıştır
Bazı müfessirlerin, "Bununla beraber ben nefsimi temize çıkarmıyorum Çünkü nefis kötülüğü emredicidir" sözünü azizin karısına atfetmeleri, durumu değiştirmez (bk İbn Kesir, Tefsirul Kur'anil-Azim, İstanbul 1985, IV, 320) Zira Allah Teâlâ, sarfedilmiş olan bu sözü Hz Muhammed (sas)'e ayet olarak gönderirken, nefsin tabiatında kötülük işlemeye meylin var olduğunu da bildirmiş olmaktadır
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
NEFS-İ LEVVÂME

Kendisini kınayan, işlediklerinden dolayı pişmanlık duyan ve kendini hesaba çeken nefis
Allah Teâlâ, Kur'an-ı Kerim'de insan nefsini üç sınıf olarak değerlendirmektedir Bunlardan biri insanı kötülük yapmaya teşvik eden nefs-i emmâre (Yusuf,12/53), ikincisi kötülüklerden dolayı kendini kınayan nefs-i levvâme (el-Kıyame, 75/2), üçüncüsü ise, Allah'ın şeriatından bir sapma göstermeden dosdoğru yürüyen ve bu halinden dolayı tatmin olan nefs-i mutmainne (el-Fecr, 89/27) dir
Allah Teâlâ, Kıyamet suresinde kıyametin mutlaka gerçekleşeceğini ortaya koymak üzere kıyamet gününe, peşinden de nefs-i levvâme üzerine yemin etmektedir
"Kıyamet gününe yemin ederim Pişmanlık duyan nefse (nefs-i Levvâmeye) yemin ederim ", (el-Kıyame, 75/ 1-2)
Nefs-i Levvâmeden neyin kastedildiği üzerinde müfessirler bir birinden farklı görüşler ileri sürmüşlerdir Aralarında Said ibn Cubeyr, İkrime ve Abdullah ibn Abbas'ın bulunduğu
bazı müfessirler, nefs-i levvâmenin kendisini iyilikte de kötülükte de kınayan nefis olduğunu kabul etmişlerdir (İbn Cerir et-Taberî, Tefsir, Mısır 1968, XXlX,174) İbn Abbas kınamayı mutlak anlamda almış ve nefs-i levvâmeye, kınayıcı nefis demiştir (Taberî, aynı yer) Buna göre levvâme tabiri, nefsin bütün yönlerini kapsamaktadır Yani o nefis, kıyamet günü her durumda kendisini kınayacaktır Kötülük işlemişse, kendisine zarar verecek böyle bir şeyi neden yaptığı için kendisini kınar ve pişmanlık duyar; iyilik yapmışsa elinde imkan olduğu halde neden daha fazlasını yapmadığı için kendisini eleştirir ve pişmanlığını dile getirir (İbn Kayyım, el-Cevziyye, et-Tibyan fi Aksamil-Kur'an, Beyrut 1988, 35) Resulullah (sas)'in şu hadisi buna işaret etmektedir: "İyi veya günahkâr hiçbir nefis yoktur ki kıyamet günü kendini kınamasın" (Alûsî, Ruhul-Meani, Kahire ty, XXlX, 136)
Mücahid'e göre ise nefs-i levvâme, muttakı insanların nefsidir Bu kimseler yapma fırsatını kaybettikleri iyilikler için pişmanlık duyar ve kendilerini kınarlar
Katade'nin de içinde bulunduğu diğer bir grup, levvâmeden fâcir kimselerin kastedildiği görüşündedir Bunlar kıyamet gününde işlediklerinin pişmanlığını duyacak ve neden kötü ameller işledikleri için kendilerini kınayacaklardır
Bundan, kendi nefsini Cennetten çıkarılmayı gerektiren bir amel işlediği için sürekli kınayan Hz Adem (as)'ın kastedildiğini ileri sürenler de olmuştur (Alûsî, aynı yer)
İbn Cerir et-Taberi, nefs-i levvâme hakkındaki farklı görüşlerin temelde birbirine çok yakın olduklarını, dolayısıyla nefs-i levvameden, iyilikte de kötülükte de kendini kınayan ve kaçırdıkları fırsatlar için pişmanlık duyan nefislerin kastedildiğini söylemektedir Ayetin zahirine uygun olan anlamın da bu olduğunu belirtmiştir (Taberî, XXlX, 175)
Hasan el-Basrî de aynı görüşte olup şöyle demektedir: "Allah'a yemin ederim ki, gerçek mümin sürekli olarak kendi nefsini kınar O, "Şu sözümle neyi kastetdim? Bu yemeği yememdeki gayem neydi? Kalbimden geçen şu düşünceden elde etmek istediğim nedir?" der Fısk içinde bulunan kimse ise kendi nefsini asla kınamaz" (İbn Kesir, Tefsîrul-Kur'anil-Azîm İstanbul 1985, XIII, 300; İbn Kayyım, age, 35) İbn Kayyım, nefsin levvâme ile nitelenmeşinin sebebinin risalet ve Kur'an'ın tasdik edilmesinin gerekliliğini açıkça ortaya koymak için olduğunu, bu tasdik olmadan nefis için başka bir kurtuluşun asla var olmadığını söylemektedir (İbn Kayyım, age, 38)
Fî Zilâlil-Kur'anda, farklı görüşlerin tamamı zikredildikten sonra şöyle denilmektedir: "Biz, nefs-i levvâmenin anlamı hakkında Hasan el-Basrî'nin tefsirini tercih ediyoruz Levvâme ile nitelendirilen uyanık, korkan ve işlediklerinden pişmanlık duyan bu nefis, kendini hesaba çeker, etrafını görüp gözetir, arzularının iç yüzünü bilir Böylece kendisini aldanmaktan kurtarır Böyle bir nefis Allah katında iyidir İşte bu yüzden Allah Teâlâ onu, yemin ederken kıyametle birlikte zikretmiştir Karşısında ise, günah işleyen nefis söz konusu edilir İnsanın içinde günah işlemeyi arzulayan ve isyan yollarında yürümeye devam etmeyi isteyen nefistir Gerçek dini yalanlar, ondan yüz çevirir, kendisiyle aynı durumda olanların yanına biraz daha yarar elde etme ümidiyle gider Ne kendini hesaba çeker, ne yaptıklarından pişmanlık duyar, ne aldırış eder, ne de günah işlediğinin farkında olur (Seyyid Kutub, Fî Zilalil-Kur'an, Kıyamet suresi tefsiri)
Ayette Allah Teâlâ'nın kıyametle birlikte nefs-i levvâme üzerine yemin edip etmediği konusunda müfessirler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir Bazıları nefs-i levvamenin başındaki "la"nın olumsuzluk bildirdiğini, diğer bazıları da kasem için kullanıldığını kabul etmişlerdir Hasan el-Basrî; "Allah Teâlâ, kıyamet üzerine yemin etmiş ancak, nefs-i levvâme üzerine kasem etmemiştir" demektedir Katade ise, her ikisine birlikte yemin edildiğini; İbn Kesîr de Katade'nin görüşünün doğru olduğunu bildirmektedirler (İbn Kesir, VIII, 301; Ayrıca bk, İbn Kayyım, age, 34-38, 188)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
NEFS-İ MUTMAİNNE

Hiç bir şüphe ve tereddüt taşımadan, itmi'nân-ı kalple Allah'ı Rab kabul edip, O'nun peygamberlerinin getirdiği dini de hak din bilerek Allah'a teslim olan ve O'na ulaşan insanın nefsi (es-Seyyid eş-Şerif el-Cürcânî, et-Ta'rifât, İstanbul 1283, s 165; el-Gazalî, İhya-u Ulumiddin, Beyrut (ty) III, 4)
Sufiler, Kur'an-ı Kerimin çeşitli ayetlerine dayanarak, insan nefsinin altı mertebesinin olduğunu ileri sürmüşler ve kendilerinden de yedincisi diye nefs-i kâmileyi ilave ederek yedi mertebeye çıkarmışlardır
1- Nefs-i Emmâre: Allah'ın emirlerine uymayan, yasaklarını çekinmeden yapan ve zevkine tabi olan nefistir
2- Nefs-i Levvâme: Allah'ın emirlerine bazen uyan, bazen uymayan, işlediği günahlardan dolayı üzülen ve sevaplardan dolayı sevinen nefistir
3- Nefs-i Mülheme: Mümkün mertebe Allah'ın emir ve yasaklarına uyan nefistir
4- Nefs-i Mutmainne: İmân esaslarına inanan, İslâm'ın emir ve yasaklarına uyan, bu konularda hiç bir şüphe ve tereddüdü olmayan, neticede Allah ile manevî bir bağ kuran ve bunun lezzetine ulaşan nefistir
5- Nefs-i Radiye: Her yönüyle Hakk'a yönelen, Allah'tan gâfil olmama şuuruna eren ve O'ndan razı olan nefistir
6- Nefs-i Mardiyye: Bütün benliği ile Hakk'a teslim olan ve böylece Allah'ın kendisinden razı olduğu nefistir (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul 1970, VIII, 5817)
7- Nefs-i Kâmile: Bütün kötülüklerden sıyrılıp manevi olgunluğa eren nefis Bu mertebeye erişen bir kişinin bütün sıfatları güzeldir ve her hali ibadet sayılır (Süleyman Uludağ, Kuşeyri Risalesi tercümesi, s 222, 277, 290)
Aslında nefs, bir şeyin kendisi, benliği, zatı ve hakikatıdır Ona göre nefs-i mutmainne, o dereceye ulaşan insanın kendisi demektir (Elmalılı, Hak Dini Kuran Dili, VIII, 5814)
Nefs-i mutmainne, Kur'anda bir yerde geçmektedir:
Ey huzura eren nefis, sen Allah'tan ve O da senden razı olarak Rabb'ine dön! (lyi) Kullarımın arasına gir! Cennetime gir! " (el-Fecr, 89/27, 28, 29, 30)
"Nefs-i mutmainne", genelde Türkçeye "huzura eren nefis" olarak tercüme edilmiştir Bu dereceye ulaşmış olan bir insan, Allah Resulunün getirdiği her inanç ve ameli hak olarak kabul eder; Allah'ın dininin yasakladığından mecburen değil, seve seve kaçınarak uzak durur; Allah yolunda ne fedakârlık gerekiyorsa yapar; dünyanın İslâm dışı lezzet ve menfaatlerinden mahrum kaldığı halde, onları özlemez ve tersine bu konuda kalbi mutmain olarak hak dini takib edip çeşitli pisliklerden korunur Nefs-i mutmainne dendiği zaman, bu vasıflara sahip olan insan akla gelir (Muhammed b Cerir et-Taberî, Camiul-Beyân fi Te'vil'i Ayil-Kur'an, Mısır 1954, XXX,190 vd; Muhammed b Ahmed el-Ensârî el-Kurtubî, el-Câmiu li Ahkâmil-Kur'an, Kahire 1967, XX, 57 vd)
Bazı âlimlere göre bu ayet, Hz Osman (ra) hakkında nazil olmuştur Diğer bazı âlimlere göre ise, Hubeyb b Adiy hakkında nâzil olmuştur Mekkeli müşrikler onu idam edip yüzünü Medine'ye çevirdikleri zaman, Yüce Allah onun yüzünü Ka'be'ye doğru çevirmişti (el-Kurtubî, el-Cami', XX, 58)
Nefs-i mutmainne derecesine ulaşan insan, dünyada bu şekilde Allah'a tam manasıyle teslim olmuş bir halde yaşar Gönül huzuruna, ruhî saâdet'e ulaşır Gam ve kederden uzak olur Ahirette de Allah'ın iltifâtına nail olur Yüce Allahın nefs-i mutmainne seviyesindeki insana yönelik bu
"Rabb'ine dön, (iyi) kullarım arasına gir, Cennetime gir" meâlindeki hitapların ne zaman vuku bulacağı hakkında da alimlerin farklı yorumları vardır Alimlerin değişik tefsirlerine göre bu hitâr ya ölüm anında veya kıyâmet gününde yahutta Cennet'e girişte yapılacaktır (ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, VI, 233)
 
Üst Alt